Duyuru

Daraltma
Henüz duyuru yok.

Adl-i İlahi

Daraltma
X
 
  • Filtre
  • Zaman
  • Göster
Hepsini Temizle
yeni gönderiler

    Ynt: Adl-i İlahi


    Burada, bir zamanlar Feyziyye Medresesi'nde (203) kitap satan saf bir kişiyi hatırladım: Kum şehrinde tahsil ettiğim sıralarda saf bir adamcağız Feyziyye Medresesi'nde kitap satmakta idi. Kitaplarını se-rer ve talebe ondan kitap satın alırdı. Bu adamcağız sık sık garip bir söz söyler, duyanları güldürür, ağızdan ağıza dolaşırdı.


    Medrese öğrencilerinden birisi, bir gün şunu anlattı: Bir gün, bu adamcağıza başvurarak bir kitap sormuş, verdiği kitabı karıştırdıktan sonra bedelini sorarak satın almak istemiş. Satıcı, "Satmıyorum!" de-miş. Öğrenci, "Niçin?" diye sorunca da şu cevabı vermiş: "Satarsam, gidip yeni bir kitap almam ve bunun yerine koymam gerekecek."

    Öğrenci bu söze gülüyordu; çünkü kitapçı, "yerine yenisini almam gerekir" diye kitap satmaktan çekinirse, kazanç da sağlayamazdı. San-ki bu kitapçı Hayyam'ın şu rubaîsinden ilham almış gibi idi:


    Ta zuhre vo meh der âsumân geşt pedîd
    Behter zi mey-i nâb kesî hîç nedîd
    Men der acebem zi mey Fürûşân, kîşan
    Beh z'ançe furûşend çe hâhend herîd?
    Dünyanın kurulmasından bugüne
    Meyden de değerli mal gören kimdir? Ne?
    Meyhaneciler niçin satarlar şaşarım
    Meyden kıymetli ne alırlar yerine?


    Elbette Hayyam'ın bu rubaîsi ciddî olarak yöneltilmiş bir eleştiri değil, şairane dil ile söylenmiş bir sözdür, güzelliği de buradadır. An-cak, bunu unutur da bu sözü ciddî olarak ele alır ve tartarsak durum değişir. İçki içen için içki amaçtır, meyhaneci için ise araçtır. Meyha-neci içkiyi satmayı düşünür,

    satarsa kederlenmez, aksine memnun olur.
    Ârifî kû ke koned fehm, zebân-i sûsen
    Tâ be porsed çerâ refto çerâ bâz âmed. (204)
    Sûsen'in dilini anlayan bir ârif yok mu?
    Niçin gittiğini ve niçin geri geldiğini sorsun.


    Yaratılış âleminde de benzer bir durum vardır. Evren pazarı, satı-lacak şeylerin satın alındığı, temin edildiği ve tekrar satılıp tekrar alın-dığı ve bu yolla kazanç sağlanılan bir pazar yeri gibidir. Ölüm ve hayat düzeni; bir değiş-tokuş ve dolaşım düzenidir. Yaratılışın bu mübadele düzenini beğenmeyip eleştiren bir kimse, evrenin kanununu ve amacını anlayabilmiş değildir.


    Her nokş-râ ke dîdî, cinseş zi lâ-mekân-est
    Ger nakş reft gam nîst, asleş çu câvidân-est.
    Gördüğün her nakış, her sûret, lâ mekân'dan, mekânsız âlemdendir.
    Sûret, nakış giderse gitsin, aslı ebedîdir kalıcıdır. (205)



    Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
    Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

    Yorum


      Ynt: Adl-i İlahi


      AÇIKLAMALAR - DİPNOTLAR

      (183) Cümle, metinde de tırnak içindedir. İktibas olabileceği gibi, "İskender zindanı ve Süleyman mülkü" simgelerini belirtmek için de böyle yapılmış olabilir. "İskender İslâm, İrfan ve Felsefe tarihinde, Aristoteles'in öğrencisi olarak veya Kur'ân-ı Kerim'de geçen Zulkarneyn kastedilerek, salik olan, yola giren, nefsinin karanlıkların-dan kendisini kurtararak, bu karanlık (zulmetlerle dolu) zindandan Deryâ-i Nûr'a, Â-b-ı Hayat'a Âlem-i Melekût'a erişmek isteyen kimse demektir. Kur'-ân-ı Kerim'deki Zulkarneyn ile Makedonyalı İskender karıştırılmış veya Zulkarneyn'in adı da İskender olarak farz edilmiştir. Süleyman ise, İlâhî hikmete dayanan, şeytanî unsurlardan arı olan "mülk"ün simgesi-dir. Hintli bilgin Ebulkelâm Azad, Zulkarneyn'in İran (Pers) İmparatoru Kuruş olduğunu söylemiştir. Doğrudan doğruya bu kitabın konusuna girmeyen İskender ve Süleyman simgeleri için Seccâdî, Ferhen-g-i Maarif-i İslâmî ve Kureşî, Kamus-i Kur'ân'a başvurulabilir.

      (184) Mesnevî'den anlaşıldığına göre, o dönemlerde "fillerin rüya-larında anayurtları olan Hindistan'ı gördükleri ve o yüzden taşkınlık yaptıkları inancı vardır."

      (185) Nitekim Mesnevî'nin ilk beyitlerinde bu "gurbet", kamışlık-tan koparılan ve ayrılık acısı ile inleyen ney simgesi ile belirtilir. Ancak, insanın "gurbet"i, başka bir âlemde "kadîm"den beri mevcut ruh güvercinlerinin ten kafeslerinde tutsak edilmesi ile başlamaz. Her in-sanın bedeni yaratıldıktan sonra, belki de bütün canlılar için müşterek ilâhî "emr" olan Ruh'un etkisi ile onda canlılık belirtisi başlar ve "nef-s"i oluşur ve gelişir. Bu "nefs", bedene gönderilen ve canlılık etkisi doğuran akım kesildikten, insan öldükten sonra yok olmaz. İleride N. (188) ve (198)'e bakınız.

