Duyuru

Daraltma
Henüz duyuru yok.

Kur'ân ve Sünnet Işığında EHLİBEYT MEKTEBİ

Daraltma
X
 
  • Filtre
  • Zaman
  • Göster
Hepsini Temizle
yeni gönderiler

    #16
    Ynt: Kur'ân ve Sünnet Işığında EHLİBEYT MEKTEBİ

    Şia Öncülerinden Bazılarının Kısaca Hayatı

    1- Selman-ı Farisî
    Selman-ı Farsi aslen İranlıdır ve İsfahan'ın "Ci" veya Fars'ın "İstehr" veya "Ramhormuz" şehrindendir. OZerdüşt dininde yaptığı araştırmadan sonra, Hıristiyanlığa iman getirdi. Hendek Savaşı'ndan önce de Müslüman oldu. O, Hz. Peygamber'in (s.a.a) sadık, maruf ve fedakar yaranındandır. Muhacir ve ensar, onu
    kendilerinden bildiği hâlde Peygamber (s.a.a) şöyle buyurdu:
    "Selman biz Ehlibeyt'tendir."
    Selman Hz. Peygamber'in ailesine katılma şerefine ulaştıktan sonra sahabe arasında özel bir mevki ve konuma sahip oldu. Selman gazvelerin hepsinde Hz. Peygamber'in (s.a.a) yanında müşriklerle savaşıyordu.[et-Tabakatu'l-Kubra, c.4, s.93]

    O, Peygamber'in (s.a.a) hayatında Ali'nin (a.s) taraftarlarından idi. Hz. Peygamber'in (s.a.a) vefatından sonra, Ebu Bekir'in hükümeti döneminde Farsça şu maruf sözünü söyledi: "Yaptınız ve yapmadınız." Böylece Ali'ye (a.s) uymayanları eleştirdi. Selman Ali'nin (a.s) en sağlam yaranlarından ve sadık ilk dört Şiîlerinden biridir.[Şerh-i Nehcü'l-Belâğa, İbn Ebi'l-Hadid, c.2, s.1 ve, c.2, s.39]

    Onun saf davranı ve Ali'yi (a.s.) desteklemesi vatandaşlarının (İranlıların) İslâm'a ve Şiîliğe yönelişinde şüphesiz etkili olmuştur.

    2- Ebuzer-i Gaffari
    Ebuzer İslâm'dan öncede muvahhid idi. O, Hz. Peygamber'in (s.a.a) Mekke'deki davetini ve Kur'ân ayetlerini işittikten sonra Müslüman oldu.Tarihçiler, onu beşinci Müslüman olarak biliyorlar. İslâm'ı
    tebliğ yolunda karşılaştığı tehlikeli durumdan ötürü Hz. Peygamber (s.a.a) tarafından kendi kabilesinde tebliğle görevlendirildi. Ebuzer, Hz. Peygamber (s.a.a) nezdinde özel bir mevkiye sahipti.[et-Tabakatu'l-Kubra, c.4, s.222]

    Ebuzer Üçüncü Halife zamanında halife ve yakınlarının yaptığı israfa özellikle "Mervan'a" itiraz etti. Bu yüzden halife onu "Rebeze" denilen küçük bir köye sürgün etti. Sürgüne gönderilirken Ali (a.s) ve evlatları onu uğurladılar…
    O, Hz. Peygamber'in (s.a.a) sadık yaranlarından idi. Hz. Peygamber (s.a.a) onun hakkında şöyle buyurmuştu:
    "Aferin Ebuzer'e ki, yalnız yol gidecek; yalnız ölecek ve yalnız dirilecektir."[et-Tabakatu'l-Kubra .c4, s.235 ve el-Meğazi, c.3, s.762]

    Doksan üç veya doksan dört yaşında Sıffin Savaşı'nda Ali'nin (a.s) yanında Muaviye'ye karşı savaştı ve şahadetiyle Muaviye'nin ordusu arasında şüphe uyandırdı.[ et-Tabakatu'l-Kubra, c.3, s.253]
    Ali (a.s) safında yer alma hususunda şüphe eden bazı askerlerin de güveni arttı. Ammar, İmam'ı savunanların ve ilk dört Şiînin dördüncüsü olarak bilinir.

