Duyuru

Daraltma
Henüz duyuru yok.

Adl-i İlahi

Daraltma
X
 
  • Filtre
  • Zaman
  • Göster
Hepsini Temizle
yeni gönderiler

    Ynt: Adl-i İlahi



    Diyelim ki, siz bir konuyu bir öğrencinize anlatıyorsunuz. Sonra bir daha, üçüncü ve dördüncü kez açıklıyorsunuz. Her defasında artıksız-eksiksiz anlatmış oldunuz. Sizin yönünüzden, dört kez tekrarlanan açıklamalarınızın arasında fark yoktur, aynı içeriktedir. Ne var ki bu dört açıklamanın her birinin bir sıfatı vardır, birincisi birinci, diğeri ikinci, diğeri de dördüncüdür. Siz her defasında iki iş mi gördünüz? Birincisinde konuyu anlattınız da, ikincisinde bu açıklamalara birinci-lik, ikincilik, üçüncülük ve dördüncülük mü verdiniz? Yoksa bu sıfat-lar bir dizi itibarî, görece ve soyutlama ürünü (intizaî) sıfatlar mıdır? Dört açıklamanın birbiri ile karşılaştırılması sonucunda mı elde edil-mişlerdir? İkinci şıkkın doğru olduğu açıktır.

    Soyutlama ürünü olan ve itibarî bulunan bu sıfatlar, aynı zamanda, dış gerçekliği olan bağlı bu-lundukları şeylerin ayrılmaz gereği olmuşlardır.
    Bununla beraber, bu şeyler hakkında "bağımsız eşya" olarak söz edilemez. "Yaratıcı, bu izafî (görece) varlıkları, bu itibarî varlıkları ni-çin yarattı?" diye sorulamaz. Çünkü bu varlıkların dış gerçekliği yok-tur, şu hâlde onların yaratılışı da söz konusu olmaz, ikinci olarak, bu itibarî ve soyutlama ürünü olan varlıklar, dış gerçekliği olan başka varlıkların gereklerindendir, onlardan bağımsız olarak konu olmazlar. Ancak bağımlı olarak ve şu şekilde ele alınabilirler: Tartışma konusu olan bu şeylerin; kendilerinin ayrılmaz, fakat itibarî ve soyutlama ürü-nü gerekleri oldukları şeyler niçin yaratılmışlardır? Bu konu, gelecek bölümde ele alınacak ve cevaplandırılacaktır.

    Bu noktaya da değinelim: Birinci, ikinci, üçüncü olmanın itibarî ve soyutlama ürünü olduklarını söyledik. Şu hâlde, halk ve icat konusu olmaz, yaratılmazlar. Ancak, bu husus, takdim ve te'hir (önceye al-mak ve sonraya bırakmak) konusu ile karıştırılmamalıdır. İnsan veya diğer bir deyişle seçim yeteneği olan şuurlu bir fail (fail-i muhtar), bir şeyi diğerinden önceye alabilir. Bu ayrı bir konudur ve bu konu üzerinde de konuşmamız gerekir. Yukarıda verilen örneklere dikkat edilirse, bu husus da anlaşılır.


    Herhâlde; itibarî hususların illete, "sebeb"e isnat ve izafe edilme-leri; mecazî ve "bi'l-araz" olur. (Töze, Zat'a bağlı olarak değil). Bu se-bepledir ki hakîmler: "Şerler, bizzat yaratılış konusu olmazlar, şer olarak bizzat yaratılış sonucu (ma'lûl) ve yaratılmış (mec'ûl) değildirler" demektedirler. Onların mahlûk veya malûl olmaları "bi'l-araz"dır. Daha önce verdiğimiz örnekte olduğu gibi, "güneş, gölgenin sebebidir" dememize benzer. Elbette güneş olmasa gölge de olmazdı. Ancak, güneşin gölgeye sebep oluşu ile ışığa sebep oluşu birbirinden farklıdır. Güneş ışığın gerçek kökenidir, ancak; gölgeyi meydana getirişi aynı anlamda değildir.

    Gölge; gerçekten meydana getirilebilecek bir şey değildir. Gölge; nûrun, ışığın sınırlanışından meydana gelir, ışığın sınırlanışından, engellenişinden başka anlamı yoktur. Şerler de ister birinci, ister ikinci türden olsunlar, bu kabildendirler. Şerler; "itibarî ve ademî"dirler. Körlük, bağımsız bir gerçeklik değildir ki, gözleri görmeyen insanı bir yaratıcı; körlüğü ise başka bir yaratıcı yaratmıştır diyelim. Körlük, bir eksiklik, bir yokluktur, her şer de böyledir. Yokluğun, boşluğun yaratıcısı olmaz.




    Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
    Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

    Yorum


      Ynt: Adl-i İlahi


      Adl İlkesi Açısından Şerler

      Böylece, ikici görüş dolayısı ile ortaya çıkan "varlıkta iki köken ve iki tür" şüphesi ortadan kalkmış oldu. Varlığın iki tür olmadığı, şu hâlde iki yaratıcının gerekli bulunmadığı da ortaya çıkmış oldu.

      Ancak, yine daha önce söylediğimiz gibi, şerlerin "ademî" oldu-ğunu, dış gerçekliğe değil yokluk ve boşluğa ilişkin olduklarını ispat etmekle, adl-i ilâhî açısından ortaya çıkan sorunu da çözmüş değiliz. Sadece ilk aşamaya varmış olduk. Varlığın iki türe ayrılmadığını be-lirtmiş olduk. Var olan şeyler, "hayır" ve "şer" olarak ve varoluşları a-çısından ikiye ayrılmazlar. Aksine, varlık, varoluşu dolayısı ile hayır, yokluk ise yokluğu dolayısı ile şerdir. Varlıklar, yoklukla birlikte bu-lunduğu veya yoklukların kökeni oldukları için ve bu ölçüde kötü ola-bilirler. Şu hâlde varlığın kendisinde ikilik hüküm sürmekte değildir, ikici düşünceye yer yoktur. Yokluk; yokluktur, şu hâlde yaratıcıya ge-rek göstermez, böyle olunca da ikici görüşe temel ve gerekçe olamaz.

      Adl-i ilâhî açısından ise; "şerler" konusu başka bir görünümdedir. Bu açıdan; ikilik sorunu tartışılmaz. Tartışma konusu olan husus şudur: İster varlıkta ikilik olsun, ister olmasın, niçin eksiklik, kusur, ölümlülük ve silinip gidicilik, yokluk gibi şeyler varlık düzeninde yer alabilmekte-dir? Niçin şu insan kör, diğeri sağır, üçüncüsünün bedenî eksikliği vardır? Bu özelliklerin "ademî" oluşları, adl-i ilâhî açısından müşkülümüzü gidermeye yeterli değildir. Çünkü, şu soru yine sorulur: Bu boşluğun, bu yokluğun yerini, niçin varlık almış değildir? Bu ek-siklik, bir tür "men'-i feyz", feyzin engellenmesi demek değil midir? "Men'i feyz", bir tür adaletsizlik sayılmaz mı? Evrende, bu dünyanın huzursuzlukları, zahmetleri diye adlandırdığımız boşluklar bulundu-ğuna göre, adl-i ilâhî, bu boşlukların doldurulmasını gerektirir.

      Bir dizi, varlığa ilişkin şeyler (umûr-i vücudî) de vardır ki, bilgi-sizlik, aciz ve yoksulluk gibi şeylerden doğmaktadır ve kendileri de bir dizi kusur ve eksikliğe, ölümlülük ve yokluğa sebep olurlar. Hasta-lıklar, tufanlar, yangınlar, depremler bu kabildendir. Adl-i ilâhî, bunla-rın da, sonuçlarının da olmamasını gerektirir.