      (186-187) "Basît'ul-Hakıyka" olan bir varlık, hiçbir şekilde "mü-rekkeb" (bileşik) sayılamayan şeydir. "Basît"in, "besâtet"in (basît oluş) felsefede çeşitli anlamları vardır. Bu anlamlarından birisi şudur: Ne zihnî ve aklî, ne de dış gerçekliği olmak üzere, hiçbir bileşime konu olmamış ve olmayacak olan şeydir. Basît, "mücerredât"dan olan şeyle-re de denir. Nitekim burada da insanın ruhî istidatları arasında "besâ-tet" yanında "tecerrüd" de sayılmıştır. "İrfan"da tecerrüdün anlamı; dün-yevî alakalarından tamamen kurtulmuş olmak, maddiyat peşinde veya dünyevî hırslardan birinin tutsağı olmamak demektir. İslâm Felsefesi'nde "mücerred"in anlamı ise, "mahlût" olmayıp "ruhanî-i mahz" olmaktadır. İnsan "nefs"i de, bu anlamda "mücerred"dir. Bu "mücerred" (soyut) oluş (tecerrüd), zat ve vücud yönündendir. Fiilde, eylemde ise, insan "nefs"i "mücerred" olmayıp "maddeye müteallik"tir. Beden aracılığı ile fiilleri gerçekleştirir. Sebat, nefsin elemlere ve zorlu olaylara dayanma gücüdür.

      (188) "Tair-i gülşen-i kuds" benzetmesi Hâfız'dandır:
      Tair-i gülşen-i kudsem, çi dehem şerh-i firâk
      Ke der in dâmgeh-i hâdise çûn oftâdem.
      Kuds gülşeninin kuşuyum, bu maddî âlem olaylarının, hadiselerinin tuzağına nasıl düştüğümü, bu ayrılığımı nasıl anlatayım!
      Mevlânâ'nın da, Hâfız'dan daha önce, bu sözü şöyle söylediği gö-rülür:
      Morg-i bâğ-i melekûtem, neyem ez âlem-i hâk
      Çend rûzû kafesî sâhteend ez bedenem.
      Melekût bağının kuşuyum, toprak âleminden, madde dünyasından değilim. Ne var ki bedenimden, maddeden; bana birkaç günlük bir kafes çatılmıştır.
      Mevlânâ ve Hâfız'dan da önce İbn Sina, Ayniyye kasidesinde, "Çok yüksek, yüce bir yerden, aziz, değerli bir güvercin sana doğru indi. Buraya alışmaz, burada kalmazdı, ne var ki sana ulaşınca bu ku-rak ve çorak viranenin komşuluğunu kabul etti." demiştir. Mollâ Sadrâ; bu gibi benzetmeler insan nefsinin bedenden önce yaratılmış olduğu sanısını uyandırmasın diye önemli bir açıklama yapmış, insan "nef-s"inin bedenden sonra oluştuğunu söylemiştir.






      Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
      Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

      Yorum


        Ynt: Adl-i İlahi


        (189) Gölpınarlı çevirisi, kısa sözler, 3. kısım, 3. bölüm, s. 409 / 410'da, Emir'ül-Müminin'in, dünyayı kınayan kişiye söylediklerinin çe-virisi yer almaktadır.

        (190) Ferîduddîn-i Attâr hakkında, İslâm Ansiklopedisi'nde H. Ritter tarafından yazılan maddeden bilgi alınabilir. Ayrıca, Millî Eği-tim Bakanlığı yayınları arasında çıkan Pendname, Mantık'ut-Tayr, İlâ-hînâme gibi eselerin çevirilerinin önsözüne de başvurulabilir. On ikinci yüzyılda muhtemelen 1119-1193 yılları arasında yaşamıştır. Türk ve Dünya Ünlüleri Ansiklopedisi'nde de bu tarihler benimsenmiştir. Gölpınarlı'ya göre Tezkiret'ul-Evliya'yı 1220'de yazdığını bildirdiğine göre, 1230'da öldüğünü bildiren kaynaklar doğrudur. 1119'da doğmuş ise, yine bazı rivayetlere uygun olarak yüzyıldan fazla yaşadığını bildi-ren kaynaklar doğrulanmış olur. Doğum tarihi 1130 sıralarında da ola-bilir. Ehlibeyt sevgisine sahip olan büyük ariflerdendir. Ancak, ona is-nat edilen bütün eserlerin ona ait olduğu şüphelidir.

        (191-192) Nasır-ı Hüsrev hakkında bk. Yukarıda N. (101). Burada anılan şiirin ilk altı beyti, B. B. Horasanî'nin Sohen ve Sohenveran adlı eserinin 1. cildinde yer almaktadır. (Tahran, Ş. H. 1308)

        (193) Hâfız'ın bir gazelinde, "Vâkıa hâtem-i Pîrûze-i Bu-Ishakî / Hoş dırahşîd veli dovlet-i musta'cil bud" beyti yer alır. (Gerçi -o sıra-larda bir dönem Fars vâlisi olan- Ebu Ishak'ın firuze taşlı yüzük-mü-hürü hoş parladı, ne var ki çarçabuk geçip giden bir devlet idi.) Bu be-yit benzer durumlarda bir darbımesel gibi kullanılır.


        (194-195) Baba Efdal-i Kaşânî: Mevlânâ'ya atfedilen ve "Bâz â, bâz â, her ân çi hestî bâz â!" (Yine gel! Yine gel! Her ne isen ol, yine gel!) mısraı ile başlayan rubaînin, bu zata ait olduğu söylenir. Bu zat hakkında kaynak olarak: Gölpınarlı, Mevlânâ'dan Rubaîler çevirisi, İs-tanbul 1964, s.23, N. 69'un notuna başvurulabilir.
        Hâce Nasîruddîn-Tûsî ile görüştüğünü Corbin de söyler ve belki de dayısı olduğunu belirtir. Doğum ve ölüm tarihi kesinlikle belli de-ğildir. Hulagu Han zamanında yaşamış, Kaşan'ı Moğol tahribinden kur-tarmayı başarmıştır. Baba Efdaluddin-i Kaşânî ve eserleri hakkında daha fazla bilgi için bk. Corbin, Encylopedie de La Pleide, Gallimard, Histoire de la Philosophie, III içinde s.1139-1140. Corbin, Nasîruddî-n-i Tûsî'yi bir insanlık dehası olarak niteler. 18 Şubat 1201'de Tûs'da (Horasan) doğmuş, 26 Ocak 1274'de Bağdad'da öl-müştür. Moğolların zulmünü bir derece önlemek için Hulagu Han'a nüfuz etmiş ve Mera-ga'da büyük Rasathane'yi kurdurmuştur. Matematik ve astronomi alanında da bilgindir. On İki İmam Mezhebi'ne mensup hakîm ve bilginlerdendir. Bu mezhebin büyük fakihlerinden Allame Hillî'nin hocasıdır. (125/51-1326) Nasîruddîn-i Tûsî ve fikirleri hakkında Corbin'in anılan eserine başvurulabilir.


