Duyuru

Daraltma
Henüz duyuru yok.

Adl-i İlahi

Daraltma
X
 
  • Filtre
  • Zaman
  • Göster
Hepsini Temizle
yeni gönderiler

    #16
    Ynt: Adl-i İlahi


    İlk mısrada "ayn'ul-yakiyn" aşamasına, evreni ve evrendeki her şeyi O'nun tecellisi ve yerli
    yerince iyi görmeye vardığına, ikinci mısrada ise "hakk'ul-yakiyn" derecesine varma dileğine işaret
    vardır.

    Hâfız; diğer gazellerinde de, arif kişinin gerçeğe varışından sonra yalnızca olgunluk (kemal) ve
    güzellik göreceği, evreni böyle yorumlayacağı gerçeğini belirtir. Meselâ şu beyitte olduğu gibi:
    Rû-yi hûbet ayetî ez lutf ber-ma keşf kerd
    Zin sebeb coz lutf-u hûbî nîst der tefsîr-i mâ
    Güzel yüzün, lütuftan bir ayeti bize açıkladı.
    Bu sebeple, bizim tefsirimizde lütuf ve iyilikten başka bir şey yoktur.
    Yine başka bir yerde de şöyle diyor:
    Merâ be-kaar-i cihan çendân iltifât nebud
    Ruh-i tu der nazar-i men çenîn hoşeş ârâst.
    Ben, evrende olup biten işlere fazla ilgili değildim
    Senin yüzün onu, evreni, benim gözümde böylesine güzel kıldı.


    Esasen Hâfız gibi irfanî bir dünya görüşüne sahip, felsefî çokluğun yerine "vahdet"i, felsefî
    illiyet (nedensellik) görüşü yerine tecelliyi, felsefî gereklilik yerine aşk ve güzelliği koyan, evreni
    "mutlak güzelliğin tek tecellisi" olarak gören, bir kişi, nasıl olur da Hayyam (13) veya Ebu'l-A'la el-
    Maarrî (14) gibi düşünebilir? Hâfız; "vahdet", "cilve" (15) ve "güzellik"ten ibaret olan ve kendi irfanî
    (tasavvufî) dünya görüşünde yer alan üç unsuru, ünlü bir gazelinde, en güzel ve en açık biçimde
    açıklamıştır:

    Aks-i rûy-i tû çû der âyine-i câm oftâd
    Ârif ez pertov-i mey der tama'-i hâm oftâd
    Hüsn-i rûy-i tu be-yek cilve ki der âyine kerd
    İn heme nakş der âyine-i evhâm oftâd
    İn heme aks-i mey-o nakş-i nigarîn ke numûd
    Yek fürûğ-i ruh-i sakîst ke der câm oftâd
    Yüzünün aksi; kadehin aynasına düştü de,
    Arif, şarabın bu parıltısından ham tama'a kapıldı. (Elde edemeyeceği şeyler peşine
    düştü.)

    Yüzünün güzelliği aynada bir kez belirdiğinde,
    Vehimler aynasında da bunca nakışlar belirdi.
    Bütün bu şarabın aksi, görünen bu güzel nakışlar,
    Sâkinin yüzünün bir kez kadehte yansıyıp parlamasındandır.
    Bazılarının yanılmasına ve yukarıda andığımız beyti; yaratılış düzenine Hâfız'ın bir itirazı
    olarak görmelerine sebep, "hata örtücü" (hata-puş) kelimesinin kullanılmış olmasıdır. Oysa burada
    irfanî edebiyatta çok başvurulan edebî sanatlara başvurulmuş ve bunlar gözden kaçırıldığı için
    kelime dış anlamı ile ele alınmıştır. Ayrıca, Hâfız'ın, "pir"e o kadar saygısı ve inancı varken, nasıl
    olur da onu kınamış olabilir? Eğer "pîr"in sözünü Hâfız doğru bulmuyorsa, "pîr" ya bilerek yalan
    söylemekte, bir tür yaltaklanma ve iltifata başvurmaktadır, ya da ahmaklık ve saflık dolayısı ile
    böyle demektedir.

    Hâfız bazı şiirlerinde "şerr"i, kötülüğü yorumlayabilmenin temel sırrını açıklamıştır: Hilkat'in,
    yaratılışın parçalanmaz ve bölünemezli-ğini en iyi biçimde belirtmiştir. Yeri gelince bu konu
    üzerinde duracağız. Şimdilik kısaca tekrarlayalım: Hâfız'ın bu ünlü beyitte yaratılış düzenini
    eleştirmek veya pirin yanlış yaptığını belirtmek istediğini düşünmek, bilgisizce bir düşüncedir.




    Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
    Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

    Yorum


      #17
      Ynt: Adl-i İlahi



      Zerdüşt Dini, Mazdekiler ve Mecusiler hakkında farklı yorumları da öğrenmek
      isteyenler Prof. Dr. Mikail Bayram’ın Süleymaniye Vakfı’nda verdiği "Zerdüşt ve
      Avestası" adlı Din ve Tarih Seminerini izleyebilirler. Her ne kadar dile getirilen
      bazı ifadelere katılmasam da sunulan tarihi bilgiler gayet faydalı.


      http://www.kurandersi.com/
      vakiftaki-etkinlikler/prof.dr.mikailbayram/zerdust-ve-avestasi-1.html”

      http://www.kurandersi.com/
      vakiftaki-etkinlikler/prof.dr.mikailbayram/zerdust-ve-avestasi-2.html”





      Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
      Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

      Yorum


        #18
        Ynt: Adl-i İlahi


        Açıklamalar:

        (1) Şiiliğin On İki İmam Mezhebi'nde (İsnâ aşeriyye) İslâm'ın imana ilişkin üç ana ilkesi tevhid,
        nübüvvet ve mead ilkesidir. Allah'ın birliğine, Peygamberlere, Resul-i Ekrem'in (s.a.a) getirdiği
        Kur'ân-ı Kerim'e ve bu Kitab'ın kesinlikle tebliğ ettiği ahiret hayatına iman etmeyen "Müslüman"
        sayılmadığı için, bu üç ilkeye Usul-i Din denir.

        On iki İmam Mezhebi'nden sayılmak için ayrıca iki iman ilkesine de iman etmek gerekir ki
        bunlar da İmamet (On İki Ehlibeyt İmam'ının imamlık, diğer bir deyişle İslâm imanını ve
        uygulamasını yerleştirici ve yayıcı önderlik görev ve makamına inanç) ve adl (Allah'ın, bu kitapta
        açıklanan anlayış ile adil olduğuna inanç) ilkeleridir. Bu iki ilke, diğer üç ilke ile birlikte, "Usul-i Din
        ve Mezheb"i meydana getiren beş ilkedendir. Tevella (Allah'ın velilerini ve özellikle Resul-i Ekrem'i
        ve Ehlibeyt'ini sevmek) ile teberrâ (Allah'ın velilerine düşmanlık ve zulmedenleri sevmemek ve
        onlardan uzak durmak) ilkeleri de gönül durumu ile ilgili ve yukarıdaki ilkelerin tabiî sonucu
        oldukları için, bazılarınca "Usul-i Din ve Mezhep"ten sayılır (H.Hatemi).


        (2) Hâce Nasîruddîn-i Tûsî: On üçüncü miladî yüzyılın büyük İslâm düşünürlerindendir.
        (1198-1274) Moğollar'a yakınlaşmasının, Müs-lümanları koruma ve İslâm beldelerinin yakılıp
        yıkılmasını önleme a-macı ile olduğu ve bunu bir ölçüde başardığı söylenir. Nitekim çağdaşı
        Mevlânâ da bir ölçüde benzer tedbirlere başvurmuş sayılabilir.

        (3) Mebde: Sebep anlamında terim olarak kullanıldığı gibi, bir hareketin başlangıcına,
        başlangıç noktasına da denir. Mebde'-i Âlâ Allah'tır, varlıkları yaratandır.


