Duyuru

Daraltma
Henüz duyuru yok.

Adl-i İlahi

Daraltma
X
 
  • Filtre
  • Zaman
  • Göster
Hepsini Temizle
yeni gönderiler

    Ynt: Adl-i İlahi

    [quote author=BEYZA link=topic=11445.msg76210#msg76210 date=1269113978]
    s.a verahmetullah
    Allh c.c razı olsun abim çok faydalı bir konuyu paylaşmışsınız Rabb-i Rahman ecrinizi kat jat versin inşAllah

    [/quote]

    A. selam ve rahmetullah

    Allah sizden razı olsun,
    Rabbim sizleri şeçkin kulları ile haşretsin..


    selam ve dua ile...



    Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
    Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

    Yorum


      Ynt: Adl-i İlahi


      Altıncı Bölüm

      ÖLÜMLÜLÜK VE ÖLÜM



      – Ölüm Görüngüsü (Fenomeni)
      – Ölüm Tedirginliği
      – Ölüm de Nisbîdir
      – Dünya, Canın Dölyatağı Hükmündedir
      – Dünya İnsan İçin Okul Demektir
      – İtirazın Kökü
      – Ölüm Hayatın Uzantısı ve Yayılmasıdır




      Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
      Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

      Yorum


        Ynt: Adl-i İlahi


        ÖLÜMLÜLÜK VE ÖLÜM

        Ölüm Olayı (Fenomen, Görüngü)

        İnsana acı veren düşüncelerden birisi; öteden beri, ölüm olayı üze-rinde düşünmesi olmuştur. İnsan kendi kendine sorar: Niçin dünyaya geldim? Niçin doğar, niçin ölürüz? Bu yapma ve yıkmanın amacı ne-dir? Bu iş boşuna ve anlamsız değil midir?


        Hayyam'dan nakledilen bir rubaîde şöyle denir:

        Terkîb-i Piyale-î ke der-hem-peyvest
        İşkesten-i û kocâ reva dared mest!
        Çendîn kad-i serv-i nâ-zenîn-o ser-o dest
        Ez behr-i çe saht o vez beraî ke şikest?
        Yoğruldu kadeh bir nice yoldan gelerek
        Sarhoş bile kırmaz onu artık bilerek
        Gel gör bu güzel bedenlerin hâli yaman
        Yoğrulma-dağılmalar niçin olsa gerek?


        Bir diğer rubaî de şöyledir:

        Câmîst ke akl âferîn mî-zenedeş
        Sed bûse zi-mehr ber-cebin mî-zenedeş
        İn kûzeger-i dehr çenin câm-i lâtif
        Mî-sâzed-o bâz ber zemîn mî-zenedeş
        Bir böyle güzel kadeh ki hayran kalınır
        Yüz kez öpülür, elde gezer, kâm alınır
        Ey usta Felek! Hiç akıl ermez işine
        İlkin yapılır, yere birden çalınır


        Bir diğer rubaî de şudur:

        Dârende ke terkîb-i tebâyi' ârâst
        Ez behr-i çe efkened verâ der kem-o kâst?
        Ger nîk âmed, şikesten ez behr-i çe bûd?
        Ver nîk neyâmed in suver ayb-i ke-râ-st?
        Bir şekle sokan güzel düzüp koşmuş iken
        Ardınca bu bozmalar bilinmez ki neden?
        Ustaysa, başardıysa, bu kırmak da nesi?
        İmalde hata varsa, pek âlâ, kimden?




        Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
        Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

        Yorum


          Ynt: Adl-i İlahi


          Ölüm karşısında tedirginlik felsefî kötümserliğin ortaya çıkması sebeplerinden birisidir. Kötümser feylesoflar hayatı ve varlığı amaçsız ve anlamsız bulurlar. Bu düşünce onları bunalıma sokar ve intihar fik-rine kapılabilirler. Kendi kendilerine şöyle düşünürler: İşin ucunda ölüm varsa, doğmamamız gerekirdi. Biz, kendimiz seçmeksizin bir kez doğmuşuz, hiç değilse bu saçmalığa, boşunalığa bir son verebilmek, bunu sürdürmemek elimizdedir ve bu akıllıca bir iş olacaktır.


          Yine Hayyam'a atfedilen bir rubaîde şöyle denir:

          Ger âmedenem be-men budî n'âmedemî
          Ver nîz şoden be-men budî, key şodemî?
          Beh z'an ne-budî ke enderîn deyr-i harâb
          Ne âmedemî, ne şodemî, ne bûdemî.
          Gelseydi elimden, doğup gelmezdim
          Yahut, mümkün olaydı hiç ölmezdim
          Kaadir olsaydım, bu bozuk dünyada
          Doğmaz, ölmez ve hiç var olmazdım.


          Bir diğeri:

          Çun hâsıl-ı âdemî der în şûristan
          Coz horden-i gosse nîst tâ kenden-i cân
          Horrem dil-i ân ke zin cihân zûd be-reft
          V'âsûde kesî ke hod niyâmed be-cihân.
          Biçare beşer, ömrü çile, elleri boş
          Son vade ölüm, çevresi çöl, koş hâ koş
          Erkence toparlanır gidersen ne güzel!
          Hiç dünyaya gelmemiş olmak daha hoş


          Bir diğeri:

          Ber şâh-i ümid eger berî yâftemî
          Hem rişte-i hîş-râ serî yâftemî
          Ta çend be-tengnâ-i zindan-i vücûd?
          Ey kâş sûy-i adem rehî yâftemî
          Bir kez o ümit meyvesini derseydim
          Ömrüm ipinin bir ucuna erseydim!
          Varlık denilen zindana oldum tutsak
          Bir yokluğa yol bulduğumu görseydim.




          Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
          Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

          Yorum


            Ynt: Adl-i İlahi


            Ölüme Karşı Duyulan Tedirginlik

            Ölüm sorununu ve bu sorun dolayısı ile evren düzenine karşı ileri sürülen itirazları incelemeden önce şu noktayı belirtelim: Bu anlamda ölüm tedirginliği insana mahsustur. Hayvanlar ölüm üzerinde düşün-mezler. Sadece tehlikeden kaçma içgüdüleri ve hayatlarını koruma iç-güdüsü vardır. Hayatını koruma duygusu, yaşayabilmek için elbette gereklidir; ancak, insanda, bundan farklı olarak, gelecekte de varlığını sürdürme eğilimi ve düşüncesi vardır. Diğer bir deyişle, insan ebediyen yaşamak ister ve bu arzu insana özgüdür. Ebediyet düşüncesi insana özgü olduğu gibi, ebediyet boyunca yaşama isteği de buna bağımlı bir istektir. Böylece, insanın ölüm karşısında duyduğu tedirginlik, tehlikeden kaçma endişesinden başka bir şeydir. Yukarıda söylendiği gibi, tehlikeden kaçma içgüdüsü, ani bir içgüdüdür ve bilinçsiz olarak ve tehlike karşısında her hayvanda ortaya çıkar. İnsan yavrusunda da henüz beka ve gelecek düşünce ve özlemi belirmeden önce, tehlikeden kaçma içgüdüsünün varlığı gözlemlenebilir.

            Ölüm karşısında tedirginlik ise, insanın ebediyete olan özlem ve eğiliminin bir ürünüdür. Tabiatta hiçbir eğilim boş, saçma ve anlamsız değildir, şu hâlde bu eğilim de ölümden sonra insanın varlığını sür-dürdüğünün bir kanıtı olarak ele alınabilir. Yok olma düşüncesi karşı-sında acı çektiğimize ve tedirginlik duyduğumuza göre, bu acı, yok olmayacağımızın bir delilidir. Biz de çiçekler ve otlar gibi geçici olsa idik, ebedîlik arzusu, temel bir eğilim olarak bizde var olmazdı. Canlı-ların susuzluk duyması, suyun varlığına işarettir.

            (Su olmasa idi, su-suzluk diye bir şey de olmazdı.) Her temel eğilim ve yönelim, bu eği-lim ve yönelimin kendisine yönelmiş olduğu bir olgunluğun, bir ke-malin varlığına delildir. Adeta her istidat, her yönelim, bir kemâlin, bir olgunluğun anısı, ondan kalan bir imgedir ve insanı o olgunluğa, o kemale yöneltir. Ebedîlik özlemi ve bu konuda duyulan tedirginlik, in-sanı meşgul ederken, insanın yokluk kabul etmez gerçekliğinin ve ya-ratılışının bir göstergesi olduğunu da belli eder. Bu özlemin ve tedir-ginliğin insanda belirmesi, rüyaların belirmesine benzer; rüyalar da in-sanın uyanıklık âleminde gördüklerinin ve alıştıklarının ortaya çıkması, belirmesidir.


            Daha önce uyanıklık âleminde algıladığımız ve etki-lendiğimiz bir husus ortaya çıkmaktadır. İşte ebedîlik özlemi de bizim bu evrenimizle uygun düşen bir özlem değildir, bizim ebedî özümüzün bir tecellisi, bir göstergesidir. Ebedî özümüz, ebedî gerçekliğimiz, sonunda "İskender zindanının karanlığından kurtulacak ve Süleyman ülkesine kadar gidecektir." (183)



            Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
            Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

            Yorum


              Ynt: Adl-i İlahi


              Mevlevî (Mevlânâ), bu gerçeği çok güzel, çok çekici bir şekilde anlatır:

              Pîl bâyed tâ çu hosbed ûstân
              Hâb bîned Hıtta-i Hindûstân
              Her ne-bîned hîç Hindûstân be-hâb
              Her zi-Hindûstân ne-kerdest igtırab
              Zikr-i Hindûstân koned pil ez taleb
              Pes musavver gerded an zikreş be-şeb
              Fil, gece uyuduğunda, rüyasında Hindistan'ı görür.
              Eşek; Hindistan'dan gelmiş olmadığı için, Hindistan'ı hiçbir za-man rüyasında görmez.
              Fil, Hindistan'ı hatırlar, özler ve anar.
              Bu anışı, gece, rüyasında belirir. (184)


              Bu gibi imgeler, özlem ve düşünceler; hakîmlerin ve âriflerin "gur-bet" adını verdikleri veya insanın bu madde dünyasından olmadığını, bu maddî dünya ile "âdem-i tecanüs"ünü belirtirken değindikleri ger-çeğin göstergeleridir. (185)



              Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
              Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

              Yorum


                Ynt: Adl-i İlahi


                Ölüm Nisbîdir

                Ölümün bu dünya tarafındaki görünümü göz önünde tutularak ona "yokluk", "yok olma" denmektedir. Oysa ölüm bir yok oluş değil, bir hâl (durum) değiştirme, bir hâlden hâle geçiştir, "tahavvül ve tatav-vur"dur. Bir yörede "gurûb" ederken, batarken, başka bir yörede "tulu" ediş, doğuştur. Diğer bir deyişle; ölüm yokluk olarak adlandırılsa bile, mutlak yokluk değil nisbî yokluktur, bir evren düzeyinde (neşe) yok olurken başka düzeyde var olmaktır.

