Duyuru

Daraltma
Henüz duyuru yok.

Kerbela'da Peygamberin Atı

Daraltma
X
 
  • Filtre
  • Zaman
  • Göster
Hepsini Temizle
yeni gönderiler

    Kerbela'da Peygamberin Atı

    Yazar: Seyyid Mehdi ŞÜCAİ
    Çeviren: İsmail BENDİDERYA


    Önsöz

    Allah'ın selâm ve salatı Resulü'ne (s.a.a) ve onun tertemiz ve pâk Ehlibeyti'ne olsun.

    İnsanoğlunun yaşam tarihinde birçok önemli dönüm noktaları olmuştur. Bunlardan bazıları insanlığın geleceğine ışık tutacak ve insanı tekamüle erdirecek olaylardır, bazıları ise insanlığın yüz karası ve utanç tablolarıdır.

    İnsan kendi geçmişine baktığında, önemli olan bu olayları analiz edip boyutlarını tanımaya çalışıyor.

    İnsanoğlunun, özellikle Müslümanların tarihinde, önemli bir yeri vardır kuşkusuz Kerbelâ olayının...

    Kerbelâ olayı tahlil edildiğinde, görülecek ki bu olay, ne sırf tarihî bir vakıa, ne salt bir kahramanlık destanıdır; ne sırf siyasî ve ideolojik, ne de salt kavmî ve sosyal bir hadisedir.

    Bütün bunlar vardır Kerbelâ'da; ama Kerbelâ bun-ların hiçbiri değildir.

    Kerbelâ olayı insanlık tarihinin süflî ve ulvî boyut-larının en uç noktalarından başlayıp yine en uç noktalarına kadar hülâsa edildiği başlı başına ve derli toplu bir "insanoğlunun şaşırtıcı tarihi"dir.

    Kerbelâ, Resulullah'ın (s.a.a) irtihâlinden hemen sonra başlayan ve Hz. Ali'nin (a.s) şahadetiyle doruğuna tırmanan sapma ve "ok yaydan çıkarcasına Allah'ın dininden çıkma"ların kaçınılmaz bir neticesidir.

    Ahdini çiğneyen ve Peygamberinin her iki emanetine de ihanet eden bir ümmetin, kavmî ve cehlî sapıklıklarının nerelere varabileceğini gösteren bir "ibre" ve o hak Resulün (s.a.a) ümmetinden olduğunu iddia eden herkes için dehşet verici bir "ibret"tir.

    Allah Resulü'nün (s.a.a) hicretinden henüz 60 yıl gibi kısa bir zaman geçmişken, ümmetin, o hazretin dinine, Allah'ın kitabına ve Resulü'nün soyuna kustuğu kin ve düşmanlığın inanılmaz tablosudur.

    Putları Hz. Resulullah (s.a.a) tarafından zevale uğratılan kafir ve müşrik yakınları, Emir-ül Müminin Hz. Ali'yy-ül Murtaza'nın (a.s) kılıcıyla cehennemi boylayan bir kavmin münafıklarının; Allah'ın dinini kendileri için eğip bükmeleri sonucu hortlattıkları cahiliyetin neye mal olabileceğini bütün çıplaklığıyla gözler önüne seren inanılmaz bir "bilanço"dur.

    Dini politize edip gerçek hayattan soyutlayanlar, gerçekte Allah'ın dinine ve Resulü'nün pâk Ehlibeyti'ne (a.s) geçit vermemeye kalkışan aşağılık yaratıkların, "Peygamberin Halifesi" unvanıyla Peygamberin evlâdını ve ümmetin imamını nasıl katlettiklerini gösteren canlı bir şahit ve tüyler ürpertici bir senettir.

    Kerbelâ, İslâm'ın toplumun hayatından soyutlanması hâlinde yönetenlerin ve yönetilenlerin ne hâle geleceğinin bir göstergesidir.

    Yezîdî zulme karşı Hüseynî adalet kıyamının; zalimin alçaklık ve namertliği karşısında Ehlibeyt mazlumunun gösterdiği insânî yiğitlik, kahramanlık ve mertliğin tüyler ürpertici destanıdır.

    Her çağa hayat mesajı veren, insanlara insan olma ve insanca yaşamanın bedelini öğreten muazzam bir okul; Süfyanîlerle Muhammedîler arasında öğretici bir "kıyam ve mücadele" sembolüdür Kerbelâ...

    Allah'ın dininin değiştirildiğini, İslâm'ın tersine bir gömlek gibi ümmete giydirildiğini, ahlâk ve dinî vecibelere boyun eğmeyen bir eğlence düşkününün ümmete musallat olduğunu gören İmam Hüseyin'in (a.s); dedesi Hz. Resulullah'a (s.a.a) babası Ali'yy-ül Murta-za'ya ve şanlı annesi Hz. Fatıma-ı Zehra'ya (s.a) yaraşır bir "cesaret" ve "yiğitlik" örneği sergileyerek, Alla-h'ın dinini kurtarma ve uçuruma yuvarlanmak üzere olan ümmete bir kurtuluş meşalesi olma gayreti ve hamasetinin toprak tenler için inanılmaz bir tecellisidir Kerbelâ...

    Ve nihayet kıyamına; en azizlerini en tehlikeli meydanlara sürerek ve en azizlerinin şahadet ve esaretlerini bilip yakîn ederek başlayan ve ilâhî aşk meydanında bütün pervaneleri kıskandıran bir parlaklıkla yanıp tutuşarak, "Hüseynî"liğe susamış sevdalı gönüllerin hiç sönmeyen meşalesi kesilen Ehlibeyt-i Re-sulullah'ın (s.a.a) Hüseyin'inin (a.s) şanlı destanıdır Kerbelâ...

    Elinizdeki eserde, Kerbelâ'nın İmam Hüseyin'inin (a.s) Aliekber'inden (a.s) bir kesit aktarmaya çalıştık sizlere.

    Bununla, müminlerin Hz. Resulullah'ın (s.a.a) mu-tahhar Ehlibeyti'ne (a.s) reva görülen zulme ağlayıp gözyaşı dökmesini istedik öncelikle...

    İnsanoğlunun en samimi ifadesi olan gözyaşlarını, en değerli şeyler için akıtmasına vesile olabilirsek ve bu gözyaşlarıyla Kerbelâ ve Aşura'nın bilincine varılmasında bir köprü kesilebilirsek, çabamız boşa gitmemiş demektir.


    Tevfik Allah'tandır.
    Derdin kendindedir bilmiyorsun, derman yine sendedir görmüyorsun, içine koca bir alem yerleştirilmiş; sen hala kendini küçük bir şey zannediyorsun. / Hz. Ali (as)

    #2
    Ynt: Kerbela'da Peygamberin Atı

    1. Bölüm

    Hayvanların da Dili Vardır...

    Kim demiş hayvanların dili yok diye? Kalbi olan canlının dili olmaz mı hiç? Yüreğe sığmayan nice dert-lerini nasıl dile getirir o zaman? Rabbine nasıl raz-u niyazda bulunur O'nu tesbihte? Kalbinden taşan acıları dilinin küheylanına bindiremezse, çatlamaz mı yüreğin sabır taşı?

    Hele benim acım!... Hele benim derdim!...

    Bak, anlatması bile zor işte. Hatırlaması bile pek zor, inan...

    Nice bir zaman güneşi omuzlarımda taşıdım ben. Yıldızlar gözümün önünde birer birer yere düşerken, güneşle birlikte kan ağladım sessizce.

    Ama güneş de vurulunca...

    Vurulup da yere düşünce...

