Duyuru

Daraltma
Henüz duyuru yok.

Adl-i İlahi

Daraltma
X
 
  • Filtre
  • Zaman
  • Göster
Hepsini Temizle
yeni gönderiler

    #31
    Ynt: Adl-i İlahi



    velileriniziz...' derler." (Fussilet, 31) Bunların ötesinde de her şeyi kuşatmış olan Allah vardır. Asıl
    veli de O'dur, O'ndan başka veli yoktur. Şu ayette buyrulduğu gibi: "Sizin Allah dışında bir veliniz,
    bir şefaatçiniz yoktur." (Secde, 4)


    Bu durum, İblis'in şu ayette sözünü ettiği "ihtinak (gem vurma, dizginleme)" olayıdır: "(İblis) dedi
    ki: 'Benden üstün tuttuğun şu canlıyı görüyor musun? Eğer kıyamet gününe kadar beni yaşatırsan,
    pek azı dışında onun soyuna gem vuracağım.' (Allah) dedi ki: 'Git! Onun soyundan kim sana uyarsa,
    yeterli cezanız cehennemdir. Onlardan gücün yettiği kimseleri sesinle yerlerinden oynat, atlılarını
    ve piyadelerini nara attırarak üzerlerine çullandır, mallarına ve evlâtlarına ortak ol ve onlara
    (çeşitli) vaatlerde bulun.' Şeytan onlara aldatmacadan başka vaatte bulunmaz."(İsrâ, 64) Yani
    insanlara gem vuracağım ve binek hayvanını dizginleyen bir süvari gibi onlara musallat olacağım.
    Böylece onlar emirlerime itaat edecekler, isyan etmeden ve karşı koymadan kendilerine işaret
    ettiğim tarafa yöneleceklerdir.

    Bu ayetlerden anlaşılıyor ki, şeytanın askerleri vardır. Bu askerler verdiği emirlerde ona yardım
    ederler ve yapmak istediği işlerde onu desteklerler. Bu askerlerden, yukarıda naklettiğimiz "O
    (Şeytan) ve tayfası, sizin onları görmediğiniz yerden sizi görürler." ayetinde onun tayfası diye söz
    edilmiştir. Sayıları ve marifetleri çok olan bu askerlerin işleri ve vesveseleri, aynı zamanda İblis'in
    işi ve vesvesesi sayılmaktadır.

    İblis'in, "Onların hepsini sapıklığa düşüreceğim." (Hicr, 39) şeklinde sözü ile başka ayetlerde
    aktarılan sözleri, bunun delilidir. Nitekim benzeri bir durum, büyük meleklerin yardımcılarının
    yaptıkları işler için de geçerlidir. Bilindiği gibi bu yardımcı meleklerin yaptıkları işler, onları
    istihdam eden reislerine atfedilebiliyor. Ölüm meleği hakkındaki şu ayette buyrulduğu gibi:
    "De ki: Üzerinize vekil edilen ölüm meleği canınızı alır." (Secde, 11) Bir başka ayette ise şöyle
    buyruluyor: "Nihayet birinize ölüm geldiği zaman, elçilerimiz onu(n canını) alırlar ve onlar
    ihmalkârlık etmezler." (En'âm, 61)


    "O ki, insanların kalplerine kötü düşünceler fısıldar. Hem cinlerden, hem de insanlardan olur." (Nâs,
    5-6) ayetleri, İblis'in askerlerinin farklı kesimlerden olduğunu, bir bölümünün cinlerden, bir
    bölümünün ise insanlardan olduğunu gösterir. "Şimdi siz beni bırakıp onu (İblis'i) ve soyunu mu
    veli ediniyorsunuz?" (Kehf, 50) ayeti ise, yardımcılarının ve askerlerinin bir bölümünün onun
    soyundan geldiğini gösterir. Fakat bu ayette soyunun ondan nasıl türediği konusunda ayrıntılı bilgi
    verilmiyor.

    Bu konudaki bir başka ayrılığa da, yukarıda naklettiğimiz "Atlılarını ve piyadelerini nara attırarak
    üzerlerine çullandır." ayeti delâlet ediyor. Bu farklılık güçlülük, zayıflık, çabukluk ve yavaşlık
    bakımından olan farklılıktır. Çünkü atlılar ile piyadeler arasındaki fark, hızla yetişip yetişmeme,
    hızla yakalayıp yakalamama bakımındandır.


    Diğer bir fark da, bu askerlerin tek tek veya toplu hâlde çalışmaları bakımındandır. Şu ayet bunun
    delilidir: "De ki: Rabbim, şeytanların kışkırtmalarından sana sığınırım. Onların etrafımı
    sarmalarından da sana sığınırım." (Mü'minûn, 98) Şu ayet de bu kabilden olabilir: "Şeytanların
    kimlere indiklerini size söyleyeyim mi? Onlar, her günah düş-künü iftiracıya inerler. Onlar,
    (şeytanların söylediklerine) kulak verirler, oysa onların çoğu yalancıdır." (Şuarâ, 221-223)


    Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
    Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

    Yorum


      #32
      Ynt: Adl-i İlahi


      Özetle; İblis şuur ve irade sahibi bir yaratıktır. Kötülüğe çağırır ve günaha sevk eder. Vaktiyle
      meleklerle ortak mertebede idi, onlardan bir farkı yoktu. Bu durum insanın yaratılmasına kadar
      böyle devam etti. İnsanın yaratılması ile meleklerden ayrılarak kötülük ve bozgunculuk tarafında
      yer aldı. İnsanın doğru yoldan sapıp kötülüğe ve sapıklığa meyletmesi, günaha ve batıla düşmesi
      belirli bir tarzda ona dayanır.


      Nitekim melek de idrak ve irade sahibi bir mahluktur. İnsanın mutluluk amacına, kemal ve Allah'a
      yakınlık menziline ulaşması, belirli bir tarzda ona dayanır. Yine, İblis'in cin ve insan kökenli
      yardımcıları ve değişik türlerden soyu vardır. Bunlar, İblis'in emri ile dünyada ve varlık âleminde
      insanla bağlantılı olan her konuda tasarrufta bulunurlar. Bunun için batılı hak gibi gösterirler ve
      çirkini allayıp pullayarak güzel kılığına sokarlar.

      Bunlar, insanın kalbi, bedeni, mal ve evlât gibi dünyanın diğer alanları üzerinde tek tek ve toplu
      olarak, yavaş ve hızlı biçimde, doğrudan veya aracı kullanarak tasarrufta bulunurlar. Kullandıkları
      aracılar kimi zaman iyilik, kimi zaman kötülük, kimi zaman ibadet, kimi zaman da günah olur.
      İnsan, onların ne kendilerinin ve ne yaptıkları işlerin farkında olur. Sadece kendi nefsinin bilincinde
      olur ve gözü sadece kendi yaptığı işi görür. Onların ne işleri insanın işleri ile çatışır ve ne zatları ve
      varlıkları insanın varlığıyla çelişir. Yalnız yüce Allah bize şu kadarını bildirmiştir ki, İblis cin kökenli
      bir varlıktır ve cinler ateşten yaratılmışlardır. Ayrıca, İblis'in varlığının ilk döneminin ile son
      dönemi birbirinden farklı olduğu sanılıyor.


