Duyuru

Daraltma
Henüz duyuru yok.

Adl-i İlahi

Daraltma
X
 
  • Filtre
  • Zaman
  • Göster
Hepsini Temizle
yeni gönderiler

    Ynt: Adl-i İlahi


    2- İslâm'dan Başka Bir Din Kabul Edilmez

    Asıl konuya girmeden önce aydınlanması gereken hususlardan bi-risi de şudur: Müslüman olmayanların iyi davranışlarını iki türlü ele almak mümkündür; aslında şu hâlde burada iki konu vardır. Birisi şu-dur: İslâm'dan başka bir din Allah katında makbul müdür? Kabul edi-lir mi? Yoksa Allah katında kabul edilecek din sadece İslâm mıdır?

    Diğer deyişle: Gerekli olan, hak peygamberlerden birisine nispet edilen dinlerden birine mensup olmak mıdır? Bu dinler arasında fark yok mudur? Meselâ Müslüman, Hıristiyan, Yahudî hatta Mecusî ol-mak fark etmez mi? Yoksa her dönemde birden fazla hak din olmayıp gerçek din tek midir?

    İkinci bir husus da şudur: Her dönemde tek bir hak dinden başkası olmadığını kabul ettikten sonra, bu hak dine mensup olmayan bir kim-senin, o dinin kabul etmiş olduğu, onayladığı ve övdüğü davranış ve eylemleri seçmesi ve gerçekleştirmesi durumunda, acaba bu eylemlerin mükâfatını görecek midir? Diğer bir deyişle, salih amellerin mükâ-fatlandırılmalarının şartı hak dine iman mıdır? Yoksa bu iman olmak-sızın da mükâfat elde edilebilir mi?


    Burada ele alınacak, konu olacak sorun ikincisidir.
    Birinci sorun üzerine özetle şunu söylemekle yetinelim: Hak din her dönemde sadece tektir ve herkesin bu hak dine uyması gerekir. (280)
    Elbette, bu hak dinin birbirini izleyen dönemlerde gönderilmiş pey-gamberleri arasında aykırılık ve çekişme yoktur. Bütün Tanrı elçi-leri, tek hedefe ve tek Allah'a çağırırlar. İnsanlar arasında birbiri ile çelişik ayrı ayrı bölükler, fırkalar ve topluluklar meydana getirmek için gelmiş değildirler.


    Ancak, bu gerçekten, yanlış anlam çıkarılmamalıdır. Şöyle ki: Her dönemde birkaç hak dinin var olduğu ve insanın bunlardan birisini se-çebileceği anlamına alınmamalıdır. Aksine, bütün hak peygamberlerin aynı Allah'a ve hedefe çağırdığını söylemekten çıkacak anlam şudur: Allah'ın gönderdiği peygamberler, kendilerinden sonra gelecek pey-gamberleri ve özellikle sonuncu ve makamca en üstün olanını müjde-lemişler, haber vermişlerdir. Onlardan sonra gelen peygamberler de, kendisinden önce gelenleri tasdik etmişlerdir. Şu hâlde bütün peygam-berlere iman etmemizin gereği, zorunlu sonucu şudur: Her dönemde, o dönemin peygamberinin şeriatine uymamız gerekir. Hele son dönemde, artık başka peygamberin gönderilmeyeceği bu dönemde, mutlaka, Allah'ın son peygamber aracılığı ile gönderdiği son buyruklara uymak zorunludur. Bu, "İslâm"ın gereğidir: Allah'a teslim olmak ve O'nun elçilerinin risaletlerini kabul etmek.

    Zamanımızda birçok kişi şu düşünceye kapılmışlardır: İnsan Al-lah'ı bilir, O'na taparsa ve Allah tarafından gelen önceki peygamber-lerden birisine nispet edilen bir dine bağlanır, onun gereklerini yerine getirirse, bu onun için yeterlidir. Düsturların şekillerinin o kadar önemi yoktur. Hazret-i Mesih (İsa) de, Hazret-i Muhammed (s.a.a) de peygamberdirler. Hıristiyanlığa uyar, haftada bir kez kiliseye gidersek doğru yapmışız demektir, yahut Hazret-i Hâtem'ul-Enbiya (Son Pey-gamber -s.a.a-) şeriatına uyarak günde beş vakit namaz kılmış isek yine bu da doğrudur.



    Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
    Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

    Yorum


      Ynt: Adl-i İlahi


      Böyle düşünenler derler ki: Önemli olan Allah'a inanmak ve ilâhî programlardan birine uymaktır.

      Corc Cordak (281), "el-İmam Ali" adlı kitabın yazarı ve Lübnan'ın ünlü Hıristiyan yazarı Cibran Halil Cibran (282) ve onlar gibi düşünen bazıları bu düşüncede görünürler.


      Corc Cordak ve Halil Cibran, Hıristiyan olmalarına rağmen, Haz-ret-i Resul ve Hazret-i Emîr hakkında, özellikle Hazret-i Emîr hak-kında onlara inanmış birisi gibi konuşmak-tadırlar.

      Bazıları sorarlar: Bu kimseler, Resul-i Ekrem'i (s.a.a) ve Emir'ül-Müminin'i (a.s) kabul etmelerine rağmen nasıl olur da yine Hıristiyan kalırlar? Bunlar gerçekten iman etmiş olsa idiler Müslüman olurlardı. Demek ki doğruyu söylemiyorlar. Müslüman olmadıklarına göre, işin içinde bir iş var demektir. Demek ki hile yapıyorlar, düzen kuruyorlar. Şu hâlde Resul-i Ekrem ve Ali'yi gerçekten sevmiyorlar ve onlara inanmıyorlar.


      Cevabımız şudur: Bunlar, Resul-i Ekrem'i ve Emir'ül-Müminin'i sevdiklerini ve onlara inandıklarını söylerken, samimîdirler, yalan söy-lemiyorlar. Ne var ki bir dine bağlı oluş telakkileri özeldir ve farklıdır.

      Bu kimseler, insanın mutlaka özel bir dine bağlı olmasının gerekli olmadığına inanırlar. Dindar olmak yeterlidir. Bu sebeple, Hıristiyan olmalarına rağmen kendilerini Ali'nin dost ve yakınlarından bilirler. Hatta Hazret-i Emîr'in (a.s) de kendileri gibi düşündüğünü sanırlar.


      Corc Cordak der ki:

      Ebu Talib oğlu Ali, insanların mutlaka belli bir dine mensup olmalarının gerekli sayılmasını hoş görmez, reddeder.

      Ne var ki, biz bu sözü yanlış buluyoruz. Dinde ikrah, zorlama ol-madığı doğrudur. (Lâ ikrâhe fid-dîn.) Ancak, bu demek değildir ki Allah'ın dini birden fazladır ve biz dilediğimizi seçebiliriz. Hayır! Böyle değildir. Her dönemde ancak bir tek hak din vardır. Her dö-nem-de, şeriat sahibi bir peygamber, Allah tarafından gönderilmiştir; insanların da bu peygamberi izlemeleri, ister ibadete ilişkin olsun, ister diğer alanlarda olsun, kural ve hükümleri ondan öğrenmeleri gerekir. Böylece, nihayet Son Peygamber'in, Hazret-i Hatem'ul-Enbiya'nın dö-nemi gelmiştir. İçinde bulunduğumuz bu dönemde Allah'a yol bulmak isteyen, onu izlemeli, onun dinine uymalıdır.