    O acı olayı her gün hatırlamak, sana anlatırken o büyük hadiseyi her gün yeniden yaşamak ve her gün bir kez daha ölmek benim kara yazım olsa gerek. Baş-tan beri benim alınyazım da buydu zaten. Ama yü-celer yücesi Yaradan'ın takdiri böyle olmasaydı, bu olayın vukuu kesinlikle imkânsızdı elbette.

    Tepeden tırnağa bütün vücudum yaralar içindeydi; kan teknesine düşmüş gibiydim. Her yanımdan kan süzülüyordu. Ölümüm muhakkaktı. Nasıl sağ kalabildiğime ben de şaşıyorum doğrusu. Allah-u Tealâ'nın takdiri işte... Yoksa, kesinlikle gidiciydim ben.

    O biricik insanla hâl diliyle gönül sohbetine koyulduğum o uzun yolculuk boyunca kendi kendime hep konuşup durdum. "Ölümden, hem de mutlak bir ölüm-den kurtulmamın nedeni, herkese seni anlatmakla görevli olmamdı galiba" diyordum kendisine.

    Şimdi de öyle düşünüyorum aslında; evet, o belâ çölünde kopan o fitne fırtınasından sağ kurtulabilmemin tek sebebi, o olayın canlı şahitliğini yapabilmem ve o dehşetli vakıanın görgü tanığı olabilmemdi kesinlikle.

    Otur Leyla! Asırlarca dert çekmiş, nice Eyyupların acısını bir günde ve bizzat yaşamış olan garip Leyla... Tarifi imkânsız kederlerle dolu o yaşlı gözlerini, böylesine hüzünle dikme bana, n'olur! O yanıp kavrulan yü-reciğinin, şu gam dolu bakışlarının yükünü çekemem ben Leyla!

    Taşıyamam vallahi ben bunca ağırlığı. Fil olsa yere kapaklanır bunca acının ağırlığı altında.

    Her gün yaralarıma merhem sürdün özenle, her gün yaralarımı tımar edip okşadın şefkatle...

    Ve buna karşılık ben...

    Beni her görüşünde yaralarının tazelenmesine sebep oldum senin...

    Beni her görüşünde bir yarayla daha vurulmuş oldu ciğerin...

    Öyle bakma, n'olur... Kolu kanadı kırılmış bir kadının böylesi kederli bakışlarına kim tahammül edebilir ki?! Senin gibi büyük bir kadını şu zincirlere vurulmuş hâliyle görüp de yere yığılmamak, şu gözyaşlarına şahit olup da hayatta kaldığına bin pişman olmamak mümkün mü?

    Allah'ım! Ne kadar da zormuş gerçekten... Şu "Ey-yup sabrı" denilen... Hz. Eyyup (a.s) olsaydı, dayanabilir miydi bunca acıya gerçekten?

    Görüyor musun Leyla, beni ağlattın işte... O dehşet son sayfalarını gel de benim gözlerimden oku şimdi. Kapanmak üzere olan şu defterden...

    Yaşama gücü kalmadı bende artık. Sırf şu yükü in-dirmek, şu emaneti menzile kadar götürebilmek ve son satırları bizzat yazabilmek için hayattayım birkaç dakikalığına...

    Bu can, bu kırık kafeste durmaz artık...

    Hele sürücüsüz kaldıktan sonra...

    Ah!

    Hatırlaması bile zor gerçekten, anlatması bile imkânsız hepten! Unutmak ama, bütünüyle imkânsız onu!

    O kanlı macerayı anlatmaktan daha zor bir görev var mı?
    Derdin kendindedir bilmiyorsun, derman yine sendedir görmüyorsun, içine koca bir alem yerleştirilmiş; sen hala kendini küçük bir şey zannediyorsun. / Hz. Ali (as)

    Yorum


      #3
      Ynt: Kerbela'da Peygamberin Atı

      Oturup da bir yiğidin mersiyesini o yiğidin annesine okumaktan, annesinin yanında bir yiğide ağıt yakmaktan daha zor bir şey tasavvur edebiliyor musun?

      Bir at, binicisinin vurulduğunu nasıl söylesin annesine?

      Söylemeliyim ama... Son görevim bu benim çünkü. Yerine getireceğim, son vazife...

      Söyleyeceklerim bitince, son nefesimi de vermiş olacağım böylece.



      Ölümsüz Hayat


      Bir zamanlar en büyük arzum, ölümsüz olmaktı. Sonsuz bir hayat... Şimdiyse en büyük arzum, bir an önce can verip kurtulmak...

      Atlar arasında yaygın bir mesel vardır. Bir at çok yaşayacak olsa, "Peygamber bineği olsa gerek!" derler.

      Doğrudur ama...

      İnsanlar "hayat iksiri"ni nasıl ölümsüzlük olarak bilirlerse, atlar da "Peygamber bineği olma"yı ölümsüzlük sayarlar.

      Bir ata; "Nasıl ölümsüz olabilirim?" diye soracak olsan, gülümseyerek; "Olmaz öyle şey" der; ama "Peygamber bineği olursa, o başka!" diye hemen eklemeyi de ihmal etmez.

      Ama bu da zaten imkânsız değil mi?

      Çünkü Hz. Peygamber (s.a.a) şunun şurası birkaç yıl zuhur etti; ama ben kendimi bildim bileli bu deyim atlar arasında hep yaygın olagelmiştir.

      Bu arzuyla yaşamış ve sonunda bu hasretle mezara girmiş nice atlar bilirim...

      Ama bu "imkânsız arzu"; iki cihan serveri Hz. Resulullah'ın (s.a.a) dünyaya ayak basarak yeryüzünü Muhammedî ıtırla elvan elvan doldurmasının ardından "mümkün bir hayal" oluverdi! Babam "Eyezdeb"le, onun babası "Kabil" bu arzuyla yaşadılar; çünkü bizim soyumuz olan "Fırtına Atlar" arasından bir atın, "Peygamber atı" olacağını duymuşlardı.

      Onlar bu arzularına ulaşamayıp hasretle dünyadan göçtüler; ama ailemize ulaşan o kadîm haber doğru çıktı ve babamla dedemin yolunu gözleyip durdukları talih kuşu benim başıma konuverdi!

      Ah! Sevinçten uçacak gibiydim o sırada.

      Seyf b. Zîyezen beni beş yaşındaki minik Muham-med'e (s.a.a) hediye edince, onu itinayla sırtıma bindirmişlerdi; ama ben binicimin kim olduğunu bildiğimden sevinçten şaha kalkmış ve arka ayaklarım üzerinde yaylanarak göklere kanatlanmak istemiştim.

      Peygamberin (s.a.a) amcaları bu sırada korkarak o-nu indirmek istemiş, ama o güneşler güneşi gülümsemesiyle onlara el sallayarak; "Korkulacak bir şey yok! Bu at, beni tanıdığı için birdenbire coşuverdi, sevincinden böyle yapıyor! Ukab[1] , sahibini sırtından atmayacak kadar akıllıdır!" demişti.

      Nasıl da bilmişti bunu! Ben onu sırtımdan atar mıydım hiç? Aklı başında hangi mahluk sırtındaki talih kuşunu ürkütür?

      Hem; eğer o Muhammed (s.a.a) değildiyse, benim Ukab olduğumu nereden bilmişti? Seyf benim adımı onlara söylemiş değildi ki daha.


