Duyuru

Daraltma
Henüz duyuru yok.

Adl-i İlahi

Daraltma
X
 
  • Filtre
  • Zaman
  • Göster
Hepsini Temizle
yeni gönderiler

    Ynt: Adl-i İlahi


    Burada şu noktaya dikkat edilmelidir: Bunu söylerken, Allah'ın kullarına karşı tutumunu, ilâhî mükâfat ve cezayı, bu anlamda mutlu-luğu ve kötü sonlu olmayı (saadet ve şekaveti) kastediyoruz, yoksa İs-lâm'ın, Müslüman topluluklarının toplumsal hayatını düzenleyen pozi-tif (mevzu) konuları üzerinde durmuyoruz, onlardan söz etmiyoruz.


    Şüphesiz İslâm toplumlarındaki mevzu hukuk da, bütün diğer hu-kuk sistemlerinde olduğu gibi bir ölçüde uzlaşıma dayanır. Dünya ha-yatında ve toplumsal yaşayış içinde bazı uzlaşıma dayanan şartlara uymak da kaçınılmaz bir şeydir.

    Ne var ki ilâhî fiiller, ilâhî meşiyyetin (363) yaratılış düzeni içindeki gerçekleşme tarzı, bu arada insanlara mükâfat vererek mutlu kılma veya cezalandırarak mutsuzluğa iletme, toplumsal düzenlemelere bağlı değildir, bu bağlamda ele alınacak bir konu da değildir. Zât-ı Akdes-i İlâhî; mutlak ve kayıtsız-şartsız meşiyyetini yürütürken, uzla-şıma dayanan kurallara uymaz, bunları uygulamaz. Uzlaşıma dayanan şeyler, toplum düzenlerinde önemli bir yer tutarlarken, Zat-ı Mukad-des-i Bârî Tealâ'nın (Yüce Yaratıcı'nın kutsal varlığının) evrenin yara-tılışı ve düzenlenişine ilişkin iradesi gerçekleşirken bu uzlaşıma daya-nan şart ve kulların hiçbir etkisi yoktur.


    İslâm mevzu (pozitif) hukuku; insanların toplum içinde davranış ve ilişkilerini düzenlediğinde, "şehadeteyn"i dile getiren, Allah'ın bir-liğine ve Resul-i Ekrem'in (s.a.a) risaletine tanıklık eden kişi, Müslü-man kabul edilir ve İslâm'ın görünürdeki meziyetlerinden, üstünlükle-rinden yararlanır.

    Ne var ki ahiret âlemine ilişkin düzenlemeler açısından, o âlemde görülecek hesap açısından, Allah'ın insanlara karşı bu açıdan muame-lesi bakımından, "Kim bana uyarsa, benden olan şüphesiz odur." kanunu ve "Allah katında derecesi en yüce olanınız en üstün takva sahibi olanınızdır." kanunu egemen olur.


    Resul-i Ekrem (s.a.a) şöyle buyurmuş idiler:
    Ey insanlar! Tümünüz bir babadansınız, Rabbiniz de birdir. Tü-münüz Adem'densiniz, Adem'in bedeninin özü de topraktır. [Irk, renk ve bedeni özellikler üstünlük ve ayrıcalık sebebi olamaz.] A-rab'ın Arap olmayana üstünlüğü [ırk dolayısı ile, dil dolayısı ile, Resul-i Ekrem'in Arap topluluğundan çıkarılmış ve gönderilmiş olması dolayısı ile değil], ancak takva ile olabilir. (364)
    Demek oluyor ki, herkesin bedenî aslı ve soyu; toprağa dayanır, topraktan gelir. Arab'ın Arap olmayana üstünlüğü, Arap olması dola-yısı ile övünme sebebi ve ayrıcalığı yoktur. Allah katında tek üstünlük sebebi takvadır. (365)


    Selman-ı Farisî (366) gerçeği arama yolculuğuna çıkmıştı. Sonunda öyle bir mertebeye erişti ki Resul-i Ekrem (s.a.a) onun için şöyle bu-yurdu:
    Selman bizden, bizim ev halkımızdandır (Ehl'el-Beyt). (367)

    Şu hâlde, şeytanî vesveselere, kuruntulara kapılarak, "Bizim adı-mız Ebu Talib oğlu Ali'nin dostları arasında geçmektedir, kaydedil-miştir, ne olursak olalım, o kapının kullarıyız, haksız yere, zulm ile topladığımız veya sağlığımızda hayra sarf etmediğimiz servetimizden mühimce bir parayı; imamların şerefli türbeleri civarına gömülebilme-miz için mütevellilere (bu türbeler vakıflarının yöneticilerine) vasiyet ederiz, bu durumda da azap melekleri bize sokulmaya cür'et edemez-ler." diye düşünenler (368) ne kadar bilgisizce düşündüklerini, gözlerini gaflet bürümüş olduğunu bilmelidirler. Bir gün uyandıklarında ken-dilerini ilâhî ceza içinde görürler, tekrar ölmelerine imkân olsa bin kere ölmeyi tercih ederler. Şu hâlde bugün gaflet uykusundan uyanmalı, tövbe etmeli ve yitirdiklerini telâfi etmeye çalışmalıdırlar.




    Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
    Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

    Yorum


      Ynt: Adl-i İlahi


      Hasret gününü (insanların ömürlerini boşa geçirdiklerine ya-nacakları günü) anarak onları uyar! İş olup bitmiş, o gün gelip çatmış, onlarsa gaflette ve itiraz ediciler olarak kalmışlardır.


      Gerek Kur'ân-ı Kerim ayetleri, gerek rivayetler açısından, şu husus kesindir: Günahkâr, Müslüman da olsa cezalandırılacaktır. İman sahibi olduğu takdirde sonunda kurtuluşa erse, cehennemden çıksa bile, uzun süre ceza çektikten sonra kurtulabilecektir. Bazılarının günahı, zorlu ve zahmetli olaylara katlanması (şedaid) (369) ve ölümünün güç olması ile karşılanmış, cezalandırılmış olur. Bir kısım insanlar ise kendilerini Hesab Günü'nün korkuları ve zorlukları içinde bulurlar. Bir kısmı cehenneme düşer ve uzunca süre cezalandırılırlar.
      Orada çağlar boyu kalırlar. (370)

      Altıncı İmam İmam Sadık'tan (ona selâm olsun) rivayet edilir ki: "Bu ayet, cehennemden çıkarılacak olanlara ilişkindir." (371)
      Uyarılmaya, uyanmaya vesile olması için önümüzdeki yolculuğun getirebileceği korkulara, korkulu ve tehlikeli konaklara ve duraklara hazırlıklı olmamız için, bazı rivayetleri aktaralım:


      1- Şehy Kuleynî (372), İmam Sadık'tan (ona selâm olsun) rivayet eder ki:

      Ali (ona selâm olsun) öyle bir göz ağrısına tutuldu ki, Resul-i Ekrem (s.a.a) ona dolaşmaya geldiğinde inlemekte idi. Resul-i Ekrem (s.a.a) sordular: "Bu inlemeler; sancının, ağrının çok güçlü ol-masından mı? Yoksa tahammülsüzlükten?" Emir'ül-Müminin şu cevabı verdi: "Ya Resulullah! Bu ağrı gibisini bugüne kadar çekmiş değilim."

      Resul-i Ekrem (s.a.a), imansız bir kişinin ruhunun kabz edilmesinin çetinliğini anlatmaya koyulunca, Ali doğruldu ve oturdu. De-di ki: "Ya Resulullah! Tekrar anlat ki, ağrının şiddetini bana unutturdu." Dinledi ve sonunda sordu: "Ya Resulullah! Ümmetinizden, bu çetinlikle ruhu kabzedilecek, can vermesi çetin olacak kimse var mı?" Resul-i Ekrem (s.a.a) şöyle buyurdu: "Elbette! Zulmeden yönetici, yetim malını haksız yere yiyen kişi, yalan yere tanıklık eden."


