Duyuru

Daraltma
Henüz duyuru yok.

Adl-i İlahi

Daraltma
X
 
  • Filtre
  • Zaman
  • Göster
Hepsini Temizle
yeni gönderiler

    #46
    Ynt: Adl-i İlahi



    Bu gerçeği bildiğimizde şunu kavrarız: Elimizdeki bütün aklî hükümler yüce Allah'ın fiilinden
    alınmıştır, ona dayanmaktadır. Bu aklî hükümler, ister zaruret ve imkâna hükmeden teorik aklın
    hükümleri olsun, isterse faydalara ve zararlara dayalı olarak güzellik ve çirkinliğe hükmeden pratik
    aklın hükümleri olsun, durum aynıdır.

    Bu nedenle, aklı yüce Allah üzerinde hâkim kılar, O'nun namütenahi zatının mutlaklığına kayıt
    getirirsek, aklın sınırlı ve kayıtlı olan objelerden elde edilmiş hükümleri ile O'nu sınırlandırırsak, ya
    da O'nun için kanun koyar, bazılarının düşündüğü gibi O'nun için falânca işi gerekli, filânca işi yasak
    ilân eder, şu işi yapmasının güzel, şu işi yapmasının çirkin olduğuna hükmedersek, büyük bir suç
    işlemiş oluruz.


    Çünkü teorik (nazarî) aklı yüce Allah üzerinde hâkim kılmak, O'nun sınırlılığına
    hükmetmek anlamını taşır. Sınırlılık ise yaratılmışlığın işaretidir. Çünkü sınır, sınırlanandan
    başkadır ve bir şey kendini sınırlamaz. Bu, zarurî ve açıktır. Pratik (amelî) aklı Allah üzerinde hâkim
    kılmak ise, O'nu itibarî kanunların ve geleneklerin egemenliği altına girmeye zorlayan bir
    noksanlıkla nitelemek demektir. Oysa bu itibarî kanunlar ve gelenekler, az önce dediğimiz gibi
    aslında insan zihninin ürünü olan görüşlerdir. Bu gerçekleri iyi kavramak gerekir.

    Öte yandan aklı, Allah'ın tekvin ve teşri aşamalarındaki fiillerini tanımlayıp belirleme konusunda
    kullanmamak, yani teorik ve pratik aklın hükümlerini geçersiz saymak da büyük bir suçtur.

    Şöyle ki: Teorik (nazarî) akıl aşamasında, örneğin yüce Allah'ın fiillerini gözlemleyerek bu
    gözlemlerden genel nazarî kanunları çıkarır, bu genel kanunlarla O'nun varlığını ispat etmeye
    koyulur, varlığını ispat ettikten sonra da geri dönüp aklın zarurî hükümlerini geçersiz sayarsak ve
    bunu, "Akıl, O'nun yüce varlığının alanını kuşatacak, zatının künhünü ve sıfatlarının derecelerini
    kavrayacak yeterlikte değildir. O, zatı ile değil, fiil aşamasındaki irade ile faildir. Yapmak ile
    yapmamak O'nun için birdir. Fiilinde O'nun bir amacı, bir hedefi yoktur. İyiliğin ve kötülüğün her
    ikisi de O'na dayanır." şeklinde gerekçelendirirsek, büyük bir yanılgıya düşmüş, büyük bir suç
    işlemiş oluruz.


    Çünkü eğer Allah'ın fiillerinin ve yaratılışla ilgili yasalarının özelliklerini belirleme hususunda aklın
    hükümlerini geçersiz sayarsak, bu hükümleri O'nun varlığını ortaya koyma konusunda da devre dışı
    bırakıp geçersiz saymış oluruz. Karşımıza çıkacak bundan daha büyük bir problem de şu olur:

    Biz böylece dış âlemden alınmış veya soyutlanmış olan bu hükümlerin ve kanunların, alındıkları
    veya soyutlandıkları kaynak ile örtüşürlüklerini inkâr etmiş oluruz ki, bu, bilginin iptali ve insan
    fıtratından çıkma sonucunu doğuran safsatanın, demagojinin ta kendisidir. Çünkü eğer yüce Allah'ın
    herhangi bir fiili veya sıfatı, bu aklî hükümlere ters düşecek olsa, bu demektir ki aklın hükmü,
    Allah'ın fiili olan dış dünya ile -ki bu hüküm o dış dünyadan soyutlanmıştır- örtüşmektedir. Zarurî
    ve bedihî bulduğumuz bu hükümlerden herhangi birinin doğruluğundan şüphe etmek caiz olunca
    da, aklın bütün hükümlerinin doğruluğundan şüphe etmek caiz olur ki, bu, bilginin varlığını inkâr
    etmekten, safsatadan başka bir şey değildir.


    Pratik (amelî) akıl aşamasında ise, hatırlamak gerekir ki, bu uygulamaya yönelik hükümler ve
    itibarî değerler, inanca dayalı savlar ve zihin ürünü görüşlerdir. İnsan, bunları kemal yolundaki
    amaçlarına ulaşmak ve hayat mutluluğuna ermek için ortaya koymuştur. İnsan davranışlarından
    hayat mutluluğuna uygun olanlarını güzel olarak nitelemiş, arkasından onları emretmiş, uyulmaya
    çağırmış, böyle olmayanları ise çirkin diye niteleyerek onları yasaklamış, onlardan sakındırmıştır.




    Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
    Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

    Yorum


      #47
      Ynt: Adl-i İlahi



      Çünkü bir davranışın güzel veya çirkin oluşu, hayatın amacına uygun olup olmamasına bağlıdır.
      İnsanı bu emirleri ve yasakları çıkarmaya, bu hükümleri yasalaştırmaya ve davranışları güzel ve
      çirkin diye değerlendirmeye zorlayan faktör, bu yasaları çıkarmayı gerekli kılan faydalar ve
      menfaatlerdir. Dolayısıyla uygulamasında güzellik bulunmayan ve gerektirici bir faydası
      bulunmayan bir teşriî hükmün varsayımı, iki tarafı birbiri ile çelişen bir varsayımdır.

      Yüce Allah'ın ortaya koyduğu hükümler ve yasalar da, biz insanların aramızda ortaya koyduğumuz
      hükümlerle aynı türdendir. Yani yüce Allah'ın farzları, haramları, emirleri, yasakları, vaatleri ve
      tehditleri, bizim aramızda yürürlüğe koyduğumuz farzlar, haramlar, emirler, nehiyler, vaatler ve
      tehditlerle tür olarak aynı niteliği taşırlar. Bunda şüphe yok. Bunlar, itibarî kavramlar ve savlardır.
      Yalnız yüce Allah'ın ortaya koyduğu savlarda, zihnin hatasından kaynaklanma gibi bir durum söz
      konusu değildir. O, bundan münezzehtir.


      Yüce Allah katından ortaya konan bu savlar, toplum çerçevesinde anlam bulan savlardır. Nitekim
      O'nun tarafından ileri sürülen ümit ve temenni de, muhataplar açısından anlam kazanmaktadır.
      Bununla birlikte, yüce Allah'ın ortaya koyduğu hükümler, tıpkı bizim yürürlüğe koyduğumuz
      hükümler gibi, toplum hayatı yaşayan insanla bağlantılıdır. İnsan, bu hükümlerle eksiklikten kemale
      doğru gider. Bunları uygulamakla mutlu hayata doğru adım atar. O hâlde, yüce Allah'ın teşriî
      fiillerinde kesinlikle teşriî bir fayda ve amaç vardır. O'nun emrettikleri, içerdikleri faydalardan
      kaynaklanan bir güzellikle güzel; içerdikleri zararlardan kaynaklanan bir çirkinlikle çirkindir.