    5- Huzeyme b. Sabit
    Huzeyme, ensardan ve Evs kabilesinden idi. Hz. Peygamber (s.a.a) onun şahitliğini iki kişinin şahitliğine eşit saymıştır; bu yüzden ona "Zu'ş-Şehadeteyn" lakabı verildi. Mekke fethinde Benî Hutbe kabilesinin bayrağını taşıyordu. Cemel ve Sıffin savaşlarına katıldı ve Muaviye'nin askerleri tarafından şehit edildi.[et-Tabakatu'l-Kubra, c.4, s.378]


    Ali'ye (a.s) biat edilirken ensarın temsilci ve ikinci konuşmacı olarak söz aldı. Bu konuşma onun Ali'ye (a.s) olan ihlas ve imanını gösteriyor. Yakubi şöyle yazıyor:
    "...Sonra Huzeyme b. Sabit Zu'ş-Şahadeteyn ayağa kalktı ve şöyle dedi: Ey Müminlerin Emiri! İşlerim için
    senden başkasını bulmadım ve dönüş senden başkasına olamazdı. Eğer senin hakkında doğruyu söyleyecek
    olursam, sen iman ve ilimde diğerlerinden daha üstünsün. Allah'a en çok bilgisi olan ve Allah Resulü'ne müminlerin en layığısın. Onların sahip olduğu şeylere, sen sahipsin; ancak senin sahip olduğun şeylere onlar sahip değiller."[Tarih-i Yakubî, c.2, s.179]

    6- Berâ b. Azib
    Berâ b. Azib, ensarın büyüklerinden ve Hazrec kabilesinden idi. On beş veya on sekiz gazveye katılmıştır. Hz. Peygamber'den (s.a.a) sonra Ali'nin yanında yer aldı. Cemel, Sıffin ve Nehrevan savaşlarına katıldı. Mus'ab b. Zübeyr zamanında Kufe'de vefat etti.

    7- Ebu'l-Haysem Tayyihan
    O, Birinci ve İkinci Akabe antlaşmasında Mekke'de Hz. Peygamber'in (s.a.a) huzuruna vardı. Medine'ye dönüşünde İslâm'ı tebliğe başladı. Bütün gazvelerde Hz. Peygamber'in yanındaydı. O, Hz. Peygamber'in (s.a.a) kendilerini İsa'nın havarileri gibi saydığı on iki nakib (lider) ensardan biriydi.[ el-Tabakatu'l-Kubra, c.3, s.447]

    Ebu'l-Haysem, ensarın temsilcisi olarak Ali'ye (a.s) biat edenilk şahıstır.[Tarih-i Yakubî, c.2, s.178]
    Bir nakle göre, Sıffin Savaşı'nda şehit oldu.

    8- Halid b. Said b. As b. Ümeyye b. Abduşşems
    Halid, Hz. Peygamber'e iman getiren dördüncü veya beşinci, kendi kabilesinden ise ilk iman getiren kimsedir. O Habeş'e yapılan her iki hicrette de vardı. Döndükten sonra Mekke fethine, Huneyn, Taif ve Tebük gazvelerine katıldı. Daha sonra Hz. Peygamber tarafındanYemen halkından zekat toplamakla görevlendirildi
    ve oraya gitti.[el-İstiab, c.2, s.42]

    Hz. Peygamber'in (s.a.a) vefatından sonra Medine'ye döndü ve Ebu Bekir'e biatten kaçındı ve Ali b. Ebu Talib'e katıldı. O Ali (a.s) ile biat ettiğinde şöyle dedi: "Allah'a andolsun ki insanlar arasında senin dışında Hz. Peygamber'in yerini alacak daha layık birisi yoktur."[Tarih-i Yakubî, c.2, s.133]

    O, bazılarına göre Ebu Bekir zamanında, bazılarına göre ise İkinci Halife döneminde, hicretin on dördüncü yılında şehit oldu.

    9- Ebu Eyyub Ensari
    Ebu Eyyub, Akabe'de Hz. Peygamber'le biat etti. Hz. Peygamber (s.a.a) Medine'ye girişinde, kendisi için bir ev yapılıncaya kadar onun evine yerleşti. O, savaşların hepsinde Hz. Peygamber'le (s.a.a) birlikteliğini koruyor ve İslâm'ı savunuyordu.[Tarih-i Yakubî, c.2, s.178]

    Ebu Eyyub, Osman'ın ölümünden sonra Ali'nin (a.s) taraftarı olarak bilinen ilk şahıslardandır. Ali (a.s) tarafından Medine valiliğine atandı.

    Ebu Eyyub, Cemel, Sıffin ve Nehrevan savaşlarında Ali'nin (a.s) yanındaydı. Ali'ye (a.s) yardım etmeleri için Kufe halkına yaptığı konuşmalar onun Ali'ye (a.s) karşı ihlas ve bağlılık derecesini gösterir. Hicri elli iki yılında vefat etti ve Konstantaniye duvarı kenarında defnedildi.

    10- Huzeyfe b. Yeman
    Huzeyfe, ensardan Hz. Peygamber'in (s.a.a) en seçkin yaranlarından biriydi. Hadis ravilerindendir. Hz. Peygamber'in (s.a.a) bütün gazvelerine katılmıştır. Hz. Peygamber (s.a.a) zamanında Ali'nin (a.s) taraftarlarından ve ondan sonra onun savunucularından olmuştur.
    Evlatları, Ali'yi (a.s) savunma yolunda Sıffin Savaşı'nda şehit oldular. Hicri otuz beş yılında Medine'de vefat etti.