      2- Şeyh Saduk "Men Lâ Yahzuruh'ul-Fakih" (373) adlı eserinde ri-vayet eder ki:

      Ebu Zer-i Gıfarî'nin (374) oğlu Zer vefat edince, Ebu Zer definden sonra kabrin yanında durarak elini kabrin üzerine sürdü ve dedi ki:
      Allah sana rahmet etsin! Allah'a andolsun ki sen bana karşı iyi davranışlı idin. Elimden gittiğin, seni yitirdiğim bugün, senden hoş-nut olduğumu hissediyorum. Andolsun Allah'a ki vefatından dolayı korku çekmiyorum, ümidim sadece Allah'tandır. Eğer ölüm-den sonraki aşamaların korkusu olmasaydı, senin yerine ölmüş olmayı, senden önce ölmeyi isterdim; ancak bir süre geçmişte yapmadıklarımı telâfi etmek ve öteki âlem için hazırlık görmek istiyo-rum. Se-nin için de bir şeyler yapabilmek, sana da yararımın dokunabilmesi fikri beni, senin ölümüne yanıp-yakılmaktan alıkoyuyor. Andol-sun Allah'a ki, "Niye elimden gittin?" diye ağlamadım, "Hâlin acaba nice oldu? Başından neler geçti?" diye ağladım. Keşke senin neler dediğini, sana da neler dendiğini bilebilse idim!

      Allah'ım! Ben oğluma haklarımı helâl ettim, bağışladım; sen de onu bağışla ki, sen ululuğa ve bağışlamaya en lâyık olansın.


      3- İmam Sadık (ona selâm olsun), ulu babaları yolu ile Resul-i Ekrem'e (s.a.a) ulaşan şu hadisi rivayet eder:
      Kabirde, Berzah âleminde çekilen sıkıntı, müminin kusurlu dav-ranışları için karşılık olur. [Bunlar cezadan indirilir, mahsup edilir veya ceza karşılığı olur.]"


      4- İbrahim oğlu Ali (375), "Arkalarında bir berzah vardır, kaldırılacakları güne değin." ayet-i kerimesinin zeylinde İmam Sadık'tan (ona selâm olsun) şöyle rivayet eder:
      Andolsun ki ben sizler (müminler) için, ancak berzah âlemindeki (376) durumunuz için endişe ederim. İş bize düşünce (hesap gününde şefaat izni verilince), biz (Ehlibeyt) sizlere şefaatçiyiz.

      Bu rivayetten; şefaatin berzah sonrası için, hesap gününde söz ko-nusu olabileceği, ölümden sonra "Hesap gününe" kadarki berzah âle-minde şefaat olmadığı sonucu çıkmaktadır. (377)


      Genel bir ifade ile ve ayrıntılara girmeksizin özetlemek gerekirse, yalancılık, başkasını ardından çekiştirme (gıybet), iftira, hıyanet, zulm, halkın malını haksız yere yeme, alkollü içki içme, kumar oynama, in-sanların arasını bozmak için laf taşıma, sövgü sözleri söyleme (küfür etme), namazı terk etme, orucu ve haccı terk etme, cihadı ve başka ilâhî buyrukları terk etmek, yerine getirmeme gibi günahların cezaları konusunda gerek Kur'ân-ı Kerim'de ve gerek mütevatir (378) rivayet-lerde o kadar bilgi verilmiştir, açıklama yapılmıştır ki, saymak adeta mümkün değildir. Bu günahların hiçbirisinin de sadece kâfirler, gay-rimüslimler veya Şiî olmayan Müslümanlar için günah olduğu, Şiî gö-rünenlerin kurtulacağı söylenmiş değildir.

      Miraca dair rivayetlerde, Resul-i Ekrem'in (s.a.a) miracı (379) an-latılırken, Resul-i Ekrem'in (s.a.a) şöyle buyurduğu rivayet edilir:
      Ümmetimden, kadın-erkek nice topluluğu, çeşitli cezaları çekerken gördüm. Bunlar, çeşitli günahları dolayısı ile cezalandırılmakta idiler.



      Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
      Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

      Yorum


        Ynt: Adl-i İlahi


        Özet ve Sonuç

        Bu bölümde, Müslümanın ve gayrimüslimin "iyi amel" ve "kötü amel"leri üzerinde durduk ve şu sonuçlara vardık:

        1- İnsanın ahiret saadetine nail olması ile, cezalandırılmayı hak etmesi ve dolayısı ile bedbahtlığı; tek düze ve türdeş bir kavram değil-dir. Mutluluk ve mutsuzluğun dereceleri, aşamaları vardır. Ne cennet, ve dolayısı ile mutluluk ehli tek bir derecede ve aşamadadırlar, ne de şekavet (mutsuzluk) ehli! Bu farklılıklar, aşamalı sıralar söz konusu edildiğinde, cennetin ve cennet ehlinin "derece"lerinden, buna karşılık cehennem ve cehennem ehlinin "dereke"lerinden söz edilir.

        2- Cennet ehlinin tümü de derhal cennete girmiş değildirler. Nite-kim bütün cehennem ehli de "halid" değildirler (380), cehennemde ebedî kalmazlar. Cennet ehlinin birçoğu önce Berzah âleminde veya ahirette çok çetin bir ceza (azap) dönemi geçirdikten sonra cennete gireceklerdir.

        Bir Müslüman ve özellikle bir Şiî-Müslüman bilmelidir ki; faraza salim iman iddiası yerinde olsa bile, imanı olsa bile, Allah saklasın, dünyada fısk ve fücur işlemiş, zulm ve cinayet işlemiş, büyük günah-lara dalmış ise, önünde çetin aşamalar vardır. Bazı günahların tehlikesi daha da büyüktür ve bazen cehennemde ebedî kalışı gerektirir. (381)


        3- Allah'a ve ahiret gününe imanı olmayanlar, Allah'a yönelerek tekamül etme niyeti ile hiçbir amel yapmazlar, bu da tabiîdir, çünkü inanmazlar. Böyle olunca da onların Allah'a yakınlaşma amacı ile ya-pılan bir tekamül yolculuğu da söz konusu olamaz, onlar Allah'a, ilâhî melekut âlemine doğru yücelemezler, cennete de erişemezler. Ona doğru yön tutturmadıkları hedefe nasıl erişebilirler ki?


        4- Allah'a ve ahiret gününe imanları olup da Allah'a yakınlaşma (takarrub) kastı ile, bu niyetle ve katışıksız saf gönül ile (hulus ile) gayret sarf edenlerin amelleri; Allah katında kabul edilir, cennet mü-kâfatına da hak kazanırlar. Müslüman olsunlar veya olmasınlar. (382)


        5- Yukarıdaki şartları haiz olan, Allah'a ve ahirete iman eden ve Allah'a yakınlaşma kastı ile hayırlı ameller işleyen gayrimüslimlerin amelleri, İslâm nimetinden yoksun kaldıkları için, İslâm'ın ilâhî prog-ramına uygun olmayan noktalarda kabul edilmez. Onların hayırlı amellerinden sadece İslâm'ın ilâhî programına uyanlar kabul edilir. İs-lâm'ın da hayır saydığı, halka hizmet ve hayırlı harcamalarda, yoksul-ları ve ihtiyaç sahiplerini kurtarmada olduğu gibi. Ne var ki, bazı sonradan uydurulmuş ibadetleri kabul edilmez ve onlar tam ve eksiksiz ilâhî programa uymadıkları için bir dizi yoksunluklarla karşılaşabile-ceklerdir.



        Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
        Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

        Yorum


          Ynt: Adl-i İlahi


          6- Hayırlı amel, ister Müslümandan, ister gayrimüslimden olsun, daha önce söylediğimiz gibi bazı afetlerle karşılaşabilir ve hiçe gidebi-lir. Bunların başında, hayırlı amelin işlenmesinden sonra, kendisine ulaşan hakikati inkâr etmek, küfre düşmek, "küfr-i inadî" ve cuhud göstermektir. Özellikle gayrimüslimler, ne kadar hayırlı amelleri çok olursa olsun, İslâm hakikati onlara tebliğ edildiğinde bağnazlık ve inat gösterirlerse, insafı, gerçeğe erişme özlemlerini bir yana bırakırlarsa, bütün hayırlı amelleri, "zorlu fırtına koptuğunda yelin savurduğu kül yığınları gibi" (383) uçar, heba ve heder olur gider.


