Duyuru

Daraltma
Henüz duyuru yok.

Adl-i İlahi

Daraltma
X
 
  • Filtre
  • Zaman
  • Göster
Hepsini Temizle
yeni gönderiler

    #61
    Ynt: Adl-i İlahi


    İntihar için çok çeşitli etkenler ileri sürülmektedir. Çevresinin ilgisini çekmek, sevgide bir
    yenilgiye uğramak, toplum içindeki yarışmalarda başarısızlık, alışkanlık, bunalım, hayat ve varlık
    karşısında yanlış bir telakki sahibi olmak gibi. Ancak asıl etken, imandan yoksunluktur.

    W. James (3) "Din ve Ruh" adlı eserinin birinci bölümünde, Marc Avrel adındaki bir maddeci
    yazar ve Nietzsche ve Schopenhauer hakkında şöyle demektedir:I

    "Marc Avrel"in (Marcus Avrelius) sözleri, köklü ve acı bir kedere işaret etmektedir.
    İnleyişleri, bıçağın altına yatan bir domuzun inleyişleri gibidir…


    Burada Nietzsche (4) ve Schopenhauer'e (5) değinerek kötümser feylesoflar arasında saydığı
    Nietzsche; güçlü olma ilkesini savunurken şöyle demektedir:

    Yufka yürekliliği bırakmak, kovmak gerekir. Yumuşaklık, acz demektir. Tevazu ve itaat
    alçaklıktır. Hilm, sabır, bağışlama ve hoşgörü gevşeklik, gayretsizliktir... Nefsi öldürmek niçin?
    Nefsi beslemek, geliştirmek gerekir. Özgecilik neden? Kendini sevmek, bencil olmak, kendine
    tapınmak, güçsüzü yok olmaya bırakmak gerekir...

    Nietzsche bu gibi düşünceleri ile dünyayı kendisine zindan kıldı. Hayatının sonralarında kız
    kardeşine yazdığı bir mektupta, yalnızlıktan ve dostsuzluktan yakınır:

    Gün geçtikçe yaşamak bana daha zor, daha ağır geliyor. Son derece bitkin olup acı
    çektiğim hastalık yıllarında bile asla böyle değildim, bu kadar gam yüklü ve ümitsiz
    olmamıştım. Ne oldu ki böyle oldu? Olması gereken neyse olmuştur! Diğer bütün insanlarla
    olan anlaşmazlıklarım, insanların bana güveninin yitmesine yol açtı. Her iki taraf da yanlış
    olduğunun farkında bugün. Tanrım (!) Bugün ne kadar yalnızım! Birlikte güleceğim, birlikte
    bir fincan çay içebileceğim hiç kimse, bana dostça ve şefkatle yaklaşacak hiç kimse yok!
    Yine W. James'ın kötümserler arasında andığı Schopenhauer, her zevkin, her tadın arkasında
    bir elemin, bir ıstırabın olduğu kanaatindedir:


    Yaşamın özü, acıdır, elemdir. Haz almak, zevk ve mutluluk duymak, bu acı ve elem
    duygusunun ortadan kaldırılmasıdır, şu hâlde olumlu değil, olumsuz bir anlam taşır. Yaşam
    aşamaları açısından üstün olan, ileri derecelerde bulunanın, elemi de, derdi de fazlalaşır.
    Çünkü daha fazla hisseder, geçmiş elemleri de daha fazla hatırlar, ileride karşılaşacağı
    ıstırapları, acı ve elemleri de daha iyi tahmin ve tasavvur edebilir... Bir anlık mutluluk ve
    hazz; ömür boyu acı verebilir. Evlenmemişsen sıkıntı içindesin demektir. Evlenirsen bin türlü
    sıkıntı ve sorunu üstlenmişsin demektir. En büyük musibetlerden birisi aşk belâsıdır.

    İnsanların mutluluk vesilesi sayabildikleri aşık olma, bir kadına tutulma olgusu; acı ve
    sıkıntılara yol açan şeylerin başında gelir. İnsanlarla görüşür, ilişki kurarsan sıkıntı içindesin
    demektir, ilişki kurmazsan yaşamaktan bezersin. Kölelik bağımlılık, tutsaklık demektir,
    ağalık ise baş ağrısı ve dert! Kısaca, can bedende oldukça bu sıkıntıdan, bu meşakkatten
    kurtulmak mümkün olmaz. Yaşamak baştanbaşa ölesiye çabadır, her an ertelenen ölüm
    demektir yaşamak. Sonunda ecel gelir-çatar, oysa yaşamadan hiçbir yarar sağlamamışsın,
    yararlı bir sonuç elde edememişsindir.

    -----------------------------------------------------------------------------------
    I- Seyr-i Hikmet Der Avrupa, c.3, 5. bölüm




    Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
    Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

    Yorum


      #62
      Ynt: Adl-i İlahi


      İslâm Dünyası'nda da, dünyayı karanlık gören ve somurtkan veya asık suratlarla yaratılış
      âlemini gözleyen, sözleri de bu olaylar karşısında -W. James'in benzetmesi ile- bir tür diş
      gıcırdatmaya benzeyen kimseler vardır. Ünlü Arap şair ve feylesofu Ebu'l-Alâ el-Maarrî ile, Şair
      Hayyam bunlardandır. "Şair" Hayyam dememizin sebebi şudur: Birçok araştırmacı, bu ünlü
      kötümserlik şiirlerinin feylesof ve matematik bilgini Hayyam'dan olduğuna inanmazlar. Şair
      Hayyam için hayret, elem ve inilti kaynağı olan şeyler, aslında feylesof Hayyam için çözülmüş
      sorunlardır.I

      Çağımızda da Batı taklidi dolayısı ile veya burada anmayacağımız bazı sebeplerle, kötümser
      yazarların ortaya çıktığını, bunların; yazıları ile gençleri zehirlediklerini, hayata ilgisiz kıldıklarını
      ve bazen de intihara yönelttiklerini görüyoruz. Görünür ve görünmez etkenler dolayısı ile bunların
      sayıları artmakta ve teşvik görmektedirler. Sadık Hidayet (6) bunlardan birisidir. W. James'in
      benzetmelerine uygun yazıları vardır.