    11- Osman b. Huneyf
    O, ensardan ve Evs kabilesindendir. Tirmizî onu Bedir ashabından saymıştır. Ama diğer ravilere göre o Bedir Savaşı dışında Hz. Peygamber'in (s.a.a) bütün gazvelerine katılmıştır.[el-İsabe, İbn Hacer, c.2, s.45]

    Üçüncü Halife'nin öldürülmesinden sonra Ali'nin (a.s) yanında yer aldı ve Basra valiliğine atandı.
    Cemel ashabı Basra'ya girmek istedikleri zaman, ilk önce Ali'yi (a.s) bekleyeceklerine dair Osman b. Huneyf'le anlaştılar; ama sözlerini tutmadılar, ona saldırıp sakallarını kazıdılar. Muhafızlarıöldürerek beytülmali yağmaladılar.[el-Meğazi, c.2, s.295]
    Daha sonra Osman b. Huneyf Kufe'ye yerleşti ve Muaviye zamanında vefat etti.

    12- Sehl b. Huneyf
    Sehl, ensar ve Evs kabilesine mensuptur. Bütün gazvelere katılmıştır. Hz. Peygamber'le ölüm üzere ahitleşen sayılı şahıslardan biridir.[et-Tabakatul Kubra, c.3, s.471, el-İstiab, c.2, s.662]

    O, Vadi'l-Kura Savaşı'nda Hz. Peygamber'in (s.a.a) bayraktarlarındandı.[el-Meğazi, c.2, s.542]

    Hz. Peygamber (s.a.a) Ali'yi (a.s) "Saly" puthanesini yok etmek için gönderdiği Fuls Savaşı'nda, Ali'nin
    (a.s) bayraktarı idi.[el-Meğazi, c.3, s.75]

    Sehl, Ali'nin (a.s) vefalı yaranlarından olup, onunla birlikte Medine'den Basra'ya doğru hareket etti. Cemel ve Sıffin savaşlarına katıldı.[et-Tabakatu'l-Kubra, c.3, s.473]

    13- Ebu't-Tufeyl
    Uhud Savaşı sıralarında dünyaya geldi; o muhacir çocuğuydu. Sekiz yıl Hz. Peygamber (s.a.a) dönemini idrak etti ve Hz. Peygamber'i (s.a.a) ziyaret şerefine ulaştı. Ali'nin (a.s) ihlaslı yaranlarındandı, Ali'nin (a.s) bütün savaşlarına katıldı. Ali'nin (a.s) şahadetinden sonra Mekke'ye yerleşti ve vefat edinceye kadar
    orada kaldı. Bazıları ise onun Kufe'ye yerleştiğini söylemiştir.
    Ebu't-Tufeyl, Ali'nin (a.s) Şeyheyn'den (Ebu Bekir ve Ömer) daha üstün olduğuna inanıyordu. Onu İmam'ın yaranları arasında şair, akıllı, fazıl, fasih ve hazır cevaplı birisi olarak bilmişlerdir.[el-İstiab, Terceme-i Ebu'l-Tufeyl]

    Şimdiye kadar adı geçen sahabenin dışında aşağıdaki isimler de sıralanabilir:
    – Hind b. Ebu Hale Temimi
    – Cu'de b. Cebire
    – Hucr b. Adiy Kindi
    – Amr b. Hamık el-Huzai
    – Cabir b. Abdullah Ensari
    – Muhammed b. Ebi Bekir
    – Eban b. Said
    – Zeyd b. Sûhan Zeydi.


    HZ. PEYGAMBER’DEN (S.A.A) SONRA İHTİLÂFIN ÇIKIŞ NEDENLERİ

    Hz. Peygamber (s.a.a) dönemi incelendiğinde ümmet arasında farklı iki temel yöntemin olduğu görülür. Bu metot farklılığı inanç konularında bile kendini göstermiş ve İslâm ümmetini biri çoğunluk, diğeri de azınlık olmak üzere iki gruba bölmüştür.
    İslâm ümmetinin ihtilâf ve bölünme kaynağı, Hz. Peygamber’den (s.a.a) gelen naslar karşısında sergilenecek tavır ve yöntem olmuştur.
    Azınlık grup, Allah'tan ve Hz. Peygamber’den gelen hükümler karşısında mutlak bağlılığa inanıyor ve şu delilleri kanıt olarak gösteriyorlardı:

    a) Şer’î hükümler, yüce Allah’tan geldiği için kutsal ve saygındırlar.

    b) Şeriat kurucusuna itaat edilmeli, ona karşı gelinmemeli. Çünkü yüce Allah bir çok ayette Allah ve Resulü’ne (s.a.a) itaati gerekli kılmıştır. Örneğin yüce Allah şöyle buyuruyor: "Allah ve Resulü'ne itaat edin."[Enfal, 20 ve 46. ayet]