          7- Müslümanlar ve gayrimüslimlerden "müşrik" değil de, tevhid ehli olanlar; fısk ve fücur işlerler, ilâhî programa hıyanet ederlerse, Ber-zah âleminde ve ahirette uzun süreli azapları (ıstırap çekmeyi) hak ederler. Bazı günahları, meselâ günahsız bir mümini kasten öldürmek, ebediyen cehennemde kalmayı gerektirir. (384)


          8- Allah'a ve ahiret gününe iman etmeyen çok kez Allah'a şerik koşan (müşrik olan) kişilerin [bencil amaçlarla değil meselâ "insanlık" gibi özgeci amaçlarla] amelleri, onların azabının hafiflemesine veya duruma göre kaldırılmasına sebep olabilir.

          9- Ahiret âlemi boyutunda mutluluk ve mutsuzluk sonucu, gerçek-liği olan ve yaratılışa dayanan şartlara bağlıdır, uzlaşım temeline ve uz-laşıma dayanan şartlara bağlı değildir.

          10- Allah'ın hayırlı ve salih amelleri kabul edeceğine ilişkin ayet ve rivayetler yorumlanırken, sadece amellerin dış güzelliğine, "hüsn-i fiilî"ye değil, İslâmî açıdan eylem ve eylemi yapan (fail) arasındaki bağ-lantıya, "niyet"e, "hüsn-i failî"ye de bakmak gerekir.


          11- "Nübüvvet"i veya "imamet"i kabul etmeyenlerin amellerinin kabul edilmeyeceğine ilişkin rivayetler, nübüvvet veya imametin inkâ-rının, inat ve taassup (bağnazlık) ile, körü körüne ayak direme tarzında olması durumuna ilişkindir. Mazur görülebilecek tarzda, "mukas-sir" değil de "kaasır" olarak, hakikat; kendi kusurları bulunmaksızın kendilerine erişmediği için nübüvvet veya imamete imanı veya tam ve kamil imanı olmayanlar; bu ayet ve rivayetlerin kapsamına girmezler. Bu gibi münkirler; Kur'ân-ı Kerim açısından "mustaz'af" ve "murcev-ne li-emrillah" hükmündedirler, böyle sayılırlar.

          12- İslâm hakîmlerine, meselâ Ebu Ali Sina ve Sadr'ul-Müteellihi-n'e göre, gerçeği kabul ettiklerini, hakikate erdiklerini ikrar ve itiraf etmeyenlerin bir çoğu "kasırdır" (kendi kusurları olmaksızın hakikate erişememişleridir) "mukassir" değil! Bunlar, Allah'ı tanıyamamışlar, bilememişlerse, "kaasır" durumda iseler, "mukassir" değil iseler, cen-nete giremeseler bile azap da görmeyeceklerdir.
          Bunlar, kaasır durumda olanlar, Allah'a ve ahirete inanıyorlar ve Allah rızası için, halis niyetle, Allah'a yakınlaşma kastı ile hayırlı amel işliyorlarsa, bu amellerinin mükâfatını göreceklerdir. Ahiret boyutunda mutsuzluğa mahkûm olacaklar; kaasırlar değil, sadece "mukassir"-lerdir.




          Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
          Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

          Yorum


            Ynt: Adl-i İlahi


            AÇIKLAMALAR -
            DİPNOTLAR

            (267) İslâm ve İman: "İslâm", gönül rızası ile ve hakikatine ererek gerçekleşmiş ise, imanın sonucu olan bir teslimiyet demek olur. Hu-curât Suresi'nin 14. ayetinde ise, henüz gerçek imanın sonucu olmayan, fakat Müslüman muamelesi görmeyi gerektiren dış teslimiyet ile "iman" arasındaki fark belirtilmektedir.

            (268) Meşhed: İran Horasanı'nda eski adı Tus olan ve İmam Rı-za'nın (a.s) mübarek türbesi dolayısı ile böyle anılan şehir.

            (269) Bizde de özellikle Edison örneği verilerek aynı sorular soru-lur. Edison: (1847-1931) Elektrik enerjisinin aydınlanmada kullanılma-sının ve daha birçok yaralı keşif ve icadın bulucusu olan Amerikalı kaşif ve bilgin Koch (1843-1910): Verem mikrobunu keşfeden Alman bilgini. Pasteur (1822-1895): Kuduz aşısını bulan Fransız bilgini.


            (270) Şeyh Murtaza Ensârî (1800-1867): Ehlibeyt Mezhebi'nin en ünlü müctehidlerindendir. 1834 yıllarında Necef'te ders vermeye baş-lamıştır. On dokuzuncu yüzyılın ikinci yarısı başladığında vefatına ka-dar, en büyük müctehit olarak kabul ediliyordu. Özellikle fıkıh alanın-da önemli eserleri vardır.

            (271) Seyyid İbn Tavus: 1265 yıllarında vefat etmiş olan Seyyid Raziyyuddin Ali İbn Musa (İ)bn Ca'fer-i Alevi-i Hasenî olmalıdır. Kardeşi Seyyid Cemaleddin ve yine bu aileden Seyyid Gıyaseddin de 13. yüzyılın tanınmış bilginlerindendir.

            (272) Seyyid Bahr'ul-Ulûm: Seyyid Muhammed Mehdi Hasen-i Tâbatabaî (1743-1798): Necef'te yerleşen, devrinin ünlü müçtehit bilgi-ni. Eeserleri ve fazla bilgi için Ferheng-i Muin'e başvurulabilir. İlimde çok ileri seviyede olduğu için "İlimler Denizi" (Bahr'ul-Ulûm) unvanı ile anılır.


            (273) Şeyh Ensarî: bk. Yukarıda N. (270).

            (274) Hazret-i Abdulazîm: İmam Hasan soyundan ulu bir kişi olup, miladî 9. yüz yıl başlarında yaşamıştır ve İmam Muhammed-ut-Taki'nin çağdaşıdır. Rey'deki kabri öteden beri ziyaret edilir.


            (275) Hazret-i Ma'sume: Kum'da mübarek türbesi ziyaret edilen, İmam Kazım'ın kızı ve İmam Rıza'nın kız kardeşidir. Kardeşinin yanı-na giderken hastalanmış, Kum'da vefat etmiştir.


            (276-277-278) Osman İbn Maz'ûn: İslâm'ı ilk kabul edenlerin on dördüncüsü olduğu nakledilir. Habeşistan'a hicret etmiş, Bedir Sava-şı'nda hazır bulunmuştur. Hicret'in ikinci yılında vefat etmiştir. Müs-lüman olmadan önce de içki içmez, ahlâk kurallarına uygun bir hayat sürerdi.

            (279) Sa'd İbn Muaz: Ensardandır. Resul-i Ekrem'in (s.a.a) İslâm'ı tebliğ etmesi için önceden Medine'ye gönderdiği Mus'ab İbn Umeyr aracılığı ile İslâm'a gelmiş, Bedir, Uhud ve Hendek Savaş'ında bulun-muştur. Hendek Savaş'ında yaralanarak kısa bir süre sonra vefat etmiş, Resul-i Ekrem (s.a.a) namazını bizzat kılmıştır.


            (280) Daha sonra da apaçık belirtileceği gibi, iki konu biri birine karıştırılmamalıdır: Her insanın uhrevî sorumluluğunun, kendi içinde bulunduğu şartlar içinde Âlemlerin Rabbi Allah tarafından mutlak adalet ile hesaplanması ve herkesin zerre miktarı hayr işlese bile onun karşılığını görmesi, "mukassir" durumda olan Hıristiyan ve sair din mensuplarının da uhrevî bir dereceye lâyık görülmesi başka, İslâm'ın Allah katında tek eksiksiz din oluşu ve ona gerçekten uyanların en yü-ce anlamda mutluluğa erişeceklerini tekeffül edişi başkadır. Merhum Mutahharî'nin dediği gibi, aynı dönemde birden fazla hak din olmaz.