      Schopenhauer, Nietsche, Ebu'l-Alâ ve Hayyam gibi düşünürlerin karşısında iyimser feylesof
      ve hakîmler yer alır. Mevlevî (Mevlana), o büyük arif bunların temsilcisi ve sözcüsüdür. Bütün
      sözlerine aşk ve cezbe hâkimdir. Bu arifin gözünde insan mutluluk odağıdır, yeter ki mutlu olmayı
      dilesin. Dünyadaki her elem, neşeye dönüştürülebilir. Bu büyük arif, zevk ve tadı sadece maddî
      zevkler olarak bilenleri, cinsi zevkler, içki ve raks olarak düşünenleri kınar. İnsana şöyle hitap eder:


      Bâde k'ender hom hemî cûşed nihân
      Z'iştiyak-i rûy-i tu cûşed çenân
      Ey heme deryâ! Çe hâhî kerde nem!
      V'ey heme hestî! Çe mî cûyî adem?
      Tu hoşîy-o hûb-o kân-i her hoşî
      Tu çerâ hod minnet-i bâde keşî?
      Tâc-ı kerremnâst ber-fark-i seret
      Tavk-i a'teynâke âviz-i beret
      İlm cûyî ez kütübha-i fusus?
      Zevk cûyi tu zi-helvâ-yi sebus?
      Mey çe bâşed ya cema'-u ya sema'?
      Tâ tu cûyî z'an neşat-u intifa?
      Âfitâb ez-zerre key şod vâm-hâh?
      Zuhre-î ez humre key şod câm-hâh?
      Şarap, küpte gizlice mayalanıp kaynadığında
      Böylesine coşması, senin yüzünün özlemindendir
      Ey tümüyle deniz olan, ıslaklığı neylersin?
      Ey tümüyle varlık, varoluş olan, yokluğu (sarhoşluğu) niçin ararsın?
      Sen güzelsin, iyisin, her güzelliğin kaynağısın
      Niçin şarabın minnetini çekersin ki?
      Başında "kerremna" tacı durmakta, (7)
      Göğsünde "a'taynake" (8-) gerdanlığı varken
      Kitaplardan bilgi, helvadan tat mı diliyorsun? Yazık!
      Şarap, cinsî zevk, raks, bütün bunlar nedir ki?

      -------------------------------------------------
      I- Seyr-i Hikmet Der Avrupa, c.3, 5. bölüm



      Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
      Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

      Yorum


        #63
        Ynt: Adl-i İlahi


        Sen bunlardan nasıl yarar umar, nasıl neşe ararsın?
        Güneş ne zaman zerreden ödünç istedi ki?
        Zühre, (9) bir küpceğizden bir kadeh dilenir mi?I
        Yine o (Mevlânâ) şöyle der:
        Âşıkem ber kahr-u ber-lotfeş be-cidd
        Ey aceb men âşık-ı în her do zıdd.
        Gerçekten, kahrına da, lütfuna da aşığım
        Bu iki karşıt şeye de aşık oluşum ne şaşılacak şey!II


        Sa'dî, Hâfız ve diğer irfan yolu şairleri de aynı çizgidedirler. Hâfız'ın bazı şiirlerinde ve
        diğerlerinde de bazen iki anlamlı sözlere rastlanılabilir, ne var ki onların dillerinden anlayanlar
        bilirler ki, bunların okulunda sadece iyilik, güzellik görülür, kötümserliğe yer yoktur.

        Bunun doğrudan doğruya irfan ve tasavvuf ile de ilgisi yoktur. Genel bir deyişle, bu iyimserlik
        "iman"ın özelliğinden gelmektedir. İnançsızlık ise; bir tür eksiklik, noksandır ki, dengesizlik
        doğurur ve bu dengesizlik de bunalım ve ıstıraba sebep olur. İmanda, değiştirme ve dönüştürme
        özelliği vardır, gamı, sıkıntıyı; neşeye ve zevke dönüştürür.

        İslâm'ın eğitiminden geçen kişiler; bir olayla, bir musibetle karşılaştıklarında, şu gerçeğe
        yönelirler: "Biz; Allah'ın yarattıklarıyız ve dönüşümüz de O'na doğrudur. (Onlara bir musibet
        eriştiğinde, "inna lillahi ve inna ileyhi raciûn" derler.)III

        İslâm'ın eğittiği bu kişilerden olan bir çifti, Ashab'dan Ebu Talha ile imanlı eşi Ümmü Süleym'i
        örnek verelim:

        Bunların sevgili bir oğulları vardı. Ebu Talha onu çok severdi. Bu çocukcağız hastalandı,
        hastalığı ağırlaştı. Ümmü Süleym, oğlunun iyileşemeyeceğini anladı. Kocasını bir bahane
        ile Resul-i Ekrem'in (s.a.a) huzuruna yolladı. Bir iki dakika sonra da çocukcağız canını
        yaratıcısına teslim etti.


        Ümmü Süleym, çocuğu kefenledi ve bir başka odaya kaldırdı. Ev halkına da Ebu
        Talha'ya bir şey söylememelerini tembihledi. Yemek hazırladı, süslendi ve koku süründü.
        Bir süre sonra Ebu Talha geldi, evdeki değişik havayı gördü ve çocuğu sordu. Ümmü
        Süleym: "Çocuk huzura kavuştu, rahatladı." cevabını verdi. Bunun üzerine Ebu Talha
        acıktığını fark etti, yemek istedi. Ümmü Süleym hazırladığı yemeği sofraya getirdi.

        Yemekten sonra karı-koca yattılar. Ebu Talha'nın sükûnet içinde olduğunu gören Ümmü
        Süleym, "Sana bir şey sorabilir miyim?" dedi. Ebul Talha da, "Sor." cevabını verdi. Soru şu
        idi: "Bizim yanımızda bir emanet olduğunu ve emaneti sahibine geri verdiğimizi sana
        söylersem, bana kızar mıydın?" Ebu Talha, "Hayır, kızmazdım tabii!" dedi. "Elbette başkasının
        verdiği emanet, geri verilmelidir." Ümmü Süleym, bunun üzerine şöyle dedi:
        "Suphanallah! Sana bir şeyi haber vermem lâzım. Yanımızda Allah'ın emaneti olan
        oğulcuğumuzu, bugün Allah bizden geri aldı ve götürdü."

        Ebu Talha, bu söz üzerine şiddetle sarsıldı ve dedi ki: "Vallahi ben oğlumun yasına
        sabretme konusunda, anası olan senden daha fazla sabır göstermem gerek!" Derhal
        yerinden kalktı, gusül abdesti aldı, Resul-i Ekrem'in (s.a.a) mübarek huzuruna vararak
        olayı baştan sona anlattı. Resul-i Ekrem (s.a.a) şöyle buyurdular:

        --------------------------------------------------------------------------------
        I- Mesnevî, V, 3570 ve devamı.
        II- Mesnevî, c. I, 1579.
        III- Bakara, 154.



        Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
        Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

        Yorum


          #64
          Ynt: Adl-i İlahi



          "Allah bugününüzü mübarek kılsın ve size temiz bir evlat bağışlasın! Allah'a
          hamdederim ki benim ümmetimden de Benî İsrail'den çıkan sabırlı kadın örneği gibi
          birisini çıkardı!"I

          Evet, imanın zorlukları ve sıkıntıları gidermedeki, hatta onları mutluluğa, zevke ve güzelliğe
          dönüştürmedeki etkisi budur işte!

          W. James, daha önce andığımız eserinde, din ve saf ahlâk (Din Kaynaklı Olmayan Ahlâk)
          bahsinde şöyle demektedir:

          Dinde veya ahlâkta temel sorun şudur: Yaratılışa ve varoluş âlemine nasıl bakıyor, bu
          âlemi nasıl alıyor, nasıl algılıyoruz! Anlamakta ve kabulde güçlük çekiyor, bir kısmını kabul
          ve bir kısmını red mi ediyoruz! Yoksa kollarımızı açarak ve sevgi dolu bir gönül ile mi
          karşılıyoruz? Saf ahlâk, evren kurallarını, evrene hâkim kanunlar olarak kabul eder,
          bunlara ilimden doğan bir itaat gösterir; fakat bu itaatte bir ağırlık, bir hoşnutsuzluk
          sezilir.