                İnsan için mutlak ölüm yoktur; ölüm, bir hâli, bir kılık ve görü-nümü terk ederken, başka bir hâl kazanmak demektir. Bütün diğer de-ğişimler gibi, ölümlülük (fenâ) de nisbî bir kavramdır. Topraktaki mad-deler ot kılığına bürününce bu maddeler "ölmüş", yok olmuş gibidirler; ancak burada da mutlak ölüm söz konusu değildir. Toprak; eski şekil ve özelliklerini kaybetmiş, cansızlar (cemadat) biçiminden çıkmıştır. Bir yandan ölmüş gibi görünürken, diğer bir kılık ve hâl (hâlet) ile yaşamaya başlamıştır.


                Mevlevî (Mevlânâ) güzel söylemiştir:

                Ez cemadî mordem-ô nâmî şodem
                Vez nemâ mordem be-hayvan ser zedem
                Mordem ez hayvânî-yo âdem şodem
                Pes çe tersem? Key zi morden gom şodem?
                Hamle-i dîger be-mîrem ez beşer
                Tâ ber-ârem ez melâik bâl-u per
                Vez melek hem bâyedem cesten zi-cevv
                Küllü şey'in halikun illâ vechehu
                Cansızlar âleminden öldüm, bitki hâline geldim.
                Daha sonra bitki olmaktan da ölerek çıktım ve hayvan oldum.
                Hayvanlıktan da ölerek insan oldum.
                Şu hâlde ölmekten niçin korkayım?
                Ne zaman ölmekle kayboldum ki?
                Bir kez daha hamle edeyim de insanlıktan öleyim.
                Melekler âleminde kanat açayım.
                Meleklikten de sıçrayıp çıkayım.
                "Her şey fâni, yok olup gidicidir, yalnız O'nun Zatı kalıcı-dır."




                Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
                Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

                Yorum


                  Ynt: Adl-i İlahi


                  Dünya, Canın Döl Yatağıdır

                  Bu evrenden başka bir evrene geçiş, çocuğun ana rahminden do-ğuşuna benzetilir. Bu benzetme bir yönden yetersizdir. Fakat başka bir yönden başarılı bir benzetmedir. Yetersiz yönü şuradadır: Dünya ve ahiret arasındaki fark, rahim ile rahim-dışı âlem arasındaki farklılıktan daha derin, daha töze ilişkin (cevherî) bir ayırımdır. Rahim ve rahim-dışı âlem, her ikisi de tabiat âlemindendirler, bu maddî evrene ilişkin-dirler, aralarında temel ayrılık yoktur. Oysa dünya evreni ile ahiret ev-reni arasında temel ayrılık vardır. Fakat başka bir yönden, şartların birbirinden farklılığını göstermesi yönünden ise, bu benzetme yararlı-dır. Ana rahminde olan cenin, anasından ve göbek bağı dolayısı ile beslenir. Bu evrene ayak bastığında ise artık bu yol kapanır, ağız ve hazım cihazı vasıtası ile besin alır. Cenin rahimde iken akciğerleri te-şekkül et-miştir, ancak, bu yoldan solunum başlamış değildir. Rahimden dış âleme geçtiği andan sonra akciğerlerinden yararlanmaya da başlar.

                  Hayret verici olan husus, ceninin ana rahminde olduğu sırada ak-ciğerlerinden hiç istifade etmeyişidir. Hatta solunum cihazının cenin ana rahminde iken bir an için çalışmaya başladığını varsayalım, bu du-rum onun ölümüne sebep olabilir. Bu hâl, ceninin rahimde olduğu son ana kadar devam eder. Dışarıya geldiği andan itibaren de tam aksi olur, solunum cihazı çalışmazsa çocuk ölür.

                  Böylece, rahimdeki hayat şartları ile dışarıdaki hayat şartları ara-sında farklılık olduğu, çocuğun doğumdan önce başka, doğumdan son-ra başka şartlar içinde yaşadığı görülmektedir.


                  Solunum cihazı, çocuk daha ceninlik evresinde iken oluşmakla birlikte, rahimdeki hayat için değil, sonrası içindir. Daha sonraki hayat için bir hazırlıktır. Görme, işitme, tat ve koku alma cihazları da, bütün gelişmişlik ve karmaşıklıklarına rağmen, rahim âlemi için değildir, da-ha sonraki" evren içindir.

                  Dünya da ahiret âlemine nisbetle rahim gibidir. İnsan bu dünyada, manevî hayata ilişkin cihazlarla başka bir âlem için hazırlanır. İnsanın ruhî istidatları, besâtet ve tecerrüd, (186) insan "ben"inin (ego) bölün-mezliği ve nisbî sebâtı, (187) sonsuz arzuları, geniş ve uçsuz-bucaksız düşünceleri, bütün bunlar daha geniş, daha boyutlu, ebedî bir hayatın ön hazırlıklarıdır. İnsanın bu dünyada "garîb" ve "na-mütecânis" oluşu, bu dünyadan görünmeyişinin sebebi budur. Bu sebepledir ki insan, kamışlıktan kesilen "ney"e benzetilmektedir. "Onun nağmesi, kadın-erkek insanları ağlatır; ayrılıktan paralanmış bir göğüs ister ki özlemin derdini, acısını açıklayabilsin."

                  Yine bu sebepledir ki insan, "güçlükler ve sıkıntılarla dolu" bu âlemde, bu cihandan olmayan bir padişaha, "tâir-i gülşen-i kuds"a (yü-ce gül bahçesinin kuşuna) (188) benzetilir. Dünya ise, bu yüce âlemde olan kuş için bir tuzak hükmündedir. (Dâmgeh-i hâdise)


                  Kur'ân-ı Kerim buyurur:

                  Acaba sandınız mı ki sizi boşuna yarattık ve sizler Bize dön-dürülmeyeceksiniz?

