Duyuru

Daraltma
Henüz duyuru yok.

KIRK HADİS ŞERHİ..

Daraltma
X
 
  • Filtre
  • Zaman
  • Göster
Hepsini Temizle
yeni gönderiler

    Ynt: KIRK HADİS ŞERHİ..

    Şerh

    “Eslehekellah” cümlesi bir hayır duasıdır ve duada karşı tarafın, duanın içeriğinden yoksun olmasını gerektirmez. İçeriği hasıl olsa bile bu tarz yaygın olarak kullanılmaktadır. Dolayısıyla İmam Sadık’ın (a.s) ıslah ve doğruluk dilenmesi de bilinen ölçülerin dışında bir şey değildir. Nitekim, “Gaferellah leke” ve “afellah anke” cümleleri de İmamlar hakkında kullanılmaktadır. Bazıları, “Allah böylece, senin geçmiş ve gelecek günahlarını bağışlar” ayetini de bu anlama yo-rumlamışlardır ve bunun “gaferellah leke” anlamına geldiğini söyle-mişlerdir.” Dolayısıyla duanın içeriğinin hasıl olması gerekli değildir. Gerçi bu ayeti şerifede uzak bir ihtimaldir ve biz, önceki hadislerden birini şerh ederken bunu beyan ettik. O halde, dua gibi inşa edilen hu-suslarda içeriğin hasıl olması gerekmez.

    “Lika” kelimesi “lekiye” fiilinin mastarıdır. “likaen, likayeten, likiyyen, likyanen, likyaneten, lukyen, luken, lukyanen, lukyeten ve lukyaneten” kelimeleri de bu fiilin mastarlarıdır ve de ru’yet ve görmek anlamına gelmektedir. Likaullah konusunu ise uygun olduğu kadarıyla ileride açıklamaya çalışacağız.

    “Ebgeze” kelimesi ise, if’al, babındandır. “Beguze, begazeten fehuve begiz” ise sevginin karşıtıdır. “Begzetun ve begzaun” ise bunun şiddetidir. Özetle, hub ve bugz (sevgi ve nefret), birbirinin karşıtı olan nefsani sıfatlardandır. Hakikatleri de bilinen bir şeydir. Zira, bunlar da diğer nefsani sıfatlar gibi açıklanması gerekmeyen zati hakikat-lerdendir. “Hubb” ve “bugz”un hak Teala’nın mukaddes zatına isna-dının hangi itibarla doğru olduğunun açıklaması ise, inşallah ileride yapılacaktır.

    “İnna lenekrehul mevt” cümlesine gelince… Ravi, ölümün, Allah’ı görmekle birlikte olduğunu sandığından veya likaullahı bizzat nefsin ölümünden ibaret gördüğünden dolayı, ölümden hoşlanmamanın da Allah’tan hoşlanmamak olduğunu sanmış ve bu soruyu sormuştur. İmam (a.s) da mutlak hoşlanmamanın ölçü olmadığını; aksine melekut ve diğer alemlerin etkilerinin müşahede edildiği ölüm anının ölçü ol-duğunu beyan etmiştir.

    “Leyse zalike heysu tezhebu” cümlesinin ise Farsça karşılığı yoktur. Daha çok, “zannettiğiniz, düşündüğünüz, zihninize gelen” vb. ifadeler kullanılmaktadır. Bu Arapça ifadeden maksat da, evhama ve ku-runtuya kapılmaktır. Arapça’da bu tür tabirler çoktur. “Zehab” ve tü-revleri, evham ve inançlar hakkında kullanılmamaktadır. Nitekim, mezheb de bu anlamdadır ve bu bir istiareden ibarettir. Zira, nesnel ve reel “zehab”dan (gitmekten) alınmıştır.

    “İnd’el-Muayene” cümlesindeki “muayene” kelimesi, “mufaele” babındandır. Nitekim bir şey açık bir şekilde görüldüğü takdirde “ayentu şey iyanen” denmektedir. Ölüm anına da “muayene” denmek-tedir. Zira insan ölürken o alemin nişanelerini açık bir şekilde görmek-te, gaybi ve melekuti gözleri açılmakta, melekut halleri, az da olsa kendisine keşf olmakta, amel ve haletlerinin bazı belirtilerini kendi gözleriyle görmektedir.

    Hadis-i şerifte uyumlu olarak açıklanması gereken hususları birkaç bölümde açıklamaya çalışacağız. Güven sadece Allah’adır.


    Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
    Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

    Yorum


      Ynt: KIRK HADİS ŞERHİ..

      1. Bölüm: Likaullah (Allah’ı Görme) ve Likaullahın Niteliğinin Beyanı Hakkında

      Bil ki açık, kinaye veya işaret yoluyla likaullah (Allah’ı görme) konusuna işaret eden bir çok ayet ve hadisler vardır. Bu sayfalarda söz konusu rivayetlerin tümünü aktarma imkanı yoktur. Ama kısaca onlara işaret etmek istiyoruz. Bu konuda daha fazla bilgi edinmek isteyenler merhum Hacı Mirza Cevad-i Tebrizi’nin bu husustaki bir çok hadisleri bir araya toplayan “Likaullah” risalesine müracaat etmelidir.

      Bil ki bazı likaullah yolunu tümüyle kapatan bazı müfessirler ve alimler, sözde Allah-u Teala’nın zatını tenzih etmek için likaullah hu-susundaki hadis ve ayetlerin tümünü, ahiret günü ile mükafat, sevap ve ceza gününü görmek olarak yorumlamışlardır. Bu yorum, mutlak “lika” ile bazı ayat ve rivayetlere oranla doğru bir açıklama olabilir; ama bazı muteber kitaplarda yer alan dua ve rivayetler ile büyük alimlerin şahit olarak gösterdiği meşhur hadislere oranla oldukça uzak ve soğuk bir yorumdur.

      Bilmek gerekir ki likaullah ile Hakk’ın cemal ve celalini müşahede hususunda kapıyı açık tutanların maksadı, zat-ı mukaddesin künhü-ne/hakikatine ermenin caiz olduğu değildir. Onlar ilm-i huzuri ve re-el/ruhanî müşahede ile, mutlak kuşatıcı olan zatı ihata etmenin müm-kün olduğunu söylememektedirler. Aksine tümel ilimlerde tefekkür adımıyla ve şuhudî irfanda basiret adımıyla böyle bir zatın künhü-ne/hakikatine ermenin imkansız olduğu meselesi, kanıtlarla ispatlanmış bir konudur ve de bütün akıl sahipleri ile marifet ve kalp ehlinin ittifak ettiği bir husustur.

      Bu makamı iddia edenler; tam bir takvadan, kalbin tüm alemlerden yüz çevirmesinden, iki alemin reddinden, bencillik ve enaniyetin ayaklar altına alınmasından, Hakk’a ve o mukaddes zatın sıfat ve isimlerine tam bir teveccüh ettikten, o zatın mukaddes zatının sevgi ve aşkına daldıktan ve kalbî riyazete çektikten sonra sâlik için esmaî ve sıfatî tecellilere mahzar kalbî bir sefanın ortaya çıktığını söylemektedirler. Böylece kul ile isimler ve sıfatlar arasındaki kalın hicaplar ortadan kalkar; kul, esma ve sıfatlarda fani hale gelir, celal ve kutsal izzete tutunur, zatî tam bir tedella (yakınlık/bağlılık haleti) elde eder. Bu durumda sâlikin mukaddes ruhu ile Hak Teala arasında esma ve sıfatlar dışında bir hicab kalmaz.

      Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
      Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

      Yorum


        Ynt: KIRK HADİS ŞERHİ..

        Sülûk ehlinden bazısı için esmaî ve sıfatî nur hicaplarının yırtılması, gaybî ve zatî tecellilere nail olması ve kendisini mukaddes zata ait ve yakın görmesi mümkündür. Bu müşahedede Hakk’ın kayyumî/kuşatıcı ihatasını ve kendi zatî fenasını şuhud eder. Açık bir şekilde kendi vücudunu ve bütün mevcudatı Hakk’ın gölgesi olarak görür. Nitekim bürhanî/kanıtsal açıdan da Hakk ile tüm madde ve ilgilerden soyut olan ilk yaratık arasında hiç bir hicap/perde yoktur. Hatta mutlak soyut varlıklar için de kanıtlandığı gibi mutlak anlamda bir hicap yoktur. Hakeza ihata ve kuşatıcılık açısından soyut varlıklarla aynı ufukta gezen, hatta onlardan bile ileri gitmiş olan bir kalp için de hiç bir hicab söz konusu değildir. Nitekim Kafi ve Tevhid-i Saduk kitaplarında yer alan bir hadiste şöyle buyurulmaktadır: “Mü’minin ruhu Allah’ın ruhuna, güneş ışığının güneşe bağlılığından daha şiddetli bir şekilde bağlıdır.”

        Alimlerce makbul olan ve bizzat kendisi de masumlardan nakle-dilmiş olduğuna tanıklık eden “Şabaniye” duasında ise şöyle buyurulmaktadır: “İlahî! Bana, sana tam bir bağlılığı nasip eyle ve kalp gözlerimizi sana bakış nuruyla nurlandır ki kalp gözlerimiz nur hicaplarını yırtsın, azamet madenine ulaşsın, ruhlarımız kutsal izzetine asılsın. Allah’ım bizleri çağırdığında sana icabet eden, kendilerine nazar ettiğinde celalin karşısında kendilerinden geçen, gizlice raz-u niyaz ettiğin halde senin için açıkça amel eden kimselerden eyle.”

        Kur’an-ı Kerim’de Resulullah’ın mirac olayı anlatılırken de şöyle buyurulmaktadır: “Sonra yakınlaştı ve daha da yakınlaştı. Araları iki yay aralığı kadar, belki daha da yakın oldu.”

        Bu huzurî ve fenaî müşahedenin, Allah’ın zatının künhüne ermenin imkansız olduğunu bildiren kanıtlar ve münezzeh olduğunu bildiren ayet ve rivayetlerle hiç bir aykırılığı yoktur. Hatta bu hususu teyit ve te’kit etmektedir.

        Şimdi de bu soğuk ve yersiz yorumların ne gereğinin olduğuna bir bakalım. Hz. Ali’nin (a.s), “Farzen azabına sabrettim, ayrılığına nasıl sabrederim” sözünü ve evliyanın ağlayıp yakarmasını, hurilere ve cennetteki köşklere yorumlamak doğru mudur? Acaba “Biz cehennem korkusu ve cennet sevgisiyle ibadet etmiyoruz. Bizim ibadetimiz huri-lerin ibadetidir. Halis bir şekilde Allah’a ibadet ediyoruz” diyenlerin yakarışlarını cennetteki nimetlerden, yiyeceklerden ve lezzetlerden ay-rılığa yorumlamak doğru mudur? Heyhat! Bu oldukça yersiz bir sözdür ve oldukça çirkin bir yorum. Mirac gecesinde, hiç bir kulun giremediği o yerde, Cebrail-i Emin’in bile mahremi bile olmadığı o sırlar aleminde, Resulullah’a cennetin ve sağlam köşklerinin gösterildiği söylenebilir mi? O azamet ve celal nurlarının, sadece maddi nimetlerin gösterilmesi olduğu iddia edilebilir mi? Acaba muteber dualarda nebiler için zuhur eden tecellilerin; nimetler, yiyecekler, içecekler, bağlar ve köşkler ol-duğu düşünülebilir mi?

        Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
        Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

        Yorum


          Ynt: KIRK HADİS ŞERHİ..

          Heyhat! Ne yazık ki tabiatın zulmet hicaplarına mahkum olan, emel ve kuruntuların esiri olan bizler; yiyecekler, içecekler, evlilikler vb. şeyler dışında hiç bir şey anlamıyoruz? Görüş veya kalp sahibi biri bu hicaplardan birini kaldırmak istediğinde, onun yanlış ve hata ettiğini söylüyoruz! Mülk aleminin zulmani kuyusunda hapis olduğumuz müddetçe, kalp ashabının müşahede ve marifetlerinden hiç bir şeyi derk edemeyiz.

          Ama ey aziz! Evliyayı kendinle kıyas etme. Enbiya ve marifet ehli kimselerin kalplerinin de bizim kalplerimiz gibi olduğunu zannetme. Bizim kalplerimiz dünyaya ve lezzetlerine teveccüh tozuyla kaplıdır. Şehvetlere gömülme pisliği, kalbimizin Hakk’ın tecellilerinin aynası ve sevgilinin tecelli yeri haline gelmesine engel olur. Bunca bencillik perdesi arkasına kaldığımız müddetçe, Hakk’ın cemal ve ce-lalinden ve tecellilerinden bir şey anlayamayız. Evliya ve marifet ehli-nin sözlerini tekzip etmekteyiz. Zahirde tekzip etmezsek bile kalben yalanlamaktayız. Eğer tekzip edemezsek, örneğin Peygamber’e ve masum imamlara inanıyorsak, o zaman da tevil ve tevcih kapısını aç-makta ve tümüyle Allah’ı tanıma kapısını kapatmaktayız.

          “Gördüğüm her şeyde, onunla birlikte, öncesinde ve sonrasında Allah’ı da gör-düm” hadisini ayetlerini/eserlerini görmeye yorumluyoruz. “Görme-diğim rabbe ibadet etmem” hadisini kendi ilmimiz gibi olan tümel kavramları bilmeye yorumluyoruz. Likaullah ayetlerini kıyamet gününü likaya (görmeye) yorumluyoruz. “Benim Allah ile öyle bir haletim vardır ki…” hadisini, örneğin kalp inceliği haletine yorumluyoruz. “Bana yüce veçhine nazar etmeyi nasip kıl” hadisini ve evliyanın ay-rılık hususundaki yakarışlarını hurilerden ve cennetteki kuşlardan ay-rılığa yorumluyoruz. Bütün bunların sebebi, bizim bu meydanın eri olmadığımızdan, hayvanî ve cismanî nimetler dışında bir nasibimiz bulunmadığından ve tüm marifetleri inkar ettiğimizdendir. Bütün sefa-letlerimiz de bu inkardan kaynaklanmaktadır. Zira bu inkar, bütün ma-rifetler kapısını kapamakta, bizi talepten alıkoymakta, bizleri hayvanlık makamında kanaatkar kılmaktadır. Gayb alemi ve ilahî nurlardan mahrum etmektedir.