          Gönülden kopup gelen bir sıcaklık, bir şevk yoktur. Bu kanunlar bir boyunduruk
          gibi ağırlıklarını duyururlar. Dinde ise, bunun aksine, bu soğuk ve gamlı itaatin yerini,
          hayatın şevk, içtenlik ve neşe kesilmesine yol açan sıcak bir karşılama alır. Evrendeki
          Ruhlar Ruhu saygı ve ululama bekler ve Revakî (Stoacı) feylesof; kendisini böyle bir
          Allah'a teslim eder. Hıristiyanlık Tanrısı (Dindeki Tanrı telakkisi) ise, sevgi ister. Birisi
          kutupların soğukluğunda, birisi Ekvator sıcaklığında olan bu bölük, vardıkları sonuç
          itibariyle birleşirler ki bu da nasıl ve niçinsiz, kayıtsız ve şartsız, Allah'a teslim olmada
          kendini gösterir.


          Naz mı, İtiraz mı?

          Evrende "kötü"nün, kötülüğün varlığı konusunda, bizim edebiyatımızda çok söz edilmiş, şairler
          ciddî veya mizahî üslup ile sık sık bu konuya girmişlerdir. Bunların bir çoğu şiir olsun diye, söz
          olsun diye söylenmişlerdir. Bir kısmını da bir tür şathiyât, arifane naz kabilinden sayabiliriz.
          Hayyam'a nispet edilen, ona ait sayılan rubaîlerde bu gibi sözler çoktur. Daha önce de söylediğimiz
          gibi, bu sözlerin "Feylesof Hayam"dan geldiği kesinlikle belirlenmiş değildir. Şair Haya-m'ın soru ve
          itirazları, Feylesof Hayyam'ca bir çözüme bağlanmış olsalar gerektir. Şu hâlde bu şiirler ya Feylesof
          Hayyam'a ait değildir, ya da bunlar şaka olarak ve kabukta kalan softaları kızdırmak için söylenmiş
          olmalıdır, yahut da yine "delal-i arif" türündendir (10). Her ne ise, Hayyam'a nispet edilen bu
          rubaîlerde meselâ şöyle denir:

          Ecrâm ki sakinân-i in eyvânend
          Esbâb-i tereddod-i hıredmendânend
          Hân! Ta ser-i rişte-i hıred gom ne-konî
          K'ânân ke modebbirend sergerdânend.
          Göklerdeki yıldızlar, / akıllıları hayrete düşürürler.
          Sakın düşünüp akıl erdireyim diye aklını kaçırmayasın!
          Akıllı davranmak isteyen çok kez daha fazla yoldan çıkarlar.
          Eflâk ke coz gam ne-fezâyend diger
          Nenhend becâ tâ ne-robâyend diger
          Nâ-âmedegan eger bedânend ke mâ
          Ez dehr çe mî keşîm, nâyend diger.


          ----------------------------------------

          I- Bihar'ul-Envar, c.18, "Ölüme Sabır" babı, s.227, Kompanî basımı



          Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
          Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

          Yorum


            #65
            Ynt: Adl-i İlahi


            Felekler, tasamızı arttırmaktan başka şeye yaramazlar.
            Bir başka şeyi karşılığında kapmadan, yağmalamadan,
            Bir şeyi yerine koymazlar.
            Dünyaya henüz gelmemiş olanlar, bizim ne çektiğimizi bilseler,
            Dünyaya gelmekten vazgeçerler.
            Çûn hâsıl-i âdemî der in şûristan
            Coz horden-i gussa nîst tâ kenden-i cân
            Horrem dil-i ân ke zin cihân zûd bereft
            V'âsûde kesî ke hod niyâmed be-cihân.
            Bu çorak yerde insanlığın elde ettiği
            Canı çıkıncaya dek elem çekmek değil mi?
            Öyleyse ne mutlu tez çekip gidene
            Hiç gelmemektir cihana bundan da iyisi.
            Ey çerh-i felek harâbi ez kîne-i tûst
            Bîdâd-geri âdet-i dîrîne-i tûst
            Ey hâk! Eger sîne-i tu beşkaafend
            Bes govher-i kıymetî ke der sîne-i tûst.
            Ey felek çarkı! Bu bozulup gitme senin kinindendir,
            Zulmetmek senin eski huyundur,
            Ey toprak! Göğsünü yararlarsa,
            Senin göğsünde gömülmüş ne değerli mücevherlere rastlanır!


            Bu itirazlar aslında daha yüce bir makama yöneltilen itirazlardır. Felek başlı başına irade sahibi
            değildir. Belki de bu sebeple, şöyle bir hadis beyan buyurulmuştur:

            Dehr'e sövmeyin; Dehr, Allah'tır. (11)

            Yine, Hayyam'a nispet edilen rubaîlerde şöyle denmektedir:

            Dârende ki terkib-i tebayi ârâst
            Ez behr-i çe efkendeş ender kem-o kâst?
            Ger nîk amed, şikesten ez behr-i çe bûd?
            Ger nîk neyâmed in suver ayb ke-râst?
            Yaratıcı, unsurları uzlaştırıp düzenledikten, yarattıktan sonra
            Niçin yarattığını yeniden bozdu?
            İyi yaptıysa, niçin kırdı ki?
            Yok kötü yaptıysa, bu kimin kusuru?
            Terkîb-i piyale-î ke der-hem peyvest
            Beşkesten-i ân revâ nemî dared mest
            Çendîn kad-i serv-i nâzenîno ser-o dest
            Ez behr-i çe sâht-o ez berâyi çe şikest?
            Bir kadeh ortaya çıktı mı,
            Sarhoş bile onu kırmayı reva görmez
            Bu kadar servi boylar, nazlı bedenler başlar ve elleri,
            Niçin meydana getirdi, niçin kırdı?
            Câmist ke akl âferîn mi zenedeş
            Sed bûse zi-mehr ber-cebîn mî-zenedeş



            Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
            Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

            Yorum


              #66
              Ynt: Adl-i İlahi


              İn kûzeger-i dehr çenîn câm-i lâtif
              Mi sâzed-o baz ber-zemîn mî-zenedeş.
              Bir kadehtir ki, akıl aferin! der ona
              Sevgiyle yüz buse kondurur anlına.
              Bu felek denen çömlekçi, böyle bir zarif kadehi
              Yapmakta ve sonra yere çakıp kırmakta!


              Nasır-ı Hüsrev (12) gerçekten "hakîm" denebilecek bir şairdir. Bu gibi itirazların üzerinde,
              incelikleri kavrayacak bir zekâsı vardır.

              Ayrıca da, dinî inançları güçlüdür ve bu açıdan da bu gibi itirazları dile getirmemesi beklenir.
              Ne var ki o da şaka veya şathiyat kabilinden böyle sözler söylemiştir.