      Dolayısıyla, "Allah'ın teşriî fiilleri, amaçlarla gerekçelendirilmez." demek, "O'nun belirlediği yolun
      amacı yoktur." demek gibidir. Oysa bir yolun ancak amacı ile yol olacağı ve ortanın ancak yan
      tarafların varlığı ile orta olabileceği zarurî bir gerçektir.

      Aynı şekilde, "Güzel, Allah'ın emrettiği ve çirkin de Allah'ın yasakladığı şeydir. Buna göre Allah,
      meselâ akla dayalı bir zorunluluk ile çirkin olan zulmü emretse, o güzel olur. Buna karşılık, akla
      dayalı bir zorunluluk ile güzel olan adaleti yasaklasa, o çirkin olur." demek, "Eğer Allah, insanı
      helâke, yok olmaya sevk etse, bu insanın mutlu hayatı olur. Buna karşılık, eğer insanı gerçek ve
      ebedî mutluluktan alıkoysa, bu mutluluk bedbahtlık olur." demek gibidir.


      Aklın her iki aşaması ile ilgili kaçınılmaz gerçek ise şudur: Teorik (nazarî) akıl, yüce Allah ile
      bağlantılı gerçek bilgiler hakkındaki belirlemelerinde ve hükümlerinde isabetlidir. Çünkü biz insan
      olarak kendimizde bulduğumuz ilim, kudret, hayat gibi kemal sıfatlarını, varlıkların O'na
      dayandıklarını ve rahmet, af, rızk, nimet verme ve hidayet gibi yüce fiilî sıfatları, kanıtın müsaade
      ettiği şekilde, Allah hakkında sabit görüyoruz.

      Yalnız kendimizde bulduğumuz kemal sıfatlarının sınırlı olduğunu da görüyoruz. Oysa yüce Allah
      hiçbir sınırın kuşatamayacağı kadar yücedir. Kullandığımız kavramların da yetersiz ve sınırlı
      olduğunu biliyoruz. Çünkü her kavram kendi dışındaki kavramlardan soyutlanmış, öbürlerinden
      kopmuştur. Bu sınırlılık, Allah'ın zatının mutlaklığı ile bağdaşmaz. Bu yüzden akıl, bu eksikliği bir
      dereceye kadar gidermek amacı ile selbî sıfatların tenzih ediciliğine başvurmuş, yüce Allah'ın
      herhangi bir sıfatla nitelendirilmeyecek kadar büyük, herhangi bir kayıtlama ve sınırlama ile
      kuşatılmayacak derecede yüce olduğunu kanıtlamıştır. Böylece bu benzetme ve tenzihin
      toplamından gerçeğe yaklaşmıştır.




      Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
      Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

      Yorum


        #48
        Ynt: Adl-i İlahi



        "Allah, üçün üçüncüsüdür, diyenler kesinlikle kâfir olmuşlardır." (Mâide, 73) ayetinin tefsirinin
        arkasından Emir'ül-Müminin Ali'nin (a.s) hutbelerinden konu ile ilgili seçmelere yer vermiştik. Bu
        seçmeler, bu konuyu en yeterli biçimde açıklamakta, en parlak delillerle kanıtlamaktır. İsteyenler, o
        seçmelere başvurabilirler. Bunlar, nazarî (teorik) akıl hakkındaki gerçeklerdir.

        Pratik (amelî) akla gelince, yukarıda belirttiğimiz gibi bu aklın hükümleri yüce Allah'ın teşriî
        fiillerinde geçerlidir. Yalnız yüce Allah, yasalaştırdığı veya geçerli kıldığı hükümleri kendisi onlara
        muhtaç olduğu için değil, meselâ insana lütufta bulunmak için yasalaştırıp geçerli kılıyor. O, büyük
        lütuf sahibi olduğu için bu yasaları koyarak böylece insanın ihtiyacını karşılıyor. Demek ki, yukarıda
        değindiğimiz gibi, Allah'ın koyduğu yasalarda amacı vardır. Fakat bu amaç, o yasalara ihtiyacı olan
        insanla ilgilidir, yoksa kendisi ile ilgili değildir. Yine, O'nun koyduğu yasaların gerektirici faydaları
        vardır. Fakat bundan yarar sağlayan kendisi değil, insandır.


        Durum böyle olunca akıl, O'nun koyduğu hükümleri incelemeye ve bu hükümlerdeki güzelliği,
        çirkinliği, faydayı ve zararı irdelemeye yetkilidir.

        Fakat bu incelemeyi, insanlar hakkında yaptığı gibi, Allah hakkında hüküm vermek, O'na emretmek,
        yasak koymak, farz kılmak ve haram etmek için yapmaz. Çünkü insanın tersine yüce Allah'ın elde
        edeceği herhangi bir kemale ihtiyacı yok ki, kendisine bu amaca ulaştırıcı bir hüküm yönelebilsin.
        Aklı bu incelemeyi yapmaya yetkili kılan gerekçe şudur:

        Yüce Allah, yasalarını ve ilkelerini ortaya koyarken güçlü bir yönetici gibi davranıyor. Bunun gereği
        olarak biz O'na kulluk ediyoruz ve O da hayatımızı, ölümümüzü, rızkımızı, işlerimizin
        düzenlenmesini, davranışlarımızın düsturlarını, yaptığımız işlerin hesabını, iyiliklerimizin ve
        kötülüklerimizin karşılıklarını vermeyi üstleniyor. Bize yönelttiği her hükmü mutlaka delille
        açıklıyor. Gerekçesi olmadan mazeretimizi kabul etmiyor. Kanıtı olmadan bize ceza vermiyor. Şu
        ayetlerde buyrulduğu gibi: "İnsanların peygamberlerden sonra Allah'a karşı bir hüccetleri olmasın."
        (Nisâ, 165), "Helâk olan açık bir delille helâk olsun, dirilen de açık bir delille dirilsin." (Enfâl, 42)

        Bunların yanı sıra, kıyamet günü Allah'ın insanlara ve cinlere delil göstereceğini bildiren çok sayıda
        ayet vardır. Bunun gerekli sonucu, Allah'ın koyduğu yasalar uyarınca pratik aklın, Allah'tan
        başkalarının fiilleri konusunda olduğu gibi Allah'ın fiilleri konusunda da işlerliğini yürütebilmesidir.
        Şu ayetlerde bu gerçek vurgulanıyor: "Allah insanlara hiç zulmetmez." (Yûnus, 44), "Doğrusu Allah,
        vaadinden dönmez." (Âl-i İmrân, 9), "Biz gökleri, yeryüzünü ve bu ikisi arasındaki varlıkları oyun
        olsun diye yaratmadık." (Duhân, 38) Bu anlamdaki ayetlerin sayısı çoktur. Yüce Allah, bu ayetlerde
        kendini sosyal kötülüklerden uzak ilân et-mektedir.