    Bir başka ayette şöyle buyuruyor: "Resulün sizin için getirdiği her şeyi alın ve nehyettiği her şeyden kaçının."[Haşr, 7]

    c) Kur'ân ve sünnette bütün hükümler açıklanmıştır. Bu yüzden şeriatı tamamlayıcı hiçbir şeye ihtiyaç yoktur. Yüce Allah şöyle buyuruyor: "Biz sana Kur'ân'ı her şeyi açıklayıcı olarak indirdik."[Nahl, 89]

    İkinci grup, Hz. Peygamber’i (s.a.a) sıradan bir beşer olarak görüyor, kamil olduğunu kabullenmiyor ve yaptığı bazı şeylerin yanlış olduğuna inanıyorlardı. Bu yüzden Hz. Peygamber'in (s.a.a) emirlerini kutsal ve saygın kabul etmiyor; emirleri karşısında görüş bildirip içtihat ediyorlardı. Şimdi bu grubun varlığını
    ortaya koyan birkaç şahit getiriyoruz:

    a) Kur'ân'dan Örnekler

    1- Allah'ın şu buyruğu:
    "Ey inananlar! Size ne oldu da Allah yolunda savaşa çıkın dendiği zaman olduğunuz yerde mıhlanıp kaldınız.
    Ahireti bıraktınız da dünya yaşayışına mı razı oldunuz?"[Tevbe, 38]

    2- Yüce Allah şöyle buyuruyor:
    "Onlardan öyleleri de vardı ki Peygamber’i incitirler ve o derler, her söyleneni dinliyen bir kulak adeta."[Tevbe, 61]

    3- Yüce Allah şöyle buyuruyor:
    "Ve onlar bir alış-veriş yahut eğlence görünce ona gidip dağıldılar ve seni ayakta bıraktılar; deki: Allah'ın katındaki daha da hayırlıdır, alış-verişten ve eğlenceden ve Allah, verenlerin en hayırlısıdır."[ Cum'a,11]

    b) Hadislerden Örnekler

    1- Hudeybiye Barışı:
    Hicretin altıncı yılında, Hz. Peygamber (s.a.a) Allah'ın evini ziyaret etme arzusundaydı. Bu yüzden bir kısım sahabeyle Ümre için Mekke seferine hazırlandılar. Hudeybiye denilen yere ulaştıklarında Kureyş bundan haberdar oldu ve Müslümanların kervanının hareketine engel oldular. Ama Kureyş'le yapılan görüşmeler
    neticesinde anlaşmaya varıldı. Anlaşmanın maddelerinden biri şu idi ki Müslümanlar Medine'ye geri dönecek ve gelecek yıl ziyarete geleceklerdi. Bu sırada Ömer b. Hattab, hızla Ebu Bekir'in yanına geldi ve "Acaba o, Allah'ın Resulü değil midir?" diye sordu.
    Ebu Bekir: "Alah'ın Resulüdür." diye cevap verdi.
    Ömer: "Acaba biz Müslüman değil miyiz?" dedi.
    Ebu Bekir:
    "Müslümanız." dedi. (Bunun üzerine) Ömer: "Öyleyse niçin onlara ayrıcalık tanıyoruz?" dedi.[es-Siretu'n-Nebeviyye, İbn Hişam, c.2, s.316]

    Vakidi, Meğazi kitabında şöyle yazmıştır:
    "Ömer b. Hattab: "Ben Müslüman olduğumdan beri Allah'ın Resülü'nün huzuruna çıkarak: Acaba sen Allah-
    'ın nebisi değil misin? diye sorduğum gün dışında hiç şüphe etmedim. “[el-Meğazi, c.1, s.607]

    İbn Kesir’in tarihinde bu rivayetin devamında şöyle nakledilir:
    Ömer: "Ben bu yüzden bir takım (Hudeybiye barışına aykırı) işler yaptım." dedi.[ el-Bidaye ve'n-Nihaye c,4, s.200]

    2- Zi’s-Sedye'nin katline dair destur:
    Ebu Ya'la ve diğerleri naklediyor ki: Allah Resulü zamanında sahabeden biri ibadet ve itaat açısından herkesi hayrete düşürmüştü. Olayı Allah Resulü’ne arzettik, ama o şahsı tanıyamadı; sonra özelliklerini sıraladık, yine tanıyamadı. Bu sırada adam geliverdi. Allah Resulü’ne "Bu, konuştuğumuz adamdır." dedik.

