Duyuru

Daraltma
Henüz duyuru yok.

Adl-i İlahi

Daraltma
X
 
  • Filtre
  • Zaman
  • Göster
Hepsini Temizle
yeni gönderiler

    Ynt: Adl-i İlahi


    ŞEFAAT

    Adl-i ilâhî konusunda ortaya atılması, ele alınması, tartışılması ve incelenmesi gereken bir konu, "şefaat" konusudur. Bu konuda bazı sözler söylenmiştir ve Vahhabîlik Mezhebi'nin ortaya çıkışından sonra bu sözler daha çok yayılmıştır.

    Bu mezhep, Muhammed b. Abdulvahhab'a nispet edilir. (234) Bu mezhep bugün Suudi Arabistan'ın resmî mezhebi hükmündedir.
    Bu mezhep, çok yüzeyde ve kabukta kalır biçimde "ibadette tev-hit" ilkesini savunmakta, bu yüzden de İslâm'ın nice yüce öğretilerin-den birçoğunu da inkâr etmek zorunda kalmaktadır. Bu mezhebin sa-vunduğu ve yüzeyde kalan tevhit anlayışı, Eş'arî tevhit anlayışı gibi, İslâm'ın ilkelerinden birçoğuna aykırı düşmektedir.




    Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
    Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

    Yorum


      Ynt: Adl-i İlahi


      Ortaya Çıkan Sorun ve İtiraz

      Şefaate karşı ileri sürülmüş veya sürülebilecek olan itirazlar şöyle belirlenebilir:

      1- Şefaat, ibadette tevhit ilkesi ile çatışır. Bazı yüce mertebeli ki-şilerin Allah katında günahkârlar için şefaat edebileceklerine inanan, şirke düşmüş, Allah'a ortak koşmuş olur.

      Bu itiraz ve iddia, Vahhabîler'in ortaya atmakta oldukları iddialar-dandır ve Şia arasında da bazıları bu iddiaların etkisinde kalmıştır. (235)


      2- Şefaat konusundaki bir itiraz da şudur: Şefaat; ibadette tevhit (ancak Allah'a ibadet etme) ilkesi ile uyuşmamakla kalmaz, üstelik ve aynı zamanda "tevhid-i zatî"ye, [doğrudan doğruya tek tanrının Allah olduğu inancına da] uymaz. Çünkü şefaatin mümkün olduğuna inanan bir kimse, şefaat edenin rahmet ve şefkatinin Allah'ın rahmet ve şefka-tinden daha çok ve daha geniş olduğuna inanıyor demektir. Çünkü, şe-faat eden olmazsa, Allah'ın günahkâr kişiye azap edeceği varsayılır.

      3- Şefaat inancı, günaha eğilimi olanları cür'etlendirir. Onları kötü ve çirkin işleri işlemeye teşvik eder, yüreklendirir ve kışkırtır.


      4- Kur'ân-ı Kerim şefaati batıl sayar, reddeder. Kur'ân mahşer gü-nünü anlatırken, onu kimsenin kimseyi savunamayacağı ve şefaat edemeyeceği gün olarak niteler. (236)

      5- Şefaat, Kur'ân-ı Kerim'in bizzat beyan buyurmuş olduğu ve do-layısıyla herkesin mutluluğa erişmesini kendi eylemlerinin sonucuna bağladığı "İnsan için ancak sa'yettiği, gayret gösterdiği çabasının karşılığı vardır." ilkesine aykırı düşer.


      6- Şefaatin gerçek anlamı ile söz konusu olabilmesi için, Allah'ın, şefaat edenin etkisinde kalarak öfkesini rahmete dönüştürdüğünü ka-bul etmek, buna inanmak gerekir. Oysa Allah başkalarının, yarattıkla-rının etkisinde kalmaz. Allah katında, kullarda olduğu gibi hâl deği-şikliği olmaz. Hiçbir etken O'na etki edemez. Değişkenlik, Zat-ı İlâhî'-nin varlığının zorunlu oluşu (vücûb-i zatî) ile bağdaşmaz.


      7- Şefaat bir tür ayrıcalık gözetme ve adaletsizlik demektir. Oysa Allah katında ise adaletsizlik olmaz. Diğer bir deyişle, şefaat Allah'ın kanununda istisna demektir. Oysa Allah'ın kanunları genel, değişmesiz ve eşitlik gözeten kanunlardır. [Yüce Allah şöyle buyuruyor:] "Allah'ın kanununda değişiklik, değişme bulamazsın."


      Bu itiraz ve tereddüttür ki, şefaat konusu ile adl-i ilâhî konusunun bağlantısını kurar. Bu sebeple, bu kitapta incelenen konular arasına şe-faat konusu da alınmıştır.

      Adalet yönünden yapılan bu itirazın gerekçesi şöyle açıklanabilir: Şefaat, bütün günahkârları kapsamına almaz. Çünkü böyle olursa ne kanunun-kuralın anlamı kalır, ne de şefaatin. Şefaatin yapısı gereği ay-rıcalık ve istisna söz konusu olur. İtiraz da bu noktadadır. Suçluların iki bölüğe ayrılması, arkası olanların cezasının pençesinden kurtulması, diğer bölüğün ise arkası-koruyucusu olmadığı için cezalandırılması nasıl reva görülebilir?

