Duyuru

Daraltma
Henüz duyuru yok.

Adl-i İlahi

Daraltma
X
 
  • Filtre
  • Zaman
  • Göster
Hepsini Temizle
yeni gönderiler

    Ynt: Adl-i İlahi


    Amellerin Kabul Şartı Olarak İhlas

    İmanın değeri konusunda şu ikinci sorunun karşımıza çıktığını söylemiş idik: İmanın; amellerin kabulü açısından ne gibi bir etkisi olabilir?
    Daha önce, kâfir olanların da hayırlı amellerinin Allah katında makbul olduğunu ileri sürenlerin delillerini naklederken, onların şöyle dediğini söylemiş idik. Bir amelin güzel veya çirkin, iyi veya kötü oluşu; "zatî" olduğuna, bizatihi o amelin özünden ileri geldiğine, uzla-şıma dayanmadığına göre; müminden olsun, kâfirden olsun, iyi amel iyidir. Şu hâlde, mutlaka Hak Tealâ'nın kabulüne mazhar olmalıdır, Allah bu amelleri kabul etmelidir. İyi, kimden olursa olsun iyidir. Kötü de kimden olursa olsun kötüdür. Yüce Allah'ın bütün kullarına nispeti aynıdır.
    Şimdi de deriz ki: Bu akıl yürütmede varılan sonuç doğru olmakla birlikte, önemli bir nokta gözden kaçırılmaktadır. Bunu anlatmak için de biz ister istemez burada yine Usûl Fenni'nin (Yöntembilim, Meto-doloji, Fıkh Usûlü) terimlerine başvurmak zorundayız. Usûl'e göre, hüsn ve kubh iki türlüdür: Fi'lî ve Failî. [Birisi eylem yönünden, diğeri fail yönünden, eylemin öznesi yönünden varılan yargıdır.]


    Her amelin iki tarafı ve iki boyutu vardır. Bu iki taraftan her biri hakkında varılacak yargı da birbirinden ayrı olabilir. Bir boyutta, bu amelin "iyi" olduğu yargısına varırken, diğerinde farklı bir sonuca va-rabiliriz. Bunun aksi de mümkün olduğu gibi, bir amelin her iki boyut açısından da iyi veya kötü olması da mümkündür.

    Bu iki boyut şunlardır: Yararlı veya zararlı bir eser, bir etki şek-linde o amel dış âleme ve insan toplumuna yansımakta mıdır? Bir de o amelin faile bağlantısı, iç niyetler, saikler söz konusudur. Fail, bu "kasd" dolayısı ile o ameli gerçekleştirmiştir, o ameli aracı kılarak kastettiği hedeflere varmak istemiştir.


    İlk boyut açısından amelin yararlı veya zararlı etkilerine ve bu et-kilerin sonuçlarının toplum içindeki uzantılarına bakılır. İkinci boyut açısından ise, failin ruhî ve fikrî düzeni bakımından nasıl bir süreç içinde bu ameli gerçekleştirme kararı verdiğine ve gerçekleştirdiğine, hangi amacı güttüğüne bakılır.

    İnsan eylemleri, yararlı ve zararlı etkileri bakımından tarihin kü-tüğüne geçirilirler ve bunlar hakkındaki yargıyı tarih verir. Bu eylemi över veya yerer. Fakat amelin insan ruhu ile intisabı ve ilişkisi açısın-dan, yüce ve melekutî kütüklere kayıt yapılır. Tarihin kütüğü önemli ve etkili olaylar arar, büyük çaplı olaylar tarihin ilgisini çeker. İlâhî görevli güçler âleminin kütükleri (defatir-i ulvî-i melekutî) ise, yalnızca amelin toplumdaki yararlı etkilerine değil, aynı zamanda ve buna ek olarak amelin iç âleme ilişkin boyutuna da bakar.


    Kur'ân-ı Kerim buyurur ki:
    O, ölümü ve hayatı yarattı, hanginizin en güzel amel sahibi olduğunu sınamak için.

    Dikkat edilirse burada niceliğe değil niteliğe önem verilmiş, en iyi, en güzel, en doğru (sevap) amel aranmış, yoksa "en çok amel" bu-yurulmamıştır. Çünkü burada esas olan şunu bilmemizdir: Bazı saik-ler, güdüler dolayısı ile giriştiğimiz bir amel, bu eylemin dışta izlediği süreç ve toplumsal etki ve değerlendirilmeleri dışında, bir de manevî açıdan ele alınmalıdır. Manevî bakımdan da, gerçekten biz bir yöne gider, ve bir yol alırız.




    Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
    Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

    Yorum


      Ynt: Adl-i İlahi


      "Aslolan; ameldir, iştir, kasların sarf ettiği güçtür; düşünceler ve niyetler ise, mukaddime, amele hazırlık konumundadırlar ve bir nevi zihniyetten ibarettirler; değer taşımaları da amele mukaddime oldukları içindir. Dolayısıyla mukaddime (niyet) nasıl olursa olsun önemli değil, asıl önemli olan bununla varılan amaçtır (amel)." diyerek kestirip atabilir miyiz? Hayır, iş bu kadar basit değildir. Düşünceler, niyetler, daha amel dış âlemde belirmeden yapılacak değerlendirmeler vardır. Bu "mukaddime"nin, hazırlığın, fikir ve niyetin temel önemi, amelden daha az değildir. Amelin dış yönüne önem veren, düşünce, niyet ve inancı temel ilkelerden saymayıp ona sadece hazırlık safhası olarak bakan düşünce; maddî, materyalist bir düşüncedir. Bu düşünce okulunun doğru bir sistem kuramadığının apaçıklığı bir yana, hiç de-ğilse şunu kabul etmek gerekir ki, Kur'ân öğretisini ona hiç uymayan materyalist düşünce ile yorumlayamayız.

      Kur'ân açısından bizim gerçek kişiliğimiz, gerçek "ego"muz, "ben"i-miz; ruhumuzdur. Ruhumuz; her isteğimize ve seçimimize bağlı amelde, "kuvve"den, yeti durumundan (potansiyel güçten) fiiliyete (eylem ve devinime, kinetik güce) geçmiş, yönelmiş olur ve seçimdeki niyetinden kendisi etkilenerek, iradesine, hedef ve maksa-dına göre bir etki ve özellik kazanır. Bu etkiler, kazanılan alışkanlıklar kişiliğimizin bir parçası olur ve bizi varlık âlemleri içinden kendilerine uygun olan bir âleme götürür.

      Demek oluyor ki fiil açısından hüsn ve kubh yahut iyilik veya kö-tülük, o amelin dış etkisi ile ilgilidir. Fail açısından, eylemin öznesi a-çısından hüsn ve kubh ise, amelin failden (özne) nasıl sâdır olduğuna, nasıl çıktığına ilişkindir. Birinci boyutta amelin dış ve toplumsal so-nuçlarına, ikinci boyutta ise failin iç varlığındaki etkisine bakarız.


      Bir kimsenin, bir hastane açtığını veya diğer önemli ve toplumsal bir hizmeti yerine getirdiğini düşünelim. Bu amel, toplumsal ve tarihî açıdan incelendiği takdirde "hayır"dır. Diğer bir deyişle Allah'ın mah-lûkları için yararlı, faydalı bir ameldir. Burada gerçekten de failin ni-yetinin bir fark meydana getirmediği görülür. İster riyakârlık ve göste-riş, ister nefsanî içgüdülerini tatmin, ister böyle değil de insanî, özgeci ve yüce maksatlarla gerçekleştirilmiş olsun, toplum açısından yararlı bir kurum ortaya çıkmıştır. Tarihin, insanların eylemleri hususundaki hükmü sürekli bu açıdan ve bu yönde gerçekleşmektedir. Tarih, in-sanların iç niyetlerine bakmaz. Örnek olarak, İsfahan'daki sanat eserle-rini ele alalım. Bu şaheserler üzerinde konuşulduğu zaman, meselâ Şeyh Lütfullah Mescidi'ni, Şah Mescidi'ni veya Otuz Üç Köprü'yü yaptıranın ne niyet ve hedef güttüğü ile kimse ilgilenmez. Tarih dış görünüşe, esere bakar ve o amelin adını "amel-i hayr=iyi iş" koyar.