        (4) Kur'ân-ı Kerim'de, eski İran Dini'ni de başlangıçta kitabî dinler gibi saymaya elverişli bir
        ayet-i kerime vardır (Hacc Suresi, 17) . Bu ayet-i kerimede, Yahudiler (Musevîler), Hıristiyanlar
        (Nasranîler) ve -sonradan Sabiî a-dını takınan müşrikler değil de- Hazret-i Yahya'yı (a.s) kabul edip
        Ha-zret-i İsa'yı (a.s) kabul edemeyen Sabiîler ile "Mecus" sayıldıktan sonra, "müşrikler" ayrıca
        zikredilmektedir. Şu hâlde, Zerdüşt de Kur'-ân-ı Kerim'de adı açıkça anılmayan Tevhid dini
        peygamberlerinden birisi olabilir. Büyük bir ihtimal ile bu tevhid dini sonradan tahrif edilmiş ve
        "ikici" bir görünüm kazanmıştır. Başta, tek Tanrı (Allah) inancı vardı ve belki de Angrimanyu
        (Ehrimen) İblis'e ve Ahuramazda (Hormoz) da Ruh'a; Ruh'ul-Kudüs'e tekabül ediyordu.
        Hıristiyanlık nasıl başlangıçta bir tevhit dini iken daha sonra Ruh'ül-Kudüs ve Hazret-i Mesi-h'in de
        uluhiyyete katılmaları yanlış inancına (teslis) saplanmış ise, başlangıçta Ehrimen'i sadece "kışkırtıcı
        ve kandırıcı" olarak kabul eden Mecusîler de daha sonra O'nda bir Şer Tanrısı niteliği gör-meye
        başlamışlardır. C. Huart ise, Sasanîler döneminde "Tektanrıcı (Monot-heistigue) bir eğilim
        görüldüğünü, iki ilke; hayır ve şer ilkelerini meydana getiren Hormoz (Ormazd) ve Ahriman
        (Ehrimen) üzerinde tek ve yüce bir Tanrı (Allah) inancı belirdiğini, dördüncü ve beşinci miladî
        yüzyıllarda bu inancın İran Mecusîliği çerçevesinde belirginleşmiş olduğunu ileri sürer. Yezdan,
        muhtemelen daha sonraları bu tek Tanrı'yı (Allah'ı) ifade etmek üzere kullanılan bir terim olmakla
        birlikte, belki de ara dönemde yine tanrılaştırılmış olan bazı görünmez varlıkların (melek veya cin)
        adı olan "yazata / İzed"in çoğulu idi. Büyük bir ihtimal ile bugünkü "Mardin" kentinde doğan (M. S.
        215) Mani (Ma-nes) burada, Kur'ân-ı Kerimde zikredilen ve Yahya Peygamber'e tâbi olan Sabiîler
        ile de karşılaşmıştı.

        Yine büyük bir ihtimal ile Zerdüştiliğin Paulus'u da bu adam olmuş ve Mani Dini "ikici"
        düşünceye temel önem verdiği için Tevhid düşüncesini iyiden iyiye bulandırmıştı. Daha sonra, belki
        de Hıristiyanlığı da bozan eski Hind ve Babil batıl dinlerinin etkisinde ortaya çıkan bu din bazı
        Hıristiyan mezheplerini etkilemeyi sürdürecektir. Bu dinin etkileri Önasya'dan Afrika ve İspanya'ya
        kadar uzanacaktır. Bugünkü Hıristiyanlığın "şer" ve "İblis" anlayışı üzerinde Mani dini ikiciliğinin
        etkileri -özellikle halk Hıristiyanlığında- sezilmektedir.





        Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
        Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

        Yorum


          #19
          Ynt: Adl-i İlahi



          (5) Avesta "bilmek", "bilgi" demektir. Almanca "Wissen" sözcüğü ile yakınlığı olabilir. Eski İran
          Dini'nin kutsal kitabıdır. Babil tutsaklığında Tevrat'ın yitirilişi ve sonra doğru-yanlış toplanışı gibi,
          büyük bir ihtimal ile tevhid inancını aksettiren Avesta da Makedonyalı İskender'in İran'ı istilası
          sırasında yitirilmiştir. Metinde, merhum Mutahharî "Gatalar" bölümünde tevhid inancının yer aldığı
          fikrinin varlığına değinmektedir. Nitekim Bertho-let/Goldammer de Gatalar (Gathas) bölümünün
          Zerdüşt'e (Zarathustras) ait özgün ve en eski bölüm olduğu görüşündedir. Clement Huart'ın verdiği
          bilgiye göre, Ahuramazda (Hormoz), en büyük tanrı sayılmakta idi. Bu da, hiç değilse Arap
          müşriklerinde de bazen görüldüğü gibi, eski İran Dini'nin kökeninde tevhid inancının olduğunu ve
          daha sonra "ikici" bir görünüm aldığını gösterebilir. Avesta adı verilen kitap, eski bir İran lehçesi
          olan "Zend" ile yazıldığı için "Zend-Avesta" diye de anılır.

          (6) Ehl-i Kitab, sonraları bu emaneti koruyamamış olsalar ve "kitab"ları tahrif edilmiş olsa
          dahi, önceki ilâhî kitaplara tabi olan Yahudiler ve Hıristiyanlar ile, Hacc Suresi, 22/17 ile teyit edilen
          rivayetler dolayısı ile Ehl-i Kitab sayılan Mecusîler (Zerdüştîler)dir.


          (7) Sasanî dönemi Zerdüştîleri, Mani Dini ve Mazdekîler: Sasanîler, 3. miladî yüzyıl
          başlarından İran'ın İslâm çerçevesine girişine kadar İran'da hüküm sürmüş olan hanedandır.
          Merhum Mutahharî, Zerdüşt'ü hak peygamberlerden saymadığı gibi, Sasanî dönemi Zerdüştîleri'nin
          de "ikici" olduklarını kesin olarak söylemektedir. Buna karşılık; Sasanî döneminde de
          hayır ve şer ilkeleri üzerinde tek ve üstün Tanrı (Allah) inancı bulunduğunu söyleyenler vardır.
          Esasen böyle olmasa idi, İran Mecusilerine "Ehl-i Kitab" muamelesi yapılmaz ve "Ehl-i Kitab" sayılı
          dinlerinde serbest bırakıldıkları hâlde Mecusîler büyük çoğunlukları ile İslâm'ı benimsemezlerdi.
          Hıristiyan, Yahudî ve Sabiî "Ehl-i Kitab"ın İslâm'ı benimsemede aynı derecede hevesli
          görünmemesine rağmen İran'ın çoğunlukla Müslüman olması ve çok küçük bir Mecusî (Zerdüştî)
          azınlık kalması; eski İran hakîmlerinin, felsefî düşüncede tevhid'e "teslis" inancına sahip olanlardan
          çok daha fazla yaklaşmış olduklarını gösterir. Suhreverdî (Şeyh'ul-Işrak) de bu kanaatte idi ve
          herhâlde bu fikirleri yanlış anlaşılarak şehit edildi. Nitekim Merhum Mutahharî de İslâm'ın,
          Mecusîleri "Ehl-i Kitab"dan saymasını, bu dinin temelinde tevhid inancı olduğuna işaret olarak
          görme eğilimindedir.

          (8-) Georges Dumezil (1898-1986): Fransız Din Tarihçisi ve Dilbilimci. İstanbul
          Üniversitesi'nde 1925-1931 yılları arasında karşılaştırmalı din tarihi dersleri vermiştir. Hint-
          Avrupa halklarının dinleri üzerinde ve Kafkas dilleri üzerinde çalışmaları vardır.


          (9) Gazâlî (1059-1111): Ebu Hamid Muhammed Gazâlî, "Hüccet'ul-İslâm" lakabı ile anılan ünlü
          İslâm bilginidir.