      Biz, insan toplumlarında eşitlik ve hukuk devleti yerine parti ve lobiler, baskı gruplar hakim ise, bu gibi toplumları bozulmuş ve ada-letsiz sayarız. İnsan toplumları için böyle düşünürken, nasıl olur da ilâhî adalet karşısında "arkası olma"nın fayda vereceğini düşünebili-riz? Şefaat olan toplumda adalet yok demektir.




      Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
      Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

      Yorum


        Ynt: Adl-i İlahi


        Hukuk Devletini Zayıflatan Etkenler

        Bir toplumda eğer "para", "baskı grupları" ve "kaba güç" (zor) et-kili olabiliyorsa, bu durum o toplumda "hukukun üstünlüğü"nün ger-çekleşemediğinin ve kanunun güç-süz olduğunun göstergesidir. Hu-kukun üstünlüğü ilkesi gerçekleştirilmediği takdirde, zorbalar karşı-sında kanun üstünlüğü de sağlanamaz. Kanun, gücünü sadece zayıflar karşısında gösterebilir. Güçsüz suçluları kıskıvrak yakalar ve hakim önüne çekerken, zorba suçluları yakalamaktan âciz kalır.

        Kur'ân-ı Kerim, ilâhî kanunları güçlüler karşısında etkisiz kanunlar olarak değil, güçlü kanunlar olarak tanıtmaktadır. "Para, baskı grup-ları ve kaba güç"ün adl-i ilâhî mahkemesi önünde etkili olamayacağını belirtmektedir. Kur'ân-ı Kerim'de "para"dan söz edilirken "adl" keli-mesi kullanılmaktadır.

        "Adl" kelimesi, ya "sapma, ayrılma ve dönme" demek olan "udûl" maddesinden gelmektedir. (Çünkü para, rüşvet aracı olarak kullanıldı-ğı ve verildiği takdirde "udûl"e yani hak ve hakikatten sapmaya ve dönmeye sebep olur.) Veya kullanılan "adl" kelimesi, karşılık ve bedel anlamınadır. (237)


        Birbirini destekleyen nüfuz grupları, "şefaat" kavramı içinde ele a-lınmaktadır. (238)

        Kaba güç de "nüsret" (yardım ve destek) terimi ile anılmaktadır.

        Bakara Suresi'nin 48. ayeti şu mealdedir:

        Çekinin o günden ki, o günde hiç kimse başka kimseyi savuna-maz, kimseden şefaat de kabul edilmez, kimseden kar-şılık alınmaz ve onlara yardım da erişmez. [Yani, sakının o günden ki kimse kimseyi bir konuda savunamaz, buna izin verilmez, kayırma ve kollama kabul edilmez, salıverme ve günah karşılığında para alın-maz, hiçbir yönden yardım ve destek güç de gelemez.]


        Demek oluyor ki, ahiret âlemindeki düzende insan toplumlarında olduğu gibi bir kimsenin kanunun müeyyidesinden (yaptırım) kaçmak için bir nüfuz grubunun desteğine sığınması, soyundan-boyundan yar-dım istemesi, para yedirmesi söz konusu değildir, insanın soyu-boyu; kanunu yürüten görevlilere karşı güç sahibi olamazlar.

        İslâm'ın ilk döneminde, Müslüman topluluğu içinde kanun güçlü ve üstün idi, hukukun üstünlüğü belirgin durumda idi; çünkü kanun, yöneticilerin yakınlarının yakasına da yapışabiliyordu.

        Bir gün İmam Ali (ona selâm olsun), kızının Müslümanların bey-tülmalinden (hazine mallarından) bir gerdanlığı ariyet (iğreti) olarak -ve tabiatıyla teminat kaydı ile- aldığını işitti. Kızını şiddet ile azarladı.


        Çok ciddi bir ifade ile dedi ki:

        Ariyet olarak ve temin ve tekeffül ile almamış olsa idin, hakkında hırsızlık cezasını uygulardım. (239)

        Amcası oğlu İbn Abbas, bilgili bir zat ve yardımcısı olduğu hâlde, aykırı bir iş yapmış idi. Ona bir mektup yazarak sert bir şekilde uyardı; yaptığı işi düzeltmezse cezalandıracağını söyledi.


        Ona şöyle yazdı:

        Eğer yaptığın aykırı işten dönmezsen, kılıcımla seni cezalandırırım. Vurduğumda cehennemden başka yere gitmeyen kimseleri öldürdüğüm kılıcımla seni vururum.




        Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
        Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

        Yorum


          Ynt: Adl-i İlahi


          Yani, kılıcımın cehennemliklerden başkası üzerine inmediğini sen de biliyorsun. Yapmış olduğun bu iş, seni cehennemlik etmiş ve benim kılıcımla cezalanmanı hak ettirmiştir sana. Daha sonra adaleti istisnasız herkes için uygulayacağını ve bu hususta asla taviz vermeyeceğini iyice açıklama amacıyla şöyle ekledi:

          Vallahi, senin yaptığını Hasan ve Hüseyin bile yapsaydı, onları da gözetmez, cezalandırırdım. (240)

          Evet İslâm'ın ilk dönemidir, Emir'ül-Müminin Ali de kanunun uy-gulayıcısıdır; fazla şaşırmamak gerekir.