        Teorik ve pratik aklın hükümlerinin yüce Allah hakkında geçerli olduğu konusunda çok sayıda ayet
        vardır. Teorik aklın hükümleri ile ilgili olarak şu ayetler örnek verilebilir: "Gerçek, Rabbinden
        gelendir. Öyleyse kuşkuya kapılanlardan olma." (Âl-i İmrân, 60) Dikkat edilirse bu ayette, "Gerçek
        Rabbin ile beraberdir." denmiyor. Çünkü doğru önermeler ve gerçek hükümler, Allah'ın fiilinden
        elde ediliyor. Yoksa Allah'ın fiili, bizim fillerimizde olduğu gibi, hakka tâbi olup onunla
        desteklenmiyor.

        Diğer bir örnek, "Allah hüküm verir. O'nun hükmünü geri çevirecek kimse yoktur." (Ra'd, 41)
        ayetidir. Yani mutlak hüküm O'na aittir. Aklî veya aklî olmayan hiçbir engel, O'nun hükmünü




        Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
        Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

        Yorum


          #49
          Ynt: Adl-i İlahi



          önleyemez. Çünkü engeller ve önleyici faktörler, O'nun fiili ile ortaya çıkarlar. Buna göre bunlar,
          O'ndan geridedirler, O'nun üzerinde hâkimiyetleri ve etkinlikleri yoktur. Şu ayetlerde buyrulduğu
          gibi:

          "O birdir, kahhardır (her şeye boyun eğdirendir)." (Ra'd, 17), "Allah, işine egemendir." (Yûsuf, 21),
          "Allah, işini sona ulaştırandır." (Talâk, 3) Yani Allah, her şeye boyun eğdiren, her şey üzerinde
          mutlak galip ve işini mutlaka sonuçlandırandır. Hiçbir şey O'na boyun eğdire-mez, hiçbir şey O'na
          üstün gelemez. O'nunla emri arasına hiçbir şey girip O'na engel olamaz.

          Diğer bir örnek, "İyi bilin ki, yaratma ve emir O'nun elindedir." (A'râf, 54) ayetidir. Bunlar gibi daha
          birçok mutlak anlamlı, kayıt ve şart içermeyen ayet vardır.

          Evet; yüce Allah'ın fiillerinde teorik (nazarî) aklın hükmü geçerlidir. Bu geçerlilik, O'nun fiillerinin
          özelliklerini belirlemek ve bilinmeyen yönlerini ortaya çıkarmak içindir. Yoksa Allah'ın, aklın
          hükmüne tâbi olması söz konusu değildir. Çünkü aklın hükmünün kendisi tâbi ve bağımlıdır, dış
          dünyanın realitesi demek olan O'nun fiilinde geçerli olan yasadan elde edilmiştir. İnsanları
          düşünmeye, akıl yürütmeye, irdelemeye çağıran ayetler, bu gerçeğin delilleridir. Eğer aklın
          hükmünün vardığı sonuçlar delil olmasaydı, bu çağrı anlamsız olurdu.

          Pratik (amelî) aklın hükmünün Allah'ın fiillerinde geçerli olduğu hakkında da ayetler vardır.
          Bunlardan biri, "Allah ve Peygamber'e, sizi, size hayat bağışlayacak şeylere çağırdığı zaman olumlu
          karşılık verin." (Enfâl, 24) ayetidir. Bu ayet Allah'ın hükümleri ile amel etmenin mutlu hayata erme
          konusunda faydalı olduğunu gösterir.

          Başka bir örnek, "Allah, çirkin şeyleri emretmez." (A'râf, 28) ayetidir. Bu ayetten anlaşılan şudur:
          "Allah özü itibariyle çirkin olan bir şe-yi emretmez." Yoksa, "Allah öyle bir şeyi emretse, o şey artık
          çirkin olmaz." değil. Bir diğer örnek, "Allah'a ortak koşma. Çünkü (Allah'a) ortak koşmak, büyük bir
          zulümdür." (Lokmân, 13) ayetidir.

          Bu anlamda daha çok sayıda ayet vardır. Bu ayetler, Allah tarafından yürürlüğe konan hükümleri,
          içerdikleri faydalarla gerekçelendiriyor. Namaz, oruç, Allah yolunda yapılan malî fedakârlıklar ve
          cihat gibi. Bu ayetlerin hepsini nakletmeye ihtiyaç yoktur.

          AYETLERİN HADİSLER IŞIĞINDA AÇIKLAMASI

          Tefsir'ul-Ayyâşî'de Davud b. Farkad'e dayanılarak verilen bilgiye göre İmam Cafer Sadık (a.s) şöyle
          buyurdu: "Melekler, İblis'in kendilerinden olduğunu sanıyorlardı. Oysa Allah onun onlardan
          olmadığını biliyordu. Sonra Allah, onun nefsindeki taassubu ortaya çıkardı da, 'Beni ateşten
          yarattın, onu ise çamurdan yarattın.' dedi." [c.2, s.9, Tahran basımı]

          ed-Dürr'ül-Mensûr'da şöyle denir: Ebu Nuaym'ın -el-Hilye adlı eserinde- ve Deylemî'nin verdiği
          bilgiye göre, Cafer b. Muhammed babası aracılığı ile ceddinden Hz. Peygamber'in (s.a.a) şöyle
          buyurduğunu rivayet eder: "Dinî bir meseleyi kendi görüşüne göre değerlendiren ilk kişi İblis'tir.
          Yüce Allah ona, 'Âdem'e secde et.' dedi. O ise, 'Ben ondan üstünüm; beni ateşten yarattın, onu ise
          çamurdan yarattın.' dedi." İmam Cafer de şöyle dedi: "Kim dinî bir meseleyi kendi görüşüne göre
          değerlendirirse, Allah onu kıyamet günü İblis ile birlikte haşreder. Çünkü değerlendirmesinde ona
          uymuştur." [c.3, s.72]



          Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
          Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

          Yorum


            #50
            Ynt: Adl-i İlahi



            el-Kâfi'de İsa b. Abdullah el-Kuraşî'ye dayanılarak verilen bilgiye göre, bir gün Ebu Hanife, İmam
            Cafer Sadık (a.s) ile görüşmeye gitti. İmam ona, "Ey Ebu Hanife, duyduğuma göre sen kıyası delil
            kabul e-diyorsun." dedi. Ebu Hanife, "Evet, ben kıyası delil kabul ediyorum." karşılığını verdi. Bunun
            üzerine İmam ona, "Kıyas yöntemine baş vur-ma; çünkü, 'beni ateşten yarattın, onu ise çamurdan
            yarattın.' derken kıyas yöntemine baş vuran ilk kişi, İblis olmuştur." dedi. [c.2, s.58, h: 20, Tahran
            basımı]

            el-Uyun adlı eserde nakledildiğine göre İmam Ali (a.s) şöyle buyurdu: "İblis, ilk kâfir olan ve
            kâfirliğin çığırını açan kimsedir." [Uyun-u Ahbar'ir-Rıza, c.1, s.191]


            Ben derim ki: Bu rivayet, Tefsir'ul-Ayyâşî'de (6) İmam Cafer Sadık'tan (a.s) nakledilmiştir.
            el-Kâfi adlı eserde verilen bilgiye göre İmam Cafer Sadık (a.s) bir hadisin zımnında şöyle buyurdu:
            "Ortaya çıkan ilk günah, İblis'in benlik iddiasıdır."[c.2, s.82]

            Ben derim ki: Bu meseleyi yukarıda açıkladık.
            Tefsir'ul-Kummî'de verilen bilgiye göre İmam Cafer Sadık (a.s) şöyle buyurdu: "Büyüklük taslamak,
            Allah'a karşı işlenmiş ilk günahtır." [c.1, s.42]

            Ben derim ki: Daha önce açıklandığı gibi ve bir önceki rivayette belirtildiği gibi bu günahın kaynağı
            benlik duygusudur.