      Fakat, fail açısından amelin "hüsn"ü, güzellik ve iyiliği incelenir-ken, toplumsal ve dış etkiye bakılmaz, fiil ile fail arasındaki ilişkinin türüne bakılır. Bu incelemede, fiilin yararlı olması, hayırlı amel yargı-sının verilmesi için yeterli değildir. Aksine failin niyeti, maksat ve he-defi, bu işi hangi saiklerle (güdüler) işlediği önemlidir. Dolayısıyla iç-ten hayır işleme niyeti ile hareket etmiş ise, fiilde fail açısından da iyi-lik, güzellik vardır, amelin hayır yönü iki boyutludur; iki uzamda iler-lemiş, gelişmiştir: Tarih ve insanın toplumsal yaşamı açısından ve manevî ve melekutî açıdan. Riyakârlık saiki ile veya maddî menfaat sağlamak için yapılan işlerde ise, yalnızca tek boyut gerçekleşir. Bu iş, manevî ve melekutî bakımdan uzam sağlayamamış, sadece tarih uza-mında ileriye doğru gelişebilmiştir. İslâmî terimlerle, amel, yüce âleme yücelememiştir. Diğer bir deyişle, eylemi gerçekleştiren kişi topluma hizmet etmiş, onun seviyesini yükseltmiş, ne var ki kendine hiz-met etmemiş, belki de olayların birçoğunda kendi nefsine hıyanet etmiştir. Ruhu bu amel ile yücelecek yerde alçalmış, düşmüştür.



      Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
      Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

      Yorum


        Ynt: Adl-i İlahi


        Burada elbette fiilin fail açısından iyiliği ile fiil açısından iyiliğinin (hüsn-i failî ve hüsn-i fiilî) birbirinden tamamen ayrı olduğunu söylemek istemiyoruz. Hele maksadımız ruhî ve manevî gelişme ve olgunlaşma isteyen bir kimsenin topluma yararlı işlere karışmaması gerektiğini söylemek hiç değildir. Amacımız şudur: Topluma yararlı bir iş insanın manevî tekamülü bakımından o zaman yararlı olabilir ki, ruh o işi yapmakla, bunun için ruhun manevî bir harekete girişerek, bencillik ve hırstan kurtulup ihlâs ve safa (gönül arılığı ve aydınlığı) konağına ayak basmış olsun. Fiilin güzelliği ile fail açısından fiilin gü-ellik ve iyiliğinin ilişkisi (hüsn-i fiilî ile hüsn-i failî nispeti) bedenin ruh ile ilişkisi gibidir. Canlı bir varlık ruh ve bedenin birleşmesinden meydana gelir. Güzel ve iyi görünen bir amelde, failin niyeti açısından da iyilik ve güzellik niteliği bulunmalıdır. Amelin canlanması, hayat ka-zanması için, ona niyet güzelliği ruhu üfürülmeli, nefhedilmelidir.


        Böylece, "aydın"larca ileri sürülen delillerin ve akıl yürütmenin aksak noktası ortaya çıkmaktadır. Onlar şöyle diyorlardı: "Allah tüm kullarına karşı eşit nispettedir. Diğer yandan amellerin iyiliği ve kötü-lüğü zatîdir. Dolayısıyla hayır amelin nispeti herkes için eşittir ve bu eşitliliğin gereği de, ahiret gününde uhrevî mükâfat bakımından mü-min olanla olmayanın eşit konumda olmasıdır..." Oysa bu akıl yürüt-me-de sadece ameller ve Allah'ın tüm yarattıklarına olan eşit nispeti göz önünde tutulmakta, bu ameli gerçekleştirenin kişiliği, niyetleri, hedef ve saikleri, iç yüzü gözden uzak tutulmaktadır. Oysa, ister iste-mez, bu kişilik etkeni ameller arasında da türdeşliği ortadan kaldırır.


        "Allah için, ameli işleyenin kişiliğinin öneminin olamayacağını, Allah'ı tanıyıp tanımamasının bu eylemi Allah rızası için yerine getirip getirmediğinin, gurbet (Allah'a yakınlaşma) kastının bulunup bulun-madığının hiç fark etmeyeceğini" söyleyen bu tür aydınlara karşı şu cevap verilir: Allah için fark etmez, fakat o kimsenin kendisi için fark eder. Allah'ı bilen kişinin manevî yolu ve yolculuğu ile bilmeyenin yolu ve yolculuğu ayrı türdendirler. Allah'a iman edenin ameli her iki boyutta hüsn-i failî, hüsn-i melekutî) gelişirken, iman etmeyeninki sa-dece tarihî boyutta gelişir. İman edenin kendisi ve ameli Allah katına yükselir. İmanı olmayanın kendisi gibi ameli de yükselmez. Bir başka deyişle, gerçekten Allah için fark etmez, fakat amelde fark eder. İman edeninki canlı ve yükselen bir amel iken, diğerinki ölü ve yükselmeyip düşen, inen bir ameldir.

        Derler ki: "Adil ve hakîm Allah, asla herhangi bir kulunun iyi amellerine, kendisi ile dostluk ilişkisi yok gerekçesi ile çizgi çekip on-ları iptal etmez."

        Biz de inanmaktayız ki, Allah iptal çizgisi çekmez; fakat şu hususu da belirlememiz gerekir: Allah'a inanmayan birisinden acaba her iki boyutta da tam olan, hem toplumsal etki, hem de failin ruhî ve manevî durumu bakımından iyi bir amel ortaya çıkabilir mi? Bütün yanılma şuradadır: Bir amelin topluma yararlı olması, "hayırlı" ve "salih" amel sayılması için yeterli görülmektedir. Varsayalım -bu bir farz-ı muhal, olanaksız varsayımdır- Allah'a imanı olmayan birisinin ameli Allah'a yücelebilsin. Bu yücelen ameli Allah geri çevirmeyecektir. Ne var ki Allah'ı tanımayan, iman etmeyen kimse, kendisi engellerden kurtul-mamış, yücelmemiştir ki, ameli de melekutî bir boyut kazanabilsin, öteki âlemde insana manevî zevk, neşe ve mutluluk getiren bir biçime bürünebilsin. Amelin Allah katında kabul edilebilmesi için amelin bu şartları gerçekleştirebilmesi gereklidir.


        İlâhî kanunlar ile beşerî kanunlar arasında şu temel ayırım vardır: İlâhî kanunlar iki boyutlu, beşerî kanunlar ise tek boyutludur. Beşerî kanunlar; kural olarak saiklerle, niyetlerle uğraşmaz. Meselâ vergi ver-meyi yeterli görür, saikin ne olduğuna, niçin verildiğine bakmaz. Vergi ödeyen, içinden küfür etse, sövse de, önemli olan eylemdir, verginin verilmesidir. Askerlik görevine gelinmesi ve görevin yapılması da böyledir. Artık askerin hangi niyetle askerlik görevini yerine getirdiği veya savaştığı önemli değildir.



        Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
        Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

        Yorum


          Ynt: Adl-i İlahi


          İlâhî kanunlarda ise durum farklıdır, vergi vermede olsun, cihatta olsun, yükümlülüğünü yerine getirenin "gurbet kastı" ile hareket etme-si önemlidir, "halis niyet"e bakılır. İslâm; canlı, ruha sahip amel arar, cansızını değil. Meselâ Müslüman zekât verirken riya saikı ile ver-miş-se, amacı sadece -içinden böyle olmaksızın- dindar görünmek ise, Al-lah katında makbul bir amel olamaz. Cihada gider de kendini göster-mekten, ün kazanmaktan başka emeli olmazsa, kabule değen bir dav-ranış olmaz. İlâhî kanun der ki: Zoraki asker, benim aradığım asker değildir. Ben, canla-başla cihat edeni, Allah'a canını ve malvarlığını verip karşılığında cenneti alma teklifini kabul edip can ve gönülden koşanı ararım. Resul-i Ekrem -ona ve Ehlibeyt'ine Allah'ın salât ve selâmı olsun- gerek Şiî, gerek Sünnî kaynaklarda mütevatir olarak nakledilen
          bir hadis-i şerifte şöyle buyurur:

          Şüphesiz ameller niyetlere göredir.
          Bu mealde başka rivayetler de vardır:
          Herkese niyet ettiğine, kastına göredir.
          Niyetsiz amel olmaz.