          Ona ve Ehlibeyti'ne Allah'ın salât ve selâmı olsun, Resul-i Ekre-m'in getirdiği hareketin, ne kadar ilerlediğini ve kimleri adalet masa-sına oturttuğunu bilmek isterseniz, aşağıdaki olaya dikkat ediniz:

          Amr b. As Mısır valisi (241) ve Ömer b. Hattab onun amiri halife iken, Amr'ın oğlu, halktan birine tokat attı. Bu kimse Amr'a gelerek oğlunu şikayet etti. Sonuç çıkmadı. Bunun üzerine halife Ömer'e gelerek şikayet etti. Ömer, Amr'ı ve oğlunu da getirterek karşılıklı yargıladıktan sonra, Amr'a ve oğluna hitaben tarihî bir cümle söyledi: "Ne zamandan beri halkı kulunuz bildiniz? Onlar, analarından hür doğmuşlardır." Sonra, Amr'ın oğlu hakkında kısasa hükmetti.


          Halife Ömer kendi oğluna karşı da aynı şekilde davranmış, oğlunun şarap içtiğini duyunca onun hakkında da İslâm'ın gerektirdi-ği cezayı uygulamıştır. (242)

          İşte Resul-i Ekrem'in (ona ve Ehlibeyti'ne Allah'ın salât ve selâmı olsun) öğrettiği adalet böyle idi. Allah'ın Resulü'nün harekete getirdiği çark, daha bir süre az-çok bu şekilde dönmesini sürdürmekte idi.




          Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
          Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

          Yorum


            Ynt: Adl-i İlahi


            Şefaatin Türleri

            Şefaatin de türleri vardır. Bazı türleri olmaması gereken ve zulüm sayılabilecek şefaatlerdir. Bu tür şefaatlerin ilâhî düzende yeri ve de-ğeri yoktur. Bazı türleri ise aksine adildir ve doğrudur. Yanlış şefaat türü; kanunu alt-üst eden, kanuna aykırı şefaattir. Sahih şefaat ise doğ-ru, kanunun getirmek istediği düzeni koruyucu ve kanunu doğrulayıp güçlendirici şefaat demektir.

            Yanlış şefaat; bir çıkar grubu içindeki dayanışma ve taraf tutma, dolayısıyla kanunun uygulanmasının önlenmesi demektir. Şefaatin bu anlamda alınması hâlinde, suç işleyen kimse kanun koyucunun amacı-na aykırı olarak, kanunların da amacına ters bir biçimde bir girişim ile kendi mensup olduğu grubun aracılığı ile kanun koyucunun iradesine ve kanunun amacına üstün gelmektedir. Bu tür şefaat dünyada zulüm demektir, ahirette ise esasen mümkün değildir. Şefaate yöneltilen iti-razlar bu anlamdaki şefaat karşısında haklı olurlar ve Kur'ân-ı Kerim'in reddettiği ve ahiret düzeninde gerçekleşemeyeceğini belirttiği şefaat, işte bu anlamdaki şefaattir.

            Doğru anlamı ile şefaat ise bundan başkadır. Bu anlamda şefaatte ayırım ve ayrıcalık, kanunu hiçe saymak ve fiilen ilga etmek, yürür-lükten kaldırmak, kanun koyucunun iradesine üst olmak gibi sakıncalar söz konusu değildir. Kur'ân-ı Kerim bu tür şefaati açıkça kabul eder. Bu doğru anlamda şefaatin de türleri vardır ki, bunları az ileride ele alacağız.



            Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
            Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

            Yorum


              Ynt: Adl-i İlahi


              Kanunun Etkisiz Bırakılması

              Gerek aklî, gerek [ayrıca da vahye dayanan] naklî delillerin hoş görmediği ve reddettiği şefaat; günah işleyenin bir aracı bularak ilâhî hükmün etkisinden kurtulabilmesi demektir. Nitekim ahlâkî çöküntüye ve bozguna uğramış olan toplumlarda çıkar zümreleri böyle yap-maktadırlar.

              Bilgisiz kişilerin (avam) birçoğu, nebiler ve imamlar (onlara selâm olsun) vasıtası ile gerçekleşebilecek şefaati de bu türden sanırlar. Onların zannına göre, Resul-i Ekrem'in (s.a.a) veya Emir'ül-Mümini-n'in (a.s), diğer İmamlar'ın ve özellikle İmam Hüseyin'in (a.s) yahut Hz. Fatıma'nın (a.s) şefaatleri bu anlamdadır. -Hâşâ- bu nüfuzlu kişiler ilâhî adalet örgütünü de etkileyerek Allah'ın iradesini değiştirirler, ilâhî kanunu da fiilen yürürlükten kaldırırlar. (243)


              Cahiliye dönemi (244) Arapları da putları bu gözle görürlerdi. On-lar da yaratıcı olarak sadece Allah'ı kabul ederler, evrenin yaratılışı konusunda Allah'a şerik koşmazlar; ne var ki yaratılmış evrenin yöne-timinde putları da yetkili ve söz sahibi bilirlerdi. Cahiliye dönemi Araplarının "şirk"i (Allah'a ortak koşmaları), "yaratıcı" bakımından şirk değil; Allah'ın "rab" oluşu bakımından şirk idi. Allah'tan başka yaratıcı tanımıyorlar, fakat Allah'tan başka "rab" da edinebiliyorlardı. (245)

              İnsanlardan kimi vardır ki bir kurum kurar, sonra onun idaresini bir başkasına bırakır. Veya kurumu kendisi kurduktan sonra yönetimi için ortak alır. İşte müşriklerin Allah ve evren anlayışları da böyle idi. Kur'ân-ı Kerim böyle düşünenlere şiddetle karşı çıktı ve tekrar tekrar beyan buyurdu ki: Allah'ın hiçbir ortağı, şeriki yoktur. Yaratıcılık (ha-likiyet) bakımından böyle olduğu gibi; yöneticilik, koruyuculuk ve eğiticilik (rubûbiyet) bakımından da böyledir. Allah; tek yaratıcı ve tek yöneticidir. Evren egemenliği sadece ve yalnızca O'na özgüdür ve O, âlemlerin Rabbidir.