                  İnsan bütün bu cihazları, bu araç ve gereçleri, yetenekleri ile, başka bir âlem için hazırlanmış değilse, bunu söylemek; insanın, rahim âleminden sonra dünya âlemine gelmeyeceğini, ceninlerin, rahim dö-nemi sona erince yok olacaklarını iddia etmek gibidir. Bütün görme, işitme, koku alma cihazları, beyin, sinirler, akciğerler, mide, rahimde işe yaramadıklarına göre, rahim içindeki bitkisel yaşama dönemi için fazla ve gereksizdirler, boş yere yaratılmışlardır, kullanılmaksızın, ya-ratılmaksızın yok olacaklardır. İşte bu iki iddia birbirine benzer.
                  Ölüm, hayatın bir evresinin sona ermesi ve yeni bir evrenin başla-ması demektir.

                  Ölüm; dünya hayatına nisbetle ölümdür, sonraki evre için ise ölüm değil doğum demektir. Nitekim bir çocuğun dünyaya gelişi de ceninlik dönemine göre ölüm, dünyaya gelişi dolayısı ile doğumdur.




                  Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
                  Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

                  Yorum


                    Ynt: Adl-i İlahi


                    Dünya İnsanın Okuludur

                    Dünya; ahiret hayatına hazırlanmanın okulu, olgunlaşma ve hazır-lanma yeridir, üniversite gibidir.

                    Nehc'ül-Belâğa'da, kısa sözler arasında nakledilir: Bir kimse Mü-minler Emiri Ali'nin (a.s) yanına gelerek dünyayı kötülemeye koyuldu. Dünyanın insanı aldattığından, bozduğundan, hilekârlığından... ve bu-nun gibi şeylerden söz açtı. Bu kimse; büyüklerin dünyayı kınadığını işitmiş, bu kınamanın insan hayatının bu dünyadaki evresine, bu ger-çekliğe yöneldiğini sanmış idi. Dünyanın kendi özünde kötü olduğunu sanıyordu. Bilmiyordu ki kötü olan dünyaya tapış, aşırı dünya hırsıdır. İnsanın gerçek mutluluğu ile uyuşmayan kısa görüşlülüktür. O'na se-lâm olsun, Ali bu kimseye dedi ki:
                    Sen kendin dünyaya aldanıyorsun, dünya seni aldatmıyor. Dün-ya, insanın takındığı tutuma, davranış ve kavrayışa göre, doğruluk kaynağı ve âfiyet vesilesi olur. Dünya Allah dostlarının mabedi, Allah'ın meleklerinin namaz ve dua yeri, Allah'ın vahyinin iniş yeri, velilerin alış veriş makamıdır. (189)


                    Şeyh Ferîduddîn-i Attâr bu olayı şöyle anlatır:

                    An yekî der pîş-i şîr-i Dâdger
                    Zemm-i dünya kerd bisyârî meger
                    Haydereş goftâ ke dunyâ nîst bed
                    Bed toyî, zîrâ ke durî ez hıred
                    Hest dunya ber misâl-i keşt-zâr
                    Hem şeb-o hem rûz bâyed keşt-o kâr
                    Zan ke izz-o dovlet-i dîn serbeser
                    Cumle ez dünya tevân bord ey peser!
                    Tohm-i imrûzîne ferdâ ber-dehed
                    Ver ne-karî "ey dirîğa!" ber-dehed
                    Ger zi-dunya ber-nehâhî bord tû
                    Zindegî na-dîde hâhî mord tû
                    Daimen der gusse hâhî mând bâz
                    Kar, saht-o merd sost-o reh deraz


                    Bir kimse, Adil Arslan'ın (Hazret-i Ali'nin) yanına gelerek dün-yayı epeyce kötüledi. Haydar (Ali) ona dedi ki: Kötü olan sensin, çünkü akıldan uzaksın. Dünya tarla gibidir, gece gündüz çalışarak orada ekmek gerekir.


                    Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
                    Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

                    Yorum


                      Ynt: Adl-i İlahi


                      Ey oğul! Dîn'ce ululuk mevkiine ve mutluluğa ancak böyle ulaşabilir, bunları dünya hayatında elde edebilirsin. Bugün ektiğin tohum yarın filizlenir. Eğer bir şey ekmezsen, "Yazık! Keşki..."-den başka bir şey vermez. Dünyadan kazançlı, ürün almış olarak ayrılmazsan, yaşamamış olarak ölmüşsün demektir. Sürekli üzüntü hâlinde kalırsın. İş çetin! İnsan ise tembel, yol da uzun! (190)


                      Nasır-ı Husrev (191), Dünya'ya hitab ederek der ki:

                      Cihânâ! Çe der-hord-o bâyesteî
                      Eger çend bâ-kes ne-pâyesteî
                      Be-zâhir çu der dîde hes, nâhoşî
                      Be-bâtın çu do dîde bâyesteî
                      Eger beste-î râ gehî beşkenî
                      Şikeste besî nîz hem besteî
                      Çû âlûde bînedet âlûdeî
                      Ve leykin sû-yi şoşteğân şoşteî
                      Kesî ke torâ mî nikûhiş koned
                      Begûyeş henûzem ne-dânisteî
                      Zi-men rosteî tu eger be-hredî
                      Çe benkuhî an râ kez ân rosteî
                      Be-men ber, gozer dâd îzed To-râ
                      To der reh-gozer, post-i çe benşestei?
                      Zi-behr-i to îzed drahtî be-keşt
                      Ke to şahî ez bîyh-û cesteî
                      Eger kej ber-û reste-î sûhtî
                      Veger râst ber-resteî rosteî
                      Be-sûzed, belî, herkesî çûb-i kej
                      Ne-porsed ke bâdâm ya posteî
                      To tîr-i hodaî su-yi doşmeneş
                      Be-tîreş çerâ hîşten hesteî?
                      Ey dünya! Sen güzelsin, münasipsin
                      Kimseye kalıcı olmasan bile!
                      Zahirde, dış görünüşte, gözdeki çöp gibi kötüsün
                      Ancak, esasında iki göz gibi gerekli ve azizsin.
                      Bazen oluşmuş, meydana gelmiş bir şeyi kırıp bozsan bile
                      Nice kırılmışları da onarırsın.
                      Pis olan seni görürse, ona pis görünürsün.
                      Temizler katında ise temizsin.
                      Birisi seni kınarsa, ona şöyle de:
                      Sen henüz beni tanıyamamışsın.
                      Akıllı isen bilirsin ki sen bendensin
                      Kendisinden meydana geldiğin şeyi niçin kınarsın?!
                      Allah, beni, senin için bir geçiş yeri kıldı.
                      Bu geçitte sen neyin peşindesin, ona bak!
                      Allah, senin için bir ağaç dikti.
                      Sen, o gövdeden biten bir dalsın.
                      O gövde üzerinde eğrice bitersen, yandın demektir.
                      Doğruca biter-yetişirsen kurtulursun.
                      Kim olsa, elbette, eğri dalı yakar
                      Badem misin yoksa fıstık mı? diye de sormaz.
                      Sen, Allah'ın düşmanlarına karşı ok olman için yaratıldın.
                      Niçin kendini Allah'ın okuna hedef kılarsın? (192)
                      Kur'ân-ı Kerim'de şöyle buyurulur:


