Duyuru

Daraltma
Henüz duyuru yok.

Adl-i İlahi

Daraltma
X
 
  • Filtre
  • Zaman
  • Göster
Hepsini Temizle
yeni gönderiler

    Ynt: Adl-i İlahi


    İmanın güçlendirilmesi ve doğru bir eğitim sağlanması, toplumun düzeltilmesi yolu ile, suça yol açan sebeplerin ortadan kaldırılması ile, suç sayısı önemli bir ölçüde düşürülebilir. Elbette bu yollara başvu-rulmalıdır da! Ancak, cezaların da gerekliliği inkâr edilemez. Başka hiçbir yol, ceza kurumunu tamamen gereksiz kılamaz.

    İnsanlık; öğüt ve irşad ve diğer eğitim yollarına başvurarak bütün insanlık toplumunu eğitmeyi başaramamıştır ve belki de başaramaya-caktır.
    Ayrıca, bugünkü sadece maddeye önem veren uygarlık, suçluluğu önleyecek bir ortam hazırlama gücüne sahip değildir. Günümüz uygar-lığı suçluluğu azaltamadığı gibi, üstelik kat kat çoğaltmıştır.


    Eskiden ibrik çalma, yankesicilik gibi küçük çapta hırsızlıklar yay-gın idi. Bugün ise binlerle renk ve biçimde, görünür görünmez, perde ardında ve önünde nice hırsızlıklar olmaktadır. Perde önündekiler de az değildir. Meselâ bir veya birkaç geminin denizden çalındığını göre-biliyoruz.
    Bütün bu delillerden sonra, cezalandırmaya ilişkin düzenlemelerin insan toplulukları için gerekli ve yararlı olduklarını kabul etmemiz ge-reklidir. Ancak, daha önce de söylediğimiz gibi, kanun koyucular suç ile ceza arasındaki orana dikkat etmelidirler.


    Burada özellikle ilgimizi çekecek olan bir husus da şudur: Bu gibi, uzlaşmaya dayanan cezaların ahiret âleminde de mevcut olması akla uygun değildir. Çünkü ahiret âleminde ne suçun tekrarının önlenmesi endişesi vardır, ne de intikam duygularının yatıştırılması. Ahiret; eylem âlemi değildir ki insanı orada cezalandırmanın amacı bu suçun tekrar işlenmesinin önlenmesi olsun. Yine, Allah -ki böyle düşünmek-ten yine Allah'a sığınırız- intikam güdücü duygulara sahip olamaz ki, gönlündeki ukdeyi çözmek ve intikam almak için cezalandırsın. Yine, ahiret âleminde mazlumların yürek soğutması ve tatmin edilmesi amacı da söz konusu olmaz. Hele dünyada kendisine zulmedilmiş olan kimse Allah'ın velilerinden ve O'nun engin rahmetine mazhar olanlardan birisi ise, onun da intikam peşinde olduğu düşünülemez. Apaçıktır ki, Allah velilerinden olmayanların bile kendi derdine düştükleri, ken-dilerini kurtarmaya baktıkları ahiret âleminde ("Vâ nefsâh! -Vay nefsim!-" denen o âlemde) azıcık hayır, rahmet ve mağfiret, düşmandan dünya dolusu intikam almaya, yeğ tutulur, tercih edilir.


    Ayrıca, her azap; halkın haklarına, fert hakkına ilişkin bir günah dolayısı ile değildir ki adl-i ilâhînin mutlaka zalimden intikam almayı ve böylece mazlumun gönlünü yatıştırmayı gerektirdiği söylensin. Azapların önemli bir bölümü şirk, riya, Allah'a ibadeti terk etme gibi Hakkullah'a ilişkin günahlar dolayısı iledir, hakk'un-nas (halkın, birey-lerin hakkı) dolayısı ile değil. Bu gibi durumlarda dünyevî cezalar için söz konusu edilen iki özellik ve sonuçtan hiçbirisi yoktur.



    Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
    Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

    Yorum


      Ynt: Adl-i İlahi


      Dünyevî Karşılıklar

      Cezaların ikinci türü; uzlaşmaya dayanan cezalar olmayıp suç ile sebep-sonuç ilişkisi içinde bulunan cezalardır. Diğer bir deyişle, suçun ortaya çıkardığı ve suçun tabiî sonucu olan cezalar söz konusudur. Bu gibi cezalara "amelin mükâfatı, eylemin karşılığı" veya "günahın ko-numsal etkisi" (eser-i vaz'î-i günah) denir. Günahlardan bir çoğunun bu dünyada günah işleyen insan üzerinde bu türden etkileri vardır. Meselâ alkollü içki içmenin toplumsal zararları yanında, içende meydana getirdiği ruhî ve bedenî zararlar örnek olarak verilebilir. İçki içenin sinir ve kan dolaşımı cihazında bozukluklar görüldüğü gibi, içki karaciğer rahatsızlıklarına da sebep olur. Cinsî bakımdan ahlâka aykırı hayat sürme, bel soğukluğu ve frengi gibi hastalıklar doğurabilir.

      Bütün bunlar günahın bizatihî kendisinden doğan sonuçlardır, hu-kuk düzeninin tertip ettiği cezalar değildir. Şu hâlde "suç ile ceza ara-sında oran olmalıdır" tarzında mülâhazalar burada varit değildir. Bir kimse öldürücü bir zehri içerse ve bu konuda kendisini uyaranları din-lemezse, ölür. İşte burada ölüm, zehir içmenin tabiî sonucu ve konum-sal etkisidir (eser-i vaz'î). Böyle şaşkın bir insan kesinlikle ölecektir; ancak, o öldükten sonra, "bu biçare adam beş dakikacık bir suç işledi, zehir içti; niçin beş dakika için ölüm cezasına uğratıldı da hayatını kaybetti?" diye düşünülmesi ve sorulması yanlış olur. Bir kimseye, "Kendini doruktan uçuruma atma! Yoksa ölür-gidersin!" denirse, "Be-nim düşüncesizce davranışımla bu ağır ceza arasında ne gibi bir uy-gunluk ve oran var ki?" demeye hakkı yoktur. Burada sebep-sonuç ilişkisi söz konusudur. Dağdan düşme veya zehir içme; sebeptir (illet), ölmek de sonuçtur (malul). Bu sebeplerden böyle bir sonuç doğar ve başka türlü de olmaz.

      Suç ve ceza arasındaki oran; uzlaşmaya dayanan cezalar için söz konusudur. Bu cezaların suç ile ilişkisi de uzlaşmaya dayanan bir iliş-kidir, yoksa gerçekliği olan ve özden gelen bir ilişki yoktur. Tabiî kar-şılıklar (=mükâfat) ise eylemin sonucu ve gereğidirler. Bu kitabın ikinci bölümünde açıklamış olduğumuz gibi, her şeyin, evrenin "sebep ve sonuç ilişkisi" düzeni içinde belirli bir yeri, özel bir konumu vardır. Bu sebep-sonuç ilişkisi içinde, gerçek sebebin, bu sebebe bağlı sonucu meydana getirmemesi asla mümkün değildir.




      Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
      Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

      Yorum


        Ynt: Adl-i İlahi


        Dünya ve ahiretin farklarından söz ederken, dünyanın ekim dö-nemi, ahiretin de hasat dönemi olduğunu söyledik. Ne var ki bazı ameller sonuçlarını daha bu dünyada iken gösterirler, ekilenler biçilir. Tabiatıyla bu ürün alma ve hasat, ilâhî cezaların bir türüdür; ancak tam ceza, ceza-i kâmil değildir. Titiz ve incelikli hesap görme ve tam ceza ahiret âlemindedir. Dünya eylem yurdudur ve bazen cezanın da dünyada görüldüğü olur. Buna karşılık ahiret yüzde yüz ceza ve hesap yurdu, karşılık görme âlemidir. Orada da amel (eylem) yolu kapalıdır. (215)


        Allah'ın mahlûklarına ilişkin eylemlerde, ister iyilik ve halka hiz-met, ister halka zarar vermek söz konusu olsun, çoğunlukla da bu dünyada iken bir karşılığı, ceza ve mükâfatı da olur, uhrevî karşılıkla-rından da bir şey eksilmez.

        Meselâ ana-babaya kötü davranmanın daha bu dünya hayatında iken kötü sonuçları görülür. -Allah'a sığınırız-, eğer bu kötülük, ana-babayı öldürme tarzında belirmiş ise, özellikle bu böyledir. Hatta ana-baba fâsık veya kâfir bile olsalar, yine de ana-babaya karşı kötülük so-nuçsuz ve tepkisiz kalmaz.


        Abbasî Hanedanı'ndan Muntasır, (216) babası Mütevekkil'i (217) öldürttü. Kısa bir süre sonra kendisi de öldürüldü. Oysa Mütevekkil çok habîs, çok kötü birisiydi. Eğlence toplantılarında Emir'ül-Mü'mi-nîn Ali'yi -ona selâm olsun- alaya alır, taklidini yaptırırdı. Soytarıları Hazret-i Emîr'in kılığına -gûya- girerler; onu taklit ederlerdi. Tabiatıy-la bu sırada maskaralıklar yaparlar, saygısızca şiirler okurlardı. Derler ki:
        Muntasır, babası Mütevekkil'in Fatıma (218) -ona Allah'ın selâmı olsun- hakkında saygısızca konuştuğunu duyunca, büyüklerden bir kişiye bu eylemin cezasını sordu. O zat dedi ki: "Katli vaciptir. (219) Ancak, babasını öldürenin ömrü kısalır." Muntasır, "Zararı yok." dedi. "Ben, Allah'a itaat yolunda ömrümün kısalmasından korkmam."


        Nihayet babasını öldürdü ve kendisi de ondan sonra ancak yedi ay kadar yaşayabildi. (220)

        Ali -ona selâm olsun- yeryüzünde halka hizmet etme ve güzel davranışlarda bulunma (ihsân)nın karşılığı konusunda şöyle buyur-maktadır:
        Birisine iyilik edip de onun nankörlük etmesi hâlinde, bu durum seni iyi işlere isteksiz kılmasın, iyilikten alıkoymasın. Çünkü çok defa sen iyi davranışının karşılığını, mükâfatını, kendisine hiç iyilik yapmamış olduğun bir kimsenin elinden alırsın. Ne olursa olsun, dünya sana karşılığını verir; isterse senin hiç düşünmediğin, beklemediğin bir yönden olsun. (221)




        Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
        Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

        Yorum


          Ynt: Adl-i İlahi


          Mevlevî (Mevlânâ) eylem ve tepki konusunda şöyle der:

          İn cihân kûh-est-o fi'l-i mâ nidâ
          Bâz âyed sûy-i mâ ez kûh sadâ.

          Bu evren dağdır, bizim eylemimiz de ünleyiş gibidir.
          Biz ünleriz, dağdan bize yankı gelir.


          Dünyadaki karşılıklar, mücazat ve mükâfat konusunda da bir baş-kası şöyle der:

          Be-çeşm-i hîş dîdem der gozergâh
          Ke zed ber cân-i mûrî morgek-i râh
          Henüz ez sayd minkaareş ne-perdaht
          Ke morg-i dîger âmed, kâr-i û saht.
          Şu bed kerdî, me-şov eymen zi-âfat
          Ke vâcib şod tabiat-râ mokâfât (222)

          Yol üzerinde gözlerimle gördüm, bir kuşcağız bir karıncayı ga-gasıyla avladı.
          Daha karıncayı yeni yutmuştu ki bir başka kuş inerek onun işini bitirdi.
          Kötü bir şey yaptığında, başına âfet gelmeyeceğinden emîn olma.
          Tabiatta, her şeyin karşılığının görülmesi gereklidir.


          Şunu da unutmamak gerekir: Birisinin veya bir toplumun başına bir kaza, bir musibet gelince, mutlaka onların eylemlerinin bir karşılığı, cezası olduğunu söyleyemeyiz. Dünyadaki musibetlerin başkaca hikmetleri de vardır.

          Ancak, bizim inancımız şudur ki:

          Ahiretten önce dünyada görülen karşılıklar, eylemlerin ceza ve mükâfatı da yok değildir.




          Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
          Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

          Yorum


            Ynt: Adl-i İlahi


            Uhrevî Azap

            Ahiret âlemindeki cezaların günahlar ile yapısal ilişkisi, yaratılış kanunlarına dayanan bağlantısı daha güçlüdür. Ahiret âlemindeki amel (eylem) ve ceza bağlantısı, birinci tür cezalarda olduğu gibi uzlaşmaya dayanmaz. İkinci tür cezalarda (dünyevî karşılıklar) olduğu gibi sırf sebep-sonuç ilişkisinin sonucu da değildir, ondan da bir derece üstün-dür.

            Burada özdeşlik (ayniyyet) ve birlik (ittihad) bağlantısı egemendir. Diğer bir deyişle, ahirette mükâfat veya ceza olarak insana, iyilere ve kötülere verilenler, onların kendi amellerinin somutlaşmasından, te-cessümünden ibarettir.


            Kur'ân-ı Kerim buyurur ki:

            O gün herkes iyi veya kötü her ne işledi ise hazırlanmış bulur. Diler ki kendisi ile kötü ameli arasında uzak bir ara olsa idi!
            Başka bir yerde,


            Kur'ân-ı Kerim yine şöyle buyurur:

            Her yaptıklarını, işlediklerini hazır bulurlar ve Rabbin hiç kimseye zulmetmez.