          Müşahedeler ve tümel tecellilerden mahrum olan biz zavallılar, nefsanî kemalin bir derecesi olan ve bizleri bir yere ulaştırabilecek konumda bulunan bu manalara imandan da uzağız. Müşahedelerin to-humu olabilecek ilim mertebelerinden dahi uzak kaçmaktayız! “Sakın hak bir söz işitmeyeyim” diye göz ve kulağımızı kapatıyor, kulakları-mıza gaflet pamuğunu tıkıyoruz. Heyecanlı arif, aşık sâlik veya ilahi filozoftan bir gerçeği işittiğimizde, bunu duymaya gücümüz olmadı-ğından ve nefis sevgisi de kendi kusurumuza yorumlamaktan bizleri alıkoyduğundan, hemen onu kınıyor, tekfir ediyor ve fasık sayıyoruz. Hemen gıybet ve iftiraya koyuluyoruz.

          Bir kitap vakfediyoruz ve bun-dan istifade etmek için de günde yüz defa Molla Muhsin-i Feyz’e la-net etmelerini şart koşuyoruz. Tevhid ehlinin efendisi olan Molla Sad-ra’yı zındık olarak adlandırıyor ve ona her türlü hakarette bulunuyoruz. Molla Sadra’nın tüm kitaplarında tasavvufa ait en küçük bir eğilim göremezsiniz! Aksine Molla Sadra “Kesr-u Esnam’il Cahiliye fi’r Reddi ala’s Sufiye” adlı bir kitap yazdığı halde onu sufi olarak adlandırıyoruz? Hali malum olanları, Allah ve Resulü’nün diliyle lanetlenenleri bırakıyor; Allah’a, Resulü’ne ve hidayet imamlarına imana davet eden insanları kınıyoruz? Bu kınama ve ihanetlerin o büyük zatların makamına hiç bir zarar vermediğini ben de biliyorum. Aksine onların iyiliklerini artırmakta ve derecelerinin yükselmesine sebep olmaktadır, ama bunlar; bizim için zararlıdır ve başarımızın ortadan kalkmasına ve yardımsız bırakılmamıza sebep olur.

          Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
          Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

          Yorum


            Ynt: KIRK HADİS ŞERHİ..

            Arif şeyhimiz Şahabadi (ruhum ona feda olsun) şöyle buyuruyordu: “Hiç bir zaman birine lanet etmeyiniz. Hatta masum velinin ölümden sonraki haletini haber verdiği kimseler dışında, bu dünyadan nasıl göçtüğünü bilmediğiniz kafirlere bile lanet etmeyiniz. Zira insan ölüm anında da mü’min olabilir. O halde (illa da lanet edecekseniz) genel anlamda lanet ediniz.”

            İşte birisi o kadar yüce bir nefse sahiptir ki, zahiren kafir olarak ölmüş olan insanlara bile, ölüm anında imana ermiş olabilirler düşün-cesiyle lanet etmemeyi öğütlerken, birisi de bizler gibi, “Şikayet Al-lah’a götürülmelidir” der. Şehrin vaizi, ilim ve fazilet ehli olmasına rağmen ilim ve fazilet ehli insanların huzurunda minbere çıkarak şöyle diyordu: “Falan şahıs filozof olduğu halde Kur’an’da okuyordu!”

            Aslında bu, bizim, “Falan şahıs peygamber olmasına rağmen yara-tılış ve ahirete inanmaktadır” dememize benzemektedir.. Ben de salt ilme o kadar inanmıyorum. İman kazandırmayan ilim en büyük hicap-tır. Ama hicaplara girmedikçe, hicapları yırtmak da mümkün değildir. İlim, müşahedelerin tohumu hükmündedir. Bazen terimler ve ilimler hicabı olmaksızın da birtakım makamlar elde edilebilir. Ama bu normal bir yoldur, doğal sünnete aykırıdır ve oldukça da az meydana gelmektedir.

            O halde Allah’ı istemenin yolu, insanın ilk olarak vaktini Hakk’ı müzakere etmeye harcaması; Allah, isimleri ve sıfatları hakkındaki ilmi, ehli olan büyük üstatlarından elde etmesi, daha sonra da o bilgilerin ilmî ve amelî riyazetle kalbine yerleştirmesidir ki elbette bundan bir netice hasıl olacaktır.

            Terimler ehli değilse, sevgiliyi anmak, kalp ve halini o mukaddes zatla meşgul kılmaktan da bir netice elde edebilir. Elbette bu kalbi uğraşı ve batınî teveccüh onun hidayetine sebep olacak ve Allah-u Teala elinden tutacaktır. Hicaptan bazı perdeler gö-zünün önünden kalkar ve bu sıradan insanların yaptığı inkarlar bir miktar azalır. Allah-u Teala’nın özel inayeti sayesinde belki de mari-fetlere bir yol elde eder. Şüphesiz ki gerçek velinimet Allah’tır.


            Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
            Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

            Yorum


              Ynt: KIRK HADİS ŞERHİ..

              2. Bölüm: İnsan Ölürken Bazı Gayb Haletlerinin İnsan İçin Keşfedildiğinin Beyanı Hakkında

              Bu hadis-i şeriften de anlaşıldığı üzere insan ölümü gördüğünde, kendisinin bazı halet ve makamları da açığa çıkmaktadır. Bu, bazı ka-nıtlar, mükaşefe ehlinin keşfi ve birtakım hadislerle de uyum arz et-mektedir. İnsan bu alemi imar ettiği, kalbi bu yurda yöneldiği, tabiatın uyuşturmasıyla kendinden geçtiği, gazab ve şehvetine esir olduğu müddetçe, kendi amel ve ahlakının suretlerinden tümüyle örtülü du-rumdadır. Onların kalp melekutundaki etkilerinden habersiz bulun-maktadır. Ölüm belirtileri ve zorluklarıyla karşılaşınca bu alemden kopma bir ölçüye kadar hasıl olmaktadır.

              İman ve yakin ehli ise, kalbi bu alemlere yönelmişse, işin sonunda doğal olarak kalbi bu aleme yö-nelir; manevi etkenler ve kendisine müvekkel kılınmış ilahi melekler de onu o aleme sevk ederler. Bu sevk ve o kopmadan sonra, berzah alemindeki bir takım örnekler onun için keşf olur, gayb alemindeki birtakım pencereler yüzüne açılır. Kendi hal ve makamını bir yere ka-dar keşfeder. Nitekim Hz. Ali (a.s) şöyle buyurmuştur: “Cennet veya cehennem ehli olduğunu bilmedikçe bir nefsin dünyadan ayrılması ha-ramdır.”

              Bu makamda uzunca bir hadis-i şerif vardır; ama Hz. Ali’nin ve di-ğer Ehl-i Beyt imamlarının velayetine sarılanlara bir müjde olduğu için tümüyle aktarmak istiyoruz. Feyzu’l Kaşani’nin İlmu’l Yakin kitabında naklettiği bu hadise göre ravi şöyle demektedir: Hz. İmam Sadık’ın (a.s) şöyle buyurduğunu işittim: “Allah’a andolsun ki sizden kabul edilir ve Allah’a andolsun sizler bağışlanırsınız. Şüphesiz ki sizden biriniz ile, gıpta edilmeniz ve sevinç ve göz nurunu görmeniz arasında ölüm dışında hiç bir şey yoktur.” İmam daha sonra şöyle buyurdu: “Böyle olunca ve ölüm haleti ortaya çıkınca Resulullah, Ali, İmamlar, Cebrail, Mikail ve ölüm meleği hazır olurlar. Cebrail can vermekte olan insanın yanına gelince, Resulullah’a şöyle der: “Bu şahıs siz Ehl-i Beyt’i seviyordu. O halde siz de onu seviniz.” Resulullah da şöyle buyurur: “Ey Cebrail! Bu şahıs Allah, Resul’ü ve Ehl-i Beyt’ini seviyordu; sen de onu sev.” Sonra Cebrail de şöyle der: “Ey ölüm meleği! Bu şahıs Allah, Resul’ü ve Ehl-i Beyt’ini seviyordu.