      --------------------------------------------------------------------------------

      [1]- Ukab: Arapça bir kelime olup "kartal " demektir.
      Derdin kendindedir bilmiyorsun, derman yine sendedir görmüyorsun, içine koca bir alem yerleştirilmiş; sen hala kendini küçük bir şey zannediyorsun. / Hz. Ali (as)

      Yorum


        #4
        Ynt: Kerbela'da Peygamberin Atı

        İnanmayacaksın ama her şeyi unutmuştum o sırada; hatta ölümsüzlüğü bile! Ölümsüz bir hayatı ne yapacaktım artık? Üstelik, bana ölümsüz bir hayat verilmiş olsaydı bile minik Muhammed'i (s.a.a) bir lahza olsun sırtımda taşıyabilmeyi o hayata tercih ederdim ben! Ama yüceler yücesi sevgili Yaradan, hem Hz. Peygamberi (s.a.a) vermişti bana, hem de uzun ömrü.

        Nitekim o iki cihan serverinin bereketiyle nimet ve mutluluk yağmur gibi yağdı bana. Hz. Peygamberden (s.a.a) sonra, kendi vasiyetiyle, Hz. İmam Ali'nin (a.s) atı oldum. O hazretten sonra İmam Hasan'ı (a.s) ve ondan sonra da İmam Hüseyin'i (a.s) sırtımda taşıma şerefine kavuştum.

        Daha sonra İmam Hüseyin (a.s) "Zülcenah"a sahip olunca beni, oğlu Aliekber'e hediye etti.

        Aliekber...!

        Hz. Resulullah'ın (s.a.a) tıpatıp aynısı. Bir elmanın iki yarısı sanki!

        Bu uzun ömrün sırrını anlayan ilk at ben olsam gerek. Güneşleri sırtımda taşıdığım bu 110 yıl boyunca zamanın nasıl geçtiğini fark etmedim bile. Kimine pek uzun gelebilecek bu yılları bir an yaşadım ben.

        Ta ki, Kerbelâ'ya ayak basıncaya kadar...

        Aşura tırpanı savrulunca, anladım ne kadar uzun yaşamış olduğumu.

        O güzel günler, nasıl geçtiğini bile fark edemediğim o tatlı yıllar, bir çırpıda tırpalanıverdi acımasızca.

        Ağlama Leyla!...

        Gerçi o hadiseyi hatırlayıp da ağlamamak elde değil; ama ne gelir elden ?..

        Yüz on yıl boyunca hiç yaşlanmamış olan ben, A-şura günü yüz binlerce yıl ihtiyarlamış olduğumu hissettim.

        Evet, o faciadan bu yana, yani şu birkaç gün zarfında; tarih boyunca gelmiş geçmiş bütün atların acısını tek başıma yaşadım ben.

        Çökmemek, yıkılmamak, volkan üzerine düşen bir damla yağmur gibi bir anda eriyip yok olmamak elde mi bunca elemden sonra?

        Yaşamak ne kadar da zor gelir oldu bana...

        Binlerce yıl yaşamışçasına, bitkin asırların derdini çekmişçesine yorgun ve bezginim Leyla.

        Bu bitkinlik ve tükenmişliğin tek merhemi ölümdür artık.

        Ölümü nasıl özlediğimi bir bilsen şimdi...
        Derdin kendindedir bilmiyorsun, derman yine sendedir görmüyorsun, içine koca bir alem yerleştirilmiş; sen hala kendini küçük bir şey zannediyorsun. / Hz. Ali (as)

        Yorum


          #5
          Ynt: Kerbela'da Peygamberin Atı

          2. Bölüm

          Güneşin Doğuşu
          Nerede kalmıştık? Dün gece nereye kadar anlattım sana? Nerede kaldığımızı hatırlamıyorum hiç. Gece yarısına doğru senin hıçkırıklarını duyarak uyandım.

          Bitkin adımlarla düşe kalka pencereye doğru yaklaştım, seccadede oturmuş buhar bulutu misali gözyaşı döküyordun.

          Rabbine neler diyordun o sırada, kim bilir? Öylesine içten yakarıyordun ki... Öylesine yakıcıydı ki göz yaşların...

          İkide bir dayanamayıp derin bir ah çekiyor ve hıçkırarak secdeye kapanıyor, bir süre öylece secdede kaldıktan sonra ağır ağır başını secdeden kaldırıyor ve tekrar gözyaşları içinde dua edip, Rabbine yalvarıyordun.

          Ve ben...

          Sabaha kadar şu pencerenin kenarından senin göz yaşı seline uyup ağladım, ağladım...

          Seni gecenin bir yarısında secdeye kapanmış, öyle ağlar görünce, Hz. İmam Hüseyin'in (a.s) gece yarıları sevgili dedesi Hz. Resulullah'ı (s.a.a) özleyerek ağlayışını hatırladım.

          Ve sevgili oğlun Aliekber'in dünyaya gelişini...

          Hz. Resulullah (s.a.a) vefat ettiğinde, en çok minik Hüseyin (a.s) etkilenmiş ve biteviye ağlar olmuştu. O sırada küçük bir çocuktu o; ama dedesinin ölümü onun minik kalbinde bir hançer yarası açmış ve büyüyünceye kadar da iyileşmemişti. O kadar ağlamış, o kadar boynunu büküp dudaklarını yummuş ve o kadar hıçkırmıştı ki, melekler bile sonunda dayanamayıp ağ-lamışlardı onunla.

          Yüce Allah onu bu büyük acıyla tanıştırırken, hem hayatın gerçeklerini ona öğretmiş, hem de daha sonra çekeceği acı ve yükleneceği sorumluluklarda, onun güçlü ve dayanıklı olmasını irade etmişti.

          Yüceler yücesi sevgili Yaradan, Resulü'nün (s.a.a) göz nuru ve cennet gençlerinin efendisi ve baş tacı olan Hasan'la Hüseyin'i çok, ama çok seviyordu çünkü.

          Nitekim daha sonra, yani büyüyüp de baba olduğunda ona Aliekber'i verecek ve bir elmanın yarısı gibi Hz. Resulullah'a (s.a.a) benzeyen bu mübarek evlâtla Hüseyin'inin gözlerini aydın, yüreğini ferah tutmuş olacaktı.

          Hz. Hüseyin (a.s), ne zaman sevgili dedesi Hz. Re-sulullah'ı (s.a.a) özleyecek olsa, oğlu Aliekber'e bakar ve tarifi imkânsız bir zevkle onun Muhammedî simasını, Muhammedî endam, ahlâk, bakış, konuşma ve yürüyüşünü seyrederek hasret giderir, ceddi Resulul-lah'ın (s.a.a) tükenmez Kevser'inden coşup akan bu eşsiz pınarla, ceddine olan susuzluğunu giderirdi.

          Evet, sevgili Yaradan, Hz. İmam Hüseyin'in (a.s) teselli bulması ve sevgili dedesi Hz. Resulullah'ı (a.s) her özleyişinde ona bakması için Aliekber'i hediye etmişti size.

          Ve sen, onun annesi olma şerefine kavuştun Leyla! Hangi kadın sana imrenmez, hangi kadın sana gıp-ta etmez ki artık?

          Aliekber'i dünyaya getirdiğinde, onu gören birçoklarının gayr-i ihtiyari bir heyecanla ona "Muham-med!" ve sana da "Âmine Hatun!" diye seslendiğini hatırlıyor musun?

          İnanılmaz bir benzerlikti gerçekten...

          Hem... Sadece benzerlik değil... Aliekber dünyaya geldiğinde, bahçemiz baştanbaşa Resulullah'ın (s.a.a) o hoş ıtırıyla elvan elvan ıtırlaşıvermişti.

          O gün nasıl heyecanlandığımı hatırlıyorsun, değil mi?