      Kur'ân-ı Kerim buyurur ki:

      Kim İslâm'dan başka din ararsa, ondan asla kabul edilmez ve o ahirette de hüsrana uğrayanlardandır.

      Burada da şöyle bir itiraz ileri sürülebilir: Burada İslâm'dan amaç özel anlamı ile bizim dinimiz değildir, Allah'a teslim olmaktır.

      Cevabımız şudur: Elbette böyledir, İslâm dini de bu demektir, Al-lah'a teslim olmaktır. Fakat bu teslimin gerçeğinin her dönemde bir şekli vardır ki bugünkü şekli Hazret-i Hâtem'ul-Enbiya'nın (Son Pey-gamber) tebliği ile gelen aziz dindir. İslâm denince ancak ve ancak bu dine uyar, başkasına değil! Diğer bir deyişle, Allah'a teslim olmanın gereği, O'nun buyruklarının da kabul edilmesidir. Her zaman da Al-lah'ın en son buyruğuna, o dönemdeki tebliğe uymak, onu uygulamak gerekeceği de açıktır. Bugün bu son buyruk, Allah'ın Son Peygamber-'inin getirdiğidir.


      Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
      Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

      Yorum


        Ynt: Adl-i İlahi


        Salih Amel ve İman Bağlantısı

        Buraya kadar olan açıklamalar ile şu hususlar anlaşılmış oldu: Ön-ce, konumuz genel bir çerçeve içinde alınacak bir konudur. Özet ola-rak, kişiler üzerinde durarak bir yargıya varacak değiliz.

        Sonra, konumuz Hak Din'in tek olup olmadığı konusu da değildir. Yukarıda açıkladığımız gibi, Hak Din'in tek olduğunu ve herkesin bu dini benimsemekle yükümlü olduğunu kabul etmiş bulunmaktayız.

        Üçüncü olarak şunu belirtmeliyiz: Bahsimizin asıl konusu, hak di-ni kabul etmeyen bir kimsenin, bu dinin iyi davranış ve eylemler olarak insanlığa sunduğu eylem ve davranışları gerçekleştirmesi hâlinde, bunların karşılığında mükâfat görüp görmeyeceğidir.


        Meselâ Hak Din olan İslâm'a göre insanlara iyilik, güzellik ve dü-rüstlükle davranmalı, insanlığın yararlanacağı işler yapmalıdır. Öğretim ve kültür işleri, öğretim ve eğitim kurumları açma, eser yazma, ders verme gibi faaliyetler, sağlık hizmetleri, insanları uzlaştırma, çe-kişmeleri önleme, insanların ihtiyaçlarını karşılama, toplumsal yardım, peygamberlerin gönderilmesinin insanlar arası ilişkilerde temel hedefi olan "adl"in, adaletin sağlanması, gönlü kırıkların, felâkete uğ-ramışların tesellisi gibi işler, Hak Din'in öğütlediği ve güzel bulduğu eylemlerdendir. Her gerçek Tanrı elçisi bunları öğütlemiştir. Ayrıca insanın akıl ve vicdanı da bu gibi eylemlerin iyi ve güzel olduklarını bilir, kavrar.

        Şimdi, Müslüman olmayan bir kimse de bu gibi insanlık hizmetle-rini yerine getirirse, ona mükâfatı var mıdır? Hak Din; "Güvenilir kişi-ler olun, yalandan da kaçının." der. Müslüman olmayan da böyle olur-sa mükâfatını görecek midir? Diğer deyişle, Müslüman olmayan birisi için hıyanet veya emanet, güvenilir kişi olmak veya emanete hıyanet etmek, güveni kötüye kullanmak, bu açıdan fark etmez mi? Eşit dav-ranışlar mıdır? O'nun için, ister Allah'a kulluk etmiş ve namaz kılmış, ister zina etmiş aynı kapıya mı çıkar? İşte bu sorun burada ele almamız gereken sorundur.




        Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
        Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

        Yorum


          Ynt: Adl-i İlahi


          İki Düşünce Biçimi

          Aydın olma iddiasında olan kişiler, kesin bir ifade ile şöyle derler: Müslüman ve Müslüman olmayan arasında, hatta tevhit inancına sahip bir muvahhit ile muvahhit olmayan arasında hiç fark yoktur. Kim iyi bir iş yaparsa, bir hayır kurumu kurarsa, bir keşif, bir icat ile veya başka bir yoldan bir insanlık hizmeti gerçekleştirirse, Allah katındaki mükâfata hak kazanmış olur.


          Derler ki: Allah âdildir, âdil olan Allah kulları arasında ayrıcalık koymaz. Kulunun O'nu tanıyıp tanımaması Allah için önemli midir? O'nun için ne fark eder ki? İyi iş işleyenin mümin olup olmaması fark etmez; Allah, kulu ile kendisi arasında dostluk-tanışıklık ilişkisi olup olmadığına asla bakmaz, bu gibi sebeplerle kulunun iyi davranışını görmezlikten gelecek değildir. Hele bir kul Allah'ı tanırsa, iyi işler yaparsa, peygamberlerini tanımıyor, peygamberler ile dostluk ve tanı-şıklık ilişkisi yok diye Allah onun iyi amelleri üzerine çizgi çekecek, bunları hiçe sayacak değildir.


          Bu düşüncede olanların tam karşısında başka bir bölük de vardır ki, bunlar da hemen bütün insanlığı azabı hak etmiş olarak görürler; çok az insanın amellerinin kabul edileceğini ve iyi sonuca ereceklerini düşünürler. Bunların yargıya varma biçimleri oldukça kestirme ve ba-sittir. Derler ki: İnsan ya Müslüman'dır, ya da değildir. Dünya nüfusu-nun ortalama dörtte üçünü oluşturan Müslüman olmayan insanlara ge-lince, Müslüman olmadıklarına göre cehennemliktirler.

          Müslümanlara gelelim: Bunlar da ya On İki İmam Mezhebi'nden Şiîdirler, yahut böyle değildirler. Böyle olmayanları ele alalım: Orta-lama, bütün Müslümanların dörtte üçünü oluşturan Müslüman fırkaları, On İki İmam Mezhebi'nden olmadıklarına göre, bunlar da cehen-nemliktir. On İki İmam Mezhebi'nden olanlara gelelim: Bunların da ortalama dörtte üçünün sadece adı Şiî'dir, Şiî olanların azı bir müçte-hide uyma (taklit) şeklinde beliren ilk ödevlerinden haberdardır; sahih ve tam olmaları bu ilk ödeve bağlı olan diğer dinî ödevlerine gelince, demek ki durumları büsbütün kötüdür. Bir müçtehide şeklen uyan, taklit ödevini yerine getiren Şiîlere gelince, bunlar da çoğunlukla diğer ödevlerini yerine getirmezler, "ehl-i amel" değildirler. Şu hâlde kurtu-luşa erecek kişi çok azdır.