                      O (Allah), hanginizin daha güzel davranışlı olduğunu sına-mak için hayatı ve ölümü yaratmıştır.
                      Demek oluyor ki, kendisinde hayat ve ölüm bir arada bulunan bu dünya, insanların iyi davranışları için bir deneme yeridir.
                      Şu noktaya dikkat edilmelidir: Allah'ın deneyip sınaması, yetenek-lerin, istidat ve kabiliyetlerin ortaya çıkması içindir. Bir istidadı belir-gin kılmak; onu geliştirmek, olgunlaştırmak demektir. Bu sınama, sır-ları açığa çıkarmak için değil, sır gibi gizli, örtülü kalmış istidatlara etkinlik kazandırmak içindir.
                      İlâhî sınama, insanın sıfatlarını, niteliklerini; gizli kalmış olduğu yerden, yeti (kuvve, potansiyel) durumundan etkinlik ve gelişmişlik, olgunlaşmışlık alanına çıkarmaktadır. Allah'ın sınaması var olanı ölç-me, belirleme amacı ile olan bir sınama değil, ortaya çıkarma ve geliş-tirme amacı ile bir sınamadır.

                      Bu açıklama ile anlaşılmaktadır ki:
                      Yukarıda zikredilen ayet-i kerime de aynı gerçeği beyan eder: Dün-ya; istidatların geliştiği yer, insanlar için eğitim yeridir, bir okul, üniversite hükmündedir.




                      Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
                      Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

                      Yorum


                        Ynt: Adl-i İlahi


                        İtirazın Kökü

                        Ölümü bu şekilde yorumladığımızda, yapılan itirazların temelsiz-liği ortaya çıkmakta, apaçık anlaşılabilmektedir. Gerçekte bu itirazlar insanı ve evreni tanımamaktan, diğer bir deyişle güdük ve eksik bir dün-ya görüşünden doğar.

                        Gerçekten, ölüm hayatın sonu olsa, bu şekilde anlaşılsa, ebedîlik özlem ve eğilimini içinde duymak insana son derece acı verir ve ölüm, bilinçli insanda büyük bir korkuya, ürküntüye sebep olur.


                        Bazı insanların yaşamayı boşuna, beyhude saymaları da bundan-dır. Bir yandan ebedîlik özlemini taşır, diğer yandan da bu özlemi, ger-çekleşmesi mümkün olmayan bir arzunun ürünü sayarlar. Bu insanlarda ebedîlik özlem ve eğilimi olmasa idi, hayatı boş ve beyhude say-mazlardı; sonu yokluk olsa bile hayatı hiç değilse geçici bir mutluluk, çarçabuk geçip giden bir ululuk ve mutluluk dönemi (devlet-i müsta'-cil) (193) sayarlardı. Yokluğun böylesine bir varlıktan daha iyi, yeğ ol-duğunu asla düşünmezlerdi. Ardından yokluk gelen kısa varlık döne-mini, sırf ardınca yokluk geliyor diye tümüyle yokluktan daha kötü say-maları, ebedîlik özlemi olmasa idi nasıl mümkün olabilirdi ki?

                        Görüyoruz ki, içimizde bir ebedîlik özlemi var ve bu ebedîlik istek ve özlemi, ebedîlik tasavvuruna (imgesine) bağlıdır. Ebedîlik ta-savvurunun varlığı, bu tasavvurun güzelliği ve çekiciliği; bizde, ebedî-lik, kalıcılık özlemini, sürekli olarak hayat bağışından yararlanma öz-lemini uyandırır.
                        Materyalist düşüncenin etkisi ile, bütün bu arzuların, özlemlerin boşuna olduğu, kalıcılık diye bir şey olmadığı düşüncesine kapılırsak, tedirgin olmamız ve ıstırap çekmemiz de yerindedir, olağandır. Bu du-rumda elbette büyük bir acı çeker ve ürküntü duyarız. Şu hâlde varlı-ğın anlamsız ve boşuna olduğu düşüncesi, insanın özünden gelen, bir eğilim ile, sonradan kendisine telkîn edilen bir düşünce arasındaki uy-gunsuzluktan, çatışmadan doğmaktadır. İçimizde ebedîlik özlemi tabiî bir eğilim şeklinde var olmasa idi veya daha sonra yanlış materyalist düşüncelerin etkisi altında kalmasa idik, hayatı anlamsız ve boşuna saymamız da mümkün olmazdı, bizde böyle bir tasavvur doğmazdı.