              Allah'tan başka "rab" kabul eden ve evrenin yöneticiliğini Allah ile onlar arasında paylaşıldığını sanan müşrikler, Allah'ın rıza ve hoş-nutluğunu kazanmaya önem vermiyorlar; "Kurban ve tapınmalar ara-cılığı ile, rab kabul ettiğimiz putların rızasını kazanır isek, Allah'ın rıza-sına aykırı iş işlemiş olsak bile, onlar elbette bu sorunu Allah katında çözmenin ve bizi kurtarmanın yolunu bulurlar." diye düşünüyorlardı.

              Müslümanlar arasında da Rabbin yüce ve egemen gücü (saltanat-ı rubûbî) karşısında bir başka saltanat, bir başka egemen güç olduğunu, onun karşısında da bir "el"in evrene karıştığını düşünenler varsa, bil-melidir ki bu apaçık şirktir, Allah'a ortak koşmaktan başka bir şey de-ğildir.

              Meselâ bir kimse, Allah'ın rıza ve hoşnutluğunu kazanmak için bir yol olduğunu, buna karşılık yine meselâ İmam Hüseyin'in (ona selâm olsun) rızasını kazanmak için de bundan ayrı ve başka bir yol ol-duğunu, bu iki yolun birbirinden bağımsız olarak insanın mutluğunu sağlayabileceğini düşünüyorsa, büyük bir sapkınlığa uğramış, dalâlete düşmüş demektir.




              Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
              Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

              Yorum


                Ynt: Adl-i İlahi


                Demek ki, bu sanıda şöyle deniliyor: Allah'ın rızası bazı davranış-larla, İmam Hüseyin'in rızası da başka bazı davranışlarla kazanılabilir. Allah'ın rızasını kazanabilmek için, farz olan şeyler yerine getirilecek, namaz kılınacak, oruç tutulacak, hac edilecek, cihada varılacak, zekât verilecek, doğru sözlü ve dürüst davranışlı olunacak, halka hizmet e-dilecek, ana-babaya en iyi şekilde muamele edilecek, bunlar gibi güzel davranış ve tutumlar seçilecek; buna karşılık, yalancılık, zulüm, gıybet, içki içme, zina gibi günahlardan kaçınılacaktır. İmam Hüseyin'in (ona selâm olsun) rızasını kazanmak için, bunlara hiç gerek yoktur!


                Bu yanlış anlayışa göre, İmam Hüseyin'in rızasını kazanmak için Kerbelâ'da onunla birlikte şehit edilen genç oğlu Ali Ekber (ona selâm olsun) (246) için ağlamak veya hiç değilse ağlar gibi yapmak yetişir. İmam Hüseyin'in rızasını kazanmanın başka yolları vardır.
                Bu ayırıma göre, Allah'ın rızasını kazanmak güçtür, bir çok eyleme girişmek veya eylemden kaçınmak gerekir ki Allah'ın rızası elde edilebilsin. Buna karşılık, İmam Hüseyin kolayca hoşnut edilebilir. Ağlamak ve göğsüne vurmaktan başkaca bir şeye gerek yoktur. Ona selâm olsun, imamın rızası bir kez kazanıldı mı, o da Allah katında şe-faat edecek, nüfuzunu kullanacak, işi düzeltecektir. Kılmadığımız na-maz, tutmadığımız oruç, önem vermediğimiz hac, katılmadığımız ci-hat, yerine getirmediğimiz "Allah yolunda infak"... bütün bunların borçlarına kalem çekilecek, tasfiye edilecek; bütün işlenen günahlar da bir üfürme ile uçup gidecektir.


                Bu yönde bir şefaat anlayışı batıl ve yanlış bir anlayış olmakla kal-maz, aynı zamanda Allah'tan başka "rab" kabul etmek demek olur. Bu gibi kuruntular, aynı zamanda en büyük övüncü "ubûdiyyet" (kulluk) olan İmam Hüseyin'in (a.s) tertemiz huzuruna da saygısızlık demektir. Nitekim babası Emir'ül-Müminin de "gulat"ın kendisi hakkında aşırı şeyler söylemelerine öfkelenir, bu sözlerden yüce Allah'a sığınırdı.