            Nehc'ül-Belâğa'da İmam Ali (a.s), Âdem'in yaratılış şeklini anlatan bir hutbesinde şöyle buyuruyor:
            "Yüce Allah, meleklere tevdi ettiği emaneti onlardan yerine getirmelerini ve onlara yaptığı
            tavsiyenin gereğine uymalarını emretti. Bunun için Âdem'e secde ederek ve üstünlüğüne saygı
            göstererek ona boyun eğmelerini istediğini bildirmek için, 'Âdem'e secde edin.' buyurdu. Hepsi
            secde etti. Sadece İblis ve askerleri secde etmeye yanaşmadı. Taassup onların akıllarını başlarından
            aldı ve kötülüğe mağlup oldular..." [Nehc'ül-Belâğa, Feyz'ül-İslâm, hutbe: 1, s.30]

            Ben derim ki: Bu rivayette secde emrinin İblis ile birlikte onun askerlerini de kapsadığı bildiriliyor.
            Bu ifade, bizim Âdem'in insanlığı temsil eden bir sembol olduğu, şahsının bir özellik taşımadığı ve
            bu olayın tekvinî bir sürece işaret ettiği yolundaki daha önce yaptığımız açıklamayı teyit
            etmektedir.

            Mecma'ul-Beyan adlı tefsirde verilen bilgiye göre İmam Muham-med Bâkır (a.s), "Sonra önlerinden,
            arkalarından, sağlarından, sollarından onlara sokulacağım." ifadesini şöyle açıklıyor: "Önlerinden
            sokulacağım, yani ahireti onlara önemsiz göstereceğim; arkalarından sokulacağım, yani onlara mal
            biriktirmeyi ve bu malların haklarını vermeyerek hepsinin mirasçılarına kalmasını sağlamalarını
            emredeceğim; sağlarından sokulacağım, yani sapıklığı süslü ve şüpheyi güzel göstererek din ile
            ilişkilerini bozacağım; ve sollarından sokulacağım, yani nefsî arzuları onlara sevdirerek, aşırı
            arzuların kalplerine egemen olmasını sağlayacağım." [c.3-4, s.404, Tahran basımı]

            Tefsir'ul-Ayyâşî'de verilen bilgiye göre İmam Cafer Sadık (a.s) şöyle buyurdu: "Muhammed'i
            peygamber olarak gönderen Allah'a yemin ederim ki, ifritler ve iblisler, arıların et üzerine
            üşüştüklerinden daha çok müminin üzerine üşüşürler." [c.2, s.301, h: 111]




            Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
            Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

            Yorum


              #51
              Ynt: Adl-i İlahi



              Meani'l-Ahbar adlı eserde verilen bilgiye göre İmam Rıza (a.s), "İblis'e, İblis adının verilmesinin
              sebebi, onun Allah'ın rahmetinden mahrum edilmiş olmasıdır." dedi. [s.138, Tahran basımı]

              Tefsir'ul-Kummî'de verilen bilgiye göre Ebu Rıf'a şöyle dedi: İmam Cafer Sadık'a (a.s), "Âdem'in bir
              süre barındığı cennet, dünya bahçelerinden bir bahçe midir, yoksa ahiret cennetlerinden bir cennet
              midir?" diye sordular. İmam şu karşılığı verdi: "Orası üzerinde güneşin ve ayın doğduğu bir dünya
              bahçesi idi. Eğer ahiret cennetlerinden olsaydı, Âdem sonsuza kadar oradan çıkmazdı."


              İmam sözlerine şöyle devam etti: "Yüce Allah Âdem'i cennete yerleştirdi. Bir ağacın meyvesi dışında
              ona her şeyi yemeyi mubah kıldı. Çünkü Âdem ancak emirlerle, yasaklarla, beslenerek, elbise
              giyerek, bir çatı altında barınarak ve çiftleşerek varlığını sürdürecek özellikte yaratıldı. Allah'ın
              inayeti olmadan menfaatini zararından ayırt edecek yapıda değildi. Bu durumu bilen İblis ona
              gelerek şöyle dedi: 'Sen ve eşin eğer Allah tarafından size yasaklanan şu ağacın meyvesinden
              yerseniz, melek olursunuz ve ebedî olarak cennette kalırsınız. Eğer bu ağacın meyvesinden
              yemezseniz, Allah sizi cennetten çıkarır.' Arkasından, 'Rabbiniz, iki melek olmayasınız veya sürekli
              kalanlardan olmayasınız diye size bu ağacı yasakladı. Onlara, 'Ben gerçekten sizin iyiliğinizi
              istiyorum.' diye yemin etti.' ayetlerinde bildirildiği üzere onların iyiliğini istediğine dair yemin etti."

              "Bunun üzerine Âdem, İblis'in sözlerini kabul etti ve o ağacın meyvesinden yediler. Ardından, 'ayıp
              yerleri onlara göründü.' ifadesinde anlatılanlar oldu. Allah'ın kendilerine giydirdiği cennet elbiseleri
              üzerlerinden düştü. Hemen cennet yaprakları ile ayıp yerlerini örtmeye koyuldular. 'Rableri onlara
              seslendi: Ben size o ağacı yasaklamamış mıydım? Şeytanın açık düşmanınız olduğunu size
              söylememiş miydim?' Bunun üzerine onlar, Kur'ân'da anlatıldığı üzere, 'Rabbimiz, biz kendimize
              zulmettik. Eğer bizi affetmez, bize merhamet etmezsen, kesinlikle hüsrana uğrayanlardan
              oluruz.'diyerek tövbe ettiler. Buna karşılık Allah onlara, 'Oradan aşağı inin! Sizler birbirinizin
              düşmanısınız. Sizin için yeryüzünde bir süreye kadar -yani kıyamet gününe kadar- yerleşme ve
              faydalanma vardır.' buyurdu." [c.1, s.43]


              el-Kâfi adlı eserde Ali b. İbrahim'e dayanılarak verilen bilgiye göre İmam Cafer Sadık (a.s) şöyle
              buyurdu: "Âdem cennetten çıkınca Cebrail yanına inerek ona şöyle dedi: 'Ey Âdem, Allah seni elleri
              ile yaratmadı mı? Sana kendi ruhundan üflemedi mi? Meleklere sana secde ettirmedi mi? Seni
              cariyesi ile eşleştirmedi mi? Seni cennete yerleştirip oradaki her nimeti sana mubah kıldıktan sonra
              o ağacın meyvesinden yemeyi sana sözlü olarak yasaklamadı mı? Öyleyken nasıl oldu da o ağacın
              meyvesinden yiyerek ona karşı geldin?' Âdem Cebrail'e şu karşılığı verdi: Ey Cebrail, İblis bana
              iyiliğimi düşündüğüne dair Allah adı üzerine yemin etti. Ben Allah'ın yarattığı hiçbir varlığın Allah
              adı üzerine yalandan yemin edeceğine ihtimal vermedim." [Tef-sir'ul-Kummî, c.1, s.43-44 ve 225]

              Ben derim ki: Bu olay ile ilgili birkaç rivayete, Bakara Suresi'nin tefsiri sırasında yer vermiştik.


