Duyuru

Daraltma
Henüz duyuru yok.

Kerbela'da Peygamberin Atı

Daraltma
X
 
  • Filtre
  • Zaman
  • Göster
Hepsini Temizle
yeni gönderiler

    #31
    Ynt: Kerbela'da Peygamberin Atı

    Çok geçmeden o da yere yuvarlanmış, sahibinin başını göremeyen zavallı at ürkerek bir iki adım gerilemişti.

    Nedendir bilmem, kimse gelip de bu baba oğlun cesedini götürmeye cüret edemedi.

    Aliekber'in sürati, cesareti ve mahareti herkesi şaşkına çevirmişti.

    Böyle şeyler ancak masallarda olur, efsanelerde anlatılırdı.

    Ama Kerbelâ gerçek bir efsaneye tanık oluyordu şimdi işte.

    Damarlarında Hz. Resulullah'ın (s.a.a) ve Haydar-ı Kerrar Aliyy-i Murtaza'yla (a.s) Sıddıka-i Kübra Zehra-ı Ethar Hz. Fatıma'nın (a.s) kanını ve canını taşıyan Ali-ekber'le bizi uzaktan vakarla seyreden İmam (a.s) için-se, tamamen doğal ve basit vakıalardı bunlar.

    Aliekber'in şimşeği andıran kılıcıyla cehenneme yuvarlanan üçüncü kişi, Tarık'ın 2. oğlu Talha oldu.

    Onu, Mısra b. Galip izledi.[2]

    Her ikisi de, tıpkı öncekiler gibi göz açıp kapayıncaya kadar kanlar içinde toprağa serilivermişti!

    Ama şu Mısra b. Galib'in çehresi pek aşina gelmişti bana... Fırsat olsa, onu daha önce nerede gördüğümü soracaktım atından, ama bunu hiçbir zaman soramayacağım ondan artık. Çünkü Aliekber'in kılıcı bu kez çok daha farklı ve ilginç bir destan yaratmış, binicisiyle birlikte atını da ikiye biçmişti!

    Bu inanılmaz darbe karşısında, düşman ordusundan yükselen hayret dolu sesleri hiç unutmam.

    Bu olayı görünce, düşman saflarının en önünde duran birçok kişi hemen o sırada atının başını çevirip süratle Kerbelâ'yı terk etmiş, Sa'd oğlu Ömer'in muhafızları bu askerlerin bir kısmını zorla geri çevirmişlerdi.

    Doğrusu ben bile şimdiye değin Hz. Ali'den (a.s) başka, binicisiyle atını bir anda ikiye biçen böyle bir darbe görmüş değildim.

    Bu nedenledir ki, Mısra'nın gözlerinin fal taşı gibi açılması gayet doğaldı. Bu darbeden birkaç saniye sonra bile Mısra'nın, vücudunun ikiye ayrıldığına ve vücudunun ortasından rüzgarın geçeceğine kendisinin bile inanmadığını biliyorum.

    Düşman ordusu dehşete kapılmıştı. O büyük ordudan çıt çıkmıyordu şimdi.
    Derdin kendindedir bilmiyorsun, derman yine sendedir görmüyorsun, içine koca bir alem yerleştirilmiş; sen hala kendini küçük bir şey zannediyorsun. / Hz. Ali (as)

    Yorum


      #32
      Ynt: Kerbela'da Peygamberin Atı

      Resulullah'ın Evlâtları Böyledir...


      Aliekber'in teker teker ve kolayca devirdiği bu adamlar, alelâde kimseler değildi çünkü.

      Her biri tanınmış bir kabadayı, meşhur birer savaşçıydı.

      Ama düşmanı dehşete düşüren şey, öldürülenlerin kimliği ve sayısı değildi sadece.

      Çok kısa sürede yenilmeleri ve "öldürülüş şekilleri" de başlı başına korku ve dehşet sebebi olmuştu şimdi.

      Karşımıza çıkanların hiçbiri savaşacak mecal dahi bulamamıştı çünkü.

      Bu da, karşılarındaki bu genç kahramanın gerçek anlamda bir "savaş teknikleri ustası" olduğunu ve bu işi gerçek uzmanlardan öğrendiğini ortaya koyuyordu.

      Binicisiyle birlikte ikiye ayrılan at, onun aynı zamanda çok acı bir kuvvete de sahip olduğunu göstermişti.

      O kadar alçakgönüllü ve sade görünüşlü olması beni de yanıltmış, onun savaş meydanında böyle harikalar yaratabileceğini hiç düşünmemiştim.

      Ağla Leyla, ikimiz de ağlamakta haklıyız...

      Yeteneklerini gizler, övünmekten ve övülmekten hiç hoşlanmazdı.

      Onun yaman bir savaşçı olduğunu duyanlar da, duydukları gerçeğin böylesine bir zirve olabileceğini akıllarından dahi geçiremezlerdi şüphesiz.

      Fazla söze ne hacet? Doğrusunu istersen karşımız-daki otuz küsûr bin kişilik ordu fiilen yenilmişti artık.

      Meydanın kayıtsız şartsız bir tek galibi vardı: Hüseyin b. Ali'nin (a.s) oğlu, Aliekber!

      O, yenilmesi imkânsız bir kahraman ve karşısındaki kalabalıksa, onun ezici gücü ve inanılmaz savaş mahareti karşısında kıpırdayacak mecal dahi bulamayan bir "bozguna uğramış sefiller ordusu"ydu!

      Bu sırada yine uzaktan bizi izleyen İmama takıldı gözüm...

      Baba-oğul arasında gidip gelen o güçlü bakışlar ve İmamın memnuniyetle, gülümseyen bakışlarıyla Ali'sine söylediği o "aferin"ler mi veriyordu yoksa bu olağanüstü güç ve kuvveti ona?

      İmamın (a.s) o tatlı tebessümü...