    Hz. Peygamber (s.a.a): "Siz öyle bir adamdan bahsediyorsunuz ki alnında şeytandan siyah bir leke var." diye buyurdu. Söz konusu adam geldi ve kimseye selam vermedi. Allah Resulü ona:
    "Seni Allah'a yemin veriyorum ki acaba meclise girdiğin zaman kavmin arasında senden daha üstün ve daha iyi birisinin olduğunu hiç düşünmedin mi? diye sordu.
    Adam: "Ey Allah’ım! Niçin böyle bir şahsın olmadığını düşüneyim ki?" diye cevap verdi. Sonra namaz kılmaya başladı. Allah Resulü (s.a.a): İçinizde bu adamı öldürecek birisi var mı? diye sordu. Ebu bekir "Ben varım." dedi. Ama onu namaz hâlinde görünce,
    "Acaba namaz kılan birini mi öldüreyim?" diye düşündü (ve onu öldürmekten vazgeçti). Resülullah tekrar "Bu adamı öldürecek birisi var mı?" diye buyurdu. Ömer ben diye ileri atıldı.

    Ama onu secde hâlinde görünce Ebu Bekir benden daha üstündür diyerek geri döndü. Hz. Peygamber ona ne yaptın diye sorduğunda, Ömer, "Ben onu secde hâlinde görünce öldürmek istemedim." Hz. Peygamber "Bu adamı öldürecek kim var." diye tekrarladı. Bunun üzerine Ali (a.s) onu öldürmeye hazır olduğunu bildirdi.
    Hz. Peygamber (s.a.a) "Sen onu öldüreceksin, elbette onu bulabilirsen." diye buyurdu. Ali (a.s) adamın ardı sıra gitti; ama onu mescitte bulamadı. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.a) "Eğer o öldürülmüş olsaydı hiçbir zaman ümmetimden iki kişi arasında ihtilâf çıkmazdı." buyurdu.

    3- Müminleri Cennetle Müjdeleme Olayı:
    İlâhî hikmet gereği Hz. Peygamber'in (s.a.a) insanlara "Kim muvahhit ve kalbi imanla sakinleşmiş bir şekilde Allah'ın huzuruna varırsa, cennete girecektir." müjdesini vermelidir.

    Hz. Peygamber (s.a.a) müminlerin imanlarını derinleştirmek ve inanmayanları ise, imana ve tevhide teşvik amacıyla bu ilanı yapmak istiyordu. Alah'ın Resulü, bu müjdeyi halka ulaştırmak üzere Ebu Hureyre'yi görevlendirdi. Ebu Hureyre şöyle anlatıyor:
    "Benim (bu iş için) ilk karşılaştığım şahıs Ömer b. Hattap idi. Bana nereye gidiyorsun? diye sordu. Olayı ona anlattım. Ömer göğsüme öyle vurdu ki kendimi yerde buldum. Bana " Ey Ebu Hureyre! Geri dön." dedi. Bunun üzerine ben Allah Resulü'nün huzuruna geri döndüm. Ömer de arkamdan geliyordu. Hazret buyurdu ki: "Ey Ebu Hureyre! Ne oldu? Olayı anlattım. Allah Resulü (s.a.a) Ömer'e "Ey Ömer! Neden böyle yaptın?" diye sordu.
    Ömer "Ey Allah Resülü! dedi "Acaba siz Ebu Hureyre'yi "Kim Allah'ın huzuruna Lailaheillallah kelimesine yakin eder bir hâlde varırsa cennete girecektir." diye ilan etmesi üzere görevlendirdiniz mi? Hz. Peygamber "evet" dedi. Ömer "Bu desturu geçersiz kıl, halkın bu söze dayanarak amelden vazgeçeceklerinden endişeneliyorum." dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber de desturu iptal kıldı.[Sahih-i Müslim, c.1, s.44; Siretu Ömer, İbni Cevzi, 38; Şerh-i İbn Ebi'l-Hadid, c,3, s.108 ve Fethu'l-Bari, c.1, s.184]

    4- Usame ordusuna katılma:
    Hz. Peygamber'in (s.a.a) emrine rağmen yapılan içtihatlardan bir diğeri, onun ısrarına rağmen Usame'nin ordusuna katılmamakta diretmektir. Daha önce bu konu hakkında bilgi verdik.

    5- Vasiyet yazma isteği:
    İçtihatlardan bir diğeri Hz. Peygamber'in (s.a.a) vasiyet yazmak isteğine karşı yapılan girişimdir. Bu konuya da geçen sayfalarda değindik.