                İmam Hüseyin'in şahadetindeki hikmet, Allah'ın evren düzeni ve atası Resul-i Ekrem'in (s.a.a) şeriat karşısında başka bir düzen kurul-ması için değildir. Allah bu gibi inançlara düşmekten korusun! Amaç, ilâhî kanundan kaçış yolu bulmak değildir. Onun şehit olmasının hik-meti, İslâm'ın eylem düzen ve sırasını bozmak, Kur'ân kurallarını et-kiden düşürmek değil; tam aksine, namazı, zekâtı, İslâm'ın diğer ku-rallarını gerçek anlam ve boyutları ile korumak idi. Bunun için yaşa-maktan yüz çevirdi ve şehit olmayı seçti. İmam (a.s), kıyamının, Ye-zid yönetimine başkaldırışının sebebini şöyle açıklar:

                Ben, mevki ve makam hırsı için değil, müfsit ve zalim olarak değil, ceddimin ümmetinin hâlini düzeltmek, marufu emretmek ve münkerden (kötü ve çirkin işlerden) sakındırmak için ortaya atıldım. (247)

                Biz de İmam Hüseyin'i (a.s) ziyaret ederken ona şöyle hitap ede-riz:
                Tanıklık ederim ki, sen şüphesiz namaz kıldın, zekât verdin, marufu emrettin, münkeri nehyettin, Allah yolunda cihadı tam olarak yerine getrdin, Allah'ın kitabı ile emrettin ve Resul-i Ekrem'in (s.a.a) sünnetine uydun! (248)




                Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
                Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

                Yorum


                  Ynt: Adl-i İlahi


                  Kanunun Korunması ve Yürürlükte Tutulması

                  Şimdi İslâmî anlamı ile ve doğru şefaat anlayışının ne olduğunu görelim. Bu anlamda şefaat; kanunu ve düzeni etkisiz bırakan koruma ve kayırma değil, aksine kanunu ve düzeni koruyan ve güçlendiren bir şefaattir. Bu doğru anlamda şefaati açıklayan ayetler, Şiî ve Sünnî kaynaklarda nakledilen birçok rivayet vardır. Bu anlamda şefaat de iki türde görülür:


                  1- Önderlik şefaati veya eylemde (amel) şefaat.
                  2- Mağfiret şefaati veya fazl (249) şefaati.

                  Birinci türden olan şefaat, azaptan kurtulma, güzel ve iyi şeylere (hasenata) ulaşma, hatta derecelerin yücelmesi, insanın manen yüksel-mesini kapsamına alır.

                  İkinci türden şefaat ise, azabın kaldırılması ve günahların bağış-lanması yönünden etkilidir; ancak o kimsenin derecesini yükseltmez. Bu şefaat, Resul-i Ekrem'in (ona ve Ehlibeyti'ne Allah'ın salât ve selâ-mı olsun) hakkında şöyle buyurmuş oldukları şefaattir:
                  Şefaatimi, büyük günahlar işleyenler için sakladım. İyi işler işleyenlere gelince, esasen onlar sorumlu tutulmazlar. (250)





                  Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
                  Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

                  Yorum


                    Ynt: Adl-i İlahi


                    Önderlik Şefaati

                    Bu türden şefaatin ne olduğunu daha iyi açıklayabilmek için daha önce "uhrevî azap" konusunda ele aldığımız bir hususu hatırlamamız gerekiyor. Daha önce şöyle demiştik: İnsanın bu dünyadaki amelleri, eylemleri; öteki âlemde biçimlenir, görünür; bu eylemlerin gerçek yüzü insanın karşısına çıkar.

                    Burada şunu da ekleyelim ki, öteki âlemde hatta ilişki ve bağlantı-lar (revabıt) bile biçimlenir. Dünya evreninde insanlar arasındaki ma-nevi ilişki ve bağlar, öteki evrende görünür ve biçimlenir; aynî ve me-lekutî bir suret kazanır. Dünyada bir insan diğerinin doğru yola girme-sine sebep olmuş ise arasındaki önder ve izleyen ilişki mahşer gününde de görünür. Hidayet edenin önderliği, ona uyarak doğruya erenin izleyiciliği ve uyması, görünür ve algılanır bir biçime girer. Hidayet konusunda böyle olduğu gibi, aldatıp saptırmak söz konusu ise, yine aldatanın ve ona uyanın ilişkisi, başkalarınca kavranır bir biçimde gö-rünür. Kur'ân-ı Kerim bu hususu şu şekilde açıklar:


                    O gün her insan topluluğunu önderleri (imamları) ile çağırı-rız.
                    Diğer bir deyişle herkes kendi önderi ile, eylemlerinde örnek aldı-ğı, kendisinden esinlendiği kim ise onunla kaldırılacak, haşredilecek ve huzura çıkacaktır.


                    Yine Kur'ân-ı Kerim, Firavun'un (251) kendi kavmine önderliğinin ahiret âleminde şöyle biçimleneceğini buyurur:
                    Firavun kıyamet günü kavminin (kendine uyanların) başına geçer, önüne düşer ve onları ateşe iletir.

                    Firavun bu dünyada yoldan çıkmış bir kişi idi ve yoldan çıkmışla-rın önderi idi. O topluluktaki başka yoldan çıkmışlar onun adımlarını izlerlerdi. Ahiret âleminde de kendisini izleyenlerin önderi olarak gö-rünecektir. Firavun, dünyada ve ahirette kendisini izleyenlerin aracısı ve şefaatçisidir. Öyle bir şefaatçidir ki dünyada kendisini izleyenlerin günah işlemelerine ve sapıklığa düşmelerine sebeptir. Ahirette de ce-henneme iletmede önderlik ve aracılık edecektir. Ahiret âleminde, ken-disine uyanları ateşe iletmede aracılık etmesi; dünyada kavmini sap-tırmada ve yoldan çıkarmada aracılık ve önderlik edişinin tecessüm e-dişi, görünür hâle gelişidir.