          Saatlerce kişnemiş, toprağı oynak oynak eşip tepmiş ve Rabb-ul âlemîn hazretlerinin henüz lütfetmiş olduğu minik Muhammed'i, yani kundağa sarılı sevgili Aliekber'i görünceye kadar o hâlim öylece sürmüştü. Nihayet ev halkının rahatsız olması üzerine o nurlu bebeği getirip bana göstermişlerdi de ancak böyle sakinleştirebilmişlerdi beni!

          Hz. Muhammed'in (s.a.a) ta kendisiydi o! Tıpatıp aynı! Hz. Muhammed'i (s.a.a) benim gördüğüm yaşta hiçbiriniz görmediniz. Sizin evde onu beş yaşındayken gören kim var? Güneşi bile kıskandıran o güzellik, Hz. Resulullah'ın (s.a.a) nurundan başka şey değildi elbet. Hz. İmam Hüseyin'in (a.s) sulbüne, sevgili yavrusu Aliekber'e geçivermişti olanca parlaklılığıyla.

          Ben onu sırtımda taşırken de şahit oldum buna. Aliekber'le Medine sokaklarından geçerken, Resululla-h'ı (s.a.a) görebilme şerefine nail olanlar hayretten parmaklarını ısırıyor ve o hazreti yeniden görmüşçesine büyük bir hazla Aliekber'i seyrediyorlardı.

          Kerbelâ'da da tıpkı böyle oldu, hiç unutmam; biraz sakin ol, sil şu gözyaşlarını da, anlatayım:

          Önceleri epey bir süre hiç kimse tanımıyordu onu. Yüzü örtülüydü çünkü; başına siyah bir sarık sarmış, boynuna da bir şal atmıştı. Siyah saçlarını ortadan yiv-me ayırmıştı, yarısı omuzlarına, yarısı da sırtına yayılıvermişti. Hiçbir şey söylemeden er meydanını dolaşıyordu. Sırtımda dimdik oturmuş, ayaklarını sıkıca sağrıma kenetlemişti. O çarpıcı heybetiyle düşman ordusunu dehşete düşürmüştü.

          Bu korkusuz ve heybetli savaşçı kimdi acaba?

          Savaş meydanında bizim ayak seslerimizden başka ses yoktu, kimseden çıt çıkmıyordu.

          Bütün gözler merak ve tedirginlikle bizim üzerimize dikilmişti.
          Derdin kendindedir bilmiyorsun, derman yine sendedir görmüyorsun, içine koca bir alem yerleştirilmiş; sen hala kendini küçük bir şey zannediyorsun. / Hz. Ali (as)

          Yorum


            #6
            Ynt: Kerbela'da Peygamberin Atı

            O koca ordu bizim hareketimize ayarlıydı sanki. Biz hangi tarafa yönelsek, başlar ve bakışlar gayri ihtiyari bir hareketle o tarafa doğru çevriliyordu.

            Rüzgar, onun yüzündeki örtüyü savurdukça gözler yuvasından fırlayacakmışçasına açılıyor, meraklı bakışlar üzerimize çivileniveriyordu öylece...

            Ayın on dördü derler ya... Aliekber için hiç de abartma değil.

            Babası, Hüseyin onun... Aliyy-ül Murtaza evlâdı, kadınlar ulusu Fatıma-ı Zehra'nın yavrusu... İki cihan serveri Hz. Resulullah'ın, fahr-i kâinat Muhammed-i Mustafa'nın gözünün nuru, biricik torunu.

            Rüzgarla nikab arasında ne de ilginç bir yarış vardı o sırada.

            Ve rüzgar örtüyü sıyırıverdi...

            Zifiri karanlıklar içinde muhteşem bir dolunay çıktı ortaya.

            Düşman ordusunda velvele kopmuş; askerler de, komutanlar da neye uğradıklarını şaşırmışlardı. Kimi gayr-i ihtiyari ağlıyor, kimi var gücüyle haykırıyordu:

            — Aaa!

            — Vallahi Peygamber efendimiz bu!

            — Hayır! Olamaz!

            — Ta kendisi işte! Hz. Resulullah değil mi o?

            — Ne yapacağız şimdi?!

            Sa'd oğlu Ömer dehşete kapılmıştı. Meydandaki atlının kim olduğunu çok iyi biliyordu o; ama bir an onun Hz. Peygamber (s.a.a) olduğunu zanneden şu orduyla ne yapacaktı şimdi?! Ordu bir anda izmihlâle kapılmış, moraller bozulmuş, her kafadan bir ses çıkmaya başlamıştı.

            Duruma müdahale etmez ve hemen bir şeyler yapmazsa, çok geç olabilirdi.

            Karşısındaki şu atlıya kılıç çekecek, onun karşısına dikilecek kimseyi bulamayacaktı bu gidişle...

            Atını mahmuzlayıp, süratle birliklerin önünden geçti; var gücüyle haykırıyordu:

            — Delirdiniz mi siz? Peygamber öleli yıllar oldu be! Aklınızı mı kaçırdınız aptallar?!

            Birlik komutanlarından biri öne çıkıp, titrek bir sesle fısıldadı:

            — Eğer Peygamber değilse, kim bu atlı peki? Ben Resulullah'ı defalarca görmüş biriyim, bu atlı o! Evet, o! Gençleşerek yeniden zuhur etmiş işte!

            Bu sırada orta yaşlı askerlerden birisi haykırdı:

            — Muhammed o! Yeniden zuhur etmiş! Ben şu gözlerimle defalarca gördüm Peygamberi! İşte o! Ta kendisi! Hüseyin'i çok sevdiği için bizimle savaşmaya gelmiş, kaçın!

            Bir başka birliğin komutanı da Sa'd oğlu Ömer'e yaklaşarak dedi:

            — Doğru! Hiç şüphem yok. Peygamberin ta kendisi o! Ben de defalarca görmüştüm onu!

            Onlar böyle tartışıp dururlarken, biz meydanda er bekliyorduk. Koca savaş meydanı ayaklarımın altında ezildikçe ezilmiş,küçüldükçe küçülmüştü...

            Karşımızda çok kalabalık bir azgınlar ordusu vardı.

            Hepsinin gözünü kan bürümüştü...

            Ama binicim gibi, ben de zerrece korkmuyordum onlardan.

            Biz güneştik çünkü.

            Onlarsa yarasa!

            Ben sırtımda nur taşımadaydım.

            Onlarsa iliklerine kadar azgınlık ve zulmet.

            İnanmayacaksın belki; ama, o koca meydan dar geldi o sırada bana. Bir an önce şahlanıp ok gibi fırlamak ve o katiller ordusunun tamamını ayaklarımın altında ezip geçmek istiyordum.

            Sabırsızlığım ve ikide bir şaha kalkışım bu yüzden-di işte!

            Sa'd oğlu Ömer askerlerine dönüp, var gücüyle ba-ğırdı:

            — Delirdiniz mi siz? Aklınızı başınıza alın aptallar! Peygamber değil, onun torunu Aliekber bu! Dedesine benziyor işte! Onu öldürene çok büyük ödüller ve çil çil altınlar verileceğini biliyor musunuz?!

            Arşı titreten, yüce Yaradan'ın gazabına yol açan korkunç bir itiraftı bu.

            Hem güneş olduğunu söylüyor, hem de onu vurana büyük bir ödül var diye bas bas bağırıyordu.

            Yarasalar ordusunun komutanı "ödül"ü hatırlattıysa da öne çıkan olmadı.

            Ah, bu gece bunları anlatmayı, anlatıp da birine içimi dökmeyi ne kadar da istiyorum! Ve sen, bir o kadar sararmış, solmuşsun, bitkin ve eziksin. Ha bire akan göz yaşların, yüzünde minik iki ırmak yatağı oluş-turmuş kenarındaki tuz beyazıyla.

