Duyuru

Daraltma
Henüz duyuru yok.

Adl-i İlahi

Daraltma
X
 
  • Filtre
  • Zaman
  • Göster
Hepsini Temizle
yeni gönderiler

    Ynt: Adl-i İlahi


    Belâların Eğitici Etkisi

    Güçlükler, karşılaşılan sıkıntılar, fertleri, bireyi eğittiği gibi, mil-letler için de uyanış vesilesi olabilirler.
    Güçlükler, uyuyan insanları uyandırır ve bilinçlendirir, azim ve iradeleri harekete geçirir. Bu zorluklar, demire ve çeliğe su verilmesi gibi insanın nefsine ne denli yakından değerse, onu da o denli azimli, kararlı, etkin ve üstün kılar. Hayatın, canlılığın özelliği budur.

    Hayat, güçlük karşısında direnç gösterir, bilinçli veya bilinçsiz bir tepkiye hazırlanır.
    Güçlük; kimya gibidir, bir maddeyi başka maddeye dönüştürme etkisi olduğu söylenen madde gibidir; insanın özünü, benliğini değiş-tirme ve dönüştürme özelliği vardır. Hayat iksiri iki şeydedir: Birisi aşk, diğeri belâdır. (149) Bu ikisi insanlara büyük güç ve yetenek sağ-lar, pörsümüş ve feri gitmiş nesneleri, parlak cevhere dönüştürürler.


    Heme ömr telhî keşîde-est Sa'dî
    Ke nâmeş ber-âmed be-şîrîn-zebanî
    Sâdî, bütün ömrünce acılığa tahammül etti, acılık çekip katlandı da böylesine tatlı dillilikle ün kazandı. (150)

    Güçlüklerle pençeleşen milletler güçlenir ve iradeleri bilenir. Rahat ve lüks içinde yaşamaktan başka amelleri olmayan halklar ise, er-geç bağımlı ve mutsuz olurlar.

    Ender tabiat-est ke bâyed şeved zelîl
    Her milletî ke râhetî-yo ıyş hû konend.

    Bu bir tabiat kanunudur: Rahat ve lüks içinde yaşamayı huy edinmiş bir millet, düşkünlüğe uğrar, zelil olur. (151)
    Mevlevî (Mevlâna Rumî) Yusuf'un (a.s) zindan öyküsünü ne de güzel anlatmaktadır:




    Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
    Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

    Yorum


      Ynt: Adl-i İlahi


      Âmed ez âfâk yar-i mehribân
      Yûsuf-i Sıddîyk-râ şod mîhmân
      K'aşinâ bûdend vakt-i kûdekî
      Ber vesade'y-i âşinâî muttekî
      Yâd dâdeş covr-i ihvân-u hased
      Goft an zencîr bûd-o mâ esed
      Âr nebuved şir râ ez-silsile
      Mâ nedarîm ez kazâ-i Hak gile
      Şîr-ra ber gerden er zencîr buved
      Ber hemey zencîr- sâzân mîr buved
      Goft çun bûdî to der zindân-o çâh?
      Goft hem-çûn der mihâk-o kâst-i mâh
      Der mihâk er mâhı-i to gerded do tâ
      Ney der âhır bedr gerded der sema?
      Gerçi dürdâne be-hâven kûftend
      Nûr-i çeşm-o dil şod-o ref' gezend
      Gendomî-râ zir-i hâk endâhtend
      Pes zi-hâkeş hûşe-hâ ber-sâhtend
      Bâr-i diger küftendeş zi-âsiyâ
      Kıymeteş efzûn-o nân şod canfezâ
      Bâz nân-râ zîr-i dendân kûftend
      Geşt akl-ô cân-o fehm-i sûdmend
      Bâz ân cân çunke mahv-i aşk geşt
      Yu'cib'uz-zurrâ âmed ba'd-i keşt


      Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
      Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

      Yorum


        Ynt: Adl-i İlahi


        Bir şefkatli dost, ötelerden gelerek Hazreti Yusuf'a konuk oldu.

        Çocukluktan beri tanışırlardı, tanışıklık yastığına yaslanmakta-lardı.

        Arkadaşı Yusuf'a kardeşlerinin elinden, hased dolayısı ile çektiklerini hatırlattı.

        Yusuf: Bunlar zincir gibi idi, biz ise aslan idik dedi.


        Aslana zincire vurulmuş olmak utanç getirmez.
        Bizim, Allah'ın kazâsından şikayetimiz yoktur.
        Aslanın boynunda zincir olsa bile,
        O yine de zincir yapanlardan daha güçlüdür.
        Arkadaşı sordu: Kuyuda ve sonra zindanda hâlin nice idi?
        Dedi ki: Ay küçüklüğünde nice ise ben de öyle idim.
        Ay, ip ince bir hilâl hâlinde iki büklüm olsa da,
        Sonunda yine dolunay olarak gökte ışımaz mı?
        İnci tanesi havanda dövülürse de
        Göz ve gönül ışığı olur, ilaç, merhem olarak kullanılır.
        Buğdayı toprak altına gömerler,
        Fakat sonra bu taneden başaklar olur.
        Sonra onu değirmende öğütürler.
        Değeri daha da arttı, can bağışlayan ekmek oldu.
        O ekmeği daha sonra dişler de öğüttü.
        Böylece akıl, can ve anlayış sağlamak için besin oldu.
        Bu can da aşkta (sevgi) yok olunca,
        Ekincileri şaşırtan bir ürün doğdu.



        Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
        Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

        Yorum


          Ynt: Adl-i İlahi



          Başka bir yerde de aynı gerçeği, kendisine vuruldukça şişmanla-yan bir hayvan örneği ile anlatır:


          Hest hayvânî ke nâmeş usgur-est
          Kû be-zahm-i çûb zeft-ô lem-ter-est
          Tâ ke çûbeş mî zenî beh mî-şeved
          Û zi-zahm-i çûb ferbih mî-şeved
          Nefs-i mû'min usgurî âmed yakiyn
          Ku be-zahm-i renc zoftest-ô semîn
          Zîn sebeb ber-enbiyâ renc-ô şikest
          Ez heme-yi halk-i cihân efzûn-ter est
          Tâ zi-cânhâ cân-işan şod zeft-ter
          Ke ne-dîdend an belâ kavm-i diğer.
          Adı "usgur" olan bir hayvan vardır ki
          Sopa yemekle semirir, büyür.
          Ne kadar sopa yerse, o kadar yarar.
          Daha da şişmanlar.
          İşte müminin canı da böyledir.
          Sopa darbesi ile gelişir, olgunlaşır.


          Bu sebepledir ki, evliya için, Allah dostları için, güçlük ve musibet görünen şeyler
          Bütün diğer dünya halkından daha fazladır.
          Böylece, onların canı da canlara üstün oldu.
          Çünkü onların gördüğü belâyı başkaları görmedi.




          Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
          Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

          Yorum


            Ynt: Adl-i İlahi


            Sonra da belânın, ruhu arıtıcı etkisini açıklarken debbağlıkta,
            deri tabaklamada kullanılan ilaçların etkisini örnek olarak verir:


            Pûst ez dârû belâ-keş mî şeved
            Çûn edîm-i tâifi hûş mî şeved
            Ver-ne telh-o tîz mâlîdî der-û
            Gende geştî nâ-hoş-ô nâ-pak bû
            Âdemî râ nîz çûn ân pûst dân
            Ez rutûbet-hâ şode zişt-ô girân
            Telh-o tîz-ô mâliş-i bisyâr deh
            Tâ şeved pak-o lâtif-ô bâ-fereh
            Ver nemî-tânî rızâ deh ey ayâr
            Ke hodâ rencet dehed bî-ihtiyâr
            Ke belây-i dûst tathîr-i şumâst
            Ilm-i û bâlây-i tedbîr-i şumâst
            Deri, ilâç yüzünden belâ çeker de
            Tâif derisi gibi haslaşır.
            Acı ve keskin ilâçlar ona sürülmese idi
            Kokuşur, pis ve murdar olurdu.
            İnsanı da o deri gibi bil!
            Nemlilikler yüzünden çirkin ve ağır bir hâle gelir.
            Ona bol bol acı ve keskin ilâç sür de
            Temiz, lâtif ve parlak olsun.
            Yapamazsan Allah'ın senin isteğine bağlı olmaksızın
            Verdiği sıkıntıya rıza göster, katlan!
            Dostun gönderdiği belâ sizin temizlenmenize vesile olur.
            Onun ilmi sizin tedbirinizin üzerindedir.



            Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
            Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

            Yorum


              Ynt: Adl-i İlahi


              Ali İbn'ul-Cehm (152), Mütevekkil (153) dönemi şairlerindendir. Güçlü bir şairdir. Bu şair zindana düştü ve bu vesile ile zindanın ya-rarları, hür kişiler için eğitici etkileri, hapsedilmenin nice erdemlere yol açtığı gibi başlıbaşına da erdem göstergesi (fazîlet nişanesi) olduğuna ilişkin çok güzel şiirler söyledi. Mes'udî bunları Mürûc'uz-Ze-heb'de (154) nakletmektedir. Biz de edebiyattan anlayanlar için burada bu şiirlerden bir parça aktarıyoruz:


              Gâlû hubiste fe-gultu leyse bi-dâirin
              Hasbî ve eyyü muhennedin lâ-yuğmedu?
              Eve-mâ reeyte'l-leyse ye'lifu ğayleten
              Kibren ve evbâşu's-Sibâi tereddedu?
              Ve'nâru fî uhcârihâ mecnûetun
              Lâ tustalâ mâ lem-tusirhe'l-eznudu
              Ve'l-habsu mâ lem-teğşuhu li-deniyyetin
              Şen'âe ni'me'l-menzilu'l-müstevredu
              Bana, tutsak oldun, zindana atıldın dediler.
              Dedim ki hangi keskin kılıç vardır ki kın zindanına girmesin!
              Görmez misin ki aslan heybetle köşesinde oturur, ufak tefek yırtıcılar ise dolanır-durur.
              Ateş, taşın bağrında gizlidir, sıçramaz, ancak demire çarpınca kıvılcım ortaya çıkar. [Güçlüklerle karşılaşmaya işaret.]
              İnsan, gerçekten suçlu olarak zindana düşmedikçe, orası ne güzel yerdir!



              Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
              Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

              Yorum


                Ynt: Adl-i İlahi


                Kazaya Rıza Gösterme

                Belâların değerli yararlarından birisi de Allah'ın kazasına rıza gös-terme ve Allah'tan gelenden hoşnut olma sıfatını sağlamasıdır.


                Sa'dî der ki:
                Kûtâh dîdegân heme râhet taleb konend
                Ârif, belâ, ke râhet-i û der belâ-i ûst
                Begzâr her çi dâri ve begzer ke hîç nîst
                İn penc-rûz-i ömr ke merg ez-kafâi ûst
                Her ademî ke kuşte-i şemşîr-i aşk şod
                Gû gam me-hor ki mülk-i ebed hun-behâ-i ûst
                Ez dest-i dûst her çe sitânî şükr buved
                Sa'dî rızâ-ı hod me-taleb çûn rızâ-i ûst.


                Kısa görüşlülerin tümü, sadece rahat isterler. Ârif ise belâ ister, çünkü onun rahatı belâdadır.
                Mal düşkünlüğünü bırak, ardından ölüm gelecek olan beş günlük ömre de fazla önem verme.
                Aşk kılıcı ile ölen herkese de ki: Gam çekme, ebedî mülk senin diyetindir.

                Dostun elinden ne alırsan şükürdür, ey Sa'dî, kendi isteğini ve hoşnutluğunu değil O'nun rızasını üstün tut!
                Bazı dualarda şu ibare rivayet edilmiştir:
                Allahumme innî es'eluke sabre'ş-şâkirîne leke
                Allah'ım, senden, sana şükredenlerin sabrını ister, niyaz ederim.



                Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
                Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

                Yorum


                  Ynt: Adl-i İlahi


                  Şükredenlerin sabrı, acı bir sabır değildir. Bu sabır; baldan tatlıdır. Belâların ruhu eğitici etkisini bilenler; yalnızca belâlar karşısında hoş-nut kalmakla yetinmezler, belâları kollarını açarak karşılamakla kal-mazlar, bunun yanında, kendilerini belâya (ilâhî sınama vesilelerine) kendi istekleri ile attıkları, kendileri için bu vesileleri hazırladıkları da olur, deniz ve girdap ararlar ki onda yüzsünler, kendilerini eğitsinler, (bu belâ girdabı içinde güçlensinler).
                  Mevlevî (Mevlâna), aktardığımız beyitlerden sonra şöyle der:


                  Çûn safâ bîned, belâ şirîn şeved
                  Hoş şeved dârû çu sıhhat bîn şeved
                  Bord bîned hîş ra der ayn-i mât
                  Pes be-gûyed uktulûnî ya sikaat!


                  Belâdaki safâyı görebildiği için, belâ ona tatlı gelir.
                  Sağlığa ulaştırdığı anlaşılınca acı ilâcın tatlı gelmesi, istekle içilmesi gibi.
                  İnsan, böyle durumlarda, görünüşte "mat" olmuşken kendisini utku da, kazanmış bilir.
                  Bunun üzerine, "Beni katledin dostlarım!" diye haykırır. (155)


                  Sa'dî der ki:

                  Govheri kıymetî ez kâm-i nehengân ârend
                  Ân ke û-râ gam-i cân-est be-deryâ ne-reved
                  Değerli mücevheri timsahların damağından alırlar
                  Canından korkan, denize gitmesin! (156)




                  Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
                  Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

                  Yorum


                    Ynt: Adl-i İlahi


                    Belâ ve Nimet Nisbîdir

                    Şu inceliği de unutmamak gerekir: Musibetlerin nimet demek olu-şu, bunlardan yararlanılması hâlindedir, insan; sabırla ve tam bir doğ-rulukla musibetlerin getirdiği güçlükleri karşılarsa, ruhuna olgunluk yolunu açmış olur. Buna karşılık, bu güçlüklerden kaçar, ağlayıp sızlar, feryat ederse, bu durumda da belâ onun için (günlük dildeki anlamı ile) gerçekten belâ olur.

                    Gerçek şudur ki dünya nimetleri de belâlar gibidir. Bunlar da mut-luluk vesilesi de olabilirler, bedbahtlık vesilesi de. Ne yoksulluk ve bedbahtlık mutlaktır, ne de servet ve mutluluk. Nice yoksulluklar in-sanın eğitimine ve olgunlaşmasına yararlı olmuş ve nice servetler bed-bahtlık ve nikbet doğurmuştur. Güvenlik içinde veya güvencesiz bu-lunmak da böyledir. Bazı bireyler veya milletler güven ve refah içinde yaşarlarken, ayyaşlık ve lükse dalmışlar ve sonuçta hor ve hakîr ol-muşlardır. Birçok milletler ise, mutsuzluk ve açlık kamçısıyla ayağa kalkmış, harekete geçmiş, efendilik ve ululuk kazanmışlardır.