      Memnuniyetini ifade eden o derya derini bakışları.

      İnanç sahibi her insan, onun bu tebessümünü kazanabilmek için bir değil, bin kez ölümü kucaklasa yeridir.

      O başı bulutlara değen yüce dağdan bu lâle bahçesine ulaşan tarifi imkânsız esinti, çölün tandırı andıran sıcağında -susuzluk da dahil- her şeyi unutturuyor ve Ali'nin gücüne güç katıp direncini pekiştiriyordu.

      "Bu iş böyle giderse, düşman ordusu ya teker teker ölecek veya birkaç saat sonra çil yavrusu gibi dağılacak" diye düşündüm o sırada.
      Derdin kendindedir bilmiyorsun, derman yine sendedir görmüyorsun, içine koca bir alem yerleştirilmiş; sen hala kendini küçük bir şey zannediyorsun. / Hz. Ali (as)

      Yorum


        #33
        Ynt: Kerbela'da Peygamberin Atı

        Aliekber böyle savaşmaya devam ederse, çok geç-meden düşüncemde haklı çıkacağımdan emindim.

        Ama bu nAmertler ordusu, o güne kadar hiç bozulmamış olan "Arapların savaş geleneği"ni bozdular alçakça.

        Uzakta olmasına rağmen birden, İmamın (a.s) bakışlarının değiştiğini ve renginin hafifçe sarardığını fark ettim.

        Endişeyle bizim arkamızda bir yere bakıyordu.

        Aliekber de ondaki bu ani değişikliği görmüştü.

        Ani bir hareketle geriye döndük.

        Namertler ordusu, iki koldan topluca saldırıya geç-mişlerdi!

        Çok çirkin bir manzaraydı bu. Müşrik Arapların bi-le kitabına sığmayan bir namertlikti...

        Her koldan bin kişilik süvari saldırıyordu.

        İki bin süvarinin kaldırdığı kesif toz bulutu, savaş meydanının görüntüsünü bütünüyle değiştirmişti.

        Bu gidişle, korkunç bir hezimete uğrayacağını ve ölümüne çarpışılan geleneksel teke tek savaşla Aliek-ber'i yenebilmenin imkânsız olduğunu anlayan Sa'd oğlu Ömer, o güne değin hiçbir savaşta görülmemiş bir kalleşlik daha yaparak bir tek savaşçının üzerine iki bin atlı salmıştı.

        Ortalık nal sesleri ve korkunç naralarla inliyordu şimdi.

        Bu tür savaşları görmediğin için; sen orada olsan, deprem oluyor sanırdın...

        Tepeden tırnağa silâhlı bin atlı Muhkem b. Tufey-l'in, bin atlı da İbn-i Nevfel'in komutasında, sel gibi üzerimize gelmedeydi...

        Derdin kendindedir bilmiyorsun, derman yine sendedir görmüyorsun, içine koca bir alem yerleştirilmiş; sen hala kendini küçük bir şey zannediyorsun. / Hz. Ali (as)

        Yorum


          #34
          Ynt: Kerbela'da Peygamberin Atı

          Yarasaların İhaneti


          Şunu hemen söyleyeyim ki, bu iki bin atlıyla savaştığımız süre boyunca; "Aliekber susuz... Yorgun... Uykusuz. Nice yakınlarının ve en samimi arkadaşlarının ölümüne şahit oldu şu 48 saatte. Buna rağmen inanılmaz bir güç ve enerjiyle nasıl da savaşıyor!? Ya yorgun, susuz, uykusuz ve matemli olmasa nasıl savaşırdı acaba?" diye düşündüm hep.

          Ve şunu da anladım ki, benim ona gereğince destek olmam ve tam iki bin atın şecaat ve gayretiyle o meydanın altını üstüne getirmem gerekiyordu...

          Aliekber bu defa, daha önceki teke tek çarpışmalarda olduğu gibi kaya misali dimdik ve hareketsiz durmadı, Hafif bir işaretle hareket emri verdi.

          Yayından fırlayan ok gibi sağ cenaha doğru kanatlandık.

          Onunla olduktan sonra bir kişiyle çarpışmak da birdi, bin kişiyle çarpışmak da.

          O güne kadar öyle koştuğumu hatırlamıyorum.

          Onca at, mızrak ve kılıç seline doğru balıklamasına hem de!...

          Çarpışma çok sert ve ani oldu. İlk anda birkaç at, sahibiyle beraber yere yuvarlandı. Arkadan gelen bir çok atlı da hızını alamayarak, onlara çarpıp yerlere ka-paklandılar.

          Ali, göz açıp kapayıncaya kadar birkaç kişiyi haklamıştı. Ben sıçrayıp da yerlere kapaklanan atların üzerinden geçerken o, inanılmaz bir süratle dört bir yana uzanıyor, yöneldiği her yanda mutlaka birilerini deviriyordu.

          İki bin kişilik ordu dehşete kapılmıştı.

          Ben nereye yönelsem, önümdekiler sağa sola kaçışmaya çalışıyor, dar bir koridorda sert bir çelik sesleri arasında savaşçıların ard arda yere yuvarlandıklarını görüyordum.

          Müthiş bir sahneydi...
          Derdin kendindedir bilmiyorsun, derman yine sendedir görmüyorsun, içine koca bir alem yerleştirilmiş; sen hala kendini küçük bir şey zannediyorsun. / Hz. Ali (as)

          Yorum


            #35
            Ynt: Kerbela'da Peygamberin Atı

            Onlarca ölü saydım, ondan sonra saymayı bıraktım artık. Ali durmadan kılıç sallıyor ve onun her hareketinde en az bir kişi atından yere yuvarlanıveriyordu çünkü. Onca ceset ve yere kapaklandığı için ayaklar altında debelenen onca at arasından sıçrayarak sürekli ve çok hızlı bir şekilde yer değiştiriyorduk.