              O halde sen de onu sev ve ona iyi davran” Azrail o zaman yaklaşır ve ölüm döşeğindeki o şahsa şöyle der: “Ey Allah’ın kulu! Acaba beraat ve emanını aldın mı? Acaba dünyada İsmet-i Kübra’ya sarıldın mı? Allah-u Teala onu muvaffak kılar, o da “Evet” der. Daha sonra Azrail, “İsmet-i Kübra Nedir?”diye sorar. O şahıs cevap olarak, “Ali b. Ebi Talib’in (a.s) velayetidir” der. Cebrail “Doğru söyledin” der. “Allah-u Teala korktuğun şeyden sana eman verdi ve arzu ettiğin şeye ulaşmış oldun. Salih geçmişler olan Resulullah, Ali ve onun neslinden imam-larla beraberlik sana müjdeler olsun!”

              Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
              Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

              Yorum


                Ynt: KIRK HADİS ŞERHİ..

                Böylece Azrail onun canını rahat bir şekilde alır ve onun kefenini cennetten getirir. Onun hanutu güzel kokulu miske benzer. O kefen-le onu kefenlerler ve kafur ile tahnit ederler (ilaçlarlar). Ona sarı renkli cennet elbiselerinden bir elbise giydirirler. Kabre konulduğunda cennet kapılarından bir kapı açılır, cennet reyhanı ve ruh içeri girer. Daha sonra kendisine şöyle denilir: “Bir gelin gibi yatağında rahat uyu. Sana huzur, rahatlık, cennet nimetleri ve gazaplanmayan Rab, müjdeler olsun..”

                Hz. İmam Sadık (a.s) daha sonra şöyle buyurdu: “Kafirin ölümüne gelince... Resulullah, Ali, İmamlar, Cebrail, Azrail ve Mikail ve ölüm meleği yanına varır. Cebrail Peygamber’in yanına yaklaşarak şöyle der: “Ey Allah’ın Resulü! Bu şahıs siz ehl-i Beyt’e buğzediyordu, o halde sen de ona buğzet.” Resulullah şöyle buyurur: “Ey Cebrail bu Allah’a, Resulü’ne ve Ehl-i Beyt’e buğzeden birisidir. O halde sen de ona buğzet.” Cebrail de şöyle der: “Ey ölüm meleği! Bu şahıs, Allah, Resulü ve Ehl-i Beyt’ine buğzediyordu.

                O halde sen de ona buğzet ve canını şiddetle al.” Azrail ona yaklaşarak şöyle der: “Ey Allah’ın kulu! Beraat ve emanını aldın mı? Dünya hayatında İsmet-i Kübra’ya sa-rıldın mı? O da “hayır” der. Daha sonra Azrail ona şöyle der: “O halde ey Allah’ın düşmanı! Ben de seni Allah’ın gazabı, azabı ve ateşiyle müjdeliyorum. Arzuladığın şeyleri artık kaybetmiş durumdasın. Kork-tuğun şeyler ise sana inmiş durumdadır.” Daha sonra canını zorla alır ve yüzüne tükürmeleri için üçyüz şeytan görevlendirir ve tükürüğün kokusundan rahatsız olur. Onu kabre koyduklarında cehennem kapıla-rından bir kapı yüzüne açılır. Cehennem ateşinin rüzgarı ve alevi yü-züne savrulur.”

                Bilmek gerekir ki herkesin berzah alemi, onun kıyamet yurdunun bir örneğidir. Berzah alemi ise bu alem ile kıyametteki alem arasında yer alan orta alemdir. Dolayısıyla cennet veya cehennemden bir kapı yüzüne açılmaktadır. Nitekim mezkur hadiste de buna işaret edilmiştir. Resulullah’ın şu bildik hadisi de bu gerçeğe işarettir. “Kabir; ya cennet bahçelerinden bir bahçe, ya da ateş çukurlarından bir çukurdur.”
                O halde anlaşıldığı üzere insan, ölümü gördüğü anda kendi amelinin suret ve eserlerini de müşahede eder. Azrail’den cennet veya ce-hennem müjdesini alır. Bu nişaneleri bir yere kadar orada keşfeder. Fiil ve amellerinin kalpte doğan nur, kalp genişliği ile kararma, kalp darlığı, baskı ve zulmet gibi ters etkilerini de müşahede eder.

                O halde kalp, berzah alemini müşahede ettiğinde, lütfî ve cemalî la-tif nefhaları müşahede etmeye hazırlanır. Eğer mutluluk ve iman ehli ise kalpte lütuf ve cemalin tecelli belirtileri ortaya çıkar.

                O halde kalp likaullah sevgisiyle dolar. İyi bir geçmişe, rububî bir cezbeye ve sevgiye sahip biri olduğu takdirde, sevgilinin cemaline öz-lem ateşi alevlenir. Bu tecelli ve şevkte nasıl bir lezzet ve yüceliklerin olduğunu sadece Allah bilir.

                Eğer iman ve salih amel sahibi ise, Allah-u Teala kendisine iman ve amelleri ölçüsünce birtakım yücelikler inayet buyurur. Onları ölüm anında apaçık bir halde görür. Böylece onda ölüm ve Allah’ın yücelik-lerini görme özlemi hasıl olur. Dolayısıyla da ruh, rahatlık, sevinç ve ferahlık içinde bu alemden göçer. Bu sevinç ve mutluluğun lezzetlerini ve bunca yücelikleri görmeye mülkî gözlerin ve dünyevî duyu or-ganlarının takati yoktur.

                Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
                Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

                Yorum


                  Ynt: KIRK HADİS ŞERHİ..

                  Eğer mutsuzluk, inkar, küfür, nifak, çirkin işler ehli olan biri ise, ölüm halinde, dünyada edindikleri ve nasibi oranda ilahî kahır ve ga-zap ile mutsuzlar yurdunun belirtileri kendisine keşf olur. Onda öyle bir dehşet ve korku vücuda gelir ki, Hakk’ın gazap ve celal tecellileri, en çok nefret ettiği bir şey haline gelir. Bu düşmanlık ve pişmanlık se-bebiyle Allah-u Teala’dan başka hiç kimsenin ölçüsünü bilemediği bir zorluk, zulmet, baskı ve azaba mazur kalır. Bu, dünyada inkar ve nifak ehli olup Allah’a ve velilerine düşmanlık etmiş kimseler içindir.

                  Günah ehli olan kimseler için ise elde ettikleri ölçüde kendi cehennemlerinden bazı örnekler zahir olur. Bu durumda en nefret ettikleri şey, bu alemden intikal etmek olur. Dolayısıyla onları da zor ve baskıyla bu dünyadan intikal ettirirler. Kalplerinde nitelendirilmesi zor, oldukça büyük bir hasret oluşur.