              Meselâ:

              Bâr Hudâyâ! Eger zi-rûy-i Hudâî
              Tînet-i insan heme cemil siriştî
              Çehrey-i Rûmîy-o sûret-i Habeşî ra
              Mayey-i hûbî çe bûd-o illet-i ziştî?
              Tal'at-i Hind-o rûy-i Türk çerâ şod
              Hemçu dil-i dûzehîy-o rûy-i beheştî?
              Ez çe saîd uftâd-o ez çe şakî şod
              Zâhid-i Mihrâbîy-o keşîş-i keneştî?
              Çîst hilâf ender âferiniş-i âlem
              Çûn heme râ dâye vo meşşâte to geştî?
              Gîrem dünyâ zi-bî-mahallî dünyâ
              Ber girihî harbut-o hasîs-i beheştî
              Ni'met-i mün'im çerast deryâ deryâ
              Mihnet-i müflis çerast keştî keştî?
              Tanrım! Sen ki Tanrılığın gereği
              İnsanı güzel yarattı isen,
              Rumî (beyaz yüzlü) ile Habeşî arasında
              Güzellik ölçüsü ve çirkinlik sebebi ne ola ki?
              Hintlinin yüzü ile Türk'ün yüzü
              Niçin cehennemlik olanın gönlü
              Ve Cennetlik olanın yüzü gibi farklı oldu?
              Tapınakta ibadet eden zahit ile manastırdaki keşiş
              Niçin biri sait, diğeri şakî oldu?
              Dünyanın yaratılışındaki bu aykırılıklar nedendir?
              Hepsinin eğiticisi, Rabbi sen değil misin?...
              Nasır-ı Hüsrev, yine ünlü bir kasidesinde şöyle der:
              Heme covr-i men ez Bulgârîyân est
              Kez-ân âhem hemî bâyed keşîden
              Güneh Bulgârîyân râ nîz hem nîst
              Be-gûyem ger to be-tevânî şenîden
              Hudâyâ! Râst gûyem, fitne ez to est
              Velî ez ters ne-tevânem çeğîden
              Leb-o dendân-i Türkân-i hetâ râ
              Nebâyistî çenîn hûb âferîden



              Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
              Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

              Yorum


                #67
                Ynt: Adl-i İlahi



                Ki ez dest-i leb-o dendân-i îşân
                Be-dendân dest-o leb bâyed gezîden
                Be âhû mîkonî ğoğâ ki be-gurîz
                Be tâzî mîzenî hey ber devîden
                Çektiğim azap, Bulgarlılardandır. (13)
                Onlar için durmaz ah etsem yeri var.
                Günah Bulgarlıların da değil,
                Dinleyebilirsen söyleyeyim:
                Allah'ım! Doğrusu, bu fitne sendendir.
                Ne var ki, korkudan şikâyet edemem
                Hıta Türklerinin dişini-dudağını, böylesine güzel yaratmamalı idin.
                Onların diş ve dudağı elinden ben de elimi ve
                Dudağımı ısırsam gerek!
                Ahuya kaç dersin
                Tazıya da durma koş buyurursun!


                Bazı araştırıcılar bu sözlerin Nasır-ı Hüsrev'e ait olmadığı kanaatindedirler.

                Adl-i İlahi yazı dizisinin birinci bölümü (Konunun Belirlenmesi) burada sona erdi. Bir
                sonraki bölümde (Sorunun Çözümü) ilk konumuz “İslam Felsefesi” olacak.




                Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
                Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

                Yorum


                  #68
                  Ynt: Adl-i İlahi


                  Açıklamalar:

                  (1) Varoluş başlı başına iyidir. İlke olan iyiliktir. (H. Hatemi)

                  (2) Kimin sözü olduğu belirtilmemiştir. Belki de ileride kendisinden söz edilecek olan Sadık
                  Hidayet tarafından söylenmiştir.

                  (3) W. James (1842-1910): Amerikalı feylesof. "Pragmatizm" adı verilen felsefî düşünce
                  akımının başlıca kurucusudur.


                  (4) F. Nitzsche (1844-1900): Alman düşünürü. Beden ve ruh sağlığının bozukluğu dolayısı ile
                  şairane, abartılı, faşist uygulamalara da dayanak olabilecek şeyler söylemiş, "İnsan-ı Kâmil"in değil,
                  âdeta bir Frankeştayn olan "İnsanüstü"nün hayalini kurmuştur. Dante nasıl cehennem tasviri ile
                  "ümitsiz" bir duruma düşmüş idiyse, Nietzsche de, akıl sağlığı yerinde olsa idi. "Tanrı ölüdür,
                  ölmüştür." gibi hezeyanları ile, bütün kurtuluş ümidini yitirmiş olurdu. Merhum Şeriatî ve Merhum
                  İkbal gibi bazı İslâm düşünürleri ona daha iyimser bir gözle bakarlar. Müslümanların; "teşhis" için
                  okuyabilecekleri, ancak "irşad" alanında yararlanamayacakları bir düşünürdür.


                  (5) Arthur Schopenhauer (1788-1860): Alman feylesofu. İnsan iradesinin varlık anlamını
                  sürekli bir sonsuz çabaya dayandırması, ahlâkın temeli olarak insanlara ve hayvanlara merhameti
                  olması, düşüncesinin güzel ve doğru noktalarındandır. Ancak, insanlığa bu gayretinde doğrudan
                  doğruya mutlak varlık ve mutlak kemal olan Allah'ı -varılmaz fakat manevî anlamda yakınlaşılır -
                  hedef olarak gösteremediği için, felsefesi yine de mutsuzluk ve kötümserliğe yol açmakta, "Hiçlik"e
                  ulaşmaktadır.


                  (6) Sadık Hidayet: "İ'tizad'ul-Mülk Hidayet'in oğlu Sadık Hidayet 1902'de doğdu. Yıllarca
                  Paris'te kaldı. Orada Seine nehrine atlayarak intihara teşebbüs etti. 1936'da İran'a döndü.
                  Hindistan'a, Özbekistan ve Taşkent'e gitti. Budizm ile meşgul oldu. 1950 sonlarında yine Paris'e gitti
                  ve orada intihar etti.

                  (7) "Kerremna" Tacı: Kur'ân-ı Kerim'de, İsrâ Suresi'nin (17) 70. ayetinde "Şüphesiz biz
                  Ademoğullarını ululadık, değerli ve şerefli kıldık, (onlara ikram ettik, bu ululuk kendilerinden
                  değil Yaratıcı'nın ihsanıdır) onları; yarattıklarımızdan bir çoğuna üstün kıldık." buyrulur. Bu
                  ayet-i kerime, "İnsan Hakları" düşüncesinin temel kavramı olan ve çağdaş Anayasalarda "insanlık
                  değeri" denen kavramın; Yaratıcının yüce beyanından ifadesidir. Metindeki "kerremna", ayet-i
                  kerimeye işarettir. "İnsan hakları Kur'ân'ın neresinde var?" diye okumadan bilenlere ve soranlara
                  sunulur.