            Başka bir yerde yine buyurulur ki:

            Kim zerre ağırlığında hayır işlerse, onu görür ve kim zerre ağırlığında şerr işlerse, onu görür.
            Bazı müfessirlerin, Kur'ân-ı Kerim'in son nazil olan ayeti olarak kabul ettikleri ayet-i kerimede (223) de şöyle buyurulur:
            Çekinin o günden ki Allah katına döneceksiniz de herkese ha-zırladığı, kazandığı tam olarak ödenecek ve hiçbirine zul-medilmiş olmayacak.
            Yetim malı yeme hakkında Kur'ân-ı Kerim'in beyanı şöyledir:

            Yetimlerin mallarını zulm ile yiyenler, karınlarına ateş yut-maktadırlar ve kızdırılmış ateşe düşerler.
            Demek ki yetim malı yemek ateş yemek gibidir. Bu dünyada bu-nun farkına varamıyorlarsa, beden engeli aradan kalktıktan ve bu ev-renden ayrıldıktan sonra bu ateşin yakıcılığını duyacaklardır.


            Kur'ân-ı Kerim iman edenlere şöyle öğüt vermektedir:

            Ey iman edenler, Allah'ı sayın, saygılı olun ve herkes yarın için önceden hazırladığına baksın; çekingen ve saygılı olun Alla-h'a.
            Burada, insanı hayran ve hayrette bırakan emir şeklinde bir apaçık ve kesin beyan vardır: Herkes, yarın için ne tedarik ettiğine ve önce-den gönderdiğine baksın! "Önceden göndermek"ten söz ediliyor. De-mek ki "Şimdi kendi gönderdiğiniz ne ise, onu elde edeceksiniz; şu hâlde ne olduklarına bakın, dikkat edin!" buyuruluyor.


            Yolculuğa çıkmış bir kimse örneğinde olduğu gibi. Bu yolcunun, bulunduğu yerde alışveriş yaptığını ve kendi dönüşünden önce bunları vatanına gönderdiğini düşünelim. Bu kişi bilmelidir ki, yurduna dönü-şünde kendisinin önceden gönderdiği posta paketleri içinde, kendi al-dığı mallar bulunmaktadır. Başka bir şey çıkmasının imkânı yoktur.

            Bu ayet-i kerimede, iki kez "Allah'ı sayın, saygılı olun, buyruğuna uyun, yani takvâ sahibi olun" buyurulurken, bu iki buyruk arasında sadece kısa bir ibare vardır: "Her nefis de, yarını için ne gönderdiğine baksın." Belki de Kur'ân-ı Kerim'de bu kadar kısa bir ara ile iki kez takvânın emir buyurulmasının başka bir örneği de yoktur.




            Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
            Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

            Yorum


              Ynt: Adl-i İlahi


              Yine Kur'ân-ı Kerim buyurur ki:

              Güneş örtüldüğünde
              Yıldızlar da sönükleştiğinde
              Dağlar da yürütüldüğünde
              Yüklü binitler de boşa bırakıldığında
              Yaban canlılar da toplandığında
              Denizler de coşup kalkıştığında
              Canlar da eşlendiğinde
              Diri gömülen kızdan da sorulduğunda:
              "Hangi suçtan öldürüldü?"
              Yazılı yapraklar da yayıldığında
              Gök de dürüldüğünde
              Tamu (cehennem) da yalımlandığında
              Cennet de yaklaştırıldığında
              Her can bilir ne hazırlamış olduğunu.


              Demek oluyor ki, ahiret âleminde insana ister cennet nimeti, ister cehennem azabı olarak erişen ne varsa, insanın kendisinin hazırlamış olduklarıdır. Bu dünyada ne hazırladıklarının, ne kazandıklarının far-kında olmayanlar, ahirette bunu kavrayacaklar, eylemlerinin sonuçla-rını bilecek, tanıyacaklardır. Kur'ân-ı Kerim'in birçok ayetinde, ahiret âleminin başlangıcında Allah'ın, insanların dünya hayatında bilinçsiz-ce, gafletle yaptıklarının sonuçlarını kendilerine gösterip bildireceğini buyurur.

              De ki: Kendisinden kaçtığınız o ölüm size kesinlikle ulaşacak, sonra gizliyi ve açığı bilene döndürüleceksiniz de size yaptıkları-nızdan haber verecek.
              Ahiretteki cezalar; insanın eylemlerinin tecessüm etmesi, somut-laşması, cisimlenmesi demektir. Ahiretin nimetleri ve azabı, iyi ve kötü amellerden ibarettir, perde kaldırıldığında somut olarak görünürler. Meselâ Kur'ân-ı Kerim okunmuş ise, bu eylem, güzel bir yüze, bir bi-çime bürünecek ve insana orada yoldaşlık edecektir. Başkalarını çekiş-tirme ve incitme ise, cehennem köpeklerinin yeni ısırışı gibi bir şekle bürünebilecektir.


              Diğer bir deyişle, bizim eylemlerimizin bir bu dünyaya ilişkin gö-rünüş ve biçimleri (mülkî suret) vardır ki geçici, silinip gidicidir; bu dünyadaki söz ve eylemler biçiminde görünürler. Bir de melekutî su-retler vardır ki (ilâhî görev ve güçler âlemine, melekler âlemine ilişkin) bunlar, bizim eylemlerimiz tamamlandıktan sonra silinip gitmezler, bizimle ilişkilerini sürdürürler; bir gün eylemlerimizin bu suretlerine erişecek, onları göreceğiz. Eğer bunlar güzel ve haz verici iseler, bizim için cennet nimetleri olurlar; kötü ve acı verici, tiksindirici iseler, bizim ateşimiz, cehennemimiz olurlar.

              Rivayet edilir ki:
              Bir kadın, bir sorunu için Resul-i Ekrem'in (Allah'ın salât ve selâmı ona ve Âl'ine erişsin) huzuru ile şereflendi. Bu kadın kısa boylu idi. Ayşe, o kadın gittikten sonra, eli ile taklit yaparak onun kısa boyluluğunu gösterdi. Resul-i Ekrem (ona ve Âl'ine Allah'ın salât ve selâmı erişsin), Ayşe'ye şöyle buyurdular: "Dişlerini temizle." Ayşe dedi ki: "Ya Resulullah, ben herhangi bir şey yemedim?" Hazret tekrar, "Dişlerini temizle." buyurdular. Ayşe dişlerini temizleyince, ağzından bir et parçası yere düştü. (224)


              Gerçekte Resul-i Ekrem gıybetin melekutî ve uhrevî sûretini bu dünyada Ayşe'ye gösterdiler.