          (10) Hâfız: Şemseddin Muhammed Hâfız, 726 hicrî (1325/1326) yılı dolaylarında Şiraz'da
          doğdu. 791'de (1388/1389) Şiraz'da vefat etti. Gerek söyleyiş güzelliği ve gerek irfan ve hikmet
          anlamlarına yorumlanabilecek mecazlı ve simgeli sözleri ile İran Edebiyatı'nın ve Dünya
          Edebiyatı'nın önde gelen şairlerindendir. Divanının Türkçe çevirisi, Merhum Gölpınarlı çevirisi ile
          Millî Eğitim Bakanlığı yayınları arasındadır.

          Kullandığı simgeler dış anlamları ile alınır da söyleyiş biçimine de uzak kalınırsa, itiraz edilecek
          hususlar bulunabilir. Nitekim Mevlânâ'nın şiirleri hakkında da aynı şey söylenebilir.
          Unutulmamalıdır ki, dönemlerinde gerçek bir "İslâmî" hukuk devleti olmayışı ve düşünce
          hürriyetinin çok sınırlı oluşu da şairleri simgeli konuşmaya itmiştir. Mutahharî, Hâfız'ın şifrelerini
          çözmeye ehil bir zat olarak söylediklerini üstadane yorumlamaktadır.



          Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
          Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

          Yorum


            #20
            Ynt: Adl-i İlahi



            (11) Tevriye: "Artsama" olarak Türkçeleştirilmektedir. "Bir anlatım inceliği elde etmek için,
            çok anlamlı bir sözcüğün yakın anlatımının değil de uzak anlatımının kullanılması sanatı.(TDK)"
            Tevriye; irfanî, fık-hî ve edebî terimdir. Setr ve ihfa (örtme ve gizleme) anlamındadır. Eh-lullah, kendi
            hâllerinin, vardıkları mertebenin gerçeklerini ehl-i zahire, henüz iç anlamları kavrayamamış
            olanlara ve mübtedilere (başlangıçta olanlara) açmamalı, gizli tutmalıdırlar. Aksi takdirde, onlar bu
            gerçeklere henüz ehil olmadıkları işin inkâr ve itiraza kalkışabilirler. Tevriye, edebiyatta ve fıkıhta,
            sözün örtülmesi, gizlenmesi demektir. Edebiyat sanatı olarak birisi karib diğeri garib (birisi yakın,
            diğeri az kullanılır ve uzak) iki anlamı olan bir kelime kullanılarak ve gizli bir karine ile uzak anlam
            kastedilerek tevriye yapılır.


            (12) İbham: Edebî ve usulî bir terim olarak, "mübhem ve na-malum olmak, böyle söylenmiş
            olmak" demektir. Mübhem olan bir söz, çeşitli şekillerde yorumlanabilir. Bir açıklamaya ve
            açıklama aracına ihtiyaç vardır. İbham (kapalıcalık): Etkisini artırmak için anlamı bilerek, isteyerek
            kapalıca bırakış.


            (13) Hayyam: Ebu'l-Feth Ömer İbn İbrahim Hayyam, Horasan'ın Nişabur şehrinde doğmuştur.
            Vefatı 1130 yıllarında aynı şehirdedir. Devrinin büyük bilginlerindendir. Tıb, matematik ve
            astronomide özellikle önde gelenlerden idi. Sultan Melikşah'ın takvim ıslahı için görevlendirdiği
            bilginlerdendir. Bilim yönü ile değil de rubaileri ile dünyaca ün kazanmış, ne var ki Hayyam'ın
            kişiliği de -kısmen Mevlânâ ve Hâfız gibi- yanlış anlaşılmıştır. Merhum Mutahharî'nin ona
            aidiyetinden şüphe ettiği rubai ona ait olsa bile, Hayyam yine de "sulu bir ayyaş" değil, sadece bazı
            konularda şüpheden kurtulmamış, fakat onurlu ve bilgin bir düşünür sayılabilir. Oysa Batı'da ve
            bizde Hayyam bir meyhane nüktedanı gibi gösterilir.


            (14) Ebu'l-Alâ el-Maarrî: Ahmed İbn Abdullah İbn Süleyman (973-1058): Arap dilbilimci ve
            şairi. Küçük yaşta iken çiçek hastalığı dolayısı ile gözleri görmez oldu. Belki bu olgunun da etkisi ile,
            kötümser ve şüpheci söz ve şiirleri vardır.


            (15) Cilve; ilâhî sanat ve kudretin, ilâhî nurların, arifin gönül aynasına yansıması, onun
            tarafından algılanması ve bunu sağlayan belirtilerdir.




            Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
            Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

            Yorum


              #21
              Ynt: Adl-i İlahi


              KONUNUN BELİRLENMESİ

              Konular:

              Şeytan ve İşlevi

              Kaynaklar:
              Murtaza MUTAHHARİ, Adl-i İlahi, Türkçesi: Prof. Hüseyin HATEMİ,
              Kevser Yayınları, 2005, s.79-84.
              Allâme Muhammed Hüseyin TABATABAİ, El-Mizan fi Tefsir-il Kur'an,
              Cilt 8, Türkçesi: Salih UÇAN, 2005.




              Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
              Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

              Yorum


                #22
                Ynt: Adl-i İlahi



                Şeytan

                { Bir önceki sayıda ele alınan konuya binaen } şöyle bir düşüncenin doğması da mümkündür.
                Zerdüşt dini "Yezdan-Ehrimen" ikici düşüncesine yer vermiş ise, İslâm dininde de "Tanrı ve Şeytan"
                inancı, iki karşıt kutup şeklinde belirmektedir. Şu hâlde Zerdüşt dininin Ehrimen'i ile İslâm dininin
                Şeytan'ı arasında ne fark var?

                Oysa Zerdüşt veya Mazdek dinindeki Ehrimen ile İslâm dinindeki Şeytan arasında yerden göğe
                fark vardır. Bu konuda da kısa bir açıklama gereklidir.


                Avesta'nın öğretisinde "Engremenyu" veya "Ehrimen" adındaki bir varlıktan söz edilir. Bütün
                kötülükler, şerler, afetler ve zarar verici varlıklar, hastalıklar, yırtıcı hayvanlar, zehirli hayvanlar,
                yılanlar, akrepler, verimsiz kıraç topraklar, kuraklık ve benzerlerinin sebebi olarak Ehrimen
                gösterilir. Bu gibi kötülükler, ulu Tanrı olan "Ahuramaz-da"ya veya Engremenyu (Angrimanyu)nun
                rakibi olan Sepentemen-yu'ya nispet edilmez.

                Avesta'nın bazı öğretilerinden anlaşılmaktadır ki, Ehrimen de başlı başına bir "ezelî kadim
                cevher"dir (Yaratılmamış, başlangıcı olmayan töz, ilke). Ahuramazda Ehrimen'i yaratmamış, sadece
                "keşf" etmiştir. Buna karşılık, Avesta'nın bazı diğer öğretilerinden ve özellikle Avesta'nın en
                güvenilir bölümü olan Gatalar'ın bazılarından da açığa çıkmaktadır ki: Ahuramazda iki varlık
                yaratmıştır. Bunlardan birisi Sepentemenyu veya Kutsal Akıl, diğeri de Habîs Akıl'dır (Ehrimen).

                Herhâlde, Avesta'dan anlaşılan ve Zerdüştlerin inanmakta oldukları şudur: Evrendeki varlık ve
                yaratıklar "iyi ve "kötü" olmak üzere iki bölüme ayrılırlar. "Hayır" olanlar, var olanlar, var olmaları
                gerekenler, var olmaları iyi olanlar, varlıkları evren düzeni için gerekli olanlardır. Şerirler, kötüler
                ise; var olanlar, fakat var olmaları gerekmeyenler ve varlıkları evren için bir eksiklik, bir kusur
                olarak görünenlerdir. Bu kötüler asla Ahuramazda'nın yarattıkları değildirler. Ehrimen'in
                yarattıklarıdır, ister Ehrimen de Ahuramazda'nın yarattığı bir varlık olsun, ister olmasın.