      Bu açıdan konuyu ele aldığımızda iki alt konuyu incelememiz ge-rekecektir:

      Acaba bu noksanlıklar, eksiklikler; evren olaylarından ayrılabilir mi? Bu ayırma mümkün müdür, yoksa imkânsız mı? Bunların yokluğu, evrenin yokluğu mu demek olacaktır?

      İkinci husus da şudur: Bu eksiklikler, "salt kötü" müdür? "Şerr-i mahz" mıdır? Yoksa onlarda "hayır" da mı mündemiçtir? Şerr-i mahz değil midir? Bunlarda yararlar da mı vardır? Bunlar olmazsa, evren düzeni (nizâm-ı âlem) bozulur da bazı hayırların varlığı mı engellenmiş olur?
      Kötülükler (şürûr) konusunun bundan sonra ele alacağımız ikinci ve üçüncü konusu bunlardır. İkinci konu, şimdiye kadar ele aldığımız birinci soru incelenirken aydınlanmış oldu ve ileride daha fazla aydın-lanacaktır. Üçüncü konu ise, üzerinde daha fazla durmamız gereken, şimdiye kadar incelediğimiz bir konudur ki, kitabın gelecek dördüncü bölümünde ele alınmaktadır.



      Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
      Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

      Yorum


        Ynt: Adl-i İlahi


        AÇIKLAMALAR - DİPNOTLAR

        (125) Mesnevî, IV. cilt, Gölpınarlı çevirisinde 65 ve 68. beyitler.

        (126) Hayyam için, yukarıda N. 81'e bakınız. Manzum çevirdiği-miz rubaide "rind" terimi yerine azade kayıtlardan,
        ön yargılardan, bağımlılıklardan kurtulmuş hür insan" deyimi kullanılmıştır.



        Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
        Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

        Yorum


          Ynt: Adl-i İlahi


          Beşinci Bölüm

          ŞERLERİN YARARLARI


          – Genel ve Tüm Düzen (Nizam-ı Küll)
          – Çirkinlik, Güzelliğin Belirmesinin Aracıdır
          – Toplum mu, Birey mi?
          – Kapsama Yeteneği Farklılıkları
          – Musibetler, Mutlulukların Anasıdır
          – Evliya İçin Belâ
          – Belâların Eğitici Etkisi
          – Kazaya Rıza
          – Belâ da, Nimet de Nisbîdir
          – Karşıtlar Topluluğu
          – Tezadın Felsefî Temeli




          Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
          Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

          Yorum


            Ynt: Adl-i İlahi


            ŞERLERİN YARARLARI

            [İki Yönden Konuyu Ele Alma Gereği]

            Önceki konumuz "şerler" hakkında bir felsefî konu ve bir aklî tahlil idi. Bu bölümde ise sorunu başka bir bakış açısından ele alacağız.
            Çoğunlukla, evrendeki şerlere eleştirici gözle bakanlar, şer dedik-leri bu şeyler olmasa idi, evrenin nasıl bir şekle gireceğini düşünmezler. Onlar, sadece yüzeyden bir bakış açısı ile, "Evren sadece zevk ve lezzetten ibaret olsa idi keşke! Keşke herkes dilediğini elde edebilse idi ve hiç zahmet ve eziyet olmasa idi!" derler. Nitekim bu rubaî de yine Hayyam'a (126) mensuptur:


            Ger ber-felekem dest bodî çûn Yezdân
            Ber- dâştemî men in felek-râ zi-miyân
            Ez-nov feleki çenân hemî sâhtemî
            K'âzâde be-kâm-i dil residî âsân
            Rabbim bana verseydi bir eşsiz kudret
            İlkin feleği kaldıracaktım elbet.
            Ardınca kurardım yerine başka düzen
            Alsın diye rindler yaşamaktan lezzet.


            Düşünelim: Bugünkü evren düzeni yerine bu şairin dilediği gibi daha iyisini kurmak nasıl mümkün olabilir? Yeni bir evren kurmak için işe başladığımızda, "Feleğin çatısını söktüğümüzde ve yeni bir evren tasarladığımızda" (127) kesinlikle sınırlı ve çocukça düşüncelerden, bir bireyin sınırlı yaşayışına uygun düşüncelerden vazgeçerek daha geniş ve büyük bir tasarıma kalkışmak gerekecektir. Bu mühendisliğin pek kolay bir iş olduğunu sanmayalım.

            Herhâlde, en iyi davranış önce mevcut durumu incelemek ve daha iyi tanımak olacaktır. Ancak bundan sonra "daha iyisi"nin tasarlanması için kafa yorabiliriz. Belki de ciddî bir inceleme sonucunda bugünkü durumu beğeneceğiz. (128) Bugünkü durumu iyi incelemek ve de-ğerlendirmek için de belâ ve musibet diye nitelenen görüngüleri, olgu-ları, iki yönden incelememiz gerekecektir.


            1) Birincisi şudur: Şerlerin, evrenin tüm düzeni içinde nasıl bir konumu vardır?
            2) Şerlerin değerlendirilmesi, kendileri açısından nedir? Şerler nasıl takdir edilmeli, haklarında hüküm verilmelidir?


            İlk soru açısından konumuz şudur: Evrenin tüm düzeni içinde şer-leri ortadan kaldırmamız mümkün müdür? Diğer bir deyişle, şerler ol-maksızın evrenin varlığı mümkün olabilir mi? Yoksa ilk bakışta var-dığımız kanaatin aksine evrenden şerleri kaldırmak ve şersiz bir evren kurmak imkânsız mıdır? Musibetlerin var olmaması, evrenin var ol-mamasına mı eşittir? Yine diğer bir deyişle: Evrenin şerleri ile hayırları birbirinden ayrılmaz şekilde birlikte midirler?

            İkinci soruyu cevaplandırırken ele alacağımız konu şudur: Musibet dediğimiz olayların sadece zararları mı vardır? Özel bir deyişle, musibetler sadece olumsuz değere mi sahiptirler? Yoksa yararları ve olumlu etkileri de mi vardır? Böyledir de olumsuz etkileri olumlu ve yararlı etkileri yanında çok önemsiz mi kalmaktadır?



            Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
            Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

            Yorum


              Ynt: Adl-i İlahi


              Ayırma İlkesi

              Daha önce ayırımlar ve ayrıcalıklar konusunu ve "şerrin nisbî olu-şu" konusunu incelerken söylediğimiz gibi, şu husus önemli bir ölçüde aydınlanmış oldu: Şerlerin hayırlardan ayrılması mümkün değildir: Şerler; eksiklikler ve yokluklar kabilindendir. Diğer deyişle bilgisizlik (cehl), güçsüzlük (acz), yoksulluk (fakr) gibi, evren düzeninde rastla-dığımız şerler; boşluklar demektir. Bunlar, yaratılış ve düzüp-koşma, evreni oluşturma düzeni (nizam-ı tekvîn) ile bağlantısı olduğu ölçüde, kapsama yeteneği bulunmayışı ve imkânların eksikliği türündendir. Demek oluyor ki, yaratış düzeninde her varlık için eksikliğin ve kusu-run hangi derecesi söz konusu ise; ilgilinin yetenek eksikliği dolayısı iledir, yoksa yaratıcının, bazılarından feyzini esirgemesi (imsâk-i feyz) dolayısı ile değildir. Böyle olsa idi, zulümden veya iltimas ve ayrıca-lıktan söz edilebilirdi.