              Nitekim Kur'ân-ı Kerim'de başkalarını çekiştirme (gıybet) hakkın-da şöyle buyurulur:

              Birbirinizi ardından çekiştirmeyin! İçinizden birisi, ölmüş kardeşinin etini yemekten hoşlanır mı? Elbette hoşlanmaz, bu iş-ten tiksinirsiniz.




              Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
              Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

              Yorum


                Ynt: Adl-i İlahi


                Âsım oğlu Kays, (225) Resul-i Ekrem'in (s.a.a) ashabından idi. Der ki: Bir gün Benî Temîm'den (Temîm oğulları boyundan) bir topluluk ile Resul-i Ekrem'in (s.a.a) huzuruna vardım. Dedim ki: "Ya Resulal-lah! Biz şehir dışında yaşamaktayız ve huzurunuzdan az yararlanabili-yoruz. Bize öğüt verin!"


                Resul-i Ekrem (s.a.a) verdiği öğütler arasında şöyle de buyurdular:

                Senin, senden ayrılmayacak, seninle birlikte kabre gelecek, iyi ise seni ağırlayacak, kötü ise seni olayların akışına bırakacak bir yoldaşın vardır; sen ölü olduğun hâlde o diri olacaktır. O yoldaş seninle haşredilecek, mahşer günü seninle kaldırılacaktır. Seçtiğin yoldaşın iyi olmasına dikkat et. O iyi ise sana can yoldaşı olur, değilse seni ürkütür korkutur. Senden ayrılmayacak olan bu yoldaşın, senin amelindir.

                Âsım oğlu Kays, bu öğütlerin şiir şeklinde ifade edilmesini, böy-lece daha kolay ezberlenip yararlanabileceğini dilediğini ve umduğunu söyledi. Resul-i Ekrem (s.a.a) Sabit oğlu Hassân'ı (226) çağırttı. Hassân gelmeden önce, Kays, Resul-i Ekrem'in (s.a.a) sözlerinden duygulandığı için, bu öğütleri kendi şiir hâlinde ifade ederek Resul-i Ekre-m'e (s.a.a) arz etti.


                Seç bir yoldaş kendine eylemlerinden
                Kabirde insana yoldaştır işlediği
                Kaçınılmazdır bu: Ölümden sonrasına
                Bir yoldaş seçip edinme gereği.
                Şu hâlde uğraşına dikkat et burada,
                Uğraşınla uyuşsun Allah'ın dileği.
                Ölümden sonra eylemidir kişiye yoldaş
                Burada ancak eylemin var gerçeği
                İnsan, ailesine konuktur bir süre
                Az sonra toparlanır, zorunlu göçmeği!
                Bir hadiste, uhrevî azapların, insanın kendisi ne döndürülen kendi eylemleri olduğu buyurulur.


                Sadî ne güzel söylemiştir:

                Her dem ez ömr mî-reved nefesî / Çun nigeh mî-konem, ne-mânde kesî
                Ey ke pencâh reft-o der hâbî / Meger in penc rûz der-yâbî?
                Hacil an keske reft-o kar ne-sâht / Kûs-i rıhlet zedend-o bâr ne-sâht
                Ömr berf-est-o aftâb-i temuz / Endekî mande hâce gorre henüz
                Herke âmed imâretî nov sâht / Reft-o menzil be-dîgeri perdâht
                Berk-i ıyşî be-gûr-i hîş ferest / Kes neyâred zi-pes, to pîş ferest
                Her ke mezrû-i hod be-hord-o hevîd / Vakt-i harmen(e)ş hûşe bâyed çîd
                Ey tohî-dest-i refte der-bâzâr / Tersemet ber-neyâverî destâr.


                Her dem, ömürden bir nefes gitmede. Bakıyorum ki geride bir şey kalmamış.
                Ey elli yılının gitmesine karşı, daha da uykuda olan!
                Bu kalan beş günde mi kendine geleceksin yoksa?
                Dünyadan hayırlı bir iş yapmadan giden, göç davulu vurulduğunda yükünü-dengini bağlayıp yığmamış olan kişi, utanç içinde kalır.
                Ömür kar gibidir temmuz güneşi karşısında. Geriye azcık bir şey kalmış, beyimiz ise henüz gaflet ve aldanış içinde.
                Her gelen burada yeni bir yapı dikti. Sonra bir başkasına konağını bırakarak göçtü.
                Mezarına, oradaki hayatın için gerekli bir şeycik gönder, senden sonra kimse getirmez, sen onu önceden gönder?
                Ekinini, biçilmeden önce satan ve yiyen kişinin eline, hasat zamanı sadece sap ve saman geçer.
                Ey elleri boş çarşıya giden! Korkarımı ki sarık getiremeyeceksin.

                (Gülistan'dan)



                Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
                Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

                Yorum


                  Ynt: Adl-i İlahi


                  Üstat'tan Bir Anı

                  Üstadımın görmüş oldukları bir rüya hatırımdadır. Üstadım, yüce mertebeli bilgin Mirza Ali Aka Şirazî (Allah onun makamını yücelt-sin), (227) benim hayatım boyunca gördüğüm, tanıdığım insanların en büyüklerinden idi. Gerçekten, imanda yakîn derecesine varmış olan â-bit ve zahitlerden, tarihte okuduğumuz geçmişin iyi insanlarından (se-lef-i sâlih) bir yadigâr idi. Bu rüyayı burada nakletmeyi yararlı görüyo-rum.

                  Bin üç yüz yirmi yılı ve ondan sonraki yılın yazında Kum'dan İsfahan'a gitmiş idim. İsfahan'da bu büyük insanı tanıdım ve huzurun-dan yararlandım. Tanıdıktan bir süre sonra bu tanışıklık güçlü bir bağ-lılığa dönüştü. Bu bağlanma benin yönümdendi. Onun yönünden ise, bir üstadın öğrencisine ve bir babanın oğluna gösterebileceği sevgi ve lütuf vardı. Öyle ki, sonraları Kum'a geldiklerinde benim medresedeki hücreme konuk olurlar ve Kum Havza-i İlmiyesi'nin (Dinî Üniversite) büyük bilginleri de üstadı çok saydıklarından benim hücremde O'nu ziyaret ederlerdi.