                Şu hâlde Ehrimen evrendeki birçok yaratığın yaratıcısıdır. Yaratılış âleminin bir bölümü O'nun
                alanına girmektedir. Ehrîmen; ya ezelî kadim bir ilke olarak Zat'da Ahuramazda'nın şeriki ve
                benzeridir, ya da Ahuramazda tarafından yaratılmış olsa bile, Yaratıcılık açısından O'nun şerikidir
                (ortağıdır).

                Buna karşılık İslâm Dünya görüşünde evren ve evrendeki varlıklar "hayır" ve "şer" bölümüne
                ayrılmazlar. Yaratılmış olmaması gereken veya kötü yaratılmış olan bir varlık yoktur. Her şey güzel,
                her şey yerli yerince yaratılmıştır, her şey Zat-ı Ahadiyyet'in yaratığıdır.

                Şeytan'ın alanı tekvin alanında (yaratılış alanında) yer almaz, yaratılışta Şeytan'ın hiçbir
                katkısı, hiçbir etkisi yoktur. O'nun alanı teşri' alanı, kural koyma alanıdır. Şeytan, insanın
                davranışlarını etkileyebilir. Onu yanıltabilir, yoksa bu alan dışında etkisi ve yetkisi yoktur. Şeytan'ın
                etki gücü insanın varlık alanında bile sınırlıdır, insanın düşüncesini etkileyebilir, bedenini değil.


                İnsanın düşünce alanındaki etkisi de vesvese, kuruntu uyandırmaktan, batıl bir şeyi gözünde
                canlandırarak kışkırtmaktan ve yanıltmaktan ibarettir. Kur'ân-ı Kerim, Şeytan'ın bu faaliyetini
                "tezyin", "tesvil" ve "vesvese" (1) gibi veya benzeri terimlerle ifade buyurur. Buna karşılık, Şeytan,
                ne bir şeycik yaratabilir, ne de insana yaratılış açısından bir "tasallut"ta bulunabilir. Diğer bir
                deyişle, üstün bir güç olarak insan varlığını ele geçiremez ve onu kötü işe zorla sürükleyemez. İnsan
                Şeytan'ı kendi seçimi ile yetkili kılmadıkça, Şeytan'ın insan üzerinde gücü olamaz:






                Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
                Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

                Yorum


                  #23
                  Ynt: Adl-i İlahi



                  İman eden ve Rablerine tevekkül edenlerin üzerinde Şeytan'ın asla tasallutu, gücü
                  yoktur. O'nun gücü ancak kendisine boyun eğenlere, onu "veli" edinenleredir.I
                  Kur'ân-ı Kerim mahşer gününde Şeytan'ın ağzından, onu kendi sürçme ve sapmalarından
                  sorumlu tutanları şöyle cevaplandırmaktadır:


                  Benim sizin üzerinizde hiçbir gücüm yoktu. Ben çağırdım, siz bana geldiniz, karşılık
                  verdiniz. Beni kınamayın, öz nefsinizi kınayın!II


                  Şeytan'ın insan üzerindeki bu ölçü içinde kalan gücünün sebebi de insanın "ihtiyar"ı, seçme
                  yeteneğidir. İnsanın varlık âlemindeki derecesi, onun hür ve seçim yeteneğine sahip olmasını
                  gerektirmektedir. Seçme yeteneği olan bir varlık da yol ayırımında duran ve iki çağrı arasında
                  kalan, böylece tekamül yolundaki çabasını seçimleri sonucunda verimlendirebilen varlık demektir.


                  Ez cihân do bânk mî âyed be-zıdd
                  Ta kodâmîn ra tu bâşî musteidd
                  An yeki bângeş nüşûr-i etkıya
                  Vân diğer bângeş nufûr-i eşkıyâ
                  Evrenden, birbirine karşıt iki ses yükselir:
                  Hangisine istidadın (eğilimin) var, bunu anlamak için gelir.
                  Bir ses takva yolunu ilân eder,
                  Diğeri ise eşkıya içindir. (2)


                  İslâm dünya görüşünce, hiçbir varlık yaratılışta kendi başına buyruk bir göreve, bir role sahip
                  değildir. Her varlık, aslında ilâhî meşiyet ve irade tarafından bir görev için yaratılmıştır. Kur'ân-ı
                  Kerim'e göre meleklerin görevi yaratılışta ilâhî meşiyeti yerine getirmek, gerçekleştirmektir.
                  Şeytan'ın böyle bir görevi bile yoktur, nerede kaldı ki bir şey yaratabilsin, yaratmış olabilsin. Oysa
                  Avesta'ya göre Şeytan da Ahuramazda karşısında bağımsız bir yaratıcı olarak görülebilir.
                  Bu sebeple İslâmî metinler tercüme edilirken, Şeytan için eski İran dinî terimleri ile "Ehrimen"
                  veya "div" (dev) gibi karşılıklar kullanmak ağır bir yanlışlığa yol açmak demektir. Şeytan'ın eski
                  Farsça'da karşılığı yoktur, şu hâlde bu kelime aynen kalmalıdır.


                  Şeytan Kur'ân-ı Kerim'de asla Tanrı karşısında karşıt kutup durumunda değildir. Hatta tabiatta
                  Allah'ın görevlendirdiği varlıklar olan melekler karşısında bile bir kutup durumunda olamaz.
                  Müslüman halkımızın genel olarak "cinn" anlayışı da Kur'ân-ı Kerim'de gösterilenden farklıdır.

                  Kur'ân-ı Kerim'e göre "cinn", insan gibi bazı yükümleri yerine getirmekle yükümlü (mükellef) olan,
                  ancak "gö-rünmez" olan bir varlıktır. Halkın tasavvurunda ise "cinn", "melek" seviyesinde olan bir
                  varlıktır. Böylece, Kur'ân-ı Kerim "cinn"i insan seviyesinde sayarken, halk melek seviyesine çıkarır.
                  Şeytan; Kur'ân-ı Kerim'in nassı ile, "cinn" türündendir. İslâm dünya görüşünde meleklerin yaratılış
                  düzeninde bir görevleri varken, cinlerin bu açıdan hiçbir görevleri yoktur. İslâm edebiyatında
                  "cinn" ve "melek"in akran sayılması, eski Zerdüşt dini kavramlarının zihinlerindeki etkisinin
                  devamından ileri gelen bir yanılgı olsa gerektir.

                  --------------------------------------------
                  I- Kur'ân-ı Kerim, Nahl, 99-100.
                  II- Kur'ân-ı Kerim, İbrâhîm, 22.




                  Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
                  Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

                  Yorum


                    #24
                    Ynt: Adl-i İlahi



                    Konumuza dönersek, İslâm dünya görüşü -Zerdüşt, Mani ve Maz-dek dünya görüşünden farklı
                    olarak- tek kutupludur. Şeytan da Kur'â-n-ı Kerim'de buyurulan: "O yarattığı her şeyi güzel
                    (gerektiği gibi) yarattı."I ve: "Rabbimiz, yarattığı her varlığa yaratılıştan lâyık olduğu behreyi
                    verdi ve yol gösterdi."II buyruklarının kapsamına girer.


                    Şeytan'ın varlığı, ayartıcılığın (şeytanet) varlığı ve Şeytan'ın saptırıp ayartışı; bir hikmet ve
                    maslahata dayanmaktadır ve bu hikmet ve maslahat gereğince Şeytan "nisbî şer"dir, gerçek ve
                    mutlak bir "şer" değildir (3).