            (281) Corc Cordak: 1926'da Lübnan'da doğmuştur. Gazetecilik, sanat eleştirmenliği ve Batı Edebiyatı öğretimi, Lübnan Üniversitesi'n-de Arap Edebiyatı üzerine konferanslar vermek gibi faaliyetleri vardır. Çok sayıda eser yazmıştır. Hz. Ali hakkında yazdığı kitap 5 ciltliktir. Bu kitabın küçük bir bölümü C. Farisî tarafından 1346 Ş. H.'de Farsça'ya aktarılmıştır, hakkındaki bilgi bu kitabın önsözünden alın-mıştır.

            (282) Halil Cibran (1883-1931): Tanınmış Lübnanlı şair, ressam ve düşünür. "En-Nebi" adlı kitabı Türkçe'ye de çevrilmiştir.

            (283) Kâfi, Vesâilu'ş-Şia, Mustedreku'l-Vesâil ve Bihar'ul-Envar: Kâfi; daha önce de belirtildiği gibi, M. 941'de vefat eden Kuleynî'nin tertip ettiği, Ehlibeyt Mezhebi'nin böylesine geniş boyutlu ilk hadis kül-liyatıdır. Bundan başka, 991'de vefat eden Şeyh Saduk'un "Men la Yahzuruhu'l-Fakih" adlı külliyatı gelir. Bundan sonra Ebu Ca'fer Mu-hammed b. Hasan Tusî'nin (Öl. 1067) "et-Tehzib" ve "el-İstibsar" adlı iki külliyatı vardır. Bu dört kitap, hadis alanında temel kitaplardır. Bi-har'ul-Envar, on yedinci yüzyılda yaşamış Meclisî'nin topladığı büyük hadis ve rivayet külliyatıdır. Vesail ve Mustedrek'ul-Vesail de bu dört temel kitaptan sonra gelen önemli hadis ve rivayet kaynaklarındandır.



            Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
            Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

            Yorum


              Ynt: Adl-i İlahi


              (284) Mürcie: Daha önce bunlardan söz edilmiş idi. Bu taife, sa-dece "gönüldeki iman" iddiasını kâfi gördükleri ve büyük günahlara ve küfre delâlet edebilecek davranışlara bu açıdan önem vermedikleri için, İmam Sadık (a.s) bunlara beddua etmiş ve "Bunlar, bizi öldüren-lerin, katillerimizin (Yezid ve benzerleri) mümin olduklarını söylerler." demiştir.


              (285) Haricîler: Emir'ül-Mümin'in Sıffin Savaşı'ndan sonra, her iki tarafın da dinden çıktığını ileri sürerek ayrı bir fırka oluşturan, katı şekilci kişilerin meydana getirdiği mezhep. Bugün Kuzey Afrika'da ve azınlık hâlinde Haricî Mezhebinin "İbaziyye" kolu mensupları vardır.

              (286) Küfr-i cühud: Cahd ve cuhud, bir nesneyi bilirken inkâr ey-lemek manasındadır. (Kamus.)

              (287) Galilei: Galileo Galilei (1564-1642): İtalyan matematikçisi, fizikçi ve gökbilimcisidir. Döneminde kilisenin kabul etmekte oluğu görüşün aksine olarak dünyanın güneş çevresinde döndüğünü söyledi-ği için 1633 yılında Engizisyon Mahkemesi önünde bu görüşlerinden döndüğünü söylemeye zorlanmıştır. Tabiî bilimler alanında önemli buluş ve katkıları vardır. Enkizisyon'dan sonraki sözü hakkında çeşitli rivayetler vardır ve efsaneleşmişe benzemektedir.


              (288) Silm: Selâmet ve selâm, zahirî ve batınî afetlerden uzak kalma (esenlik) demektir.

              (289) Şeytan ve İblis: İblis; Kur'ân-ı Kerim'de, Adem'in yaratılma-sı ve "hilâfet" verilmesi sırasında Allah'ın buyruğuna uymayan "Şey-tan"ın adıdır. Şeytan İblis anlamında kullanıldığı gibi, daha genel bir kapsamla, İblis'in kandırma ve kışkırtmalarına uyarak başkalarını yol-dan çıkartmaya kalkışan insanlar ve cinler için de kullanılabilir.

              (290-291) Descartes: Daha önce adı geçen bu ünlü Fransız feyle-sofu, burada nakledilen sözleri ile merhum Mutahharî'nin özel ilgisini çekmiş ve sevgisini kazanmış görünmektedir. Ancak, bu sözleri Des-cartes'in nerede söylediği maalesef yine belirtilmemiştir.

              (292) Küfr: Sözlük anlamı bir şeyi örtmek, gizlemek demektir. İn-kâr ederek bir gerçeği veya gerçekliği gizlemek anlamına da gelir.

              (293) Müslüman: İslâm dinine mensup olan kişi anlamında bu ke-limenin doğrusu "müslim" olmalıdır. Ferheng-i Amîd'de bildirildiğine göre, önce "müslim" kelimesinin sonuna Farsça çoğul takısı "-an" ge-tirilerek "Müsliman" (Müslimler) denmiş, daha sonra bu kelime tekil anlam kazanmıştır. Ne var ki bu tekil anlamı alırken de Farsça'da "Muselman", Türkçe'de "Müslüman" şekline girmiştir.

              (294) Gerçeği bilmeyen ve bilecek durumda da olmayan kimse, "inkâr edip gizleyen" (kâfir) kavramının kapsamına girmez. Girmesi i-çin de mantıkî zorunluk yoktur.

              (295) Mâide, 5 /55-56. Bu ayet-i kerimenin Emir'ül-Müminin hak-kında nazil olduğu hususundaki kaynak ve rivayetler için, Gölpınarlı, Şiîlik, Ocak 1979, s.35 vd.ye bakılabilir.


              (296) Bu büyük Arif'in adı da daha önce geçmiş idi. Mantıku't-Tayr, İlâhîname, Pendname, Tezkiret'ul-Evliya gibi eserlerin sahibi o-lan Attar'ın, bunu nerede söylediği belirtilmemiştir.

              (297) bk. Dehr / İnsân Suresi, 76 / 8-9.

              (298) Behlul (Bohlûl): Ebu Vehîb İbn Amru Sayrefi-i Kufi. Haru-n'ür-Reşid döneminin "Ukala-i Mecanin"inden (akıllı delilerinden)-dir. Kufe'de hikmetli sözler söyler ve bilgin bir kişi olarak tanınırken, bir rivayete göre devlet görevi yüklenmemek ve uhrevî sorumluluk altına girmemek için kendini deliliğe vurmuştur. Hikmetli ve İbret verici sözleri dolayısı ile bilgin Behlul (Behlul Dânâ) diye anılır.




              Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
              Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

              Yorum


                Ynt: Adl-i İlahi


                (299) Âlem-i mülk, cisimler âlemine (âlem-i ecsam) ve görünür â-leme (âlem-i şehadet) denir. Âlem-i melekut ise ruhlar âlemi (âlem-i ervah), görünmez âlem (âlem-i gayb) ve mânâ âlemine (âlem-i ma'na) denir. Daha fazla ve ayrıntılı bilgi için Seccadî'nin Ferheng-i Maarif-i İslâmî adlı eserine başvurulabilir.


                (300) İlliyîn: İlliyyîn (illiyyûn) uhrevî âlemde "ebrar"ın, iyi kişilerin amel defterlerinin bulunduğu yerdir. Cennetin bir derecesinin özel adı olabilir. Belki "mukarrebin"in değil, "ashab-ı yemin"in cennet derecesi-dir.

                (301) Melekût-i ülya: Melekût kelimesi Kur'ân-ı Kerim'de dört de-fa geçer. En'âm 75 ve A'râf 185'de evrendeki yönetimi, ilâhî egemen-liği ve düzeni ifade eder. Yine bk. Müminûn 88, Yâsîn 83. Metinde, "mülk" ve "melekut" kavramları biri birinden ayrılmış, ilâhî egemenlik ve ilâhî güç ve tebdirin dünya hayatına yönelik cephesi "mülk", a-hirete yönelik cephesi "melekût" olarak adlandırılmıştır.