        (196) İnsanın, yağmur damlasının sedefe düşmesi ile oluştuğu inancına işarettir.

        (197) Mollâ Sadrâ'nın "Hareket-i Cevherî" görüşü hakkında Suru-ş'un yukarıda anılan, "Evrenin Yatışmaz Yapısı" adı ile çevirilen ese-rine başvurulabilir.

        (198) Bu cümleden; Merhum Mutahharî'nin de insan "nefs"inin, "ruh"unun, bedeninden sonra oluşup onda bağımsızlık kazandığı gö-rüşünde olduğu anlaşılmaktadır.

        (199) "Bir şey söylesem, derler ki baş olmaya hırsı var, sussam derler ki ölümden korkar. Andolsun Allah'a, Ebu Talib oğlu, çocuğun anasının memesine düşkün olmasından daha fazla düşkündür ölü-me."

        (200) Mir Dâmâd, Mollâ Sadrâ'nın hocasıdır. Şah Abbas I. döne-minde (1587-1629) Isfahan bir ilim ve sanat merkezi hâline gelmiş idi. Bu dönemin büyük düşünürlerinden Mir Dâmâd, Suhreverdî'nin Işra-kî Felsefe'sinden etkilenmiş ve aynı çizgide olan birçok büyük düşünür gibi, Farabî ve İbn Sina Felsefesi ile bu İşraki eğilim arasında bir çelişki veya bir karşıtlık görmemiştir. Fikirleri ve eserleri, yetiştir-diği öğrenciler hakkında, "Histoire de la Philosophie" içinde Corbin, s. 1155 vd.ye ve Corbin'in İslâm Felsefesi Tarihi'nin Türkçe çevirisinin ekine başvurulabilir.

        (201) bk. Yukarıda N. (181).

        (202) Şehâbuddîn Yahya Suhreverdî (1155-1191): "İşrakî" felsefe okulunun başıdır. Hayatı ve eserleri hakkında Corbin'in İslâm Felsefesi Tarihi'nin Türkçe çevirisine bakılabilir. Yanlış anlaşılma ve asılsız suçlamalar yüzünden konulduğu zindanda "kendi iradesi ile bedenini hal' etmedi ise eğer, birçok benzerinin başına geldiği gibi, genç yaşta şehit edilmiştir.

        (203) Feyziyye Medresesi: İran'ın Kum şehrindeki ünlü medresele-rindendir. Şah döneminde buradan başlamak üzere olan bir öğrenci-halk hareketi, çok kanlı ve sert bir şekilde bastırılmış, bu olay Şah'a karşı muhalefetin büsbütün güçlenmesine sebep olmuş idi.

        (204) Kimin olduğu belirtilmeyen bu beyit, yine Hâfız'dandır.

        (205) Kimin olduğu belirtilmiyor.


        Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
        Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

        Yorum


          Ynt: Adl-i İlahi


          Yedinci Bölüm

          UHREVÎ CEZALAR


          – Amelin Cezası (İnsan Davranışlarının Karşılığı)
          – İki Âlem (Dünya ve Ahiret) Arasındaki Farklılıklar
          – İki Âlem Arasındaki Bağlantı
          – Üç Türlü Ceza Uyarma ve İbret
          – Dünyevî Mükâfat
          – Uhrevî Azap
          – Sözün Kısası





          Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
          Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

          Yorum


            Ynt: Adl-i İlahi

            MaşaAllah, çok güzel devam ediyor, elinize sağlık.
            şiirlerde farsçayla türkçesi arasında mesafe bırakırsanız daha iyi olur.
            Allah başarınzı artırsın, bizlere de okumayı nasip etsin.
            "Haksızlık edenler, hangi dönüşe (hangi akibete) döndürüleceklerini yakında bileceklerdir." (Şuara 227)

            Yorum


              Ynt: Adl-i İlahi

              [quote author=f_altan link=topic=11445.msg77203#msg77203 date=1269906974]
              MaşaAllah, çok güzel devam ediyor, elinize sağlık.
              şiirlerde farsçayla türkçesi arasında mesafe bırakırsanız daha iyi olur.
              Allah başarınzı artırsın, bizlere de okumayı nasip etsin.

              [/quote]

              Yorum


                Ynt: Adl-i İlahi

                [quote author=f_altan link=topic=11445.msg77203#msg77203 date=1269906974]
                MaşaAllah, çok güzel devam ediyor, elinize sağlık.
                şiirlerde farsçayla türkçesi arasında mesafe bırakırsanız daha iyi olur.
                Allah başarınzı artırsın, bizlere de okumayı nasip etsin.

                [/quote][quote author=Ahir-zaman link=topic=11445.msg77215#msg77215 date=1269928800]
                [quote author=f_altan link=topic=11445.msg77203#msg77203 date=1269906974]
                MaşaAllah, çok güzel devam ediyor, elinize sağlık.
                şiirlerde farsçayla türkçesi arasında mesafe bırakırsanız daha iyi olur.
                Allah başarınzı artırsın, bizlere de okumayı nasip etsin.

                [/quote]
                [/quote]

                S. Aleykum
                Rabbim sizlerden hoşnut olsun,

                haklısınız Hocam, inşallah bundan sonra dikkat ederim..
                Duanızı esirgemeyin, bu fakirden..
                Selam hak ve hakikate vede izleyicilerine olsun...


                Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
                Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

                Yorum


                  Ynt: Adl-i İlahi


                  UHREVÎ CEZALAR


                  Amelin Cezası (İnsan Davranışlarının Karşılığı)

                  Adl-i ilâhî konusunda ele alınması gereken sorunlardan birisi de, insan eylemlerinin ahiretteki karşılığıdır. Ölümden sonra dirilme ve i-yi davranışlarla kötü davranışların hesaba çekilmesi, iyi ve kötü davra-nışların karşılığının görülmesi, başlıbaşına adl-i ilâhînin tezahürüdür-ler (ilâhî adaletin bir görünümü de budur).

                  Ona selâm olsun, Emir'ül-Müminin şöyle buyurur:
                  Allah, zalime mühlet vermiş olabilir; fakat onu karşılıksız bı-rakmaz aslâ! Zalimi gözetler ve boğaza takılan kemiğin boğaz yolunu kesmesi gibi, zalimin yolunu bağlar. (206)


                  Burada, Allah'ın âdil oluşundan hareket ederek ölümden sonraki hayatı isbat etme konusu üzerinde duracak değiliz. Ele alacağımız hu-sus şudur: Aksine, ilâhî adalet noktasından hareket edilerek, bazı uh-revî cezalara, ahirette verilecek karşılıklara itiraz edilmekte, bu ceza-ların, anlatıldıkları şekillerde iseler, ilâhî adâlet ile uyuşmadıkları söy-lenmektedir. Suç ile verilen cezaların uygun olmadığı, şu hâlde âdil olmayan bir cezalandırma tarzı bulunduğu ileri sürülmektedir.

                  İleri sürülen bu sorun ve itiraz ile, adl-i ilâhînin bir delili olan uh-revî karşılıklar, aksine, Allah'ın adaletine karşı bir şüphe ve tereddüt temeli olarak alınmakta ve ilâhî hikmete karşı bir kusur, bir noksan olarak gösterilmektedir. Denilmektedir ki: Ceza Hukuku'nda suçlar ve cezalar arasında oran ve uygunluk gözetilmek gerekir. Meselâ birisi yola çöp atarsa cezalandırılır, ancak çok ağır bir ceza verilmesi, meselâ idam veya ömür boyu hapis ile cezalandırılması uygun olmaz. Diyelim ki, bir haftalık hapis uygun görülebilir. Bu suçluyu, küçük bir suç için Divan-ı Harb'e verip kurşuna dizdirmek, adalete aykırıdır. Ceza-landırmak adalet gereğidir; ancak, suç ile ceza arasında oran gözetil-mezse, cezalandırma, adaletsizliğe dönüşebilir.


                  Gıybet (başkalarını arkadan çekiştirmek), yalan söyleme, zina, adam öldürme gibi eylemler elbette kötüdürler, günahtırlar, cezalandı-rılmaları gerekir. Ancak, bunlar için belirlenen uhrevî cezalar acaba ölçüyü aşmış gibi görünmezler mi? Meselâ Kur'ân-ı Kerim, bir insan öldürmenin cezasını ebedî olarak cehennemde kalmak olarak belirtir. Gıybet hakkında bir rivayette de, gıybetin, cehennem köpeklerinin ye-mi olduğu nakledilir. (207) Bunun gibi günahların birçoğu hakkında ağır ve katlanılmaz cezalar beyan edilmektedir. İşte nitelik bakımından çok ağır ve süre bakımından çok uzun süreli cezalara şu eleştiri yöneltilir: Bu gibi oransız, nisbetsiz cezalar; nasıl olur da adl-i ilâhî ile bağdaştırılabilir?

                  Bu eleştiri ve itirazı cevaplandırabilmemiz için önce uhrevî cezalar üzerinde durmamız ve bu cezaları tanımamız gerekiyor. Bunun için de, İslâm'ın gerçek ve güvenilir kurallarından, ilke ve bilgilerinden (nas) yararlanarak ve aklî kanıtları da elden bırakmayarak, ahiret âlemi ile dünya âlemi arasındaki farklılık üzerinde durmamız gereklidir.



                  Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
                  Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

                  Yorum


                    Ynt: Adl-i İlahi


                    İki Âlem Arasındaki Farklılıklar

                    Acaba ahiret âleminde de bu dünyadaki tabiî kanunlar ve ilkeler mi yürürlüktedir? İki evrenin yaşayış düzeni arasında, farklılıklar yok mudur? Ahiret evre ve düzeyi ile dünya evre ve düzeyi arasında, biri-sinin önce olması ve diğerinin onu izlemesinden başka bir fark yok mudur?
                    Hayır, mutlaka bu iki evren düzeyleri arasında benzerlikler olabil-diği gibi farklılıklar da kesinlikle vardır.


                    İki ayrı tekâmül evre ve düzeyi, iki farklı yaşayış biçimi ve farklı kanunlar söz konusudur. Acele etmeyiniz, bunu söylerken "adl-i ilâ-hî"nin yalnızca bu dünya kanunlarını ilgilendirdiğini ve ahiret âlemi ile ilgisi olmadığını söylemek istemiyorum, ahiret âleminde zulmün de caiz ve yerinde olduğunu ileri sürmüyorum. Hayır! Benim burada söylemek istediğim bambaşkadır, lütfen biraz sabrediniz.
                    Bu iki yaşayış biçimi arasındaki farklılıkları gösterebilmek için elimizde bir örnek yoktur, çünkü vereceğimiz her örnek bu dünyadan olacak ve bu dünyanın kanunlarına tâbi bulunacaktır. Ne var ki, biraz göz yumma ile ve yaklaşık olarak, ana rahmi ile dünya âlemlerini örnek olarak verebilir, bu benzetmeye baş vurabiliriz.