                  1941'de ilk kez İsfahan'a gittiğimde, aziz ders arkadaşım da ya-nımda idi. Ders arkadaşlığımız ve dersleri birlikte müzakere edişimiz (hem-mübahese oluşumuz) on bir yıldır sürmekte idi ve ders arkadaşım İsfahanlı idi. Bugün bu arkadaşım, Kum Havza-i İlmiyesi'nin büyük müderris ve müctehidlerindendir. Arkadaşım, Sadr Medresesi'nde büyük bir âlim bulunduğunu ve Nehc'ül-Belâğa okuttuğunu, birlikte dersini izlememizin iyi olacağını söyledi. Bu teklif bana ağır geldi. Kifayet'ul-Usûl gibi Usûl-i Fıkıh kitapları okumaya koyulmuş olan bir medrese öğrencisi, ne demeye Nehc'ül-Belâğa dinlemeye gitsindi ki? Nehc'ül-Belâğa'yı kendi kendine okuyabilirdi. "Berâet ve İstishab" il-kesinin gücü ile de müşküllerini kendisi çözebilirdi. (228)

                  Ne var ki tatil döneminde idik, zorunlu bir işim yoktu, ayrıca, ar-kadaşımı da kıramazdım. Gittim ve derhal ne büyük bir yanılgı içinde olduğumu anladım. Bildim ki; ben Nehc'ül-Belâğa'yı o zamana kadar tanıyamamış, bir üstadın öğreticliğine gerek duymam bir yana, şunu da itiraf etmeliyim ki, Nehc'ül-Belâğa'yı tedris edecek güçlü bir üstat da yoktur. Üstelik, takva ve maneviyet ehli olan öyle bir üstat ile kar-şılaşmış bulunuyorum ki, biz medrese öğrencilerinin deyimi ile: "Der-sini dinlemek için yollar-menziller aşmaya değer!"



                  Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
                  Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

                  Yorum


                    Ynt: Adl-i İlahi


                    Üstadın kendisi cisimlenmiş (mücessem) Nehc'ül-Belâğa idi. Neh-c'ül-Belâğa'nın öğütleri onun canına işlemiş idi. Bu adamın ruhunun, ona selâm olsun, Emir'ül-Müminin ruhu ile ilişkide olduğunu hissedi-yordum. Gerçekten, ne zaman düşünürsem, manevî servet adına elde edebildiklerimde en büyük payı, bu büyük insan ile sohbetime borçlu olduğumu görüyorum. Allah ondan razı olsun ve tertemiz velileri, pak Ehlibeyt İmamları ile haşretsin!

                    Bu büyük adama ilişkin birçok anılarım var. Burada bir rüyasını nakledeceğim.


                    Kendileri, bir gün ders sırasında, gözyaşları ak sakalını ıslatırken bu rüyayı anlattılar. Rüya şöyle idi:

                    Rüyamda öldüğümü gördüm. Ölüm, bize anlatılan gibi idi. Canımı bedenimden ayrılmış görüyordum ve bedenimi kabris-tana def-netmek üzere taşıdıklarını seyrediyordum. Bedenimi defnettiler ve gittiler. (Orada kendimi mezarda gördüm) ve bundan sonra ne olacağının tedirginliği içinde idim. Birden beyaz bir köpeğin mezara girdiğini gördüm. Bu köpeğin, benim hırçınlığımın cisimlenmesi olduğunu anladım. Köpekle birlikte mezarda kalmanın ıstırabı için-de idim ki, Hazret-i Seyyid'uş-Şühedâ'nın (İmam Hüseyin) -ona selâm olsun- teşrif buyurduklarını gördüm. Bana buyurdular ki: "Üzülme! Ben onu buradan uzaklaştırırım." *1


                    Nakledilen bu rüya, "şefaat"in varlığına işarettir. Gelecek bahiste inşallah bu konu üzerinde duracağız.

                    1* - Merhum Hâc Mirza Ali Aka'nın -Allah onun makamını yüceltsin- Resul-i Ekrem ve pak hânedanı ile -Allah'ın salât ve selâmı onlara olsun- çok güçlü bir irti-batı vardı. İçtihat edebilecek güçte bir fakih olduğu gibi, aynı zamanda hakîm, ârif, tabip ve edîp idi. Bazı ilim dallarında meselâ Kadîm Tıbb ve Edebiyat'ta ön sırada gelirdi. Ebu Ali Sina'nın (İbn Sina) Kanun adlı kitabından da ders verirdi. Hazret-i Seyyid'uş-Şühedâ'nın (İmam Hüseyin) mukaddes âsitanının hâdimlerindendi. Minbere çıkar, vaaz verir, Kerbelâ'da Ehl-i Beyt'in karşılaştığı olayları anlatırdı. Onun vaaz meclisinde bulunup da etkilenmeyecek az kişi vardı. Bu ihlâs ve takvâ sahibi âlim, vaaz verdiğinde Allah'ın buyurduklarını ve ahiret âlemini anlatırken kendi hâli de değişir, ruhî ve manevî bir inkılâba uğradığı görülürdü. Allah, Resul ve Ehlibeyt sev-gisi onda tamdı ve bu sevginin cezbesi içindi. "Allah" derken hâli değişirdi. Enfâl Suresi'nin 2'nci ayetine uygun hâli vardı: "(İman edenler,) Allah anılınca yürekleri titreyenler ve Allah'ın ayetleri okununca, imanları çoğalanlar ve Rablerine tevekkül edenler, O'na güvenip dayananlardır ancak."

                    Ona ve Âl'ine salât ve selâm olsun Resul-i Ekrem'in veya ona selâm olsun E-mir'ül-Müminin'in adlarını andığında, gözlerinden yaş akmaya başlardı. Bir yıl, Aye-tullah Burûcerdî -Allah makamını yüceltsin- onu kendi evinde Muharrem'in ilk on günü vaaz vermesi için davet etmiş idi. Onun vaazlarının da özelliği vardı. Çok defa Nehc'ül-Belâğa çerçevesinde kalırdı. Ayetullah'ın evinde vaaz verdiğinde, hazır bulunanların çoğunluğu ilim ehli veya medrese öğrencisi idi. Dinleyiciler, onun vaazın-dan şiddetle etkilenirler, vaazın sonuna kadar o toplulukta sadece dökülen gözyaşları ve hıçkırıklarla sarsılan omuz başları görülürdü. (M. Mutahharî)



                    Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
                    Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

                    Yorum


                      Ynt: Adl-i İlahi


                      Sözün Kısası

                      Suç ve ceza arasında oran olması gereği itirazına verdiğimiz cevabı şöyle özetlememiz mümkündür: Bu oranın gözetilmesi, uzlaşıma dayanan ve insan toplumlarında görülen hukukî düzenlemelerde söz konusu olmalıdır. Bu gibi cezalarda kanun koyucunun elbette bu oranı göz önünde tutması gerekir. Ancak, suç ile ceza arasında kendiliğin-den, yapısal ve tabiat kanunlarından gelen bir ilişki varsa, ceza suçun uzlaşıma dayanan sonucu değil de gerçek sonucu ise, yahut ceza ile "günah" arasında özdeşlik ve birlik bağlantısı varsa, diğer bir deyişle ceza suçun kendisinden ibaret ise, artık bu orandan veya oransızlıktan söz etmeye imkân kalmaz.