                    Tümünden daha şaşırtıcı olanı, Kur'ân-ı Kerim'e göre, Şeytan'a "ayartma" görevini de bizzat
                    Allah'ın verişidir. İsrâ Suresi'nin 64. ayet-i kerimesinde şöyle buyurulur:
                    (Allah Şeytan'a hitaben buyurdu ki Onlardan (Ademoğullarından) güç yetirdiklerini
                    sesinle sarsıntıya uğrat; atlı, yaya, bütün ordunla yürü üstlerine (çeşitli yöntem ve
                    yollarla). Mal ve evlâtta onlara ortak ol, onlara vaatte bulun! Şeytan ise onlara ancak
                    aldatıcı vaatler yapar.III


                    Şeytan da bu göreve hazır olduğunu bildirmiş görünmektedir:
                    Beni yoldan çıkarttığın için, onların yolunda duracak, senin doğru yolundan ayırmak
                    için önlerinden, arkalarından, sağlarından sollarından geleceğim ve onların çoğunu
                    şükredicilerden bulamayacaksın!IV

                    Burada Şeytan'ın "ayartma" görevinin anlamı: daha önce belirttiğimiz gibi, "vesvese" doğurmak
                    ve "çağırmak"tan ibarettir, veya göstermektir, yoksa Şeytan'ın zorlayıcı gücü yoktur.
                    Yaratılış düzenin Şeytan'ın yetki alanına girmediğini söylerken, Şeytan'ın hiçbir görevi
                    bulunmadığını söylemek istemiyoruz. Yaratılan bir varlığın hiçbir görevi olmamasına imkân var mı?
                    Amacımız şudur: Şeytan; kısmen de olsa yaratıcı değildir {yani yaratılışta hiçbir etkisi yoktur},
                    Allah'a karşıt bir kutup da değildir. Evren'in dikey düzeninde, aşamalı sıralamada melekler gibi de
                    bir görevi yoktur. Şerre çağırma konusundaki gücü de zorlayabilme derecesinde değildir. Şu hâlde
                    Şeytan'ın ve cinnin bir görevi olsa bile, bunların derecesi "insan"dan üstün değildir.
                    Bu konuyu açmamızdaki asıl amacımız şudur: Kur'ân-ı Kerim, Şeytan konusunu öyle
                    açıklamıştır ki "Tevhid" inancına en küçük bir zarar verilmemiş. "O'na benzer hiçbir şey yoktur."V


                    ilkesi, Yaratıcı'nın tekliği inancı "Halk ve Emr O'na aittir."VI ilkesi, "De ki; Allah'tır her şeyin
                    yaratıcısı."VII ilkesi, "Mülkte O'nun hiçbir ortağı yoktur."VIII ilkesi, hiçbir şekilde ihlal
                    edilmemiştir.

                    -----------------------------------
                    I- Kur'ân-ı Kerim, Secde, 7.
                    II - Kur'ân-ı Kerim, Tâhâ, 53.
                    III- Kur'ân-ı Kerim, İsrâ, 64.
                    IV- Kur'ân-ı Kerim, A'râf, 16.
                    V- Kur'ân-ı Kerim, Şûrâ, 11.
                    VI- Kur'ân-ı Kerim, A'râf, 54.
                    VII- Kur'ân-ı Kerim, Ra'd, 16.
                    VIII- Kur'ân-ı Kerim, İsrâ, 111.




                    Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
                    Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

                    Yorum


                      #25
                      Ynt: Adl-i İlahi



                      Yazının devamını Allâme Muhammed Hüseyin TABATABAİ’nin “El-Mizan fi Tefsir-il
                      Kur'an” adlı eserinin sekizinci cildinde Araf Suresinin ilk 25 ayetini tefsir ettikten
                      sonra “İblis ve Fonksiyonu Hakkında” başlığı altında sunduğu açıklamaları
                      oluşturmaktadır. Bu derin analizi dikkatlice okumanızı tavsiye ederim.


                      İBLİS ( şeytan ) VE FONKSİYONU HAKKINDA

                      "İblis" konusu, nazarımızda bayağılaşmış ve önemsiz bir konu hâline gelmiştir. Sadece bazı
                      zamanlar onu hatırlar, ona lânet okur, onun şerrinden Allah'a sığınır veya bazı düşüncelerimizin
                      şeytanî olduklarını, onun vesveselerine ve kışkırtmalarına dayandıklarını söyleyerek onları
                      kötüleriz. Fakat duyu organlarımızın algılarına kapalı bu acayip varlığın mahiyeti ve insan soyu
                      üzerindeki şaşırtıcı tasarrufu ve etkinliği konusunda Kur'ân'ın neler söylediğini inceleyip tespit
                      etmeye yanaşmayız.

                      Oysa İblis, şaşırtıcı boyuttaki genişliğine rağmen insanlık âlemine eşlik ediyor. İnsanın
                      varoluşundan süresinin dolacağı ana, dünyanın yok oluşu ile defterinin dürüleceği ana kadar hep
                      onunla beraber oluyor. Ölümden sonra da onu yalnız bırakmıyor. Sonra da onu sürekli cehennemlik
                      yapıncaya kadar yoldaşı oluyor. Bizden biri ile birlikte olduğu gibi, aynı anda başkası ile birlikte
                      oluyor. Açıkta olduğu gibi gizlide de insanla beraber oluyor. Bütün hareketlerinde ona eşlik ediyor.
                      Hatta zihninin en saklı köşelerindeki gizli hayallerine, iç âleminin kıvrımlarında sakladığı
                      düşüncelerine bile sızabiliyor. Hiçbir şey ona engel olamıyor. Hiçbir şey onun insanı ihmal etmesine
                      sebep olmuyor.


                      Araştırıcılarımıza gelince, bakıyoruz ki onlar, bu konuyu incelemeyi ihmal etmişler. Sadece İslâm'ın
                      ilk dönemlerindeki âlimlerin görüşlerine dayanmışlar. Onların açtıkları çığırı izlemekle yetinmişler.
                      Bu görüşler de, Kur'ân'ın ayetleri ile ilk kez karşılaşılan sıradan zihinlerde beliren sade görüşlerdi.
                      Arkasından her grup anlayabildiğine dayanarak öbür gruplarla çatışmaya girişmiş. Herkes kendi
                      görüşüne sımsıkı sarılmış, çeşitli tartışma metotları ile görüşünü savunmaya koyulmuş. Bu
                      bağlamda bu konunun problemleri sayılmış, sorular ve cevaplar sıralanmıştır. [Örneğin denmiştir
                      ki:]


                      Allah, kim olduğunu bildiği hâlde İblis'i niye yarattı? Meleklerden olmadığı hâlde onu niye melekler
                      arasına koydu? Emre uymayacağını bildiği hâlde ona niçin secde etmeyi emretti? Niçin onu secde
                      etmeye muvaffak etmeyip sapıklığa düşürdü? Secde etmeyince onu niye yok etmedi? Yeniden
                      dirilme gününe veya belirli bir vaktin gününe kadar ona niçin mühlet verdi? Damarlarında kan gibi
                      dolaşmasına imkân verecek şekilde insanlar üzerinde etkili olmasına niçin izin verdi? Niçin onu
                      piyade ve süvari birlikleri ile destekleyerek insan hayatı ile ilgili olan her şeye onu musallat etti?
                      Niçin duyu organları tarafından algılanmasını sağlayıp insanların onun şerrinden korunmasına
                      imkân vermedi? Niçin ona sağladığı desteklerin aynısını insana sağlamadı? Niçin Âdem ile soyunun




                      Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
                      Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

                      Yorum


                        #26
                        Ynt: Adl-i İlahi



                        yaratılışındaki sırları ondan saklayıp insanı yoldan çıkarmaya heveslenmemesini sağlamadı?
                        Allah'tan en uzak ve onun çok nefret ettiği bir varlık olduğu hâlde, nebi veya melek olmadığı hâlde
                        Allah ile nasıl karşılıklı konuşma yapabildi? Bu karşılıklı konuşma mucize yoluyla mı gerçekleşti,
                        yoksa maksada delâlet eden sonuçlar var etmek suretiyle mi? Öyle veya böyle gerçekleştiğine ilişkin
                        herhangi bir delil olmamakla birlikte, kimi öyle olduğunu savunmuş, kimi böyle olduğunu
                        savunmuş.