              İnşaallah diğer bazılarına da uygun yerleri geldiğinde değinilecektir.
              Tefsir'ul-Kummî'de verilen bilgiye göre İmam Cafer Sadık (a.s) şöyle buyurdu: "İblis dedi ki:

              'Rabbim sen asla zulmetmeyen adaletin ta kendisi olduğuna göre nasıl olur da benim amellerimin
              sevapları boşa gider?' Allah ona, 'Hayır, boşa gitmez. Sen bana amellerine sevap olarak dünya için
              bir şey iste, vereyim.' buyurdu. İblis'in istediği ilk şey kıyamet gününe kadar var olmak oldu. Allah,
              'Bunu sana verdim.' buyurdu. İblis, 'Beni Âdem'in soyu üzerine musallat et.' dedi. Allah, 'Musallat
              ettim.' buyurdu. İblis, 'Kanın damarlarda dolaştığı gibi benim onların vücutlarında dolaşmamı





              Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
              Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

              Yorum


                #52
                Ynt: Adl-i İlahi



                sağla.' dedi. Allah, 'Bunu sağladım.' buyurdu. İblis, 'Onların her doğan çocuğuna karşılık benim iki
                çocuğum doğsun, ben onları göreyim, fakat onlar beni görmesin, onlara dilediğim kılıkta
                görünebileyim' dedi. Allah, 'Sana bu imkânı verdim.' buyurdu. İblis, 'Rabbim, bana daha çoğunu ver.'
                dedi. Allah, 'Sana ve soyuna onların kalplerini barınak yaptım.' buyurdu. İblis, 'Rabbim yeter.' dedi."
                "Bunun üzerine İblis, 'İzzetin hakkı için, seçilmiş kulların dışında onların hepsini sapıklığa
                düşüreceğim.' dedi." [c.1, s.34, Tahran basımı]

                Ben derim ki: Daha önce yaptığımız açıklamalar, bu rivayetin anlamını açıklıyor. İblis'in, "Onlara
                dilediğim kılıkta görünebileyim." şeklindeki sözü, onun dilediği şekle girerek insan duyguları
                üzerinde tasarrufta bulunabilmesinin ötesinde bir anlama gelmez. Bu söz, onun dilediği ve istediği
                gibi kendi özünün değişebilmesi anlamına gelmez.


                Bazıları ise şöyle diyorlar: "İlim adamlarının ittifakına göre, İblis ve soyu cin kökenlidirler ve cinler
                hava gibi latif cisimlerdir, çeşitli şekillere girebilirler. Hatta köpek ve domuz kılığına bile girebilirler.
                Melekler de latif cisimlerdir. Onlar ise köpek ve domuz dışında çeşitli şekillere girebilirler."

                Bunlar bu sözleri ile cinlerin ve meleklerin özleri ile değiştiklerini kastediyor gibidirler. Oysa bu
                iddianın ne naklî ve ne aklî bir delili yoktur. İddia edilen ittifak ise, ortak anlayış anlamına gelir. Bu
                anlamda bir ittifakın değil nakledileni, tespit edileni bile delil değeri taşımaz. Bu konuda Kitap ve
                sünnetteki kaynak ise, yukarıda sunduğumuz rivayettir.

                İblis'in soyu ve bu soyun çokluğu da, sadece bu soyun çok sayıda olduğu ve İblis'in kendisinden
                kaynaklandığı sonucunu verir. Peki, bu çoğalma nasıl oluyor? Bizim bildiğimiz çiftleşme yolu ile mi,
                yumurtlayıp üzerinde kuluçkaya yatarak mı, yoksa anlaşılması mümkün olmayan başka bir yolla
                mı? Bu konuda hiçbir şey bilmiyoruz.


                Evet, şu şekilde birkaç rivayet var: "İblis kendisi ile çiftleşiyor, yumurtluyor ve yumurtası üzerinde
                kuluçkaya yatıyor." Veya "Apış arasında bir erkeklik ve öbürü dişilik uzvu olmak üzere iki üreme
                uzvu var; bunlarla kendi kendiyle çiftleşiyor ve günde on çocuğu oluyor. Çocukların hepsi erkektir,
                aralarında çiftleşmezler veya çiftleşmeleri hayvanlar gibi eşleşerek olur."(7)


                Bütün bunlar, bazı tek kanallı rivayetler dışında hiçbir delile dayanmayan görüşlerdir. Bu tek
                kanallı rivayetler de zayıf, mürsel, maktu ve mevkuf rivayetlerdir, özellikle bu tür meselelerde
                dayanak olamazlar. Bu tür meselelerde ancak muhkem ayetler, mütevatir hadisler veya kesin
                karinelerle desteklenen hadisler delil olabilir. Eğer sözünü ettiğimiz rivayetler, Kur'ân ile
                örtüşseydi, onunla doğrulanırlardı. Fakat bu nitelikte değildirler.

                el-Kâfi adlı eserde Ali b. İbrahim'den, o babasından, babası İbn Umeyr'den şöyle rivayet eder: İmam
                Cafer Sadık (a.s) şöyle buyurdu: "Her kalbin iki gözü vardır. Birinde yol gösteren melek, öbüründe
                ise yoldan çıkaran şeytan bulunur. Beriki kalbe emreder, öteki onu engeller. Şeytan ona kötülüğü
                emreder, melek ise onu kötülükten alıkor. İşte yüce Allah'ın, 'İnsanın sağında ve solunda oturan iki
                kişi vardır. Hiçbir söz söylemez ki, yanında gözetleyen ve o sözü zapta geçiren bulunmasın.' (Kaf,
                18) ayeti bunu ifade etmektedir." [c.2, s.266]


                Bihar'ul-Envar adlı eserde, eş-Şihab adlı eserden naklen şu bilgiye yer verilir: Hz. Peygamber (s.a.a)
                şöyle buyurdu: "Şeytan damarlardaki kan gibi âdemoğlunun vücudunda dolaşır." [c.63, s.268]





                Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
                Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

                Yorum


                  #53
                  Ynt: Adl-i İlahi


                  Sahih-i Müslim'de İbn Mes'ud'a dayanılarak verilen bilgiye göre Hz. Peygamber (s.a.v) şöyle
                  buyurdu: "Herkese cin kökenli bir yoldaş musallat edilmiştir." "Sana da mı ey Allah'ın Resulü?" diye
                  sorulması üzerine Peygamberimiz, "Evet, bana da. Yalnız Allah bana yardım etti de benim cinim
                  bana teslim oldu. Artık bana sadece iyiliği emrediyor." karşılığını verdi. [c.17, s.157]

                  Ben derim ki: Hadisin orijinal metninde geçen tabiri, bazıları "üs-lime=teslim oldu" şeklinde,
                  bazıları ise "esleme=Müslüman oldu" şeklinde okumuşlar.

                  Tefsir'ul-Ayyâşî'de verilen bilgiye göre Cemil b. Derrac şöyle der: "İmam Cafer Sadık'a (a.s), 'İblis
                  melek kökenli mi idi ve gökte bir yetkisi var mı idi?' diye sordum. Bana şu cevabı verdi: Melek
                  kökenli değildi. Fakat melekler onu kendilerinden biri gibi görüyorlardı. Oysa Allah onun onlardan
                  olmadığını biliyordu. Gökte herhangi bir yetkisi ve üstünlüğü de yoktu."