                    Esenlik ve hastalık, ululuk ve horluk ve diğer tabiî nimet ve musi-betler de bu kanunun kapsamına girerler. Böylece nimetler yanında sı-kıntı ve zorluklar, belâlar da ilâhî bağışlar hükmündedir. Nimetlerden olduğu gibi bunlardan da yararlanılabilir. Yine, nimetler de belâlar da gerçek anlamı ile mutsuzluk sayılabilirler, eğer bunlardan ilerleme yo-lunda yararlanılmaz da aksine düşkünlük ve gerileme sebebi olurlarsa durum böyledir. Demek oluyor ki, yoksulluk yolu ile mutluluğa veya bedbahtlığa erişilebileceği gibi, servet yolu ile de her ikisine de erişi-lebilir.

                    Şu hâlde, nimetin nimet oluşu, insanın bu nimet karşısında gös-terdiği tepkiye bağlıdır: Şâkir mi olacak, yoksa kefûr mu? (157) Buna karşılık, musibet karşısındaki tutuma göre de durum benzer olabilir: İnsan, musibet karşısında ya kendine hâkim olur ve sabreder, yahut gevşeklik ve iradesizlik gösterir. Bu sebeple, aynı şey iki kişi için farklı konumlarda olabilir; birisi için nimet olurken, diğeri için bed-bahtlık vesilesi olur. Bu sebepledir ki nimetin de, belânın da mutlak değil nisbî (görece, bağımlı) olduğunu söylüyoruz.

                    Günlük dilde kullanılan anlamı ile gerçekten "belâ" olarak adlan-dırılması gereken şey, Allah'ın manevî cezalandırmalarıdır, insanın kötü davranışlarının sonuçları, etkileridir. Bunların gerçekten musibet sayılabilişlerinin sebebi şudur: Bunlar başlı başlarına hiçbir hayrın, hiçbir olgunluğun başlangıcı ve vesilesi değildirler. Meselâ gönül ka-ralığı (kasavet-i kalb) ve taş yüreklilik böyledir. Nitekim rivayet edil-miştir ki:




                    Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
                    Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

                    Yorum


                      Ynt: Adl-i İlahi


                      Allah, kalb kasvetinden daha ağır bir cezayla kulunu cezalandırmamıştır.

                      Kısas-ı Enbiya'da, Peygamberler Tarihi'nde şöyle anlatılır: Bir kim-se Şuayb Peygamber'e (a.s) demiştir ki:
                      – Ben bunca günah işlerim de Allah beni niçin cezalandırmaz?

                      Vahiy yolu ile cevap şu şekilde oldu:
                      – Sen, cezaların en kötüsüne uğramışsın da haberin yok.
                      Mevlevî (Mevlâna) bu olayı şöyle anlatır:


                      Ân yekî mî-goft der ahd-i Şuayb
                      Ke Hodâ ez-men besî dîde est ayb
                      Çend dîd ez-men günâh-o cürm-hâ
                      V'ez-kerem Yezdân ne-mî gired merâ
                      Hak Tealâ goft der gûş-i Şuayb
                      Der cevâb-i û fasîh ez râh-i gayb
                      Ke be-goftî çend kerdem men günah
                      Vez kerem ne-grift der cürmem ilâh
                      Aks mî-gûyî ve mâklûb ey sefîh
                      Ey rehâ kerde reh-ô be-grifte tîh
                      Çend çendet gîrem-o tû bî-haber
                      Der selâsil mande-î pâ tâ be-ser
                      Zeng-i tu ber tûs ey dîk-i siyâh
                      Kerd sîma-i derûnet-râ tebah
                      Ber dilet zengâr ber zengâr-hâ
                      Cem' şod tâ kûr şod zi-esrâr-hâ.


                      Şuayb zamanında birisi diyordu ki: Allah benden çok ayıp, çok kusur gördü.
                      Nice cürüm, nice günah işledim de, Allah kerem gösterdi, cür-müm karşısında beni sorumlu tutmadı.
                      Hak Teâlâ, vahiy yoluyla ve apaçık şekilde Şuayb'a şöyle buyurdu:

                      (Bu kişiye de ki Ben çok günah işledim, Allah beni sorumlu tutmadı, cezalandırmadı dersin.
                      Aykırı söz söylemektesin ey sefih kişi! Ey doğru yolu bırakıp da yabana yüz çeviren!
                      Ben seni nice kez sorumlu tuttum da sen habersizsin, baştan aşağı zincirler, bukağılar içindesin de haberin yok!
                      Ey dibi kara tencere, isin-pasın içine işledi de iç yüzünü de kararttı.
                      Gönlün pas üstüne pas bağladı. Katmerli pas yüzünden sırları göremez, kavrayamaz duruma geldi.



                      Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
                      Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

                      Yorum


                        Ynt: Adl-i İlahi


                        Bu demektir ki: Aykırı düşünmektesin. Allah, seni, ceza olduğunu anlayabildiğin ve dış görünüşü ile de ceza olan bir ceza ile cezalandırsa idi, sen de bu cezayı anlayabilecek durumda olsa idin, bu ceza, ceza değil de lütuf ve rahmet olabilirdi. Çünkü senin uyanmana, uyarılmana vesile olabilirdi. Fakat, senin şimdi karşılaşmış bulunduğun ceza, senin davranış biçiminin gerektirdiği, müstahak ve lâyık olduğun bir cezadır, yüzde yüz ceza niteliğindedir.