                    Rahimdeki çocuğun yaşayışı ile, doğduktan sonraki yaşayışı ara-sında fark vardır. İkisi arasında benzer nokta olarak, her iki âlemde de beslenmenin söz konusu olduğunu söyleyebiliriz. Ancak, cenînin bes-lenme biçimi ile, doğumdan sonra çocuğun beslenme biçimi aynı de-ğildir. Cenîn ana rahminde bir tür bitkisel hayat sürer. Anasının kanın-dan göbek bağı vasıtasıyla gıdasını alır. Midesinin ve ciğerlerinin faa-liyeti henüz söz konusu değildir. Dünyaya ayak basar basmaz başka bir yaşama düzeyine erişir ve eskisi tamamen değişir, hayatına başka bir düzen hâkim olur. Dünyası değişir. Bu dünyada, bir an için olsa bile eskisi gibi yaşayamaz. Soluması, ağız yolu ile beslenmesi gerekir. Doğumdan önce ciğerine hava veya midesine gıda girecek olsa idi ölürdü. Oysa şimdi aksine bir süre ciğerine hava girmezse veya midesi-ne besin girmezse ölecektir. Doğumdan sonra, herhangi biri çocuğun eskisi gibi kalmasını ister, göbek bağı yolu ile beslenmesi için uğraşır, ağız ve burun yolunu kapatırsa, çocuğun yaşaması mümkün olamaz. Artık, çocuğun yaşama düzeni değişmiştir. Bu yeni düzene uyması ge-rekir.


                    Ahiret âlemi de dünya ile karşılaştırıldığı takdirde böyledir. Ahiret hayatı ile dünya hayatı biribirine benzemez. Her ikisinde de hayat ka-nunları vardır; fakat bu kanunlar farklı, her iki âlemin düzeyi farklıdır. Şimdi, bu farklılığı belirtmek için dînî metinlere başvurabiliriz.

                    1- Sebat (kararlılık, durağanılık) ve tağyir (değişkenlik) açı-sından: Dünya âleminde hareket ve değişme vardır. Çocuk genç olur, olgunlaşır, yaşlanır, sonunda ölür. Bu dünyada yeniler eski olur, eskiler ortadan kalkar. Ahiret âlemi böyle değildir. Yaşlanma ve eskime söz konusu değildir. Ölüm de yoktur. Orası beka (kalıcılık) âlemidir. Bu âlem ise fena âlemidir, ölümlülük âlemidir. Orası, sebât ve karar yurdu, burası zeval ve fena yurdudur; her şey silinir ve ölümlüdür. (208)



                    Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
                    Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

                    Yorum


                      Ynt: Adl-i İlahi



                      2- Halis ve halis olmayan yaşayışlar: İkinci bir fark daha vardır. Bu dünyada ölüm ve hayat birbirine karışmıştır, bir aradadır. Oysa ahiret âleminde hayat saf ve mutlaktır. Burada cansızlar ve hayvanlar âlemi ve her birinden diğerine geçiş söz konusudur. Bugün bizim bedenimizi oluşturan ve organik özellikte olan cisim, bir zaman cansızlar âlemine ait idi. Yine bir zaman gelir, hayat ondan ayrılır, cansızlar âlemi-ne katılabilir.
                      Dünyada hayat ve ölüm birbiriyle karışmış durumdadır. Ahirette ise böyle değildir. Orası kesintisiz ve tek düze hayattır. Ahiretin yeri, taşları, meyvesi, ağaçları, her şeyi hayat hâlindedir. Oranın ateşi bile algılayıcı ve fa'âl bir ateştir.


                      Kur'ân-ı Kerim buyurur:

                      Ahiret yurdu ise diridir, hayat sahibidir.

                      Evet, ahiret; bir diri varlık ve hayat sahibi bir canlıdır.

                      Bu dünyada uzuvların, bedenlerin, ayrıca şuur (bilinç) ve algılama (idrak) yetenekleri yoktur. Ahirette ise, insan cildi ve tırnaklarının da anlayışı vardır, hatta konuşurlar. Kıyamette, ağızlara mühür vurulacak ve her uzuv kendi yaptıklarını kendisi anlatacaktır.
                      Ağızdan sorulmaz, çünkü belki yalan söyleyebilir veya bazı şeyleri gizleyebilir. Her uzuv orada dile gelir ve kendi işlerini kendisi anlatır, açıklar.

                      Kur'ân-ı Kerim buyurur ki:

                      Bugün, ağızlarını mühürleriz ve elleri konuşur bize ve ta-nıklık eder ayakları, (yaptıklarının karşılığı) kazandıklarına.
                      Böylece, mahşer gününde suçluların uzuvlarının onlar aleyhinde tanıklık edecekleri beyan buyurulduktan sonra, suçlular ile uzuvları arasındaki çekişme şu şekilde açıklanır:


                      Derilerine derler ki: "Niçin aleyhimizde tanıklık ettiniz?" Derler: "Allah bizi dile getirdi, ki O her şeyi dile getirmiştir."
                      Demek oluyor ki ahiret âlemindeki hayat, arı, katışıksız bir hayat-tır. Ölümle karışık değildir. Eskime, pörsüme, ölüm ve ölümlülük orada söz konusu olamaz. O âlemde ebedîlik hüküm sürer, kalıcılık egemendir.



                      Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
                      Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

                      Yorum


                        Ynt: Adl-i İlahi


                        3- Ekme ve biçme: Dünya ve ahiret arasında bir diğer fark da şu-dur: Bu âlem, içinde bulunduğumuz dünya âlemi, ekme âlemidir, to-hum saçma âlemidir. Öteki dünya ise ürün alma, biçme âlemidir. Sınav sonuçlarının öğrencilere ilân edildiği güne benzer. O gün öğrenci, "Ders çalışmam için bana süre verin!" veya "Şimdi sorun, cevapları biliyorum!" derse, ona şu cevap verilecektir: "Sınav zamanı geçmiştir, şimdi not verme zamanıdır." Tanrı elçilerinin, "Ey insanlar! Yararlı davranışlarda bulunun, son durağınız için şimdiden hazırlık yapın!" diye haykırmalarının sebebi, yararlı işlerde bulunma imkânı için za-manın sınırlı oluşudur.