                        Sonra İblis nasıl cennete girdi? Orası temizlik ve kutsallık yurdu olduğu hâlde orada vesvese, yalan
                        ve günah işleme eylemleri nasıl meydana gelebildi? İblis'in söyledikleri Allah'ın söylediğine ters
                        olduğu hâlde Âdem ona nasıl oldu da inandı? Ahiret inancına ters düştüğü hâlde Âdem, sonsuz
                        egemenliğe ve ebedîliğe nasıl ümit bağladı? Masum bir peygamber olduğu hâlde nasıl oldu da günah
                        işledi? Günahlarından tövbe eden kimse hiç günah işlememiş gibi olduğu hâlde tövbesi kabul edilen
                        Âdem Peygamber, niçin daha önceki makamına döndürülmedi? Nasıl? Nasıl?
                        Konuyu inceleyenler, gerçek incelemeyi ihmal ederek sorulu cevaplı tartışmalara dalmayı o kadar
                        ileri boyutlara vardırmışlar ki, bunlardan biri, Kur'ân'da sözü edilen Âdem'in türsel bir sembol
                        olduğunu, bize nakledilen hikâyenin ise katıksız bir hayalî hikâye olduğunu ileri sürmüş; başkaları
                        da, Kur'ân'da sözü edilen İblis'in insandaki kötülüğe çağıran güç olduğunu iddia etmişlerdir.


                        Diğer başkaları da şu görüşleri savunmuşlardır: Kötülüklerin, iğrençliklerin yüce Allah'a izafe
                        edilmesi sakıncasızdır. Bütün günahlar, O'nun fiilleri cümlesindendir. O, kötüyü ve çirkini yaratarak
                        düzelttiğini bozar. Güzel O'nun emrettiği ve çirkin ise O'nun yasakladığı şeylerdir.
                        Diğer başkaları, Âdem'in peygamber olmadığını söylerken, başka bazıları da, peygamberlerin
                        mutlak anlamda masum olduklarını ileri sürmüşlerdir. Daha başkaları ise, peygamberlerin
                        peygamber olmadan önce masum olmadıklarını ve cennette geçen olayın Âdem'in peygamber
                        olmasından önce meydana geldiğini savunmuşlardır. Başka bazıları ise, bütün bu olup bitenlerin
                        imtihan ve deneme olduğunu söylemişler, fakat insanların birçoğunu sapıklığa ve çoğunluğunu
                        helâke sürükleyen bu imtihanda gerçek kriterin ne olduğunu belirtmemişlerdir. Oysa eğer soruları
                        ve kuşkuları kökten ortadan kaldıracak bir kriter olmazsa, yukarıdaki soruların hepsi geri gelir.
                        Bu inceleme çabalarının başarıya ulaşmasını engelleyen ve sonuçlarının bozulmasına sebep olan
                        faktör şudur: Bu incelemeleri yapanlar, bu incelemelerinin gerçek yönlerini itibarî yönlerinden
                        ayırt etmemişler. Tekvin ve teşrii birbirinden ayırmamışlar. Bu yüzden incelemelerinin düzeni
                        bozulmuş, çoğu kere teşriî hükümlerde ve toplumsal konularda egemen olan itibarî ilkelere
                        dayanarak tekvin alanında hükümler vermişler.


                        Tekvin alanı ile bağlantılı bu dinî gerçekleri incelemek isteyen hür düşünceli ilim adamlarının
                        aşağıdaki hususları irdeleyip netliğe kavuşturmaları gerekir:

                        1- Yaratmanın ve var etmenin etkisi ile var olan her nesne, özü itibariyle -başka nesnelerle
                        bağlantısız öz varlığı ile- mutlaka hayırlı ve güzeldir. Muhal olsa da farz edelim ki özü itibariyle kötü
                        olan bir nesne, Allah'ın yaratma eyleminin etkisi ile var oldu; Allah ile başlayan, O'nun rızkı ile
                        rızıklanan ve sonunda O'na varan bir varoluşun fonksiyonlarına sahip oldu; böyle bir varlığın
                        durumu, tıpkı diğer varlıkların durumu gibi olur, onda kötülük ve çirkinlik izleri bulunmaz. Yalnız
                        bu varlıkla başka varlıklar arasında bir ilişki oluşursa, o zaman varlık âlemindeki adil düzeni




                        Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
                        Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

                        Yorum


                          #27
                          Ynt: Adl-i İlahi



                          bozması veya bir grup varlığı iyilikten ve mutluluktan mahrum etmesi söz konusu olabilir. İşte az
                          önce sözünü ettiğimiz varlıklar arası görecelik ve bağlantı budur.

                          Bundan dolayı ilâhî hikmete göre, bu zararlı varlıkların var olabilmesi için varlık âlemi açısından
                          zararlarını kat kat aşacak bir oranda faydalı olmaları gerekir. Şu ayetler bu gerçeğin delilleridir: "O
                          ki, yarattığı her şeyi güzel yaptı." (Secde, 7) "Kutludur âlemlerin Rabbi olan Allah." (A'râf,
                          54)"(Evrendeki) her varlık, O'nu överek tesbih eder. Fakat siz onların tesbihlerini anlamıyorsunuz."
                          (İsrâ, 44)


                          2- Varlık ve yaratılış âlemi, parçalarının çokluğuna ve çapının genişliğine rağmen birbiri ile
                          bağlantılıdır, sonu başına dayalıdır. Bir bölümünün var edilmesi, hepsinin var edilmesiyle olur. Bir
                          parçasının düzeltilmesi, ancak bütünün düzeltilmesi ile mümkündür.

                          Buna göre âlemin parçaları arasındaki varoluşsal farklılık, -ki âlemi âlem yapan da bu
                          farklılıklardır- sonra da bu parçaların arasındaki bağlantı, ilâhî hikmete göre varlık âleminin
                          parçaları arasında çatışma, çelişki, kemal, eksiklik, mevcudiyet, yok olma, kavuşma, mahrumiyet
                          ilişkisinin kaçınılmaz şekilde var olmasını gerektirir. Eğer böyle olmasa, bütün varlıklar bir tek
                          varlığa dönüşür, aralarında hiçbir ayırım, hiçbir fark kalmaz. Böyle olunca da varlık âlemi işlevini
                          kaybeder. Yüce Allah şöyle buyuruyor: "Bizim buyruğumuz, ancak bir tek sözdür, tıpkı bir göz
                          kırpma gibi." (Kamer, 50)
                          Eğer bu âlemde kötülük, kargaşa, yorgunluk, eksiklik ve zaaf olmasaydı iyiliğin, sağlığın, huzurun,
                          varlığın, kemalin ve gücün somut örneği olmaz, hatta bunların anlamları düşünülemezdi. Çünkü biz
                          anlamları somut örneklerden elde ederiz.

                          Eğer mutsuzluk olmasaydı, mutluluk olmazdı. Eğer günah olmasaydı, ibadet olmazdı. Eğer çirkinlik
                          ve yerme olmasaydı, güzellik ve övgü olmazdı. Eğer ceza olmasaydı, ödül olmazdı. Eğer dünya
                          olmasaydı, ahiret oluşmazdı.


                          Meselâ itaat ve ibadet, mevlevî emirlere uymak demektir. Eğer günahkârlık demek olan mevlevî
                          emre itaatsizlik olmasaydı, yapılması söz konusu olan davranış zorunlu ve kaçınılmaz olurdu.
                          Davranış kaçınılmaz olunca, mevlevî emir anlamsız olurdu. Çünkü olmuşu yapmaya çalışmak,
                          imkânsız ve beyhudedir. Mevlevî emir olmayınca da, itaatin ne somut bir örneği, ne de anlamı
                          olurdu.