                    Kur'ân-ı Kerim'in buradaki ifadesinde ilgi çekici bir husus da "Fi-ravun kendi kavmini kıyamette ateşe sokar" şeklinde vurgusudur. Fi-ravun'un ahiret âleminde kavmini cehenneme doğru götürdüğünü ve cehenneme soktuğunu belirtirken, bu ifade ile, Firavun'un dünyada kendisini izleyenleri nasıl yoldan çıkardığını da hatırlatmaktadır. Bu-yurmaktadır ki: Firavun nasıl dünyada onları saptırdı ise, ahirette de onları cehenneme iletmesi, bu dünyada onları saptırmasının belirgin ve somut biçimde görünmesi demektir.

                    Bu dünyada nasıl ister hak ile iyi anlamda önderlikler, ister kötü ve batıl anlamda önderlikler olsun, bazı alt bölümlere ayrılırsa, öteki âlemde de böyle olacaktır. Meselâ Resul-i Ekrem'in (s.a.a) hidayet nuru ile aydınlanan, o kutlu varlığın şeriatından yararlanan herkes onu izleyecekler ve (canımız uğruna feda olsun) o da iyi işler işleyenlerin önderi olarak mahşer gününde Hamd Bayrağı'nı (Liva'ul-Hamd) aça-caktır.




                    Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
                    Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

                    Yorum


                      Ynt: Adl-i İlahi


                      Şefaatin bu anlamını alırsak, Resul-i Ekrem (ona ve Ehlibeyti'ne Allah'ın salât ve selâmı olsun) Emir'ül-Müminin'e (a.s) ve Hazret-i Fatıma'ya (ona selâm olsun) şefaat edecek, onlar da Hasaneyn'e (İmam Hasan ve İmam Hüseyin -a.s-) şefaat edecekler. Her imam kendisin-den sonraki imamın ve kendi öğrencileri ile izleyenlerinin şefaatçisi olacaktır. Demek ki, şefaat bakımından da bir sıralanma vardır. Resul-i Ekrem (s.a.a) dışındaki masumların nesi varsa, Resul-i Ekrem (s.a.a) aracılığı iledir. (252)

                      Yine aynı şekilde bilginler de kendi öğrencilerinin şefaatçisidirler. Böylece bir önceki sıradan bir sonrakine yayılan aşamalı ve dallara ay-rılan bir sıra doğar ki, bu sıralanmanın en başında Resul-i Ekrem (s.a.a) vardır.


                      Kasîmun cesîmun vesîmun besîm
                      Şefiun mutaun Nebiyyun Kerim. (Sa'dî - Gülistan'dan)
                      O taksim edici, heybetli, peygamberlik mührünü taşıyan güler yüzlü, kerem sahibi, şefaati kabul edilen Peygamber.

                      * * *
                      Revân ez Pîş-o dil-hâ cumle ez pey
                      Girifte dest-i cân-ha dâmen-i vey

                      O önde gider, gönüllerin tümü onu izler.
                      Canlar,o'nun eteğine yapışmışlardır.

                      * * *
                      Û şefi'est în cihân-o ân cihân
                      İn cihân der dîn-o âncâ der cinân
                      İn cihân gûyed ke to reh-şân nümâ
                      An cihân gûyed ke to meh-şân nümâ!
                      Pîşe-eş ender zuhûr-o der kemûn
                      İhdi kavmî, innehum lâ yâ'lemûn
                      Bâz geşte ez dem-i û her do bâb
                      Der do âlem da'vet-i û mustecâb
                      Behr-i în hâtem şodest û ke be-cûd
                      Misl-i û ney bûd-o ney hâhend bûd
                      Sed hezârân âferîn ber cân-i û
                      Ber kudûm-o devr-i ferzendân-i û
                      Ân halîfe-zâdegân-ı mokbileş
                      Zâde-end ez unsûr-i cân-o dileş
                      Ger zi-Bağdâd-o Herî yâ ez Rey'end
                      Bî mizâc-i âb-o gil nesl-i veyend
                      Şâh-i gol her câ ke mî-rûyed, gol-est
                      Homm-i mol her câ ke mi-cûşed mol-est
                      Ger zi-mağrib mî-zened horşîd ser
                      Ayn-i horşîd-est, ney çizî diger.


                      O (Resul-i Ekrem), bu evrende de o evrende de şefaatçidir. / Bu dünyada insanları dine götürür, öteki dünyada da cennete.
                      Bu dünya(da) "Sen onlara yollarını göster!" / Öteki dünya(da) "Sen onlara aylarını göster!" der.
                      Onun işi, / "Ya Rabbi! Kavmime sen doğru yolu göster, onlar bilmiyorlar." demektir.
                      Onun nefesi ile her iki kapı da açılmıştır. / Duası iki evrende de müstecaptır, kabul edilir.
                      Onun sonuncu peygamber oluşu, keremde / ona benzer kimsenin gelmediği ve gelmeyeceğindendir.
                      Onun canına, evrene gelişine, / evlâdının (Âl'inin) devrine yüz binlerle aferin!
                      Onun kutlu halifesinin çocukları, / onun can ve gönül unsurundan doğmuşlardır.
                      Bağdat'dan, Herat'dan veya Rey'den olsunlar, / su ve toprağın karışması olmaksızın O'nun neslindendirler.
                      Gül dalı, nerede biterse bitsin güldür. / Küp nereye konmuş olursa olsun, içindeki aynıdır.