                  (8.) A'taynake: Kevser (108) Suresi'nin ilk ayet-i kerimesine işaret olmalıdır: "Şüphesiz biz sana
                  verdik Kevser'i!" Ancak, burada bütün "Benî Adem" için söz konusu olan "kerremna" ihsanından,
                  "insanlık değeri"nden farklı bir durum vardır. Hitap Resul-i Ekrem'edir (s.a.a). Şu hâlde "insanlık
                  değeri"nin tam bir eşitlikle ihsan edilmesinden sonra, bütünü ile Resul-i Ekrem'e (s.a.a) ihsan edilen
                  "Kevser" nimetinden de yararlanabilmek için, Resul-i Ekrem'e (s.a.a) ve Ehlibeyt'ine başvurmak
                  gerekecektir.

                  (9) Zühre: Güneş sisteminde ikinci gezegenin adıdır. Eski Farsça'da Nahid, Batı dillerinde Venüs
                  denir.


                  (10) "Delal"e iki anlam verilmektedir: Birincisi "naz"dır. İkincisi de sevgilinin tecellisinde,
                  cilvesinde, salikin iç âlemine yansıyan şevk ve aşk dolayısı ile, diline geleni söylemesidir. (Ferheng-i
                  Muîn). Seccadî "dilal" olarak kelimeyi verdikten sonra, bu ikinci anlamı verir. Bizde "delal-i arif"
                  veya "dilal-i arif" terimleri kullanılmadığından, şathiyyat (şathiyat-ı sofiyane) ve arifane naz
                  terimleri de kullanılarak bu terim anlaşılır kılınmaya çalışılmıştır.




                  Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
                  Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

                  Yorum


                    #69
                    Ynt: Adl-i İlahi



                    (11) Hadisin anlamı, zamaneden şikâyetin, Allah'tan şikâyet olduğu tarzında açıklanabilir. Ancak
                    bazı bilginler de bu hadisin Zervaniyye fırkası tarafından uydurulduğunu, çünkü bu taifenin
                    "Zaman"ın "Allah" olduğuna inandıklarını söylerler. (M. Mutahharî)


                    Zervâniyye: İslâm'dan önceki İran Dininde, Parthler ve Sasanîler döneminde11 bu ad verilen
                    bir akım ortaya çıkmış ve bu akım, Zerdüşt Dini'nde belirmiş olan ikiciliği gidererek bir tür "tevhid"
                    anlayışına yönelmeye çalışmıştır. Zervan, "dehr"in, tüm olarak "zaman"ın karşılığıdır.11 Böylece,
                    Ahuramazda (Hormoz) ve Angramanyu (Ehrimen) üzerinde bir Allah kavramına ulaşılmak
                    istenmiştir. Yaratılmamış, Kadim zaman içindeki karşıtlıktan, Ahuramazda ve Angramanyu
                    meydana gelmiştir.

                    "Dehr" kelimesi, Kur'ân-ı Kerim'de, İnsân/Dehr Suresi'nin ilk ayetinde geçer ve tüm olarak
                    "zaman" anlamına alınabilir. Câsiye (45) Suresi'nin 24. ayetinde de, "felek, doğa, tabiat" anlamında
                    kullanılır. Esasen zaman da madde âleminin bir boyutu, yaratılmışlar âleminin bir boyutu olduğuna,
                    maddedeki sürekli hareket ve gelişmeden elde edilen bir kavram olduğuna göre, "felek" ve "dehr"
                    (tüm olarak zaman) eş anlamda da kullanılabilir. Kur'ân-ı Kerim'deki kullanış, Allah'ın esma-i
                    hüsnasından birinin de "dehr" oluşuna pek elverişli görünmemekle birlikte, metindeki gibi bir hadis
                    rivayet edilmektedir. Dehr, yaratılış âleminin toplam ve tüm süresi, mutlak olarak zaman
                    anlamındadır. "Dehr'e sövmeyin, Allah o Dehr'dir." hadisi Kamus-i Kur'ân'da da nakledilir. "Dehr, o,
                    Allah'tır." diye de rivayet edilmiştir.


                    Mecma'ul-Beyan sahibi Merhum Tabersî (Tabrisî) hadisi şöyle yorumlamıştır: Cahiliyye
                    döneminde hadiseler ve belâlar dehre nisbet edilir ve "Zamane şunu-şunu yaptı" denirdi. Bu
                    sebeple Resul-i Ekrem (s.a.a) "dehr" (felek, zamane) gibi terimleri kullanarak "fail" için yakışıksız
                    şeyler söylemeyin, "Çünkü gerçek fail Allah'tır." diye buyurmuştur. Gerçekten de Kamus-i Kur'ân'da
                    Tabersî'den naklen verilen bu yorum, hadis-i şerife uygundur ve bu şekilde anlaşılırsa ne hadis-i
                    şerifi mevzu saymaya, ne de "Dehr"i "Esma-i Hüsna" arasına almaya gerek kalır. Nitekim "Allah
                    insanı (kendi) suretinde yarattı." hadisi de bir yanlış anlama sonucudur ve gerçeği başkadır.

                    (12) Nasır-ı Hüsrev (Hosrov): 394 hicrî-kamerî/382 hicrî-şemsî yılında (miladî 1004) Horasan
                    yöresinin Belh şehri civarında Kabadyan bucağında doğdu. 481 (1088-1089) yıllarında Bedahşan
                    yakınlarında Yemkan'da vefat etti. 43 yaşında hacca gidinceye kadar, yüksek devlet görevlilerinden
                    idi. Yedi yıl süren seyahatinde Mısır'a uğradı. Fatımî / İsmailî mezhebini kabul ederek, İran ve
                    Horasan yöresinde bu mezhebin "Hüccet"i olarak döndü. Bundan sonraki ömrü, Belh'den
                    çıkarılmak, aşağılanmak, gizli faaliyet sürdürmekle geçti. Saplantılarına rağ-men dürüst ve ahlâk
                    kurallarına uymada titiz bir düşünür olarak tanınır.


                    (13) Nasır-ı Hüsrev'in yaşadığı yüzyılda Bulgarlar henüz tam olarak İslavlaşmamış olsalar
                    gerektir. Eski İran Edebiyatı'nda "Türk" gibi "Bulgar" da beyaz tenli ve güzel anlamında kullanılır.
                    Bu anılan şiirler, gerçekten de Nasır-ı Hüsrev'e uymamaktadır. Bunlar, büyük bir ihtimal ile Nasır-ı
                    Husrov'e isnat edilmiş şiirlerdir. Bizde "Bektaşi'ye isnat edilen fıkra ve sözler gibi, Fatımî / İsmailî
                    daisi olması dolayısı ile Horasan yöresinde kötü gözle bakılmak istenen Şair'e de bu gibi
                    uydurmalar isnat edilmiştir. Edward G. Browne'un İran Edebiyatı Tarihi'ni (Ferdovsî'den Sa'dî'ye
                    kadar) Farsça'ya çeviren ve notlandıran Fethullah Moctebaî, Ankara'da "Çelebi Abdullah"
                    kütüphanesindeki 736 (1335/1336) tarihli yazma Divan nüshası ile Fatih Sultan Mehmet için
                    yazılan nüshada bu gibi şiirlerin yer almadığını belirtir. Esasen Browne da bu şiirlerin Nasır'ı
                    Hüsrev'e ait olduğu hakkında kesin bir ifade kullanmaz...