            Üzerimize sıçrayan kanlarla, ikimiz de tepeden tırnağa kan içinde kalmış, o hâlimizle korkunç bir görünüm almıştık. Bu kan gölünün ortasında Azrail gibi ilerliyorduk.

            Aliekber durmadan, yorulmadan, usanmadan kılıç sallıyor; kimi zaman nara atarak, kimi zaman haykırarak, kimi zaman da nefes tazelercesine bir soğukkanlılıkla, ritmik ve yavaş sesle zikirler söyleyip tekbirler getiriyor, her kılıç darbesini bir zikirle süslüyordu.

            Ah! Orada olacaktın da, görecektin Leyla! Nasıl da çarpışıyordu arslanlar gibi!

            Ya ben? Ondan aldığım cesaretle inanılmaz bir enerji bulmuş, adetâ kanatlı bir küheylan olmuştum.

            O korkunç çarpışma ve o inanılmaz hengâmede bile fırsat buldukça, kısa bir bakış fırlatıyordu İmama.

            İşte o zaman Aliekber'in bu bitmez tükenmez enerjisinin kaynağını keşfettim!

            Bu nadide çiçek, bütün enerjisini güneşten alıyordu! İkimiz de bir fil kadar güçlü ve dayanıklı, bir panter kadar atak ve çeviktik o sırada.

            İki cenah birbirlerine karışmış olduğundan, kaç kişinin sağ kaldığını anlayamadım. Vaktin nasıl geçtiğini de. Birden, etrafımızın boşaldığını fark ettim. Önümüzde kimse yoktu!

            Dehşete kapılan ordu bozguna uğramıştı, herkes kendi canını kurtarmaya çalışıyordu. Yerde inleyen yüzlerce yaralı ve göz alabildiğine meydanı dolduran cesetlere aldıran yoktu bile.

            Savaş tandırı giderek soğuyordu. Kısa bir mola demekti bu. Savaşlarda bu molalara sık sık rastlanır. Kaleme alınmayan sosyal bir sözleşme gibidir. Bu kısa molalarda, taraflar cenazeler ve yaralılarını kaldırırlar. Kuvvetlerini yeniden derleyip toparlar, orduya bir çeki düzen verirler.

            Aliekber'in nefes tazelemesi ve babasıyla görüşebilmesi için iyi bir fırsattı bu...

            Derdin kendindedir bilmiyorsun, derman yine sendedir görmüyorsun, içine koca bir alem yerleştirilmiş; sen hala kendini küçük bir şey zannediyorsun. / Hz. Ali (as)

            Yorum


              #36
              Ynt: Kerbela'da Peygamberin Atı

              7. Bölüm

              Güneş Vuruluyor...


              Ah, orada olacaktın da görecektin Leyla!

              Ne muhteşem bir karşılaşmaydı bu...!

              Dünyanın en nadide güllerinden ve anaların doğurduğu en nadide arslanlardan biri olan bir oğul... Yaralanmış... Vücudu yaralar içinde, yorgun, susuzluktan kavrulup kül olmuş, dudakları çatlayıvermiş olgun nar misali...

              Ve bir baba...

              "Bütün dünya bir yana, Aliekberim bir yana!" derecesine âdeta... Bir an önce yiğit oğlunu, yaralı bağrına basıp, anaları kıskandıran bir şefkatle okşayıp koklayabilmek için yüreği kıpır kıpır...

              Çatışmanın sonuna kadar o küçük tepeden inmeyen ve bakışlarını bir an olsun üzerinden ayırmayarak kalbini, hatta bütün varlığını, gücünü ve enerjisini bu bakışlarda toplayarak oğluna aktarmak isteyen sevgi ve metanet timsali emsalsiz bir baba...

              Ve uğruna bir değil, binlerce kez neşeyle ölüme koşmaya hazır; bir değil, bin Kerbelâ'ya her lahza amade, her babanın rüyası olan emsalsiz bir oğul...

              Bu amansız savaşta kendisini bir lâhza olsun yalnız bırakmayan babasının üzengideki ayaklarını öpebilmek için, ayağı üzengiden toprağa değiyor...

              Ama baba, kimseye üzengi öptürecek bir insan de-ğil. Meleklerin secde ettiği gerçek "insan"...

              Oğlundan önce, o iniyor yere...

              Ah! Nasıl unuturum o sahneyi?

              Bulutlarla yüce dağların dorukları mı desem; meleklerin binler, yüz binler hâlinde yeryüzüne nüzulü mü desem?

              Güneşle ay toprağa ayak bastı sanırdın.

              İmam (a.s), her biri bin rahmet olan kanatlar misali kollarını açıp Ali'sini kucakladı.

              Yıllardır onu böylesine bir kez kucaklayabilmek için beklemişti sanki...

              Güneşle gündüz buluşmuştu âdeta.

              Ve; bir asrı geride bırakmış olan ben biliyordum sadece bu hasretle kavrulan sarılmanın ne derin bir okyanus olduğunu.
              Derdin kendindedir bilmiyorsun, derman yine sendedir görmüyorsun, içine koca bir alem yerleştirilmiş; sen hala kendini küçük bir şey zannediyorsun. / Hz. Ali (as)

              Yorum


                #37
                Ynt: Kerbela'da Peygamberin Atı

                Nasıl sarılmasındı İmam?

                Sevgili dedesi Resulullah'ı (s.a.a) görmüştü âdeta bir an... Böylesine yaralar içinde, tepeden tırnağa al kanlara gark olmuş!

                Ve Aliekber, o hazretin yaşayan timsaliydi.

                Onu sevip de Ali'ye vurulmamak mümkün müydü sahi?

                Ve Aliekber... Asırların susuzluğunu giderircesine nasıl da hasret gidermede. Deryalar dolusu huzur ve güç alıyor bu enerji kaynağından âdeta...