          İşte iki karşıt ucun görüşleri böylece özetlenebilir. Bunlardan ilki dünya ile barışık iken, karşı taraf da sanki Allah'ın sadece gazabının mazharıdırlar, onların kişiliğinde gazap rahmete galebe çalmış, üstün gelmiştir.



          Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
          Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

          Yorum


            Ynt: Adl-i İlahi


            Üçüncü Düşünce Biçimi

            Üçüncü bir mantık, bir düşünce biçimi de vardır ki, bu da Kur'ân-ı Kerim'in mantığıdır. Kur'ân-ı Kerim'in bu konudaki beyanı, sadece Kur'ân-ı Kerim'e özgü ve her iki görüşe de karşı bir beyandır. Ne aydın geçinenlerin görüşüne uyar, ne de bizim bazı "mübareklerin" kuru ve dar görüşüne. Kur'ân-ı Kerim, özel bir mantık temeline dayanır. Bu,nu anlayan ve öğrenen herkes, "Söz budur işte! Doğru söz bundan başkası olamaz" der, kabul eder. Kur'ân-ı Kerim'in bu beyanının, bu hayranlık verici Yüce Kitab'a imanını güçlendirdiğini duyar ve anlar ki bu Kitab'ın yüce öğretisi yeryüzündeki insanların kendi düşünce ça-balarının ürünü değil, ilâhî kaynaktan gelen öğretidir.




            Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
            Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

            Yorum


              Ynt: Adl-i İlahi


              Aydın Geçinenler

              Bu nitelikte olanlar, görüşlerinin doğru olduğunu kanıtlamak için iki tür delile başvururlar: Birisi aklî, diğeri ise (Kitab'a ve rivayete da-yanan) naklî delildir.


              1- Aklî delil: "İyi amel, kimin yönünden gelirse gelsin, iyi karşılık görmelidir tarzında mantık ve akla dayandırılan bu delil, iki öncüle, iki mukaddimeye dayanmaktadır:

              a) Yüce Allah'ın, varlıkların tümü ile eşit ve tekdüze ilişkisi vardır. Bütün zamanlar ve mekânlar için de böyledir. Allah şarkta, doğuda olduğu kadar garpta, batıdadır da. Göklerde ve yerdedir. Şimdiki zamanda, geçmişte ve gelecektedir. Allah katında zaman kaydı yoktur. Zaman ve mekân kaydı olmadığı gibi, yarattıkları da O'nun için birdir. Hiç kimse ile yakınlığı, akrabalığı yoktur. Özel bir bağlantısı, ilişkisi olamaz. Allah'ın kullarına lütfü veya gazabı da aynı ölçütler ile olur. Fark, Allah yönünden değil, kulların davranışları yönündendir. -*-

              * - Bu sözün anlamı, eşyanın tümünün Allah ile tekdüze ve türdeş bir nispeti olup istihkaklarının da aynı olduğu demek değildir. Eşyanın Allah'a nispeti değil, Allah'ın eşya ile nispeti, ilişkisi aynıdır, türdeştir. Allah'ın eşyaya yakınlığında farklılık yoktur. Fakat eşya, Allah'a yakınlık ve uzaklık açısından farklı konumlardadır. İfti-tah duası diye, adlandırılan duada, bununla ilgili bir cümle vardır ki, dikkat çeker:
              "O uzaktır ki görülmez, O yakındır ki fısıldamalara tanıktır."
              Gerçekte, biz O'na uzağız, fakat O bize yakındır. Doğrusu bu söz insana bilme-ce gibi gelir. Nasıl olur da iki şey birbirine uzaklık ve yakınlık açısından farklı konu-larda olur? Fakat burada böyledir işte. Allah eşyaya yakındır, eşya ise Allah'a yakın değildir; diğer bir deyişle farklı oranlarda yakın veya uzaktır.
              Burada yine ilgi çekici bir husus var: İftitah duasında Allah "uzaklık" ile nite-lendirildiğinde, mahlûkların sıfatlarından birisi delil getirilmekte, Allah'ın görüleme-diği söylenmektedir. "Kimse O'nu göremez, O görülmez." Buna karşılık, Allah; yakın olarak nitelendirildiğinde delil olarak bu kez Allah'ın sıfatlarından birisi anıl-maktadır. Bu da Allah'ın huzuru, mutlak olarak hazır ve nazır oluşu ve mutlak bilgisidir. Kendi yönümüzden O'nu uzaklıkla, Allah yönünden ise O'nu yakınlıkla niteleriz. [Bizim uzaklığımız, son derece sınırlı yetenek ve duyularımızdan, Allah'ın yakın-lığı ise, O'nun için, kudreti ve varlığı için hiçbir kayıt ve sınır olmayışındandır. -H. Hatemi-] Sa'dî güzel söylemiştir:
              Yâr, nezdîkter ez-men be-men-est
              V'în acebter ke men ez vey dûrem
              Çe konem, bâ ke tevan goft ke dûst
              Der kenâr-i men-o men mehcûrem.
              Bana benden yakın iken yarım / Bu ne iştir ki ben ona uzağım / Neyleyim, ben bunu nasıl diyeyim / O yanımda, ben ayrılık çekerim. (M. Mutahharî)
              - Peygamberlerin tebliğini saptıran bazı Yahudi din adamları ise, Allah'ın sadece İsrailoğulları'nın bugünkü Yahudiler ile atalarının Allah'ı olduğunu söylerler. Hıristiyanların da bu arada bir yer kapmaya çalışırlarken, Müslümanların "Tanrı"sı ile kendi "Tanrı"larının aynı Tanrı olmadığını ileri sürme gafletine düşenleri de olur. (H. Hatemi)



              Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
              Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

              Yorum


                Ynt: Adl-i İlahi


                Şu hâlde kimse sebepsiz yere Allah katında aziz değildir, kimse de sebepsiz hor görülmez ve kovulmaz. Allah kimsenin yakını veya hemşerisi değildir. Kimse de Allah katında sevgili ve gözde de-ğildir. Allah'ın bütün varlıklara nispeti aynı olunca, iyi amellerin, bir kişinin ise kabul edileceği, başka birinin ise reddedileceği iddiası delile da-yanmaz. Aynı ameller aynı ödüle değerler. Allah'ın herkese aynı şe-kilde nispeti vardır. Adalet; Allah'ın bütün kullarına -Müslüman veya değil- eşit ölçülerle mükâfat vermesini gerektirir.


                b) İkinci öncül de şudur: Amellerin iyi veya kötü oluşu uzlaşım-dan ileri gelen bir niteleme değildir, gerçekliğe dayanır. Kelâm ve Usûl-i Fıkh bilginlerinin deyişi ile, "ef'alin hüsnü ve kubhu zatîdir". Diğer bir deyişle, bir fiilin iyi veya kötü oluşu, özünden, kendisinden belli olur, belirlenir. İyi davranışlar, iyi işler, özlerinde böyledir; kötü işler de bizatihî kötüdür. Doğruluk, dürüstlük, ihsan, halka hizmet..., bütün bunlar kendi özlerinde iyidirler. Yalan, hırsızlık, zulüm (haksız-lık ve kıyıcılık) de doğal olarak kötüdür, çirkindir.