    HZ. PEYGAMBER'DEN SONRA NASSA KARŞI İÇTİHAD
    Nassa karşı içtihadı savunanlardan bir çoğu, bu işlerinden vazgeçmediler ve bu görüşü pekiştirmek amacıyla ellerinden geleni yaptılar. Bunlardan birkaç örneğe işaret ediyoruz:

    a) Teravih Namazı
    Ehlisünnet'in hadis kaynaklarında Abdurrahman b. Abdulgari'nin şöyle dediği nakledilir:
    "Ömer b. Hattap ile birlikte bir ramazan gecesi mescide girdik. Ömer herkesin dağınık bir şekilde nafile
    namazı kıldığını görünce "bana göre bu topluluk teravih namazını bir imam arkasında cemaatle kılarsa daha iyi
    olur." dedi. Bu yüzden cemaatle kılmaları için herkesi Ubey b. Ka'b'ın arkasında topladı. Ben başka bir gece
    Ömer ile birlikte mescide gittiğimde halkın Teravih namazını bir imam arkasında cemaat ile kıldığını gördük.
    Ömer, " Benim bu amelim, iyi bir bidattir…" dedi.[Tertibu'l-Ayn, s.72]

    Bir çok karineye dikkat edildiğinde ramazan ayının nafile namazlarını "teravih namazı" adıyla cemaatle kılmanın İslâm şeriatında yeni bir şey olduğu ve dinle hiçbir alakası olmadığı anlaşılır. Buna nas karşısında içtihattan başka bir şey denilemez.Ömer b. Hattab'ın "bid'at" lafzını kullanması teravih namazının cemaat ile kılınmasının İslâm şeriati ile bağdaşmadığına dair iyi bir tanıktır.
    Halil b. Ahmed diyor ki:

    "Be-de-a" önceden olmayan bir şeyin sonradan icadı demektir... Bidat bir şeyi Allah Resulü'nden sonra heves
    üzere ortaya çıkarmaktır.[ Tertibu'l-Ayn, s.72]

    Firuz Abadi şöyle diyor:
    "Bidat, dinin ikmalından sonra, dinde yeni bir şeyin ortaya çıkması veya Allah Resulü'nden sonra, heves ve
    davranış yüzünden yeni bir şeyin icadından ibarettir."[el-Kamusu'l-Mühit, c.3, s.2]

    İbn Hacer Askalanî diyor ki:
    "Bidatin aslı, önceden örneği olmayan bir şeyin ortaya çıkmasından ibarettir… "[Fethu'l-Bari, c.4, s.253]

    İbn Hacer Haysemi şöyle yazıyor:
    "Bidat lugatte, icat edilen şeyden ibarettir ve şeriatta şer'î emre aykırı bir şeyin ortaya çıkmasıdır."[ el-Fetave'l-Hadisiyye, İbn Hacer, s.205]

    b) Nafilenin Cemaatle Kılınması ve Hz. Peygamber'in (s.a.a) Sakındırması
    Teravih namazının İslâm şeriatına aykırılığı, Hz. Peygamber'den müstehap namazların evde kılınmasına dair nakledilen hadislerle pekişir.
    İbn Kudame şöyle yazıyor:
    "Müstehap namazı evde kılmak daha faziletlidir; çünkü Allah Resulü (s.a.a) şöyle buyuruyor: Namazlarınızı
    evde kılın, zira erkeğin en iyi namazı, farz namaz dışında, evde kıldığı namazdır…"
    Bu hadisi Müslim de nakletmiştir.[el-Mana, İbni Kudeme, c.1, s.775]

    İmam Cafer Sadık'tan (a.s) şöyle nakledilmiştir:
    "Ramazan ayının orucu farzdır, ama ramazan ayının müstehap namazlarını cemaatle kılmak bidattir. Allah
    Resulü ramazan ayının gecelerinde müstehap namazları cemaatle kılmamıştır. Eğer bu iş iyi olsaydı onu terk etmezdi. Ramazan ayının bazı gecelerinde müstehap namazları mescitte tek başına kılıyordu. Ama, ona uyan
    bir grubu arkasında görünce, kendi evine gitti ve üç gece kendi evinde müstehap namazları kıldı ve sonraki
    günün sabahı mescide geldi ve minbere çıktı. Allah'a hamdüsena-dan sonra şöyle buyurdu: Ey halk! Nafile
    namazını ister ramazan ayında olsun, ister başka aylarda, cemaatle kılmayın; zira bidattir... bidat dalalettir ve her dalaletin sonu ateştir. Sonra minberden aşağı indi ve şöyle buyurdu: Sünnet üzere yapılan az amel, bidat üzere yapılan çok amelden daha üstündür."[Tenzihu'l-Ahkam, c.3, s.69 ve Vesailu'ş-Şia, c.5, s.192, Hadis: 1]

    c) Emirü'l-Müminin ve Teravih Namazından Sakındırma
    İbn Ebi'l-Hadid şöyle naklediyor: Halk Kufe'de Emirü'l- Müminin'in etrafında toplandıktan sonra ondan, teravih namazı için bir imam tayin etmesini istediler; böylece ramazan gecelerinin müstehap namazlarını onunla kılacaklardı. Ali (a.s) onları bu amelden sakındırdı, onlara bunun sünnete aykırı olduğunu anlattı. Halk Ali'nin etrafından dağıldı ve müstehap namazları cemaatle kılmak için kendileri bir imam tayin ettiler. hHber Ali'-ye (a.s) ulaştı. O, oğlu Hasan'ı (a.s) elinde bir kırbaçla onlara gönderdi. Topluluk onu görür görmez mescidin kapısına doğru kaçmaya başladı. Kaçarken şöyle diyorlardı: Ya Ömerah![ Şerh-i Nehcü'l-Belağa, c.12, s.283]