              Kapsama yeteneği ve imkân noksanlığı dolayısı ile meydana gelmiş olmayanlar; insanın sorumluluk, seçme yeteneği ve iradesi alanında meydana gelenlerdir. İnsan, seçme yeteneğine sahip (muhtâr), hür ve kendisini ve toplumunu biçimleyip düzenleme ve kurmaktan sorumlu bir varlık olarak, kendisini meydana getirmeli, toplumunu kurmalı, boşlukları doldurmalıdır. İnsanın "Allah'ın halîfesi" oluşunun bir yönü de budur. İnsanın böyle yaratılmış ve böy-lesine bir sorumluluk yüklenmiş olması, en güzel evren plânının bir parçasıdır. Ancak, "vücudî" olan, dış gerçekliği bulunan şerler; kendi "fî-nef-sihi" varlıklarında, kendi varoluşlarında "hayır" demek olurlar; ancak "li-gayrihi", başkaları için varlıklarında şer olurlar. Bunların şer yönü nisbî ve izafî olduğuna ve bu yön onların gerçek varlıklarının da ayrıl-maz gereklerinden olduğuna göre, bu şer yönü; hayır yönünden ayrılması mümkün değildir.

              Burada gerekli olan, üzerinde durulması gereken şey, ekleyelim ki başka bir konudur: Bu da evrenin cüzlerinin (parçalarının) birbirine bağlılığı ve bir bütün teşkil edişidir. Evren, bölünmez bir bütündür.

              Felsefî ve ilmî dünya görüşlerinde önemli konulardan birisi şudur: Evren, parçaları (cüzleri) arasındaki bağlantı açısından nasıldır? Bir dizi dağınık ve bağlantısız şeyler mi bir araya toplanmıştır? Evrenin bir kısmı olmasa idi veya evrende var olan varlıkların bir bölümünün yok olduğunu farz etmemiz hâlinde, diğer bölümdeki cüzler için bu mümkün müdür? Yoksa bütün parçalar (cüzler) arasında bir tür ba-ğımlılık ve karşılıklı bağlantı mı vardır?
              "Felsefe Usulü ve Realizm Yöntemi"nin beşinci cildinde bu ko-nuyu ele almış idik. Burada şu kadarını söylüyoruz: Felsefe tarihinin en eski dönemlerinden beri bu konu ilgileri çeken bir konu olmuştur. Aristoteles (129); evrenin eksiksiz ve düzenli bütünlüğü görüşüne ta-raftardır. İslâm Âlemi'nde de bu görüş devamlı benimsenmiş, doğru-lanmıştır. Safevîler döneminin tanınmış ârif ve hakîmi Mir Fenderes-kî, (130) şiir dili ile şöyle söyler:


              Hakk cân-i cihân-est o cihân hem-çu beden
              Esnâf-i Melâik çu kuvâ-i in ten
              Eflâk-o anâsır-o mevâlîd; a'zâ
              Tevhid hemîn-est o digerhâ heme fen.
              Cenab-ı Hak; kâinatın canı hükmündedir. Kâinat ise beden gibidir.
              Melekler, bu bedenin güçleri gibidir.
              Gökler, unsurlar, mevâlîd (cansızlar, bitkiler, hayvanlar), bedenin uzuvları gibidir.
              İşte tevhid inancı budur, gerisi kuru bilgi!


              Ünlü Alman feylesofu Hegel de felsefe sistemi içinde bu ilkeyi ele almış, ilgilenmiştir. Hegel Mantık ve Felsefesi'nin zorlu etkisi altında kalan Marx ve Engels'in (131) "Diyalektik Materyalizm"i de bu ilkeyi karşılıklı etki ilkesi" adı altında benimsemiştir.
              Burada bu konuya ayrıntıları ile giremeyeceğiz. Tabiatıyla, evrenin cüzleri arasındaki düzenli ve karşılıklı bağlantıdan söz eden herkes de aynı düzeyde bu konuyu ele almış değildir.

              Bu ilkeden bizim burada anlatmak istediğimiz evrenin parçalan-maz bir bütün oluşudur. Parçalardan bir kısmı kaldırılamaz, diğeri de buna rağmen yerinde bırakılamaz. Bir bölümünün kaldırılması, belki de tümünün ortadan kalkmasına sebep olur. Bir kısmının yerinde bıra-kılması da tümünün bırakılmasını gerektirir.

              Bununla birlikte, yalnız ademler ve vücutlar (yokluklar ve varlık-lar) ve izafî ve nisbî varlıklarla dış gerçekliği olan varlıklar birbirinden ayrılmaz değildir, aynı zamanda dış gerçekliği olan, gerçek varlıklar da birbirinden ayrılmazlar. Şu hâlde kötülükler, yukarıda sözü edilen iki yön dışında ve onlar nazara alınmaksızın da hayırlardan ayrılamazlar. Hâfız'ın (132) deyişince "Mustafa kandili" ve "Ebu Leheb kıvılcımı" birlikte bulunurlar.

              Der-in çemen gol-i bî-hâr kes ne-çîd, ârî!
              Çerağ-î Mustafavî ba şerâr-i Bû-Lehebî'st.
              Bu çimende, kimse dikensiz gül dermiş değildir, elbette!
              Mustafa kandili; Ebu Leheb kıvılcımı ile birliktedir. (133)
              Yine Hâfız evrendeki cüzlerin bölünmezliğine de işaret etmekte-dir:
              Der kârhane-i aşk ez küfr nâ-gozîr-est
              Ateş ke-râ be-sûzed ger Bu-Leheb ne-bâşed?
              Aşk âleminde, küfr kaçınılmaz bir şeydir.
              Ancak, Ebu Leheb olmayanı ateş yakar mı ki?




              Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
              Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

              Yorum


                Ynt: Adl-i İlahi


                Tümü Kapsayan Düzen

                Buraya kadar konumuz varlık âlemindeki sıkı bağlantı ve evrenin bölünmezliği idi. Bu konuyu bir yana bırakarak şimdi bir başka hususu ele almamız gerekiyor. O da şudur: Eşyayı tek başına ve diğer eşyadan bağımsız olarak ele alır, iyilik ve kötülüğü üzerine bir hüküm verirsek varacağımız sonuç ile; eşyayı bir bedenin uzvu olarak, bir düzenin parçası gözü ile incelediğimizde varacağımız sonuç başka olabilir. Bu varılan ikinci hüküm de birincisinin zıddı, karşıtı olabilmektedir. Münferit (bireysel) ve gerçekliği olan nesneler, bir düzen içinde varsayılır, ele alınırsa, onların nesnel gerçeklikleri, gerçekliğe dayanan dış varlıkları aslında bireyseldir (infiradîdir). Bir düzen içinde, bir be-denin parçası olarak düşünülen uzvî, organik varlıkları ise, dış gerçek-liğe açıkça dayanmayıp itibarîdir. Bu husus apaçıktır. Gerçek ve nesnel olarak bir düzenin, bir tümün parçası olan şeyler ise, bireysel olarak göz önüne alınır, tek başına incelenirse, bu durumda da onların nesnel ve gerçek varlıkları; organik ve uzvî varlıkları, bir tümün parçası olan varlıklarıdır; tek başına düşünülen ve ele alınan varlıkları ise itibarîdir. Şimdi şunu söyleyelim:

                Tek başına, münferit olarak ele alınmak üzere bize, "Eğri çizgi mi iyidir, doğru çizgi mi?" diye sorulursa, doğru çizgi daha iyidir, daha güzeldir" diyebiliriz. Fakat bu çizgi bir bütünün parçası olarak bize sorulursa, bu durumda hüküm vermeden, bir yargıya varmadan önce bütünün parçaları arasındaki denge ve uyumu göz önünde tutmamız gerekir. Bir bütün içinde mutlak olarak eğri çizgi veya doğru çizginin iyi ve makbul olduğunu söyleyemeyiz.