                        Ona selâm olsun, Müminler Emiri Ali şöyle buyurur:

                        Bugün eylem günüdür, hesaba çekilme günü değil ve yarın hesap günüdür, eylem günü değil! (209)

                        Yine bir başka yerde şöyle buyurur:

                        Ey insanlar, ey Allah kulları, dillerin serbest ve bedenlerin sâlim (esen ve sağlıkta), uzuvların buyruğa uyar durumda, ça-lışma a-lanının da açık olduğu sırada, çalışın ve gayret gösterin. (210)

                        Demek oluyor ki: Beden, senin çalışma ve uğraşma aracındır; güçten düşmeden veya bu araç elinden alınmadan önce, sonunda sana yararlı olacak işleri bu araçla gerçekleştir!

                        Vade dolduktan ve Kadir Allah'ın buyruğu ile ruh bedenden ay-rılmaya koyulduktan sonra, artık iş işten geçmiş olur. O sırada, artık "Beni döndürün, tekrar süre verin ki yararlı bir iş yapayım!" diye ne kadar haykırırsan haykır, "İmkânı yok!" cevabını işitirsin. Hammeyve daldan koptuktan sonra, tekrar dala bitişir ve orada olgunlaşabilirse, vadesi dolmuş kişinin dünyaya döndürülmesi de o kadar mümkündür. Ne var ki, yaratılış kanunu böyle değildir, buna imkân yoktur.

                        Resul-i Ekrem (ona ve Âl'ine Allah'ın salât ve selâmı erişsin), ne kadar güzel buyurmuştur:

                        Dünya, ahiretin ekin yeridir.

                        Bu hadîs-i şerifte insanın varlık döneminin bütünü, bir yıllık dö-neme benzetilmiştir. Dünya ve ahiret, yılın ekim dönemi ve biçme dö-nemi olarak alınmıştır.



                        Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
                        Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

                        Yorum


                          Ynt: Adl-i İlahi


                          4- Özel ve ortak yazgı: Dünya ve ahiret âlemlerinin düzenleri ara-sında tespit ettiğimiz dördüncü fark şuradadır: Dünyada yazgılar bir dereceye kadar ortaktır. Ahirette ise, herkesin yazgısı apayrıdır. Kas-tettiğimiz şudur: Dünya yaşayışı toplumsaldır, toplumsal yaşayışta karşılıklı bağımlılık ve etkilenme, bir anlamda da birlik söz konusudur. Salihlerin iyi davranışları da, kötülerin kötü davranışları da toplumu etkiler. Bu sebeple, ortak sorumluluklar da vardır. Bir topluma mensup bireyler, bir bedenin uzuvları gibi, az veya çok, diğerlerinin yaptıklarının sonuçlarına katlanmak zorundadırlar. Uzvun bozulması, diğer uzuvların da esenlikten yoksun kalmasına sebep olabilir. Meselâ karaciğerin çalışmaması, diğer uzuvların da zarar görmesine sebep olabilir.


                          Toplumun bireylerinin ortak bir yazgıya sahip olmaları, bir kişi günah işlemeye davrandığında, diğerlerinin onu önlemesi gereğini or-taya çıkarır. Resul-i Ekrem (Allah'ın salât ve selâmı ona ve Âl'ine), bi-reyin günahının toplumdaki etkisini şöyle bir örnek ile anlatır:
                          Bir topluluk gemide yolculuk etmekte idiler. Bir yolcu, oturduğu yerden tekneyi delmeye başladı. Diğer yolcular, "Nasıl olsa kendi oturduğu yeri deliyor." diye düşünerek onu engellemediler. Sonuçta gemi battı. Böyle yapmayıp da elini tutsalar, onu engelleselerdi, hem kendilerini, hem de gemiyi delen adamı kurtarmış olurlardı. (211)


                          Dünyada, kurunun yanında yaş da yanabilir veya her ikisi de yan-mayabilir. Bir topluluğun bir arada yaşadıkları bir toplumda, iyiler de vardır, kötüler de. Zaman olur ki iyilerin davranışlarının sonuçlarından kötüler yararlanır. Yine bir zaman olur ki günahkârların günahlarının sonucunda iyiler zarar görürler.


                          Ahiret âlemi ise böyle değildir. Bir kimsenin, başkasının eyleminin sonucundan pay alması imkânsızdır. Ne kimse başkasının -ken-disinin katılmadığı- işlerinin sonucundan yararlanabilir, ne de başkasının günahının cezası olarak azap görür. Ahiret, eylemlerin birbirinden ayrı ve soyutlanmış olma âlemidir. İyiyi ve kötüyü ayırır, temizi ve pisi ayırt eder, günahkârlara seslenir:


                          Bugün, (temizlerden) ayrılın ey suçlular!

                          O âlemde baba oğuldan ayrılır, herkes kendi eyleminin karşılığını görür:

                          Hiç kimse başkasının yükünü yüklenemez.

                          Bu farkın sebebi şudur: Ahiret, "fi'liyyet-i mahz" âlemidir. Dünya ise hareket âlemidir, diğer bir deyişle istidat ile fi'liyyetin karıştığı âlemdir. "Fi'liyyet-i mahz" olan "fi'liyyet"ler, birbirlerinden etkilen-mezler ve birbirleri ile birleşmezler, terkip (sentez) oluşturmazlar. Buna karşılık, karışım şeklindeki fi'liyyetler etkilenebilirler ve bileşim mey-dana getirebilirler. Bu sebepledir ki dünyada "toplum" adı verilen gerçeklikler meydana gelir. Toplumlar; ayrı ayrı bireylerin, insanların bir tür bileşimi, terkibi, bir birlik meydana getirmesidir. Ahirette ise bu anlamda "toplum" gerçekliği yoktur. Dünyada, aşamalı etkileme ve et-kilenme, eylem ve etkenlik ile edilgenlik söz konusudur. (Tesir ve teessür, fiil ve infial.) Ahirette ise bunlar yoktur. (212)
                          Dünyada iyilere yoldaşlık edenler, onlarla birlikte olmaktan iyi et-kiler alırlar, kötülerle olmak da yoldan çıkmaya sebep olur.