            Seni bunca hayata küskün, yorgun, bitkin ve ezik görmek dayanılır gibi değil. Sırtını duvara verip de uzaklara, belirsiz bir noktaya dalıp gittiğini ve bu arada kendin dahi farkında olmaksızın nasıl gözyaşları döktüğünü görüp de kahrolmamak elde değil.

            Saçların ne kadar da erken ağardı öyle...

            Mazlumların erken ağaran beyaz saçları, zalimlerin çok çabuk kararan zifiri yüreklerinin şahididir.

            Uyu; evet, uyu biraz Leyla!...

            Senin derdin sana yeter zaten, bir de beni dinleyerek derdini tazeleyip yaranı deşmiş oldun.

            Günlerdir uykusuzsun, uyu da kendine gel biraz.




            Derdin kendindedir bilmiyorsun, derman yine sendedir görmüyorsun, içine koca bir alem yerleştirilmiş; sen hala kendini küçük bir şey zannediyorsun. / Hz. Ali (as)

            Yorum


              #7
              Ynt: Kerbela'da Peygamberin Atı

              3. Bölüm

              Güneşin Çocukluğu

              Bilirsin; baba tarafından senin üçüncü deden olan Ürve b. Mesut Sakafî, Meryem oğlu İsa'ya (a.s) çok benzemesiyle meşhurdu ve sadr-ı İslâm'daki en tanınmış ve kavminin en ileri gelen 4 isminden biriydi.

              Annen Meymune, Ebu Süfyan'ın ve büyükannen de Ebu'l As b. Ümeyye'nin kızı olduğundan, düşmanlarınız, senin Aliekberi'ne göz dikmişlerdi.

              Düşmanlarınızın başında da, Ümeyyeoğulları vardı çünkü.

              Ve Ümeyyeoğulları, yani Emevîler, Arap tarihinin gelmiş geçmiş en ırkçı ve en kavmiyetçi ailesiydiler.

              Ümeyyeoğullarından olanları, diğer kabilelerden ve bu cümleden olmak üzere tabiî ki Haşimoğulların-dan da üstün sayıyor ve Hz. Resulullah'a (s.a.a) rağmen bu kör taassuplarında ısrar ediyorlardı.

              Evet, her ırkçı gibi onlar da çok cahil ve çok tutucuydular.

              Emevîleri diğer Arap kabilelerinden ve Arapları da diğer milletlerden üstün sayıyorlardı.

              Canından çok sevdiğin biricik Aliekber'in de, demin de belirttiğim gibi şu veya bu şekilde onlarla akraba sayıldığından, cahiliye dönemi taassubunu dirilt-miş olan o kör ve zalim kavim, yani Yezid ordusu, ırkçılık taassubuyla Aliekber'i kendi safına çekmek istiyordu.

              Madalyonun bir tarafı bizzat Aliekber'in kendisiydi; çünkü o, gerçekten ailesi için bir kıvanç ve gurur kaynağıydı.

              Koca Arap yarımadasında Aliekber'e imrenmeyen kim vardı ki?

              Güzellik desen onda, çalım ve heybet desen onda, cesaret ve kuvvet desen onda, Muhammedî huy ve nebevî ahlâk desen yine onda...

              Fizikî ve ahlâkî yapısıyla, taşıdığı o emsalsiz yürek ve insanî kemalleriyle ceddi Hz. Resulullah'a (s.a.a) azamî derecede benzeyen bir "emsalsiz yiğit"ti o.

              Madalyonun diğer yüzüyse, daha önce de belirttiğim gibi anne tarafından Emevîler ile olan akrabalığıydı.

              Çünkü seninle Emevîler arasında kan bağı vardı ve sen, ne de olsa "Sakif Kabilesi"nden sayılıyordun.

              Bunları ne diye sana anlatıyorum sanki?

              Sen bunları benden daha iyi biliyorsun zaten.

              Ama olayın senin bilmediğin tarafı, Kerbelâ'da vuku buldu.

              Aliekber'in Kerbelâ'sının bütün boyutlarını sen bil-miyorsun Leyla.

              Hilafet olayında, Muaviye'nin tavrını ve sorusunu sen de duymuşsundur.

              Hani o meşhur Yeşil Sarayında, yanındakilere; hilafete en layık olanın kim olduğunu sormuştu da, adamları; "Elbette ki sen!" diye cevap verince, Muaviye şeytanca bir bilgiçlik ve kavmiyetçi bir taassupla başını sallayarak:

              "Hiç de öyle değil!" demişti. "Şu anda halifeliğe en layık olan aday, Hüseyin'in oğlu Aliekber'dir. Çünkü ceddi Resulullah'tır (s.a.a) onun, Haşimoğullarının cesaret ve yiğitliğini, onların cömertlik ve eli açıklığını ve Sakifoğullarının güzellik ve yakışıklılığını taşımaktadır o!"

              Evet, Muaviye'nin bu sözü o günlerde kulaktan ku-lağa bütün Arap yarımadasında yayılmış, bu ilginç ter-cihi duymayan kalmamıştı.

              Bu vakıayı o zamanlar ben de duymuş olduğumdan, Kerbelâ'da düşmanın Aliekber'e amanname göndermesine pek şaşırmadım.

              Bu aman mektubuyla; "Sen bizdensin, seni öldürmek istemiyoruz, bize sığın" demek istiyorlardı.

              Aliekber'i hiç mi hiç tanımadıklarını da, o zaman anlamıştım işte.

              Derdin kendindedir bilmiyorsun, derman yine sendedir görmüyorsun, içine koca bir alem yerleştirilmiş; sen hala kendini küçük bir şey zannediyorsun. / Hz. Ali (as)

              Yorum


                #8
                Ynt: Kerbela'da Peygamberin Atı


                Sevgi Dolu Baba...

                Bütün umudunu; hayatını, gençliğini ve canını Allah'a adamış, Allah'a sığınmış ve O'nun Hüseyin'inin evlâdı ve askeri olma şerefine nail olmuş Aliekber gibi birinin üç günlük bir hayat için o ilâhî safı bırakıp Yezid'in şeytâni safına geçeceğini, Hz. Resulullah'a (s.a.a) ve onun tertemiz Ehlibeyti'ne mensup olma izzet ve şerefini, Süfyanîler ve Yezidîlere mensup olmaya değişeceğini düşünmek ve böyle bir şeye ihtimal vermek ya çok büyük bir aptallık, ya da tam bir cahillik ve bilmemezlikti. Ki, Hüseynî safın karşısına dikilen o şaşkınlar ordusunda bu sıfatların her ikisi de vardı.

                Ne var ki düşman, başka hesapların da peşindeydi.

                Kardeşi Ebu'l Fazl-il Abbas'la oğlu Aliekber'i İmam Hüseyin'in (a.s) safından ayırmak ve böylece hem o hazrete ağır bir darbe indirip onun saflarında bir moral çöküntüsü yaratmak, hem de; "Bakın, bunlar bizim safımızda işte!" diyerek saf ve sade kitleleri daha bir oyuna getirip, Yezidîlerin çirkin yüzüne haklılık maskesi çekmek istiyorlardı.

                Bu ikisi İmam Hüseyin'in (a.s) canı, ciğeriydi çünkü. Hüseynî semanın en parlak yıldızları, en görkemli kurmaylarıydılar.

                Evet, İmam Hüseyin'in (a.s) adamlarının hepsi onun canı, ciğeri; her biri parlak bir yıldızdı melekleri hayrete düşüren Hüseynî semâda.