                      B. Russel: "Nasıl olur da bir Tanrı var olur ve bu Tanrı bize çok küçük, önemsiz suçlar karşılığında çok büyük cezalar verebilir?" de-mektedir. (229) Russel bunu söylerken, dünya hayatı ile ahiret âleminin cezaları arasında uzlaşıma dayanan bir ilişki olmadığını kavrayama-mıştır. (230)


                      Russel gibiler; İslâm'ın gerçek öğretisinden, gerçek ilâhî öğretinin başlangıç bilgilerinden yoksundurlar. Onların bildikleri ancak Hıristi-yan dünyasına ilişkindir. İslâm'ın hikmet ve felsefesini, irfanını, bu yüce kaynağı hiç tanımazlar. Oysa İslâm'ın gerçek öğretisini az çok ta-nıyan, İslâmî ve şarkî anlamda felsefenin zevkine varan birisi için, Russel, felsefe alanında bir ilkokul çocuğu bile sayılamaz. (231)


                      İslâm kendi bağrında nice büyük insanlar yetiştirmiştir ki bunlar daha dünya hayatlarını sürerlerken ahireti bilmişler, Russel gibilerin kavrayış ve tasavvurlarının çok üzerinde kalan gerçekleri algılayabil-mişlerdir.


                      Kur'ân okulunun öğrencileri; ahiret cezasının dünyadaki eylemin özdeşi olduğu, ondan ayrı bir şey olmadığı gerçeğini iyi kavramışlar-dır. Mevlevî (Mevlâna), bu gerçeği açıklayan şiirler söylemiştir. Bun-lardan öğüt almak için burada nakledilmeleri yararlı olacaktır:

                      Ey derîde pûstîn-i Yûsufan / Gorg ber-hîzî ez in hâb-i girân
                      Geşte gorgân yek be-yek hû-hây-i to / Mî-derânend ez gazab a'zâ-i to
                      Z'ançe mî-bâfi heme rûze be-pûş / Z'ançe mî-karî heme rûze be-nüş
                      Ger zi-hârî hasteî, hod keşteî / Ver harîr-o gazz derî hod rişteî
                      Çun zi-destet zahm ber-mazlûm rost / Ân drahtî geşt-o z'an zakkûm rost
                      İn sohenhâ-yi çu mâr-o kejdomet / Mar-o kejdom mî-şeved gîr-i domet
                      * * *
                      Haşr-i por hırs-ı has-i mordâr hâr / Sûret-i hûkî buved rûz-i şomâr
                      Zâniyân-râ gende endâm-i nihân / Hamr-hâran-ra buved gende dehân
                      Gend-i mahfî k'an be-dilhâ mî-resîd / Geşt ender haşr mahsûs-o pedîd
                      Bîşe-î âmed vücûd-i âdemî / Ber hazer şov z'in vücûd er âdemî
                      Zâhir-o bâtın eger bâşed yekî / Nîst kes-râ der necât-i û şekî
                      Der vücûd-i mâ hezârân gorg-o hûk / Salih-o nâ-sâlih-o hûb-o heşûk
                      Hukm, ân hû-râst, kân galib-ter-est / Çunke zer bîş ez mis âmed an zer-est
                      Sîretî k'ender vücûdet gâlib-est / Hem ber ân tasvîr, haşret vâcib-est


                      Ey bu dünyada Yusufların derisini paralayan! Bu ağır uykudan, kurt biçiminde uyanacaksın!
                      Huylarının her biri birer kurttur. Bu kurtlar, kızgınlıkla uzuvlarını pa-ralarlar.
                      Her gün, giymen için ne ördün, ne dokudu isen veya yemen için ne ekti isen, diken elde edersen şaşırma, kederlenme, sen ekmişsindir. İpek elde ettiysen sen dokumuşsundur.
                      Bir mazlûmu yaraladı, incitti isen, bu eylemin zakkum veren bir ağaç olur. Yılan ve akrep gibi insanları sokan-inciten sözlerin, ahirette senin için yılan ve akrep olur.*1


                      1* Mesnevî, Gölpınarlı çevirisinde 4. cilt, 3662-3663'ncü beyitler. Mutahharî Merhum'un naklettiği diğer beyitler burada yoktur. Diğer beyitler Mesnevî'nin muh-telif yerlerinden alınmıştır.


                      Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
                      Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

                      Yorum


                        Ynt: Adl-i İlahi


                        Haram yiyen hırsla dolu kişiyi, Hesap gününde domuz olarak kaldı-rırlar, domuz şekline bürünür.
                        Zina suçunu işleyenlerin bedeni pis kokar. İçki içenlerin ağızları pis kokar.
                        Bugün ancak gönüllerin duyabildiği, madde âleminde gizli kalan pis ko-kular, o gün belirli olur, apaçık duyumsanır.
                        İnsan varlığı ormana benzer, insansan eğer ormandan çekin.
                        Zâhir ve bâtın kendisine bir olan, gönül gözü ile görebilen kişinin, kurtuluşunda şüphe yoktur.
                        Varlığımızda binlerce kurt ve domuz gizlidir. İyi-kötü, temiz-pis birliktedir.
                        İnsanda, iyi ve kötü hangi huy üstün ise, hüküm de ona göredir. Altın, karışım içinde bakırdan çok ise, o karışıma altın denir.
                        Hangi huy varlığında üstün ise, o huyun tasvirine, imgesine bü-rünmen, mahşer günü o şekilde ortaya çıkman vacip olur. (232)


                        Böyle öğrenciler yetiştiren Kur'ân-ı Kerim'e, insan hayran kalır. Kur'ân olmasa idi, Mevlânâ, Hâfız, Senaî, Attâr, Sa'dî ve bunlar gibi niceleri de olmazdı. (233) İran ortamındaki yetenekler İslâm nûru ile fi-lizlendi, bu ortamda her yöreden fazla İslâm maarifini kavrayabilenler yetişti.
                        Bu konudaki sözlerimi, Sa'dî'nin öğütleri ile bitirmek istiyorum:


                        Hurmâ ne-tevân hord ez ân hâr ke keştim
                        Dîbâ ne-tevân bâft ez în peşm ke reştîm
                        Her lovh-i maâsî hat-i ozrîne-keşîdîm
                        Pehlû-yi kebair hasenâtî ne-niviştîm
                        Pîrî-yo cevânî çu şeb-o rûz ber-âmed
                        Mâ şeb şod-o ruz âmed-o bîdâr ne-geştîm
                        Mâ-râ aceb ez poşt-o penâhî buved ân rûz
                        K'imrûz kesî râ ne penâhîm-o ne poştîm
                        Ger Hâce şefa'et ne-koned rûz-i kıyâmet
                        Şâyed ke zi-meşşâte ne-rencîm, ke ziştîm


                        Biz diken ektik, bu dikenden hurma derilemez.
                        Yün eğirdik, bu yünden ipek dokunamaz.
                        Levhamız günah doldu, üzerine bir özür çizgisi çekmedik.
                        Levhadaki büyük günahların kıyıcığına bir-iki güzel iş de yaz-madık, gitti.
                        Yaşlılık ve gençlik, gece ve gündüz gibi geçti.
                        Gece geçti, yine gün çattı, biz uyanmadık.
                        Bize Hesap Günü nasıl bir sığınak, bir destek bulunur ki?
                        Biz bugün hiç kimsenin sığınağı veya desteği olmadık.