    d) Hac Mut'ası ve Kadınlarla Mut'a
    Hz. Peygamber (s.a.a) mut'ayla amel etmiştir ve Allah onu emretmiş ve şöyle buyurmuştur:
    "Sonra emin oldunuz muktadir bulundunuz mu, hacc zamanına dek umre yapmak isteyen, gücü neye yeterse
    kurban eder. Buna imkan bulamıyan üç gün hacda, yedi gün de dönünce oruç tutar, işte bu, tam on gündür. Bu da ayali Mescid-i Haram'da olmayan içindir."[Bakara, 196]

    Kadınlarla mut'anın Allah tarafından yasalaştırıldığında şüphe yoktur. Müslümanlar, Allah Resulü zamanında onunla amel ediyorlardı. Ama bir gün Ömer hilâfeti zamanında minbere çıkarak şöyle dedi:
    "Allah Resulü zamanında iki muta vardı ki ben sizleri ikisinden de sakındırıyorum. Onu yapanı cezalandıracağım. Biri kadınlarla mut'a ve diğeri hac mut'asıdır."[Tefsir-i Fahri Razi, c.2, s.1678; Ahkamu'l-Kur'ân, Cessas, c.1, s.342; Tefsir-i Kurtubi, c.2, s.27; Zadu'l-Mead, İbni Kayyum, c.1, s.444; Kenzü'l-
    Ummal, c.8 S293; Sünen-i Beyhaki, c.7, s.206; el-Meğazi, İbn Kudeme, c.7, s.527]

    e) Ezanda Değişiklik
    Malik, Muvatta'da şöyle naklediyor:
    "Bir sabah müezzin Ömer b. Hattab'ın yanına geldi; Ömer'i uyur hâlde gördü; bu yüzden şöyle seslendi: es-
    Salat-u hayrun mine'n-nevm, yani namaz uykudan daha iyidir. Ömer b. Hattab uyandıktan sonra bu cümlenin ezana eklenmesi yönünde emir verdi."[el-Muvatta, İmam Malik, Hadis: 151]

    Zerkani, Muvatta'nın şerhinde şöyle yazıyor:
    "Ömer b. Hattab, müezzinine şöyle emretti: Ezan okurken Hayye ale'l-felah cümlesine ulaştığında es-
    Salat-u hayrun mine'n-nevm söyle."
    Şevkani şöyle yazıyor:
    "Sahih kanallarla elimize ulaşan hadislere göre Hayye ale hayri'l-amel cümlesi Resulullah (s.a.a) zamanında
    ezanın bir parçası idi ve Ömer'in zamanına kadar ezandan çıkarılmadı."[Neylu'l-Evtar, c.2, s.39]

    Muttaki Hindi şöyle yazıyor:
    "Bilal sabah vaktinde Hayye ale hayri'l-amel diyordu."[Muntehab-u Kenzi'l-Ummal, c.3, s.276]

    Beyhaki, kendi senediyle Bilal'den şöyle naklediyor:
    "O sabah vaktinde, ezanın sonunda Hayye ala hayri'lamel diyordu."[es-Sünenü'l-Kubra, c.1, s.425]

    Kuşçi, şerh-i Tecrit'te şöyle yazıyor:
    "İkinci Halife minberde şöyle dedi: Allah Resulü'nün zamanında üç şey helal idi; ama ben onları yasakladım
    ve onları yapanları cezalandıracağım: Kadınlarla mut'a, hac mut'ası ve Hayye ala hayri'l-amel." [Şerhu't-Tecrid, Kuşçi, s.201]

    f) İmam Ali (a.s) ve Aişe'nin Ayaklanması
    Nassa rağmen içtihadın bir başka örneği, Aişe'nin Ali'ye (a.s) karşı ayaklanmasıdır. Yüce Allah, Hz. Peygamber'in (s.a.a) eşlerine şöyle emrediyor:
    "Ve evlerinizde oturun ve ilk cahiliyet devrinde olduğu gibi sokaklara çıkmayın"[Ahzab, 33]

    Ne yazık ki, tarihteki tanıklar incelendiğinde, ümmetin Ali'yi (a.s) ittifakla seçmelerine ve onunla biat etmelerine rağmen Aişe ona karşı ayaklandığı ve Yüce Allan'ın emrinin aksine evinden çıktığı görülür. Bu olay Aişe'nin nassa rağmen nasıl içtihat ettiğini açıkça gözler önüne sermektedir.