                        Gerçekten kötü olan, ceza oluşturan olgular, insanın kötü eylemle-rinin sonuç ve etkileridir. Kur'ân-ı Kerim bunlar hakkında Allah'ın on-lara zulmetmediğini, onların kendi nefislerine zulmettiklerini buyu-rur.

                        J. J. Rousseau'nun "Emile" adını taşıyan bir kitabı var. (159) Bu ki-tap çocuk eğitimine ilişkindir. İlgi çekici bir kitaptır. Emile, hayalî bir kişilik, bir eser kahramanıdır. Yazar bu çocuğu her yönden, bedenî ve ruhî yönden eğitme faaliyetini anlatmaktadır. Rousseau'nun temel dü-şüncesi şudur: Emile, tabiat içinde deneyim kazanarak, pençe pençeye tabiat ile karşı karşıya gelerek güçlüklerin kucağında eğitilmelidir.


                        Rousseau şuna inanır: Çocukların en mutsuzu, ana ve babaları ta-rafından lüks ve refah içinde şımartılarak büyütülen, dünyanın acı ve tatlı yönlerini kavramaya, iniş ve çıkışlarını anlamaya bırakılmayan çocuklardır. Bu çocuklar, güçlükler karşısında duyarlı ve alıngandırlar. Zevkler karşısında ise ayırım ve tepki gösterme güçleri sağlıklı değil-dir. Bir ağacın ipince dalı gibi her yelden titrerler, en küçük kötü olay onların huzurunu bozar, öylesine ki küçük bir olay yüzünden intihar düşüncesine kapılabilirler. Diğer yandan, zevk almaya sebep olacak nesne ve araçlardan da heyecan duymaz, sevinmezler. Bu gibi insanlar, nimetlerin tadına varamazlar. Açlık tatmamışlardır ki yiyecek bulmanın tadına varabilsinler. En iyi yemekler bile, onlara, arpa ekmeğinin bir köy çocuğuna verdiği lezzeti veremez.

                        Sâdık Hidayet (160) niçin intihar etti? İntihar edişinin bir sebebi, eşraftan birinin çocuğu olması dolayısı ile haddinden fazla cep harçlı-ğına sahip olması, buna karşılık sağlıklı ve düzenli bir düşünceye sahip olmaması idi. İman nimetinden behresi yoktu. Evreni, kendisi gibi havaî ve hercaî, boşuna ve gelişi güzel, saçma, anlamsız buluyordu. Zevk diye tanıdığı şeyler, hazların en kirlisini verenlerden ibaret idi. Bu tür hazlardan da ilgi ve merak uyandırıcı bir şey kalmamıştı ki, bunları beklemek yaşamayı ve var olmayı değerli, anlamlı kılabilsin. Artık dünyadan tad alamıyordu. Onun gibi çok kişi vardır ki onların da düzenli bir düşünce yöntemi ve imandan nasipleri yoktur. Ne var ki onlar S. Hidayet gibi eşraf çocuğu olmadıkları için bu dünyada var olma ve yaşama onlara henüz çekici gelmektedir ve intihara yeltenme-mişlerdir.




                        Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
                        Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

                        Yorum


                          Ynt: Adl-i İlahi


                          Hidayet ve benzerleri dünyadan yakınıyorlarsa ve dünyayı çirkin görüyorlarsa eğer, bundan başkaca yolları da yoktur. Refah ve lüks içinde nazlı bir hayat sürmüş olmaları bunu gerektirmektedir. Onlar ilâhî nimetlerin tadını algılayamaz durumdadırlar. Sadık Hidayetçi bir köye götürselerdi de çift sürmek zorunda kalsa idi, açlığın ve çıplaklı-ğın tadını ona tattırsalardı, hatta gerektiğinde sırtına zorlu bir kırbaç darbesi indirselerdi, iyice acıktığında da önüne bir somun koysalardı, hayatın anlamını daha iyi anlayabilir, su ve ekmek, hayatın diğer mad-dî ve manevî şartları, onun gözünde daha bir değer ve önem kazanırdı.

                          Sa'dî, Gülistan'ın (161) birinci babında bir hikaye nakleder: Bir efendi, kölesi ile birlikte gemiye biner. Köle, o ana kadar deniz görmüş değildir. Korkar ve çırpınır. Öyle ki onun bu telâş ve çırpınması bütün gemi yolcularını rahatsız eder. Gemide bulunan bir bilge kişi, "ben bu-nun çaresini biliyorum" der ve kölenin denize atılmasını buyurur. Köle kendisini acımasız ve coşkun dalgalar arasında ölümle karşı karşıya görünce iyice korkarak çabalar, gemiye ulaşmak ve batmaktan, bo-ğulmaktan kurtulmak ister. Yararsız kalan çabalamalardan sonra boğuluyorken bilge kişinin buyruğu ile kurtarılır ve gemiye alınır. Köle bu maceradan sonra sakinleşir. Bilge kişi der ki: Geminin değerini bilmesi için denize düşmesi gerekiyordu.