                    Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
                    Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

                    Yorum


                      #70
                      Ynt: Adl-i İlahi


                      SORUNUN ÇÖZÜMÜ


                      – İslâm Felsefesi
                      – Felsefî Yollar ve Okullar


                      SORUNUN ÇÖZÜMÜ

                      İslâm Felsefesi


                      En güzel düzen ve bunun karşısında "şer" (kötülük) sorunu; felse-fenin en önemli sorunlarından birisidir. Önceki bölümde açıkladığımız gibi, bu "şer" sorunu; Doğu'da ve Batı'da "İkicilik" (düalizm), "maddecilik" ve felsefî kötümserlik görüşlerinin ortaya çıkmasına yol açmıştır.

                      Bu konuda bir söz söylememiş, bu konuya eğilmemiş olan düşünür azdır. Doğu ve Batı'nın feylesofları bu konuyu ele almış ve "şerr"in açıklanması gibi çetin bir konuya girmiş iseler de, benim görebildiğim kadarı ile Batı feylesofları bu sorunu çözememişlerdir. İslâm feylesof ve hakîmleridir ki bu konuyu ele alarak çözümleyebilmiş, hakkı ile üstesinden gelebilmiş ve önemli bir sırrı açıklığa kavuşturmuşlardır.

                      Burada Doğu'nun "ilâhî hikmet"i hakkında bir iki söz söylememiz yersiz olmayacak, bu büyük hazine hakkında değerbilirlik olacaktır. İslâm nuru parıltıları içinde Doğunun ilâhî hikmeti, bu büyük ve değerli servet meydana gelmiştir. Bu servet insanlığa İslâm'ın hediyesidir. Çok yazıktır ki bu armağandan çok çok az kimsenin haberi vardır. Mutaassıp ve bilgisiz kişiler, üstelik bu hazineye karşı kadir bilmez davranışlar göstermişlerdir.

                      Bilgileri genel bir deyişle Eski Felsefe'yi, "Dokuz Felek" ve "On Akıl"ı aşmayan, İslâm Felsefesi'nin sadece adını işitmiş olup da bu konuda kitap karıştırmış olsalar bile bu alana akıl erdirememiş olan kimseler, zannetmişlerdir ki İslâm Felsefesi de dokuz felek ve on akıldan başka bir konu ile ilgilenmez. Bugün "Felekler" kuramının asılsızlığı ortaya çıktığı için, onlar da artık başlarını dikerek kendilerini Farabî, Ebu Ali [İbn Sina] ve Sadru'l-Müteellîhin'den [Mollâ Sadra] üstün görebilirler. Bunlar sanır ki İslâm'ın ilâhî hikmeti; eski Yunan felsefesinden başka bir şey değildir ve gereksiz ve uygunsuz olarak İslâm'a girmiştir.



                      Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
                      Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

                      Yorum


                        #71
                        Ynt: Adl-i İlahi



                        Bu düşüncede olanlar; bilerek veya bilmeyerek İslâm'a ve İslâm maarifine karşı büyük bir haksızlık yapmakta, suç işlemektedirler. İs-lâm'ın ilâhî hikmeti ile Yunan Felsefesi arasındaki fark Einstein (103)

                        fiziki ile Yunan fiziki arasındaki farktan az değildir. Hatta İbn Sina metafiziği bile gereğince Avrupa'ya gitmemiştir, bunun belirtileri vardır. Böylece, Batılılar İbn Sina İlâhiyatının değerli hazinesinden bile yoksun kalmışlardır.

                        "Usul-i Felsefe ve Reviş-i Realizm" adlı kitabın (Felsefe Metodo-lojisi ve Realizm Yöntemi) ikinci cildinin dipnotlarında da belirtmiş olduğumuz gibi, Descartes'in (104)

                        "Düşünüyorum, demek ki varım!" tarzındaki ünlü sözü, Batıda yeni bir değerli düşünce olarak kabul görmüştür. Oysa bu söz İbn Sina'nın "İşarat" adlı kitabında üçüncü "ne-met" (araç, yöntem) olarak açıkça ele alınan ve sonra İbn Sina tara-fından çürüklüğü ispat edilen kof bir sözdür. (105)

                        İbn Sina felsefesi Batı'ya doğru aktarılsa idi, Descartes'in sözü Ba-tı'da yeni bir buluş, yeni bir düşünce olarak, yeni bir felsefe akımının temeli olamayacak idi. Ne yapalım ki bugün üzerinde Avrupa damgası olan her şeye rağbet etmekteyiz; çürük bir söz, İslâm Felsefesi'nin aş-tığı bir söz olsa bile.

                        Şimdi, birinci bölümde ortaya attığımız soruların cevaplandırıl-malarına başlıyoruz. Bu soruları dört başlık altında ele almıştık: Ayrıcalıklar, fanilik ve yok oluşlar, eksiklikler, afetler.

                        Bu sorulardan birinci bölüme gireni "ayırım ve ayrıcalıklar" başlığı altında, diğerini de "şerler" başlığı altında ele alıp cevaplandıracağız. Önce bu sorunları çözmeye çalışan çeşitli felsefî eğilim ve okullar üzerine bir-iki söz söylemeyi gerekli görüyoruz.



                        Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
                        Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

                        Yorum


                          #72
                          Ynt: Adl-i İlahi


                          Felsefî Yollar ve Okullar

                          "Adl-i ilâhî" konusuna ilişkin sorunları çözmede çeşitli yöntem ve yollara başvurulmuştur. İman ehli olanlar, dinin nuru ile Allah'a iman edenler, kısa ve kestirme bir cevap ile vicdanlarını tatmin edebilirler. Şöyle düşünürler: Kesin deliller ile her şeye kaadir, her şeyi bilen ve hakîm Allah'ın varlığı sabit olmuştur. Buna karşılık; kaadir, âlim ve hakîm olan Allah'ın zulmetmesi, zulmedebilmesi için delil yoktur. Al-lah'ın ne bir kimseye düşmanlığı vardır, ne de muhtaç oluşu söz konusu olabilir. Şu hâlde başkasının hakkını zayi etmesi veya yemesi için ne sebep olabilir? Zulmün sebebi, saiki; ya bazı ruhî ukdeler (komp-leksler) veya ihtiyaçlardır. Bütün bunlardan münezzeh olan Allah zulm de yapmaz, zulmün Allah katında anlamı yoktur.

                          Allah; Kaadir-i Mutlak, Âlim-i Mutlak, Hakîm-i Mutlak'tır. En güzel, en yararlı evren düzeninin ne olduğunu bilen ve bu düzeni kur-ma gücüne de sahip olan Allah'ın bu düzeni değil de buna aykırı olan bir düzeni yaratmış olmasına delil yoktur. "Şer" olarak adlandırılan şeyler, eğer en güzel ve en yararlı düzene (nizam-ı ahsen ve aslah) aykırı olsalardı, yaratılmazlardı.