                      Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
                      Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

                      Yorum


                        Ynt: Adl-i İlahi


                        Güneş batıdan da çıkmış olsa, yine / güneştir, başka şey değil.
                        İmam Hüseyin'in (ona selâm olsun) büyük bir topluluğa, halktan bir çoğuna şefaat edeceğine ilişkin rivayetlerin sebebi şudur: Bu ev-rende İmam Hüseyin'in okulu, açtığı çığır, İslâm içindeki okullardan ve akımlardan daha fazla dinin canlanmasına, dirilmesine, ihyasına sebep olmuş ve halkın birçoğunun hidayete ermesine, İslâm'ın özünü kavramasına sebep olmuştur.


                        Daha önce de söylediğimiz gibi, İmam Hüseyin'in şefaat etmesinin anlamı, Allah'ın rızası hilafına bir şeyi Allah'tan istemesi anlamında değildir. Onun şefaati iki türlüdür: Birincisi; esasen bu dünyada in-sanlara örnek olarak onları doğru yola iletmesi anlamındadır. Bu ör-neklik, önderlik ve hidayet öteki dünyada, görünür bir hâle girmekte, tecessüm etmektedir. İkinci tür şefaatin anlamını da az sonra açıklaya-cağız. İmam Hüseyin (a.s), kendi okulundan kendi çığırından ders ve örnek alarak hidayete erişmiş olanların şefaatçisidir, yoksa okulunu, açtığı çığırı yoldan çıkma vesilesi yapmaya kalkışanların değil! (253)

                        Şu husus unutulmamalıdır: Kur'ân-ı Kerim'den nasıl insanlar hi-dayet bulur, doğru yola erişirlerken bazıları da Kur'ân-ı Kerim'i bile yoldan çıkma vesilesi olarak kullanırlarsa, İmam Hüseyin'in okulundan da bazıları hidayet, bazıları yoldan çıkma (dalâlet) vesilesi olarak yararlanmışlardır. Bu seçim insanın kendisine aittir.


                        Yüce Allah, Kur'ân-ı Kerim'deki simge ve örnekler (meseller) için şöyle buyurur:
                        (Kur'ân-ı Kerim ile) bir topluluğu şaşırtır, bir topluluğu doğru yola iletir. Şaşkınlığa ve sapıklığa düşenler ise ancak fasıklar, kötü iş sahipleridir.

                        Mollâ-i Rumî'nin (Mevlânâ) bu konuda yine çok güzel bir ben-zetmesi vardır. Der ki:


                        Ez Hodâ mî-hâh tâ zîn nüktehâ
                        Der ne-lâğzî-yo resî der muntehâ
                        Z'an ke ez Kur'ân besî gom-reh şodend
                        Z'in resen kavmî derûn-i çeh şodend
                        Mer resen râ nîst curmî ey anûd
                        Çûn to-râ sovdâ-i ser bâlâ ne-bûd.


                        Allah'tan dile ki, bu nükteler, bu incelikler / dolayısı ile sürçmeyip hedefe erişesin!
                        Kur'ân-ı Kerim dolayısı ile birçok kişinin yolu şaşırmasının se-bebi, / ipi, bazı kimselerin kuyuya inmek için kullanmalarıdır.
                        Ey inatçı kişi, ipte suç yok. / Sen çıkmak değil, inmek istedin; sebep bu!




                        Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
                        Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

                        Yorum


                          Ynt: Adl-i İlahi


                          Bu beyitlerin orijinalinde geçen "resen", ip ve halat demektir. İp ile düşülen kuyudan çıkmak da, kuyuya inmekte mümkündür. Seçimi bize bağlıdır.


                          Bu beyitlerde geçen "resen"; ip, halat demektir. İp ile düşülen ku-yudan çıkmak da, kuyuya inmek de mümkündür. Seçimi bize bağlıdır.
                          Kur'ân-ı Kerim ve Hüseyin Okulu, insanı içinde bulunduğu baht-sızlıktan kurtarıp mutluluğun doruğuna eriştirebilir. Kur'ân-ı Kerim "hablun min'ellah" (=Allah'tan bir ip), diğeri de "hablun min'en-nas"-tır. (254) [Yani bir seçkin insanın temsil ettiği kurtuluş ipidir.]

                          Ne var ki, bu kurtuluş vesilelerini kötüye kullanmak da mümkün-dür. Bu durumda kusur ipte değildir. İpi kullanan kişi, yukarıya çık-mak değil çukura düşmek istemiştir. Dünyadaki bu seçim ve sapış da ahiret evreninde o kişinin Kur'ân-ı Kerim'in ve imamların buyruğu ile, cehenneme iletilmesi şeklinde kendisine gösterecektir. "Kasîm'un-nar ve'l-cenne..."nin, ateşi ve cenneti paylaştırmanın anlamı budur. (255)


                          Resul-i Ekrem'den (s.a.a) rivayet edilmiştir ki:
                          Şüphesiz, bu Kur'ân şefaat edicidir ve şefaati kabul edilir, suçlayıcıdır ki suçlaması da kabul edilir.

                          Gerçekten çok yüce anlamlı bir söz! Buyuruluyor ki: Kur'ân-ı Ke-rim hem müminlerin ve iyi işler işleyenlerin şefaatçisidir, onları mut-luluk ve cennetine iletir, hem de kâfirlerin, suçluların hasmıdır, onları da cehenneme iletir.