                        Efendimiz Resul-i Ekrem (s.a.a) Hesap Günü bize şefaat etmez-se, kendi çirkinliğimiz dolayısı ile süsleyicide (makyaj yapanda) kusur bulmaya hakkımız yoktur.


                        Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
                        Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

                        Yorum


                          Ynt: Adl-i İlahi


                          AÇIKLAMALAR - DİPNOTNOTLAR

                          (206) bk. Gölpınarlı çevirisi s. 265'deki "Kufelilere hitaben" yapı-lan konuşmanın başlangıcı. Dr. Subhi es-Salih basısında 95. değil, 97. hutbedir.

                          (207) Bu gibi rivayetlerde kullanılan simgelerin "ma'sum" bir ağızdan mı geldiğine çok dikkat edilmeli, Kur'ân-ı Kerim'de olmayan simgeler kullanılmayarak, ihtiyatın gereği yerine getirilmelidir.

                          (208) O "sebat ve karar yurdu"nda da bir ölçüde manevî tekâmül meydana gelebileceğine, cehennemde tedavi gören bazı kimselerin azaptan kurtulabileceklerine ileride deyinilecektir.

                          (209) Dr. Subhi Es-Salih basısında da bu hutbe 42. hutbedir. ("Bugün iş günüdür, soru günü değil; yarınsa soru günüdür, iş günü değil!&quot

                          (210) Verilen numara (187), Seyyid Ali Naki Feyz'ul-İslâm'ın Neh-c'ül-Belâğa şerhinde verilen numaraya uymaktadır. Merhum Mutahha-rî'nin bu eserden yararlandığı anlaşılıyor. Bu hutbe, "ba'asahu hıyne la âlemun kaaim ve la menarun satı' ve la menhecun vazıh..." diye başlayan hutbedir.

                          (211) Usul-i Kâfi'nin hangi bölümünden nakledildiği belirtilme-miştir.

                          (212) Daha aşağıda bu açıklamanın anlamı daha iyi anlaşılacaktır. Manevî haz ve elemler, iyilerle birlikte olmanın hazzı ve kötülerle bir-likte olmanın elemi, ahiret âleminde de duyulsa gerekir.

                          (213) Firdevsî: Hakîm Ebu'l-Kaasım Hasan İbn İshak Firdevsî; 329 hicrî (940-941)'de Tus (Meşhed) yakınlarında Baj (Faz veya Paz) köyünde doğmuş, Gazneli Sultan Mahmud'un himayesinde otuz yıl kadar süren bir emekle Dünya Edebiyatı'nın büyük destanlarından bi-risi olan Şahname'yi meydana getirmiştir. Bu eserin, Farsça'nın korun-masında birinci derecede katkısı olmuştur. Sultan Mahmud'dan um-duğu mükâfatı bulamayan ve bu davranışı Sultan Mahmud'a yakıştıra-mayan Firdevsî, hayatının son yıllarını mütevazı şartlar içinde köyünde geçirerek hicrî 411 veya 416'da (1020-1026 arası) orada ölmüştür. Ahlâk ve hikmet sahibi şairlerdendir.

                          (214) Yukarıda N. (212)'e bakınız.


                          (215) İleride anlaşılacaktır ki, amel (eylem) yolu kapalı olsa bile, pişmanlık azabı ve ıstırabın ateşi ile, hiç değilse bazı günahkârlar için, uzun bir süre sonra arınma ümidi de yersiz değildir. Bu konuda Mer-hum Ikbal'ın "İslâm'da Dinî Tefekkürün Yeniden Kurulması" adlı ese-rine başvurularak ileri sürülmüş bazı görüşler hakkında bilgi alınabilir.



                          Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
                          Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

                          Yorum


                            Ynt: Adl-i İlahi


                            (216-217) Mütevekkil için bk. yukarıda N. (153). Muntasır, ken-disinden sonra halife olmuştur. (861-862.) Mütevekkil'in yerine geçen oğlu el-Muntasır Muhammed, bir yıl sonra Türkler tarafından hilâfet-ten düşürüldü ve öldürüldü. Onun yerine geçen Mustain b. Mu'tasım (862-866) Mütevekkil'in oğlu Mu'tezz tarafından öldürüldü. Mu'tezz de 869'da Mütevekkil'i öldürenlerden Vasit'in oğlu tarafından ağzına tuz doldurup susuzlukla öldürüldü. Ölümünde yirmi üç yaşındaydı.


                            (218-219-220) Fatıma (ona selâm olsun): Resul-i Ekrem'in (s.a.a) Hatice-i Kübra'dan olan kızıdır. Bilindiği üzere, Hz. Resul-i Ekrem'in (s.a.a) amcası oğlu, Ebu Taliboğlu Ali -ona selâm olsun- ile nikâhı ak-dedilmiş, Resul-i Ekrem (s.a.a) soyu, "Seyyidet-ü Nisâ'il-Âlemin" olan Fatıma'dan devam etmiştir. Mütevekkil'in bu kadar açıkça saygısızlık ve edepsizlikte bulunduğunu bilmiyorum. Rivayet sadece Bîhar'dan ise bir derece ihtiyatla karşılanmalıdır. Mütevekkil, Seyyid'uş-Şüheda'-nın kabrine saygısızlık edebilecek yapıda bir sarhoş olduğu ve devrin-deki Ehlibeyt imamı İmam Aliyy'ul-Hâdi'yi (Nakî) incittiği için, sar-hoşluk sırasında bu gibi küstâhlıklar yapmış olması da mümkündür. Rivayete göre öldürülmesinden üç gün önce İmam'a yine saygısızlık etmiş, bunun üzerine İmam, yanındakine, "Vallahi ben Salih Peygam-ber'in devesinden daha az değerli değilim!" buyurmuş. Bunu duyan akıllı bir zat, Salih Peygamber'in kavmine eriştiği gibi Mütevekkil'e de dünyevî ilâhî cezanın erişeceğini tahmin etmiş, gerçekten de üç gün sonra Mütevekkil öldürülmüştür. İmam'a yaptığı saygısızlık, kendisi at üzerinde giderken İmam'ı ve başkalarını yaya yürütmesidir. Taberî de bu yay ayı yürütme olayından söz eder. Bu olay, 861 yılı Ramazan Bayramı'nda olmuş, Bayram'ın ertesinde bir rivayete göre yine içki meclislerini kurmuş, bu sırada oğlunu herkesin önünde aşağılatmış, hakaret etmiş dövdürtmüştür. Taberî'de verilen bilgiden, Muntasır'ın babasının ölümü ile doğrudan ilgisi anlaşılamaz. Mütevekkil, mecli-sindeki Türk komutan Nuga (Boğa) tarafından öldürülmüştür.