                  Bu açıklamadan da anlaşıldığı üzere ölmek üzere olan insan, o du-rumda kendisinde olup da haberdar olmadığı şeyleri açık bir şekilde görür. Bu müşahedenin tohumunu bizzat kendisi, kendi vücud memle-ketine ekmiş haldedir. Dünya hayatı örtüsü bir çok eksikliklerimizi örtmüş ve marifet ehli için de bir hicap olmuştur. Bu perde kalkıp hi-caplar yırtılınca insan kendinde olanı ve insanın kendisi için hazırladığı şeyleri müşahede etmektedir. İnsan diğer alemde sadece kendisi için hazırladığı azab ve cezaları görür. İnsan salih amel, güzel ahlak ve doğru inançlarının suretini, Allah-u Teala’nın fazlıyla verdiği yüce-liklerle beraber o dünyada açıkça görür. Safi’nin, Mecme’den “Kim zerre kadar iyilik yapmışsa onu görür” ayetinin tefsirinde naklettiğine göre Hz. Ali’den şöyle buyurmuştur: “Bu ayet Kur’an’da yer alan en muhkem ayetlerdendir ve Resulullah bunu “Camia” olarak adlandırmıştır.”

                  O halde bilmemiz gerekir ki eğer bu alemde Allah’a ve velilerine bir muhabbet besler, Allah’a itaate yönelir ve kalbimizi rabbanî kılacak olursak, ölüm anında bunun hakikati güzel şekliyle bizlere zahir olur. Aksine eğer, kalbimiz dünyaya yönelir ve Hakk’tan yüz çevirirse, o zaman da kalbimize Allah ve velilerine karşı düşmanlık tohumu serpilir, ölüm anında bu düşmanlık daha da artış kaydeder ve burada oku-duğun gibi çok korkunç ve garip eserler ortaya çıkar.

                  O halde en önemli olan husus, insanın kalb haletini ilahîleştirmesi ve kalbini Allah’a, velilerine ve yücelik yurduna yöneltmelidir. Bu halet de, Allah’ın nimetleri üzerinde tefekkür etmek, itaate yönelmek ve ibadete koyulmakla elbette hasıl olur. Ama insan nefis ve amellerine güvenmemelidir. İnsan özelikle halvet ve uzlet köşelerinde Allah’tan muhabbetini kalbine yerleştirmesini istemeli, kalbini marifet ve mu-habbet nuruyla aydınlatmasını dilemelidir.

                  Dünya sevgisini ve Al-lah’tan gayrisinin muhabbetini kalbinden uzaklaştırmasını taleb etme-lidir. Elbette bu başlangıçta sadece dil lakırdısıdır. Zira dünyaya aşırı bağlanmakla bunun gerçekleşmesi zor bir şeydir. Ama bir müddet te-fekkür eder, kalbine Allah sevgisinin güzel neticesini anlatır ve dünya sevgisinin kötü sonuçlarını hatırlatırsa, hakikate ulaşması ümid edilir inşaallah.

                  Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
                  Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

                  Yorum


                    Ynt: KIRK HADİS ŞERHİ..

                    3. Bölüm: Allah’ın Hubb ve Buğzunun Manası

                    Kur’an ve hadis-i şeriflerde Allah-u Teala’ya isnad edilen hubb (sevgi), buğz (nefret), vb. şeyler örfen bilinen manada değildir. Zira bunlar nefsani bir reaksiyonu gerektirir. Biz burada yeri olmadığından kısaca bir beyan etmeye çalışacağız.

                    Bilmek gerekir ki en üst alem olan gaybi ve soyut (soyut) alemden inip, “fark”, hatta “farklar farkı” alem olan mülkî-tabiî alemde ortaya çıktıktan sonra bir takım sıfat ve haller, gaybî soyut suretinden çık-makta, etki ve gerekleri açısından başka suretlere bürünmektedir. Ni-tekim tüm mülkî varlıkları; gaybi ruhların mazharı, melekutî hakikat-lerin indirgenmişi ve “Musul-i Eflatuniye”nin (Eflatun’un “idea”larının) emsali (“idea”ları) olarak kabul eden Eflatuncular, bu alemde cevherî (tözsel) olmayan bir vücutla mevcud olan ilinek ve ni-teliklerin, o alemde bizzat kendi vücutlarıyla mevcud varlıkların zatî tecellilerinin sureti olduğunu kabul etmektedirler.

                    O halde mülk ale-minde yenilenme ve reaksiyon ile birliktelik içinde olan bu sıfat ve haller, gaybî alemler ve soyut yurtlarda, özellikle de ilahî isimler alemi ve ahadiyet makamında, tüm noksanlıklardan münezzeh bir suretle mevcutturlar. Dolayısıyla onlar hakkındaki tabirler de soyut ve rububi alem esasınca olup bu alemden farklı bir şeydir. Nitekim cemalî, lütfî, hubbî ve ünsî tecelliler de dediğimiz rahmanî ve rahimî tecelliler, eğer bu alemde zuhur edecek olursa, edilgenlikle birlikte olan hubb, rahmet ve lütuf şeklinde zuhur etmektedir. Bu, yaşadığımız alemin aşırı darlığı sebebiyledir. Rivayette yer aldığı üzere rahmetin yüz parçası vardır ve bu aleme sadece bir parçası inmiştir. Alemde valideyn ile evladı arasındaki merhamet gibi var olan bunca rahmetler ise, sadece bu alemdeki o bir parça rahmet sebebiyle oluşmaktadır. Nitekim celal tecellilerinden olan kahrî ve malikî tecelliler de bu alemde buğz ve gazab suretinde zuhur etmektedir.

                    Özetle hubb, buğz ve gazabın batını; rahmaniyet ve kahhariyet ile celal ve cemal tecellileridir. Bu tecelliler, gayb aleminde bizzat ve kendi zatıyla mevcuttur ve de kesret yenilenme, ve reaksiyon içinde değildir. Nitekim rahmaniyet ve kahhariyetin zuhuru da bu alemde mevcud olan muhabbet ve gazaplardır. Mazhar zahirde ve zahir de mazharda mütecelli ve fani olduğu için, bazı makamlarda birbirinin adıyla adlandırılması da caizdir, yersiz değildir. O halde Allah’ın kula buğz etmesi, kahhariyet ve intikamıyla tecelli etmesidir ve sevgisi ise rahmet ve yüceliği ile zuhurudur. Yine de en iyisini Allah bilir.

                    Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
                    Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

                    Yorum


                      Ynt: KIRK HADİS ŞERHİ..