                          Bu tür şefaate "önderlik şefaati" demek uygundur. Amel/Eylem şefaati de denebilir. Çünkü burada kurtuluş veya bedbahtlığa yol açan esas etken, iyinin veya kötünün eylemleri, amelidir.

                          Şefaate yöneltilen ve daha önce görmüş bulunduğumuz itirazların hiçbirinin burada söz konusu olmadığı açıktır. Bu anlamda şefaatin adl-i ilâhî ile de hiçbir uyuşmazlığı söz konusu değildir; aksine adl-i ilâhîyi doğrulamakta, onaylamaktadır.




                          Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
                          Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

                          Yorum


                            Ynt: Adl-i İlahi


                            Mağfiret (Bağışlama ve Suçtan Geçme) Şefaati

                            İkinci tür şefaat; günahların affedilmesi ve bağışlanmasına yönelik şefaattir. İşte itiraz edilen, şefaat da budur. Ne var ki, Allah'ın izni ile burada bu şefaat türünün anlamını da açıklamaya çalışacağız ve so-nuçta, bu anlamda şefaate de itiraz edilemeyeceği gibi, aynı zamanda İslâm'ın yüce değerlerinden ve en derin öğretilerinden olup özel bir anlam taşıdığını göreceğiz.



                            Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
                            Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

                            Yorum


                              Ynt: Adl-i İlahi


                              Rahmetin Cazibesi

                              Başlangıç olarak şu noktaya dikkat etmeniz gerekir: İnsan, mutlu-luğa ulaşmak için kendisi adım atsa ve çabalasa bile, evrende bir de Allah'ın ve âlemlerin Rabbinin üstün rahmeti vardır. Dinî metinlerde, dualarda; Rabb'e hitap edilirken; "Ey rahmeti öfkesini geçen, rahmeti öfkesinden üstün olan!" ibaresi geçmektedir.

                              Hâfız, ünlü bir gazelinde şöyle der:


                              Mezrâ'-i sebz-i felek dîdem-o dâs-i mehr-i nov
                              Yâdem ez keşte-i hîş âmed-o hengâm-i durov
                              Goftem ey baht be-hosbîdi-yo hûrşîd demîd
                              Goft: Ba in heme, ez sâbıka novmîd me-şov!


                              Feleğin yeşil ekinini ve hilâl orağını görünce
                              Aklıma kendi ekinim ve biçme zamanı geldi.
                              Dedim: Ey baht! Sen uyudun. Bu arada gün ışıdı. Dedi ki: Buna rağmen, sen hiç "sabıka"dan, rahmetin gazabı ge-çeceğinden ümidini kesme!

                              Hâfız'ın burada "sabıka"dan kastı, Allah'ın rahmetinin üstün geli-şidir. Belki de burada Enbiyâ Suresi'nin (21. Sure) 101. ayetindeki, "cehennemden uzaklaştırma" kastedilmiştir.


                              Buna karşılık küfr, fısk ve bütün şerler (kötülükler) arızîdir, ilke değildir. Şerler arızî olduğu için, temelli ve ilke olarak var olmadıkları için, rahmetin cazibesi, gücü ve mümkün olduğu ölçüde silinir-gider-ler. Gaipten gelen yardımlar ve rahmanî destekler, rahmetin gazabı ge-çişinin gösterge ve belirtilerindendir.

                              Allah'ın mağfireti (bağışlayıcılığı) ve arızî olan günahları rahmet ve mağfiret tecellileri ile giderişi, sevgi ve şefkatin gazap ve şiddete üstünlüğünün bir diğer tanığı, başka bir belirtisidir.




                              Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
                              Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

                              Yorum


                                Ynt: Adl-i İlahi


                                Tathîr (Arı Kılmâ, Temizleme) İlkesi

                                Varlık düzeninde ilâhî rahmetin belirtilerinin birisi de "arıtma" görünümü ve olgusudur. Yaratılış düzeninde yıkama ve arıtma özelliği vardır. Havadaki karbon di oksit gazının, klorofilli bitkilerce kullanı-larak havanın arıtılması örnek olarak verilebilir. Böyle olmasa idi, kısa bir süre sonra atmosfer yaşamaya elverişsiz bir duruma gelirdi, solu-num imkânsızlaşırdı. Canlılığı yitiren bedenlerin ve organik kalıntıların ayrıştırılarak arıtılması da yaratılış düzenindeki arıtıcı etkenliğin bir başka örneğidir.

                                Madde evreninde nasıl böyle arıtıcı etkenler varsa, manevî alanda da durum böyledir. Mağfiret de, günahın kötü etkilerini giderir, arıtır. Mağfiret, gönüllerin ve ruhların günahın etkilerinden yıkanıp arınma-sıdır.

                                Öyle gönüller vardır ki, temizlenme yeteneğini tamamen yitirmiş-lerdir. Âdeta pislikle özdeş olmuşlardır. Allah'ı inkâr etme veya inkâr etmeyip ortak koşma, işte bu kötü etkiyi doğuran günahlardandır. Gö-nüllerde bir kez şirk veya küfr yerleşir, kalıcı olursa, arınma ümidi, arınma yeteneğini de o gönülden çıkarır. Gönülde fikrin yerleşmesi ve kalıcı duruma gelmesi, Kur'ân-ı Kerim dilinde gönlün mühürlenmesi, Allah katından gönüllere mühür vurulması şeklinde ifade buyurul-muştur.



                                Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
                                Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

                                Yorum

                                YUKARI ÇIK
                                Çalışıyor...
                                X