                          Evet, bu böyledir. Hazzı alabilmenin şartı zahmet ve sıkıntılarla aşina olmaktır. Vadiye inmeyen kişi; dağın yüceliğini bilemez. İntihar oranının müreffeh tabakada daha yüksek oluşunun bir sebebi, inanç-sızlığın müreffeh tabakada daha çok rastlanışıdır. İkinci bir sebep de, müreffeh tabakanın, yaşama zevki ve hayatın değerini idrak edemeyiş-leridir, evrendeki güzelliği algılayamayışlarıdır, hayatın anlamını kav-rayamayışlarıdır. Haddinden fazla maddî zevkler ve refah insanı duy-gusuz kılar ve ahmaklaştırır. Bu gibi insanlar küçük bir şey dolayısı ile intihara kalkışabilirler. Batı dünyasındaki çarpık düşünce akımları bir yandan inancı yitirmenin, diğer yandan aşırı lüksün ürünleridir. Batı, Doğunun kanını emer, onu sömürürken, niçin boşluk, anlamsızlık ve nihilizm felsefesinden söz etmesin! (162)


                          İntiharı duygululuk hesabından sayanlar, bu duygu ve duyarlığın ne demek olduğunu bilmelidirler. Onların duyarlık, duygululuk dediği şey, zevkin ve idrakin duygu ve duyarlığı değildir. Daha ince bir kav-rayışları bulunması anlamında değildir, başkalarının algılayamadıklarını algılayabilme anlamında değildir. Onların duygusu, onların duyar-lığının anlamı şudur: Dünyanın güzellikleri karşısında duygusuz ve sağlıklı bir tepki gösteremez hâle gelmişlerdir. Buna karşılık; bir güç-lükle karşılaşınca da çabuk incinir ve fazla direnç gösteremezler. Bu insanların intihar etmesi bir bakıma gereklidir ve kendi zararlı etkile-rinden insanlığı kurtarmaları bakımından da yararlıdır.

                          Bir zamanlar, uzaktan tanıdığım birisi vardı. İnsanların en mutlu-larından birisi olduğunu zannederdim. Yaşamanın her türlü maddî araçlarına sahip idi. Parası, serveti, mevkii, makamı, şöhreti, hepsi vardı. Bir gün, çocuk sahibi olma konusu açılmıştı. "Ben çocuk sahibi olmayı hiç istemedim, bugün de istemem." dedi. Sebebini sordum. "Benim dünyaya gelmiş olmam yetişir, başka bir varlığın da acı çekmesine niçin sebep olayım? Benim çektiğim acıyı o niçin çeksin?" dedi. (163) Önce hayret ettim. Fakat zamanla onu daha yakından tanıyınca, bu biçarenin samimî olarak böyle konuştuğunu anladım. O, içinde bulunduğu bütün bu refahta, naz ve nimette, zahmetten ve eziyetten başka bir şey göremiyordu. Aslında, hiçbir sıkıntısı olmadığını sandığımız kişiler, çok defa herkesten fazla acı çekenlerden olurlar.

                          Bu böyledir. Belâlar, musibetler, bunlar dolayısı ile Allah'a şük-retmemiz gereken ulu nimetlerdendir. "Kahr" suretinde tecellî eden ni-metler de vardır, kahırların lütuf suretinde tecelli etmeleri gibi. Bu gibi "kahr" suretinde tecelli eden lütuflar karşısında Allah'a şükretmeliyiz. Fakat herhâlde, şunu da unutmamalıyız ki: Nimetin nimet oluşu ve aksine bir olayın, bir ilâhî cezanın da gerçekten bir ceza oluşu, bizim bu olay ve olgular karşısında gösterdiğimiz tepkilere, bunları nasıl karşıladığımıza bağlıdır. Biz, karşılaştığımız ve kötü görünen olayları nimete çevirebilir, dönüştürebiliriz, nimet suretinde belirenleri de hay-di böyle yapabiliriz. Buna karşılık, bütün nimetleri de belâ ve musibete dönüştürebiliriz, elbette belâ ve musibet kılığında görünen nimetleri de daha kolaylıkla belâ ve musibete dönüştürmek mümkündür.




                          Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
                          Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

                          Yorum


                            Ynt: Adl-i İlahi



                            Karşıtlıklar Bütünü

                            Bu bölümde ele aldığımız konulardan şu sonuca vardık: Evrenin yaratılışının temel ilkesi, karşıtlık ilkesidir. Evren, bir karşıtlıklar bü-tününden başka bir şey değildir. Varlık ve yokluk, hayat ve ölüm, beka ve fena (kalıcılık ve ölümlülük), esenlik ve sayrılık (hastalık), yaşlılık ve gençlik, nihayet mutluluk ve mutsuzluk, bu evrende bir aradadırlar. Sa'dî'nin dediği gibi:

                            Genc-o mâr-o gül-o hâr-o gam-o şâdî be-hemend
                            Gömü (define) ve yılan, gül ve diken, üzüntü ve sevinç birliktedir.