                  "Tayyar'a gidip İmam'dan işittiklerimi kendisine haber verdim. İmam'ın sözlerini yadırgadı ve
                  'Nasıl olur da melek kökenli olmaz?! Oysa yüce Allah meleklere buyuruyor ki: Âdem'e secde edin.
                  İblis dışında hepsi secde etti.' Tayyar İmam'ın yanına gidip bu soruyu ona sordu. Ben de
                  yanlarındaydım. İmam ona, 'Allah Kur'ân'ın birçok yerinde müminlere hitap ederek, 'Ey müminler!'
                  buyuruyor. Bu hitaba münafıklar dahil mi?' diye sordu. Tayyar, 'Evet; bu hitap, müminlerin yanı sıra
                  münafıkları, sapıkları ve görünüşte ilâhî çağrıyı kabul eden herkesi kapsar.' karşılığını verdi." [c.2,
                  s.34, Tahran basımı]

                  Ben derim ki: Bu hadis, İblis'in melek kökenli olduğu ve beşinci kat gökte veya cennette kapı
                  görevlisi olduğu yolundaki rivayetlerin doğru olmadığını bildiriyor.

                  Bilmek gerekir ki, İblis'in tasarrufları konusunda Şiî ve Sünnî kaynaklardan gelen rivayetler
                  sayılamayacak kadar çoktur. Bu rivayetler iki kısma ayrılır:

                  Birinci kısımda İblis'in tasarrufları açıklamasız olarak veriliyor. İkinci kısmında ise, bu tasarruflar
                  belirli oranda bir açıklama ile birlikte sunuluyor.


                  Birinci kısmın örneklerinden şu rivayetleri sayabiliriz:

                  el-Kâfi'de İmam Ali'den (a.s) şöyle buyurduğu nakledilir: "Et men-dilini (içine et konmuş olan bezi)
                  evde tutmayın; çünkü o, şeytanın yatağıdır. Kapının arkasında toprak bırakmayın; çünkü o toprak,
                  şeytanın barınağıdır." [c.6, s.531]

                  Yine el-Kâfi'de İmam Cafer Sadık'ın (a.s) şöyle buyurduğu rivayet edilir: "Her köprünün en yüksek
                  noktasında bir şeytan bulunur. Buradan geçerken, 'Bismillah' de ki, o şeytan senden uzaklaşsın."
                  [c.6, s.532]

                  Yine aynı eserde, İmam Ali'ye (a.s) dayanılarak verilen bilgiye göre Resulullah (s.a.a) şöyle
                  buyuruyor: "Şeytanın evlerinizdeki yu-vaları, örümcek ağlarıdır." [c.6, s.532]

                  Yine aynı eserde verilen bilgiye göre İmam Cafer Sadık veya İmam Muhammed Bâkır (her ikisine
                  selâm olsun) şöyle buyuruyor: "Ayakta su içme. Durgun suya küçük su dökme. Mezarın etrafında
                  dönme. Evde yalnız kalma. Tek pabuçla yürüme. Çünkü şeytan bunlardan birini yapana hızla gelir."
                  [c.6, s.534, h: 8]




                  Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
                  Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

                  Yorum


                    #54
                    Ynt: Adl-i İlahi


                    Yine aynı eserde verilen bilgiye göre İmam Cafer Sadık (a.s) şöyle buyuruyor: "Allah'ın adı anıldığı
                    zaman şeytan uzaklaşır. Eğer kişi cinsel ilişkiye girişirken besmele çekmez ise, şeytan da (onunla
                    birlikte) cinsel organını sokar, cinsel ilişki şeytan ile ikisinden olur; fakat nütfe bir olur." [c.5, s.501,
                    3. hadisin sonunda]

                    Tefsir'ul-Kummî'de verilen bilgiye göre İmam Cafer Sadık (a.s) şöyle buyuruyor: "Ne kadar haram
                    mal varsa, şeytan ona ortaktır." [c. 2, s.22]


                    Bir hadiste de şöyle buyruluyor: "Kim sarhoş olarak uyursa, şeytanın gelini olur." [Bihar'ul-Envar,
                    c.79, s.148, h: 58]

                    Ben derim ki: "İçki, kumar, dikili taşlar ve fal okları şeytan işi pisliklerdir." (Mâide, 90) ayeti anlam
                    bakımından bu kategoriye girer.

                    İkinci kısmın örnekleri olarak da şu rivayetleri verebiliriz:

                    el-Kâfi adlı eserde İmam Muhammed Bâkır'ın (a.s) şöyle buyurduğu kaydedilir: "Öfke, şeytanın
                    âdemoğlunun kalbinde tutuşturduğu bir kordur." [c.2, s.304-305, h: 12]

                    Hz. Peygamber'den (s.a.a) şöyle buyurduğu rivayet edilir: "Şeytan, insanoğlunun damarlarında kan
                    gibi dolaşır. Onun dolaşım yollarını açlıkla daraltın."[el-Mahaccet'ul-Beyza, c.3, s.33, Tahran basımı]
                    el-Mehasin adlı eserde İmam Rıza'ya (a.s), onun da dedelerine dayanarak naklettiğine göre İmam
                    Ali (a.s) şöyle buyurur: "Şeytanın sürmesi uyku, şerbeti öfke ve yalayıp yutması yalandır."

                    Bir hadiste şöyle geçer: "Musa (a.s) bir defasında İblis'i gördü. Başında uzunca bir şapka vardı. Musa
                    ona şapkanın ne işe yaradığını sorunca, 'Onunla âdemoğullarının kalplerini avlıyorum.' karşılığını
                    verdi. [Bihar'ul-Envar, c.63, s.251, h: 114, Tahran basımı]


                    İbn Şeyh'in el-Mecalis adlı eserinde İmam Rıza'ya (a.s), onun da dedelerine dayanarak naklettiğine
                    göre; İblis, Âdem Peygamber zamanından İsa Peygamber zamanına kadar gelen peygamberlerin
                    yanına gelir, onlarla konuşur, sorular sorardı. Bu peygamberler içinde en çok Zekeriyya
                    Peygamber'in oğlu Yahya Peygamber'in yanına gelip giderdi.

                    Bir gün Yahya Peygamber ona, "Ey Ebu Murre, senden bir dileğim var." dedi. İblis, "Sen, isteğini
                    reddedemeyeceğim derecede yüce, değerli birisin. Ne istiyorsan söyle. Ben senin isteğine karşı
                    koymam." karşılığını verdi. Yahya Peygamber, "Ey Ebu Murre, insanları avlamak için yararlandığın
                    tuzaklarını ve oltalarını bana anlatmanı istiyorum." dedi. İblis, "Hay hay, seve seve." diyerek Yahya
                    Peygamber'e ertesi gün için randevu verdi.

                    Ertesi gün sabah olunca Yahya Peygamber evinde oturup randevunun gelmesini beklemeye
                    koyuldu. Kapıyı üzerine sımsıkı kilitledi. Bir de ne görsün! İblis, evinin bir pencere deliğinden, o
                    farkında olmadan, içeri girmiş, karşısında duruyor. Yüzü maymun yüzü, vücudu domuz şeklinde idi.
                    Gözlerinin, dişlerinin ve ağzının yarıkları uzunlamasına idi. Alt ve üst çene kemikleri yek pare idi.
                    Çenesi ve sakalı yoktu. İkisi göğsünde ve ikisi omuz başlarında olmak üzere dört eli vardı. Topukları
                    önden ve parmakları arkadan idi.