                İki dağ kavuştu.

                İki şahin kucaklaştı.

                Ayla güneş öylesine yoğruluverdi ki birbirinde ne o kaldı, ne de bu... Bütün bir uzayda ışıyan emsalsiz bir nur patlaması oldu âdeta...

                Ayrılmak istemiyorlar hiç. Kollar gevşemiyor nedense...

                "Hiç bitmesin bu sarılış, böylesine varsınlar mahşere!" diye gözyaşları içinde Rablerine yakaran melek-lerin ilâhî terennümlerle dolu temennilerini duyar gibiyim âdeta...

                Bu sırada, İmamın (a.s) bir sorusuna Aliekber'in verdiği cevabı duydum ve işte o zaman can evimden vuruldum Leyla: "Susuzum baba! Susuzluk mecal bırakmıyor bende."

                Ah, ağlama Leyla! Dur da anlatayım, ne olur...

                Hayretler içinde kaldım o sırada. Fırat hâlâ gürül gürül akıyordu çünkü. Ve Hz. Resul-i Ekrem'in (s.a.a) biricik Aliekberi susuzluktan yanıp kavrulmadaydı iki adım ötede!

                Onun çok sakin bir sesle söylediği bu sözü Fırat duymadı.

                Duysa, o koca ırmak oracıkta kururdu mutlaka.

                Kurda, kuşa; kâfire, müşrike açık olup da Allah'ın en has kullarına bir yudum suyun ulaşamıyorsa, ırmak olmanın ne anlamı var? Kurursan daha iyi değil mi?

                Taşlarla çakıllara çarpan suyunun sesini Aliekber-ler duyup da hasretle tutuşmaz hiç olmazsa o zaman!

                İmamın senden incinmemiş olur hiç olmazsa!

                Vurma öyle bağrına Leyla!... Yolma saçlarını, ne olur...

                Susuzluğun ne kadar zor olduğunu, ancak Kerbe-lâ'da susuz şehit olanlar bilir...

                Bir de ben...

                Oradaydım çünkü.

                Onlarlaydım çünkü.
                Derdin kendindedir bilmiyorsun, derman yine sendedir görmüyorsun, içine koca bir alem yerleştirilmiş; sen hala kendini küçük bir şey zannediyorsun. / Hz. Ali (as)

                Yorum


                  #38
                  Ynt: Kerbela'da Peygamberin Atı

                  Hem, ben bir atım; susuzluğa ve yorgunluğa ne kadar dayanıklı olduğumu çöller de bilir.

                  Ama o cehennemin ortasında... O belâ çölünün ka-vurucu tandırında benim bile dilim dışarı sarktıktan sonra... Gerisini, var sen düşün artık...

                  Susuzluk nedir bilir misin? Bazen dilin, damağın kurur; ama bir yudumla geçecek bir susuzluktur bu.

                  Bazen midenle bağırsaklarının kuruduğunu hissedersin. Bu da, birkaç yudum suyla geçen bir susuzluktur...

                  Ama bir susuzluk da var ki, yüreğinin yağlarını eritiverir; ciğerlerinin sökülmeye başladığını, içinde korkunç bir yangının alevlendiğini hissedersin...

                  Bu susuzluk çok zordur işte. Nice atların bile bu sınırın ilk adımında nasıl yanıp kavrulduğunu ve yere serilip nasıl can verdiğini bizzat görmüşümdür ben.

                  Bir ırmağı içsen, suya kanmayacağını sanırsın...

                  Her şeyi su gibi görmeye başlarsın artık, sudan gayrı bir düşünce bile uğramaz olur zihnine. Her serabı suya, her sesi su sesine benzetir zihin...

                  O güne kadar suyu nasıl lâlettayin kullandığını ha-tırlar, kahrolursun...

                  Niçin ömrünün sonuna dek yetecek kadar su içme-diğin veya suyun bu önemini neden daha önce hiç düşünmemiş olduğun şeklinde çocukça düşünceler gelir aklına.

                  Susuzluğun ilk cinnetleridir bu.

                  Bu noktada her şeyini bir yudum suya feda etmeyecek çok nadir canlı vardır.

                  Ahdin, sözün, dinin, imanın, kararın, sözleşmenin, kanunun ve kuralın bini bir yudum su olur o sırada.

                  Haklısın...

                  Kerbelâ'da böyle olmadı ama!...

                  Kerbelâ'nın bin nice yıldır dillerden düşmemesi de bu yüzden değil mi zaten?

                  O hamasî destanı yaratan kahramanların, göğün en süslü yıldızları olması da bu yüzden değil mi işte?

                  Kerbelâ'nın susuzluk ve kılıçlar cehennemini, Fırat'ın suyuyla gelecek cennete kim değişir şimdi.

                  Seyyid-üş Şüheda'nın (a.s) saflarındaki askerlerin, Talut'un ırmakla sınadığı o seçkin savaşçılar ve o "seçkin inananlar"dan daha üstün olmasının nedeni budur işte...
                  Derdin kendindedir bilmiyorsun, derman yine sendedir görmüyorsun, içine koca bir alem yerleştirilmiş; sen hala kendini küçük bir şey zannediyorsun. / Hz. Ali (as)

                  Yorum


                    #39
                    Ynt: Kerbela'da Peygamberin Atı

                    Kerbelâ!


                    İblisi utancından mosmor eden örnek!

                    Şeytana secdeyi öğreten "çamurla sıvanması imkânsız güneş"ler diyarı!

                    Düşman çok namertçe bir yöntem izliyordu.

                    Güneşin âdeta kumlara yapıştığı, gökten lav yağarcasına, yerden ateş kaynarcasına ortalığın tandırdan farksızlaştığı bu ıssız çölde çekilecek susuzluk en sert çelikleri bile eritmeye, en güçlü iradeleri bile gevşetmeye yeterdi.