                            Mevlevî (Mevlânâ) der ki:

                            Renc, genc âmed ke rahmet-hâ der-ûst
                            Mağz taze şod çu be-hrâşîd pûst
                            Ey birâder mevzi'i târîk-o serd
                            Sabr kerden ber-gâm-o sostî-yo derd
                            Çeşme-i hayvân o câm-i mestî-est
                            Kân bolendî-ha heme der pestî-est
                            An behârân muzmer-est ender-hazân
                            Der behâr-est an hazan me-griz ez-ân
                            Hemreh-i gam bâş-o ba-vahşet be-sâz
                            Mi-taleb der merg-i hod ömr-i dırâz.


                            Zahmette hazine vardır, çünkü zahmette rahmetler gizlidir. Kabuk delinmekle, zedelenmekle öz (iç) yenilendi.
                            Ey kardeş, karanlık ve soğuk bir yerde üzüntüye, güç-süzlüğe ve sıkıntıya sabretmek
                            Bengisu, dirilik suyu demektir, mestlik veren bir kadeh gibidir, o yüceliklerin tümü alçalmalardadır.
                            O baharlar, güzde gizlidir. Güz de bahardadır, ondan kaçma!
                            Gama yoldaş ol, korkuya alış, kendi ölümünde uzun ömür dile! (164)

                            Evrenin maddesinin değişmezliği ve bir yandan da tekâmülün gö-rünmesi, bu karşıtlıktan dolayıdır. Karşıtlık (tezad) olmasa idi, çeşitli-lik (tenevvü) ve tekâmül de söz konusu olmazdı, evren her lâhza yeni bir görünüm almaz, bu aynada yeni biçim ve renkler belirmezdi.



                            Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
                            Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

                            Yorum


                              Ynt: Adl-i İlahi


                              Bu konuya felsefî bir çeşni katmak istersek şöyle söylemeliyiz. Maddenin çeşitli sûretlere girebilme yeteneği ve suretlerin (biçim) bir-birine karşıtlığı, hem dağılma ve bozulma için, hem de oluşma ve mey-dana getirme için etken olabilir. Eskiyi bozma ve yeniyi yapmaya et-ken olur. Hem yıkılma ve dağılma bu karşıtlığın (tezad) sonucudur, hem de çeşitlilik (tenevvü) ve tekâmül. Bir şey yıkılıp dağılmasa idi, onun cüzlerinin yeni bir oluşum, yeni bir terkip içine girmesi, tekâmülün devam etmesinin de bir anlamı olmazdı. Cüzler (parçalar) ve öğeler (unsurlar) birbirleriyle çatışma hâlinde olmasa idiler, böylece birbirlerini etkilemese idiler, yeni bir terkip (birleşim, sentez) meydana gel-mez, bu iki karşıtın ortalaması oluşmazdı. Şu hâlde, "tezad; evrenin temel ilkesidir, evren düzeni bu temel ilkeye dayanır" deme-miz doğru olacaktır. Biz, bu kitabın ilk bölümünde "adl"in mahiyetini ele aldığımızda; Sâdr'ul-Muteellihîn'in (165), maddeler ve suretlerde nasıl iki birbirine karşıt gereğin bulunduğuna ve bu birbirine karşıt iki gereğin nasıl görünümlerin değişmesine yol açtığına ilişkin özlü söz-lerini -Es-far'ın ikinci cildinden- (166) aktarmıştık. Burada da onun bir diğer sözünü aktarıyoruz:

                              Levle't-tezâdd, mâ sahha devâm'ul-feyz-i an'il-Mebde'il-Cevâd. (Tezad olmasaydı, Allah'ın sonsuz bağış ve kerem kaynağından feyzin çağlayışının sürekliliği de gerçekleşmezdi.)


                              Tabiat (doğa) evreni, kesilme, kopma ve tekrar ulaşma, birleşme-lerle doludur, kesip biçme ve dikip eklemelerle doludur, bu da bu ev-renin özel yapısının gereğidir. Evrenin maddesi, tedavülde (dolaşım) olan bir sermaye (kapital, anamal) gibidir. Getirdiği kazanç da dolaşı-mına bağlıdır. Evren sabit ve değişmez olsa idi, atıl kalan sermaye gibi olur, ne kazanç ne de ziyan getirirdi.

                              Bir pazarda tedavül eden dolaşımda bulunan belirli bir sermaye; zarar da getirebilir, kazanç da. Ancak, eğer bu belirli sermayeyi değil de bütün bu belirli sermayelerin tümünü göz önünde tutarsak, bu tüm sermayenin dolaşımı elbette ürün verici, değer artımı sağlayıcı bir ol-gudur.
                              Evren düzeninde de evrendeki bütün maddelerin, maddenin yete-neği ve suretler (biçim, şekil) arasındaki karşıtlıklar göz önünde tutu-lursa, kesinlikle yarar sağlayıcı bir dolaşım içinde oldukları görülecek-tir; bu dolaşım, bu hareket, evreni kemal yönüne, tekâmül yönüne sevk etmektedir. Diyalektik düşüncede karşıtlık sorununa olağanüstü önem verilmektedir, diyalektik düşünce yönteminin temeli budur. Ne var ki bu düşünce yönteminin (Batı'da) ortaya atılışından çok önce İslâm feylesof ve ârifleri tezad (karşıtlık) ilkesi ile ilgilenmişler ve bu konuda ilgi çekici hususları tesbit ederek açıklamışlardır. Hatta Yunan Hik-meti'nden bize gelen bazı eserlerden anlaşılmaktadır ki Yunan Felse-fesi'nde de bu ilke ile ilgilenilmiştir. (167)