                Ama düşman, Hz. Ebu'l Fazl ile Hz. Aliekber'i İmam Hüseyin'in (a.s) kolu kanadı olarak görmedeydi.

                Onlara göz dikmesinin asıl sebebi de buydu işte.

                Bu ikisini saflarından ayırmakla İmam Hüseyin'i (a.s) Kerbelâ'da kolsuz kanatsız bırakmış olacaktı.

                Bu yüzden her ikisine de amanname göndermiş ve; "Hüseyin'in (a.s) safından ayrılırsanız, bizim ama-nımızda olacaksınız, canınız bağışlanacak, üstelik makam ve servete boğulacaksınız!" demişlerdi.

                Ama ne de bâtıl bir zandı bu gerçekten.

                Ne de ham bir hayaldi bu...

                Ebu'l Fazl-il Abbas, İmamın yiğit kardeşi... Bir ömür boyu Kerbelâ aşkıyla yaşamış ve ağabeyi İmam Hüseyin'in (a.s) saflarında şehit olma arzusuyla büyümüştü.

                Kerbelâ'da canını Hz. Hüseyin'e takdim edebilmek için bir lahza olsun ondan ayrılmamış, onun bir dediğini iki etmemiş ve bütün hayatını biricik Hüseyin'i için "kelle koltukta" yaşamıştı o.

                Düşmanın, annesi "Ümm-ül Benin"le olan kan bağı ve "Benî Kilâb" kabilesi gibi salt ırkçı gerekçelerle onu kendi saflarına çekebilmesi mümkün müydü hiç?!

                Hem, eğer kan önemliyse, Allah'ın arslanı, Hz. Re-sulullah'ın (s.a.a) vasisi, Kâbe mevlüdü ve nice ayet ve hadislerin mevzusu ve şanı olan Hz. Aliyy-ül Murta-za'nın kanı akmadaydı onun damarlarında.

                Ve eğer kabile ve soy önemli idiyse, Allah Resulü'ne mensup olmaktan daha onurlu ne vardı?!

                Hz. Ebu'l Fazl-il Abbas bu durumda her ikisine de sahipti zaten.
                Derdin kendindedir bilmiyorsun, derman yine sendedir görmüyorsun, içine koca bir alem yerleştirilmiş; sen hala kendini küçük bir şey zannediyorsun. / Hz. Ali (as)

                Yorum


                  #9
                  Ynt: Kerbela'da Peygamberin Atı

                  Bütün bunlar bir tarafa, güneşe vurgun pervaneleri bu "nur aşkı"ndan vazgeçirtip, yarasalarla karanlıklara dost kılmaya çalışmak hangi aklın kârı?

                  Haşimoğulları arasında "Haşimoğullarının dolunayı" adıyla tanınan yiğit Ebu'l Fâzl...

                  Kerbelâ'nın "Sek-kâ"sı unvanını kazanan vefakâr Abbas...

                  Aliekber de öyle.

                  Etle tırnak nasıl birbirinden ayrılmazsa, bu ikisi de "Hüseyin'den ayrılmaz"dırlar.

                  Ali'n; evet, senin Ali'n daha ilk adımlarında onları geri çevirerek; "Benim soyum sadece Hz. Resulullah'a (s.a.a) dayanır. Benim için Hz. Resulullah'ın (s.a.a) hoşnutluğunu kazanmaktan ve onun Ehlibeyti'ne ve onun davasına sadık yaşamaktan başka hiçbir kıvanç söz konusu değildir!" diye haykırdı.

                  O son geceyi hatırlıyor musun Leyla? Hani İmam (a.s) herkesi toplamış ve biatini üzerlerinden kaldırdığını, onları helâl ettiğini ve isteyen herkesin gecenin karanlığından faydalanarak Kerbelâ'yı derhal sessizce terk edebileceğini söylemiş ve; "Siz gidin, canınızı kurtarın; bunların işi benimle." demişti de, onca adam arasında herkesten önce ayağa kalkıp asla gitmeyeceklerini söyleyerek, biatlerini ölümüne tazeleyen ilk iki kişi de yine Ebu'l Fazl-il Abbas'la, senin Aliekber'in olmuştu.

                  O lahzaları hiç unutmam. Her an yeni bir ihanet haberi geliyordu Kufeliler safından...

                  Müslim'in şahadet haberi...

                  Hâni'nin ihanete uğrayıp şehit edilişi...

                  İmama biat eden binlerce Kufelinin biatlerini alçakça çiğneyip Yezid'in safına geçişi...

                  Bu kadarla da kalmayıp, kılıçlarını da ona kiralamaları ve düne kadar İmama heybeler dolusu mektuplar yazıp; "Ne olur gel! Kanımızın son damlasına kadar senin yanındayız! Yeter ki gel!" diye yalvaranların, şimdi silâhlanıp Kerbelâ'da İmamın (a.s) karşısına dikilişi...

                  Şu veya bu nedenle İmamın safına katılan pek çokları vardı ki, bu tür haberleri duyduklarında yıkılıyor, korkuyor, geriliyorlardı.

                  Henüz "Hüseynîleşmemiş olanlar"dı bunlar.

                  Bizimleydiler; ama "bizden" değildiler.

                  Hüseynî davanın değil, kendi davalarının, kendi emel ve tutkularının peşinden koşarak gelmişlerdi bizim ardımız sıra...

                  İşte onlar için bu haberler, hazan yapraklarına ulaşan sert rüzgarlar gibiydi.

                  Rüzgarın her esişinde birer-ikişer, onar-yüzer dökülüp gidiyor, Hüseynî zirvelerden kendi benlerinin uçurumlarına doğru savruluveriyorlardı.

                  İşte bu nedenledir ki, İmam (a.s) o gece herkesi bir araya toplamış ve; "Bunların işi benimle, siz gecenin karanlığından faydalanarak kaçın, uzaklaşın buradan. Bunların sizinle bir alıp veremedikleri yok; biatimi üzerinizden kaldırdım, hakkımı helâl ettim; dileyen gidebilir! Gitmek isteyenler bu fırsatı kaçırmasınlar!" demişti.

                  Derdin kendindedir bilmiyorsun, derman yine sendedir görmüyorsun, içine koca bir alem yerleştirilmiş; sen hala kendini küçük bir şey zannediyorsun. / Hz. Ali (as)

                  Yorum


                    #10
                    Ynt: Kerbela'da Peygamberin Atı

                    Nur'un Bekçileri

                    İşte o sırada kimin ömrünün "bahar"ını ve kimin "hazan"ını yaşadığı belli olmuştu.

                    O bir avuç ordunun yüz kişiyi bile bulmayan bir grubu dışında tamamı, gecenin karanlığından faydalanarak kaçıvermişti.

                    Nurdan karanlığa kaçanlardı onlar...

                    Güneşten kaçıp korkuyla gecenin koynuna giren ödlek yarasalar...

                    Siperini terk eden askerler...

                    İmamını bırakıp, kaçan ümmet...

                    Kılıçların rüzgarına dayanamayıp, dökülen çürük yapraklar.

                    Kaçmanın imkânsız olduğu ölümden kaçan ölü canlar...

                    Ve Kerbelâ, insanoğlunun hazin tarihinde bir dönüm noktasına daha şahit oldu.

                    Gelenler elendi Kerbelâ'nın kalburunda... "Canla başla gelenler" Kerbelâ'da toprağa düştüler; yolu sürdüremeyecek olanlar, Kerbelâ'da hazmi imkânsız olanlar kalıverdiler İmamın kalburunun üzerinde.

                    "Kof"lar gitti, "sağlam"lar kaldı.