                      Yirmidokuzuncu Hadis: Resulullah’ın (s.a.a) Hz. Ali’ye (a.s) Vasiyeti

                      بالسَّنَدِ المُتَّصِلِ إِلی أَفضَلِ المُحَدِّثين وَ أَقدَمِهِم، مُحَمَّدِ بنِ يَعقوبَ الکُلَينی، رَضی الله عنه، عَن مُحَمَّدِ بنِ يحيی، عَن أَحمَدَ بنِ مُحَمّدِ بن عيسی، عَن عَلِيّ بنِ النُّعمانِ، عَن معاويةَبنِ عَمَّار، قالَ سَمِعتُ أَبا عَبدِ الله، عَلَيه السَّلام، يَقولُ کان فی وَصيَّةِ النَّبی، صلی الله عَليه و آله و سلَّم، لِعَلیٍّ، عَليه السَّلام، أَن قال: يا عَلیُّ، اُوصيکَ فی نَفسيکَ بِخِصالٍ، فَاحفَظها عَنِّی. ثُمَّ قال: اللهم اَعِنهُ. أَمّا الأُولی فَالصِّدق وَ لا يَخرُجَنَّ مِن فيکَ کِذبَتٌ اَبَداً. وَ الثانيةُ الوَرَع. وَ لا تَجَتَری علی خيانَةٍ اَبَداً. وَ الثالِثةُ، الخَوفُ مِنَ الله عَزَِ ذِکر‏هُ کَأَنَّکَ تَراهُ. وَ الرَّابِعَةُ، کَثرَتُ البُکاءِ مِن خَشيَةِ الله تَعالی. يُبنی لَکَ بِکُلِّ دَمعَةٍ الفُ بَيتٍ فی الجَنَّة. وَالخامِسةُ، بَذلُکَ مالَکَ وَ دَمَکَ دُونَ دينِک. والسادِسة، الأَخذُ بِسُنَّتی فی صلاتی وَ صَومی وَ صَدَقَتی: أَمّا الصلاةُ فَالخَمسُون رَکعة؛ وَ أَمّا الصّيامُ فثلاثة أَيَّامٍ فی الشَّهر: الخَميسُ فی اوَّلِهِ وَ الاَربَعاءُ فی وَسَطِهِ وَ الخَميسُ فی الاَخِرة؛ وَ أَمَّا الصَّدَقةُ فَجُهدُکَ حَتّی تَقولَ قَد اَسرَفتُ وَ لَم تَسرِف. وَ عَلَيکَ بالصّلاةِ اللَّيل، وَ عَلَيکَ با لصَّلاةِ اللَّيل، وَ عَلَيکَ با لصَّلاةِ اللَّيل، وَ عَلَيکَ با لصَّلاةِ الزَّوالِ، وَ عَلَيکَ با لصَّلاةِ الزَّوالِ، وَ عَلَيکَ بالصَّلاةِ الزَّوال، وَ عَلَيکَ بِتَلاوَةِ القُرآنِ عَلی کُلِّ حالٍ، وَ عَلَيکَ بِرَفعِ يَدَيکَ فی صَلاتِکَ وَ تَقليبِهِما؛ وَ عَلَيکَ بِسِّواکِ عِندَ کُلِّ وُضوءٍ، وَ عَلَيکَ بِمَحاسِنِ الاَخلاقِ فَرتَکِبها، وَ مساوِی الَاخلاقِ فَاجتَنِبها. فَإِن لَم تَفعَل، فَلا تَلُومَنَّ اِلَّا نَفسَکَ.

                      “İbn-i Ammar’dan naklen İmam Sadık (a.s) şöyle buyurmuştur: “Resulullah (s.a.a) Ali’ye (a.s) şöyle vasiyet etmiştir: “Ey Ali, sana nefsin hakkında bir takım hasletleri bulundurmanı tavsiye ediyorum; o halde bu hasletleri benden alıp koru!” Peygamber, “Allah’ım! Sen de ona yardımcı ol” diye dua ettikten sonra da şöyle buyurmuştur: “Bi-rincisi; doğruluktur. Senden asla yalan (biz söz) çıkmasın. İkincisi; (günahlardan) sakınmaktır. Hiç kimseye ihanet etme. Üçüncüsü; Al-lah’tan O’nu görüyormuşçasına korkmandır. Dördüncüsü; Allah kor-kusundan dolayı çok ağlamandır. Her gözyaşı damlası için, sana bin ev yapılır. Beşincisi; malını ve kanını dinin yolunda feda etmendir. Al-tıncısı; namaz, oruç ve sadaka hususunda benim sünnetimi takip et-mektir.

                      Şüphesiz namaz elli rekattır. Oruç ise ilk Perşembe, ayın ortasındaki Çarşamba ve sonundaki Perşembe günü olmak üzere her ay üç gündür. Sadaka ise israf etmediğin halde, “israf ettim” diyeceğin kadar gücün yettiğince vermendir. Gece namazını mutlaka kıl, gece na-mazını mutlaka kıl, gece namazını mutlaka kıl. Öğle namazına dikkat et, öğle namazına dikkat et, öğle namazına dikkat et. Her halinde Kur’an oku. Namazda elini uzat ve ters çevir, her abdest aldığında dişlerini misvakla. Güzel ahlakla ahlaklan ve kötü ahlaktan sakın. Böyle yapmazsan o halde sadece kendini kınamalısın.”

                      Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
                      Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

                      Yorum


                        Ynt: KIRK HADİS ŞERHİ..

                        Şerh

                        Lügat kitaplarında da yer aldığı üzere, “hisal” kelimesi, “haslet” kelimesinin çoğuludur Dolayısıyla bu ve benzeri hadis-i şeriflerde ol-duğu şekliyle mutlak fiiller ve ahlak hakkında kullanılması caizdir. Belki de bu tür yerlerde hakiki anlamda kullanılmış olması için, haslet, huydan daha genel bir anlam içermektedir.

                        “el-Vera” ve “ri’e” kelimeleri ise “verie, yere’u” fiillerinin masdarıdır. Takva, şiddetli veya nihai derecede sakınma anlamındadır. Belki de “verre’tuhu tevrien” cümlesi, “kefeftuhu” anlamındadır. Zira hakikatte “vera” nefsi akıl ve şeriat sınırlarını çiğnemekten korumaktır. Ya da, “redde” anlamına gelen “verree” kökünden türemiştir. Nitekim, deve sudan uzaklaştırılınca, “verre’tu’l-İble an’il-ma” denmektedir. Zira nefis, lezzetlerden ve günahlardan reddedilmekte ve uzak-laştırılmaktadır.

                        “La tecteri” kelimesi ise, “iftial” babından olup cesaret ve bir çok işlere teşebbüste bulunmak anlamındadır. Nitekim, Sihah’ta Ebi Zeyd’den şöyle dediği nakledilmiştir: “el-Cur’etu” cesaret ve şecaat anlamındadır.”

                        Hakeza Sihah’ta şöyle yer almıştır: “el-Ceriy” kelimesi, çok teşeb-büste bulunan kimse demektir.”

                        “Fecuhduke” ifadesindeki “cuhd” kelimesi ise takat ve meşakkat anlamındadır. Nitekim, binek gücünün üstünde yürümeye zorlanınca, “cehede dabbettehu ve echedeha” denmektedir. “Cehd” kelimesi, cid-diyet ve ısrar anlamında da kullanılmıştır. Bu hadiste ise bu anlamların tümü uygundur.

                        “Aleyke bi selat’il-leyl” cümlesindeki “aleyke” kelimesi, ism-i fiildir ve geçişli fiil anlamında veya onun yerine kullanılmaktadır. “Aleykum enfusekum” cümlesi ise, “bağlı kalın, ayrılmayın” anlamındadır. O halde, “ba” edatı, te’kid ve takviye içindir; geçişli fiil kılmak için değil. Mecme’ul-Bahreyn’de yer aldığına göre, eğer “ba” ile geçişli kılınırsa, “istemsik” (sarıl) anlamındadır.