      KUR'ÂN'A VE AKLA DAYALI BİR İNCELEME

      Ruh'ul-Meanî adlı eserde şöyle deniyor:
      "Şehristanî, dört İncil'i açıklayan kişiye dayanarak, bu olaydan sonra melekler ile İblis arasında
      geçtiği ileri sürülen bir tartışmayı naklediyor. Bu tartışma, Tevrat'ta zikredilmiştir ve şöyledir:
      Lânetlik İblis meleklere dedi ki: Ben, beni yaratan, yoktan var eden bir ilâhın var olduğunu kabul
      ediyorum; fakat onun hükümleri hakkında şu sorularım vardır:


      1- Yaratmadaki hikmet nedir? Oysa Allah, özellikle kâfirin (inkâr edenin), yaratıldığında kesinlikle
      cehennemi hak edeceğini biliyordu.
      2- Yükümlülüğün faydası nedir? Oysa bundan Allah'a ne bir fayda, ne bir zarar döner. Bundan
      yükümlülerin kendilerine dönecek olan faydayı ise, Allah, yükümlülüğü araya koymadan onlar için
      sağlayabilir.
      3- Kabul edelim ki, Allah beni kendisini tanımak ve O'na kulluk etmekle yükümlü kıldı; peki beni
      niçin Âdem'e secde etmekle yükümlü kıldı?
      4- Secde etmeyerek O'na karşı geldiğimde niye bana lânet edip cezalandırılmama kesin hüküm
      verdi? Oysa benim cezalandırılmamın ne O'na ve ne de başkasına hiçbir faydası yoktur, ama bana
      yönelik zararı çok büyüktür.
      5- Allah bana bunu yapınca, niçin beni Âdem'in soyuna musallat edip, bana onları sapıklığa
      düşürme imkânını verdi?




      Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
      Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

      Yorum


        #33
        Ynt: Adl-i İlahi

        ellerinize sağlık, Adl-i İlahi'yi siteye asmakla güzel iş yapmışsınız, Alah razı olsun. Önemli kitapları böyle sizin gibi renklendirerek siteye asmanın çok faydalı olacağına inanıyorum. Ben şahsen siteye bir yazı asmak istediğimde onda geçen başlıkları büyük bir fontla, ayetleri ve hadisleri farklı renklerde, şiirleri italik yazmaya çalışırım. Böyle yapınca vakit alsa da okunması ve bulması kolay oluyor. Ama maalesef bazı arkadaşlar siteye bir yazı ekliyorlar başlıklarla metin birbirine karışmış, bazı yerlerde dipnotlar çıkmamış, bazı yerlerde yazı bozuk olduğundan okunmuyor bile. Astıktan sonra zahmet edip eklediği yazıya bile bakmıyor. Bir arkadaşa söylemiştim, eklediğiniz makale tam çıkmamış ve dipnotları da yazılmamış. Arkadaş cevaben, zamanla bunlar hallolur dedi. Kaç yıldır öyle duruyor hiç de hallolmadı. Bir işi temiz yapmak, o iş kadar önemlidir. Bozuk yazınca okuyanı pek olmaz. Bir hadiste şöyle geçer: "Herkesin değeri güzel yaptığı işle ölçülür." Gördüğüm kadarıyla her yerde renklendirerek yazıyorsunuz, Allah başarınzı artırsın.
        Bu sitede biri var isim vermiyorum beni yaşlandırdı: )) Kaç defa söylemişim öyle ekleme, ekledikten sonra bir dön bak nasıl çıkmış veya eklemeden önizle yap. Dinlemedi ki dinlemedi Haksızlık yapmayayım, bazen görüyorum hepisini kırmızı yapmış veya hepisini simsiyah yapmış, okuyunca gözlerimiz çıkıyor: )
        "Haksızlık edenler, hangi dönüşe (hangi akibete) döndürüleceklerini yakında bileceklerdir." (Şuara 227)

        Yorum


          #34
          Ynt: Adl-i İlahi

          A[quote author=f_altan link=topic=11445.msg72011#msg72011 date=1265756819]
          ellerinize sağlık, Adl-i İlahi'yi siteye asmakla güzel iş yapmışsınız, Alah razı olsun. Önemli kitapları böyle sizin gibi renklendirerek siteye asmanın çok faydalı olacağına inanıyorum. Ben şahsen siteye bir yazı asmak istediğimde onda geçen başlıkları büyük bir fontla, ayetleri ve hadisleri farklı renklerde, şiirleri italik yazmaya çalışırım. Böyle yapınca vakit alsa da okunması ve bulması kolay oluyor. Ama maalesef bazı arkadaşlar siteye bir yazı ekliyorlar başlıklarla metin birbirine karışmış, bazı yerlerde dipnotlar çıkmamış, bazı yerlerde yazı bozuk olduğundan okunmuyor bile. Astıktan sonra zahmet edip eklediği yazıya bile bakmıyor. Bir arkadaşa söylemiştim, eklediğiniz makale tam çıkmamış ve dipnotları da yazılmamış. Arkadaş cevaben, zamanla bunlar hallolur dedi. Kaç yıldır öyle duruyor hiç de hallolmadı. Bir işi temiz yapmak, o iş kadar önemlidir. Bozuk yazınca okuyanı pek olmaz. Bir hadiste şöyle geçer: "Herkesin değeri güzel yaptığı işle ölçülür." Gördüğüm kadarıyla her yerde renklendirerek yazıyorsunuz, Allah başarınzı artırsın.
          Bu sitede biri var isim vermiyorum beni yaşlandırdı: )) Kaç defa söylemişim öyle ekleme, ekledikten sonra bir dön bak nasıl çıkmış veya eklemeden önizle yap. Dinlemedi ki dinlemedi Haksızlık yapmayayım, bazen görüyorum hepisini kırmızı yapmış veya hepisini simsiyah yapmış, okuyunca gözlerimiz çıkıyor: )
          [/quote]

          s. aleyküm
          çok değerli f_altan Hocam ;


          Allah razı olsun sizden,
          hakketen dikkat edilmesi gerekiyor,
          değindiğiniz noktalar önemli,
          Özellikle renklendirip birkaç kez gözden geçiriyorum,
          Rabbim bizleri güzel işler yapanlardan karar kılsın inşallah.


          Hayr duanıza muhtacım,
          Rabbim yolumuza kandil olanlardan hoşnut olsun...


          selam ve dua ile..


          Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
          Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

          Yorum


            #35
            Ynt: Adl-i İlahi



            6- Ben Allah'tan Âdem'in soyunu yoldan çıkarmak için uzun süreli bir mühlet istediğimde, âlemin
            kötülükten arınmış olmasının daha iyi olacağının bilinmesine rağmen, bana niçin mühlet verdi?
            İncilleri açıklayan kişi şöyle diyor: Allah ululuk ve yücelik doruğundan İblis'e şu mesajı iletti: Ey
            İblis, sen beni hiç tanımadın. Eğer beni tanısaydın, benim yaptığım hiçbir şeye itiraz edilmeyeceğini
            bilirdin. Çünkü ben, kendisinden başka ilâh olmayan Allah'ım, yaptıklarından sorumlu tutulmam."
            (Ruh'ul-Meanî'den yaptığımız alıntı burada sona erdi.)