                    Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
                    Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

                    Yorum


                      #55
                      Ynt: Adl-i İlahi


                      Üzerinde bir kaftanı vardı ve beline bir kuşak bağlamıştı. Kuşağında, kırmızıdan sarıya ve yeşile
                      kadar bütün renklerde ipler asılı idi. Elinde büyük bir zil, başında yumurta biçiminde bir kalpak
                      vardı. Kalpağın üzerinde kancaya benzer bir demir parçası asılı idi.

                      Yahya Peygamber İblis'i baştan aşağıya süzdükten sonra, "Belindeki bu kuşak nedir?" diye sordu.
                      İblis, "Bu kuşak, Mecusîliktir; onu ben çıkardım ve onu onlara süslü gösterdim." dedi.


                      Yahya Peygamber, "Kuşağındaki bu rengarenk çizgiler nedir?" diye sordu. İblis, "Bunlar, çeşitli kadın
                      süsleridir. Kadın, çeşitli şekillerde süsler yapar. Sonunda o şekillerden biri, rengi ile uyuşur ve
                      insanları onunla ayartır." dedi.


                      Yahya Peygamber, "Peki, elindeki bu zil nedir?" diye sordu. İblis, "Bu alet tambur, davul, dümbelek,
                      ney ve zurna gibi bütün çalgı aletlerinin birleştirilmiş biçimidir. İnsanlar içki içmeye otururlar.
                      Fakat ondan bir zevk almazlar. O sırada ben bu çalgı aletini çalmaya başlayarak aralarına dalarım.
                      Çalgı sesini işitince coşarlar. Kimi dans eder, kimi parmaklarını çıtlatır ve kimi de elbiselerini
                      yırtar." karşılığını verdi.

                      Yahya Peygamber (a.s), "Senin gözünü en çok aydınlatacak şey nedir?" diye sordu. İblis,
                      "Kadınlardır. Onlar oltalarım ve tuzaklarımdır. Salihlerin bana yönelik bedduaları ve lânetleri
                      yoğunlaşınca, kadınların yanına gider, onlarla gönlümü hoş ederim." dedi.

                      Yahya Peygamber, "Peki, başındaki yumurta biçimindeki bu kalpak nedir?" diye sordu. İblis,
                      "Onunla müminlerin bedduasından korunurum." dedi.

                      Yahya Peygamber, "Kalpağın üzerindeki bu demir parçası nedir?" diye sordu. İblis, "Onunla
                      salihlerin kalplerini karıştırırım." dedi.


                      Yahya Peygamber, "Benim üzerimde başarılı olduğun bir an var mı?" diye sordu. İblis, "Hayır, fakat
                      bir huyun var ki, hoşuma gidiyor." karşılığını verdi. Yahya Peygamber, "Nedir o?" diye sordu. İblis,
                      "Sen obur bir adamsın. İftar ettiğinde çok yiyor ve ağırlaşıyorsun. Bu yüzden bazı namazlarından ve
                      gece ibadetlerinden geri kalıyorsun." karşılığını verdi.

                      Bunun üzerine Yahya Peygamber, "Allah'a ahdim olsun ki, bundan böyle yaşadıkça daha doymadan
                      yemekten kalkacağım." dedi. İblis de, "Allah'a ahdim olsun ki, bundan böyle dünyada oldukça hiçbir
                      Müslümana nasihat etmeyeceğim." dedi ve hemen Yahya Peygambe-r'in yanından ayrıldı ve ondan
                      sonra bir daha yanına gelmedi. [Bihar'ul-Envar, c.63, s.223-225, h: 70]

                      Ben derim ki: Bu rivayet, Sünnî kanallardan daha geniş olarak nakledilmiştir (8-). Ayrıca İblis ile
                      Âdem, Nuh, Musa, İsa ve Muhammed (s.a.a) peygamberler arasında sohbetler, tartışmalar ve
                      karşılıklı konuşmalar olduğunu anlatan rivayetler de vardır.

                      Yine, daha önce işaret edildiği gibi İblis'in çeşitli günahlar ile ilgili ayartmaları ve kandırma şekilleri
                      hakkında her iki mezhep tarafından nakledilen sayısız rivayet vardır.

                      Bu rivayetler en açık şekilde şunu gösteriyor: Bu şekillenmeler, günahın türüne ve biçimine uygun
                      gelen sembolik şekillenmelerdir. Tıpkı rüyalardaki alışılmış bağlantılara ve yaygın inançlara uygun
                      olarak meydana gelen sembolik olaylarda olduğu gibi.




                      Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
                      Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

                      Yorum


                        #56
                        Ynt: Adl-i İlahi



                        Bu ikinci kısmı irdeleyince şu sonuca varılıyor: Birinci kısımda örnek gösterilen rivayetlerdeki
                        özellikler ve nitelikler, İblis ile nesneler arasındaki bağlantı türleridir. İblis, insanları, bu nesnelere
                        uygun düşecek ayartmalara ve kandırmacalara çağırır.

                        Bütün bu olaylarla ve nesnelerle bağlantılı sembolik şekillenmeler, hurafecilerin ve bazı hadisçilerin
                        kimi zaman benimsedikleri maddî şekillenmelerden başka şeylerdir. Şunu demek istiyoruz:


                        Kimilerinin zannettiği gibi, meselâ insanlar arasında bir inanç sistemi olan Mecusîliğin, aynı
                        zamanda İblis'in beline bağladığı bir deri kuşak olduğu düşülmemeli. Veya İblis'in kimi zaman iç
                        güdüleri ve davranışları ile gerçek bir insan olduğu, kimi zaman türsel bir gerçekliği olan
                        tanımadığımız bir hayvan olduğu, kimi zaman da canlılıktan ve bilinçten yoksun bir madde olduğu
                        zannedilmemelidir. Veya bütün bu farklı türlerin İblis'in maddesine ârız olan şekiller ve biçimler
                        olduğu düşünülmemelidir. Sözünü ettiğimiz rivayetler, bu tür ihtimallere ışık tutacak karinelerden
                        yoksundur.

                        Ancak, bu rivayetleri bir bütün olarak ele alacak olursak, bunların kaynaklardan geldiğinden ve
                        Kur'ân'ın onları bir bütün olarak doğruladığından kuşku duyulmamalıdır. Bunlar, İblis'in duyu
                        organlarımıza çeşitli şekillerde yansıdığına delâlet ediyorlar.

                        Bu rivayetler bir bütün olarak böyle değerlendirilmelidir. Fakat bu rivayetler tek tek ele alınınca,
                        bunların içinde senet bakımından sahih olanları bile -çünkü hepsi öyle değildir- âhâd rivayetlerdir
                        ki, bu tür temel meselelerde dayanak olamazlar. Sadece istihbab ve kerahet gibi ayrıntı niteliğindeki
                        hükümler, bu rivayetlerden çıkarılabilir ki, bu da, fıkıh bilginlerinin işidir.