                (302) İlliyyîn ve Siccîn: "Ebrar"ın kitabı "İlliyyîn"de iken, "Fücca-r"ın, "Facirler"in Kitabı "Siccîn"dedir. Siccîn; cehennem veya cehen-nemin bir bölümüdür.


                (303) Meclisî: Mollâ Muhammed Bâkır-ı Meclisî, zamanının ta-nınmış bilginlerindendir. Isfahan'da medfundur (1627-1700). Altmış, cildi geçen eseri vardır. Hadisleri ve Ehlibeyt İmamları'ndan gelen ri-vayetleri Bıhar'ul-Envar adlı kitapta toplamıştır. Babası Muhammed Takî Meclisî (Öl. 1659-1660) de ulemadandır.

                (304) Şeyh Sadûk: İbn Babuye veya Babeveyh-i Kummî lakabı ile anılan ve 329 hîcrîde (940/941) vefat eden hadis bilgini ve fakihin oğlu olup adı Ebu Ca'fer Muhammed'dir. 381 (991/992) yılında vefat etmiş-tir. "Men La Yahzuruh'ul-Fakih" adlı, Kâfi'den sonra Şia'nın ikinci ö-nemli hadis külliyatının toplayıcısıdır. "İtikad"a dair risalesi Türkçe'ye çevirilmiş ve Ankara İlâhiyat Fakültesi yayınları arasında basılmıştır.

                (305) Ali İbn Yaktin: İmam Kazım'ın çevresindendir. İmam'ın onu sevdiği ve değer verdiği aktarılır. İmam'a bağlı olduğu hâlde, İmam'ın da rızası ile ve müminleri korumak için Abbasî Sarayı'nda görev üst-leniyordu.


                (306) Abdullah İbn Ced'ân: İslâm'ın tebliğinden önce "Hılf'ul-Fu-dul" adı verilen "Erdemler Paktı", bu zatın evinde gerçekleşti. Resul-i Ekrem (s.a.a) çocukluğunda çobanlık yaparken, öğle sıcağında onun çardağına girerdi.

                (307) Kâfi'deki yeri belirtilmeyen bu hadis-i şerifin Sünnî hadis külliyatında da bulunduğunu sanıyorum.

                (308) Uzeyr: Ahd-i Atîk'deki "Ezra" olmalıdır. Yahudilerin bu zata nerede "İbnullah" dedikleri, İslâm bilginlerince tespit edilmelidir. Yahudiler bu terimi mecazî anlamda İsrailoğulları için ve özellikle salih kişiler için kullandıklarından, içlerinden bir bölüğü mutlaka böyle demiş olmalıdır. Bu konuda düşünmek ve araştırmak zorundayız.

                (309) Teslis: Resmî Hıristiyanlığın, Hazret-i İsa ve Ruh'ul-Kudü-s'ü de tanrılaştıran görüşüdür. Her ne kadar "büyük bilginler" bu görü-şü benimseyemez iseler de, "bilgin" değil sadece belirli konularda "teknisyen" olacak nitelikte nice kişiler görülür ki "teslis"in delillerini tabiatta -boş yere- aramaya kalkışırlar. Batı'da bu gibi "bilimsel" ya-zılara çok rastladım.



                Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
                Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

                Yorum


                  Ynt: Adl-i İlahi


                  (310) Habt: (Nokta ile, kh harfi ile yazılan ve (şeytan) çarpma(sı) gibi bir anlama gelen "khabt" ile karıştırılmamalıdır. Amelin butlanı, batıl ve sonuçsuz kalması demektir. Bazı ayetlerde "habt" yerine "but-lan" kullanılmıştır. bk. Bakara 264; Muhammed, 33. 16 ayette ise "habt" geçer; Mâide, 5; Hûd, 16'da olduğu gibi. Yine bk. En'âm 88; Zumer, 65 ve şirk ve küfrün, amelin sonuçsuz kalması etkisi konusun-da Ahzâb, 19; En'âm 88. Dünya için yapılıp Allah rızası gözetilmeyen amellerde: Hûd, 15 / 16. İrtidad etkisi: Bakara, 217; Resul'e saygısız-lık: Hucurât, 2; Nifak: Bakara, 264; Minnet yükleme: Muhammed. 33.


                  (311) Ebu Cehl: Resul-i Ekrem'in (s.a.a) ve dolayısı ile Hakk'ın ve Hakikat'in ünlü düşmanlarındandır. Bedir Savaş'ında öldürülmüştür. Ölünceye kadar küfr-i iradîsinden ve cahiliye taassubundan vazgeç-memiştir.

                  (312) İslâm teslimdir: bk. Kamus-i Kur'ân, c.4 (silm maddesi) ve yukarıda "İman ve İslâm" farkı.

                  (313) Ayetullah Seyyid Hüseyin Kuhkemerî: Geçen yüzyılda Ne-cef müderris ve müçtehidlerinden olduğu anlaşılmaktadır. Hayatı hak-kında bilgi edinemedim.


                  (314) Cevahir Sahibi: Ensarî'nin hayatı hakkında verilen bilgide de, adı anılmaksızın "Sahib-Cevahir" olarak geçmekte, onun 1266 hic-rîde vefatından sonra Şeyh Murtaza Ensari'nin en büyük müçtehid sa-yıldığı belirtilmektedir. Demek ki Sahib-Cevahir unvanını haiz bu zat, 19. yüzyılın ilk yarısında Necef bilim çevresinin en büyük müçtehidi idi.

                  (315) Necef: Irak'ta, Emir'ül-Müminin'in mübarek türbelerinin bu-lunduğu, Necef-i Eşref diye anılan şehir.

                  (316) Hac Şeyh Murtaza Ensârî: bk. Yukarıda N. (270).

                  (317) Şuşter: İran şehirlerinden.

                  (318) Meşhed, Isfahan, Kaşan: Meşhed, daha önce değinildiği gi-bi, İran Horasanında, İmam Rıza'nın mübarek türbesinin bulunduğu Tus şehridir. Isfahan, Safeviler döneminde başkent olan ve ilim ve sa-natlarda önemli faaliyetlerin merkezi bulunan İran şehridir. Bugün de İran'ın ikinci büyük şehri sayılır. Kaşan da İran'ın tanınmış şehirlerin-dendir.

                  (319) Hac Mollâ Ahmed-i Nerakî: 1829'a vefat eden bu zat, ge-çen yüzyılın ünlü fakih ve ariflerindendir. Şiîr divanı da vardır.



                  Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
                  Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

                  Yorum


                    Ynt: Adl-i İlahi


                    (320) Küfe ve Küfeliler: Irak'da İran sınırına yakın bir şehirdir. Sa'd İbn Ebî Vakkas tarafından kurulduğu söylenir. Hazret-i Emir, Sıf-fîn Savaşı'ndan sonra burayı merkez edinmiştir. Muaviye'nin ölümünden sonra, o dönemin Küfe ileri gelenleri, önceki imamlara yaptıkları gibi, İmam Hüseyin'e de vefasızlık göstermişler, mektuplar göndererek davet ettikleri hâlde Kerbelâ Olayı'nda yalnız bırakmışlardır. Hazret-i Zeyneb'in acı sözlerinin sebebi budur. (N. 322)


                    (321-322) Hazret-i Zeynep ve Kûfeliler'e hitabı: Hazret-i Zeynep, Seyyid'uş-Şüheda'nın Kerbelâ Olayı'na şahit olan ve oğullarını, karde-şini ve kardeşlerini, yeğenlerini orada şehit veren kız kardeşidir. İbn Ziyad ve Yezid gibi melunların karşısında, bir dişi aslan gibi hakkı tebliğ etmiş, Ali'nin kızı olduğunu göstermiştir. Kûfeliler'e karşı oku-duğu hutbe meali, Münteha'l-Amal'da de yer alır. (I, 495)

                    (323) Allâme Tabatabaî ve Mizan Tefsiri: Merhum Allâme Taba-tabaî (Seyyid Muhammed Hüseyin) 1321 hicrî-kamerîde doğdu. (Teb-riz 1905) 22 yaşında iken Necef-i Eşref'e, Irak'da Hazret-i Emir'in tür-besinin bulunduğu şehre giderek on yıl daha tahsilini sürdürdü. Yal-nızca "Fıkh" ile değil, aynı zamanda matematik, hikmet (felsefe) ve ir-fan, kelâm ve tefsir ile de meşgul oldu. Tebriz'e döndü. On yıl kadar sonra da Tebriz'den Kum'a giderek orada ders vermeye başladı. Batı'-da da tanınarak, uzun yıllar boyunca H. Corbin ile müşterek celese ve seminerlerini sürdürdü. Arapça yazdığı ve Fasrsça'ya çevirilen Tefsi-r'ul-Mizan 20 cilttir. Felsefe (hikmet)ye ilişkin bir çok risaleleri, "İs-lâm'da Kur'ân" ve "İslâm'da Şi'a" adıyla bilinen iki tanınmış eseri var-dır. İran'da, İslâm İnkılabı'ndan bir süre sonra, 1982 yılında Allah'ın rahmetine kavuşmuştur.