            Alusî [Ruh'ul-Meanî adlı tefsirinde] daha sonra sözlerine şöyle devam ediyor: "İmam -Razî- diyor ki:
            İnsanların öncekileri ve sonrakileri hep bir araya gelerek aklın iyiyi ve kötüyü, güzeli ve çirkini ayırt
            edebileceğine hükmetseler bile, yine İblis'in öne sürdüğü bu kuşkulardan yakayı kurtaramazlar. Bu
            kuşkuların hepsi kaçınılmazdır."

            Ardından Alusî şöyle diyor: "Size hoşuma giden bir hikâye anlatayım. Seyfüddevle b. Hamdan, bir
            gün cemaatinin önüne çıkarak, 'Ben öyle bir beyit yazdım ki, şair Ebu Furas'tan başka ona cevap
            niteliğinde ikinci bir beyit yazacak birinin çıkacağını sanmıyorum.' dedi. Ebu Furas da o mecliste idi.
            Seyfüddevle'ye, sözünü ettiği beyit soruldu. O da şu beyti okudu:


            "Vücudum emrindedir, istersen onu hasta edebilirsin
            O hâlde kanımı dökmek niye?"
            Ebu Furas ona şu beyitle cevap verdi:
            Eğer vücudun benim mülküm ise
            Yetki tümü ile bana aittir."
            (Ruh'ul-Meanî'den alınan alıntı burada son buldu.)


            Ben derim ki: Önceki incelememizin başında yaptığımız açıklamalar, bu altı şüpheyi kökünden
            gidermeye yeter, Fahr-ı Razî'nin iddia ettiği gibi, önceki ve sonraki bütün insanların bir araya
            gelmelerine ihtiyaç kalmaz. Kaldı ki ona göre, öncekiler ve sonrakilerin bir araya gelmesi de bir işe
            yaramaz. Fakat bize göre durum, hiç de onun sandığı gibi değildir. Bu nedenle meselenin daha iyi
            aydınlanması için diyoruz ki:

            Önce birinci şüpheyi ele alalım: Hikmet, bir işi yapanı o işi yapmaya sevk eden iyilik ve fayda
            demektir. "Yaratmadaki hikmet nedir?" denince, bu soru ile, ya mutlak anlamda Allah dışındaki
            âlemin yaratılmasının hikmeti kastedilir veya özel olarak insanın yaratılmasının hikmetinin ne
            olduğu kastedilir. Eğer mutlak anlamda kâinatı yaratmanın ve yoktan var etmenin hikmeti
            soruluyorsa, Allah'ın kendisi dışındakilerin tümü üzerinde tam bir fail olduğu, failliğini
            tamamlayacak başka bir tamamlayıcı faktöre, ilâhlığını perçinleyecek başka güce muhtaç olmadığı
            kanıtlanmış bir gerçektir. O, zatı itibariyle kendisi dışındaki her şeyin başlangıç noktası, her hayrın
            ve rahmetin doğrudan kaynağıdır.

            Başlangıç noktasının, kaynağın; kendisinden başlayan, kendisinden kaynaklanan şeyleri
            gerektirdiği ise, apaçık ve zarurî bir gerçektir. Apaçık ve zarurî gerçekleri soru konusu yapmak da
            boş bir iştir. Meselâ cömertlik melekesi, özü itibariyle etkisinin yayılmasını ve bereketlerinin ortaya
            çıkmasını gerektirir. Bu gereklilik, kendi dışındaki başka bir faktörün öyle istemesinin, cömertliğe





            Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
            Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

            Yorum


              #36
              Ynt: Adl-i İlahi


              etkisini ortaya çıkarmasını dayatmasının sonucu değildir. Öyle olsa, demek ki meleke değildir.
              Dolayısıyla cömertlik melekesinin etkisinin meydana çıkması, o meleke açısından zarurîdir. Bu
              melekenin etkisinin meydana çıkması, her hak edenin yeteneği ve hak edişi oranında ondan
              yararlanmasıdır. Hak edenlerin hak etme oranlarının farklılığına bağlı olarak farklı nimet payları
              elde etmeleri ise, hayrın kaynağı olan melekenin değil, hak edenlerin meselesidir.

              Amaç ve failin fiili ile kastettiği yarar anlamında yaratma ve var etme eyleminin hikmetine gelince,
              bu konuda aklın hükmü şudur: Yararı faile dönecek bir amaç, ancak eksik nitelikli bir fail için söz
              konusu olabilir. Bu durumdaki bir fail, fiili ile eksikliğini gidererek tamamlık ve kemal kazanır. Ama
              hayrı ve kemali bütünü ile yanında bulunduran bir failin amacı, zatının kendisidir. Cömertlik
              melekesi örneğinde belirttiğimiz üzere, böyle bir failin kendi dışında bir amaca ihtiyacı yoktur.
              Bununla birlikte bu kâmil failin fiilinin sayısız birçok faydası, sonsuz birçok nimeti vardır. Ama bu
              faydalar ve nimetler, asıl amaç değil, ikinci derecede kalan, araz nitelikli amaçlardır. Mutlak
              anlamda yaratmanın hikmeti ile ilgili söyleyeceklerimiz bunlardır.


              Ama eğer sorudaki, "Oysa Allah, özellikle kâfirin (inkâr edenin) yaratıldığında kesinlikle cehennemi
              hak edeceğini biliyordu." şeklindeki cümleden de anlaşılacağı üzere, insanı yaratmanın hikmeti
              soruluyorsa, az önce vurguladığımız gibi, insanı yaratmada failin amacı ve kendisine yönelik fayda
              anlamında bir hikmet yoktur. Çünkü yüce Allah zatı itibariyle zengindir, eksiğini tamamlayacak ve
              kemale ermesini sağlayacak, kendisi dışında bir şeye ihtiyacı yoktur.

              İnsanı yaratmada fiilin amacı ve fiile dönük fayda anlamındaki hikmet ise şudur: Önemli bir değere
              sahip olmayan toprak hammaddesinden özel bir birleşim yaratılıyor. Bu birleşim, kemal yolundaki
              ilerleme süreci sonunda şerefli, yüce ve değerli bir cevher oluyor. Bu cevher, varlığının kemali
              sayesinde kendi dışındaki diğer varlıklardan üstün hâle geliyor ve bu kemali ile başka hiçbir
              varlığın elde edemeyeceği derecede Rabbine yaklaşabiliyor. İşte insanın bir canlı türü olarak
              yaratılmasının amacı budur.

              Yalnız şu da bilinen bir gerçektir ki, bu toprak birleşimli varlık, zıt unsurlardan oluşmuştur. Çelişki
              ve çatışma âlemi ortasındadır. Lehte ve aleyhte işleyen faktörlerin ve sebeplerin kuşatması
              altındadır. Böyle bir varlık, içinde bulunduğu şartlardan bütünü ile kurtula-maz. Bütün fertleri ile
              bu şartların bozucu ve karşıt etkisinden sıyrıla-maz. Dolayısıyla özlenen mutluluğa ancak bazı
              fertleri ile kavuşabilir. Kemale doğru olan yolculuk sürecinde bütünü değil, ancak bir bölüm fertleri
              başarıya ulaşabilir.