                          Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
                          Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

                          Yorum


                            Ynt: Adl-i İlahi


                            Mevlevî (Mevlânâ) der ki:

                            Mî-reved ez sîne-hâ der sîne-hâ
                            Ez reh-i penhân salâh-u kîne-hâ.


                            İyilikler de, kötülükler de gizli bir yoldan, göğüsten göğüse, insandan insana akar.

                            Firdevsî (213) de der ki:

                            Be-anber furûşân eger be-g(o)zerî
                            Şeved câme-i to heme anberî
                            Eger be-g(o)zerî sûy-i engeşt-ger
                            Ez-û coz siyahî ne-yâbî diger


                            Anber satıcılarına uğrarsan, giysin de anber kokusu alır. Kö-mürcüye uğrarsan, üstün-başın kömür tozuna bulanır, kara-rır.
                            Buna karşılık, öteki âlemde insan ebediyete kadar iyiler ile otursa bile derecesi yücelmez ve kötülerle olsa alçalmaz. Orada birlikte bu-lunmanın etkisi yoktur, esasen hiçbir şeyin başka bir şeyde etkisi ol-maz. (214)


                            Ahiret âleminde, sîneden sîneye, göğüsten göğüse iyi ve kötü duy-gular yol bulamazlar. Ne güzel koku satıcısı ile oturan güzel kokar, ne de kömürcü ile oturan kömür tozuna bulanır. O âlemde değişim (mü-badele) mümkün değildir. Ne doğal (tabiat kanunlarından ileri gelen) değişim, ne de uzlaşıma dayanan değişim mümkündür. Değişim, alış-veriş, değiş-tokuş bu dünyaya özgüdür.

                            Öteki dünyanın "toplumsal" nitelikte olmadığını söylerken, tabia-tıyla ahirette herkesin tek başına ve yalnız olduğunu söylemek istemi-yoruz; kimsenin kendisinden başkasını göremez olduğunu, kimseyle i-letişimi olmadığını ileri sürmüyoruz. Söylemek istediğimiz şudur: Kar-şılıklı bağlantılar, etkileme ve etkilenmeler, dayanışma ve karşıtlıklar, manevî, ruhî ve ahlâkî alış-verişler, dünya âleminde olduğu gibi ahiret âleminde de söz konusu değildir. Bu dünyadaki bu tür etkileme ve et-kilenmeler sonucunda "toplum" dediğimiz ve bireylerden oluşan bir gerçeklik meydana gelir, yazgılar birbirine düğümlenir. Öteki âlemde ise bunlar yoktur. Toplum olarak değil de topluluk hâlinde yaşamak ise, cennette de, cehennemde de vardır. Bu iki topluluk arasında da şu fark vardır: İyilerin, iyi davranışlıların topluluğunda hoşça uyuşma ve anlaşma, görüşme (üns ve ülfet), iç aydınlığı ve içtenlik (safâ ve sami-miyet) hâkimdir. Kur'ân-ı Kerim'in buyurduğu gibi, karşılıklı oturur-lar.

                            Buna karşılık, kötülerin, kötü davranışlıların topluluğunda hınç, birbirinden nefret, karşılıklı birbirini suçlama hâkimdir.




                            Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
                            Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

                            Yorum


                              Ynt: Adl-i İlahi


                              İki Âlemin İlişkisi

                              İki âlem arasındaki farklılıkları gördükten, tesbit ettikten sonra, şimdi de şu hususu ele alalım ve inceleyelim: İki âlem arasındaki ilişki hangi noktadadır?

                              Şüphesiz dünya ve ahiret arasında ilişki de vardır. Bu ilişki olduk-ça da güçlüdür. Dünya ve ahiret arasındaki ilişki o derecededir ki bir ömrün iki evresi, bir yılın iki dönemi gibidirler. Bir dönemde ekme, bir dönemde de biçme gerekir. Hatta şöyle de diyebiliriz: Dünya ekim, ahiret ise biçimdir, üründür: Birisi çekirdek, diğeri meyvedir. Ahiretin cenneti ve cehennemi bu dünyada belirlenir.


                              Bu konuda bir hadis-i şerifte şöyle buyurulur:

                              Cennet; boş bir tarla gibidir, ekili ve dikili bir şey (başlan-gıçta) yoktur. "Sübhanallah ve'l-hamdülillah ve lâ ilâhe illallahu vallahu ekber ve lâ havle ve lâ kuvvete illâ billah" zikri, burada söylenen ve orada dikilen ağaçlardır.


                              Başka bir hadiste de Resul-i Ekrem (s.a.a) şöyle buyurur:

                              Mirac gecesi cennete vardığımda, bir tuğlayı altın, bir tuğlayı gümüşten çatarak yapı kuran melekler de gördüm. Bu meleklerin arada durduklarını da görünce, "Niçin bazen çalışıp bazen duruyorsunuz?" diye sordum. Dediler ki: "Yapı malzemesi gelsin." diye bekliyoruz. Sordum: "Beklediğiniz nedir?" Dediler ki: "Bir mü-min dünyada 'Sübhanallah ve'l-hamdülillah ve lâ ilâhe illallahu vallahu ekber' diyerek zikrettiğinde, biz de yapıya devam eder, o durunca biz de dururuz."


                              Diğer bir hadiste Resul-i Ekrem'in (s.a.a) şöyle buyurduğu rivayet edilir:

                              "Kim 'subhanallah' derse, Allah cennette ona bir ağaç bağış-lar; kim 'elhamdülillah' derse, Allah ona cennette bir ağaç bağışlar; kim 'lâ ilâhe illallah' derse, Allah ona cennette bir ağaç bağışlar; kim 'Allah-u Ekber' derse, Allah ona cennette bir ağaç bağışlar." Ku-reyş'ten birisi sordu: "Şu hâlde cennette çok ağacımız var olsa gerek?" Resul-i Ekrem (s.a.a) de cevaben buyurdular ki: "Elbette; ancak, onları yakıp kül edecek bir ateş göndermemeye de dikkat edin. Nitekim Kur'ân-ı Kerim'de, 'Ey iman edenler, Allah'a ve Resul'üne itaat edin ve amellerinizi batıl kılmayın, boşa çıkarmayın.' buyurulur."