                    "Bayağı"lar gitti, "seçkin"ler kaldı Kerbelâ'da Aşu-ra'yı karşılamaya.

                    Ebu'l Fazl-il Abbas'la senin Aliekber'in ayağa kalktı o sırada. İmamlarını selâmladıktan sonra:

                    "Seni bırakıp da nasıl gideriz biz?!" dediler, "Seni ölüme sürecek, kendimiz yaşayacağız ha? Sensiz hayatın ne anlamı var? Bizim cesetlerimizi çiğnemeden kimse el uzatamaz sana!"

                    Ve Aliekber başını yere eğerek:

                    "Dünya senden sonra neye yarar baba?" dedi İma-mına.

                    Sen o sırada Medine'deydin Leyla...

                    Ah! Senin bilmediğin bir şey daha var... Sadece sen değil hem; kimse bilmiyor bunu...

                    Ama... Sen böyle ağlayınca anlatamıyorum ki.

                    Beni de ağlatıyorsun işte...
                    Derdin kendindedir bilmiyorsun, derman yine sendedir görmüyorsun, içine koca bir alem yerleştirilmiş; sen hala kendini küçük bir şey zannediyorsun. / Hz. Ali (as)

                    Yorum


                      #11
                      Ynt: Kerbela'da Peygamberin Atı

                      4. Bölüm

                      Aliasker'in Susuzluğu

                      "Kerbelâ'nın Sekkâ"sı, Hz. Ebu'l Fazl-il Abbas'tır. Evet, bu yüce makam ve büyük rütbe "Haşimoğulla-rının Dolunayı" olan Kamer-i Benî Haşim'e mahsustur ancak.

                      Ama...

                      Aşura'dan bir gün önce... Yani Tasua Gecesi suyu biz getirdik Leyla...

                      Bunu sen de bilmiyordun işte.

                      Evet, biz... Ben ve Aliekber...

                      Otuz atlıyla yirmi piyade askerin de yardımıyla.

                      Suyu getirten, bu büyük destanı yazdıran da minik Aliasker oldu aslında...

                      Evet, İmamın minik Aliasker'i...

                      Yine ağlıyor musun sen?

                      N'olur ağlama Leyla!

                      Baksana, anlatamıyorum o zaman işte...

                      Dayanamadın biliyorum...

                      Aliasker ağlıyordu ha bire hani...

                      Ve annesi süt veremiyordu canı kadar sevdiği o minik yavrusuna. Susuzluktan ve tedirginlikten sütü kurumuştu çünkü.

                      Ben çadırın önündeydim o sırada. Yavrucağın ağlama sesini duyuyordum.

                      Giderek sesi kısıldı yavrucağın...

                      Derken, kesik kesik hıçkırıklarındaki; "N'olur bir yudum su!" feryadı...

                      Kundakta, parmak kadar bir bebek... Nasıl dayanabilirdi o çölün susuzluğuna.

                      Aliasker...

                      Minik yavrucak susuzluktan telef olup gidecek...

                      Aman Allah'ım!

                      Ben de dayanamadım o masum yavrucağın öylesine iç çekişlerine, kısık kısık hıçkırmasına... Ağladım...

                      "Atlar da mı ağlar?" diye sormak istediğini biliyorum.

                      Evet, atlar da ağlar...

                      Kim dayanabilir ki hem?

                      Binicimin yerinden doğrulup, sırtıma atlamasını ve gönüllü olarak su getirmek için İmamdan (a.s) destur almasını, nasıl da istedim o sırada...

                      Ah! N'olur...
                      Derdin kendindedir bilmiyorsun, derman yine sendedir görmüyorsun, içine koca bir alem yerleştirilmiş; sen hala kendini küçük bir şey zannediyorsun. / Hz. Ali (as)

                      Yorum


                        #12
                        Ynt: Kerbela'da Peygamberin Atı

                        Onu rüzgar gibi uçurur, şu ordunun ortasından şimşek gibi geçer ve göz açıp kapayıncaya kadar onu Fırat'a ulaştırıverirdim.

                        İşte ne olduysa o sırada oldu. Ben henüz bu düşünceden sıyrılmamışken, karşımda Aliekber'i buldum o sırada.

                        İçimden geçeni okumuş ve hemencecik gelivermişti âdeta.

                        Küçük kardeşinin kesik hıçkırıklarına o da dayanamamış ve kalkıp gelivermişti işte!

                        Ne kadar rahatsız olduğu yüzünden belliydi.

                        Kundaktaki minik Aliasker'i göstererek babasından izin istedi; "Müsaade edin biraz su getirelim, destur sizindir!" dedi ve ekledi:

                        — Aliasker henüz kundakta baba... Onun bu hâline dayanamıyorum artık! Ne olur izin verin...

                        İmam da dayanamıyordu, biliyorum. Hele Alias-ker'in o bakışlarına ve öylesine, yalvarırcasına riva edişine...

                        İzin verdi:

                        — Ama yalnız gitmeyeceksin. Otuz atlıyla yirmi de piyade savaşçı al yanına!. Onlar savaşır ve düşmanı oyalarken, siz Fırat'tan kırbalarınızı doldurursunuz!

                        Ah, Aliekber'i bir görseydin o sırada!

                        Ölüme gidiyordu; ama sevinçten uçacak gibiydi!

                        Kamuflaj önemli bir olay... Gecenin karanlığı ve düşman askerlerinin çoğunun sarhoş bir hâlde sızmış olması, bizim için en büyük kamuflaj ve kaçırılmaz bir fırsattı.

                        Ama Fırat'a nasıl yaklaşacaktık?

                        Ard arda dizili askerlerle âdeta et ve kemikten bir duvar örülmüştü kıyı boyunca.

                        Her şeyin tam bir sürat ve dikkatle, bir anda olup bitmesi gerekiyordu. Düşmanın merkez karargâhına haber ulaştıktan ve çarpışma sesleri duyulduktan sonra geriye dönebilmek için sadece birkaç dakikamız olacaktı.

                        Aksi takdirde, toplu toplu 50 kişi olan grubumuz, on binlerce atlının saldırısına uğrayacak ve biz asıl görevimiz olan "su ulaştırma operasyonu"nu başarıyla tamamlayamadan şehit olacaktık.

                        Kıyı boyunca et ve kemikten duvar oluşturmuş bulunan tepeden tırnağa silâhlı yüzlerce nöbetçiyle burun burunaydık şimdi. Oraya kadar sessiz sedasız yaklaşmayı başarmıştık; ama bundan sonrası kaçınılmaz bir çarpışmaydı.

                        Aliekber'in sessiz bir işaretiyle ok gibi ileri atıldık.

                        Çok şiddetli, kıyasıya bir çarpışma başlamıştı.

                        Gecenin sessizliğini ansızın bozan kılıç şakırtıları ve at kişnemeleri, biraz sonra düşman karargâhından da duyulacaktı.

                        Bu operasyonda tek şansımız sürat ve cesaretti.

                        Aliekber, önüne çıkan birkaç nöbetçiyi süratle hakladıktan sonra kendi adamlarının ortasında kalıverdi.

                        Bizimkiler göz açıp kapayıncaya kadar dar bir koridor oluşturmayı başarmışlardı.

                        Biz, Fırat'ın kıyısına ulaşan bu koridorun tam ortasındaydık.

                        Ali'nin hafif bir mahmuzuyla ok gibi fırladım.