          Bir hadiste şu şekilde rivayet edilmektedir:
          Şüphesiz ameller niyete bağlıdır. İnsan için niyet ettiğinin, amaçladığının karşılığı vardır. Allah'ın rızası kastı ile, Allah'a yönelerek ve Resul'üne yönelerek hicret edenin hicreti (göçü), Allah ve Resulü yönünedir. Kim de dünya için, servet kazanmak için veya bir kadın ile evlenmek için hicret ederse, onun da hicreti, uğruna hicret ettiği şey yönünedir.


          İmam Sadık -ona selâm olsun- şöyle buyurmuştur:
          İşleriniz Allah için olsun; halk için, insanlar görsünler diye değil. Çünkü Allah için yapılanlar Allah katına yükselir; halk için yapılan yükselmez.
          Niyet; amelin canıdır. İnsanın bedeni, insanlık derecesinde, maka-mında bir can taşıdığı için şerefli, değerli olduğu gibi, amelin değeri de cana bağlıdır. Amelin canı nedir? Amelin canı ihlastır.


          Kur'ân-ı Kerim'de buyurulur ki:
          Ancak dinde katışıksız, doğru özlü (ihlas sahibi) olarak Al-lah'a ibadet etmekle emrolundular.




          Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
          Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

          Yorum


            Ynt: Adl-i İlahi


            Nitelik mi, Nicelik mi?

            Yukarıda ele aldığımız ve incelediğimiz konudan, ilgi çekici bir sonuca varmaktayız: Allah katında amellerin değeri, niteliktedir, nice-likte değil. Bunu anlayamayanlar, Allah'ın velilerinin son derece de-ğerli, olağanüstü davranışlarını gördüklerinde, bunların toplumsal ça-pını küçümsedikleri için, akıllarınca bu amelleri önemli gösterecek ef-saneler uydururlar. Meselâ, ona selâm olsun, Emir'ül-Müminin Ali'nin namazda rükû hâlinde iken yoksula bağışladığı ve hakkında ayet-i ke-rime nazil olan (295) davranışına akıllarınca önem kazandırmak için şunu düzeltip koşmuşlardır: Bu bağışlanan yüzük öylesine değerli bir yüzüktü ki, değeri, bütün Suriye ve civarının haraç vergisine eşit idi! Uydurduklarını inanılır kılmak için bir de rivayet uydurmuşlar, bunu oradan aktarmışlardır. Onların aklınca, bir yüzük bağışlama gibi önemsiz bir olay için nasıl olur da bir ayet-i kerime nazil olabilir? Bunu kavrayamadıkları, sebebini anlayamadıkları için, yüzüğün değerini böylesine abartmışlardır. Düşünemezler ki, Suriye ve civarı haracına bedel bir yüzük, o dönemin yoksul Medine ortamında Ali'nin (a.s) parmağında bulunamazdı. Diyelim ki parmağında öyle bir yüzük olsa bile, Emir'ül-Müminin onu tek bir yoksula bağışlamaz, bütün Medi-ne'yi gönendirir, bütün Medine yoksullarını yoksulluktan kurtarırdı.


            Efsane uydurucularının aklı, Allah katında amelin değerinin maddî ölçütlerden üstün bir ölçütü olduğunu kavrayamaz ve kavrayama-mıştır. Onlar kendi akıllarınca sanmışlardır ki, yüzüğün bunca değeri olmasına rağmen bir yoksula bağışlanışı -hâşâ- Allah'ı da hayran kıla-cak ve ancak bunun üzerine, "Aferin Ali'ye! Ne büyük iş yaptı!" bu-yuracaktır!


            Bu dar ve kısa görüşlülerin, Ali ve ailesinin arpa ekmeği somunla-rını kendileri yemeyerek oruçlu oldukları hâlde üç gün arka arkaya if-tar vaktinde kapıya gelen yoksullara bağışlamaları ve üç günü aç ve oruçlu geçirmeleri üzerine "Hel etâ" (İnsân, Dehr) Suresi'nin nazil oluşu hakkında ne dediklerini, nasıl düşündüklerini bilemiyorum. Mutlaka orada da şöyle düşünmüşlerdir: O ekmek somunları arpa unundan değil altın tozundan yoğrulmuşlardı!

            Hayır! İş böyle değildir. Ona selâm olsun, Ali'nin ve ailesinin (ev halkının) amellerinin önemi, bizlerin gözünü kamaştıran maddî değer yönünden değildir. Pak, tertemiz, yüzde yüz hâlis, Allah için oluşları dolayısı iledir. Bu amellerdeki ihlâs, bizim için tasavvur bile edilemez derecededir. Öyle bir ihlâs ki Melekut-i A'lâ'da, ilâhî görevli güçler âleminde ve Allah katında yankılanmış, oraya yükselmiş, karşılığında da övülme ve ululanmayı doğurmuştur.



            Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
            Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

            Yorum


              Ynt: Adl-i İlahi


              Şeyh Feridûddîn Attâr-i Nişaburî (296) şöyle der:

              Gozeşte zin cihân vasf-ı sinâneş
              Gozeşte zan cihan vasf-i se nâneş

              Dünya âleminde, kılıcı dillere destan oldu.
              O âlemde de bağışladığı üç somun ekmek dolayısı ile övüldü-ululandı.


              Bu amele niçin önem verildiğini bizzat Kur'ân-ı Kerim beyan bu-yurur:
              Biz size ancak Allah için bağışlar, sizi doyururuz. Hiçbir karşılık, teşekkür, minnet bile beklemeyiz.

              Onlar bu sözü de açıkça söylemediler, dile getirmediler. Her gizliyi ve gönüllerdekini bilen Yüce Allah onların gönüllerindekini böylece açıkladı. Onların bu bağışlama ve bu özveri ile, Allah'tan sadece Allah'ı istediklerini beyan buyurdu. (297)


              Kâfirlerin amellerinin Kur'ân-ı Kerim'de boş ve hiçten sayılmasının sebebi de, onların amellerinin dışta süslü ve gösterişli, aldatıcı gö-rünümde olması, içte ise aşağılık maddî emellerden, bencil duygular-dan başka bir şey bulunmamasıdır. Şu hâlde bu ameller Allah için iş-lenmiş olmadıklarından melekutî bir çehreye bürünemez, Allah katına yücelemezler.


              Harun er-Reşid'in eşi Zübeyde, Taif'ten Mekke'ye bir su yolu aç-mıştır ve bugüne kadar hacılar, Beytullah'ı ziyaret edenler bu sudan yararlanırlar. Dıştan, çok iyi görünen bir ameldir. Mülkî çehresi, dünya âlemindeki görünüşü bakımından, çok büyük bir amel! Melekutî çehresi, manevî değerlendirme âlemindeki görünüşü nasıldır acaba? Meleklerin de gözünü bizler gibi kamaştırabilir mi?


              Hayır. Çünkü melekler, başka ölçütler kullanır, ilâhî ölçüt ile a-melin başka boyutlarını ölçerler. Zübeyde, bu parayı beytülmali elinde bulunduran ve dilediği gibi harcayan zorba ve zalim kocasından almış, o da halkı soymuştur. Zübeyde'nin kendine ait bir serveti yoktu; bu yaptığı ise halkın parasını halka harcamaktan ibarettir. Zübeyde'nin, aynı makama erişebilmiş diğer kadınlardan farkı; diğerlerinin halkın parasını kendi lüksleri için, onun ise bu konuda elindeki malın bir kısmını halk için, kamu yararı için harcamasıdır. Bu tespitten sonra iş bitmez: Zübeyde'nin niyeti ne idi? Allah rızası mı, yoksa adının tarihe geçmesi mi? Bu konuda biz bir şey söyleyemeyiz. Allah bilir, der ve susarız.