                    Bir yudum suyun bir yudum hayat olduğu bu dayanılmaz şartlar altında imanın, dinin, inancın nice ta-kıyye kılıfları bulduğunu bilmeyen kim var?

                    Ama Kerbelâ'da, Yezid ordusunun karşısına dikilen bu bir avuç insanın, daha yerinde bir tabirle bu "efsane insanlar"ın imanı, dini ve inancı herkesinkinden farklıydı.

                    Onlar, çok farklı insanlardı çünkü.

                    İnançları da çok farklıydı.

                    Allah'a verilen sözden, Resulü'yle (s.a.a) yapılan a-hitten asla dönülmemesi gerektiğine inanıyor, inandıkları gibi yaşıyor ve böyle bir yaşamı tehlikeye sokabilecek her şeyle ölümüne savaşmayı en büyük izzet, onur ve şeref biliyorlardı.

                    "Kerbelâîleri üstün ve farklı kılan da buydu işte.

                    Destan ötesi bir olay yaşanıyordu şimdi burada.

                    İmam Hüseyin'le (a.s) Aliekber güçlü birer savaşçıydılar, zor eğitimlerle yetişmiş, nice örslerden geçmişlerdi; erkekti onlar...

                    Ama ya kadınlarla küçük çocuklar?

                    Ya Zeynep?

                    O dağların salabetini andıran direnç timsali, Ali'nin kızı olmayı hakketmiş o arslan misali yiğit kadın... Bütün ömrüce yürüyeceği yolu şu birkaç günde yürümüş, tandırdan farksız olan Kerbelâ'da kızgın güneşin altında günlerin susuzluğuna rağmen bir kez olsun çarşafını başından çıkarmamış, o sıcağa rağmen örtü ve hicabına zerrece halel getirmemişti.

                    İnanılmaz bir kadındı o!

                    Kevser'e mazhar olan "Hicabın canlı timsali Hz. Fatıma Zehra'nın (a.s) arslan kızı"ydı o!

                    Onca belâ ve musibete yiğitçe katlanmış, "of" bile dememişti.

                    Alev mızraklarına göğüs germiş, düşmana "bir yudum su!" diye yalvarmamıştı.

                    İki gün zarfında iki kadının ömrü kadar gözyaşı dökmüş, sessizce figan etmiş, bağrını dövmüş, en azizlerinin birer birer şehit düşüp, kanlar içinde kızgın kumlara serilişine bizzat şahit olmuş, bir günde bir asrın derdini çekmiş, bir asrın kahrını yüklenmişti.

                    Bağrı taşlı, gözü yaşlıydı o!

                    Ne kadar da acı çekmişti şu kısa süre zarfında?

                    Bütün kadınlara teselli vermiş, babalarını veya kardeşlerini kanlar içinde can verirken gören bütün çocuklara ana kesilmişti.
                    Derdin kendindedir bilmiyorsun, derman yine sendedir görmüyorsun, içine koca bir alem yerleştirilmiş; sen hala kendini küçük bir şey zannediyorsun. / Hz. Ali (as)

                    Yorum


                      #40
                      Ynt: Kerbela'da Peygamberin Atı

                      Saatlerce o masum yavrucakları kucağına almış, ö-püp koklamış, sakinleşmelerini sağlamıştı.

                      Ne kadar da acı çekmişti Zeynep o gün?

                      Defalarca tökezlemiş, defalarca yerlere kapaklanmış, defalarca tam yüreğinden vurulmuştu.

                      Ya Rabbi! Cennet, anaların ayağının altındaysa eğer, Zeyneb'in şu varlık âlemindeki yeri nasıldır acaba?

                      Ah!

                      Meleklerin Âdem'e secdesini, Kerbelâ'yı görenler anlayabilir ancak.

                      Önünde güneşin secdeye kapandığı bu destanımsı "iyiler"e secde etmeyen şeytanları nasıl dergâhından kovmaz insan?

                      "Rabbin"e en muazzam yönelişlerle yönelip, O'na en muhteşem "Lebbeyk"leri diyen şu örnek müminleri görür de, nasıl "gerçek yakîn"e varmaz insan?

                      O ayakların tozunu sürme yapıp da gözüne çekmemek elde mi Leyla?

                      Varlık âleminin gerçek incileri, Hak Teala'nın gerçek sevgilileri olan bu nadide varlıklara reva görülenleri hatırlayıp da gözyaşı dökmemek elde mi Leyla?

                      Mümkün mü kan ağlamamak onlara?...

                      Evet, Aliekber susuzluğun son raddesini çoktan aşmıştı; ama yine de o şartlar altında babasından su isteyecek biri değildi o Leyla.

                      Bir an; "Babasından gaybî bir keramet bekliyor belki de" diye düşündüm o sırada.

                      Olmuş bir olaydı çünkü.

                      Küçükken, hiç de mevsimi olmadığı hâlde babasından bir kez üzüm istemişti de, İmam (a.s) elini şöy-le havaya doğru kaldırıp, benim göremediğim bir asmadan dopdolu bir salkım dererek küçük Ali'ye uzatıvermişti gülümseyerek.

                      Nasıl da neşeyle almıştı o salkımı...

                      Bana da yedirmişti o yüzümden...

                      Bunları ne diye anlatıyorum ki sana ben?

                      Sen nice kerametlerine şahit değil miydin İmamın zaten?

                      İşte bu nedenle, Aliekber de babasının kerametini bildiğinden ondan su istemiş olabilir diye düşündüm bir an.

                      Hem... Koca "Kevser", İmamın babasıyla annesinin mülkü değil miydi sanki? Böyle bir babadan bir yudum su istemekten daha tabiî ne vardı?

                      Ama, hayır! Yüz bin kere hayır!

                      Aliekber'in babasından bunu bekleyeceğini düşün-mek bile çok büyük bir hataydı!