              Bu nitelik, yani fertlerinin bazısının kemale ve saadete erip bazılarının bu başarıdan mahrum
              olmaları, sadece insana mahsus değildir. Bütün madde kökenli varlıklar böyledir. Çeşitli hayvan
              türleri, bitki türleri ve maden bileşikleri için aynı kanun geçerlidir. Milyonlarca sayıda olan bu
              türlerin her birinin mutlaka bir türsel amacı vardır ki, o amaç, o türün varoluşunun kemal
              derecesidir. Fakat o tür, bununla birlikte, ancak tür olarak o kemale erebilir. Türün fertlerinin çoğu
              ise, kemale ulaşmadan yok olurlar, kemal yolunda bozulurlar. Bu bozulma ve yok olma aleyhte
              işleyen gereklerin ve sebeplerin etkisi ile meydana gelir. Çünkü türlerin fertleri bunların kuşatması
              altındadır ve bunlar faktör ve sebep olmalarının gereği olarak fertler üzerindeki etkilerini mutlaka
              gösterirler.



              Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
              Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

              Yorum


                #37
                Ynt: Adl-i İlahi

                Forumun renkli yazı editörü
                Konular için Allah razı olsun.

                Selam ve dua ile.
                "Biz aşkı neynevada öğrendik hani o ihanet diyarında zulme meydan okuyarak baş kaldıran kızıl güllerle."

                Yorum


                  #38
                  Ynt: Adl-i İlahi

                  [quote author=SefaMerve link=topic=11445.msg72112#msg72112 date=1265895097]
                  Forumun renkli yazı editörü
                  Konular için Allah razı olsun.

                  Selam ve dua ile.

                  [/quote]
                  s. aleyküm
                  değerli kardeşim SefaMerve ;


                  Forumun renkli yazı editörü, olmaktan hoşnutum,
                  yazıları renklendirirken, bir kez daha gözden geçirme fırsatım oluyor,
                  ve okuyucuya okurken haz vereceğinden eminim...


                  Rabbim sizlerden hoşnut olsun..

                  wesselam..



                  Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
                  Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

                  Yorum


                    #39
                    Ynt: Adl-i İlahi


                    Farz edelim ki, bu türlerden biri, aleyhinde işleyen faktörlerin hiçbirinden etkilenmiyor. Meselâ
                    öyle bitki türü düşünelim ki, sıcaklıktan, soğukluktan, ışıktan, karanlıktan, nemden, kuraklıktan,
                    zehirlerden ve birleşimi zıt yer kaynaklı maddelerden etkilenmiyor. Bu faraziyede birinci olarak o
                    türün özel bileşimi geçersiz sayılmış, ikinci olarak da faktörlerin ve sebeplerin işlemesi yok
                    addedilmiştir. Bu da, kâinatın düzeni bozulmuş, geçersiz kılınmıştır, demektir. Bu gerçeği iyi
                    kavramak gerekir.

                    Bazı fertlerin ve bileşiklerin çabalarının boşa gitmesi ise önemli değildir. Eğer bu kısmî başarısızlık,
                    diğer bazı fertlerin, türün kemali ve amacı olarak özlenen şerefli amaca ve gayeye ulaşmasını
                    sağlarsa, buna razı olmak gerekir. Çünkü maddî yaratılışın imkânları bundan daha fazlasına müsait
                    değildir. Değeri olmayan çok miktardaki hammaddeyi, az miktardaki değerli ve şerefli bir cevher
                    elde etmek için harcamak, israfla ve keyfîlikle ilgisi olmayan gerçek bir kazançtır.


                    İnsan türünün varlığını gerekli kılan neden, onu var etmekle dünyada ve ahirette mutluluğun
                    doruğuna doğru tırmanan kâmil insan peşindedir. Fakat insan, ancak maddî bir bileşim olarak var
                    olabilmektedir. Bu maddî bileşim de, ancak kâinattaki bütün varlık türlerine yayılmış olan bu maddî
                    düzen altında meydana gelebilir.

                    Kâinatı kaplayan bu varlık türleri birbiri ile bağlantılıdır. Hepsi arasında etki-tepki alış verişi vardır.
                    Birbirlerine farklı etkiler yaparlar ve kendileri dışındaki türlerin farklı tepkilerine maruz kalırlar.
                    Böyle olunca, bazı insan fertlerinin insan için belirlenen kemale ulaşmadan yarı yolda tökezlemeleri
                    kaçınılmazdır. Dolayısıyla insanın varoluş nedeni, birinci hedef olarak doğrudan doğruya insanlığın
                    mutluluğu peşindedir. Bu yolda bazı fertlerin tökezlemeleri ise, araz niteliğinde ikinci dereceden bir
                    amaçtır, asıl maksat değildir.

                    Buradan şu sonuca varıyoruz: Yüce Allah'ın insanı yaratmadaki hikmeti, insanın kendisi için amaç
                    olarak belirlenen kemaline ulaşmasıdır. Allah'ın birçok insan ferdinin kâfir olup cehenneme
                    gideceğini bilmesi, O'nun insan türünü yaratmadaki muradına halel gelmesini gerektirmez. Ayrıca
                    yüce Allah'ın bu bilgisi, ileride kâfir olacak insanı yaratmasının, onun kâfir olup cehenneme
                    gitmesinin tam nedeni olmasını da gerektirmez. Nasıl gerektirsin ki?! Oysa o insanın var olduktan
                    sonra kâfir olmasının tam nedeni, çok sayıdaki dış nedenler ve faktörlerdir. Bu nedenler ve
                    faktörlerin sonuncusu da, o insan ferdinin kendi tercihidir ki, bu neden, fiillerinin kendisine izafe
                    edilmesini kaçınılmaz kılmaktadır. Buna göre, o ferdi var eden neden, onun kâfir oluşunun
                    nedeninin çok sayıdaki parçalarından sadece bir parçasını oluşturur.

                    Allah'ın takdirinin o kişinin kâfir olmasına bağlanmasına gelince; bu bağlanma, o kişinin tercihi yolu
                    ile gerçekleşen bir bağlanmadır. Yoksa o kişinin, tercihi ve iradesi geçersiz kılınarak kâfirliği kabul
                    etmeye zorlanması söz konusu değildir. Bir örnekle açıklayacak olursak; o kişinin kâfir oluşu,
                    havaya atılan bir taşın yerçekiminin etkisi ile zorunlu olarak yere düşmesi gibi kendi elinde
                    olmadan zorunlu olarak meydana gelen bir durum değildir.

                    İkinci şüpheye gelince; İblis'in, "Yükümlülüğün faydası nedir? Oysa bundan Allah'a ne bir fayda, ne
                    bir zarar döner." şeklindeki sorusu demagojidir. Bu sözde eksik ve muhtaç olan bir fail hakkındaki
                    hüküm, tam ve zatı itibariyle ihtiyaçsız bir fail hakkında da geçerli sayılıyor. Fiilin failine fayda
                    getirmesinin gerekli olduğu yolundaki aklın hükmü, fiili ile eksikliğini gideren, ondan yarar




                    Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
                    Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

                    Yorum


                      #40
                      Ynt: Adl-i İlahi



                      sağlayan eksik bir fail hakkında geçerlidir, yoksa zatı itibariyle ihtiyaçsız olduğu kabul edilen bir fail
                      hakkında geçerli değildir.