              Derler ki: Birisi Zübeyde'yi rüyada görmüş, ona, bu su yolu karşı-lığında ne gibi mükâfat gördüğünü sorunca, şu cevabı vermiş: "Bütün sevaplar, harcadığım paranın öz sahiplerine gitti."




              Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
              Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

              Yorum


                Ynt: Adl-i İlahi


                Behlül Mescidi (298)


                Rivayet olunur ki, bir topluluk bir mescit yapmakla meşgul idiler. Behlül oradan geçerken, "Ne yapıyorsunuz?" diye sordu. "Mescit ya-pıyoruz." dediler. "Niçin?" diye sordu. "Niçini yok! Elbette Allah rıza-sı için." dediler.

                Behlül, onların "hulûs" derecesini, samimî ve gerçekten Allah rızası ile davranıp davranmadıklarını ölçmek istedi. Bir kitabe hazırlattı ve üzerine "Behlül Mescidi" diye yazdırarak geceleyin mescidin kapısı üzerine yerleştirdi. Ertesi gün oraya gelen mescit kurucuları, bu yazıyı gördüklerinde kızarak Behlül'ü aradılar; bulunca da "Başkası zahmet çeksin de sen mi bütün bunları kendi adına gösteresin?" diyerek döv-meye koyuldular. Behlül şöyle dedi: "Siz, 'Biz bu mescidi Allah rızası için yaptırmaktayız.' demediniz miydi? Halk yanılsa ve bu mescidi be-nim yaptırdığımı sansa, Behlül Mescidi diye ansa ne önemi var şu hâl-de? Allah da mı yanılacak? Gerçeği bilemeyecek mi?"


                Nice büyük işler vardır ki, bizim gözümüzde büyüktürler. Allah katında ise, bir pula değmezler. Diyebiliriz ki, büyük binaların, mabet-lerin, mescitlerin, ziyaretgâhların, hastanelerin, köprülerin, kervansaray ve medreselerin temelinde böyle bir yazgı vardır. Hüküm, Alla-h'ındır.




                Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
                Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

                Yorum


                  Ynt: Adl-i İlahi


                  Allah'a ve Ahirete İman

                  Dünya ve ahiret arasındaki nispet, ilişki; beden ve ruhun nispeti veya zahir ve batının (dış ve görünür yön, yüz ile iç ve görünmez yön/ yüz) nispeti gibidir. Dünya ve ahiret birbirinden kesin olarak ayrılmış değildirler. Dünya evreni, diğer bir deyiş ile "mülk" evreni ve ahiret veya "melekut" evreni, tüm olarak tek bir birim meydana getirirler. Durum, kitabın tek bir yaprağının iki yüzünün birer sahife oluşu ve iki "sayfa" (sahife) meydana getirişi gibidir. Yahut yazı ve tura tarafı olan bir madenî para gibidir. Dünyadaki yeryüzü, bu kez ahiret âleminde melekutî görünüşü ile ortaya çıkacaktır. Cansızlar ve bitkiler yine me-lekutî çehreleri, görünümleri ile orada da belirirler. Esasen ahiret; mülk âleminin bu kez melekutî yüzüne döndürülmesidir, dünyanın melekutî yüzüdür. (299)


                  "Bir "amel"in güzel bir melekutî görünüm kazanması, "illiyyînî" (300) olabilmesi için, Allah'a yönelerek ve bu amelin Allah'ın meleku-tuna yücelebilmesi niyeti ile yapılmış olması şarttır. Bir kimse kıyamete inanmaz, Allah'a yönelmez ise, onun ameli de melekutî olamaz. Diğer bir deyiş ile, illiyyîne yücelemez. Melekut-i ülyâya erişemez. (301) Amelin melekutî yüzü; yukarı yüzüdür. Mülkî yüzü ise aşağı yüzüdür. Niyet, inanç ve iman yolu ile bir amel ışımaz, nuraniyet ve safa kazanamazsa, ak ve aydın, arı bir amel olamazsa, elbette melekut-i ül-yâya da erişemeyecektir. Ruhu olan amel ancak melekut-i ülyâya yü-celebilir. Amelin melekutî ve uhrevî boyutu, onun ruhudur.


                  Kur'ân-ı Kerim bu konuda ne güzel buyurur:
                  Ona temiz, iyi ve güzel söz yücelir ve salih ameldir ki bunu yüceltir.


                  Bu ayet-i kerime, iki türlü yorumlanabilir. Her iki yorum da tefsir kitaplarında zikredilmiştir. Bir yorum şudur: "Pak, arı inancı ve pak, arı sözü, salih amel yüceltir." İkincisi de şudur: "Temiz, pak söz ve inanç, salih ameli yüceltir, melekutî kılar." Bu iki tefsir de doğrudur ve ikisinin de doğru olmasına bir engel yoktur. Bu iki tefsir (yorum) birlikte şu ilkeyi açıklarlar: İman, amelin kabul edilmesinde, yücelme-sinde etkilidir. Amel de imanın güçlenmesinde ve derecesinin artma-sında etkilidir. Bu ilke, İslâm öğretisinde genel kabul görmüş bir ilke-dir. Biz burada, imanın ameli yücelttiği, Allah katına ilettiği yorumu (ikinci yorum) dolayısı ile ayet-i kerimeyi zikrettik. Ancak, tekrar ede-lim ki, iki yorumun da aynı anda doğru olmasına ve ayet-i kerimenin iki anlamı da birden kapsamasına bir engel yoktur.

                  Herhâlde, Allah'a ve ahirete inanmayanların amellerinin Allah'a yüceldiğini ve "illîyyinî" bir görünüm kazandığını sanıyorsak yanılıyo-ruz demektir.


                  Bize, "Filân kimse Tahran'ın kuzeyinden çıkarak kuzey yönünde bir-iki gün yolculuğunu sürdürdü." deseler, bu kimsenin Kum, İsfahan veya Şiraz'a varmasını asla beklemeyiz. Bize bu haberi veren kimse, "Belki bu şehirlerden birisine varmıştır." dese, güleriz ve deriz ki: "Tahran'ın güneyinde bulunan bir şehre varabilmek için güneye doğru gitmek gerekirdi, şu hâlde bu şehirlere kuzeyden varılması bu şartlar içinde mümkün değildir."

                  Bir kimsenin, Türkistan'a doğru gitmesi ve Kâbe'ye varması im-kânsızdır.
                  Cennet ve cehennem, insanın manevî yolculuğunun sonunda yer alırlar, bu yolculuğun iki sunucudurlar. Ahiret âleminde herkes kendi yolculuğunun sonucunun nereye vardığını görecektir. Birisi en yukarı-ya, diğeri en aşağıya varmıştır.




                  Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
                  Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

                  Yorum


                    Ynt: Adl-i İlahi


                    Doğru ve iyi kişilerin defteri illiyyîndedir.

                    Kötü, kötü işler işlemiş kişilerin defteri siccîndedir. (302)

                    Bir hedefe doğru ilerlemeyen veya o hedefin karşıtındaki bir yöne doğru ilerleyen bir kimsenin o hedefe, maksada erişmesi nasıl mümkün olabilir? İlliyyîne doğru hareket etmek, ona erişmek iradesine (isteğine) bağlıdır. İstek de bilme, tanıma ve inanmaya bağlıdır. Böyle bir maksada inanmayan veya azim ve teslîmiyet ile yola çıkmayan, hedefi arzulamayan, erişme niyeti ile bir adım dahî atmayan, isteği olmayan kimse, orada, hedefte boy göstermeyi nasıl bekleyebilir? Şüphesiz her yolun bir hedefi, bir varış yeri vardır. Her yol kendi hedefine varır. Maksat Allah değilse, yol Allah'a ulaşmaz.


                    Kur'ân-ı Kerim buyurur ki:
                    Kim peşin ve çarçabuk dünya nimetlerini isterse, istediğimize dilediğimiz kadarını veririz. Sonra onun için, kınanmış ve itilmiş olarak, cehennemi tahsis ederiz. Ahireti dileyene ve olanca gücü ile onun için uğraşana ve mümin olana gelince, onun emeği karşılıksız kalmayacak, takdir edilecektir.