                          İtaatin ve günahkârlığın ortadan kalkması ile de bunlara bağlantılı övgünün ve yerginin yanı sıra
                          ödül ve ceza, vaat ve tehdit, uyarma ve müjdeleme, arkasından da din, şeriat ve çağrı, sonrasında da
                          peygamberlik, sonra da toplum ve uygarlık, sonra da her şey ortadan kalkar. Bu ölçüye göre varlık
                          düzenini oluşturan bütün karşıt değerler işlevsiz kalır. Bu gerçeği iyi anlamak gerekir.
                          Buradan ortaya çıkıyor ki, kötülüğe ve günahkârlığa çağıran şeytanın varlığı, irade özgürlüğü ve
                          serbest seçim yasası uyarınca işleyen ve amacı insan soyunun mutluluğu olan insanlık âleminin
                          düzeninin temel taşlarından biridir.

                          Şeytanın varlığı, tıpkı doğru yolun yan tarafları gibidir. İnsan soyu da, tabiatı gereğince Rabbine
                          kavuşmak için zahmetlere katlanarak o yolu kat etmek zorundadır. Bilindiği gibi bir yolun güzergâh





                          Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
                          Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

                          Yorum


                            #28
                            Ynt: Adl-i İlahi



                            olarak belli olması için, sağında ve solunda bulunan yan taraflara ihtiyaç vardır. Yan taraflar olmasa,
                            orta olmaz.

                            Bu noktayı iyi kavrayıp şu ayetleri bu gerçeğin ışığı altında düşünmek gerekir: "(İblis) dedi ki: 'Beni
                            sapıklığa düşürdüğün için doğru yolunun üzerinde onlar (insanlar) için otur(up pusu kur)acağım."
                            (A'râf, 16) "(Allah) dedi ki: Bu, (korunması) bana düşen doğru yoldur. Sana uyan sapıklar dışında,
                            kullarım üzerinde senin hiçbir egemenliğin yoktur." (Hicr, 42)

                            Bu iki hususa dikkat edildiğinde ve secde öyküsü ile ilgili ayetler üzerinde iyice düşünüldüğünde şu
                            sonuca varılır:

                            Bu ayetler insan soyu, melekler ve İblis arasındaki gerçek ilişkileri yansıtan bir fotoğraftır. Ayetler,
                            bu fotoğrafı emir, söz dinleme, büyüklenme, kovma, soru ve cevap kavramları ile ifade ediyor. Bu
                            konudaki kafaları karıştıran bütün sorular, öykü hakkındaki yetersiz incelemeden kaynaklanıyor.
                            Hatta işin doğrusunun farkına varan bazıları bile bu yetersizlikten kurtulamamışlardır.

                            Bunlardan biri, öykünün gerçekte insan, melek ve şeytanın doğal niteliklerine işaret ettiğini
                            belirttikten sonra İblis'e verilen secde emri ile Âdem'e getirilen ağacın meyvesinden yeme
                            yasağının tekvinî olduğunu söylüyorI. Böyle demekle düzelttiklerini bozmuş oluyor. Çünkü tekvinî
                            olan emir ve yasağın, karşı gelmeyi ve çiğnenmeyi kabul etmeyeceğinden gaflet etmiş oluyor. Oysa
                            İblis bu emre ve Âdem bu yasağa karşı gelmişlerdir.

                            3- Bakara Suresi'nde ayrıntılı biçimde anlattığımız üzere, cennet öyküsü bize şunu anlatıyor: Yüce
                            Allah, gökte berzahî nitelikte bir cennet yarattı ve Âdem'i, yeryüzündeki hayatına başlayıp mevlevî
                            yükümlülüklere muhatap olmadan önce bu cennete yerleştirdi. Maksat şuydu: İnsanın tabiî yapısı
                            denemeden geçirilecek ve bu denemenin sonucunda onun için en uygun seçeneğin yeryüzünde
                            yaşamak olduğu ortaya çıkacak. Yeryüzünde emir ve yasak potasında pişerek terbiye olacak, ya
                            itaat ederek mutluluğu ve cenneti kazanacak ya da farklı bir tutum sergileyerek farklı bir karşılığı
                            hak edecek. Böylece Allah'a yakın olabilmesi ve mutluluk yurdunda yer edinebilmesi için bu yolu
                            kat etmesinin zorunlu olduğu anlaşılacak.

                            Bununla ortaya çıkıyor ki, tefsircilerin cennet öyküsü konusunda ileri sürdükleri sorunların hiçbiri
                            varit değildir. Çünkü olayın geçtiği yer, Allah dostlarının bir daha çıkmamak üzere girdikleri ebedî
                            cennet olmadığı gibi, şeriatın geçerli olduğu, mevlevî emir ve yasakların egemen olduğu dünya
                            yurdu da değildir. Orası Âdem Peygamber'in şahsının değil, insanlık karakterinin hükmünün ortaya
                            çıktığı bir yurttur. Çünkü daha önce açıklandığı üzere Âdem'e (a.s) secde edilmesi yolunda emir
                            verilmesinin ve onun cennete konmasının tek sebebi, insan oluşudur.


                            Şimdi sözümüzün başına dönelim:

                            Yüce Allah, İblis adını verdiği bu şirret yaratığın zatı hakkında fazla bilgi vermiyor. Verdiği bilgi, "O
                            cinlerden idi; Rabbinin emrinin dışına çıktı."(Kehf, 50) ifadesi ile bize İblis'in sözü olarak nakledilen
                            "Beni ateşten yarattın." ifadesinin içerdiği bilgidir. Bu ifadelerde onun yaratılış kaynağının cinler
                            gibi ateş olduğu belirtiliyor. Fakat yaratılış sürecinin daha sonrası hakkında net bir bilgi verilmediği

                            -------------------------------------------------------------------------------------------

                            I Muhammed Abduh ve Reşid Rıza, el-Menar Tefsiri, Cilt 8, "Öyküyle İlgili Sorunlar" başlıklı bölüm.




                            Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
                            Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

                            Yorum


                              #29
                              Ynt: Adl-i İlahi



                              gibi, insanın yaratılışının ayrıntılarına değinildiği gibi onun yaratılışı hakkında ayrıntılı açıklama
                              yapılmıyor.

                              Evet, Kur'ân'da onun çalışma tarzını anlatan bazı ayetler var. Bu ayetlerden bu konuda yararlı
                              olacak sonuçlar elde etmek mümkündür. Şu ayette buyrulduğu gibi: "Doğru yolunun üzerinde onlar
                              (insanlar) için otu(rup pusu kur)acağım. Sonra önlerinden, arkalarından, sağlarından, sollarından
                              onlara sokulacağım da çoğunu şükredenler olarak bulamayacaksın." (A'râf, 16-17)
                              Bu ayette İblis'in korku, umut, özlem, arzu, şehvet ve öfke gibi psikolojik duygular ve bu
                              duygulardan kaynaklanan düşünceler ve iradeler yolu ile insanlar üzerinde tasarrufta bulunduğu
                              bildiriliyor.


                              Şu ayet de aynı anlamdadır: "(Şeytan) dedi ki: Rabbim, beni sapıklığa düşürdüğün için yeryüzünde
                              (kötülükleri) onlara süslü göstereceğim."(Hicr, 39) Yani batıl, kötü ve iğrenç şeyleri allayıp
                              pullayarak insanların onlara ilgi duymalarını sağlayacak ve bunlar aracılığı ile onları sapıklığa
                              düşüreceğim. Meselâ zina gibi. İnsan onu tasavvur eder, şehvet iç güdüsü onu allayıp pullar, şehvet
                              gücü sebebi ile bu günahı işlemenin sakıncaları hakkındaki zihnî direnci zayıflar ve böylece
                              şehvetin çağrısını onaylar ve o günahı işler.