                      Babası aynı susuzluktan kıvranır da hiç şikayet et-mezken...

                      Ehlibeyt'in kadınlarıyla çocukları susuzluktan telef olur da İmamlarından su istemezken...

                      Aliekber'in böyle bir talepte bulunması, mümkün müydü hiç?

                      Asla, Leyla! Asla!
                      Derdin kendindedir bilmiyorsun, derman yine sendedir görmüyorsun, içine koca bir alem yerleştirilmiş; sen hala kendini küçük bir şey zannediyorsun. / Hz. Ali (as)

                      Yorum


                        #41
                        Ynt: Kerbela'da Peygamberin Atı

                        O ikisini daha iyi anlayabilmek için kulaklarımı diktim, iyice başımı yanaklarına dayayıp ikisinin de yüzüne sürdüm.

                        Bu işin sırrını oracıkta çözemezsem, Kerbelâ'daki diğer atlardan ne farkım kalırdı benim?

                        Ah... Bambaşka bir dünyanın insanıydı şu babayla oğul!

                        Onları anlamak insan aklının kârı değilken, ben nasıl anlayabilirdim ki?!

                        Akıl dünyası değildi çünkü bu; aşk dünyasıydı.

                        Gönül dünyasıydı bu baba-oğlun dünyası!

                        Vefa, sadakat, kulluk, teslimiyet ve bir o kadar da korkusuzluk, yiğitlik ve hamaset...

                        Su değil; "Kevser Suyu" istiyordu Ali'n!...

                        Allah aşkına öyle ağlama, n'olur...

                        Rabbine aşıktı Ali'n Leyla!

                        Ceddi Resulullah'la (s.a.a) babası Ali'yi (a.s), annesi Fatıma'yı (a.s) özlemişti o...

                        Bu özlemle yanıp tutuşmadaydı. Kevser'e kanmak istiyordu Ali'n... Sevgililer sevgilisine kavuşmak.

                        Yiğit kullara vaat edilen o muhteşem şerbeti içmek istiyordu doyasıya!...

                        Sevgili yaratıcısı Allah'ın aşkıyla yanıp kavrulduğundandır ki, Fırat'ın hasreti hiç yoktu onda. Rabbinin hasretiyle yanıp tutuşuyordu çünkü!

                        Ya baba?

                        Onunla asla ayrılık yaşamayacağından emindi.

                        O aşkı bizzat babası öğretmişti ona çünkü!

                        Bu nedenledir ki, o ürkütücü meydanda kıyasıya çarpışırken gözünü babasından ayırmıyordu hiç.

                        Elindeki çifte su verilmiş Mısır çeliğinden yapılma kılıçla değil de, babasının bakışlarından yakaladığı o muazzam şimşekle vuruyordu karşısındaki sefiller güruhuna.

                        Bu yüzdendir ki, aldığı yaraların farkında bile olmuyordu Ali...

                        Derdin kendindedir bilmiyorsun, derman yine sendedir görmüyorsun, içine koca bir alem yerleştirilmiş; sen hala kendini küçük bir şey zannediyorsun. / Hz. Ali (as)

                        Yorum


                          #42
                          Ynt: Kerbela'da Peygamberin Atı

                          Hüseyin'in (a.s) de Oğlu Var...


                          Gözü İmamın (a.s) gözlerinde... Babasının kirpikleriyle vurulmuş bir kere... Başkaca hiçbir şeye ve başkaca hiçbir şeyle vurulması mümkün değil artık.

                          Ali'nin onca vahşi savaşçı arasından sağ çıkması, onca can aldığı hâlde hâlâ can vermemiş olması, nedendi biliyor musun?

                          İmamın (a.s) kalbi hâlâ ondan kopmaya razı olamamıştı da, ondan!

                          Evet, Allah Teâla (c.c) sevdiği kullarının kalbinin kırılmasını istemez. Hele kendisini, hiç kırmaz onları...

                          Babası, çağının İmamıydı Ali'nin...

                          İmamın bunca gönül verdiği ve ayrılığına henüz razı olmadığı birini kim ayırabilirdi ondan?

                          Ama, bunlar benim kalbimin sözleri Leyla... Dedim ya, ben anlayamadım onları, anlamak da mümkün değil zaten. Apayrı dünyaların insanıydı onlar...

                          Yoksa; İmamın (a.s) Allah yolunda bir Aliekber'i değil, bin Aliekber'ini gözünü kırpmadan vermeye her an hazır olduğunu sen daha iyi bilirsin...

                          Ama ben zayıfım işte, elimden gelmiyor sarsılmamak...

                          Kolay mı kurbangâha gönderilişini seyretmek Ali-ekber gibi bir güneşin?!

                          Bu sırada ayrılık vakti gelip çattı.

                          İmam (a.s), Ali'yi ilâhî buluşmaya hazırlıyordu:

                          — Oğlum, Ali'm! Dedem Resulullah (s.a.a) birkaç adım ötede, bak! Bizimle buluşmayı pek istiyor...

                          İmamın (a.s) bununla, Ali'yi yatıştırmak istediğini biliyordum.

                          Ama ya kendisi? Ona kim teselli verecekti biraz sonra?!

                          Güneşin hiç batmadığı bir ufukta, kim parlar güneşten başka?

                          Evet, yine kendisi teselli verdi kendisine:

                          — Git oğul! Allah yârin olsun! Birazdan ben de katılacağım size! Ali'm! Dedeme benim de selâmımı söyle, ikindiyi bulmadan geleceğim, de!

                          Her ikisi de rahatlamıştı şimdi.

                          Güneş yakmıyordu artık.

                          Bütün gökyüzü ağlamaya başlamıştı çünkü.

                          Ayrılık vaktiydi...

                          Vedalaşma anı gelip çatmıştı.

                          Ali, son bir kez babasına var gücüyle sarılmak ve onu doyasıya öpmek istiyor, ama utanıyordu.