                    Demek oluyor ki, bir kimsenin düşünce düzeyi dünyayı aşamıyor-sa, dünyadan daha yüce bir hedefi yoksa, yüce uhrevî hedefe ulaşması da imkânsızdır. Fakat ilâhî lütuf ve kerem, bu dünya nimetlerinden, dileyene verilmesini icap ettirir.

                    Burada dikkat edilmesi gereken bir husus vardır: Dünya evreni, tabiat ve madde evrenidir. Sebeplerin önemli olduğu bir evrendir. Dün-yevî sebepler birbiriyle çatışma ve savaşım hâlindedirler. Ayrıca, bu dünyada "kasr" da söz konusudur, aksi yöne doğru iten güç vardır. Şu hâlde hedefi dünya olan kimsenin yüzde yüz hedefe ulaşacağının da güvencesi yoktur. Kur'ân-ı Kerim'in bu hususu anlatmak için seçtiği ifade şudur:

                    İstediğimize, dilediğimiz kadarını veririz.
                    Fakat, manevî düzen çerçevesinde daha yüksek bir hedefi olan ve gönlünü küçük hedeflere bağlamayan, ilâhî hedefe doğru yola çıkan ve iman ile ilerleyen kimse, hedefe ulaşacaktır. Yüce Allah, değerleri bilir, takdir eder, kendine sunulan iyi işleri kabul eder ve karşılıksız bı-rakmaz.


                    Burada çaba sarf etmek ve uğraşmaktan da söz edilmiştir. Çünkü yola çıkıp yürümeksizin yol almaya ve hedefe ulaşmaya imkân yoktur.
                    Sonra, bunu izleyen ayet-i kerimede buyurulur ki:
                    Biz onların tümüne, o ve bu topluluğa Rabbinin bağışı ile yardım ederiz. Rabbinin bağışı kimseden esirgenici değildir.
                    Allah mutlak anlamda, kayıtsız-şartsız feyyazdır, feyiz vericidir (Feyyâz-ı ale'l-ıtlak). Evreni, etken olmak için elverişli, uygun kılmıştır. Eken, ürün alır. Bir hedefe doğru ilerleyen, o hedefe varır.


                    İlâhî hakîmler şöyle derler: "Vacib'ul-vücud biz zât, vacib-un min cemi'il-cihât ve'l-haysiyyât"dır. Zatı itibarı ile zorunlu varlık olan Al-lah, her yön ve özellik ile vaciptir, varlığı zorunludur. Şu hâlde feyzine sınır yoktur, "Vacib'ul-Feyyaziyye"dir. Kim neyi dilerse, Allah da ona o yolda yardımcı olur.

                    Dünyayı talep eden de, bu sebepler dünyasında, sebepler arasın-daki çatışma ve birbirini engelleme dünyasında, bu çatışma ve engel-lemelerin kanun ve sınırları çerçevesinde, Allah'tan yardıma ve desteğe nail olur. O da Allah'ın yardımından payını alır. "Sen bizim yolu-muzdan sapmış, hidayete ermemişsin ve emirlerimize aykırı davran-mışsın; dolayısıyla seni desteklemeyiz." diyerek feyzinden uzaklaştır-maz onu.


                    Diğer bir deyişle evren; ekmek ve dikmek, yetiştirmek ve biçmek için elverişli bir ortamdır. İnsanın alacağı ürün, seçeceği tohumun cin-sine bağlıdır. Kim ne ekerse, bu elverişli ortamda gelişecektir.

                    Evet, hakikat ehli için bir de özel lütuf ve koruma vardır. Buna "rahmet-i rahîmiyye" denir. Dünyadan, başka isteği olmayanlar bu rahmetten yoksundurlar. Çünkü esasen bu lütfün isteklisi değildirler. Ne var ki bu "rahmet-i rahimiyye"den başka bir de "rahmet-i rahma-niyye" vardır. Allah'ın rahmanî rahmeti, bütün halka ve bütün yolculuk süreçlerine yönelmekte ve eşit olarak onları kaplamaktadır.



                    Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
                    Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

                    Yorum


                      Ynt: Adl-i İlahi


                      Sa'dî'nin dediği gibi:

                      Edîm-i zemîn sofre-i âmm-i ûst
                      Ber-in hân-i yeğmâ çe düşmen, çe dûst!

                      Yer yaygısı, O'nun herkese açık sofrasıdır.
                      Bu şölen sofrasında, herkesin yağmaladığı sofrada dost ve düşman birliktedir.


                      Bu bölümde üzerinde durduğumuz konu incelendikten sonra, bu-na ilişkin sorunların bir bölümü çözülmüş olmaktadır.
                      Bir amelin toplumsal ve tarihî boyutu yönünden güzel oluşu, hüs-n-i fiilîsi, ahiret mükâfatı için yeterli değildir, önce bunu anlamış ol-duk. Hüsn-i failî, niyet ve hedef güzelliği de olması gerektiğini kavra-dık. Hüsn-i fiilî beden, hüsn-i failî ruh gibidir, hayat gibidir. Faile a-melin nisbeti açısından amelin güzelliği (hüsn-i failî) için, Allah'a ve ahiret hayatına iman temel ve gerekli şarttır. Bu şart oluş da uzlaşım-dan ileri gelen, uzlaşımsal nitelikte değil, işin niteliği ve öz yapısından ileri gelen bir şarttır (şartiyyet-i zâtî ve tekvinî).


                      Burada yine bir hususa işaret etmek gerekiyor:
                      Birisi itiraz ederek şöyle diyebilir: Bir amelin "hüsn-i failî"ye sahip olması, niyet açısından güzel olması için, mutlaka "gurbet kastı"-nın, Allah'a yakınlaşma kastının bulunması gerekmez. Bir kimse "vic-dan"ının sesine uyarak veya insanî duygular, gönlünü dolduran acıma duygusu ile bu işi yapmış ise, bu amelin "hüsn-i failî" açısından da güzel olması için yeterlidir. Yeter ki, insan bencil duygularla hareket etmesin. İster insanı harekete geçiren "Allah rızası" olsun, ister "insa-niyet"i düşünmüş, "hümanist" davranmış olsun, bu amelde "hüs-n-i failî" vardır.


                      Bu husus üzerinde düşünmeye değer. Biz failin niyeti bakımından "Allah" ile "insanlık" arasında fark gözetmeyen görüşü kabul etme-mekle birlikte ve bu derin konunun üzerinde burada fazla duramaya-cağımızı düşünerek, sadece şunu söyleyeceğiz: Allah için yapılan ameller, Allah için değil de insancıl duygularla yapılan amellerle eşittir denemez; ancak, insanlara hizmet kastıyla, insancıl duygu, güdü ve amaçlarla yapılan amellerin de tamamen bencil amaçlarla yapılan amellere eşit olmadığına da gerçekten inanıyoruz. Allah'ın, bu özgeci amaçlarla yapılan amelleri de tamamen mükâfatsız, karşılıksız bırak-mayacağı kesindir. Bu ihtimali gösteren bazı rivayetler vardır. Bu ri-vayetlerde, meselâ Hatem (Hatem-i Taî) gibi müşriklerin, yaptıkları hayırlar dolayısı ile azap görmeyecekleri veya azaplarının hafifletile-ceği belirtilir.
                      Bu konudaki rivayetlerden, bu sonucu çıkarmak mümkündür:


                      1) Merhum Meclisî; (303) Şeyh Sadûk'un (304) "Sevâb'ul-A'mâl" adlı kitabından, o da Ali İbn Yaktin (305) yolu ile İmam Musa Kâzım'-dan [Ehl-i Beyt İmamları'nın yedincisi ve İmam Sadık'ın oğlu] şöyle buyurduğunu nakleder:

                      Benî İsrail içinde mümin bir kişinin kâfir bir komşusu vardı. Bu inançsız kişi, komşusuna her zaman iyi davranıyordu. Ölünce, Allah onu ateş azabından korudu. Ona dendi ki: Bu durum, senin, mümin komşuna yaptığın iyilikler yüzün-dendir.
                      Merhum Meclisî; bu rivayeti naklettikten sonra şöyle der: "Bu ri-vayet ve benzerleri göstermektedir ki, inançsızlardan bazılarından, iyi davranışları dolayısı ile azapları kaldırılır. Şu hâlde, kâfirlerin azabının indirilmeyeceğine, hafifletilmeyeceğine ilişkin ayetler, hem inançsız, hem de iyi davranışları olma yan kâfirler hakkındadır.