                Meselâ bir bütün olarak insan yüzünü örnek alalım. Kaş eğri olursa güzeldir, burun çekme burun ve düz olursa güzeldir, diş ak olursa yaraşır, gözbebeği kara. Söyleyen doğru söylemiş: (134)

                Ebrû-i kec eger râst budî, kec bûdî!
                Eğri kaş doğru olaydı, eğri olmuş olurdu (bu iş doğru olmazdı).
                Bir bütün içinde, her parçanın özel bir konumu vardır ve bu yer dolayısı ile de ona belirli bir nitelik yaraşır:
                Ez-şîr hamle hoş buved-o ez gazâl rem
                Aslana saldırma yaraşır, ceylâna ise ürküp kaçma. (135)


                Bir tablo düşünelim. Bu tabloda gölge ve aydınlıklar, renk karı-şımları vardır. Bu resimde tek renk ve tekdüzelilik güzel olmaz, hoşa gitmez. Tablonun tümüyle tekdüze olması istenirse artık ortada "tab-lo", "resim" diye adlandırılabilecek bir şey de kalmaz.
                Evreni toplu olarak ele alırsak, ister istemez kabul etmek zorun-dayız ki bu tüm düzen içinde, bu genel denge ve uyum içinde aşağılık ve yücelikler, doruk ve uçurumlar, düzlükler ve tümseklikler, karan-lıklar ve aydınlıklar, zahmetler ve hazlar, başarılar ve sonuçsuz kalışlar, bütün bunlar gereklidir.

                Cihân çun çeşm-o hatt-o hâl-o ebrûst
                Ke her çîzeş be-cây-i hîş nîkûst.
                Evren; bir yüze benzer: Göz, tüy-tüs, ben ve kaş.
                Her şeyi de kendi yerinde güzeldir. (136)


                Esasen, farklılıklar ve karşıtlıklar söz konusu olmasa, çokluktan, farklı ve çeşitli şeylerin uyumundan meydana gelmiş bir bütünden de söz edilemez. Çeşitli varlıklar olmayınca, topluluktan ve düzenden de söz etmenin anlamı kalmaz. Güzel, uyumlu bir topluluktan da söz edi-lemez, çirkin olanından da. Evrende karşıtlıklar olmasa, meselâ karbon gibi tek bir sade ve basit cisimden bütün evren meydana getirilebilirdi. Evrenin güzelliği, göz alıcılığı, alabildiğine çeşitliliğinden ve alacalı karşıtlıklarındandır. Kur'ân-ı Kerim; bu karşıtlıkların varlığını Hakîm (bilge) ve Hâkim (hüküm sahibi) lâyezal Allah'ın kudretinin a-yet ve göstergelerinden, delillerinden sayar. Renklerin çeşitliliği, dillerin çeşitliliği, gece ve gündüzün farkı, insanların beden özelliklerinin farklılığı gibi.



                Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
                Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

                Yorum


                  Ynt: Adl-i İlahi


                  Çirkinlik, Güzelliğin Belirmesine Yol Açar

                  Çirkinliklerin varlığının zorunlu olması; sadece evrenin ve bütüne ilişkin düzenin bir parçası olması, düzen ile ilişkisi ve düzen içinde bir anlamı olması dolayısı ile değildir, ayrıca, güzelliklerin tecellî edebil-mesi, belirebilmesi için de çirkinlik denen şeylerin varlığı gereklidir. Çirkinlik ve güzellik karşılaştırılmasa idi, ne güzel; güzel olurdu, ne de çirkin; çirkin! Diğer bir deyişle, evrende çirkinlik olmasa idi, güzellik de olamazdı. Herkes güzel olsaydı kimse güzel olmazdı. Bütün insanlar "Yusuf-i Sıddıyk" (Yusuf Peygamber) gibi olsa idiler, güzellik de ortadan kalkardı. Buna karşılık bütün insanlar "Câhız" gibi olsa idiler, evrende çirkinliğin anlamı kalmazdı. Bunun gibi, bütün insanlar kahraman ve güçlü olsa idi, kahramanlığın anlamı kalmazdı. Kahra-manlara hayranlık duyulması, sayılarının azlığındandır. Güzellik kar-şısındaki duygu ve algılarımız, gerçekte, güzellik karşısında çirkinliğin de varoluşu dolayısı iledir. Güzelliklerin çekiciliği, güzele yönelen eğilim, çirkinliklerin de görülmesinden ve onlardan yüz çevrilmesin-dendir. Yine bunun gibi, dağlar ve tepeler olmasa idi, düz ovalıklarda olmaz, yükseklerden aşağılara su inmesi de mümkün olmazdı.


                  Güzelliğin çekiciliği, gerçekte çirkinliğin iticiliğinden güç alır. Güzellik büyüleyicidir, çünkü çirkinlikte hiçbir çekicilik yoktur. Gü-zellerin boynunda çirkinlerin büyük hakkı vardır, çirkinler olmasaydı, güzelin de belirtisi, cilvesi ve revnakı olmazdı. Bunların anlamı onlar-dandır. Tümü tekdüze olsa idi, ne duygulanma, ne çekicilik, ne sarsıl-ma ve harekete geçme, ne sevgi, ne gazel, ne dert, ne ah çekme ve ya-nıp yakılma, ne sıcaklık ve ısı olurdu.
                  "Evrende her şey tekdüze olsa idi, evren daha iyi olurdu" düşün-cesi, boş bir zandan ibarettir. Sanırlar ki, adalet ve hikmetin gereği her şeyin tek düzeyde olmasıdır. Oysa böyle olursa, iyilik, güzellik, coşku, hareket, dönüşüm, gelişim süreci, bütün bunların tümü yok olur, silinir-gider. Dağ ve vadi aynı olsa, ne dağ olurdu ne dere. Uçurum olmasa idi, doruk da olmazdı. Muaviye olmasa idi, Ebu Talib oğlu Ali'nin güzelliği, olgunluğu beliremezdi. (Der Kârhâne-i aşk ez küfr nâ-gozîr-est – Sevginin işyerinde, kâfirlikten kaçınılamaz).

                  Ancak şunu da belirtelim ki: Hikmet sahibi Yaratıcı; mevcut dü-zenin en güzel düzen olması için, tümü de güzel olabilecek varlıklar-dan bir kısmını çirkin, çirkin de olabilecek varlıkları ise güzel kılmış değildir, böylece, "ne çıkarsa bahtına" yöntemine başvurulmuş değil-dir.

                  Daha önce de söyledik ki, evren düzeni; ister enlem, ister boylam açısından ele alınsın, zorunlu bir düzendir. Yüce Allah her varlığa, va-roluşu, kabul edip alabileceği olgunluk ve güzellik imkânını sağlar. Eksiklikler onların kendileri yönündendir, Yüce Yaratıcı'nın feyzi yö-nünden değil.
                  "Çirkinliğin şu faydası vardır" demenin anlamı; "filân kimse güzel olabilecek iken özellikle çirkin yaratıldı ki, bir başka kimsenin güzel-liğinin değeri ortaya çıksın" demek değildir. Böyle denirse, ardından şu soru gelir: Niçin bunun aksi olmadı ki? Bu sözün anlamı şudur: Her varlık, kendisi için mümkün olanın en çoğu ölçüsünde güzellik (cemal) ve olgunluğa (kemal) sahip olmuştur. Bu karşıtlıklarda, çeşitlilikte, iyi bir sonuç, bir etki vardır: Güzelliğin kadrinin bilinmesi, çekicilik ve eğilimlerin meydana gelmesi gibi. Şimdi başvuracağımız ben-zetme, belki durumu daha iyi aydınlatacaktır.