                      Zatı itibariyle ihtiyaçsız olan ve hiçbir yönden eksiği olmayan fail dahil, her failin fiilinde mutlaka
                      kendine yönelik bir fayda olması veya zatı itibariyle ihtiyaçsız olan, hiçbir eksik yönü olmadığı için
                      başka bir şeyle eksikliğini kapatması söz konusu olmayan bir varlığın herhangi bir fiil ortaya
                      koymaktan uzak duracağı yolunda aklın bir hükmü yoktur.


                      Yükümlülüğün yükümlüler açısından faydasına gelince; gerçek hükümlerde geçerli olmayan ve
                      haddizatında itibarî olan yükümlülük, yükümlüler ile kemal sıfatları arasında bir aracıdır. Onun
                      sayesinde yükümlüler geçmişteki eksikliklerinden sıyrılıp gerçek kemallerine ulaşırlar. Buna göre
                      yükümlülük, geçmişteki eksiklik gerçeği ile sonraki kemal gerçeği arasında geçişi sağlayan bir
                      köprüdür.

                      Bunu kısaca şöyle açıklayabiliriz: Tekrarlanan gözlemlerimiz ve apaçık delillerden şu gerçeği
                      şüphesiz bir kesinlikle biliyoruz ki, önümüzde birçok varlık türleri vardır. Maddî âlemi oluşturan bu
                      türlerde belirli bir düzen geçerlidir. Bu maddî âlem sürekli bir hareket hâlindedir. Bu hareket, her
                      varlık türüne durumuna göre kalıcılık ve sürekli varoluş sağlıyor. Bu varoluş, eksiklik durumundan
                      başlayarak kemal durumunda sona eriyor. Kalıcılık diye adlandırılan bu varoluş zincirinin halkaları
                      arasında gerçek bir varoluş bağlantısı vardır. Bu bağlantı, o varlığı bir önceki aşamadan bir sonraki
                      aşamaya iletir. Bu bağlantılı hareketle o varlık türü, içinde bulunduğu konaktan onu izleyen konağa
                      yönelir ve aslında, harekete başladığı ilk andan itibaren varabileceği son noktaya ulaşmak için
                      hareket eder.

                      Meselâ, toprağa atılan buğday tanesi, kabuğunu çatlatıp büyümeye başladığı ilk andan itibaren
                      dolgun başaklı bir buğday bitkisi olma amacı ile gelişir. Hayvanın bünyesindeki meni damlası,
                      türünün bütün kemal sıfatlarına sahip eksiksiz bir ferde yöneliktir.


                      Bu kural her varlık için geçerlidir. İnsan türü de elbette bu genel kuralın dışında değildir. Onun da
                      her ferdi, oluşumunun ilk aşamasından itibaren amacına doğru hareket hâlindedir, gerçek
                      mutluluğa ereceği kâmil insan mertebesine yöneliktir. İster hayat sürecinde bu noktaya ulaşsın,
                      ister önüne çıkan engeller yüzünden yarı yolda kalsın, bütün hareketi bu hedefe doğrudur.

                      İnsan, türünün özellikleri itibariyle toplumsal hayat yaşamaya mecburdur. Toplumsal hayat ise
                      toplumun fertleri arasında geçerli olan kanunlar ve gelenekler altında gerçekleşebilir. Bu kanunlar
                      ve gelenekler, itibarî inançlar ve hükümler olmalarının yanı sıra dinî veya din dışı
                      yükümlülüklerdir. Bu yükümlülüklerin yerine getirilmesi, insanda birtakım inanç ve ahlâk ilkeleri
                      ile melekeler oluşturur. Bunlar, insanın dünya ve ahiret mutluluğunun dayanakları oldukları gibi,
                      davranışların sevap ve ceza diye adlandırılan gerekleridir.

                      Buna göre yükümlülük, insanı gizli ve tedricî bir hareketle hâllerine ve psikolojik melekelerine bağlı
                      olarak kemaline ve mutluluğuna doğru götürür. İnsan, aşama aşama bu yolu aşmakla ve bu yolun
                      gerektirdiği işleri yapmakla kendisi için hayırlı ve kalıcı olan hedefe ulaşır. Eğer bu yolculuğun
                      gereklerini yapmaz ise, gayretleri boşa gider. Tıpkı kemaline doğru giden öbür türlerin bir ferdi
                      gibi. Eğer sebeplerin uyumlu etkisi yardımcı olursa, o fert kemal noktasına ulaşır. Eğer sebeplerin
                      etkisi yardımcı olmaz veya köstek olursa, o fert kemal yolunda tökezler.




                      Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
                      Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

                      Yorum


                        #41
                        Ynt: Adl-i İlahi


                        Buna göre, "Yükümlülüğün faydası nedir?" sorusu, tıpkı "Bitkilerin topraktan gıda almalarının
                        faydası nedir?" veya "Kendilerine yönelik bir faydası olmadığına göre hayvanların üremelerinin
                        faydası nedir?" soruları gibidir.

                        İblis'in, "Bundan (yükümlülükten) yükümlülerin kendilerine dönecek olan faydayı ise, Allah,
                        yükümlülüğü araya koymadan sağlayabilir." sözü ise, bir başka demagojidir. Çünkü söylediğimiz
                        gibi yükümlülük, insanda veya yükümlülüğe tâbi herhangi bir varlıkta mutluluk yolu üzerinde yer
                        alır ve tedricî bir hareketle tamamlanıp kemale eren varlığın eksikliği ile kemali arasında bir
                        köprüdür.


                        Eğer yükümlülüğün yükümlülere sağladığı faydaların yükümlülük aracı devreye sokulmadan
                        sağlanmasından, yükümlüler için yükümlülük yolu yerine başka bir yolun devreye girmesi ve bu
                        yolun o yolun yerini alması kastediliyorsa, bu durumda her iki yolun durumu, yol olmaları
                        bakımından bir olduğuna göre ikinci yol için de aynı soru gündeme gelir ve denir ki: "Allah, bu
                        yoldan gelecek faydayı başka yoldan sağlamaya gücü yettiği hâlde niçin bu yolu belirledi?"
                        Cevabı ise şudur: İnsan üzerinde yoğunlaştığını gördüğümüz nedenler ve sebepler, onun iç âlemini
                        düzeltmede ve kalbini temizlemede olağan bir yol olan "yükümlülüklerini yerine getirmek"le
                        eksikliğini tamamlamasını gerektirir.

                        Yok, eğer yükümlülük araya konmadan onun getireceği faydanın sağlamasından maksat, bu
                        faydanın insanlara hiçbir aracı olmadan sağlanması ve bütün kemal merhalelerinin ve mutluluk
                        aşamalarının yaratılışlarının başlangıcında onlara bağışlanması, bunun için hiçbir tedricî harekete
                        geçmelerine, hiçbir yolculuk zahmetine katlanmalarına hacet kalmaması ise, bu faraziye, varoluşsal
                        hareketlerin geçersiz olmasını, maddenin, enerjinin ve imkân âlemindeki bütün gelişmelerin yok
                        olmasını gerektirir. O zaman da farz edilen varlık, daha varoluşunun başlangıcında [madde ve
                        gereklerinden] soyutlanmış (mücerret), yaratılışının başında tam, kâmil ve mutlu bir varlık olur. Bu
                        varlık da, topraktan yaratılan, başlangıcında eksik olduğu hâlde tedricî bir hareketle eksiklerini
                        tamamlayan, şu bildiğimiz insan olamaz. Buna göre bu faraziye, kendi kendini geçersiz kılıyor.