                        İnsanın gerçek ve öz yapısında ebedîlik arzusu, insanın yeteneklerinin yönelebileceği kemale (olgunluğa) erişmek için bir araçtır. Bu insanın yapısı ve ondaki yetenekler, kısa bir ömürle sınırlı dünya yaşayışının boyutlarını aşar, bu hayat için fazla gelir. Böyle olunca da, insan ömrü dünya hayatı ile sınırlı düşünülürse, bütün bu yetenekler, istidatlar var olma anlamlarını yitirir, boşuna olurlar. İnançsız insan, bir yandan varlığının öz yapısından gelen kalıcılık özlemi ile, sonradan etkilendiği ve benimsediği düşünce arasında uyum sağlayamaz ve diliyle şöyle söyler: Varlığın, var olmanın sonu; yokluktur, yok olmadır. Bütün yol-lar "fenâ"ya, ölümlülüğe ve ölüme çıkmakta, ölümle sonuçlanmaktadır. Şu hâlde hayat anlamsızdır, boşunadır.

                        Dili bunu söylerken, öz yapısındaki yeteneklerden gelen hâl dili ile de şunu söyler: Hayır, yokluk söz konusu değil! Önümde sonsuz bir yol uzanmakta. Hayatım sınırlı olsa idi, ebedîliğe özgü yeteneklerle ve ebedîlik özlemi ile yaratılmazdım.

                        Bu sebeple, önceden de söylediğimiz gibi, Kur'ân-ı Kerim, Kıya-meti reddetme düşüncesini, yaratılışı boşuna ve anlamsız saymakla eş değerde tutar:




                        Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
                        Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

                        Yorum


                          Ynt: Adl-i İlahi



                          Acaba sandınız mı ki sizleri boşuna yarattık ve sizler bize dön-dürülmeyeceksiniz?
                          Dünyayı bir "okul" ve "olgunlaşma ve eğitim yeri" olarak gören, hayata ve ahiret hayatına inancı olan kimse ise, dünyaya gelmememiz, yahut geldik mi ölmememiz gerekirdi" gibi itirazları diline almaz. Çün-kü "çocukları okula göndermemek veya bir kez gönderdi mi okuldan artık çıkarmamak gerekir" demeye benzer ve akıllıca bir söz değildir.


                          Baba Efdal-i Kaşânî, (194) Hace Nasîruddîn-i Tüsî'nin (195) üstadı veya üstadının üstadı olan o bilgin kişi, çok değerli bir rubaîde ölümün felsefesini açıklamıştır.

                          Bu rubaî, Hayyam'a cevap olarak alınabilir ve belki de Hayyam'ın ünlü bir rubaîsine cevap olarak söylenmiştir. Hayyam'a nisbet edilen rubaî şöyledir:


                          Terkîb-i piyâleî ke der hem peyvest
                          Beşkesten-i ân revâ ne mî-dâred mest
                          Çendîn kad-i serv-i nâzenin-o ser-u dest
                          Ez behr-i çe sâht-o vez berâyi çe şikest?
                          Yoğruldu kadeh bir nice yoldan gelerek
                          Sarhoş bile kırmaz onu artık bilerek
                          Gel gör bu güzel bedenlerin hâli yaman
                          Yoğrulma-dağılmalar niçin olsa gerek?


                          Baba Efdal şöyle diyor:

                          Tâ govher-i cân der sadef-i ten peyvest
                          Ez âb-i hayât sûret-i âdem best
                          Govher çu tamâm şod, sadef çûn beşkest
                          Ber tarf-i kuleh-kûşe-i sultan benşest
                          Cân incisine yer oldu da ten sedefi
                          İnsana vücut verme idi ilk hedefi,
                          Olgunlaşan inci şâha takdim edilir
                          Maksat da budur açıp kırarken sedefi.


                          Bu rubaîde insanın cismi, değerli insan ruhunu bağrında barındıran bir sedefe benzetilmiştir. Ruh olgunlaşınca bu sedefin kırılması zorunludur, böylece bu değerli mücevher eski yerinden, Sultan'ın tacı-na ulaşacak, yükselecektir. Ölümün felsefesi de budur. Ruh, tabiat zin-danından çıkarak yüce cennet ferahlığına erişecek ve kendisine yakın-laşmakla her olgunluğa erişilebilecek olan "güçlü hükümdar katında, yüce Allah katında yer bulacaktır".

                          "İnnâ lillâhi ve innâ ileyhi raci'ûn (Şüphesiz Allah'a aitiz ve ona dönücüleriz)" ayet-i kerimesinin de anlamı budur.
                          Mevlevî (Mevlânâ) "Niçin ölürüz?" sorusunu ve cevabını, Mesnevî kıssalarından birisinde tatlı bir şekilde nakleder:



                          Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
                          Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