                  Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
                  Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

                  Yorum


                    Ynt: Adl-i İlahi


                    Toplum mu, Birey mi?

                    Bilginler, bireyin mi, toplumun mu aslolduğu konusunu tartışırlar. Bu sorun bazen felsefî yönden ele alınır: Birey mi gerçekliktir, yoksa toplum mu? Toplum; itibarî ve bireylerin toplamından soyutlama yolu ile mi elde edilmiş bir kavramdır? Yoksa aksine toplumun gerçekliği vardır da birey mi itibarî (saymaca) ve soyutlama ürünüdür? Tabiatıyla burada bir üçüncü şık da varsayılabilir. Bu da şudur: Her iki kavram da asıldır, gerçektir. Kanaatimizce bu şık, tek doğru olanıdır. (137)

                    Konu, hukuk felsefesi açısından da ele alınabilmektedir: Hukuk düzeninin amacı "bireyin mutluluğu" mudur? Yoksa "toplumun gücü" müdür? Bireye öncelik verenler, kanun koyucunun, mümkün olduğu ölçüde bireyin güvenliği, refahı, yararı, hürriyetini göz önünde tutması gerektiğini söylerler; bireyin mutluluğu ilk derecede önem taşır. Top-lumun, kamunun yararı gibi bahanelerle bireyin mutluluğu ondan alı-namaz. Ancak toplumun çöküş tehlikesi veya kargaşaya düşmesi ihti-mali söz konusu ise bireyin yararına sınır getirilebilir. Ancak bu gibi durumlarda toplum yararı bireyin yararından önce gelir. Çünkü toplu-mun mahvı, bireyin de mahvolması demektir. Şu hâlde gerçekte bura-da da birey ve bireyin yararı korunmuştur.
                    Toplum yararına öncelik verenler ise şöyle derler: İlk derecede önemli olan, toplumun gücü ve itibarı, şerefidir. Kanun koyucular ve siyasetçiler, olanca güçlerini bu yönde harcamalıdırlar. Bireyin güven-liği, mutluluğu, hürriyeti, bireye ilişkin her şey, topluma feda edile-bilmelidir. Bireyler zahmet, eziyet ve mutsuzlukla ömür sürseler dahi, toplumun itibarı önemlidir.

                    Bu iki sistemi karşılaştırmak için, genel bütçeyi göz önünde tut-malıyız. Bireye önem veren yöneticiler varsa bu yöneticiler; kalkınma hızı yavaşlasa bile, bütçeyi hazırladıklarında bireyi, eşitlik ilkesi içinde halkı, ülkede yaşayanları göz önünde tutarlar. Buna karşılık topluma, kamuya öncelik verenler, toplumun, diğer toplumlar karşısında güç ve itibarının artmasına önem verirler. Meselâ uzay yolculukları için bütçede ödenek ayrılması bu gibi düşüncelerden ileri gelir. Uzay yolculuklarında öne geçme, sağlık, eğitim ve öğretim programlarından önce gelir. Bu gibi programları hazırlayanlar, ülkelerindeki birçok fer-din açlık, hastalık, cehalet ve habersizlik içinde ömür sürmekte olma-larına önem vermezler. Onlar için önemli olan ülkelerinin gücü ve iti-barıdır. Bu gibi uzay programlarının yükü o kadar ağırdır ki, bu ülke halklarının belini büker. Bu gibi devletler, dünya servetinin yüzde elli-sinden çoğunu nice dolaplarla ve düzenlerle kapıp kaçırmalarına rağ-men, yine de bütçe açığı sorunu ile karşılaşabilirler.


                    Sorun şudur: Bu gibi muazzam ödenekler; sağlık, eğitim vs. gibi kamu yararına bir işe harcanmış olsa idi, milletin bireylerinin refahı, güvenliği daha üst düzeyde sağlanmış olurdu. Kararlaştırılan yönde sarf edilmekle; o toplumun övünmesine ve ululanmasına -milleti ezme pahasına- sebep olmaktadır.

                    Topluma öncelik verenler, toplumun gücü ve övüncüne önem ve-rilmesi gerektiği kanısındadırlar, bireye önem verenler ise, bireyin hak ve hürriyetlerine öncelik tanırlar.

                    Bu konuyu; bireye bakış ve bireyi ele alış biçimi ile topluma, top-luluğa bakış ve ele alış biçiminin farklı olduğunu belirtmek için ele aldık. Parça için zararlı ve kötü sayılan bir husus; bütün için yararlı ve güzel sayılabilir. (138)



                    Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
                    Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

                    Yorum


                      Ynt: Adl-i İlahi


                      Kapsama Yeteneklerinin Farklılığı

                      İnsan toplulukları söz konusu olduğunda, toplumun yararı için bi-reyin bazı haklarından yoksun bırakılması olgusuna rastlanılabilir. Oysa evrenin tabiî düzeni söz konusu olduğunda, durum böyle değildir. Bu düzende hiçbir bireye, hiçbir cüz'e; evren bütünü güzel olsun diye zulmedilmiş değildir.
                      İkinci bölümde, farklılıkların sırrını ele aldığımızda, evreni bir gü-zel tablo gibi kılan farklılık ve karşıtlıkların, eşyanın özünden gelen zatî karşıtlıklar olduğunu açıklamış bulunuyoruz. Yaratılışta varlıklar için belirlenen görev ve konumların, toplum içindeki görevler, mevkiler gibi olmadığını, değişebilir olmadıklarını gördük.

                      Bu görev ve konumlar geometrik şekillerin özelliklerine benzer bir tarzda, varlıkların özünden gelmektedir. Meselâ geometride şöyle deriz: "Üçgenin iç açılarının toplamı iki dik açıya eşittir, yüz seksen derecedir. Kare'nin iç açıları toplamı ise dört dik açıya eşit olup üç yüz altmış derecedir. Özellikleri böyledir. Şimdi burada niçin üçgene hak-sızlık edildiğini ve ona da üç yüz altmış derecelik toplam açı verilme-diğini sormanın yeri ve anlamı yoktur. Üçgen üçgendir ve bu belirli özelliği dışına çıkamaz. Üçgeni hiç kimse sonradan üçgen kılmış de-ğildir. Diğer bir deyişle, "Üçgenin şekli önceden farklı, özellikleri baş-ka idi de birisi çıkagelip onu üçgenleştirdi" denemez. "Üçgen ve kare, varlık aşamalarının birinde hiçbir özellik taşımazlarken, birden bir güç bu özellikleri üçgen ve diğer şekiller oranında dilediği gibi bölüştürdü, üçgene daha az, kareye daha çok açı toplamı verdi" de denemez. Böy-le olunca da niye aralarında ayrıcalık gözetildiği de sorulamaz. Üçgen, hâl dili ile, "bana zulmedildi, ben de kare özelliklerini taşımalı idim" demez.
                      Evrendeki varlıkların farklılığı da böyledir. Taş ve toprak gibi cansızlar âleminde canlıların gelişme ve algılama özelliği görülmez. Bitkiler gelişir, ancak hayvanlar gibi algılama özellikleri yoktur. Hay-vanların ise hem gelişme, hem algılama özellikleri vardır. Bütün bu özellikler onların varoluş aşamalarından, derecelerinden gelir. Yoksa tümünün önce aynı durumda olduğu, sonradan Yaratıcı'nın birisine al-gılama ve kavrama yeteneği ile birlikte gelişme yeteneği verdiği, biri-sine hiçbirisini vermediği, birisine de sadece birini verip diğerini ver-mediği söylenemez. Ebu Ali Sina'nın (139) (İbn Sina) ünlü bir cümlesi vardır ki, işte bu gerçeği açıklamaktadır. O, şöyle demiştir:

                      "Mâ ce'alallahu-l-mişmişete mişmişeh. Bel evcedehâ." Yani Allah zerdaliyi zerdali kılmadı, onu icat etti.
                      Burada zerdali örnek olarak anılmaktadır. Kastedilen bütün var-lıklardır. Allah, eşyayı yaratmıştır ve onlar özlerinde birbirlerinden farklıdır. Allah zerdaliyi, elmayı, narı ve diğer şeyleri yaratmıştır. An-cak, bu, onların tümünün başlangıçta tekdüze olması ve sonradan Al-lah'ın onlar arasında farklılık ve aykırılık yaratmış olması demek de-ğildir.


