Ynt: Adl-i İlahi
Bu gerçeği bildiğimizde şunu kavrarız: Elimizdeki bütün aklî hükümler yüce Allah'ın fiilinden
alınmıştır, ona dayanmaktadır. Bu aklî hükümler, ister zaruret ve imkâna hükmeden teorik aklın
hükümleri olsun, isterse faydalara ve zararlara dayalı olarak güzellik ve çirkinliğe hükmeden pratik
aklın hükümleri olsun, durum aynıdır.
Bu nedenle, aklı yüce Allah üzerinde hâkim kılar, O'nun namütenahi zatının mutlaklığına kayıt
getirirsek, aklın sınırlı ve kayıtlı olan objelerden elde edilmiş hükümleri ile O'nu sınırlandırırsak, ya
da O'nun için kanun koyar, bazılarının düşündüğü gibi O'nun için falânca işi gerekli, filânca işi yasak
ilân eder, şu işi yapmasının güzel, şu işi yapmasının çirkin olduğuna hükmedersek, büyük bir suç
işlemiş oluruz.
Çünkü teorik (nazarî) aklı yüce Allah üzerinde hâkim kılmak, O'nun sınırlılığına
hükmetmek anlamını taşır. Sınırlılık ise yaratılmışlığın işaretidir. Çünkü sınır, sınırlanandan
başkadır ve bir şey kendini sınırlamaz. Bu, zarurî ve açıktır. Pratik (amelî) aklı Allah üzerinde hâkim
kılmak ise, O'nu itibarî kanunların ve geleneklerin egemenliği altına girmeye zorlayan bir
noksanlıkla nitelemek demektir. Oysa bu itibarî kanunlar ve gelenekler, az önce dediğimiz gibi
aslında insan zihninin ürünü olan görüşlerdir. Bu gerçekleri iyi kavramak gerekir.
Öte yandan aklı, Allah'ın tekvin ve teşri aşamalarındaki fiillerini tanımlayıp belirleme konusunda
kullanmamak, yani teorik ve pratik aklın hükümlerini geçersiz saymak da büyük bir suçtur.
Şöyle ki: Teorik (nazarî) akıl aşamasında, örneğin yüce Allah'ın fiillerini gözlemleyerek bu
gözlemlerden genel nazarî kanunları çıkarır, bu genel kanunlarla O'nun varlığını ispat etmeye
koyulur, varlığını ispat ettikten sonra da geri dönüp aklın zarurî hükümlerini geçersiz sayarsak ve
bunu, "Akıl, O'nun yüce varlığının alanını kuşatacak, zatının künhünü ve sıfatlarının derecelerini
kavrayacak yeterlikte değildir. O, zatı ile değil, fiil aşamasındaki irade ile faildir. Yapmak ile
yapmamak O'nun için birdir. Fiilinde O'nun bir amacı, bir hedefi yoktur. İyiliğin ve kötülüğün her
ikisi de O'na dayanır." şeklinde gerekçelendirirsek, büyük bir yanılgıya düşmüş, büyük bir suç
işlemiş oluruz.
Çünkü eğer Allah'ın fiillerinin ve yaratılışla ilgili yasalarının özelliklerini belirleme hususunda aklın
hükümlerini geçersiz sayarsak, bu hükümleri O'nun varlığını ortaya koyma konusunda da devre dışı
bırakıp geçersiz saymış oluruz. Karşımıza çıkacak bundan daha büyük bir problem de şu olur:
Biz böylece dış âlemden alınmış veya soyutlanmış olan bu hükümlerin ve kanunların, alındıkları
veya soyutlandıkları kaynak ile örtüşürlüklerini inkâr etmiş oluruz ki, bu, bilginin iptali ve insan
fıtratından çıkma sonucunu doğuran safsatanın, demagojinin ta kendisidir. Çünkü eğer yüce Allah'ın
herhangi bir fiili veya sıfatı, bu aklî hükümlere ters düşecek olsa, bu demektir ki aklın hükmü,
Allah'ın fiili olan dış dünya ile -ki bu hüküm o dış dünyadan soyutlanmıştır- örtüşmektedir. Zarurî
ve bedihî bulduğumuz bu hükümlerden herhangi birinin doğruluğundan şüphe etmek caiz olunca
da, aklın bütün hükümlerinin doğruluğundan şüphe etmek caiz olur ki, bu, bilginin varlığını inkâr
etmekten, safsatadan başka bir şey değildir.
Pratik (amelî) akıl aşamasında ise, hatırlamak gerekir ki, bu uygulamaya yönelik hükümler ve
itibarî değerler, inanca dayalı savlar ve zihin ürünü görüşlerdir. İnsan, bunları kemal yolundaki
amaçlarına ulaşmak ve hayat mutluluğuna ermek için ortaya koymuştur. İnsan davranışlarından
hayat mutluluğuna uygun olanlarını güzel olarak nitelemiş, arkasından onları emretmiş, uyulmaya
çağırmış, böyle olmayanları ise çirkin diye niteleyerek onları yasaklamış, onlardan sakındırmıştır.