                        Üçüncü kuşkuya gelince; İblis'in, "Kabul edelim ki, Allah beni kendisini tanımak ve O'na kulluk
                        etmekle yükümlü kıldı; peki beni niçin Âdem'e secde etmekle yükümlü kıldı?" şeklindeki sorusunun
                        cevabı açıktır. Çünkü bu yükümlülüğün yerine getirilmesi ile Allah'a kulluk etme sıfatı, bu
                        yükümlülüğe karşı gelmekle de Allah'a karşı büyüklük taslama sıfatı gerçekleşiyor.
                        Buna göre bu yükümlülükte, her hâlükârda Allah tarafından tamamlama ve İblis tarafından
                        tamamlanma vardır. Bu tamamlanma ya mutluluk yönünde veya bedbahtlık yönündedir. İblis ise
                        ikinci şıkkı tercih etti.

                        Üstelik ona ve meleklere yöneltilen bu secde yükümlülüğü, Âdem için çizilen çizgiyi belirliyor.
                        Çünkü Âdem ve soyunun kat etmesi için belirlenen doğru yol (sırat-ı müstakim), ancak bu şekilde
                        ortaya çıkar. Bunun için bir yandan insanı o yola çağıran destekçi yardımcıya (meleklere), öte
                        yandan onu bu yoldan sapmaya çağıran saptırıcı düşmana (İblis ve askerlerine) ihtiyaç vardır.
                        Önceki incelememizde bu konuyu açıklamıştık.

                        Dördüncü şüpheye, yani İblis'in, "Secde etmeyerek Allah'a karşı geldiğimde niye bana lânet edip
                        cezalandırılmama kesin hüküm verdi? Oysa bunun O'na hiçbir faydası yoktur…" şeklindeki sözüne



                        Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
                        Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

                        Yorum


                          #42
                          Ynt: Adl-i İlahi



                          gelince; bunun cevabı şudur: Lânet ve cezalandırmanın içerdikleri gerçeklik, aslında her türlü
                          günahın ana kaynağı olan Allah'a karşı büyüklük taslamanın gerektirdiği sonuçlardandır. Öte
                          yandan, daha önce de işaret ettiğimiz gibi, Allah'ın fiillerinde O'na yönelik fayda veya zarar söz
                          konusu olmadığı için, kendisine faydası olmayacak fiilleri yapmaktan uzak durması gerektiği diye
                          bir şey söz konusu değildir.

                          İblis'in bu sorusu, kendi isteği ile zehir içip ölen biri ile ilgili olarak şöyle demeye benzer: "Allah, o
                          zehri o adam için niye ilâç yapmadı? Oysa onu o zehirle öldürmede Allah'ın bir menfaati yokken
                          adam için zararların en büyüğü vardır. Allah, o zehri zehirlenen kişinin susuzluğunu giderecek ve
                          vücudunu geliştirecek temiz bir rızk yapsaydı, olmaz mıydı?" Bütün bunlar, nedenlerin ve
                          sebeplerin hilkat âlemindeki fonksiyonunu bilmemekten kaynaklanır. Oysa kâinatta meydana gelen
                          her olay, bir dizi özel sebebe ve faktöre bağlıdır. Bu gelişmelerin hepsini kapsayan genel kanunda
                          sapma ve değişiklik olmaz.


                          Bu genel kanun uyarınca günahla kirlenen nefis cezaya çarptırılır. Bu cezadan kurtulabilmek için o
                          nefsin şefaatle, tövbe ile veya affedilmeyi sağlayabilecek bir iyilikle temizlenmesi gerekir. Bu
                          sebeplerden hiçbiri yokken cezayı ortadan kaldırmak, söz konusu genel sebep-sonuç kanununu
                          çiğnemek demektir ki, bu genel kanunu çiğnemek, her şeyin yıkılması sonucunu doğurur.

                          İblis'in ortaya attığı beşinci şüpheye, yani, "Allah bana bunu yapınca, niçin beni Âdem'in soyuna
                          musallat edip, bana onları sapıklığa düşürme imkânı verdi?" şeklindeki sorusuna gelince, şimdiye
                          kadar yaptığımız açıklamalarda bunun cevabı vardır. Kısaca söylersek; hidayet, uygulamalarla ilgili
                          hak, ibadet ve benzeri sonuçlar, ancak sapıklığın, batılın ve günahın varlığı hâlinde
                          gerçekleşebilirler. Hakka çağrı, ancak ortada batıla çağrının var olması hâlinde var olabilir. Doğru
                          yol, ancak doğru olmayan, yolcusunu doğru yolun ulaştırdığı amaçtan başka bir amaca ulaştıran
                          yolların mevcut olması durumunda doğru yol olur.


                          Yeryüzünde insan denen varlık mevcut oldukça ve birbirini izleyen fertleri ile insan türü varlığını
                          sürdürdükçe, insanı batıla çağıran ve cehennem azabına sürüklemeye çalışan bir varlığın bulunması
                          da zarurîdir. Bu açıdan İblis'in varlığı, insan soyuna hizmet niteliğindedir. Allah'ın ona tanıdığı
                          sapıklığa düşürme imkânı ve onu insanlara musallat etmesi ise, sadece kötülüğe çağırabilmekle
                          sınırlıdır. Nitekim Kur'ân-ı Kerim bu hususu tasrih etmekte (4) ve bunu kıyamet günü insanlara
                          hitap edecek olan İblis'in kendi sözlerinden aktarmaktadır (5).

                          İblis'in altıncı şüphe olarak öne sürdüğü, "Ben Allah'tan Âdem'in soyunu ortaya çıkarmak için uzun
                          süreli bir mühlet istediğimde, bu mühleti bana niçin verdi?" şeklindeki sorusunun cevabı da az
                          önceki açıklamamızda verilmiştir.

                          İblis'in bu sorunun devamında yer alan "Âlemin kötülükten arınmış olmasının daha iyi olacağının
                          bilinmesine rağmen" şeklideki sözüne gelince; daha önce söylediğimiz gibi, âlemin kötülükten
                          arınmış ve kargaşadan uzak olması demek, onun soyut ve gayri maddî olması demektir. Maddeden
                          oluşmuş bir âlemde fiilî durumun potansiyelsiz, iyiliğin kötülüksüz, faydanın zararsız, istikrarın
                          değişikliksiz, ibadetin günahsız ve mükâfatın cezasız olarak var olması anlamsızdır.


                          İncilleri açıklayan kişinin yüce Allah'ın İblis'e cevabı olarak naklettiği, "Ey İblis, sen beni hiç
                          tanımadın. Eğer beni tanısaydın, benim yaptığım hiçbir şeye itiraz edilmeyeceğini bilirdin. Çünkü
                          ben, kendisinden başka ilâh olmayan Allah'ım, yaptıklarımdan sorumlu tutulmam." şeklindeki




                          Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
                          Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

                          Yorum


                            #43
                            Ynt: Adl-i İlahi



                            sözler, Kur'ân'ın ayetlerine uygun bir cevaptır. Nitekim yüce Allah, "Allah, yaptıklarından sorumlu
                            tutulmaz; onlar ise sorguya çekileceklerdir." (Enbiyâ, 23) buyuruyor.