                          Böyle düşünenler, yorumlayamadıkları olaylarla karşılaştıklarında, bunları bizim bilmediğimiz, ancak Allah'ın bildiği bir hikmet ve maslahata yorarlar, diğer bir deyişle, bu gibi olaylara "kaderin sırrı" olarak bakarlar.

                          Şüphesiz bu da bir akıl yürütme türüdür ve vardığı sonuç bakımından doğrudur da. Böyle düşünenler, "Bazı şer gibi görünen şeyler açıklanamaz iseler de, bu durumun insan idrakinin evren sırları karşısında yetersiz kalabilişindendir." diye düşünebilirler; insan sır ve hikmetlerle dolu bir evrende açıklayamadığı biriki şey görürse, derhal, işin esasından şüpheye düşmemelidir.

                          İnsan güçlü bir yazarın eseri olan bir kitap okuduğunda, anlaya-madığı bir-iki terim veya cümle ile karşılaşınca olağan olarak şöyle düşünür: Ben yazarın sadece bu bir -iki noktada demek istediğini anlayamadım. Yoksa çözemediği bu bir-iki nokta dolayısı ile yazarı asla suçlamaz, "yazar aslında dirayet, dikkat, kavrayıştan yoksundur, ne var ki bu bir kaç nokta dışında söyleyip yazdıkları tesadüfen anlamlı düşmüştür" diyemez. Böyle bir söz tam bir cahilce kendini beğenmişlik demek olur.

                          İman ehli avam insanlar, karşılaştıkları bu tür sorunları, açıklanan şekilde çözüme kavuştururlar. Önceleri de söylediğimiz gibi ehl-i hadis bu gibi konularda boyun eğme ve susma taraftarıdırlar ve düşünce açıklamaktan kaçınırlar. Eşaire de öyle bir yol tutturmuşlardır ki, so-nuçta çözülmesi gerekli hiçbir sorunla karşılaşmamaktadırlar. Eşaire dışında kalan kelâm ehli ve İlâhiyatta duygu ve tecrübe yöntemine ta-raftar olanlar ise, adl-i ilâhîye ilişkin sorunların çözülmesini evrenin sırları üzerinde, bunların yararları üzerinde araştırma ve derinleşmeye bağlarlar.

                          İlâhî hakîmlere, ilâhî hikmet mensuplarına gelince, konuya bir ta-raftan "limmî" yöntem ile girer, daha önce açıkladığımız delili "burhan" şeklinde sunarlar. "Evren Allah'ın eseridir, Allah'ın gölgesi hükmündedir, Allah mutlak güzeldir (cemil-i ale'l-ıtlak), güzelin aksi, yan-sıması da güzeldir." derler. Bir yandan da şerlerin mahiyetini araştırır, çözümlerler. "Şerler aslında 'yok' hükmündedirler; 'zat' açısından değil, 'araz' açısından vardırlar." derler. Bu bakımdan da şerlerin zorunlu olduğunu, hayırlardan ayrılmaz bulunduklarını, diğer bir deyişle yara-tılışın bölünme kabul etmez olduğunu ispat ederler. Aynı zamanda "şer" görünen şeylerin etki ve yararları konusunu ele alırlar.

                          Biz burada "burhan-i limmî" (niçin? kanıtı) üzerinde ilâhî hakîmlerin durduğu boyutlarda durmayacağız. Bu boyutlar bu kitabın düzeyini oldukça aşarlar. Biz burada ilâhî hakîmlerin görüşlerinden bu kitapta gerekli olan açıklamalar için yararlanacağız.

                          Yine önceden söylediğimiz gibi, bu sorunun çetin ve tereddütlü yönleri şu başlıklarda özetlenebilir: Ayrıcalıklar ve ayırımlar, kötülükler (=şerler); önce ayrıcalıklar ve ayırımlar konusuna girecek, sonra şerler bahsini ayrı bir bölümde ele alacak ve çözümleyeceğiz.



                          Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
                          Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

                          Yorum


                            #73
                            Ynt: Adl-i İlahi


                            AÇIKLAMAKLAR

                            (103) Einstein (Albert) (1879-1955): Genel bağımlılık (görecelik) kuramını (izafiyet nazariyesi) ortaya atan, çağdaş fizik, atom fiziği, tabiat bilimleri ve Batı'da metafizik alanında önemli sonuçlar doğuran çalışmaları olan ünlü Musevî-Alman bilgini.

                            (104-105) Descartes (René) (1596-1650): Batı'da bazılarınca Yeni Felsefe'nin "babası" olarak kabul edilen ünlü Fransız düşünürü. Dü-şünce yapısını kurarken işe yöntem olarak "şüphe" ile başlamış, her şeyden şüphe ederek en sonunda, "şüphe ettiğinden şüphesi olmadığı-nı" tespit etmiş, "cogito, ergo sum" (düşünüyorum, öyleyse "ben"im, ben diye bir gerçeklik var) şeklindeki ünlü tespitini yapmış, buradan da Allah'ın varlığını kabule kadar gitmiştir. İleride, merhum Mutahha-rî'nin Descartes'a özel bir önem verdiği görülecektir. Bu söz de aslında çürük, boş, bir söz değildir.

                            "Varlık"ın kabulü, Allah'ın kabulü demek-tir. Bu söz; "ben"in niteliğine ilk bakışta bir açıklık getiremez, ancak Allah'ın varlığının ispat gerektirmeyen bir apaçıklık olduğunu gösterir. Öyle anlaşılıyor ki Merhum Mutahharî ve onun dayandığı İslâm düşünürleri, bu sözü -Descartes öncesinden beri- eleştirirlerken, işe bu açıdan bakmamışlar, şöyle düşünmüşlerdir: Var olmak, isbatı gerek-meyen bir apaçıklıktır, insanın kendi varlığının bilincinde olması, hatta düşündüğünün bilincinde olmasından da önce gelen bir apaçıklıktır. Şu hâlde bu söze bunca değer vermeye gerek yoktur.


                            İbn Sina mealen şöyle demektedir:

                            Senin şöyle demen mümkündür:

                            Ben kendi zatımı (ego'mu) doğrudan doğruya vasıtasız olarak kavrayıp algılamıyorum, eser ve fiili (etki ve eylemi) aracılığı ile onun varlığını anlayabiliyorum. [Descartes'in dediği gibi, düşünü-yorum, o hâlde varım, ben diye bir şey var. H. Hatemi] Ben de bu söze karşılık derim ki: Her şeyden önce, bizim getirdiğimiz delil, insanın, her fiil ve hareketten soyut olarak, önce kendi kendisinin bilincinde olduğunu gösteriyordu. Sonra, bir eylem (fiil) veya eseri (etki, sonuç) gördüğünde, kavrayıp algıladığında, onu kendi varlığının kanıtı olarak almak istediğinde, acaba bu fiil veya eseri mutlak olarak mı görüyorsun, mutlak olan eylem veya etkiyi mi görüyorsun, yoksa "fi'l-i mukayyet"i, kendi fiilini mi? Mutlak fiili görüyorsan, "şu hâlde varım!" diyemezsin, çünkü "fi'l-i mutlak", senin değil "fail-i mutlak"ın varlığına delâlet eder, şahsî failin, "ben"in (ego) değil! İkinci şıkta ise, sen fiilini algılamazdan önce kendini algılarsın.