Bu gerçeği bildiğimizde şunu kavrarız: Elimizdeki bütün aklî hükümler yüce Allah'ın fiilinden
alınmıştır, ona dayanmaktadır. Bu aklî hükümler, ister zaruret ve imkâna hükmeden teorik aklın
hükümleri olsun, isterse faydalara ve zararlara dayalı olarak güzellik ve çirkinliğe hükmeden pratik
aklın hükümleri olsun, durum aynıdır.
Bu nedenle, aklı yüce Allah üzerinde hâkim kılar, O'nun namütenahi zatının mutlaklığına kayıt
getirirsek, aklın sınırlı ve kayıtlı olan objelerden elde edilmiş hükümleri ile O'nu sınırlandırırsak, ya
da O'nun için kanun koyar, bazılarının düşündüğü gibi O'nun için falânca işi gerekli, filânca işi yasak
ilân eder, şu işi yapmasının güzel, şu işi yapmasının çirkin olduğuna hükmedersek, büyük bir suç
işlemiş oluruz.
Çünkü teorik (nazarî) aklı yüce Allah üzerinde hâkim kılmak, O'nun sınırlılığına
hükmetmek anlamını taşır. Sınırlılık ise yaratılmışlığın işaretidir. Çünkü sınır, sınırlanandan
başkadır ve bir şey kendini sınırlamaz. Bu, zarurî ve açıktır. Pratik (amelî) aklı Allah üzerinde hâkim
kılmak ise, O'nu itibarî kanunların ve geleneklerin egemenliği altına girmeye zorlayan bir
noksanlıkla nitelemek demektir. Oysa bu itibarî kanunlar ve gelenekler, az önce dediğimiz gibi
aslında insan zihninin ürünü olan görüşlerdir. Bu gerçekleri iyi kavramak gerekir.
Öte yandan aklı, Allah'ın tekvin ve teşri aşamalarındaki fiillerini tanımlayıp belirleme konusunda
kullanmamak, yani teorik ve pratik aklın hükümlerini geçersiz saymak da büyük bir suçtur.
Şöyle ki: Teorik (nazarî) akıl aşamasında, örneğin yüce Allah'ın fiillerini gözlemleyerek bu
gözlemlerden genel nazarî kanunları çıkarır, bu genel kanunlarla O'nun varlığını ispat etmeye
koyulur, varlığını ispat ettikten sonra da geri dönüp aklın zarurî hükümlerini geçersiz sayarsak ve
bunu, "Akıl, O'nun yüce varlığının alanını kuşatacak, zatının künhünü ve sıfatlarının derecelerini
kavrayacak yeterlikte değildir. O, zatı ile değil, fiil aşamasındaki irade ile faildir. Yapmak ile
yapmamak O'nun için birdir. Fiilinde O'nun bir amacı, bir hedefi yoktur. İyiliğin ve kötülüğün her
ikisi de O'na dayanır." şeklinde gerekçelendirirsek, büyük bir yanılgıya düşmüş, büyük bir suç
işlemiş oluruz.
Çünkü eğer Allah'ın fiillerinin ve yaratılışla ilgili yasalarının özelliklerini belirleme hususunda aklın
hükümlerini geçersiz sayarsak, bu hükümleri O'nun varlığını ortaya koyma konusunda da devre dışı
bırakıp geçersiz saymış oluruz. Karşımıza çıkacak bundan daha büyük bir problem de şu olur:
Biz böylece dış âlemden alınmış veya soyutlanmış olan bu hükümlerin ve kanunların, alındıkları
veya soyutlandıkları kaynak ile örtüşürlüklerini inkâr etmiş oluruz ki, bu, bilginin iptali ve insan
fıtratından çıkma sonucunu doğuran safsatanın, demagojinin ta kendisidir. Çünkü eğer yüce Allah'ın
herhangi bir fiili veya sıfatı, bu aklî hükümlere ters düşecek olsa, bu demektir ki aklın hükmü,
Allah'ın fiili olan dış dünya ile -ki bu hüküm o dış dünyadan soyutlanmıştır- örtüşmektedir. Zarurî
ve bedihî bulduğumuz bu hükümlerden herhangi birinin doğruluğundan şüphe etmek caiz olunca
da, aklın bütün hükümlerinin doğruluğundan şüphe etmek caiz olur ki, bu, bilginin varlığını inkâr
etmekten, safsatadan başka bir şey değildir.
Pratik (amelî) akıl aşamasında ise, hatırlamak gerekir ki, bu uygulamaya yönelik hükümler ve
itibarî değerler, inanca dayalı savlar ve zihin ürünü görüşlerdir. İnsan, bunları kemal yolundaki
amaçlarına ulaşmak ve hayat mutluluğuna ermek için ortaya koymuştur. İnsan davranışlarından
hayat mutluluğuna uygun olanlarını güzel olarak nitelemiş, arkasından onları emretmiş, uyulmaya
çağırmış, böyle olmayanları ise çirkin diye niteleyerek onları yasaklamış, onlardan sakındırmıştır.
Yorum