                              Demek oluyor ki: "Bu âlemdeki iyi davranışlarınızla cennet ağaç-larını meydana getirdiğiniz gibi, yine kendi amellerinizle, eylemleri-nizle cehennem ateşini de yalımlandırabilirsiniz. Belki de bu ateş iyi-liklerinizin ürünü olan şeyleri yok da edebilir."


                              Diğer bir hadiste şöyle buyurulur:

                              Haset; şüphesiz, ateşin odunu yuttuğu, yok ettiği gibi imanı yok eder.
                              Anlaşılıyor ki cehennem de cennet gibi boş bir alandır. Ateşler ve azaplar, insanın kendi eliyle bu dünyada yaktığı ve yolladığı günahla-rın somutlaşmasıdır.

                              Cehennemdeki azaplar, meselâ cehennemdeki zakkum yiyeceği, günahların pisliğinden oluşur. Nitekim cennetteki huriler, köşkler, ebedî nimetler de takvânın ve iyi davranışların sonucunda yaratılır-lar. Allah, cehennemlikler hakkında şöyle buyurur:
                              Onlar için, kendi kötülükleri sonucu, elem verici azap var-dır.



                              Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
                              Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

                              Yorum


                                Ynt: Adl-i İlahi


                                Üç Türlü Ceza

                                Daha önce, "iki âlem arasındaki farklılıklar" ve "İki âlemin ilişkisi" konusunu ele aldık. Bu konular şimdi ele alacağımız konu için bir başlangıç, bir giriş hükmünde idi. Şimdi burada ele almak istedi-ğimiz konu, cezaların türleri konusudur. Burada da şu hususu belirlemek istiyoruz. Ahiret cezaları dünya cezalarından farklıdır ve suç ile cezalar asındaki oransızlık itirazına verilecek cevap da bu farklılığın anlaşılmasına bağlıdır. Cezalar üç türe ayrılabilir.


                                1) Uzlaşıma dayanan cezalar. (Uyarma ve ibret.)

                                2) Günah ve tabiî (doğal) ve tekvînî (yaratılış kanunlarından gelen) ilişkisi olan cezalar. (Kötü eylemlerin, dünyada görülen tabiî kar-şılıkları ve sonuçları.)

                                3) Suçun kendisinin (bizzat suçun) tecessümünden, somutlaşma-sından ibaret olan ve suçtan ayrı olmayan cezalar. (Uhrevî azap.)

                                Uyarma ve İbret

                                Birinci tür cezalar; insan toplumlarında ilâhî veya gayri-ilâhî (lâik) bir kanun koyucu tarafından konmuş olan cezalardır. Bu gibi ceza-lardan iki tür yarar beklenir: Birincisi bizzat suçlunun veya başkalarının bu suçu işlemelerinin ilerisi için önlenmesi, önüne geçilmesidir. Verilen ceza; bilinçlerde bir korku, bir çekinme uyandırır. Bu sebeple bu tür cezaların bir uyarı oldukları söylenebilir. Diğer bir yararı da suçtan mağdur olan kişiyi bir ölçüde tatmin etmektir, gönlünü almak, teselli etmektir. Cezanın bu yararı, suçun bir ferde karşı işlenmiş olmasında kendisini gösterir.


                                İntikam ve suçlunun cezalandırıldığını görerek tatmin olma duy-gusu insanda oldukça güçlüdür. İlkel dönemlerde ve göçebe toplum-larda daha da güçlü olarak belirir. Suçluyu kamu gücü eli ile cezalan-dırmadıkları takdirde, bu durum toplum düzeninde oldukça sarsıntıya ve bozukluğa yol açardı. Bu intikam ve yürek soğutma duygusu bugü-nün insanında da vardır. Fark sadece şuradadır: İleri toplumlarda bu duygu biraz daha zayıflamış, üstü örtülmüş, gizlenmiştir. Mağdur olan, suçtan zarar gören insanın içinde bir kompleks (ukde) yer eder. Bu kompleksten kurtulmazsa -bilinçli veya bilinçsiz olarak- bir gün kendisinin de suçlu olması mümkündür. Buna karşılık, kendisine karşı suç işlemiş olan kişinin cezalandırıldığını görürse, kompleksi giderilmiş olur, iç âleminde kin ve intikam duygusundan ve rahatsızlıktan kurtulur.

                                Ceza kanunları, suçluların topluma uydurulabilip eğitilebilmeleri, toplumda tekrar düzenin kurulabilmesi için zorunlu düzenlemelerdir ve ceza mutlak olarak kaldırılarak yerine başka bir şey konamaz, başka bir şey cezanın yerini tutamaz. Cezanın mutlak olarak kaldırılması ve onun yerine suçlunun eğitilmesi ve cezaevlerinin yerine eğitim kurumlarının kurulması fikri bir mugalatadır (demagoji). Eğitim ve eğitim kurumları şüphesiz gerekli ve zorunludurlar. Elbette doğru ve gerektiği gibi bir eğitim suçlu sayısını azaltır.


                                Bunun gibi, toplumda refah olmayışı, iktisadî bozukluklar da suç işlenme sayısını çoğaltır. İktisadî, toplumsal ve kültüre ilişkin düzen-lemelerin doğru ve yerinde oluşu da, kendi yönlerinden suç sayısının azalmasına yol açar. Ne var ki bunlardan hiçbirisi tam olarak diğerinin yerini tutmaz. Ne eğitim, ne iktisadî bakımdan adilâne düzenlemeler cezalandırmayı gereksiz kılabilir, ne de tek başına cezalandırma doğru ve yerinde eğitimin veya doğru bir toplum düzeninin yerini tutabilir.

                                Bir toplumda ne ölçüde doğru bir eğitim, adil ve iyi bir toplum düzeni olursa olsun, yine isyankâr ve serkeş insanlar da bulunabile-cektir. Bunun için de gereğinde ağır ve şiddetli olabilen cezalara ihti-yaç olur.




                                Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
                                Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

                                Yorum

                                YUKARI ÇIK
                                Çalışıyor...
                                X