                      Allah zamanı yaratmıştır. Zamanın belirli özelliği vardır. Geçmiş, şimdiki zaman ve gelecek onun içindedir. Allah, zamanı nasıl yarattı? Acaba önce zamanı bir iplik yumağı gibi bütün parçaları bir arada olan bir toplam gibi yarattı da sonra onu çekip açtı, uzattı da bugünkü durumuna mı getirdi? Yine Allah "cism"i yaratmıştır. Acaba önce cis-mi uzay içinde yer kaplama özelliği olmaksızın, boyutsuz ve hacimsiz yarattı da sonra mı boyutlu kıldı? Yoksa cismi yaratmak demek boyut-ları ve hacmini de mi yaratmak demektir? İkilik söz konusu mu değil-dir yoksa?
                      Kur'ân-ı Kerim'in burada çok latif bir ifadesi vardır: Fir'avun, İm-rân oğlu Musa Aleyhisselâm'dan ve kardeşi Hârun'dan, "sizin Rab-biniz kimdir?" diye sorar: Musa aleyhisselâm'ın ağzından şu cevap ve-rilir:

                      Rabbunellezî a'tâ kulle şey'in halkahû summe hedâ. (Rab-bimiz, O'dur ki her şeye özel yaratılışını verdi, sonra da onu he-defe doğru hidayet etti, iletti.)

                      Burada ilgi çekici nokta "halkahu" kelimesinde görülmektedir. Zamire yapılan izafeden, "her şeye yaratılışını verdi" buyuruluşundan anlaşılmaktadır ki, her şeyin özel bir yaratılışı vardır ve bu yaratılış kendine özgüdür, kendine aittir. Diğer bir deyişle her şey, varlık türle-rinden, varoluş biçimlerinden yalnızca belirli, özel bir tanesini benim-seyebilir. Başkasını değil! Allah da ona, kabul edebileceği, benimse-yebileceği bu yaratılışı, bu özel hilkati verir. Eşyanın önce başka bir tavırda oldukları ve Allah'ın onları bugünkü suretlerine, biçimlerine getirdiği, yahut hiç değilse başka bir tavırda, başka bir yaratılış biçi-minde olabilecekleri, bu imkânı haiz oldukları, bugünkü yaratılış bi-çiminden daha iyi veya daha kötü durumda olabilecekleri sanılmama-lıdır. Allah'ın onlara bu özel biçimi, haiz oldukları diğer imkânlara rağmen seçip lâyık görmüş olduğu düşünülmemelidir. Gerçek şudur: Evren, sadece bugün olduğu şekilde olma hususunda varolma imkânı-na (imkân-ı vücud) sahiptir. Bu imkân açısından evrenin her bir parçası da belirli bir yaratılış imkânına sahiptir. Allah da işte bu yaratılışı ona vermiştir. Kur'ân-ı Kerim bu konuyu çok lâtif ve çok yüce bir benzetme ile açıklamaktadır. Kur'ân-ı Kerim'in bu konuda başvurduğu benzetme şudur: Gökten yağan ve belirli aşamalardan sonra selleri oluşturan, ırmak ve dere yataklarındaki su şeklinde görünen su örneği:

                      Allah, gökten bir su indirdi de her akarsu kendi alış gücüne göre akış buldu.


                      Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
                      Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

                      Yorum


                        Ynt: Adl-i İlahi


                        Demek oluyor ki, Rabb'in rahmeti hiçbir istidat sahibi varlığı yok-sun bırakmaz. Ancak, yetenek ve kapsama açısından varlıklar birbirine eşit değildirler. Yetenekler farklıdır. Her kap, kapsamınca Allah'ın rahmetine kanmakta ve rahmetle dolmaktadır.

                        Bu konuyu, ikinci bölümde "farklılıkların sırrı" başlığı altında ele almış bulunmaktayız. Burada tekrar edişimizin sebebi; bir yandan ko-nuyu daha iyi açıklamak iken, diğer yandan da şudur: Evrenin yara-tılmasında, bütünün ilke olarak göz önünde bulundurulduğu sanısına da kapılmamak gerekir: Bu sanı, topluluğun, derlemenin güzelliğinin sağlanabilmesi uğruna bazı parçaların, bireylerin zulme uğradığı, onlara haksızlık edildiği yanlış sanısıdır. Hayır! Burada bir yandan aykırılık ve farklılıklar dolayısı ile güzel bir bütün, bir topluluk meydana gelmekte, diğer yandan ve aynı zamanda bu farklılıklar ayırımcılık ve zulümden ileri gelmemektedir. Hem bireyin hakkına, hem de toplulu-ğun yararına riayet edilmektedir.

                        Şerlerin varlığı konusunda ortaya çıkan tereddüt ve sorunun ce-vaplandırılması için yalnızca bütüne ilişkin düzen içinde farklılıkların gerekliliğini vurgulayanların verdikleri bu cevap eksik kalmaktadır. Çünkü diğerine oranla eksikli kalan birey, şu itirazı ileri sürebilir: Bü-tünün düzeni içinde diyelim ki birisi eksiksiz olurken diğerinin eksikli olması gereksin.


                        Fakat niçin ben eksikli yaratıldım? Niçin başkası ek-siksiz de ben böyleyim? Niye aksine olmadı ki? Bunun gibi, "çirkin" de şöyle diyebilir: Diyelim ki yaratılış düzeni içinde hem güzel, hem de çirkinin bulunması gereksin. Fakat niçin ben çirkin olayım da bir başkası güzel olsun? Niçin aksine olmadı? Hüküm, bazılarının varoluş açısından daha az, bazılarının daha çok behreye, nasibe nail olmaları yönünde ise, meselâ (A)'nın (B)'den daha fazla nasibi olmasını gerek-tiren tercih sebebi ne olabilir ki?

                        Böylece, evrenin tüm düzeni içinde çirkin ve güzelin, eksiksiz ve eksiklinin birlikte bulunmasının zorunlu olduğunu söylemekle yetinir-sek, sorun çözülmüş olmaz. Şunu da eklemek gerekir: Aynı zamanda, evrendeki her varlık ve her parça, kendine düşen payı, alabilme imkâ-nına sahip olduğu hakkı almıştır.

                        Diğer bir deyişle: "Fayda", "maslahat" ve "hikmet" olarak şerler konusunda gösterilen her husus, şu gerçeğe bağlıdır, şu gerçeğe iletir: Sebep-sonuç ilişkisi, zorunludur ve ilâhî sünnetler değişme kabul etmez.




                        Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
                        Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

                        Yorum


                          Ynt: Adl-i İlahi


                          Musibetler, Mutlulukların Anasıdır

                          Kötülükler, bir yandan güzelliklerin belirmesine, tecellî etmesine yol açarken ve diğer yandan da bütünün güzelliğini açığa koyarken, bunların dışında da önemli bir görevleri vardır, kötülük ve iyilik konu-sunda ele alınması gereken bir önemli nokta daha söz konusudur. Bi-zim musibet ve kötülük diye adlandırdığımız şeylerle olgunluk ve mut-luluk diye adlandırdığımız şeyler arasında sebep ve sonuç ilişkisi de vardır. Kötülükler iyiliklerin anasıdır, iyiliklerin doğum sebebi de ola-bilirler. Bu da kötülüklerin üçüncü yararlı etkisidir.