                          Yorum


                            Ynt: Adl-i İlahi


                            Goft Musa ey Hudâvend-i Hesâb / Nakş kerdî bâz çun kerdî harâb?
                            Ner-o mâde nakş kerdî can-fezâ / V'angehî vîran konî an-râ çera?
                            Goft Hakk: -Dânem ke in porsiş torâ / Nîst ez inkâr-o gaflet vez hevâ
                            Ver-ne, te'dîb-o itâbet kerdemî / Behr-i in porsiş torâ azurdemî
                            Liyk mî-hânî ke der ef'al-i mâ / Baz cûyî hikmet-o sırr-ı kazâ
                            Tâ ez an vâkıf konî mer âm-râ / Pohte gerdânî bedîn her hâm-râ
                            Pes be-fermüdeş Hodâ ey Zû-lübâb / Çun be porsîdî biyâ bişnov cevâb
                            Mûsiyâ! Tohmî bekâr ender zemîn / Tâ to hod hem vâ-dehi insaf-ı în
                            Çûn ke Müsâ keşt-o keşteş şod tamâm / Hûşehâyeş yâft hûbî-yo nizâm
                            Dâs begrit-o mer anhârâ borîd / Pes nidâ ez gayb der gûşeş resîd
                            Ke çerâ keştî konî-yo perverî / Çun kemalî yâft an ra mî-borî?
                            Goft Yâ Rab! Z'an konem vîran-o pest / Ke der înca dane hest-o kâh hest
                            Dâne lâyık nîst der enbâr-i kah / Kah der enbâr-i gendom hem tebah
                            Nîst hikmet in do-râ amîhten / Fark vâcib mî-koned der bîhten
                            Goft: - İn dâniş zi ke âmûhtî? / Nûr-i in şem' ez kocâ efrûhtî?
                            Goft: -Temyîzem to dâdî ey Hodâ / Goft: Pes temyîz çûn nebved merâ?
                            Der halâyık rûh-hâ-i pak hest / Ruh-hâ-i tîre-i gil-nâk hest
                            İn sedefhâ nîst der yek mertebe / Der yekî durrest-o der dîger şebe
                            Vâcib-est izhar-i în nîk-u tebah / Hem-çunân k'izhâr-i gendom-hâ zi-kah.


                            Musa (a.s) Allah'a hitaben dedi ki: Ey hesap sahibi, her işi bir hikmete dayanan Rabbim! Bir şeyi biçime soktuktan sonra bozmanın hikmeti nedir? Ne güzel erkek ve dişiler yarattın. Sonra da onları öl-dürürsün. Bunun sebebi ne olabilir?

                            Allah, Musa'ya buyurdu ki: Bu sorunun gafletten, inkârdan veya havaîlikten ileri gelmediğini biliyorum. Yoksa seni bu soru dolayısı ile uyarır, azarlar, cezalandırırdım. Fakat sen, Bizim işlerimizin hikmetini, kazâ sırrını öğrenmek için soruyorsun; öğrendikten sonra, başkalarına öğretmek, onları da bu hikmete erdirmek istemektesin.


                            Ey akıllı kişi, madem ki sordun, cevabını işit! Toprağa buğday ek de bu işte insafın gerektirdiğini kendin gör.

                            Bunun üzerine Musa ekin ekti, başaklar büyüdü, olgunlaştı. Musa, orak alarak başakları biçti. Bu sırada gaybden bir nida kulağına erişti: Ekip yetiştirdikten sonra niçin biçersin ki?

                            Musa dedi ki: Rabbim! Tarlayı biçerek bozmamın sebebi şudur: Burada tahıl da var, saman da. Tahılı saman ambarına koymak yaraşmaz. Samanı tahıla karıştırmak da yazık olur.


                            İkisini karıştırmak hikmet değildir. Ekin işlerinde ikisini ayırmak gereklidir.
                            Allah buyurdu: Bu bilgiyi nereden öğrendin? Bu mumun ışığını nereden yaktın?
                            Dedi ki: Bu ayırım gücünü bana sen verdin Rabbim!

                            Allah da buyurdu ki: Şu hâlde bende niçin temyiz, ayırım gücü olmasın? Mahlûklarda, insanlarda temiz ruhlu olan da var, bulanık, kara ruhlu olan da.
                            Bu sedeflerin hepsi aynı değil. Kiminde inci var, kiminde taş. İyiyi ve bozuğu birbirinden ayırmak gerek, buğdayın samandan ayrıldığı gibi.



                            Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
                            Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

                            Yorum


                              Ynt: Adl-i İlahi


                              Ölüm; Hayatın Yayılışı ve Uzantısıdır

                              Ölüm olayından söz ederken şu hususa da dikkat etmek gerekir: Ölüm ve hayat olayları (görüngü, fenomen) varlık evreninde, birbirini izleyen bir düzen oluştururlar. Bir topluluğun ölümü, başka bir toplu-luk için yaşama ortamını hazırlar. Ölen vahşî hayvanların bedenleri, başka canlılara, otlara ve küçük canlılara gıda olur. Bir istiridye kabuğu kırılır, parlak bir inci çıkar, derken o kabuktan, o sadeften yeni bir sedef teşekkül edebilir, onun da içinde yine bir inci oluşur. Zaman bo-yunca sayısız kez bu olaylar birbirini izler ve böylece hayat feyzi za-man boyunca uzanır ve sürer. Bin yıl önce yaşamış olan insanlar bugün de hayatta olsa ölmese idiler, bugünün insanlarına yaşama sırası gelmezdi. Yine bunun gibi, bugünkü insanlar yerlerini boşaltmaz iseler, gelecek nesillere varlık imkânı doğmaz. Geçen yılın çiçekleri dökülüp gitmese idiler, bu yılın taze çiçekleri kendilerini gösterme ve açılıp dökülme imkânını elde edemezlerdi. Maddenin, hayat tezahürüne yer (mekân) olma bakımından kapsama yeteneği sınırlıdır. Buna karşılık, zaman açısından sonsuzdur. Şu husus dikkat çekicidir: Evrenin maddesi, uzay bakımından çok geniş boyutlardadır; ancak, zaman açısından da genişliği vardır ve varlığın bu boyuttaki yayılma ve uza-ması da benzersizdir.

                              Hayyam, kendisi de ölümü eleştirenlerden olduğu hâlde (ki kanaatimce bu fikir Hayyam'ın kendi fikri olmayıp sonradan ona isnat edilmiştir) bir noktayı hatırlatmaktadır ki, aslında ona isnat edilen itirazlara bir cevaptır:

                              Ez renc keşîden; âdemî hür gerded
                              Katre çû keşed habs-i sadef, der gerded.
                              Zahmet çekerek sonunda özgür olunur
                              İnci; sedefin tutsağı bir damla sudur. (196)
                              Yine o, söyşe der:
                              Ger mâl nemând ser be-mânâd be-cây
                              Peymâne çû şod tohî, diger por gerded.
                              Mal gitse dahî üzülme, sağlık olsun
                              Ancak boşalan kadeh yine doldurulur.
                              Demek ki, kadehin boşalmasından endişe etmemelidir. Kadeh tekrar doldurulacaktır.