                    (324) Abdülmuttalib oğlu Hamza ve Ebu Talib oğlu Ca'fer (Ca'fer-i Tayyar): Abdülmuttalib oğlu Hamza; Resul-i Ekrem'in (s.a.a) küçük amcasıdır. Bilindiği gibi, daha önce İslâm uğrundaki hizmetleri dolayısı ile İslâm düşmanlarının kinine hedef olmuş, Uhud Savaşı'nda onu şehit etmekle görevlendirilen, Vahşi adındaki köle tarafından şehit edilmiştir. Ca'fer, Emir'ül-Müminin kardeşi Resul-i Ekrem'in (s.a.a) am-cası oğludur. Hicret'in sekizinci yılında Mute Savaşı'nda şehit edilmiş, daha sonra yeğeni Ebu'l-Fazl'a Kerbelâ olayında vaki olacağı gibi, onun da şahadetinden önce kolları kesilmiş, Resul-i Ekrem'in (s.a.a), kollarına bedel olan kanat ihsan edileceği manevî ve remzî müjdesi üzerine bu olaydan sonra "uçan" (Tayyar) unvanı ile anılmıştır.


                    (325-326) Hamran İbn A'yun-i Şeybanî: İmam Sadık'ın çevresin-dendir. İmam Sadık'ın sevdiği ve övdüğü kişilerdendir. Bukeyr ve Hamran ve Zürare kardeştirler. Hamran hakkında daha fazla bilgi için Hac Şeyh Abbas Kummî'nin Münteh'al-A'mal'ine başvurulabilir. Ha-disin, kendisinden nakledildiği Ayyaşî, hicrî üçüncü yüzyılda yaşayan ve tefsire dair eser yazan Ehlibeyt Mezhebi bilginlerindendir. "Mur-cevne li-emrillah" için bk. Usul-i Kâfi, c.4, Kitab'ul-İman vel-Küfr, "Murcevne li-emrillah" babı.

                    (327) Zürare, N. (325)'de adı geçen Hamran'ın kardeşidir. İmam Sadık'ın çok değer verdiği dost ve öğrencilerindendir. "İmam Sadık'-tan duyduğum her söz imanımı arttırmakta" demiştir. İmam Sadık'tan öğrendiklerini o da başkalarına öğretmiştir. İmam Sadık'tan kısa bir süre sonra vefat etmiştir. Bu aile; bütün kardeşleriyle, zamanında bir ilim ve ahlâk numunesidir. Cemil İbn Durrac da devrin büyük fakih ve müderrislerindendir. Ancak, "Biz Zurare yanında mektep çocuğu gibi kalırdık." demiştir. M. 767'de vefat etti.




                    Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
                    Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

                    Yorum


                      Ynt: Adl-i İlahi


                      (328) Hammad: İmam Sadık'ın (a.s) öğrencileri arasında Hammad İbn İsa ve Hammad İbn Osman olmak üzere iki Hammad vardır. Burada anılan, Hammad b. İsa olabilir. Hammad'ın naklettiği Zürare'nin sesini yükseltmesi olayı, metinde olduğu gibi, Usul-i Kâfi'yi şerh eden Kemerei tarafından da ele alınmakta, Meclisî'nin bu ko-nudaki görüşü nakledilmektedir. İmam'ın sözünün "la..." ibaresi ile nakledilen şekli de Meclisî'ye göre, "Allah yoldan sapmışları cennete sokmaz mı yoksa?" anlamında, ifadeyi teyid ve güçlendirmek içindir. İmam; görüşün-den dönmüş değildir.


                      (329) Merhum Mutahharî'nin gayet güzel belirttiği bu sonucu, bu-günkü hukuk diline daha alışık olanlar için şu şekilde özetlemek yanlış olmaz sanırım: Hak Din'i seçen gerçek müminler dışındaki insanlar, önce iki ana bölüme ayrılırlar: Bunların bir kısmı, özel durum ve şartları incelenirse, hakka tam olarak erişememekte mazur görülebilecek durumda olan, İslâm tebliği kendilerine erişememiş sayılan "ka-sır"lardır. Bunların cezalandırılmayacağı, üstelik Allah'a ve son güne inanarak ahlâka uymuş iseler kendi mertebelerine göre mükâfat göre-cekleri umulur. Bir kısmı ise "mukassır"lardır ki mazur görülemezler. Bunlar gerçeği bilmeseler bile bilmeleri beklenenler, bilebilecek du-rumda olanlardır. Hele İslâm Tebliği'nin gerçeğini kavradıkları hâlde dünya hırs ve hesapları ile Ebu Cehl gibi küfr-i inadîde kalanlar hiç mazur görülemezler.

                      (330) Muhammed İbn Müslim: İmam Sadık'tan feyz alanların bü-yüklerinden, bilgin ve yüce ahlâklı bir zattır. İmam Bakır'ın meclisi ile de müşerref olmuştur. Fıkh'da, hadiste, ahlâkta yüksek bir mertebeye varmıştır. Hakkında daha fazla bilgi için Müntehal-Amal'a başvurula-bilir.


                      (331) Ebu Basîr: İmam Bâkır'ın öğrencilerindendir. Kâfi'de İmam Sadık'tan olan rivayetlerde adı geçer. Şu anda elimin altında Rical'e dair mufassal bir kitap olmadığı için hakkında daha fazla bilgi verilememiştir.

                      (332) Çıfıt-cühud: Cühud için bk. Yukarıda N. (286). Türkçe'de bu kelime "çıfıt" hâlini almıştır.

                      (333) Haşim İbn'il-Berid: bk. Yukarıda N. (331).

                      (334) Ebu'l-Hattab: Gulat'dan sayılan Ebu'l-Hattab olup olmadı-ğını, N. (331)'de anılan sebep dolayısı ile, kesinlikle söyleyemeyece-ğim.

                      (335) Mina, Cemre-i Vusta: Hac merasimi yerine getirilirken Şey-tan taşlama (remy-i cemerat) remzî ibadetinin yerine getirildiği mahal ve makamlardan birisi. İmam, bu yeri buluşma yeri olarak belirlemek-tedir.

                      (336) Feyz: Mollâ Muhsin Feyz-i Kaşânî (Öl. 1680) Mollâ Sadrâ'-nın öğrencilerinden olan bir hakîmdir. Gazâlî'nin İhya'ul-Ulûm'unu Ehlibeyt mektebi gözü ile yeniden yazmıştır. Kur'ân-ı Kerim tefsiri ve Kâfi şerhi vardır.



                      Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
                      Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

                      Yorum


                        Ynt: Adl-i İlahi


                        (337) Yakub İbn Şuayb: bk. Yukarıda N. (331).

                        (338-339) Ebu Ali Sina ve İşarat: Ebu Ali Sina; daha önce adı anılan büyük bilgin ve feylesof İbn Sina'dır. Kitab'uş-Şifa, Kitab'ul-Ka-nun Fi't-Tıbb gibi eserleri yanında, felsefeye dair Kitab'ul-İşarat'ı ünlü eserlerindendir.

                        (340) Sadr'ul-Müteellihin: Daha önce adı anılan, on yedinci yüz-yılda yaşamış ünlü bilgin ve hakîm Mollâ Sadrâ. bk. N. (61).