                          İlk etkisi şu idi: Kötülükler ve çirkinlikler, evrenin tüm güzelliğini ortaya koymak için zorunludur. İkinci etkisi şu idi: Güzellikler, diye-biliriz ki, çirkinlikler dolayısı ile belirgin olurlar, çirkinlikler olmasa idi, güzelliğin ve iyiliğin anlamı olmazdı. Şu anlamda ki: Güzelin gü-zelliğinin algılanması, çirkinliklerin varlığına ve ikisi arasında karşı-laştırma yapılabilmesine bağlıdır.

                          Gelelim kötülük ve bedbahtlıkların üçüncü etkisinin açıklanması-na: Çirkinlikler, güzelliklerin var oluşuna bir başlangıç demektir, onlara varlık verir ve meydana çıkmalarına da sebep olabilirler. Sıkıntıların ve musibetlerin içinde mutluluklar, iyi baht belirtileri gizlidir. Nitekim ba-zen de mutlulukların içinde bedbahtlıklar oluşur. Bu da bu evrenin bir düsturudur.

                          Allah geceyi gündüze sokar ve gündüzü de geceye sokar.

                          Çok bilinen bir atasözü; "kara gecenin sonu aktır" der. Bu söz de, mutluluğa erişmek için zahmete tahammül gereğini belirtir. Adeta ak-lıklar karalıklardan doğmaktadır denebilir; nitekim aklıklar da; kötü ve bozuk şartlar içinde karalıkları doğurabilir.

                          On dokuzuncu yüzyılın tanınmış Alman feylesofu Hegel, üzerinde durduğumuz konu açısından ilgi çekici bir görüş ileri sürmektedir:


                          Çatışma ve şer, hayalden doğan olumsuz olgular olarak görülemezler. Aksine, tamamen gerçeklikleri olan olgulardır ki felsefî açıdan hayrın ve tekâmülün basamaklarını oluştururlar. Çatışma, i-lerlemenin kanunudur. Olumlu nitelikler ve özellikler, âlemin kargaşası içinde olgunlaşır ve oluşurlar. Birey yalnızca zahmet, zorluk ve zorunluluk içinde yücelik doruğuna erişebilir. Güçlük ve zahmet ma'kul (akla uygun) bir olgudur, yaşama belirtisidir ve olgunlaşmanın, ıslah sürecinin harekete geçiricisidir. İçgüdü ve dürtülerin, tutkuların da ma'kul olgular arasında yeri vardır. Hiçbir büyük iş böyle bir tutku olmaksızın tamamlanmamıştır. Hatta mev-ki ve makam düşkünlüğü ve bencilliklerin bile olumlu etkisi olabilir. Nitekim Napoleon'un bu yöndeki tutkuları; çeşitli milletlerin ilerlemesini etkilemiştir.

                          Hayat, hazz için değildir, tekâmül içindir. Evren tarihi, hazz ve mutluluk sahnesi demek değildir, mutluluk dönemleri, insanlık tarihinin ruhsuz evrelerini oluştururlar. Çünkü bu dönemler uzlaşma dönemleridir. Bu gibi olandan memnun ve mutlu olma dönemleri insana yaraşır dönemler değildir. Tarih, evrenin çelişkilerinin ilerleme ve tekâmül yönünde çözümlendiği dö-nemlerde anlamını ka-zanmaktadır. (140)

                          Kur'ân-ı Kerim, çetinlik ve güçlükler ile dinginlik ve güvenliklerin birlikte bulunuşunu belirtmek için şöyle buyurur:



                          Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
                          Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

                          Yorum


                            Ynt: Adl-i İlahi


                            Şüphesiz güçlükle birlikte bir kolaylık vardır, kesinkes güçlükle birlikte bir kolaylık vardır.
                            Kur'ân-ı Kerim, "güçlükten sonra kolaylık vardır" diye buyurmu-yor, "güçlükle birlikte bir kolaylık vardır" diye buyuruyor, bu ifadeyi kullanıyor. Demek oluyor ki kolaylık güçlüğün bağrında gizlidir, güç-lüğün yoldaşıdır. Mevlevî'nin (Mevlâna) deyişi ile:


                            Zıdd ender zıdd pinhân, monderic
                            Karşıt, karşıtın içinde gizlidir. (141)
                            Zindegî der morden-ô der mihnet-est
                            Âb-i hayvan der derûn-i zulmet-est
                            Bil: Hayat ölmektedir, mihnettedir.
                            Bengisuysa isteğin, zulmettedir (142)


                            Burada latif bir nükte vardır. Bunun anlaşılması için de, yukarıda anılan ayetin bağlı bulunduğu İnşirah Suresi'nin tümünün burada göz önünde tutulması gerekmektedir:

                            Rahman ve Rahîm Allah adıyla; Göğsünü senin genişlet-medik mi? Yükünü senden kaldırmadık mı? Ki bükmüştü belini. Yücelttik de adını. Şüphesiz güçlükle bir kolaylık birliktedir. Şüphesiz güçlükle bir kolaylık birliktedir. Şimdi, boş kalınca yine işe koyul! Ve Rabbine dön, ona doğrul!
                            Bu sure, çok şefkatli bir ifade ile, herhâlde karşılaşılan sıkıntılar dolayısı ile mübarek gönlü incinen Resul-i Ekrem'i (s.a.a) teselli et-mekte ve Allah'ın, ağır yükünü ondan nasıl kaldırdığını, güçlüğü nasıl kolaylığa döndürdüğünü beyan buyurmaktadır. Daha sonra da deney-sel bilimlerin üslûbu ile, olayların akışının gözlemlenmesinden sonuç çıkararak şöyle demektedir:
                            Demek ki güçlüklerle birlikte bir kolaylık vardır.


                            Yani, "geçmişte, üzerinde ağır bir yük varken onu kaldırdık, adını yücelttik; sana sabır ve tahammül gücü verdik, şu hâlde şu sonuca var, şu sonucu kavra ki; şüphesiz her güçlükle beraber bir kolaylık vardır."
                            Sonra da sonucu belirlemek ve kesinliği konusunda güven sağla-mak için yine tekrarlıyor: Evet, "Güçlükle birlikte bir kolaylık var-dır."
                            Dikkate değer bir husus başlıca şuradadır: Bu genel düstura varıl-dıktan, formül belirlendikten sonra, ileride izlenecek yol da belirtil-mekte, yine bu temele dayandırılmaktadır:

                            Şu hâlde işin bitince yine giriş, yine uğraş!

                            Demek oluyor ki kolaylık yorgunluk ve zahmetin bağrında yer bulduğuna göre, bir işi tamamlayıp da boş kalınca, başkasına koyul, yeni bir iş ile uğraşmaya başla!

                            Bu özellik, canlı varlıklar ve daha özel olarak insan için söz konu-sudur. Güçlükler, sıkıntılar, olgunlukların, ilerlemelerin başlangıcıdır. Darbeler, cansızlar âleminde, taşların, kayaların ufalanmasına, güçleri-nin azalmasına yol açar. Oysa canlı varlıkları harekete geçirir ve güçlü kılar.
                            Bes ziyadehâ ki ender naks-hâst.

                            Nice fazlalıklar vardır ki, noksanlıklardadır. (143)
                            Musibetlerin, güçlüklerin, insanın tekâmülü için gereği vardır. Mih-netler ve zahmetler olmasa, insan helâk olur. Kur'ân-ı Kerim buyuruyor ki:




                            Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
                            Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

                            Yorum


                              Ynt: Adl-i İlahi


                              İnsanı güçlük içinde yarattık.