                        Farsça’da bu tür bir tabir yoktur. Arapça’da bir işin abartılması hu-susunda bu ifade kullanılmaktadır. Belki de Farsça’da, “falan işe sarıl” ifadesine çok yakındır. Ama, “Görevin falan iş olsun” ifadesi bildik tabirlere uygun değildir.
                        Bu hadisle ilgili hususları bir giriş ve birkaç bölüm halinde beyan etmeye çalışacağız inşallah.

                        Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
                        Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

                        Yorum


                          Ynt: KIRK HADİS ŞERHİ..

                          Giriş

                          Bu hadis-i şerifte bir çok açıdan da anlaşıldığı üzere Resulullah’ın (s.a.a) Ali’ye (a.s) buyurduğu bu vasiyeti, kendi görüşünce oldukça büyük bir öneme sahipti.

                          Birinci ihtimale göre Resulullah (s.a.a), şer’î hudutlarda ve ilahî emirlerde müsamaha etmekten münezzeh olan Hz. Ali’ye (a.s), sadece konunun önemine binaen bu tavsiyelerde bulunmuştur. Resulullah’ın (s.a.a), kendince önemli olan bir şeyin önemini göstermek için, o şeyle amel eden birine dahi bir takım önemli şeyleri tavsiyede bulunduğu çok görülmüştür.

                          Bu tavsiyelerin “Kızım sana söylüyorum, gelinim sen anla!” kabi-linden bir tavsiye olması uzak bir ihtimaldir.

                          Zira hadis-i şerifin siya-kından da anlaşıldığı gibi Resulullah (s.a.a) bizzat Hz. Ali’ye teveccüh etmiş ve direkt kendisini kastederek hitapta bulunmuştur. Nitekim “O halde bu hasletleri benden alıp koru!” cümlesi ile ““Allah’ım sen de ona yardımcı ol” duası da buna tanıklık etmektedir. Bu tavsiyeler İmamlar (a.s) arasında da oldukça yaygın görülmüştür ve İmamlar (a.s) sürekli birbirlerine bir takım vasiyetlerde bulunmuşlardır. Hepsinden de bu tavsiyelerin muhatabının bizzat söz konusu imamların kendisi olduğu anlaşılmaktadır. Nitekim Hz. Ali (a.s), oğulları Hz. Hasan ve Hüseyin’e (a.s) yaptığı vasiyetinde şöyle buyurmaktadır: “Bu; ikinize ve diğer Ehl-i Beyt’ime ve bu yazımın eline geçtiği herkese olan vasiyetimdir.” Buradan Hz. Hasan ve Hüseyin’in de (a.s), söz konusu vasiyetin muhatabı olduğu anlaşılmaktadır. Dolayısıyla bu tavsiye, konunun ehemmiyetini ve birbirlerine olan şiddetli ilgisini göstermektedir. Özetle; vasiyette, muhatabın Hz. Ali (a.s) olması, ko-nunun önemini ve büyüklüğünü göstermektedir.

                          Ayrıca Hz. Ali (a.s), bu vasiyetlerden sapacak ve gevşeklik göste-recek birisi olmadığı halde, Resulullah (s.a.a), tavsiyelerini birçok te-kitlerle ifade etmiştir.

                          “Tavsiye ediyorum” dedikten sonra vasiyetinin önemini belirtmek için “O halde bu hasletleri benden alıp koru!” demiştir. Daha sonra da Hz. Ali’nin bu önemli şeyleri eda etmesini can-u gönülden istediği için Allah’ın kendisine yardımcı olması için dua etmiştir.

                          Bu cümlelerin her birinde tekit için ayrı ayrı kullanılan “nun harfi”, “tekrar” vb. tekit edatlarını ise zikre gerek görmüyoruz.
                          O halde bilindiği üzere bu konu, oldukça önemli bir husustur ve de bu tavsiyelerin hiç birinde, Hz. Ali için bizzat bir faydanın olmadığı da açıktır. Aksine maksad sadece asıl muhatap alınan kimselere fayda vermektir. Gerçi asaleten muhatap Hz. Ali’dir, ama umumi teklifler ortak olduğundan gücümüz oranında Resulullah’ın (s.a.a) vasiyetiyle amel etmemiz gerekir. Resulullah’ın (s.a.a) Hz. Ali’ye (a.s) olan şid-detli ilgisi ve konuyu bu şekilde beyan etmesi bu hususların fayda ve öneminin çok büyük olmasını gerektirmektedir. Yine de Allah bilir.


                          Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
                          Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

                          Yorum


                            Ynt: KIRK HADİS ŞERHİ..

                            1. Bölüm: Yalanın Fesatlarının Beyanı Hakkında

                            Resulullah’ın (s.a.a) vasiyetlerinden birisi, doğruluk içinde olmak ve yalandan sakınmaktır. İlk etapta bunu söylemesi de kendisince bu hususa diğer konulardan daha çok önem verdiğini göstermektedir. Biz yalanın fesatlarını, doğruluğun faydalarından önce zikredeceğiz. O halde bil ki yalan rezaleti akıl ve naklin çirkinliği ve kötülüğü husu-sunda ittifak ettikleri bir sıfattır. Yalan haddi zatında büyük günahlar-dan ve fesatlardan biridir. Nitekim bu hususa delalet eden bir takım ri-vayetler de vardır. Üstelik bazen, çirkinlik ve fesadı bu sıfattan daha çok olan, bir takım yan etkiler de vücuda gelmektedir. Bazen ortaya çıkan bir yalan sebebiyle, insanın ömrünün sonuna kadar itibarını kaybettiği ve halkın gözünden düştüğü görülmüştür. Allah insanı ya-lancılıkla meşhur hale gelmekten korusun. Zira bu yalancılık şöhreti, her şeyden daha çok insanın şahsiyetini lekeler. Ayrıca dini fesatları ve uhrevi cezaları da oldukça fazladır. Bu hususta birkaç hadis-i şerif nakletmekle iktifa ediyor ve konu açık olduğundan sözü uzatmaktan sakınıyoruz.

                            Vesail’de Muhammed b. Yakub’tan naklen Hz. İmam Bakır (a.s) şöyle buyurmuştur: “Allah-u Teala kötülük için bir takım kilitler takdir etmiş ve bu kilitlerin anahtarını ise şarap karar kılmıştır. Yalan ise şaraptan daha kötüdür.”

                            Şimdi Ehl-i Beyt aliminden nakledilen bu hadis-i şerif üzerinde bizzat tefekkür et! Ümmetin bütün alimlerinin kaynağı olan ve tüm alimlerce kabul gören bir kitapta yer almıştır. Bir bak, acaba artık hiç bir özrümüz olabilir mi? Yalan hakkındaki bu ihmalkarlığımız, Ehl-i Beyt’in rivayetlerine olan zayıf imanımızdan başka bir şeyden kay-naklanabilir mi? Bizler amellerin gaybi suretlerini bilmiyoruz, mülk ve melekutun manevi ilişkilerine vakıf değiliz. Bu yüzden böylesi ri-vayetlerden kaçınıyor ve örneğin bu ve benzeri rivayetleri abartma olarak nitelendiriyoruz. Bu da imanın zayıflığı ve cehaletten kaynak-lanan batıl bir yoldur. Bu hadis-i şerifi abartma olarak değerlendirirsek bile, bu yersiz bir abartma mıdır? Acaba her şeyin şaraptan daha kötü olduğu söylenebilir mi? En azından şaraptan daha kötü olduğu husu-sunda abartılabilmesi için, bizzat çok kötü bir şey olması gerekmez mi?