                          Babası dayanamaz, ayrılmak istemezdi o zaman... Bu da, Hz. Resulullah'ı (s.a.a) bekletmek demekti.

                          Ama kopamıyordu bir türlü babasından...

                          İmam (a.s) her şeyi anlamıştı...

                          İlâhî rahmet kapıları olan kollarını Ali'nin boynuna doladı.

                          Yüzünden, alnından ve yanaklarından öptü emsalsiz güneşini.

                          Öptü, öptü...

                          Ali de fırsatı kaçırmayıp hasretle öptü babasını!

                          Büyüdüğünden beri hasretti böyle bir sahneye... Nasıl da rahatlamış, hafifleyivermişti birden.

                          Kolları ayrıldığında ikisinin de yüzü ıpıslaktı.

                          İkisi de gülümsüyordu göz göze.

                          Zaman durmuş gibiydi...

                          Ses yoktu...

                          Nefes yoktu...

                          Mekân yoktu.

                          Allah'ım! O ne hâldi öyle?

                          Biri elini ötekinin omzuna koymuş, diğer eliyle de; "Allah kuvvet versin! Haydi oğul!" dercesine pazısını sıkıyordu hafifçe.

                          N'olur ağlama öyle Leyla. Sakin ol biraz, n'olur...

                          Bak, yine dayanamayıp kendinden geçtin işte.

                          Allah'ım! N'olur sabır ver bana... Bana ve şu garip Leyla'ya...

                          Ana yüreği bu... Ağlamakta da haklı, yanıp yakılmakta da!
                          Derdin kendindedir bilmiyorsun, derman yine sendedir görmüyorsun, içine koca bir alem yerleştirilmiş; sen hala kendini küçük bir şey zannediyorsun. / Hz. Ali (as)

                          Yorum


                            #43
                            Ynt: Kerbela'da Peygamberin Atı

                            8. Bölüm

                            Zor Ayrılış, Acı Firak...


                            Ali'nin babasından ayrılmak istemediğini ve babasının da aynı duyguyu taşıdığını çok iyi biliyorum.

                            Ama İmam (a.s) bu ayrılığın çok geçmeden ebedî vuslata dönüşeceğini; dahası, ceddi Hz. Resulullah (s. a.a) ve Hz. Ali'nin (a.s) bu görüşmeyi sabırsızlıkla bek-lediklerini hatırlatınca, Ali'nin nasıl huzurla dolduğunu ve nasıl hafiflediğini apaçık görmüştüm.

                            Şimdi onun kadar ben de hafiflemiştim işte.

                            İkimizin de yükü hafiflemişti çünkü.

                            Düşmanın meydana çıkmaya niyeti yoktu.

                            Bir koşuda karşılarına dikildik.

                            Aliekber meydan okumaya başladı. Karşısına çıkacak er istiyordu.

                            Ah, savaş meydanını hiç bu kadar sevmemiştim!

                            Karanlıkların perdesi yırtılacak, güneş olanca parlaklığıyla ufukta boy gösterecek ve zulmet, aydınlığa bırakacaktı yerini!

                            Hak olanın, hak davası için batılın tepesine tepesine vurmasını görmek, nasıl da haz veriyor bana.

                            Hele bu çorbada benim de bir tuzum olursa.

                            Savaşmak için en uygun zaman, çarpışmak için en ideal mekân, vuruşa vuruşa can vermek için en harika ortam!

                            — Gelin ey yarasalar ordusu! Bir değil, bin gelin! Düşmana sırt çevirmeyi öğrenmedik biz atalarımızdan! O leş torbası murdar bedenleriniz dururken kılıcımın kınla ne işi var artık?!

                            Aliekber'in bu defaki haykırışı o kadar neşeli ve aceleciydi ki...

                            Onun bu sefer öldürmeye değil, ölmeye koştuğunu bir tek ben biliyordum şimdi.

                            Cenazeleri toplayıp kendi karargâhlarına götürmüşlerdi ama savaş meydanı yer yer kan lekeleriyle doluydu hâlâ.
                            Derdin kendindedir bilmiyorsun, derman yine sendedir görmüyorsun, içine koca bir alem yerleştirilmiş; sen hala kendini küçük bir şey zannediyorsun. / Hz. Ali (as)

                            Yorum


                              #44
                              Ynt: Kerbela'da Peygamberin Atı

                              Güneş, ateşten bir tepsi gibi tam tepemizdeydi şimdi...

                              Düşman, bizim moralimizi bozmak için gözlerimizin önünde kırbalarını havaya kaldırıp içindeki suları yere boşaltıyordu!

                              Dilim damağıma yapışmış, susuzluk canıma tak etmişti.

                              Ama Ali, susuz değildi artık.

                              Fırat'a zerrece temayülü kalmamıştı, biliyorum.

                              İmamın (a.s) bakışlarından doyasıya içmiş, Kevser'in kendisini beklemekte olduğu müjdesini almış ve İmamının; "Aferin oğul" demesini sağlamıştı.

                              Babasının parmağındaki akik taşlı yüzükte ne vardı bilmiyorum; ama Ali'nin onu emmesi mutlaka anlamlıydı.

                              Keyfine diyecek yoktu Ali'nin!

                              Fırat için değil, şahadet özlemiyle yanıp tutuşuyordu şimdi.

                              Onu bunca neşeli ve vurdumduymaz görmemiştim hiç!

                              Onu tanımayan, ölüme değil; düğüne gidiyor sanırdı!

                              Meydan, ayaklarımın altında ufaldıkça ufalmış, otuz bin kişilik ordu gözlerimde küçüldükçe küçülmüş, tarumar edilmesi gereken bir yumak pamuğa dönüşüvermişti.

                              Ali neşeyle at koşturup kılıç sallıyor, kendisiyle boy ölçüşebilecek savaşçı istiyor; ama kimse meydana çıkmaya cüret edemiyordu.