                        Minik Aliasker'e su ulaştırılmasında benim de payım olmalıydı çünkü.
                        Derdin kendindedir bilmiyorsun, derman yine sendedir görmüyorsun, içine koca bir alem yerleştirilmiş; sen hala kendini küçük bir şey zannediyorsun. / Hz. Ali (as)

                        Yorum


                          #13
                          Ynt: Kerbela'da Peygamberin Atı


                          Kerbelâ'da Fedakârlık

                          Hem...

                          Aliekber'le ben de diğerleri gibi nicedir susuzluktan kavrulmaktaydık.

                          Göz açıp kapayıncaya kadar Ali'yi Fırat'a ulaştırdım...

                          Daha ben duramamışken, o bir panter çevikliğiyle yere sıçrayıp, elindeki kırbaları Fırat'ın serin suyuna daldırmıştı bile.

                          Bu sırada başını kaldırıp bana baktı, su içmem için hafif bir işaretle başını oynattı.

                          Mümkün mü hiç?!

                          Gözlerinin içine baktım.

                          "Sen kana kana içmedikçe, suya dokunmam mümkün değil!" dedim bakışlarımla.

                          Anladı...

                          Ve su içmem için, beni can evimden vuruverdi.

                          Sakin bir hareketle kırbaların ağzını sudan çekip bakışlarını bana dikti.

                          "Sen içmezsen, bu kırbalar dolmayacak; bilmiş ol!" demek istiyordu.

                          Bakışlarındaki ifadeye itaat etmemem mümkün değildi.

                          Gözlerimi ondan ayırmaksızın dudaklarımı suya dokundurdum, ama içemedim.

                          Fakat o, benim su içip içmediğimin farkına varamayacak biri değildi.

                          İyice doğrulup ıslak elleriyle yüzümü okşadı. Şefkatli bakışlarında yalvarış vardı.

                          Buna tahammül edemezdim işte.

                          Bütün bir Fırat'ı bir yudumda içebilmeyi isterdim o sırada.

                          Kırbaları doldurduktan sonra çevik bir hareketle eyere oturdu.

                          Susuzluktan bembeyaz kesilip, derisi soyulmaya yüz tutan dudaklarını suya dokundurmamıştı bile.

                          Evet, susuzluktan yanıp kavrulduğu hâlde, bir yudum su içmemişti Ali'n...
                          Derdin kendindedir bilmiyorsun, derman yine sendedir görmüyorsun, içine koca bir alem yerleştirilmiş; sen hala kendini küçük bir şey zannediyorsun. / Hz. Ali (as)

                          Yorum


                            #14
                            Ynt: Kerbela'da Peygamberin Atı


                            Kırbaların serinliğini sağrımda hissedince, kılıç şakırtılarını yeniden duyar oldum.

                            Bu kısa süre zarfında, onun bakışları bana her şeyi unutturmuş, o hengâmede çarpışma sesleri hiç duymamıştım!

                            Hafif bir mahmuzla rüzgar gibi savruldum, o sırada kanatlarım vardı belki de.

                            Su kırbalarını sapasağlam çadırlara ulaştırmayı ba-şarmıştık.

                            Fırat boyunca yüzden fazla düşman cesedinin üzerinden geçtiğimi hatırlıyorum.

                            Ama bizimkilerden bir tekinin burnu dahi kanamamış, hepimiz en küçük bir yara dahi almadan çadırlara dönmüştük.

                            O amansız çarpışmadan sağ dönmemiz elbette ki bir mucizeydi.

                            İşte o zaman, İmamın (a.s) ardımızdan dua etmiş olduğunu anladım.

                            O duaların Hak Tealâ indinde ne demek olduğunu bilirim ben.

                            Düşmanla boğuşurken kan değmemiş olanlar, geriye dönerken nallardan sıçrayan kanlarla tepeden tırnağa kızıla boyanmışlardı.

                            Aliekber, yavaş bir hareketle yere indi.

                            Daha birkaç dakika önce onca düşmanı tarumar eden yiğit o değildi sanki.

                            Elinden geldiğince kibar ve terbiyeli olmaya çalışıyordu.

                            Heyecansız, sakin adımlarla, çadırın önünde kendisini ayakta bekleyen babası İmama (a.s) doğru yürüdü.

                            İyice yaklaşınca, eğildi; bir dizini yere vurup, elindeki iki kırbayı İmamın (a.s) memnuniyet dolu bakışları altında yavaşça yere bıraktı.

                            İşte bu sırada bakışlarını yerden ayırmaksızın söy-lediği o cümle beni kavurup kül etmeye yetti:

                            — Baba! Küçük kardeşim Aliakser'in o hâline dayanamadım... Önce ona, sonra da susuz olan herkesin payına birkaç yudum düşer sanırım. Herkes içtikten sonra... Eğer kırbanın dibinde birkaç damla kalırsa yeter bana...

                            Evet, o böyleydi işte...

                            Susuz dönmüştü Fırat'tan Aliekber'in...

                            Ağlıyor musun Leyla?...

                            Ağlama diyemem ki sana...

                            O sahneyi hatırlayınca, ben de dayanamadım işte... Elimde değil ağlamamak artık...
                            Derdin kendindedir bilmiyorsun, derman yine sendedir görmüyorsun, içine koca bir alem yerleştirilmiş; sen hala kendini küçük bir şey zannediyorsun. / Hz. Ali (as)

                            Yorum


                              #15
                              Ynt: Kerbela'da Peygamberin Atı

                              5. Bölüm

                              İmam ve Me'mum[1]

                              İmam Hüseyin'le (a.s) Aliekber arasındaki ilişki, basit bir baba oğul ilişkisinden ibaret değildi asla. Bambaşka bir ilişki vardı bu baba-oğul arasında.

                              Çoğuna göre uzun denilebilecek ömrüm boyunca, hiçbir babayla evlâdı arasında bunca derin bir duygu, sevgi, şefkat, itaat ve bunca yakınlık ve ünsiyet görmedim ben.

                              O ikisi arasında gördüğüm bu istisna alâkaya, öteden beri hayran olmuşumdur.

                              Hatta bazen bunun bir baba-oğul ilişkisi değil de, pek maharetli bir bahçıvanla pek nadir bir çiçeğin ilişkisi olduğunu düşünmüşümdür.

                              İki aşığın ilişkisi...

                              İki vurgunun, iki tutkunun...

                              Mumla pervanenin...

                              Biri diğersiz edemeyen kırk yıllık iki kalender can dostunun...

                              Evet, kesinlikle basit bir baba-oğul ilişkisi değildi bu.

                              Yekdiğeri uğruna her an can vermeye hazır iki fedainin...

                              İmamla me'mumun...

                              Muradla müridin...

                              Aşıkla maşukun...

                              Sevenle sevilenin...

                              Güneşle gündüzün ilişkisi tıpkı.

                              İmam Hüseyin'in (a.s) kimi zaman ona bakışını ha-tırlıyorum da... Boyuna, bosuna, yürüyüşüne, davranışlarına, hatta gözkapaklarının hareketlerine bile öylesine tutkunca bakardı ki, yıllardır sevgilisinin özlemiyle tutuşmuş bir aşığın vuslat demi sanırdın...

                              Ve Aliekber... Hem tutkunun, hem tutulmuşluğun en bâriz timsali.

                              Kalpten kalbe yol vardır derler; ama onunla İmamın kalbi arasında yol bulamazsın. Mesafe olmayınca, yol mu kalır?


                              ------------------------------------
                              [1]- Me'mum: İmama uyan
                              Derdin kendindedir bilmiyorsun, derman yine sendedir görmüyorsun, içine koca bir alem yerleştirilmiş; sen hala kendini küçük bir şey zannediyorsun. / Hz. Ali (as)

                              Yorum

                              YUKARI ÇIK
                              Çalışıyor...
                              X