                              Tantavî, (168) Tefsîr'ul-Cevahir adlı eserinde Sokrates'den (169) söz ederken, onun, "karşıtlık ilkesi"nden (asl-ı tezad) ölümden sonraki hayatı ispat etmek için yararlandığını belirtir. Tantâvî bu konuda şöyle der: Sokrates'i idam etmeye karar verildiğinde ve ömrünün son anları gelip çattığında, ölümden sonraki hayatı ispat için, Sokrates şöyle bir kanıtlamaya başvurdu:
                              Biz görüyoruz ki evrende karşıt ve birbirine aykırı şeyler sürekli birbirinden doğmaktadır. Güzellik, çirkinlikten, adalet zulümden, uyanıklık uykudan, güçlülük güçsüzlükten doğar ve bunların aksi de olur... Her şey, kendi karşıtından ortaya çıkar, meydana gelir... Ölüm ve hayat, yokluk ve varlık da aynı genel ilkenin kapsamına girerler. Şu hâlde ölümden sonra da bir başka yaşayış gelmelidir. Aksi takdirde evrenin genel ilkesi ile çelişki söz konusu olur. (170)



                              Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
                              Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

                              Yorum


                                Ynt: Adl-i İlahi


                                Mevlevî (Mevlânâ), karşıtlıkların birbirinin bağrında bulunuşu konusunda şöyle der:

                                Ba hod âmed; goft: - Ey bahri hoşî
                                Ey nihâde hûş-hâ der bî-huşî
                                Hâb der, be-nhâdeî bidârî-î
                                Besteî der bidilî dildârî-î
                                Mün'imî pinhan konî der züll-i fakr
                                Tovk-i devlet bendi ender gıll-i fakr
                                Zıdd ender zıdd pinhân, münderic
                                Âteş ender âb sûzan, mundemic
                                Ravza-î der âteş-i Nemrûd derc
                                Dahl-hâ rûyan şode ez bezl-o harc
                                Tâ be-gofte-yi Mustafâ Şah-i Necâh
                                Es-Semâh yâ uli'n-ne'mâ rebâh
                                Mâ nakasa mâlün mîn-es- sadakat-i katt
                                İnneme'l-hayrat-u ni'mel- murtabıt
                                Meyve-i şîrîn nihân der şâh-o berk
                                Zindegi-i câvidan der zîr-i merg.

                                Kendine gelince dedi ki: - Ey güzellik denizi! / Ey akılları kendinden geçmenin, akılsızlığın içine gizleyen!
                                Uyku içine uyanıklık koymuşsun / Gönülsüzlük ile gönül sahipliğini ve sevgiyi bağlamışsın.
                                Yoksulluğun horluğu içinde bir nimet sahibini gizlersin. / Yoksulluğun prangası içinde devlet halkasını bağlar, döversin.
                                Karşıt karşıt içinde yer alıp gizlenmede. / Ateş, yakıcılığı ile, suda yer almada. (171)

                                Bir bahçe, Nemrud'un ateşi içinde bulunabilmede. / Bağışlayıp harcamalar, gelirlere yol açmada.
                                O kurtuluş (necah) Şahı (172) Mustafa'nın (s.a.a) buyurduğu gibi: / Ey nimet sahipleri, cömertlik, kazanç demektir.
                                Sadaka verme dolayısı ile kimsenin malı azalmamıştır. / Allah rızası için yapılan hayırlar, bağışlar, ne güzel vesilelerdir Allah'a yakınlaşmak için!
                                Dal ve yaprakta tatlı meyve gizli. / Ölümün altında, ardında ise ebedî hayat saklıdır.
                                Başka bir yerde de şöyle der:


                                Der tek-i derya guher bâ seng-hâst
                                Fahr-hâ ender miyân-i neng hâst.
                                Mücevher (inci), denizin dibinde, taşlarla birliktedir. Övünçler, utançlarla birliktir.
                                Başka bir yerde de, değişme ve çeşitlilik kanunu hakkında şöyle demektedir:
                                To, ez-ân rûzî ke der hest âmedî
                                Âteşî, yâ hâk, yâ bâdî budî
                                Ez mubeddel hestî-i evvel ne-mand
                                Hesti-i diğer be-cay-i û nişand
                                Hemçunîn tâ sed hezârân hest-hâ
                                Bâ'd-i yek-diğer duvvum beh z'ibtidâ
                                Sen, varlık âlemine geldiğin günden beri, / ateş, toprak, yahut bir yeldin.



                                Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
                                Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

                                Yorum

                                YUKARI ÇIK
                                Çalışıyor...
                                X