                              Sonunda, yine iki koldan; ama bu kez daha kalaba-lık iki ordu, ihtiyatla bize yaklaşmaya başladı.

                              Bizi kuşatmaya almışlardı şimdi.

                              Ali'n, bu kuşatmayı önlemek için hiç bir şey yapmamıştı!

                              Düşmanı cesaretlendirmek istiyordu!

                              Ani bir hareketle üzerlerine yürüyor, bizim yöneldiğimiz taraftakiler çil yavrusu gibi dağılmaya, gerisin geriye kaçmaya başlıyorlardı.

                              Koca ordu, onun bir hareketiyle sağa sola yalpalanan, bir sahilden diğerine çarpan azgın dalgaları andırıyordu.
                              Derdin kendindedir bilmiyorsun, derman yine sendedir görmüyorsun, içine koca bir alem yerleştirilmiş; sen hala kendini küçük bir şey zannediyorsun. / Hz. Ali (as)

                              Yorum


                                #45
                                Ynt: Kerbela'da Peygamberin Atı

                                Bu sırada, onun artık yavaşça İmama (a.s) bakmadığını fark ettim.

                                Daha önce, her fırsatta ona kaçamak bir bakış fırlattığı hâlde şimdi bilakis, hiç bakmamaya çalışıyordu.

                                Ali, bizatihi babasının kendisiydi şimdi!

                                Bütün varlığıyla "Hüseyin"leşivermişti o!

                                Durmadan meydan okuyor, ama kimse onunla kar-şılaşmaya cesaret edemiyordu.

                                Ali'nin buna tahammül edemeyeceğini biliyordum.

                                O, asla ilk saldıran taraf olmamıştı. Önce düşmanın saldırısını beklerdi hep.

                                Ama şimdi durum farklıydı.

                                Etrafımızı saran onca kalabalıktan bir tek kişi çıkmamıştı bizimle savaşabilecek...

                                Biraz daha beklesek, biz de onlara benzemiş olacaktık.

                                Birden, o malum işareti verdi bana.

                                "Var gücünle atıl!" diyordu.

                                Yayından fırlayan ok misali atıldım.

                                Her şey bir anda değişivermişti.

                                Ali'nin kılıcı inanılmaz bir hızla inip kalkıyor, her inişinde bir can alıyor, sonra da, göz açıp kapayıncaya kadar yerimizi değiştirip diğer tarafa saldırıyorduk.

                                Olgunlaşmış narlar gibi sapır sapır yere düşen kel-leleri sayacak fırsat yoktu artık.

                                Dünyayı bütün kötülerden temizlemeye ve zulmün kökünü hemen şuracıkta kurutmaya azmetmişçesine savaşıyordu Ali.

                                Nadide bir mahsulün tam orta yerinde çıkan zararlı otları orakla biçen ve biçtikçe neşelenen bir bahçıvanı andırıyordu.

                                Ne tarafa yönelsek, göz açıp kapayıncaya kadar boşalıyor, öndekiler kanlar içinde yere yuvarlanırken, arkadakiler çil yavrusu gibi dağılıveriyordu.

                                Birden, üzenginin gevşediğini hissettim.

                                Etrafımız bomboştu!

                                Meydan cesetlerle doluydu...

                                Başsız cesetler, sahipsiz kollar, başlar, kanlı tolga-lar, kılıçlar, kalkanlar ve mızraklarla dolu geniş meydanda bir tek biz kalmıştık şimdi.

                                Ali'nin kılıcından taze kan damlıyordu.

                                İmamın (a.s) nurlu yüzüne memnuniyetle yayılan tebessümü görür gibiydim âdeta.

                                Binicisiz atlar nasıl da uzaklaşmadaydılar dört nala...

                                Kimi gemi azıya almış, kimi gördüğü sahneler karşısında ürkerek meydanı süratle terk etmeye başlamıştı.

                                Bu tür çarpışmalarda, meydanda kalabilmek her a-tın kârı değildir. Binicisi savaşçı olmayan, sağrısı kan-la ıslanmayan, kılıç şakırtıları, savaş naraları ve canhıraş feryatlara kulağı alışkın olmayan ve yere düşen ce-setleri soğukkanlılıkla çiğneyip geçemeyen atlar, böyle yerlerde fazla duramazlar.

                                Zaten buradaki atların çoğunu tanıyordum ben...

                                Bunların çoğuyla Bedir'de, Uhud'da, Âdiyât suresinin nüzulüne sebep olan o muhteşem baskında ve çoğuyla da, daha sonraları Cemel, Sıffin ve Nehrevan'da karşı karşıya gelmiştik çünkü.

                                Zaten burada yaşadıklarımız, onların bir uzantısı, devamıydı aslında.

                                Evet Leyla; Kerbelâ, Bedir'den Uhud'a, Cemel'den Sıffin'e ve oradan ta Nehrevan'a kadar yaşanan hakikatlerin bir uzantısıydı.

                                Bedir'le Uhud'da alınamayan öçleri, İmamdan almaya gelmişlerdi burada...

                                Hayber fatihi, Allah'ın Arslanı Hz. Ali'nin (a.s) kılıcını o savaşlarda tadanlar...

                                Ebu Süfyan'la onun çömleğini yalayan çömezleri başta gelmek üzere bütün münafıklar ve soyu bozuklar, Hz. Resulullah'ın (s.a.a) sevgili Hüseyin'ini (a.s) tek-ü tenha yakalamışlardı bu ıssız belâ çölünün ortasında...
                                Derdin kendindedir bilmiyorsun, derman yine sendedir görmüyorsun, içine koca bir alem yerleştirilmiş; sen hala kendini küçük bir şey zannediyorsun. / Hz. Ali (as)

                                Yorum

                                YUKARI ÇIK
                                Çalışıyor...
                                X