                        (341) Kümmelin ve Sabıkun: Sabıkun "sad" ile değil "sin" iledir ve öne geçenler anlamındadır. Müsabak aynı kökten gelir. Kümmelin için bk. Yukarıda N. (257) Kur'ân-ı Kerim'in Vâkıa Suresi'nin (56) 10. ayetinde, bu "öne geçenler", "mukarrebun", "yakınlaşmış olanlar", ola-rak belirtilir. Şu hâlde bunlar cennet ehlinin seçkinleri, yüce derecelere layık kişilerdir, başta enbiya ve evliyadır.

                        (342) Eşkıya ve Ashab'uş-Şimal: Vâkıa, 56/41, Hâkka, 69/25'e ba-kınız. "Sol taraf ehli, defterleri soldan verilenler" demektir. Bu terim-leri, çok defa yapıldığı gibi, günlük politikada kullanılan "sağ" ve "sol" ile karıştırmak, Kur'ân-ı Kerim'i kendi reyine, kendi keyfine göre yo-rumlamak demek olur ki ağır sorumluluk gerektirir.
                        Buradaki "sol taraf ehli"nden maksat, ahiret âleminde defterleri soldan verilecek olan cehennem ehlidir. Şekavet; saadetin karşıtıdır. Şaki ve çoğulu "eşkıya", kendi amelleri sonucu uhrevi saadetten yok-sun kalan kötü kişilerdir.


                        (343) Ashab'ul-Yemîn: Ahiret saadetine nail olanlardır. Burada, "enbiya ve evliya" gibi seçkin kişiler dışındaki cennet ehli olarak alınmıştır.

                        (344) Neş'eteyn: Felsefede, eşyanın mertebelerinden her birine neş'et denir. Burada kastedilen dünya ve ahiret âlemleridir.

                        (345) Ağa Muhammed Rıza Kumşecî: 1888 /89'da vefat etmiştir. Mollâ Sadrâ Okulu'na mensuptur. Önce İsfahan'da tahsil etmiş, daha sonra Tahran'a giderek Sadr Medresesi'nde hikmet ve irfan okutmuş-tur.


                        (346) Sugravî ve Kübrevî: Mantıkta, "Kıyas-ı İktıranî" adı verilen kıyas (tasım) türünde, ilk öncüle (mukaddime) sugra (küçük önerme), ikincisine kübra (büyük önerme) denir.

                        (347) İnna lillahi ve inna ileyhi raciûn: bk. Bakara, 2/156: "O sab-redenler ki, onlar bir musibete uğradılar mı, 'Biz Allah'a aidiz ve şüp-hesiz O'na dönücüyüz.' derler." Burada, kesinlikle ve sorumluluğu dü-şünülmeksizin ileri sürülen görüş karşısında hayret belirtmek için kul-lanılmıştır.


                        (348) Muhammed İbn Marid: bk. N. (331).

                        (349) Vahid Behbehanî: Usul-i Fıkh'ın ilerlemesinde katkısı olan önemli bir bilgin olup 1790/1791 yıllarında vefat ettiği, Merhum Tabatabaî'nin "Şia Der İslâm (İslâm'da Şia)" adlı eserinde kayıtlıdır.

                        (350) Vera': Günahlardan ve günah olduğu şüphesi bulunan nesne ve davranışlardan kaçınma demektir.



                        Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
                        Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

                        Yorum


                          Ynt: Adl-i İlahi


                          (351) Tavus-i Yemanî: bk. Şia Der İslâm, Zuhur-i İrfan Der İslâm (İslâm'da İrfan / Tasavvufun Zuhuru) bölümü.

                          (352) İmam Seccad: Seyyid'uş-Şüheda İmam Hüseyin'in oğlu, Ehlibeyt İmamları'nın dördüncüsüdür. Çok secde ettiği için "İmam Sec-cad", çok ibadet ettiği için "Zeynelabidin" olarak adlandırılır. Kerbelâ Olayı'nda, zahiren hasta olduğu ve savaşamadığı, aslında i-mametin de-vamı gereği dolayısı ile şehit edilmemiş, hakkı tebliğe devam etmiş, Hicret'in 95. yılında Abdülmelik oğlu Velid'in saltanatı sırasında zehirlenerek şehit edilmiştir.


                          (353) Resulallah'ın Oğlu: Resul-i Ekrem'e (s.a.a), erkek çocuğu yaşamadığı için kâfirler dil uzatıp alay etmeye cüret ediyorlardı. Allah onu "Kevser" ile, yalnız soy bereketi ile değil, bu soydan gelecek olan veliler ile de müjdeledi. Her namazda kendileri için dua edilen Al-i Muhammed (s.a.a), Resul-i Ekrem'in (s.a.a) kızı Fatıma'dan ve Emi-r'ül-Müminin'den devam etti. Bu sebeple Ehlibeyt İmamları'na hitap edilirken böyle denmektedir.


                          (354) Safa Tepesi: Kur'ân-ı Kerim'de Bakara Suresi'nin 158. aye-tinde "Merve" ile birlikte zikredilen ve Hacc Merasimi'nde yeri olan Mekke tepesi burada "Som kaya" anlamındadır. Safa ve Merve ara-sında hızlıca gidilerek "sa'y" yerine getirilir.

                          (355) Haşim ve Abdulmuttalib oğulları: Cenab-ı Abdülmuttalib, Resul-i Ekrem'in (s.a.a) babasının babası, dedesidir. Böylece, Abdül-muttalib oğulları, Resul-i Ekrem'in (s.a.a) baba tarafında yakınları Ha-şimoğulları (Beni Haşim) olarak adlandırılmaktadır.

                          (356) Bakî kabristanı: Medine-i Münevvere kabristanıdır. (Cenne-t'ul-Bakî) Birçok ulu kişilerin ve bu arada İmam Hasan, İmam Zeynel-abidin, İmam Muhammed Bâkır ve İmam Sadık'ın mübarek kabirleri oradadır. Türbeleri, Vahhabîlîk fetvâsı gereğince yıktırılmıştır.

                          (357) Cebrail: Cebrail (a.s) vahy getiren melektir. Cibril de de-nir. Bazı ayet-i kerimelerde Ruh'ul-Kudüs ve Ruh'ul-Emin olarak anı-lır.

                          (358) Bu hadis-i şerif, Kur'ân-ı Kerim'in ilâhî koruma altında ol-duğu haber ve vaadini görmezlikten gelenlerin dikkatini çekmelidir.

                          (359) Yahudiler, tahrif ettikleri Ahd-i Atıyk'de, önceleri örfî ve mecazî bir terim olarak kendilerini Allah kabilesi (Hizbullah) anla-mında "Allah oğulları" (hâşâ) olarak adlandırdılar. Oysa Kur'ân-ı Ke-rim'de buyurulduğu gibi "hizbullah" denmeli idi. Daha sonra mecazi ifade gerçek sayıldı ve Yahudiler, Rabbul-Âlemin'i tek başlarına be-nimsemeye kalkışarak kendilerini Allah'ın sevgilisi, Allah'ı da sadece "İsrailoğulları'nın Allah'ı" saydılar. Oysa kanaatimce "İsrail oğlu" teri-minde dahi başlangıçta sadece mecaz vardı. Yakub (a.s), "İsrail" olarak adlandırıldı ve böylece İbrahim (a.s) oğlu İshak oğlu İsrail soyundan gelen hak peygamberlere tâbi olan herkes "İsrail oğlu" olarak nite-lendirildi. Daha sonra bu adlandırmadaki mecaz da "Allah oğlu" teri-mindeki gibi unutuldu ve "İsrail oğlu" deyimi bir kavmin, bir ırkın adı imiş gibi alındı. Oysa böyle olsa idi, zenci Musevî veya Hazar Türkle-rinden Musevî veya Batı ülkelerinde yaşayan veya ora kökenli olan birçok Musevînin durumu açıklanamazdı.



                          Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
                          Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

                          Yorum


                            Ynt: Adl-i İlahi


                            (360) Küfe: bk. Yukarıda N. (320).