                            (221) Nehc'ül-Belâğa'nın neresinden iktibas edildiği belirtilmiyor.

                            (222) Kimin olduğu belirtilmiyor.

                            (223) Bu ayet-i kerimenin son nazil olan ayet olduğuna dair İbn Abbas'dan bir rivayet vardır.

                            (224) Yalnız Şiî kaynaklarda değil, Sünnî kaynaklarda da Resul-i Ekrem'in (s.a.a) Ayşe'yi bu gibi söz ve davranışları dolayısı ile uyardı-ğını gösteren rivayetler vardır.

                            (225) Âsım oğlu Kays: Hicret'in dokuzuncu yılında İslâm'ı kabul etmiştir. Benî Temim'dendir. Akıllı ve halîm (yumuşak ve güzel huylu) bir kişi olarak bilinir. Merhum Mutahharî'nin burada naklettiği vak'a Şeyh Abbas Kummî'nin Münteha'l-Amal'inde nakledilmektedir. (c.I)


                            Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
                            Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

                            Yorum


                              Ynt: Adl-i İlahi


                              (226) Hassân İbn Sâbit: Resul-i Ekrem'in (s.a.a) nezdinde, İslâm düşmanlarının şiir ve propagandalarına karşı şiirleri ile çıkan şair. Ha-yatı ve şiirleri hakkında bk. Gölpınarlı, Şiîlik, s.37, 43 vd.


                              (227) Mirza Ali Aka Şirazî: Merhum Mutahharî'nin diğer eserle-rinde de bu zatın menkıbeleri nakledilir. Her gece sabah namazından önce gece namazına kalktığı hâlde, bir gece sohbet meclisinde şiirler okuması ve dinlemesi dolayısı ile gece şiir okumanın keraheti yüzün-den nedamet duyup titrediği ve bu mekruh işin kasveti dolayısı ile o gece uyanamadığı ve ancak sabah namazına kalktığı gibi.


                              (228) Berâet ve İstishab ilkesi: Berâet, Usul-i Fıkh ilkelerindendir. Bir husus ta yasaklayıcı veya mahkûm edici bir delil olmadıkça, üze-rinde tartışılan hususun yasak sayılmaması veya mahkumiyet sabit ol-maması demektir. İstishab ise, bir konunun hükmü başlangıçta veril-dikten sonra, bu hüküm yürürlükten kalktığına delil olmadıkça, eski hükmün devam etmesidir. Merhum Mutahharî burada tahsilinin baş-langıç döneminde, Usul-i Fıkh ilkelerini bilmekle her şeyi bilir sandı-ğını belirtmek istemektedir.


                              (229-230-231) B. Russel: Lord Bertrand Russel (1872-1970) İngiliz matematikçi ve feylesofudur. Kendine göre bir şeyler söylemiş ise de, Merhum Mutahharî'nin çok doğru olarak belirttiği gibi, İslâm'ın gerçek hikmeti karşısında feylesof veya düşünür değil, büyük laflar eden bir çocuk hükmündedir. Nitekim Marx, Sartre ve niceleri de böyledir. "Neden Hıristiyan Değilim?" kitabın yazarı, "Bence İsa'nın ahlâkî ki-şiliği konusunda pek ciddi bir kusur var, o da cehenneme inanması." diyerek, düşünce düzeyinin nerelerde olduğunu belirtir.

                              (232) İslâm hikmet ve irfanını tebliğ eden hadislerde, Kur'ân-ı Ke-rim ayetlerinde, Ehlibeyt İmamları'nın sözlerinde bu hususta birçok işaret vardır. Platon das Sokrates'in dilinden "Phaidon" da bunu açıkça söyler. Sokrates'e göre obur ve ayyaşlar, eşek veya başka hayvan görü-nümüne bürünürler. Ancak bunu söylerken, köpek, eşek, hatta domuz gibi hayvanların görünümünün başlıbaşına bizatihi bir çirkinlik ve aşağılık olduğu söylenmek istenmiyor. Bunlar esasen "sorumlu" ve emanet yüklenmiş varlıklar değildir. Tümünü sevmeli ve korumalıyız. Domuzun etinin kesinlikle haram oluşu, domuzun tabiatın görevli çöp-çüsü olduğunu inkâr etmemizi de gerektirmez. Allah'ın yarattığı her hayvanın varlığında bir hikmet vardır. İnsanın bu suretlerde belirmesi; sorumluluk yüklenen ve yeryüzünde "halife" olarak hareket etmesi beklenen "insan"ın, emanete hıyanet ederek, saptırdığı bencil içgüdü-lerine bağlanıp kalmasıdır. Bu durumda insan kendisi için gösterilen hedefe varmak şöyle dursun, sorumsuz hayvanların aşağısına düşmüş demek olur.

                              (233) Burada anılanlardan yalnızca Senaî'nin adı daha önce geç-memişti. Senaî, Attar gibi, Mevlânâ'nın çok sevdiği ve saydığı arif şair ve hakîmlerdendir. 1150-1160 yılları arasında vefat etmiştir. İrfan zev-kini tattıktan sonra vakur ve münzevi bir hayat sürmüştür. Hayatının ilk döneminde saray ve kaside şairi iken, son döneminde irfan ve ahlâk şairidir.



                              Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
                              Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

                              Yorum


                                Ynt: Adl-i İlahi


                                Sekizinci Bölüm


                                ŞEFAAT


                                – Ortaya Çıkan Sorun ve İtiraz
                                – Hukuk Devleti'ni Zayıflatan Etkenler
                                – Şefaatin Türleri
                                – Kanunun Etkisiz Bırakılması Kanunun Korunması ve Yürürlükte Tutulması
                                – Önderlik Şefaati
                                – Mağfiret Şefaati
                                – Rahmetin Cazibesi
                                – Tathîr (Arı Kılma) İlkesi
                                – Selâmet İlkesi
                                – Kapsayıcı ve Genel Rahmet
                                – Mağfiret ve Şefaat İlişkisi
                                – Şefaatin Şartı
                                – Şefaat Allah'a Mahsustur (Tevessül)
                                – Tevhid ve Velileri Vesile Kılma
                                – İtirazların Cevabı




                                Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
                                Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

                                Yorum

                                YUKARI ÇIK
                                Çalışıyor...
                                X