                Doğruluğun iyi, ya-lanın kötü oluşu, Allah böyle buyurduğu için böyle değildir; aksine Allah doğruluk ve doğru sözlü olmakla emir buyurmuştur. Yalan da kötü olduğu için Allah yalanı, yalan ve dolancılığı yasaklamıştır. Şu hâlde, kısaca söylemek gerekirse, Allah'ın buyurması ve yasaklaması (emir ve nehyi), fiillerin özlerinden gelen iyiliğine ve kötülüğüne bağlı-dır (ef'alin zâtî hüsnüne veya kubhuna tâbidir), yoksa iş aksine değil-dir.


                Bu iki öncülden şu sonuca varıyoruz: Allah ayrıcalık gözetmeye-ceğine göre ve iyi amel kimden olursa olsun iyi olduğuna göre, kim iyi iş işlerse, zorunlu ve gerekli olarak Yüce Tanrı'dan iyi karşılık göre-cektir, görse gerektir.

                Yine bunun gibi, çirkin ve günah işler konusunda da bu işleri işle-yenler açısından fark gözetilmez.


                2 - Naklî delil: Kur'ân-ı Kerim birçok ayetinde insanlar arasında gerek iyi amelin mükâfatı, gerek kötü amelin cezası açısından fark gö-zetilmediği konusundaki aklî delili doğrular. Kur'ân, insanlar arasında ayırım ve ayrıcalık gözeten Yahudileri şiddetle uyarmaktadır. Yahudi-ler bugün de inandıkları gibi, İsrailoğulları'nın Allah'ın sevgilileri, seç-kin kavim olduklarına inanmakta idiler. "Biz Allah oğulları, Allah'ın dostlarıyız." derlerdi. Yine derlerdi ki: "Allah bizi cehenneme gönder-se bile, bu ancak sınırlı, az bir zaman için olabilir." Kur'ân-ı Kerim bu gibi düşünceleri boş hayaller ve dilekler olarak nitelendirir ve şiddetle karşı çıkar. Kur'ân-ı Kerim, bu gibi düşüncelere ve gurura kapılan Müslümanları da uyarır, hatalarını bildirir:

                1) "Dediler ki: 'Bize ancak sayılı günlerde ateş değerse değebilir.' De ki: 'Allah katından bir ahit mi aldınız? Ki Allah asla ahdinden dönmez. Yoksa Allah'a karşı bilmediğiniz bir şeyi mi söylüyorsunuz?' Hayır; kim bir kötülük işler de günahı kendisini kuşatırsa, (artık) onlar ateşin halkıdırlar, orada süresiz kalacak-lardır. İman edip salih ameller işleyenler ise, cennet halkıdırlar, orada süresiz kalacaklardır."

                2) Kur'ân-ı Kerim, başka bir yerde de Yahudilerin bu gibi kanaat-leri karşılığında şöyle der:
                "Uydurdukları şeyler, onları dinleri konusunda yanıltmıştır. Artık onları, kendisinde şüphe olmayan bir gün için topladığımızda ve her bir nefse -haksızlığa uğratılmaksızın- kazandığı tam olarak ödendiğinde nasıl olacak?"


                3) Başka bir yerde Hıristiyanlar da Yahudilere katılarak, yanılgıları birlikte belirtilir:
                "(Ehlikitap 'Yahudi yahut Hıristiyan olmayan kesin girme-yecek.' dediler. Bu, onların kuruntularıdır. De ki: 'Doğru söylüyorsanız, delilinizi getirin.' Hayır, kim iyilikte bulunarak yüzünü Allah'a teslim ederse, ecri Rabbi katındadır. Onlara korku yok, hüzünlenmezler de."



                Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
                Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

                Yorum


                  Ynt: Adl-i İlahi


                  4) Nisâ Suresi'nde, Yahudiler ve Hıristiyanlar yanında, ayrıcalık kuruntusuna yersizce kapılan Müslümanlar da uyarılırlar. Görülüyor ki bazı Müslümanlar da Ehlikitab'ın, Yahudi ve bazı Hıristiyanların etkisinde kalarak, kendilerini yok yere ululamakta, böbürlenmekte, Ehlikitab'ınkine benzer iddialar ile avunmakta idiler. Kur'ân-ı Kerim bu boş hayaller hakkında şöyle buyurur:
                  (İş) ne sizin kuruntularınızla, ne de Ehlikitab'ın kuruntularıyla olmaz. Kim bir kötülük yaparsa, onunla cezalandırılır ve kendisi için Allah'tan başka ne bir dost, ne de bir yardımcı bulur. Kim de, erkek olsun, kadın olsun, salih ameller işler ve iman sahibi olursa, bunlar da cennete girerler ve zerrece zulmedilmezler.


                  5) Yok yere hayal edilen yakınlıklar ve ululukları mahkûm eden, temelsizliklerini ortaya çıkaran ayetlerden başka, Yüce Allah'ın kim-senin iyi davranışının karşılığını boşa çıkarmayacağını belirten ayetler de, Müslüman olsun olmasın, herkesin hayırlı amelinin kabul edilece-ğinin delilleri olarak anılmışlardır. Zilzâl Suresi'nde şöyle buyurulur:

                  Kim zerre ağırlığı hayr işlerse onu görür, kim de zerre ağırlığı şer işlerse onu görür.
                  Başka bir yerde de şöyle buyurulur:


                  Şüphesiz Allah iyi işler işleyenlerin ecrini zayi etmez (iyilikleri karşılıksız bırakmaz).
                  Başka bir ayet-i kerimede de buyrulur ki:

                  Biz güzel ve iyi iş işleyenlerin mükâfatını (karşılığını) zayi et-meyiz (boşa çıkarmayız).
                  Bu ayetler öyle genel bir ifade ile beyan buyurulmuştur ki, bunları "özel bir anlam ile, bazı kayıtlarla sınırlandırılamayacak genel ilkeler" (umûmat-i gayr-i kaabil-i tahsîs) sayabiliriz.


                  Usûl ilmi bilginleri derler ki: Bazı geneller istisna kabul etmezler, özelleştirmeye elverişli değildirler. (Gayr-i kaabil-i tahsîs.) Genel bir ifade ile belirtilen kavram veya ilkenin ifade biçiminden, onun istisna kabul etmeyeceğini ve özelleştirilemeyeceğini anlayabiliriz. "Biz, iyi işler işleyenin ecrini zayi etmeyiz." buyurulduğunda, bunun anlamı şu-dur: "Bizim Tanrılık makamımız, iyi amelin karşılığını vermemizi ge-rektirir." Şu hâlde, Allah'ın bir özel durumda ulûhiyetin bu gereğini terk ederek iyi bir ameli zayi etmesi, karşılıksız bırakması muhaldir, imkânsızdır.
                  Bu konuda çok dayanılan ve anılan bir diğer ayet vardır. Bu aye-tin, bu konuda açık bir delil olduğu söylenir:


                  Şüphesiz, iman etmiş olanlar, Yahudiler, Sabiîler ve Hıristi-yanlar olsun, kim Allah'a iman etti, son güne de iman etti, salih amel işledi ise, bu gibiler için korku yoktur ve hüzünlenmezler onlar.