                            Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
                            Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

                            Yorum


                              #74
                              Ynt: Adl-i İlahi


                              Üçüncü Bölüm
                              AYRICALIK VE AYRIMLAR

                              – Evren Düzeni Başlı Başına Bir Düzen Midir?
                              – Hoş ve Unutulmaz Bir Hatıra
                              – Söz Konusu Olan Farktır, Ayrıcalık ve Ayrımcılık Değil
                              – Farklılıkların Sırrı
                              – Boylamsal Düzen
                              – Enlemsel Düzen
                              – Sünnet-i İlâhî
                              – Kanun Nedir?
                              – İstisnalar
                              – Cebr Sorunu ve Kaza ve Kader
                              – Özet




                              Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
                              Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

                              Yorum


                                #75
                                Ynt: Adl-i İlahi


                                AYRICALIK VE AYIRIMLAR

                                Bu konuda ileri sürülen itiraz ve tereddüt şu idi: Varlıkların Zat-ı Hakk ile, Yaratıcı ile eşit (yaratılmış-Yaratan) ilişkisi olduğuna göre, niçin çeşitli ve farklı yaratılmışlardır? Niçin birisi güzeldir de öteki çirkin? Niçin birisi tam da başkası eksik? Niçin birisi melek, öteki in-san, üçüncüsü hayvan, dördüncüsü bitki ve beşincisi kaya? Niçin ak-sine olmadı da böyle oldu? Niçin melek hayvan ve hayvan melek ol-madı? Niçin yaratıklar arasında insan "mükellef" oldu da diğerleri ol-madı? Mükellef olmak iyi idiyse niçin tümü böyle değil? Kötü ise in-san niçin mükellef?

                                Bu soruların cevabı iki türlü verilebilir: Özetle veya ayrıntılı olarak (icmalî ve tafsilî). Özetle verilecek cevabı, az önce iman ehlinin cevabı olarak yukarıda inceledik. Bu konular aslında Yüce Allah'ın sonsuz hikmetinden akıl-sır erdiremediğimiz şeyler, idrakimizin yetersiz kaldığı hususlardır; bu hususla çelişecek ve onu nakzedecek şeyler de-ğildir.

                                Biz Allah'ı Alîm (mutlak bilgi sahibi), Hakîm (mutlak hikmet sa-hibi), Ganî (hiçbir şeye muhtaç olmayan), Kâmil (noksansız), Âdil, Cevâd (mutlak ihsan ve cömertlik sahibi) olarak tanımaktayız. O'nu bu sıfatlarla tanıdığımıza göre, vuku bulan her şeyin bir "hikmet" ve bir "maslahat"ı olduğunu da biliriz, her ne kadar bu hikmet ve masla-hatların tümünü idrak edemesek, bir deyimle "Sırr-ı Kadere Agâh" ol-masak bile. İnsan için nice bin yıllık tarih süreci sonunda nasıl henüz bedenin sırlarını tamamıyla elde etme mümkün olmadı ise, "varlık ve "kader" sırrını tamamen elde etmeyi istemek fazla benlik ve iddiacılık olur. İnsan, aklını hayrette bırakan bunca hikmet ve tedbiri gördüğün-de, bir işin hikmetini anlamayınca, ona bu hikmet gizli kalınca, bunun kendi idrakinin eksikliğinden ileri geldiğini, yoksa yaratılışta kusur olmadığını itiraf etmelidir.

                                Bu cevabı verenler, kendilerini "niçin" ve "nasıl"larla meşgul etmezler. Anlayabildikleri ve aynı zamanda amelî (pratik) değeri olan konular üzerinde dururlar.


                                Bu özet cevabın doğru bir cevap olduğunda şüphe yoktur. İman ehlinin bu gibi felsefî konuların ayrıntılarına girmek gibi bir yükümlülükleri olmadığı gibi, girme yeteneği olmayanların bu konularla uğraşması da doğru görülmemiştir. Gerçekte bu cevap da bir istidlale, bir akıl yürütmeye dayanır. Burada illet (sebep) olan Yüce Yaratıcı'dan ve O'nun kemalinden, mutlak ve kusursuz yüceliğinden hareket edilerek evren düzeninin de kusursuzluğu (evrende mutlak anlamı ile şer bulunmadığı) sonucuna varılmıştır. (Kemal-i illet'ten kemal-i malul anlaşılmaktadır.)

                                Fakat burada bir başka konu ile de karşılaşmaktayız ve o da şudur: İnsanların çoğu yaratıcıyı eserleri vasıtası ile tanırlar.

                                Onların bilgilerinin dayanağı "evren"dir. Böyle bir bilgi, eksik kalan bir bilgi olarak kalır ve tabiatıyla, bilgilerinin dayanağı olan alanda bilmedikleri şeylerle karşılaştıklarında ister istemez tedirginlik duyarlar, onların bu durumdan kurtulabilmeleri için de bu konularda inceleme yapmalarından başka bir yol yoktur, bu kimseler Allah'ı evrenden bağımsız olarak kavrayamamışlardır ki Allah hakkında ma'rifet sahibi olmaları, Allah'ı mutlak kemal, mutlak gına, mutlak güzellik olarak tanımaları, on-ları evrenin de en güzel müessirin en güzel eseri, en kâmil müessirin en kâmil ve eksiksiz eseri olduğu kavrayışına iletebilsin.

                                Onlar, evren ile sadece bir tek yoldan bağ kurabilmektedirler, bildikleri başkaca bir yol yoktur. Bu yol da alelade ve basbayağı beş duyu yoludur. Onlar, Allah'ı evren aynasında görürler, bu sebeple de aynanın yüzünde bir leke gördüklerinde, bu durum, seyrettiklerine karşı bakış açılarını da etkiler. Oysa evreni Allah aynasından görebilseler, diğer bir deyişle, yukarıdan seyredebilselerdi, aşağıdan görünen bütün eksiklikler ve çirkinliklerin silinip gittiklerini göreceklerdi. Bu çirkinlik ve eksikliklerin bir tür görüş ve bakış eksikliği ve yanılgısından ileri geldiği anlaşılacak idi. Bu tür yukarıdan bakış, daha önce de değindiğimiz gibi, Hâfız'ın deyimi ile "Tarikat pîrinin bakışı"dır:


                                Pîri mâ goft hatâ ber kalem-i sun' ne-reft
                                Âferîn ber-nezar-i pak-i hatâ-pûşeş bâd.
                                Pirimiz yaratılış kaleminden hata, sürçme sadır olmadı dedi.
                                Temiz ve hataları örtücü nazarına aferin!



                                Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
                                Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

                                Yorum

                                YUKARI ÇIK
                                Çalışıyor...
                                X