                              Yine Hayyam der ki:

                              Ber-hîz-o me-hor, gam-i cihân-i gozerân
                              Benşîn-o demî be-şâdmânî gozerân
                              Der tab'-ı cihân eger vefaî budî
                              Novbet be-tu hod niyâmedî ez digerân.
                              Fanî dünya! Çekmeye değmez elemi
                              Gel hoşça geçirmekle sevin sen bu demi
                              Dünyada vefa olsa, gelir miydi sana
                              Göçmüşlerden sonra, ikamet döne mi?




                              Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
                              Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

                              Yorum


                                Ynt: Adl-i İlahi


                                Hayyam, gidenlerin gelenlere yer sağlamasında dünyanın vefasız-lığını görmektedir. Evet, sadece bugün yaşama nöbeti olanları düşü-nürsek, onların gidiciliğini dünyanın vefasızlığına bağlayabilir, böyle adlandırabiliriz. Ne var ki gelmesi ve yaşaması gerekenleri de düşü-nürsek, daha önce vefasızlık dediğimiz şeyin adı değişir, insaf, adalet ve sıraya saygı adını alır.


                                Burada şu itirazın ileri sürülmesi mümkündür: "Allah'ın kudreti sonsuz olduğuna göre, herkese dünyada yer olmasına ne engel alabilir ki?" Bunlar, bu itirazı ileri sürenler bilmezler ki, varlık imkânına sahip olan her şey Rabb tarafından, O'nun feyzi ile var olmuştur ve olmak-tadır. Var olmayan şey, varolma imkânına (imkân-i vücud) sahip ol-mayan şeydir. Başka bir yer, elverişli başka bir çevrenin varlığı varsa-yılsa ve başka insanların varlığı için de uygun bir ortam düşünülse bile, yine bu insanların sürekli yaşamalarının, başkalarının Yeryüzü'ne gelmesini ve yaşamasını önlediği sorunu insanı meşgul edecek idi.


                                Bu husus, "Ölüm nisbîdir" başlığı altında verdiğimiz cevabın ta-mamlayıcısıdır. Her iki noktadan vardığımız sonuç şu olmaktadır: Ev-ren maddesi, kendi tabiî süreci ve cevherî hareketi (197) içinde mücer-red ruhların değerli cevherlerini oluşturmakta, meydana getirmektedir. (198) Sonunda mücerred ruh; maddeyi bırakmakta, daha güçlü, daha yüce bir yaşayışı sürdürmektedir. Onun terk ettiği madde de yeni bir cevherin oluşmasına sahne olmaktadır. Bu düzende tekâmülden ve ha-yatın yayılıp uzamasından başka bir şey yoktur ve bu genişleyip ya-yılma, aktarma ve geçmelerle (nakil ve intikal) meydana gelmektedir.


                                Ölümü, testi yapıp da kıran testici benzetmesi ile eleştirme ve ya-ratılış düzenini çekip çevirenin testiciden ders almasını isteme, o kadar çocukça bir görüştür ki bahse değmez. Bunlar, şairane sanatların ve sanatkârca hayallerin kullanılmasından başka bir şey değildir. Büyük bir ihtimal ile, Hayyam'a isnat edilen şiirleri söyleyen kişi de sadece bu amacı gütmüş veya dar görüşlü bir materyalist düşüncenin etkisinde kalmıştır. Ne var ki: "Uykuya daldığınız gibi ölürsünüz ve uyandığınız gibi de dirilirsiniz" (Hadîs-i Nebevî) diyen birinin felsefesinde, bütün müşküller çözülmüş demektir. Bu felsefeyi benimseyen kişi ölümden korkmamakla kalmaz, üstelik -ona selâm olsun- Ali gibi ölüme özlem duyar, ölümü kurtuluş sayar. (199)

                                Mir Dâmâd (200), o büyük ilâhî feylesof (201) şöyle der:
                                Ölümün acılığından korkma! Onun acılığı senin korkun yüzündendir.
                                Işrakî-ilâhî feylesof, İslâm düşünürü Suhreverdî (202) der ki:
                                Biz, kendi iradesi ile bedeni hal' edemedikçe, boşlayabilme-dikçe, bir kimseye hakîm demeyiz.


                                Mir Dâmâd bunu da yeterli bulmaz ve şöyle der:

                                Bir kimse için bedeninden kurtulma (hal'i beden) olağan ve sâde bir iş hâline gelmiş olmadıkça, biz onu hakîm bilmeyiz.
                                İşte cismin, maddenin bağrında oluşan bu değerli can mücevheri-nin değerini bilenler böyle düşünürler. Buna karşılık dar görüşlü ve yetersiz bir materyalist dünya görüşünün tuzağına düşenler, ölüm kar-şısında acı çeker, tedirginlik duyarlar, çünkü ölümü yok olmaya eş bi-lirler. Bedeni; kişilik ve mahiyetlerine eş bildikleri için, bedenin bozu-lup dağılması onlara acı verir. Ölüm korkusu yüzünden kötümser olur-lar. Bu kişiler, evrene getirdikleri yorumu gözden geçirmeli, düzelt-melidirler. Bilmelidirler ki, eleştirileri; kendi yanlış tasavvurlarından ileri gelmektedir.




                                Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
                                Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

                                Yorum

                                YUKARI ÇIK
                                Çalışıyor...
                                X