                  Bu ayette kurtuluşa ermek ve Allah'ın azabından emin olmak için üç şart anılmaktadır: Allah'a iman, ahirete iman, iyi amel. Bu üç şart-tan başka bir şart anılmış değildir.

                  Bazı aydın olma heveslileri daha ileri giderek şöyle demişlerdir: Nebîlerin, peygamberlerin hedefi adalete ve iyiliğe çağırmaktır. Şöyle bir ilke vardır:


                  Huzu'l-gaayât-e ve utrûku'l-mebadî.
                  "Amaçlara bak, onları al! Girişleri-başlangıçları boşla."
                  Kabul etmek gerekir ki, adalet ve iyi davranışlar, Allah'ı ve ahiret hayatını inkâr eden kimselerden de olsa, Allah katında kabul edilir. Şu hâlde Allah'ı ve ahiret hayatını inkâr edenler bile büyük çapta kültür, sağlık, iktisat ve siyaset hizmetleri gerçekleştirebilmişler, topluma yararlı olmuşlar ise, bu gibiler büyük mükâfata nail olurlar.

                  Bu sözleri söyleyen kişiler tabiatıyla "kim iyi amelde bulundu ise ecrini zayi etmeyiz" ve "kim zerre ağırlığı hayır işlerse onu görür" mealindeki ve yukarıda anılan ayetlere dayanmaktadırlar ve dayanabilirler. Ancak, yukarıda zikredilen ve yine onların dayanmak istedikleri son ayet meâlindeki ayetler, Allah'a ve ahiret gününe imanı şart koşmakla, onların bu geniş ve mutlak iddialarının aksine bir açıklama yapmaktadır.
                  Şimdi, diğer bölümün, bunların karşısında olanların delillerini gö-relim.



                  Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
                  Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

                  Yorum


                    Ynt: Adl-i İlahi


                    Katı Tutumlular

                    Oldukça geniş düşünen aydınlar; hayırlı amelin, hangi durumda ve konumda olursa olsun bir kimseden çıkması ile Allah katında kabul edileceğini söylerken, katı tutumlu sofular bunların tam karşısında mevzilenirler. Derler ki:

                    Müslüman olmayanın amelinin kabul edilmesi imkânsızdır. İman etmeyenlerin ve bu arada hatta Ehl-i Beyt Mezhebi'nden olmayanların amelleri bir pula değmez. İmansız olanlar veya Ehl-i Beyt yolunda ol-mayan Müslümanların kendileri Allah katından kovulmuş, çevrilmiştir; kendisi kovulanın ameli de evleviyetle, yeğlikle reddedilir. Bun-lar da aklî ve naklî deliler getirirler.


                    1- Aklî delil: Müslüman olmayan veya On İki İmam Mezhebi'nden olmayanların amelleri de kabul edilirse, imansız ile mümin, Ehl-i Beyt dostu ile böyle olmayan arasında ne fark kalır? Ya On İki İmam Mez-hebi'nden olanın hayırlı amelleri kabul edilip imansızların veya diğer Müslümanlarınki edilmemeli veya hiç değilse onlar kötü amelleri yüzünden cezalandırılırken bu mezhepten olanlar cezasız kalmalıdır. İki bakımdan da diğerlerinden hiçbir fark olmazsa, onlar arasında ne fark kalır? İslâm'ın ve Şiîliğin ne etkisi kalır ki? İmansız ile Müslümanı Şiî olmayan ile Şiî'yi eş tutmanın anlamı, İslâm'ın da, Şiî oluşun da boş ve gereksiz olduğu anlamına gelir.

                    2- Naklî delil: Yukarıdaki akıl yürütme yanında, bu görüşü savu-nanlar, Kur'ân-ı Kerim'deki iki ayet-i kerimeye dayanırlar. Bazı Kur'-ân-ı Kerim ayetlerinde kâfirin amelinin boşa gittiği, kabul edilmediği açıklanır. Bunun yanında birçok rivayette de "Ehl-i Beyt'in velâyeti"ne inanmayan kimselerin amellerinin kabul edilmeyeceği belirtilir.

                    İbrâhîm Suresi'nde Allah, imansızların amellerini küle, toza ben-zetir. Zorlu bir yel esince dağılır gider:
                    Rablerini inkâr edenlerin örneği, amellerinin kül yığını gibi olması ve zorlu bir yel esen fırtınalı günde dağılıp gitmesidir. El-lerinde, kazandıkları hiçbir şeyi tutamazlar; derin, uzak bir sa-pıklık içindedirler.


                    Yine, Nûr Suresi'nde kâfirlerin ameli seraba benzetilir. Serap uzaktan su gibi görünür, yakından ise hiçtir.
                    Bu ayet-i kerime buyurur ki: Bazı kişilerin göz kamaştıran hiz-metleri, hele bazı saf kimselerin gözünde peygamberlerin hizmetinden bile üstün olan eylemleri, Allah'a iman ile birlikte olmazsa hiçtir, boş-tur. Bu eylemlerin büyüklüğü bir yanılsamaya, bir kuruntuya dayanır; tıpkı serap gibi. Ayet-i kerime meâlen şöyledir:

                    İnkâr edenler, kâfir olanlara gelince, onların amelleri çölde, bir serap gibidir. Susuz kişi onu su sanır, yaklaşınca hiçbir şey elde edemez, orada Allah'ı bulur ki hesabını görür. Allah'ın hesabı tezdir.


                    Burada, inanmayanların, Allah'ı inkâr edenlerin iyi amellerinin ör-neği, göze hoş görünen amelleri böyle örneklenirken, kötü amelleri kim bilir nice olur? Nitekim bundan sonraki ayette de bunun örneği verilmektedir:

                    (Yahut onların amelleri) zifiri karanlıklar gibidir derin bir denizde. Üzerini dalga örtmüş, onun üzerinde de bulut var, kat kat karanlıklar! Elini çıkarabilse, kendi elini göremez, Allah kime nur vermediyse, ona nurdan nasip yoktur.

                    Bu iki ayet-i kerimeyi birlikte ele alır da yorumlarsak, şu sonuca varırız: Kâfir olanların (inanmayıp inkâr edenlerin) iyi amelleri dıştan aldatıcı, aslında ise gerçekliği olmayan bir serap gibidir. Kötü amelle-rine gelince, vay ki vay! Şer içinde şer, zulmet içinde zulmettir.