                            Yüce Allah'ın nakledilen sözleri, İblis'in şüphelerine verilmiş genel bir cevaptır, onun sorularına tek
                            tek verilmiş ayrıntılı bir cevap değildir. Cevabın özü şudur: Bütün bu şüpheler, Allah'a yöneltilmiş
                            birer soru ve itirazdır. Oysa Allah'a itiraz yöneltilmez. Çünkü O, kendisinden başka ilâh olmayan
                            Allah'tır, yaptıklarından sorumlu tutulmaz.


                            Anlaşılan, bu sözdeki "sorumlu tutulmam" ifadesinin dayanağı, "Çünkü ben" diye başlayan ifadedir.
                            Bu sözün anlamı şudur: Yüce Allah zatı ile sabit olan ve zatından dolayı ihtiyaçsız olan benliği ile her
                            şeyin başlangıcı ve varış noktasıdır. Her şey O'ndan başlar ve her şey O'nda son bulur. Yaptığı iş
                            kendinden başka bir failî sebeple bağlantılı değildir. O'nun hakkında fiili yapmaya sürükleyici amaç
                            nitelikli bir sebebin varlığına hükmedilmez. O, bütün faillerin üzerindeki fail ve bütün amaçların
                            ötesindeki amaçtır. Her fail, onda olan güçle fiilini meydana getirir ve güç, bütünü ile Allah'a aittir.
                            Her amaç, onda olan kemal, onda olan hayır için aranır, gaye edinilir ve hayır, bütünü ile O'nun
                            elindedir.

                            Bundan şu sonuç çıkar: Yüce Allah'a fiilinin sebebi sorulmaz. Çünkü bir fiilin sebebi, ya fail veya
                            amaç olur. Oysa Allah, bütün faillerin faili ve bütün amaçların amacıdır. Yüce Allah'tan başkalarına
                            gelince; onların elindeki iş yapma gücü, Allah tarafından kendilerine bağışlanmıştır. Onların elde
                            ettikleri iyilikler ve faydalar da O'nun ihsanıdır. Allah bu ihsanı, sebepleri devreye sokarak,
                            faktörleri ve şartları düzenleyerek gerçekleştirir. Bu yüzden Allah'tan başkaları yaptıklarından
                            sorumludurlar. Onlara yaptıklarını niçin yaptıkları sorulur.

                            En çok sorulan husus da, yaptıklarının amacı, işlerinin iyilik ve yararlılık yönü olur. Özellikle de
                            güzellik, çirkinlik, övgü, yergi konusu olan toplumsal davranışlar, toplum çerçevesinde soru konusu
                            olurlar. Çünkü bu davranışların toplumun çıkarlarına dayalı olması gerekir. Bu söylediklerimiz, açık
                            kanıt ve vahiy ile desteklenen, eksiksiz bir açıklamadır.

                            Kelâm âlimlerine gelince; onlar arasında Allah'ın fiillerine amaç isnat edilip edilmeyeceği
                            konusunda ve bununla ilgili meselelerde görüş ayrılıkları olduğu için, buna bağlı olarak, "Allah,
                            yaptıklarından sorumlu tutulmaz." gerçeğini de farklı şekillerde yorumlamışlardır. Eş'arîler, keyfî
                            iradeyi caiz gördükleri için ve kötülükler ile çirkin işleri Allah'a isnat etmeyi sakıncasız kabul
                            ettiklerinden dolayı Allah'ın dilediğini yapabileceğini, fiillerinin amaç içermesinin gerekmediğini,
                            bu fiillerde beğenilen bir fayda aranamayacağını, aklın başkalarının fiilleri için hükmettiği gibi,
                            Allah'ın fiillerinin de mutlaka beğenilen bir fayda anlamında bir amaç içermesi gerektiğine
                            hükmedemeyeceğini ileri sürmüşlerdir.

                            Mutezile mezhebinin âlimleri ise, amaç içermeyen fiilin varlığını imkânsız görüyorlar. Çünkü böyle
                            bir fiil, boşluğu ve keyfîliliği gerektirir ki, bunu Allah'a isnat etmek imkânsızdır. Onlar, Allah'ın
                            fiillerinden sorumlu tutulmayışını, Allah'ın hikmet sahibi oluşu ile açıklıyorlar. Çünkü hikmet sahibi
                            olan merci, her hak sahibine hakkını verir ve çirkin, boş, keyfî bir iş yapmaz. Yaptıklarından
                            sorumlu olan kişi, çirkin, boş ve keyfî iş yapması mümkün olan kişidir. Buna göre yüce Allah,
                            yaptıklarından sorumlu tutulmaz; ama insanlar davranışlarından sorumlu tutulurlar.

                            Bu, uzun bir inceleme konusudur. Her iki mezhebin araştırmacıları ile onlarla aynı görüşü paylaşan
                            diğerleri, bunu yüzyıllar boyunca sürekli tartışmışlardır. Burada bu konunun ayrıntılarına girmek




                            Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
                            Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

                            Yorum


                              #44
                              Ynt: Adl-i İlahi



                              istemiyoruz. Yalnız bu konuda gerçeğin üzerindeki perdeyi kaldıracak başka bir gerçeğe işaret
                              etmek istiyoruz.

                              Şüphe yok ki bizim, hayatımızda bize dayanak oluşturan bilgilerimiz ve hükümlerimiz vardır. Yine
                              şüphe yok ki bunlar, ikiye ayrılırlar:


                              1- Davranışlarımızla doğal olarak ilgisi olmayan bilgiler ve hükümler. Bunlar, sırf objektif gerçeği
                              ortaya koyan, dış dünya ile örtüşen tasdikî (yüklem içeren) bilgilerdir. Bizim insan olarak var olup
                              olmamamız, ferdî veya sosyal hayatımızla ilgili işlerimizi yapıp yapmamamız, bu bilgiler
                              bakımından önemli değildir. "Dört rakamı, çift bir sayıdır. Bir, ikinin yarısıdır. Kâinat vardır.
                              Yeryüzü, güneş ve ay vardır." şeklindeki bilgilerimiz gibi.

                              Bu bilgiler, ya hiçbir şüphe götürmeyen bedihî (apaçık) hükümlerdir, ya da bedihî bilgilere dayanan
                              ve onlar aracılığı ile ispatlanan nazarî (düşünmeye, kanıtlamaya ihtiyaç duyan) yargılardır.


                              2- Uygulamaya yönelik bilgiler ve itibarî hükümler. Bu bilgiler ve hükümleri, hayatımızı onlara göre
                              şekillendirmek üzere bizler ortaya koyarız ve insan toplumu düzeyinde onlara dayanırız. İrademiz
                              de onlara dayanır, tercihimize dayalı işlerimizi onlarla açıklarız. Gerçi biz bu bilgileri ve hükümleri
                              itibarî olarak dış dünya ile örtüştürürüz, ama bunlar birinci kısımda yer alan bilgiler ve hükümler
                              gibi özleri itibariyle dış dünya ile örtüşmezler. Bizim bunları dış dünya ile örtüştürmemiz, hakikat
                              ve gerçeklik ölçüleri ile değil, uzlaşma ve itibar etme yolu iledir.