                      Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
                      Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

                      Yorum


                        Ynt: Adl-i İlahi


                        2) Yine Hazret-i İmam Muhammed Bâkır'dan rivayet etmekte-dir:
                        Zalim bir sultan yönetiminde yaşayan bir mümini, o zalim öldürtmek istedi. O mümin kişi, Müslümanların yaşadığı yöre-lerden göçtü. Gittiği beldede bir müşrik onu konuk etti ve ağırladı. O müşrik ölünce, ona şu hitap erişti: "İzzet ve celâlim (ululuğum, yüceliğim) hakkı için, müşrikler için cennette yer olsa idi, seni cennetle karşılardım. Şimdi ey ateş, onu korkut, fakat zarar verme!"


                        3) Resul-i Ekrem (s.a.a), cahiliyye döneminin tanınmış, kâfirlerin-den ve Kureyş'in ulularından olan Abdullah İbn Cud'ân (306) hakkında şöyle buyurdu:
                        "Cehennemde en hafif azap görecek olan, odur." "Niçin ya Resu-lullah?" dediler. "Çünkü o yoksulları doyururdu." buyur-du.


                        4) Yine Resul-i Ekrem (s.a.a) cahiliyye döneminin bazı kişilerini kastederek şöyle buyurdular:
                        Kaftanlıyı, bir de Beytullah'ı ziyarete gelenleri kovan eli sopalıyı, sonra, kediyi eve kapatıp ne yiyecek veren, ne de kendi başının çaresine baksın diye sokağa salan kadını ateşte gördüm. Sonra cennete girdim. Bir köpeği susuzluktan kurtaran, su veren kişiyi de cennette gördüm. (307)

                        Bu gibi kimseler, az-çok her dönemde bulunan, benzerlerine rast-lanan kimselerdir. Bunların, durumlarına göre, azapları hafifletilir veya tamamen kaldırılır.


                        Benim görüşümce, başka insanlara kötülük etmeyip üstelik iyi dav-rananlar, hatta insan dışındaki canlılara da iyilik edenler, -ki bir hadis-te, her canlıya iyilik edenin karşılık göreceğine işaret vardır- bu iyilik-leri yaptıklarında hiçbir beklentisi olmayanlar, hatta yoksulların varlık aynasında kendi görüntülerini gördükleri, yani bir gün kendilerinin de yoksulluğa düşebileceklerini düşünerek bu iyiliğe tahrik oldukları için değil, doğrudan doğruya iyilik güdüsü ile hareket edenler, kimsenin bu iyiliği bilmeyeceğini ve bilseler dahi hiç kimsenin "aferin!" dahi de-meyeceğini bilerek yine de bu iyiliği yapanlar, geleneklere uymak için, başkalarının yaptığını yapmak için değil, doğrudan doğruya hizmet ve iyilik için hareket edenler hakkında şu sonuca varmak zorundayız:


                        Bu gibi kişilerin iç derinliğinde Allah'ı tanımakla hasıl olabilecek nurlardan bir nur vardır. Dilleri ile inkâr etseler dahi içlerinin derinli-ğinde ikrar etmekte, Allah'ın varlığını kabul etmektedirler. Aslında inkâr ettikleri şey; Allah değildir, onların Allah yerine tasavvur ettikleri bir vehimdir, bir kuruntudur. Yahut, Allah'ı kabul etseler dahi, bu kez de ahiret hayatının gerçekliği ile ilişkisi olmayan vehimleri ahiret hayatı yerine yerleştirmişler, sonra da bu kuruntu ve vehimleri inkâr etmişlerdir. Allah'ı ve ahiret gününü gerçekliği ile tanıyabilselerdi, red-detmezlerdi. İnkâr ettikleri; Allah ve ahiret değil, bunlar yerine koy-muş oldukları vehimler, boş öğretilerdir.

                        Hiçbir başka güdü karışmaksızın saf bir şekilde iyilik, adalet ve ihsan ilkesine uymak, aslında kayıtsız-şartsız ve sonsuz güzellik demek olan Allah'a ilgi ve sevginin göstergesidir. Şu hâlde bu şekilde halisane iyilik edebilenlerin kâfirler ile birlikte haşredilmeyecekleri, tam bir kâfir muamelesi görmeyecekleri ümit edilir. Bunların dilleri inkâr etse bile, tam bir inkârcı muamelesi görmezler. Allah her şeyin gerçeğini daha iyi bilendir.



                        Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
                        Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

                        Yorum


                          Ynt: Adl-i İlahi


                          Peygamberliğe ve İmamete İnanmak

                          Şimdi sorunun başka bir bölümünü ele alacağız. O da şudur: Mu-vahhit olan ve ahiret hayatına da inanan, Allah için amelde bulunan gayrimüslimlerin durumu nasıldır?

                          Ehlikitab arasında öyle kişiler vardır ki, ne Hazret-i Mesih'i -hâşâ- Allah'ın oğlu bilirler, ne de başka birisini, meselâ Uzeyr'i. (308) Ne Hayır ve Şer Tanrısı olarak iki ilke, iki ayrı yaratıcı kabul ederler, ne de ateşe taparlar. "el-Mesihu İbnullah" (Mesih, Allah'ın oğludur) da demezler, "Uzeyrun İbnullah" (Uzeyir, Allah'ın oğludur) da demezler, "Ehrimen Şer Tanrısı'dır" da demezler. Kıyamet gününe, mahşer gü-nüne de inanırlar. Bunların amelleri ne olur? Kabul edilecek midir?


                          Burada, kâşif, mûcit ve bilim adamlarından Allah'ı inkâr edenleri ve amellerine hâkim olan sâikin de (güdü) sadece maddiyat sınırları içinde kaldığı bu gibi kişileri ele almak istemiyoruz. Önceki bahislerde söylediklerimizle onların durumunu İslâmî açıdan belirlediğimizi sanıyoruz. Bu bölümde ele alacağımız kişiler, iyi ameller işleyip mebde ve meada, Allah'a ve ahirete iman eden, amellerinde de madde ötesi bir hedef gösterebilenlerdir.

                          Edison ve Pasteur'ün bu gibi kişilerden oldukları söylenmektedir. Yine denmektedir ki onlar dindar kişiler idi, Allah'ı bilen ve O'na iba-det eden kişilerin saikleri ile bu amelleri gerçekleştiriyorlardı. Nasıl dindar Müslümanlar Allah rızası için çaba gösterirlerse, onlar da böyle yapıyorlardı. Bu gibiler, gerçekte bugün kelimeye verilmekte olan an-lamda Hıristiyan değildirler. Eğer bugün kullanılan anlamda Hıristiyan olsa idiler, Hazret-i Mesih'i -hâşâ- Tanrı bileceklerinden, bu takdirde de gerçek muvahhit, tevhit inancına sahip kişiler olarak sayılmalarına imkân olmayacak idi. Denebilir ki Hıristiyan dünyasındaki büyük bilginler, bugün teslis hurafelerine pek değer vermezler. (309)


                          Bu bölümde karşımıza çıkan soruna cevap ararken, şu konuyu in-celememiz gerekir: Nübüvvet ve imamete inanmanın gereği hangi açı-dandır? Niçin nübüvvete ve imamete inanmak da amellerin kabulü için şart olmalıdır?
                          Denebilir ki, nebilere ve Allah velilerine inanma şu iki yönden ge-rekli olmaktadır:

                          Birisi şudur ki, onları tanımak ve bilmek; Allah'ı bilmek, tanımak, onları seçeni tanımak demek olur. Allah hakkında bir kulun gerektiği gibi tam bilgi sahibi olabilmesi, gerçekte Allah'ın velilerini tanımaksızın mümkün değildir. Diğer deyişle, Allah'ı tam, eksiksiz olarak tanımak demek; O'nun yol göstericiliğine, hidayet ve rehberliğine vesile olan, mazhar olan seçkin kişileri de tanımak demektir.