                    Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
                    Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

                    Yorum


                      Ynt: Adl-i İlahi


                      Ehl-i Beyt İmamları'na bağlı olan bizler, böyle olmayan Müslü-manların durumunu, -onlara selâm olsun- Ehl-i Beyt yolu ile gelen ri-vayetlerle değerlendiririz. Kâfî'de, c.1, Kitab'ul-Hüccet ve c.2, Kita-b'ul-İman ve'l-Küfr; Vesail'uş-Şi'a'da, c.1, Ebvab-u Mukaddimat'ul-İbadet; Mustedrek'ul-Vesail'de, c.1, Ebvab-u Mukaddimat'ul-İbadet; Bihar'ul-Envâr'da, c.18, Bab'ul-Vaad ve'l-Vaid ve't-Tekfir, c.15, s. 187'de bu konuda rivayetler vardır. (283)


                      Vesail'uş-Şia'daki bir rivayette, Muhammed İbn Müslim, İmam Bâkır'dan (a.s) nakleder ki:
                      İmamını tanımayanın ameli kabul edilmez. Kendisi de dalâlettedir, şaşırmıştır...

                      İşte ahiret âleminde ebedî mutluluğa erişmenin temelinin iman ve itikat olduğunu ileri sürenlerin delilleri bunlardır.


                      Bu aşırıya kaçan topluluğun bazı mensupları, sadece iman iddia-sını, aslında ise "intisab-ı mahz"ı, Müslümanlık ve imanı kuru kuruya benimsemiş olmayı bu konuda ölçüt olarak kabul ederler. Mürcie (284), Benî Ümeyye (Emevîler) döneminde Ehl-i Beyt İmamları'na karşıt noktada böyle bir görüş yayıyorlardı. Hamdolsun ki Benî Ümeyye sal-tanatının son bulması ile birlikte bunlar da silinip gittiler. O dönemde, onlara selâm olsun, Ehl-i Beyt İmamları'nın öğretisinden aydınlanan Şiî düşüncesi, Mürcie düşüncesinin karşı noktasında bulunmakta idi.

                      Yazık ki sonraki yüzyıllarda Mürcie düşüncesi kılık değiştirdi ve Şia'nın avamı, bilgisizleri arasında etkili oldu. Şia'dan bir topluluk Emir'ül-Müminin'e (ona selâm olsun) sırf görünürde kalan bir bağlılık iddiasını kurtuluşa ermek için yeterli gördüler. Bu düşünce, son yüz-yıllarda Şia'nın biçare bir duruma düşmesinin temel etkenidir. Son çağların derviş ve mutasavvıfları, başka bir yöntem, başka bir bahane ile, ameli savsaklamakta, hor görmektedirler. Bunlar, "kalb temizliği" sözüne sarılmışlardır. Oysa gönlü gerçekten arı ve ak olan, "safa-i kal-b"e sahip olan kişide, bu kalp temizliği insanı amele iletir, yoksa amelden alıkoymaz.


                      Bu tabakaların karşısında öyleleri de ortaya çıkmışlardır ki, amelin önemini bir başka yönden aşırıya vardırmışlar, kebîre (büyük günah) işleyeni kâfir bilmişlerdir. Haricîler (285) bu inançta idiler. Bazı kelâmcılar da büyük günah işleyeni ne mümin, ne kâfir sayarlar, onun konumu ikisi arasındadır.

                      Bu düşüncelerden hangisinin doğru olduğunu belirtmemiz gereki-yor. Temel şart, ilke olarak inancı mı kabul etmeli, "asalet'ul-i'tikaadî" mi olmalı? Yoksa eylemi mi esas almalı? "Asalet'ul-amelî" mi olmalı?
                      Böylece iman ve itikadın değeri konusuna gelmiş oluyoruz.




                      Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
                      Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

                      Yorum


                        Ynt: Adl-i İlahi


                        İmanın Değeri

                        İmanın değeri konusunu üç aşamada ele alarak incelememiz gere-kiyor:

                        1) Dinin temel ilkelerine, usûl-i dine iman etmeyiş, tevhit (Alla-h'ın birliği), nübüvvet (Allah'ın peygamberleri) ve meâd (dünya evreninden sonraki ahiret hayatı), kabul etmeyiş, ilâhî cezayı mı gerektirir? İslâm - Şiî düşüncesine göre, On iki İmam'ın imametine ve adle, Allah'ın adaletine inanmayan kişiler de bu akıbet ile mi karşılaşır? Yoksa imansızların tümü bu sonuçla karşılaşmaz da bazıları mazur görülür, imansızlıklarına karşı ceza görmezler mi?

                        2) Acaba iman hayırlı amelin kabul edilmesinin zorunlu şartı mı-dır? Şu hâlde Müslüman olmayan birinin, hatta daha ileriye gidilerek Şiî olmayan bir Müslümanın bile, amellerinin kabul edilmeyeceği söy-lenebilir mi?

                        3) Küfr ve inkâr hayırlı amellerin işe yaramamasına, yok olup git-melerine yol açmaz mı?
                        İleride bu üç aşamayı ele alarak inceleyeceğiz.



                        Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
                        Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

                        Yorum


                          Ynt: Adl-i İlahi


                          Küfr Dolayısı ile Kınama ve Sorgulama

                          "Küfr"ün iki türü olduğunda şüphe yoktur. Bunlardan birisi inat-çının küfrüdür, "küfr-i inâdî"dir. İman etmesi gerektiğini, karşı çıktığı imanın, gerçek olduğunu bilir de yine inkâr eder, diretir. Bu küfre, "küfr-i cühûd" denir. (286)

                          Diğer "küfr" türü ise cehaletten, bilgisizlikten ileri gelen "küfr"-dür. Gerçeği tanıyamamış olmaktan ileri gelir.


                          Bilerek hakka direten inatçının küfrü, gerek akla dayanan delillerle ve gerek Kitab'a ve rivayete dayanan naklî delillerle, cezayı hak et-miştir. İkinci türe gelince, burada da şu sonuca varmak gerekir: Bil-meme, gerçeği tanımama, bilmeyen kişinin kusurundan mı ileri gel-miştir? Böyle ise o da sorumludur, böyle değilse Allah'ın affına, ba-ğışlamasına mazhar olur.

                          Bu sorunun açıklığa kavuşması için "teslim ve inad", gerçeği içten kabul etme ve gerçek karşısında diretme konusu üzerinde biraz dur-mamız gerekiyor.


                          Kur'ân-ı Kerim buyurur:

                          O gün yarar vermez mal da oğullar da. Ancak Allah'a uz ve esen gönül getiren başka!




                          Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
                          Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

                          Yorum


                            Ynt: Adl-i İlahi


                            Teslimin Aşamaları

                            Yukarıda anılan ayet-i kerimede geçen "selîm kalb"in, "kalp selâ-meti"nin en temel şartı, gerçek (hakikat) karşısında teslim olmaktır. Teslimin de üç aşaması vardır:

                            Bedenin teslimi, aklın teslimi, gönlün teslimi.
                            İki kişinin birbiriyle savaştıklarını düşünelim. Taraflardan birinin yenilgiye düşmek üzere olduğunu anlaması ve teslim olması mümkün-dür. Bu gibi teslim olgularında, çok defa yenilgiye düşen taraf ellerini kaldırır, savaşmaya son verdiğini gösterir, karşı tarafa itaat eder ve onun her türlü emrine uyar.