                              Toplumumuzda geçerli olan kanunlar, gelenekler ve velâyet, başkanlık, egemenlik ve maliklik gibi
                              nitelemeler, bu itibarî hükümlerin örnekleridir. Meselâ "Zeyd başkandır." derken, Zeyd için
                              öngördüğümüz başkanlık sıfatı itibarî bir sıfattır. Dış dünyada bunun karşılığında Zeyd'in insan
                              olmasından başka bir şey yoktur. Bu başkanlık sıfatı, "Zeyd uzun boyludur." veya "Zeyd siyah
                              derilidir." derken, Zeyd için öngördüğümüz uzun boyluluk ve siyah derililik sıfatları gibi bir sıfat
                              değildir. Çünkü başkanlığın anlamını öngören biziz. Birkaç kişi bir araya gelerek hayattaki
                              amaçlarımızı gerçekleştirmek için bir toplum oluşturduk ve bu toplumu idare etme işini Zeyd'e
                              teslim ettik. Herkesi lâyık olduğu yere koysun ve sonra dilediği alanda kullansın diye.
                              Böyle olunca Zeyd'in toplumda olan konumunu başın bedendeki konumu gibi görerek ona
                              toplumun başı, başkanı niteliğini verdik. Böylece ona sunduğumuz makamın korunmasını ve bu
                              makamın etkilerinden, avantajlarından hep birlikte yararlanmayı istedik.


                              Bu örnekteki Zeyd'in baş ve başkan olduğuna dönük inanç, sadece bizim zihnimizdedir, zihnimizi
                              aşıp dış dünyaya geçmez. Fakat biz, toplumun menfaati için ona dışa dönük bir anlam atfediyoruz.
                              İşte insan toplumlarında egemen olan, insan hayatında geçerli ve insan davranışları ile bağlantılı
                              olan bütün kavramlardaki ve değerlerdeki durum böyledir. Bunların hepsi toplumsal hayatın
                              faydası için insan tarafından konmuş ve geçerlilik kalıbına dökülmüş hükümlerdir, insan zihninin
                              sınırlarını aşmazlar.

                              İşte bilgilerin iki kısmı bunlardır. Bu iki kısım arasındaki fark şudur: Birinci kısım, dışarıdan
                              alınmıştır ve gerçek anlamda onunla örtüşmektedir. Bu bilginin dışarıyla örtüşmesi, onun doğru
                              olmasının anlamıdır. Aynı zamanda dışarıdaki gerçeğin de bu bilgiyle örtüşmesi, onun hak
                              olduğunun anlamıdır. Yani zihinde olanın aynısı dışarıda ve dışarıda olanın aynısı zihinde vardır.
                              Bilgilerin ikinci kısmının yeri ise zihindir. Dışarısı ile arasında bir örtüşme yoktur. Fakat biz




                              Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
                              Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

                              Yorum


                                #45
                                Ynt: Adl-i İlahi



                                hayatımızın maslahatı için böyle bir örtüşmeyi var sayıyoruz ve gerçekte öyle olmadığı hâlde, bu
                                bilginin dışarısı ile örtüştüğünü farz ediyoruz.

                                Zeyd'in toplumsal amaçla başkan olması, şiirsel hayal amacı ile yapılan benzetme ve istiare yolu ile
                                aslan olması gibidir. Yani bizim toplumumuzda Zeyd'i dışarıda baş olarak nitelememiz, şairin onu
                                dışarıda var olan aslan olarak nitelemesi gibidir. Tasavvur (yüklem içeriksiz) veya tasdik (yüklem
                                içerikli) şıkları ile bütün itibarî kavramların durumu budur.


                                Bu itibarî kavramlar, her ne kadar zihnin işi olup dışarıdan alınmasalar da, dolayısıyla dışarı ile
                                örtüşmeseler de başka bir cihetten dışa dayanırlar. Bu cihet şudur: İnsanı tasavvur ve tasdik şıkları
                                ile bu kavramları itibar etmeye sevk eden faktör, onun noksanlığı ve varoluş kemaline, insan
                                türünün nihaî amacına ulaşma ihtiyacıdır. İnsanın varlığını sürdürmesi ve hayatında peşinden
                                koşup amaç edindiği maddî ve manevî gerçek hedefler, onu bu kavramları geliştirmeye ve
                                arkasından davranışlarını onların üzerine bina etmeye zorlamaktadır. Çünkü ancak bu şekilde
                                istediği mutluluğu kendisi için temin edebilir.

                                Bundan dolayı bu hükümler, toplumsal amaçların değişmesine bağlı olarak değişiklik gösterirler.
                                Öyle davranışlar ve değer yargıları var ki, bunlar kutuplarda yaşayan toplumlarda beğenildikleri
                                hâlde, ekvatorda yaşayan toplumlarda kınanırlar. Batı toplumları ile doğu toplumları arasında,
                                şehirliler ile köylüler arasında da bu tür farklılıklar vardır. Kimi toplumlarda belirli bir davranış
                                çoğunluk tarafından takdir edilirken, azınlık tarafından hor görülür. Aynı toplumda zengin kesim ile
                                fakir kesim arasında, efendiler ile köleler arasında, erkekler ile kadınlar arasında bakış açısı
                                farklılıkları göze çarpar.

                                Ancak birtakım itibarî değerler ve hükümler de vardır ki, bunlar toplumdan topluma değişiklik
                                göstermezler. Bunlar, bütün toplumlar tarafından kabul gören gerçek ve genel amaçlara dayalı
                                değer hükümleridir. Toplum hâlinde yaşamanın gerekli olduğu, adaletin güzel ve zulmün çirkin
                                oluşu gibi.

                                Bu açıklamalarımızdan çıkan sonuç şudur: İkinci kısmın kapsamındaki bilgilerimiz, her ne kadar
                                birinci kısımdaki bilgiler gibi doğrudan dışarı ile örtüşmüyorlarsa da, ancak bunlar da bir şekilde
                                dış âleme dayanmaktadırlar.

                                Bu açıklamaların ışığı altında ortaya çıkıyor ki, bizim bütün bilgilerimiz ve hükümlerimiz, Allah'ın
                                fiiline dayanır. Çünkü kendisi ile temas hâlinde olmamız sonucu, kendisinden bilgilerimizi
                                aldığımız, kendisinden bilgilerimizi soyutladığımız veya üzerine bilgilerimizi bina ettiğimiz dış
                                dünya, yaratılan ve yoktan var edilen dünyadır ki, bu dünya, Allah'ın fiilidir.

                                Buna göre bizim, "Bir rakamı, zarurî olarak ikinin yarısıdır." şeklindeki sözümüzün anlamı şudur:
                                "Yüce Allah, her zaman bir ile ikiyi öyle yapıyor ki, aralarında zarurî olarak bu oran geçerli oluyor."
                                Diğer hakikî bilgilerde de bu durum geçerlidir. Aynı şekilde, "Zeyd, saygı gösterilmesi gereken bir
                                başkandır." şeklindeki sözümüz de şu anlama gelir: "Yüce Allah, insanı bu kanaati ve görüşü
                                edinecek ve sonra da ona göre davranacak bir nitelikte yaratmıştır." Diğer itibarî bilgilerde de bu
                                durum geçerlidir. Bütün bunların, O'nun şanına yakışacak, kutsal makamına lâyık olacak tarzda bir
                                açıklaması vardır.



                                Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
                                Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

                                Yorum

                                YUKARI ÇIK
                                Çalışıyor...
                                X