                            Hz. İmam Bakır (a.s) şöyle buyurmuştur: “Yalancılık iman bozuk-luğudur.”

                            Gerçekten de böylesi rivayetler insanın yüreğini titretmekte ve be-lini kırmaktadır. Yalanın, çok yaygın bir şey olduğundan, çirkinliğinin de ortadan kalkmış ameli bir fesat olduğunu sanıyorum. Yeri gelip uyandığımızda ise, ahiret alemi hayatının sermayesi olan imanımızın, bu helak edici haslet sebebiyle haberimiz bile olmadan yok olup gitti-ğini göreceğiz.
                            İmam Rıza (a.s) şöyle buyurmuştur: “Resulullah’a (s.a.a), “Acaba mümin korkak olabilir mi? diye sorulunca “Evet” diye cevap verdi:” Yalancı olabilir mi?” diye sorulduğunda ise, “Hayır” diye cevap ver-di.”

                            Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
                            Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

                            Yorum


                              Ynt: KIRK HADİS ŞERHİ..

                              Şeyh Saduk’un naklettiğine göre ise, Resulullah (s.a.a) şöyle bu-yurmuştur: “Faizlerin faizi (en büyük faiz) yalandır.” Halbuki faiz hakkında da insanı hayretlere düşüren çok şiddetli açıklamalar yapıl-mıştır.

                              Ayrıca bilmek gerekir ki şaka ve mizah yoluyla söylenen yalanlar bile hadislerde tekzip edilmiş, şiddetle reddedilmiş, alimler de bunun haram olduğunu söylemişlerdir. “Vesail” kitabının yazarı de kendi fetvası esasınca “İstisna edilenler dışında ciddi veya şaka; büyük veya küçük her türlü yalanın haram olduğuna dair” bir bölüm ayırmıştır. Kafi’de yer aldığı üzere, Hz. Bakır’dan (a.s) naklen Ali bin Hüseyin (a.s) oğullarına şöyle buyurmuştur: “Konuşmalarınızda küçük veya büyük, ciddi veya şaka tüm yalanlardan sakının. Zira insan küçük şey-lerde yalan atarsa, büyük şeylerde de yalan atmaya cüret kazanır. Resulullah’ın (s.a.a) şöyle buyurduğunu bilmiyor musunuz: “Allah’ın kulu doğruluktan ayrılmazsa, sonunda Allah onu “sıddık” (doğru) olarak yazar; ama yalancılık yoluna koyulursa, sonunda Allah onu “kezzab” (yalancı) olarak yazar.”

                              Kafi’de yer alan bir rivayette ise Hz. Ali şöyle buyurmuştur: “Ciddi veya şaka, yalanı terk etmeyen kul, asla imanın tadını alamaz.”

                              Resulullah (s.a.a) Ebu Zer’e yaptığı tavsiyesinde şöyle buyurmuştur: “Ey Ebu Zer! İnsanları güldürmek için yalan söyleyen kimseye yazıklar olsun, yazıklar olsun, yazıklar olsun.”

                              Resulullah ve Ehl-i Beyt’in bütün rivayet ve uyarılarına rağmen in-sanın bu büyük günaha düşmesi için oldukça küstah ve talihsiz olması gerekir. Zira yalan oldukça önemli fesatlardan biri sayılmış, doğruluk ise en önemli iyiliklerden biri kabul edilmiştir. Ehl-i Beyt rivayetlerinde doğruluk açıkça övülmüştür ve biz bunlardan bazısına işaret etmekle yetineceğiz.

                              İmam Sadık (a.s) şöyle buyuruyor: “İnsanları dilinizden gayrisiyle (amellerinizle) iyiliğe çağıranlardan olunuz ki sizlerde hayır ve ibadet işlerinde ciddiyet, doğruluk ve takvayı görsünler.”

                              Şeyh Saduk ise kendi senediyle Resulullah’ın (s.a.a) şöyle buyur-duğunu nakletmektedir: “Kıyamet gününde bana en yakın ve şefaati gerekli olanınız; konuşurken doğru konuşanınız, emanete riayet ede-niniz, güzel ahlaklı olanınız ve insanlara yakın olanınızdır.”


                              Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
                              Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

                              Yorum


                                Ynt: KIRK HADİS ŞERHİ..

                                2. Bölüm: Ver’a’nın Hakikati ve Mertebelerinin Beyanı Hak-kında

                                Ver’a sâliklerin ve seyir ehlinin menzillerinden biri sayılmıştır. Hace Abdullah Ensari ver’a hakkında şöyle diyor: “Ver’a nefsini tam ve kamil bir şekilde korumak ve aynı zamanda sürçmekten korkmaktır veya Hakk’a tazim için nefsi zorlamaktır.” Yani Hakk’ı ululamak için nefsi baskı altına almaktır ve bu tüm mertebelerini kapsar. Zira ver’anın bir çok mertebeleri vardır.

                                Nitekim normal insanların ver’ası, büyük günahlardan sakınmaktır. Hasse’nin (özel insanların) ver’ası, günaha düşmemek korkusuyla şüpheli şeylerden bile sakınmaktır. Ni-tekim teslis hadisinde de buna işaret edilmiştir. Züht ehlinin ver’ası ise yükünden kurtulmak için mübahlardan kaçınmaktır. Sülûk ehlinin ver’ası, makamlara ermek için dünyaya nazar eylemeyi terk etmektir. Cezbe (coşkunluk) ehli olanların ver’ası, babullahı fethetmek ve cemalullahı müşahede etmek için makamları terk etmektir. Evliyanın ver’ası ise hedeflere teveccühten sakınmaktır. Elbette bunlardan her birinin de halimize faydalı olmayan bir takım açıklamaları vardır.

                                Bu makamda bilinmesi gereken şey, Allah’ın haramlarından sa-kınmanın; tüm manevi kemallerin ve uhrevi makamların temeli oldu-ğudur. Hiç kimse için Allah’ın haramlarından sakınmadıkça bir makam hasıl olmaz. Ver’a sahibi olmayan bir kalbi ise bir bulanıklık ve pas kaplar, sonuçta artık kurtuluşa ermesi de ümid edilmez bir hale gelir. Nefislerin cila ve sefası ver’a sayesindedir. Bu makam sıradan insanlar için en önemli menzildir. Ahiret yolunun yolcusu için bu makamı tahsil etmek en önemli hususlardan biridir.

                                Fazileti hakkında ismet sahibi Ehl-i Beyt’ten nakledilen hadisler de bu sayfalara sığmayacak kadar çoktur. Dolayısıyla biz bu hususta bir-kaçını aktarmakla yetiniyoruz. Bu konuda daha fazla bilgi edinmek is-teyenler, hadis kitaplarına müracaat etmelidirler.

                                Hz. İmam Sadık şöyle buyurmuştur: “Seni Allah’tan sakınmaya, ver’a ve ibadetlerde ciddiyet sahibi olmaya davet ediyorum. Bil ki ver’a olmadıktan sonra ibadetlerde ciddiyetin de hiç bir faydası yoktur.”


                                Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
                                Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

                                Yorum

                                YUKARI ÇIK
                                Çalışıyor...
                                X