                            Bu tür teslimde beden teslim olur, düşünce teslim olmaz. İçinden, sürekli karşı koymayı düşünür. Yenik çıkma fırsatını bir daha elde edip edemeyeceğini hesaplar. Aklı ve düşüncesi bu durumdadır. Duyguları ile de hasmına kin besler. İşte bu bedenin teslimidir ve kaba gücün varabileceği son sınırdır. Kaba güç ile bundan daha fazla başarı sağlanamaz.

                            Teslimin ikinci aşaması, aklın ve düşüncenin teslimidir. Aklı teslim alabilecek olan güç, kaba güç değil, mantık ve muhakeme (delil sunma) gücüdür. Burada kol gücünün hiçbir etkisi olamaz. Hiçbir öğrenciye, üçgenin üç açısının toplamının iki dik açıya eşit olduğu, kötek çekerek öğretilemez, dayakla bunu kavrayamaz. Matematik esasları, ancak belirli bir yol izlenerek ve ispat edilerek anlatılabilir. Akıl, ancak bu ispat sonucunda teslim olur. Yeterli delil gösterilmiş ise ve akıl bunları kavrayabilmiş ise, dünyanın bütün kaba güçleri "teslim olma!" dese bile teslim olur.


                            Rivayet edilir ki: Galilei, dünyanın döndüğü ve güneşin evrenin merkezinde olduğu inancı dolayısı ile işkence altında idi. Sonunda, yakılacağından korkarak görüşünden döndüğünü, tövbekâr olduğunu söyledi. Bu sırada yere bir şey yazıyordu. Ne yazdığına baktılar ve şu cümleyi gördüler: "Galilei'nin tövbesi ile dünya dönmekten kalmaz." (287)

                            Kaba güçle, zorbalıkla, insanı sözünden dönmeye mecbur etmek mümkündür. Ne var ki insanın iç âlemindeki gerçek düşüncesi ancak mantık ile, burhan (delil) ile teslim olur.


                            De ki: Getirin delilinizi doğru sözlü iseniz.
                            Teslimin üçüncü aşaması gönlün teslimidir. Gerçek iman da bu teslim ile olur. Dil ile teslim, fikir ve akıl ile teslim, gönülden teslim ile birlikte olmazsa, iman değildir. Gönülden teslim, insanın bütün varlığı ile teslimdir ve her türlü cühûd ve inattan, körü körüne ve aklı teslim olsa bile menfaat, kin ve gayz ile ayak diremeden arınmış bir teslimdir.

                            İnsanın, bir düşünce karşısında aklı ve fikri ile teslim olması, fakat ruhunun teslim olmaması mümkündür. Taassuptan, inattan ve boş yere itiraz ve çekişme huyundan dolayı veya şahsî çıkarını gözetmesi yüzünden gerçeği kabul etmeyebilir. Fikri, aklı, düşüncesi çoktan tes-lim olmuştur, ancak buna rağmen imandan yoksundur. Çünkü imanın gerçeği can ve gönülden imandır.


                            Yüce Allah buyurur:

                            Ey iman edenler, tümünüz 'silm'e dahil olun, (tam bir gönül teslimi ile İslâm'a ve onun esenliğine gelin) ve Şeytan'ın adımlarını izlemeyin. (288)

                            Demektir ki: Ruhunuz aklınız ile savaşmasın, duygularınız idraki-niz ile, kavrayış gücünüz ile çekişmesin.
                            Kur'ân-ı Kerim'de bize anlatılan Şeytan'ın (İblis) (289) tutumu; ak-lın teslimi, fakat gönlün küfrünün, gönlün inkârının örneğidir. İblis Allah'ı tanıyordu. Kıyamet gününe mahşer gününe de inancı vardı. Peygamberleri ve peygamberlerin vasilerini de eksiksizce bilmede idi. Onların Allah katındaki makam ve görevlerinden haberi vardı ve içten içe kabul ediyordu. Bütün bunlara rağmen, Allah onu kâfir olarak adlandırmış ve hakkında şöyle buyurmuştur:


                            Ve kâfirlerden idi.
                            Şeytan'ın Allah'ı tanımakta olduğunun delili şudur: Kur'ân-ı Kerim açıkça buyurur ki, o, Allah'ın yaratıcılığını, yaratıcı olduğunu kabul ediyordu. Allah'a hitaben ve Adem'i (a.s) kastederek şöyle dedi:


                            Beni ateşten (oddan), onu da balçıktan yarattın!
                            Kıyamet ve Mahşer gününe inandığı da şuradan bellidir ki, yine şöyle demiştir:
                            Rabbim, bana mahşer gününe kadar süre ver!

                            Peygamber ve velileri tanıdığının delili de:
                            Ululuğuna andolsun, senin ihlâs sahibi, gönülden ve katışıksız bağlanmış, seçkin kulların dışında, (Ademoğullarının) tümünü al-datacak, yoldan azdıracağım!


                            Ayet-i kerimedeki "muhlesîn"den, "hâlis" olmuş kullardan amaç, yalnızca bilgileri "muhlisâne" olmuş, sağlam ve katışıksız bilgiye erişmiş kullar değildir; olanca varlıkları ile Allah'tan gayrıdan (mâsivâ-dan) pak olmuş, arınmış, bağlarını koparıp özgürleşmiş kullardır. Böylece "muhlis" kullar Allah'ın günahtan masum velileridir. Şeytan; -kan-dıramayacağı- Allah dostlarını, ma'sûm olanları da tanımakta, on-ların "ismet"ine, ma'sûm oluşlarına inanmakta idi. Kur'ân-ı Kerim, Şeyta-n'ın bütün bu bilgisini bize aktarmakla birlikte, yine de onu "kâfir" olarak adlandırmaktadır. Şu hâlde sadece bilmek, yani düşünce ve idrakin teslim olması yeterli değildir, başka bir şey de gerekir, gereklidir.

                            Şimdi görelim: Kur'ân mantığı ile, Şeytan bütün bu bilgisine rağ-men, niçin kâfirlerden sayılmaktadır?
                            Cevap açıktır: Gerçeği kavramakla birlikte duyguları isyan etti; gönlü, aklının kavrayışına karşı baş kaldırdı, gerçeği kabul etmeyi red-detti ve ululandı, gönlü teslim olmadı.





                            Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
                            Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

                            Yorum


                              Ynt: Adl-i İlahi


                              Gerçek İslâm ve Yöresel İslâm

                              Biz, günlük dilde kullanılan şekilde, filân Müslümandır veya de-ğildir, derken, işin gerçekliğine bakmayız. Coğrafya açısından, İslâm'ın baskın olduğu bir yörede yaşayan ve veraset yolu ile ana-babadan Müslüman oldukları söylenen kimseleri "Müslüman" olarak adlandırır, buna karşılık yine aynı ölçülerle, başka bir dine bağlı olan veya gerçekte dinsiz olanı da "gayrimüslim" olarak adlandırırız.