                        Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
                        Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

                        Yorum


                          #57
                          Ynt: Adl-i İlahi


                          Şeytan hakkında daha fazla bilgi için Murtaza Mutahhari’nin “Hadamat-i Mütekabil-i
                          İslam ve İran” adlı eserine başvurulabilir.

                          Şeytanın varlığının hikmeti hakkında farklı yorumları öğrenmek isteyenler şu
                          kaynaklara bakabilirler:


                          • M. Fethullah GÜLEN, İnancın Gölesinde, Cilt 1, Nil Yayınları
                          konu metni için:
                          http://tr.fgulen.com/content/view/712/3/

                          • Mehmet Şeker, “İslam İnancında Şeytan”, Yeni Ümit, Sayı:59, Yıl: 2002 (15),
                          konu metni için:
                          http://www.yeniumit.com.tr/konular.p...p;yumit=bolum2

                          • Doç. Dr. Şadi EREN, “Şeytan nedir, özellikleri nelerdir ve niçin yaratılmıştır?”
                          konu metni için:

                          http://www.sorularlaislamiyet.com/su...&aid=10112




                          Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
                          Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

                          Yorum


                            #58
                            Ynt: Adl-i İlahi



                            Açıklamalar:


                            (1) Tezyin için: En'âm Suresi, 6/43; Enfâl, 8/48; Nahl, 16/63; Neml, 27/24; Ankebût, 29/38;
                            Hicr, 15/39; Tesvil için: Muhammed (s.a.a), 47/25; Vesvese için: A'râf, 7/20; Tâhâ, 20/120; Nâs,
                            114/4 ve 5'e bakınız. Tezyin; süslemek ve güzel göstermek; tesvil; baştan çıkarmak, kandırmak,
                            iğva etmek; vesvese; birisine gizlice, fısıldayarak yapılan kötü telkin, kuruntu tedirginlik demektir.

                            (2) Mesnevî'nin 4. cildindendir. (Gölpınarlı çevirisinde 1622 ve mütakip beyitler.)

                            (3) "Şer Tanrısı" düalizmi bir sapmadır, İblis; Vacibu'l-Vücud karşısında ikinci bir varlık değil,
                            O'nun yaratığıdır. (H. Hatemi)

                            (4) "Sana uyan sapıklar dışında, kullarım üzerinde senin hiçbir nüfuzun yoktur." (Hicr, 42),
                            "Şeytan, onları cehennem azabına çağırır." (Lokmân, 21)

                            (5) "Benim sizin üzerinizde hiçbir nüfuzum yoktu. Sadece sizi çağırdım." (İbrâhîm, 22)

                            (6) Tefsir'ul-Ayyâşî, c.2, s.34, h: 17

                            (7) Bihar'ul-Envar, c.63, s.306

                            (8-) Kenz'ül-Ummal, c.1, s.398-401, Beyrut basımı




                            Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
                            Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

                            Yorum


                              #59
                              Ynt: Adl-i İlahi


                              Adl-i İlahi

                              KONUNUN BELİRLENMESİ


                              Konular:

                              – Felsefi Kötümserlik

                              Kaynaklar:

                              Murtaza MUTAHHARİ, Adl-i İlahi, Türkçesi: Prof. Hüseyin HATEMİ,
                              Kevser Yayınları, 2005, s.84-95.




                              Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
                              Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

                              Yorum


                                #60
                                Ynt: Adl-i İlahi



                                Felsefî Kötümserlik

                                Şer sorununun etkilerinden bir diğeri de felsefî kötümserliktir. Kötümser feylesoflar çok defa
                                materyalistler arasından çıkarlar, materyalizm ve kötümser felsefe arasında inkâr edilemez bir
                                ilişki vardır. Bunun nedeni açıktır. Materyalizm; "kötü" (şer) sorununu çözmekte âciz kalmıştır.
                                İlâhî felsefeye göre ise, varoluş (vücut) hayra müsavidir (1). Şer, "hayr"dan farklı olarak, mutlak
                                değil, izafî ve nispî (relatif) bir şeydir. Her şer perdesinin ardında bir hayır gizlidir. Fakat maddî
                                (materyalist) görüş açısından böyle bir düşünceye yer yoktur.

                                Evren karşısında insanın kötümser olması, ıstırap verici, bunaltıcı bir durumdur. İnsan,
                                kendisini evrenin bir çocuğu sayarken, evrenin kendisine düşünme yeteneği verdiği kanaatinde
                                iken, bir hedefi olmak gerektiğini evrenden öğrendiği düşüncesinde iken, evrenin bizzat hedefi
                                olmadığına inanırsa, ta içinden şiddetli bir sarsıntı duyar. Bir kimse, evrende adalet bulunmadığını,
                                tabiatta ayrıcalıklar ve zulüm bulunduğunu düşünürse, bütün dünya nimetleri ona verilse bile yine
                                mutsuz ve kötümser kalacaktır.


                                Böyle bir kişinin kendi mutluluğu ve insanlığın mutluluğu için bütün uğraş ve çabaları, hararet
                                ve ümitten yoksun kalmaya mahkumdur. Varlığın temeli zulüm idiyse insanın adalet istemesinin
                                anlamı yok demektir. Evren ilke olarak bir hedeften yoksun ise, bizim bir hedefimiz olması, su
                                üstüne çizgi çizmek gibi, ahmakça bir çabadır.

                                Buna karşılık, iman sahiplerinin en üst düzeyde huzur ve sükûn içinde olmaları; evrende bir
                                hedef görmeleri, evreni sersem ve salak saymamaları dolayısı iledir. Evrende Hakk'ın tecellisini
                                görürler, O'nu zulmün yanlısı veya lakayt bilmezler.

                                Muvahhidler, kötülükler karşısında, hiçbir şeyin hesapsız olmadığını, kötülüklerin ya adilane
                                bir karşılık, yahut bir amaca yönelik sınamalar olduğunu düşünürler.

                                İnançsızlar nasıl davranırlar? Neye yönelirler? İntihara başvururlar, içlerinden birinin deyişi ile
                                "ölümü kahramanca kucaklarlar." (2)

                                Dünya Sağlık Kurumunun yayınladığı bir istatistiğe göre intihar oranı özellikle aydınlar
                                arasında yükselmektedir. Bu istatistik, intiharın özellikle sekiz Batı ülkesinde çok yüksek oranda
                                olduğunu gösteriyor.


                                Bu ülkelerden birisi İsviçre'dir. Oysa biz bu ülkeyi mutluluk ülkesi olarak düşünürüz. Bu ülkede
                                ölüm nedenleri arasında intiharın üçüncü sırada geldiği görülmektedir. Yani "kanser"den daha sık
                                rastlanan ve daha çok tahribatı olan bir ölüm sebebi olup maalesef öğrenim görmüş kişiler arasında
                                daha sık rastlanmaktadır.

                                Yine bu raporda, imandan uzaklaşmak üzere bir yol tutturan "gelişmekte olan ülkeler"de
                                intihar daha çoktur. Batı Almanya'da her yıl 12.000 kişi intihar sonucu ölmektedir. 60.000 kişi de
                                intihara teşebbüs etmekte, fakat kurtarılmaktadır.

                                İşte her şeyi bilen bir "Rabb'ul-âlemin"e inancını yitiren kişilerin hayatında bu durumlara
                                rastlanmaktadır.




                                Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
                                Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

                                Yorum

                                YUKARI ÇIK
                                Çalışıyor...
                                X