                              İnsan, güçlüklere, meşakkatlere göğüs germesini, tahammül etme-sini bilmelidir ki, kendine lâyık olan varlığa erişebilsin. Karşıtlık ve kargaşa, ilerleme ve olgunlaşmanın kamçısıdır. Canlı varlıklar bu vuruş sayesinde olgunluk yönündeki yollarında ilerleyebilirler. Bu kanun; bitkiler, hayvanlar ve özellikle insanlar için geçerlidir.

                              Ona selâm olsun, Müminler Emiri Ali'nin (a.s) Basra'ya vali olarak atadığı Hüneyf oğlu Osman'a yazdığı bir mektup vardır, bu mektupta şu biyoloji kuralına dikkat çekilir. Naz ve nimet içinde yaşamak ve güçlüklerden kaçınmak, zaaf ve güçsüzlük getirir. Buna karşılık, güç ve uygunsuz şartlar içinde yaşamak ise insanı güçlü ve çevik kılar, var-lığının özü, cevheri daha da güçlenir.

                              Bu büyük önder, yazdığı mektupta valisini uyarmakta, niçin eşra-fın, zenginlerin toplantılarına katıldığını, yoksulların katılamayıp sa-dece varlıklılara yer verilen bir toplantıda bulunduğunu sormaktadır. Dolayısı ile de, kendi sade yaşayışını anlatmakta, kendisine tâbi olan-ların ve özellikle görevlilerinin kendi örneğini izlemelerini istemektedir. Sonra da bahane ve özür yollarını kapatmak için şu hususu da açıklamaktadır:
                              Kolay olmayan hayat şartları ve sade bir beslenme biçimi, insanın gücünü azaltmaz, onu güçsüz kılmaz. Yaban ağaçları düzenli bir ba-kımdan yoksundurlar, bu sebeple de gövdeleri daha güçlü ve daha uzun ömürlü olurlar. Buna karşılık bahçelerdeki ağaçlar düzenli bakım gördükleri hâlde daha narin, daha az süreklidirler.

                              Elâ ve inne'ş-şecerete'l-beriyyete aslabu cavden ve'r-revâi'l-ha-zirete erakku culûden ve'n-nebâtâti'l- bedeviyyete akvâ vekûden ve ebtau humûden. (144)


                              Yüce Allah, Kur'ân-ı Kerim'de buyurur ki:

                              Gerçek şu ki sizi biraz korku, açlık, geçim sıkıntısı (mal az-lığı), hayat tehlikesi, gelir azlığı ile sınarız. Sabredenleri müj-dele.
                              Demek oluyor ki: Belâlar, sıkıntılar, sabredenler ve doğrulukta direnenler için yararlıdır; bunlarda iyi sonuçlar, yararlı etkiler vardır. Şu hâlde sabır ve doğruluk gösterenleri, bu sonuçlarla müjdelemek gerekir.

                              Allah, insanların öz benliklerini eğitmek, terbiye etmek ve olgun-laştırmak için biri teşriî (toplumda uyulması gereken kurallar ve dü-zenlemeyi ilgilendiren), diğeri de tekvinî (yaratılış kanunlarına ilişkin) iki program koymuştur. Her iki programda da güçlüklerle, karşılaşılan zorluklara yer vermiştir. Oruç, hacc, cihad, yoksulları ve ihtiyacı olan-ları gözetmek (infak), namaz, insanlara ödev olarak gösterilen yüküm-lerdir, bunları sabır ve doğrulukla, titizlikle yerine getirmenin sonucu, insanın özündeki yüce yeteneklerin, istidatların olgunlaşması, geliş-mesi, tamamlanmasıdır.




                              Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
                              Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

                              Yorum


                                Ynt: Adl-i İlahi


                                Evliya İçin Belâ

                                Bu sebepledir ki, Allah, kullarından birine özel bir lütfü olduğun-da, onu güçlüklere uğratır. "el-Belâu li'l-velâ" şeklinde ifade edilen ün-lü cümle; bu ilkeyi açıklamaktadır.

                                Ona selâm olsun, İmâm Muhammed Bâkır'dan (145) rivayet edil-mektedir ki:
                                Seferde olan yolcunun ailesine hediye tedarik etmesi gibi, Allah azze ve celle de mümine belâ hazırlar.
                                Ona selâm olsun, İmam Cafer Sadık'tan (146) da şu söz aktarılır:
                                Allah bir kulunu sevdiğinde, onu belâya (sınama vesilelerine) daldırır.

                                Demek oluyor ki, yüzme öğreten birisinin, yeni öğrencisini -telâş etsin, çırpınsın çabalasın, böylece sonuçta deney kazansın ve yüzmeyi öğrensin diye- suya daldırması gibi, Allah da sevdiği ve kemale eriş-tirmek istediği kullarını belâlara gark eder. İnsan bir ömür boyu yüzme konusunda kitap okuya dursun, suya girmedikçe yüzücü olamaz. Suya girmesi, batmaya nasıl karşı koyacağını denemesi, alışması gerekir ki yüzmeyi öğrensin. İnsan da bu dünya hayatında güçlüklerle kar-şılaşmalıdır ki, olgunlaşsın, pişsin, güçlüklerden nasıl çıkılacağını öğ-rensin.


                                Bazı kuşlar hakkında şöyle anlatılır: Yavruları kanat çıkardığında, yavrularını yuvadan çıkarır, yükseğe uçar ve boşluğa bırakırlar. Böy-lece yavrucak çırpınır, kanat çalar, yorulup düşeceği sırada şefkatli annesi onu yakalar, kendi kanatları üzerine alır, yorgunluğu dindiğinde onu tekrar yükseklere çıkarır, bırakır, yine çırpınmasını sağlar. Bu alıştırma öylesine tekrarlanır ki, sonunda yavru kuş da uçmayı öğrenir.
                                Ona Allah'ın salât ve selâmı olsun, Resul-i Ekrem, Müslümanlar-dan birinin evine çağırılmış idi. Eve girdiklerinde, duvar üzerinde yu-murtlayan bir kuşun yumurtasının yere düşmediğini -veya düşüp de kırılmadığını- görüp hayret ettiler. Ev sahibi bunun üzerine şöyle dedi:
                                "Şaşırdınız mı yoksa? Seni elçi kılan Allah'a andolsun, bana öm-rüm boyunca hiçbir zarar erişmiş değildir."

                                Bu söz üzerine Resul-i Ekrem (s.a.a) kalktılar ve evden çıktılar. Sonra da buyurdular ki:
                                Kendisine hiçbir zarar erişmeyen kimse, Allah'ın lütfuna maz-har olmamış kimsedir.
                                O'na selâm olsun, İmam Cafer Sadık'tan rivayet edilmektedir ki:

                                İnsanlar içinde belâya [sınama vesilelerine] en fazla uğrayan, enbiyâdır, nebîlerdir. Sonra da fazîlet derecelerine göre diğerleri gelir. (147)
                                Hadis ve rivayet kitaplarında Emir'ül-Müminin aleyhisselâm ve onun evlâdından olan imamların iptilâlarının (karşılaştıkları belâların) şiddetine dair özel bir bab ayrılmıştır.

                                Belâ, Allah dostları için, kahr görünümünde gelen bir lütuftur. Al-lah'ın rahmetinden uzak kalmış kişilerin gördükleri nimetlerin ve afi-yetlerin de nimet suretinde azap, lütuf kılığında kahr olmaları müm-kündür. (148)




                                Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
                                Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

                                Yorum

                                YUKARI ÇIK
                                Çalışıyor...
                                X