                            (361) Hasan İbn Musa'l-Veşsa': Gölpınarlı, Kufeli Hasan b. Aliy-yi'l-Veşsa'ı zikretmektedir.


                            (362) Nuh'un (a.s) oğlu hakkındaki ayet-i kerime: Hûd, 11/46. Allah, peygamberlerini bu gibi ayıplardan da korur. Şu hâlde ayet-i ke-rime'nin, İmam'ın reddettiği şekli ile tefsiri esasen imkânsız sayılmalı-dır. (Resul-i Ekrem'in (s.a.a) korunduğu gibi.)


                            (363) İlâhî meşiyyet: Kur'ân-ı Kerim'de irade ile yürüme, yol alma anlamında "meşy" kelimesi vardır. "İlâhî meşiyyet" denince, mecazî anlamda, Allah'ın evren üzerindeki mutlak irade ve tasarrufu, çekip çevirmesi, yönetme ve yürütmesi anlaşılır. Nitekim eski hukuk dili-mizde de beşerî düzeyde ve mecazî anlamda "temşiyyet tasarrufu" te-rimi vardır.


                            (364) Eşitliğe ilişkin Hadis-i Şerif: Hucurât Suresi'nin 13. ayet-i kerimesinin tefsiri mahiyetinde olan bu hadis-i şerifden başka aynı mealde daha nice hadis-i şerif vardır. Merhum Babanzade Ahmed Na-im Bey, bunları "İslâm'da Da'va-i Kavmiyyet" adlı eserinde naklet-mektedir.


                            (365) Takva: İmanı dolayısı ile kötü işlerden kaçınmak ve Allah'a tam bir bağlılık ile bağlı olmak demektir. Anlamı ve tanımı üzerinde daha fazla durulmalı, derhal ve düşünmeksizin "korku" diye çevirtil-memelidir. Allah katında tek üstünlük sebebinin "takva" olduğuna ilişkin ayet-i kerime metinde verilmektedir.


                            (366-367) Selman-ı Farisî: Selman-ı Muhammedî de denir. İranlı olup, yakında dünyayı şereflendirecek olan Son peygamberi (s.a.a) aramaya koyulmuş, Medine'ye gelerek bu mutluluğa erişmiştir. Hak-kında Resul-i Ekrem'in (s.a.a) ve Ehlibeyt imamları'nın birçok övgülü sözü vardır. Resul-i Ekrem (s.a.a) "Selman bizden, Ehlibeyt'dendir" buyurmuştur. Hicret'in 36. senesinde Medayin'de vefat etmiştir. Asha-bın seçkinlerindendir.

                            (368) Bu inanış; özellikle geçen yüzyıllarda, Merhum Şeriatî'nin deyimi ile "Teşeyyü'-i Safevî"nin hâkim olduğu dönemlerde, İran'dan birçok cesedin Kerbelâ ve diğer kutsal kentlere nakledilmesine sebep olmuştur. Zalimlerin Kerbelâ ziyaretine giderek şefaat umması üzerine bir şair Türkçe olarak söyle demiştir:

                            O eşkıya ki gedir (gidiyor) Kerbelâ ziyaretine
                            Nice devam edecek (dayanacak) Kerbelâ'da Şah-ı şehit
                            Unutmayuptu (unutmamıştır) Yezid'in cefasını hala
                            Gözün açup görecek başı üste hezar (bin) Yezid!




                            Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
                            Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

                            Yorum


                              Ynt: Adl-i İlahi


                              (369) Şedaid; güçlü, zorlu, sarsıcı olay ve durumlardır.

                              (370) Çağlar boyu: Ayet-i kerimede "ahkaaba" ibaresi vardır. Te-kili; "zaman, zaman dönemi"dir. Şu hâlde bu ayet-i kerimede cehen-nemde ebedî, sonsuz kalış değil, çok uzun süre kalış beyan buyurul-maktadır.

                              (371) Cehennemden çıkış: bk. Yukarıda N. (370). Metinde İmam Sadık'tan gelen rivayetlere değinildiği gibi, cehennemde edebiyen kalmayıp (tedavisi tamamlandıktan sonra) çıkacak olanlara ilişkin ha-disler de vardır.


                              (372) Şeyh Kuleynî: Daha önce de belirtildiği gibi; Ehlibeyt Mez-hebi'nin ilk önemli hadis külliyatı olan "Kâfi"yi derleyen zattır.


                              (373) Şeyh Saduk ve Men Lâ Yahzuruh'ul Fakîh: bk. Yukarıda N. (304).

                              (374) Ebu Zer-i Gıfarî: Adı Cundeb İbn Cunade'dir. Selman-ı Mu-hammedî gibi Ashabın en yüce derecelilerindendir. Resul-i Ekrem'den (s.a.a) sonra Suriye civarında beliren İslâm'a aykırı ve adalet ve eşitlik dışı uygulamalara karşı çıkmış, bu yüzden o dönemin en kötü "mahrumiyet bölgesi" sayılan Rebze'ye sürülmüş, Rebze'de bu kötü şartlar içinde oğlu Zer vefat etmiştir. Ardından hanımı da vefat etmiş, kızı ile kalmış, vefatı sırasında oradan geçen bir topluluk -ki içlerinde Emir'ül-Müminin'in en seçkin dostlarından Malik'i Eşter vardı- tarafından namazı kılınarak defnedilmiştir:

                              (375) İbrahim oğlu Ali: bk. Yukarıda N. (331).

                              (376-377) Berzah Âlemi: Berzah iki şey arasında vasıta veya ayır-ma aracı olan bölge veya nesnedir. bk. Rahmân, 20; Mu'minûn, 100. Ölümden sonra Ahiret Âlemi'nin başlangıcına kadar olan süreye denir. Berzah Âlemi'ne ilişkin geniş bilgi için bk. Kamus-i Kur'ân. Berzah Âlemi'nde şefaat olup olmadığı ayrıca düşünülmesi gereken bir konu-dur. (Şefaat konusunda anlatılan rüyada, bu ümidi verecek bir işaret vardı).




                              Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
                              Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

                              Yorum


                                Ynt: Adl-i İlahi


                                (378) Mütevatir: Biribirine bağlı olmayan birçok kaynaktan akta-rılan ve doğruluğu kabul edilen haber.

                                (379) Mirac: Urûc, yükselmek demektir. (Meâric, 4) Resul-i Ekre-m'in (s.a.a) Mekke'den, Mescid-i Haram'dan Mescid-i Aksa'ya (Ku-düs) ve oradan da maddî ve manevî nice âlemlerin seyrine iletildiği geceye, Mi'rac gecesi denmektedir.


                                (380) Halid (huld ve hulûd): Ebedîlik ve değişmezlik anlamı taşı-yan bir kelime olarak alındığı gibi "çok uzun süre", "ebedî imiş duy-gusunu veren süre" bulunduğu durumda kalıcı olan şeylere de "halid" dendiği ileri sürülür. Bu yüzden, cehennem azabının "sonsuz" değil, günahkarım (hastanın) durumuna göre çok çok uzun, ebedî duygusunu veren bir (tedavi) süre(si) olduğu görüşüne meyledenler de vardır. Hûd Suresi, 108. ayet-i kerime'ye ve En'âm Suresi, 128'e bakınız. Yine bk. Yukarıda N. (370) ve (371) ile, M. İkbal'ın "İslâm'da Dinî Düşüncenin Yeniden Kurulması" adlı eseri. Bu konuda Kamus-i Kur'ân'da çok ge-niş bilgi vardır. Her şeyin doğrusunu Allah bilir.


                                (381-382) bk. Yukarıda N. (380) ve daha önce cennet ve cehen-nemin derecelerine ilişkin açıklamalar, "illiyyîn" ve "siccîn" bahisleri. Mukarrebûn (sabıkun) ve Ashab-ı Yemîn farkı.

                                (383) bk. İbrâhîm Suresi/18'deki ayet-i kerime.

                                (384) Bu konuda yine bk. Yukarıda N. (381) ve (382) ile orada yapılan atıflar ve özellikle Kamus-i Kur'ân.




                                Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
                                Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

                                Yorum

                                YUKARI ÇIK
                                Çalışıyor...
                                X