                              Bilinmelidir ki bu nitelemenin fazlaca değeri yoktur. Ne Müslü-man, ne de gayrimüslim sayılma açısından. Çoğumuz taklit Müslüma-nı, coğrafya Müslümanıyız. Anamız-babamız Müslüman idiler, biz de halkı Müslüman olan bir yörede doğup büyümüşüzdür. Gerçekte de-ğeri olan ise gerçekliğe dayanan İslâm'dır. Demek oluyor ki önce ha-kikat karşısında teslim olmak gerekir, gönül kapısını hakikate açmak gerekir. Böylece hakikat karşısında, hak karşısında teslim olur, amelleri de yerine getirir. İşte makbul olan, kabul edilmeye değer olan İslâm budur: Bir yandan araştırma ve soruşturma, diğer yandan da hakikati bulunca gönülden ve önyargılarla direnmeksizin, taassup (bağnazlık) göstermeksizin teslim.


                              Bir kimsede teslim sıfatı olursa, iyi niyetli ise, ancak bazı mazeret ve sebeplerle İslâm gerçeği ona gizli kalmış ise, bu bakımdan da ku-sursuz ve özrü makbul ise, Allah asla böyle bir kimseyi cezalandır-maz, "muazzeb" kılmaz, cehennemden kurtulur.


                              Yüce Allah buyurur ki:

                              Biz, bir peygamber (elçi, resul) göndermedikçe (böylece hüccet tamam olmadıkça, o kişi için özür kaldıkça) azap edicilerden değiliz.
                              Demek ki, hakîm ve kerim olan yüce Allah, bir kişi aleyhinde hüccet tamam olmadıkça (onun için özür kaldıkça) o kişiye azap et-mez, bu imkânsızdır, muhaldir. Usûl bilginleri bu ayet-i kerimenin beyan buyurduğu ve aklın da onayladığı ilkeyi "kubh-i ıkaab bilâ-be-yan" (önce açıklamadan, kuralı bildirmeden, bir kişiyi sorumlu tutma-nın ve cezalandırmanın yerinde olmayışı) olarak adlandırırlar. Derler ki, Yüce Allah'ın bir hakîkati kuluna açıklamadan o hakîkati kabul et-mediği gerekçesi ile kulu cezalandırması, kabul edilebilecek bir şey değildir.




                              Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
                              Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

                              Yorum


                                Ynt: Adl-i İlahi


                                Öyle kişiler görülebilir ki ismen Müslüman değildirler, ancak on-larda "teslim ruhu" vardır, İslâm gerçeği onlara iletilebilirse kabul edecekleri umulur. İşte bu da yukarıdaki açıklamaların doğru olduğu-nu gösterir. Descartes (290), tanınmış Fransız feylesofu, kendi sözleri değerlendirilirse, buna iyi bir örnektir.

                                Onu anlatanlar aktarırlar ki, o felsefesini kurarken "şüphe" ile baş-lamıştır. Önce, o güne kadar elde etmiş olduğu bütün bilgilerinden şüphe etti. Sıfırdan başladı. Kendi düşüncesini başlangıç noktası aldı; düşündüğünü, o ana kadarki bilgilerini incelediğini, irdelediğini, şüphe ettiğini ve araştırdığını gördü ve başlangıç noktasını şöyle ifade etti:
                                "Düşünüyorum, öyleyse varım." (Cogito, ergosum).


                                Kendinin "düşünen özne" olarak var olduğunu böylece saptadık-tan sonra ruhunun, cisminin ve Allah'ın varlığını saptadı. Bu konular-daki bilgisi kesinliğe ulaştı. Yavaş yavaş "din seçme" konusuna erişti ve ülkesinde resmî din olan Hıristiyanlığı seçti.
                                Ne var ki Descartes'in oldukça çekici bir sözü vardır. Der ki:

                                Ben Hıristiyanlığın kesinlikle dünya dinlerinin en iyisi olduğunu söylemiyorum. Sadece şunu derim ki: Benim şu ana kadar tanıdığım dinlerin en iyisi Hıristiyanlıktır. Ben hakikate karşı savaşacak değilim. Belki de dünyanın başka bir köşesinde Hıristiyanlığa üstün tutulacak bir din vardır.


                                Descartes daha sonra örnek olarak İran'ı alır ve der ki:
                                İran'daki dinî ilişkileri bilmem. Kim bilir, belki meselâ İ-ran'da öyle bir din olabilir ki Hıristiyanlığa üstündür. (291)
                                Descartes gibilerine "kâfir" diyemeyiz, bu gibi kişiler inat etmezler, direnmezler, kendilerini küfre kaptırmış değildirler. Hakikati örtmek, perdelemek sevdasında değildirler. "Küfr" demek; inatçılıkla, ha-kikati örtmek, gizlemek demektir. (292)


                                Bunlar, bu gibiler ise fıtratlarında müslimdirler, yaratılışlarında teslim eğilimi vardır, "müslim-i fıtrî"dirler. Bunlara Müslüman denile-mez ise de, kâfir de denilemez. Çünkü Müslüman (293) ve kâfir kav-ramlarının karşı karşıya konması, mantıkî ve felsefî terimle "îcab" ve "selb"in, "adem ve meleke"nin (olumluluk ve olumsuzluğun, yokluk ve var olan bir gücün) karşı karşıya gelişi gibi değildir, kâfir ve Müslüman kavramları arasında, bu anlamda bir karşıtlık ilişkisi yoktur. Aksine iki karşıtın karşılaşması durumu vardır.

                                Diğer bir deyişle iki varlığa ilişkin kavram (emr-i vücûdî) karşı-laşmaktadır, yoksa bir varlığa ilişkin kavram ile bir de yokluğa ilişkin kavram karşılaşıyor değildir. (294)


                                Şunu da belirtmemiz gerekir: Başta, kişiler üzerinde durmayaca-ğımızı söylemiş idik. Burada Descartes'ı örnek verişimizin sebebi bu ilkeden ayrılmak değildir. Onun örneğinde şunu söylemek istedik: Söylediklerini içtenlikle söylemiş ise ve gerçekten, hakikat karşısında belirttiği ölçüde teslime hazır idiyse ve ayrıca hakikati araştırma ve bulabilme konusunda, dediği gibi elinden daha fazlası gelemediyse, o bir fıtrî Müslüman'dır. -*-

                                -*- - Her çocuk esasen fıtrat üzerine doğacağına göre, herkes doğumunda fıtrî Müslüman'dır. Descartes ve benzerleri, çevreden edindikleri önyargılar veya bencil güdüleri ile "fıtrata dönüş" eğilimlerinin önüne sed çekmeyen, ne var ki İslâm gerçe-ğine de bütünü ile yol bulamayan kişilerdendir.


                                Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
                                Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

                                Yorum

                                YUKARI ÇIK
                                Çalışıyor...
                                X