                          İkinci bir sebep de şudur: Bu kişileri tanımaksızın, eksiksiz ve doğ-ru bir davranış programı elde etmek de mümkün değildir. İyi davranış-lı bir Müslüman ile, yine iyi niyetle davranmak isteyen bir gayrimüslim arasındaki fark da buradadır. Müslüman'ın elinde eksiksiz doğ-ru bir program varken, gayrimüslimin elinde böyle bir program yoktur, bu sebeple de aynı derecede başarılı olamaz.

                          İslâm'ın geniş, genel ve eksiksiz bir programı olduğu için, Müs-lüman bu programı iyi uygularsa, başarılı olacağı şüphesizdir. Salih amel demek, sadece halka iyi ve güzel davranmak, ihsanda bulunmak demek değildir. Bütün vacip, haram, mekruh, müstahap olan şeyler, salih ameller programının birer parçasıdırlar. Dindar bir Hıristiyan, İs-lâm'dan uzak olduğu için, bu doğru ve eksiksiz programdan yoksun-dur. Bu sebeple, bu programın muazzam fayda ve feyzinden de yok-sun kalır. Yasak olan, yapılmaması gereken şeyleri yapar, meselâ al-kollü içkinin yasak edilmesine sebep olan zararlar ona erişir. Bu açıdan onun durumu; bir hekimin yol göstericiliğinden yoksun olduğu için vaktinden önce kalbini, karaciğerini veya sinirlerini yıpratan ve ömrünü kısaltan kişinin durumuna benzer.






                          Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
                          Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

                          Yorum


                            Ynt: Adl-i İlahi


                            İslâm'ın programında ise öyle ilke ve buyruklar, düsturlar vardır ki, bunlarla amel etmek ruhî ve manevî tekâmülün şartıdır. Bir gayri-müslim ne kadar tarafsız, önyargısız, bağnazlık ve inattan kurtulmuş olursa olsun, insanlığın bu eksiksiz programından yoksun kaldığı için, bu programın sağladığı yararlardan da ister istemez yoksun kalacaktır.


                            Beş vakit namaz, oruç, hac gibi ibadetlerden, bu kişi yararlanama-yacaktır. Tarım konusunda doğru dürüst bir bilgi ve programı olmak-sızın tohum eken kişiye benzeyecektir. Bu kişinin elde ettiği ürün ile, doğru ve elverişli bir program dahilinde toprağı önce süren, uygun vak-tinde tohumu eken, kısaca bütün gerekli işlemleri zamanında ve gerektiği gibi yapan kişinin aldığı ürünün aynı olması mümkün değil-dir.

                            İkisi (iyi işler yapan Müslüman ve gayrimüslim) arasındaki fark şöyle de belirtilebilir: Müslüman, bilgili bir hekim denetiminde ve o-nun öğüt ve reçetelerine harfiyen uyarak hareket ederken, gayrimüs-lim, doktor tavsiyesi olmaksızın eline geçen şüpheli ilâcı kullanan has-ta gibidir. Şu hâlde iyi ilâç da, yanlış ilâç da kullanmış olması, yararlı veya zararlı gıdayı almış olması mümkündür.


                            Demek ki, Müslüman ve gayrimüslim, her ikisi de Allah'a iman etse bile, aralarında "doğru programa sahip olmak veya ondan yoksun olmak" açısından bir fark vardır ve bu fark dolayısı ile de farklı sonuç-lar ister-istemez olacaktır. Diğer deyişle, Müslüman hidayete erişmiş, gayrimüslim ise, Allah'a inansa dahi hidayete erişmemiştir.

                            Kur'ân-ı Kerim bu konuda şöyle buyurur:
                            Şüphesiz, eğer teslim olurlarsa, hidayete ermişlerdir.
                            Demek ki, hidayete gerçek anlamı ile ermek için, Muhammedî (s.a.a) programa teslim olmak gerekir.


                            Bütün söylediklerimizden sonra şu sonuca varıyoruz: Gayrimüs-limlerin de tümü aynı durum ve konumda değildir. Gayrimüslimlerin bir kısmı Allah'a ve ahiret gününe de inanmaz iken, bir kısmı Allah'a ve ahiret gününe inanır ama nübüvvete imanı yoktur. Yine de bu iki tür gayrimüslim arasındaki fark, önemli ve büyüktür. Birinci bölüğe girenlerin amelleri Allah katında makbul olmaz. Fakat, ikinci bölüğe girenler için bir imkân ve ihtimal vardır. Bu ikinci bölüğe girenler, ba-zı kayıt ve şartlarla cennete girebilirler, fakat diğerleri giremez.


                            Öyle görünüyor ki, İslâm'ın, müşrik ve kâfire sert bir tutum takı-nırken Ehlikitab'a daha müsamahalı oluşunun ve onu inancında serbest bırakışının sebebi de budur: Müşrik veya Allah'ı inkâr eden kişi, kurtuluş kapısını kendisine ebediyen kapatmıştır. Maddî tabiat dan geçerek melekut âlemine yücelme ve ebedî cennete nail olma mutlu-luğundan kendisini yoksun kılmıştır. Ehlikitap ise, tam ve eksiksiz bir biçimde olmasa bile, salih bir amel işleyebilir ve yine bazı kayıt ve şartlarla bunun sonucunu da görebilir. Kur'ân-ı Kerim, Ehlikitab'a hi-taben şöyle buyurur:

                            Bizimle sizin aranızda eşit olan bir söze (bir ortak inanca) ge-lin: Allah'tan başkasına tapmayalım; O'na hiçbir şeyi ortak kılmayalım ve Allah'ı bırakıp da bazılarımı bazılarını rabler edinmeyelim.
                            Kur'ân-ı Kerim Ehlikitab'a bu çağrıyı yapmış, fakat müşrik ve mün-kirlere bu çağrıyı yapmamıştır.




                            Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
                            Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

                            Yorum


                              Ynt: Adl-i İlahi


                              Afete Uğrama

                              İmanın değeri konusuna ilişkin olarak ele alacağımız üçüncü sorun, küfrün ve inadın olumsuz yöndeki (menfi) değerleridir (eksi değer). Acaba küfr ve inat bir hayırlı ameli yok edebilir, etkisiz ve yararsız bırakabilir mi? Bir doğal afetin ürünü yok etmesi gibi, küfrün ve inadın da amellerin sonucuna etkisi var mıdır? Diğer deyişle, insan, bütün gerekli şartları, gerek hüsn-i fiilî ve gerek hüsn-i failî açısından arananları kendisinde toplayabilmiş bir amel işledikten sonra, dinin temel ilkeleri sayılan bir ilke karşısında inatçılık eder, kafa tutarsa, kendi özünde "hayır" olan, "melekutî ve nuranî" bulunan, ilâhî ve me-lekutî boyutunda bir eksiklik olmayan bu amel, bu küfr ve inad dola-yısı ile veya diğer bir manevî sapma gösterilmesi dolayısı ile yok olur, heba olur mu? İşte burada "afet" sorunu ile karşılaşmış oluyoruz.


                              Bir amel, hem hüsn-i fiili (beden, dış görünüş), hem de hüsn-i faili (ruh, iç görünüş, failin niyet ve hedefi) açısından güzel ve iyi olabilir. Hem mülkî, hem de melekutî yönü tam olabilir. Buna rağmen, mele-kutî yönü açısından, bir afete uğrayarak heba ve telef olması, hiçe git-mesi mümkündür. Nitekim bozuk olmayan tohum ekilir de, yeşerme-den veya biçilmeden önce bir afete uğrayabilir. Çekirge gelir, yıldırım düşer de yakar vs. Kur'ân-ı Kerim; bu afet çarpması olayına "habt" adını verir. (310)

                              Afet çarpması olayı, sadece kâfirlere özgü bir olay değildir. Müs-lümanların iyi amelleri de afet çarpması ile karşılaşabilir. Meselâ bir Müslüman, bir yoksula maddî yardımda bulunur ve bu ameli Allah ka-tında makbul olur. Ardından onun başına kakar, minnet yükler, her-hangi bir şekilde ona manevî eziyet eder, böylece bu hayırlı amelinin ürünü, kendisi için hayırlı sonuçları da mahvolur, hiçe gider.