                              Şu ayetler de aynı anlamı ifade ederler: "(Şeytan) onlara söz verir ve onları ümitlendirir; hâlbuki
                              şeytanın onlara söz vermesi, aldatmacadan başka bir şey değildir." (Nisâ, 120) "Şeytan onlara
                              yaptıklarını güzel gösterdi." (Nahl, 63)

                              Görüldüğü gibi bunların hepsi şunu gösteriyor: İblis'in çalışma alanı, insanın idraki ve çalışma aracı
                              da, insanın duyguları ve iç güdüleridir. İblis, bu yalancı kuruntuları ve batıl düşünceleri insan
                              nefsine aşılar. Şu ayetlerde buyrulduğu gibi: "O sinsi vesveseci ki, insanların kalplerine kötü
                              düşünceler fısıldar." (Nâs, 5)


                              Fakat bütün bunlarla birlikte insan şüphe etmez ki, şeytan vesvesesi diye adlandırılan bu
                              düşünceler ve kuruntular kendi düşünceleridir. Başka biri tarafından aşılandıklarını veya başka
                              birinin onlara sebebiyet verdiğini hissetmeksizin onları kendi nefsinde kendisi var eder. Bunlar,
                              başkasının etkisi ile ilişkisi olmayan -bir ikinin yarısıdır ve dört sayısı çift sayıdır düşüncesi gibidiğer
                              düşüncelerinden ve görüşlerinden farksızdır.

                              Buna göre bu düşünceleri ve görüşleri insanın nefsine aşılayan, onları insanın aklına salan şeytan
                              olduğu gibi, onları nefsinde var eden de insanın kendisidir. Bu ikisi birbiri ile çatışmaz. Eğer
                              aramızdaki birinin bize bir haber vermesi veya bir hüküm telkin etmesi gibi şeytan bizim düşünce
                              ve görüşlerimize somut biçimde sebebiyet verseydi, onun bu telkini bizim düşünce özgürlüğümüzle
                              bağdaşmazdı, serbest tercihimizle yaptığımız eylemin bize izafe edilmesi yersiz olurdu. Çünkü
                              eyleme ilişkin bilgi, tercih ve irade bize değil, ona ait olurdu. O zaman da o eylem yüzünden
                              kınanmamız, kötülenmemiz gerekmezdi. Oysa şeytan, bize kıyamette söyleyeceği nakledilen şu
                              sözünde kınanmayı ve suçlanmayı bize mal ediyor:

                              "(Herkese ilişkin hüküm verilip) iş bitirilince şeytan (cehennemliklere) der ki: Hiç şüphesiz Allah
                              size doğru bir vaatte bulundu. Ben ise size bir vaatte bulunup sözümü tutmadım. Benim sizin
                              üzerinizde bir nüfuzum yoktu. Sadece sizi çağırdım, siz de çağrıma uyuverdiniz. O hâlde beni
                              suçlamayın, kendinizi suçlayın. Şimdi ne ben sizi kurtarabilirim, ne de siz beni kurtarabilirsiniz.





                              Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
                              Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

                              Yorum


                                #30
                                Ynt: Adl-i İlahi



                                Aslında önceden beni Allah'a ortak koşmanızı da onaylamış değildim. Hiç şüphesiz zalimler için acı
                                bir azap vardır." (İbrâhîm, 22)


                                Görülüyor ki İblis, eylemi, zulmü ve kınanmayı insanlara yük-lüyor, kendisini bunlarla ilgisiz ilân
                                ediyor. Çağrı ve vaat dışında insanlar üzerinde herhangi bir nüfuzu olmadığını da vurguluyor. Şu
                                ayette buyrulduğu gibi: "Sana uyan sapıklar dışında kullarım üzerinde senin hiçbir nüfuzun yoktur."
                                (Hicr, 42)Bu ayette yüce Allah İblis'in sözüne uyma çerçevesi dışında insanlar üzerinde hiçbir
                                nüfuzunun olmadığını vurguluyor.

                                Şu ayet de aynı mesajı veriyor: "Yoldaşı (şeytan) der ki: Rabbimiz, onu ben azdırmadım. Fakat onun
                                kendisi uzak (derin) bir sapıklık içinde idi." (Kaf, 27)


                                Kısacası; İblis'in insan idraki üzerindeki tasarrufu, insana rağmen değil, onun imkân tanımasıyla
                                gerçekleşen bir tasarruftur. Böyle bir tasarruf, idrakin insanla var olması ve insanla düşüncesi
                                arasında eylemci ile eylem arasındaki ilişkisi gibi sıkı bir ilişkinin bulunması ile çelişmez.

                                Dolayısıyla şeytan, dünya hayatı ile ilgili bütün yönlerde yanıltma ve süslü gösterme sureti ile insan
                                idrakinde tasarrufta bulunabilir. Batılı hak yerine koyarak onu hak gibi gösterebilir. Böylece insan,
                                hemen her şeyin kendisini yanıltıp haktan saptıran batıl yönü ile bağlantı kurar. Bu durum, insanın
                                önce kendisi için, sonra da hayatı içinde bağlantılı olduğu diğer sebepler için bağımsızlık görmesine
                                sebep olur. Bu bağımsızlık duygusu, onu Hak'tan alıkor, gerçek hayattan gafil olmasına yol açar.
                                Yukarıda söylendiği gibi, İblis'in "Beni sapıklığa düşürdüğün için doğru yolunun üzerinde onlar
                                (insanlar) için otur(up pusu kur)acağım." (A'râf, 16) ve "Rabbim, beni sapıklığa düşürdüğün i-çin
                                yeryüzünde (kötülükleri) onlara süslü göstereceğim." (Hicr, 39)şeklindeki sözlerinden çıkan sonuç
                                budur.

                                Bu durum, Hakk'ın makamından gafil olmaya yol açar. Bu gaflet ise, bütün günahların kaynağı ve
                                temel sebebidir. Nitekim yüce Allah şöyle buyuruyor:"Biz cinlerden ve insanlardan birçoğunu
                                cehennem için yarattık. Onların kalpleri vardır, onlarla anlamazlar. Gözleri var-dır, onlarla
                                görmezler. Kulakları vardır, onlarla işitmezler. Onlar, hayvanlar gibidirler. Hatta daha da sapıktırlar.
                                Onlar, gaflet içindedirler." (A'râf, 179)

                                Dolayısıyla insanın kendisini bağımsız görüp Rabbinden gafil olması ve bundan kaynaklanan ve her
                                türlü şirki ve zulmü besleyen kötü inançlar, alçak vehimler ve düşünceler, şeytanın tasarrufunun
                                sonucu olmakla birlikte, aynı zamanda insan bu inançların, vehimlerin ve düşüncelerin kendisi
                                tarafından ortaya konduğunu, onun iradesinin ürünleri olduğunu sanır. Çünkü kendisini bağımsız
                                görür, kabullendiği inançlara, sergilediği davranışlara kendi damgasını vurur.

                                Bu durum, insanın hiçbir şeyin farkında olmadan, nefsinin ötesinde hiçbir şeyin bilincinde olmadan
                                şeytanın kesin yönetimi, kontrolü ve tasarrufu altına girmesidir. Yüce Allah şöyle buyuruyor: "O
                                (Şeytan) ve tayfası, sizin onları görmediğiniz yerden sizi görürler. Biz şeytanları inanmayanların
                                velileri yaptık." (A'râf, 27)

                                Şeytanların günahlar ve zulümler konusunda insan üzerindeki bu tür veliliği, meleklerin ibadetler
                                ve iyilikler konusunda onun üzerindeki veliliğine benzer. Şu ayette buyrulduğu gibi: "Hiç kuşkusuz,
                                'Rabbimiz Allah'tır' deyip, sonra (bu inanç üzere) dosdoğru hareket edenlerin üzerine melekler

                                iner; 'Korkmayın, üzülmeyin ve size vadedilen cennetle sevinin. Biz, dünya hayatında... sizin




                                Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
                                Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

                                Yorum

                                YUKARI ÇIK
                                Çalışıyor...
                                X