                              Kur'ân-ı Kerim buyurur ki:
                              Ey iman edenler, sadakalarınızı minnet yüklemek ve eziyet etmekle batıl, sonuçsuz kılmayın.
                              Hayırlı amellere karşı nasıl "minnet yükleme ve başa kakma", afet etkisi yapar ve onları mahvederse bir diğer afet de "haset"tir.

                              Rivayette şöyle gelmiştir:
                              Haset, şüphesiz, hasenatı, güzel ve iyi amelleri, ateşin odunu yaktığı gibi yakar, kül eder.


                              Bu afetlerden bir diğeri de "cuhut"tur, gerçeğe körü körüne karşı çıkmaktır. Cuhut; insanın düşünce bakımından muhakeme (akıl yürüt-me) ve kanıtlar dolayısı ile gerçeği kabul etmesi, gerçeğin o kişinin ak-lına aydın ve apaçık duruma gelmesi, ne var ki, bencil duyguları ve ki-birlenmesi dolayısı ile bunu itiraf etmeyerek dili ile gerçeğe saldırması, gönlünün teslim olmamasıdır. Daha önce teslimin aşamalarını açık-larken, "cuhut" diye ifade ettiğimiz ruh hâli üzerinde durduk. Burada, "afet çarpması" konusu dolayısı ile biraz daha açıklama yapacağız.

                              Emir'ül-Müminin Ali (ona selâm olsun) İslâm'ı tanımlarken şöyle buyurur: "İslâm, teslimdir."
                              Demek oluyor ki bireyin çıkarları, bağnazlığı (taassubu), alışkan-lıkları ve görenekleri gerçeğin karşısında dursa bile insanın kendisini gerçeğe, hakikate teslim etmesi, hakikat dışındaki her şeyden yüz çe-virmesidir.


                              Ebu Cehil (311) de cuhut hâlinde idi. Resul-i Ekrem'in (s.a.a) nü-büvvetinin gerçek, onun doğru sözlü olduğunu biliyordu. Ne var ki yi-ne de teslim olmayıp düşmanlığını sürdürüyordu. Bazen duyarız: Bir kimse, "Ben cehenneme gideceğimi bilsem de şu işi yapmam!" der. Bu şu demektir: Gerçek olduğunu bilsem bile, gerçeği kabul etmem! Bu ruh hâlini ifade eden deyimler vardır ve hepsi "cuhud" hâlini gös-terirler. Kur'ân-ı Kerim, bazılarında bulunan bu ruh hâlini çok güzel belirtmektedir:
                              "Allah'ım! Bu, gerçek ise, senin katında hak ise, başımıza gökten taş yağdır veya bize elim bir azap ver!" dedilerdi.




                              Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
                              Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

                              Yorum


                                Ynt: Adl-i İlahi


                                Kur'ân-ı Kerim, tek cümle ile bazı insanların hasta ruhunu veciz biçimde tasvir etmekte, betimlemektedir. Ayet-i kerimede nitelenen insan, "Allah'ım! Bu husus eğer doğru ise gönlümü onun kabulüne ha-zırla!" diyecek yerde, "doğru ise bana azap gönder, benim varlığımı ortadan kaldır!" der. Böylece yaşadığı takdirde doğruya ve gerçeğe ta-hammül edemeyeceğini ortaya koyar.


                                Bu ruhî hâl, çok tehlikeli bir hâldir. Küçük ve önemsiz konularda da olsa, içimizden ne kadar çoğu -Allah korusun- bu hastalıklı ruh hâ-linden mustariptir! Bir büyük müçtehit veya bir bilim dalında dünyaca meşhur bir kişinin, bir konuda görüş açıkladığını düşünelim. Sonra ta-nınmamış bir kişi, meselâ genç bir öğrenci ortaya bu alanda doğru gö-rüşü veya sonucu koyabilmiş olsun. Bu görüşün doğruluğunu yüksek makam sahibi olan o bilgin anladıktan sonra, yanıldığını itiraf ediyor ve hakikate teslim oluyorsa, o gerçekten "müslim"dir. Çünkü "İslâm, teslimdir". "Kim teslim oldu, İslâm'a girdi ise, Allah'a yönelmiştir." (312) Böyle bir kişi, çirkin "cuhûd" sıfatından, bu sıfatın pisliğinden arınmıştır. Buna karşılık; inkâra sapar ve kendi makamının "onur"unu korumak, şöhretine zarar vermemek için hakikat ile savaşa kalkışırsa, o zaman "cuhut" hâlinde demektir.


                                Bu kişi bir hekim ise ve fazla insafsız bir kişi değilse, ilmini de-ğiştirir, içinden o genç öğrencinin doğru söylediğini kabul eder ve ona uyar. Çok insafsız bir kişi idiyse, bu takdirde ilmini de değiştirmez ve reçeteleri yine bildiği gibi yazar.

                                el-Kâfi'de bir rivayet vardır: Muhammed İbn Müslim der ki: İmam Muhammed Bâkır'dan (ona selâm olsun) şöyle duydum:
                                İkrara ve teslime götüren, hakikati kabule götüren şey iman-dır, inkâra ve cuhuda, hakikate karşı ayak diremeye götüren her şey ise küfürdür.


                                Anlatırlar ki: Merhum Ayetullah Seyyid Hüseyin Kuhkemerî (Al-lah'ın rızasına erişsin) (313), Cevahir sahibinin (314) öğrencilerinden idi ve ünlü bir müçtehit olarak bilinirdi. Her gün belli saatte Necef (315) mescitlerinden birisine geliyor ve ders veriyordu.

                                Bildiğimiz gibi, fıkıh ve usul alanında söz sahibi olmak ve o alanda ders vermek insanı merci-i taklit olmaya ve riyaset sahibi olmaya götürür. Medrese tahsili görmüş birisi merci' olarak tanınmış olma-dıkça adeta hiçtir, sıfırdır. Genellikle çok mütevazı şartlar içinde yaşar. Müctehid ve fetva makamı (merci) olarak tanınır tanınmaz, artık onun görüşüne önem verilmeye başlanır. Malî gücü de artar. Merhum Seyyid Hüseyin Kuhkemerî işte bu yollardan geçerek bu önemli makama gelmişti.


                                Bir gün Merhum, bir yerden dönüyordu. Ders saatine aşağı yukarı yarım saat kaldığını gördü. Eve gitmenin değmeyeceğini, doğruca ders vereceği mescide gitmenin daha iyi olacağını düşündü. Mescide girin-ce gördü ki erken olduğu için daha kimse gelmemiş. Fakat, mescidin bir köşesinde yoksul giyinişli yaşlı kişinin, bir-iki öğrenciye ders an-lattığını gördü ve kulak verdi. Büyük bir hayretle gördü ki bu yaşlı adam çok sağlam temellere dayanan ve araştırıcı bir yöntemle ders ve-riyor. Ertesi gün tekrar erken gelerek bu Şehy'i dinledi ve onun hak-kındaki kanaati büsbütün güç kazandı. Bu durum birkaç gün tekrar-landı. Merhum Seyyid Hüseyin kesinlikle anladı ki bu Şeyh kendisin-den daha üstün, daha fazıldır. Kendisi bu Şeyh'in dersinden yararlana-bildiğine göre, öğrencilerinin de onu dinlemeleri daha yararlı olacaktı.

                                Bunu düşündüğü sırada, kendisini teslim ve inat, iman ve küfr, a-hiret ve dünya arasında, seçim gereği içinde görmekte idi.






                                Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
                                Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

                                Yorum

                                YUKARI ÇIK
                                Çalışıyor...
                                X