    g) Muaviye'nin İçtihadı
    Ehlisünnet kaynaklarında şöyle gelmiştir: Ebu Derda, Muaviye'ye faiz almasına, altın ve gümüş kaplarda içecek içmesine itiraz etti ve buna Allah Resulü'nün hadisini delil olarak gösterdi. Ama Muaviye cevapta şöyle dedi: "Ben bu amelde hiçbir sorun görmüyorum."[Malik, Muvatta, c.2, s.59; Sünen-i Neseî, c.7, s.279 ve c.5l, s.270]

    Ehlisünnet Medresesi ve Ali'yi (a.s) Hakkından Uzaklaştırmak İçin Öne Sürdükleri Bahaneler
    Ehlisünnet medresesi, Ali'yi (a.s) meşru hakkından uzaklaştırmak için bazı mazeretler öne sürmüşler. Ancak bu mazeretler bile sahabenin Ali'nin hilâfetini hak bildiklerini, ama bazı nedenlerden ötürü karşı geldiklerini gösterir.
    Bu mazaretlerden bazılarına işaret ediyoruz:

    1- Kureyş'in hoşlanmaması:
    Ömer b. Hattap'dan Benî Haşim'in hilâfet meselesindeki itirazına karşı şöyle cevap verdiği nakledilmiştir:
    "Kureyş hilâfetin bir ailede toplanmasından hoşlanmıyor."

    Bu kanıtın reddinde İbn Abbas'tan nakledilen cevaptan daha iyisi olamaz. İbn Abbas şöyle dedi:
    "Eğer Kureyş'in kendisi için seçtiği bu hilâfeti, Allah da onlar için istiyorduysa, Kureyş kendi hakkına ulaşmış
    demektir; ancak hilfet onlar için ilâhî bir hak değildiyse, sırf bir kavmin hoşlanmaması yüzünden, hakkın hak
    sahibine verilmemesi ne anlama gelir? Yüce Allah şöyle buyuruyor: "Bu da, indirdiğine hoşlanmadıklarındandır,
    artık o da yaptıklarını mahvetmektedir."[Tarihi Taberî, c.4, s.224, Muhammed, 9]

    2- Arapların Ali'yi (a.s) tahammül etmemeleri:
    Bazen Ehlisünnet medresesi Araplar Ali'ye (a.s) tahammül etmemelerini mazeret olarak görürler.[Tabakatu'l-Kubra, c.5, s.20]

    Cevapta şöyle deriz: Eğer Ali (a.s) hak üzere ise bazılarının ona tahammül etmeyişi, onun hakkından mahrum edilmesini gerektirmez. Kaldı ki, acaba Araplar Ali'den (a.s) başkasını tahammül ettiler mi? Tarih kitaplarında Hz. Peygamber'in (s.a.a) vefatından sonra bir grubun dinden çıktığı, diğer bir grubun ise
    halifeye itaatten kaçındığı ve itaatsizliklerini zekât ve sadaka vermeyerek ilan ettiklerini, bir grubun açıkça Ebu Fusey'le biat etmeyeceklerini,[el-İsabe, c.3, s.357]
    ensarın çoğunun Ali'den (a.s) başkasına biat etmeyeceklerini söyledikleri yer alır.[Tarihi Taberî, c.3, s.257 ve 380]

    Halifeler medresesinin iddia ettiği gibi Arap kabileleri Ali'ye (a.s) karşı asi değildiler; aksine onlar Ali'den (a.s) başka hiç kimseyi hilâfete layık görmüyorlardı. Arapların Ali'ye (a.s) tahammül etmedikleri, nasıl iddia edilebilir? Üstad Hızri "Tarihu'lÜmemi'lİslâmeyye" adlı kitabında şöyle yazıyor:
    "Ehlibeyt'in hilâfetinin İslâm ümmetinin geneli nezdinde mahbubiyetinde hiç bir şüphe yoktur; halk arasında
    onlardan daha çok hiç kimseye bağlılık ve itaat yoktu… Bu yüzdendir ki ikinci asrın başlarında, Ehlibeyt-
    'e yapılan davet başarılı olmuştur."[Tarihu'l-Ümemi'l-İslâmiyye, s.497]

    3- Küçük yaşta olması:
    Ömer b. Hattab, İbn Abbas'ın cevabında dedi ki:
    "Ben halkın Ali'yi menetmeleri için, kavminin onun yaşını küçük bulmalarından başka bir delil olduğunu
    zannetmiyorum."

    İbn Abbas cevapta şöyle dedi:
    "Ama Yüce Allah onu hilâfet için seçtiği zaman, yaşı küçük görmedi."

    Nassa Rağmen İçtihat Düşüncesinin Yayılışının Sebepleri
    Hz. Peygamber'in (s.a.a) sahabesinin, onunla işbirliği yapmaları, İslâm'ı yaymaları ve bu yolda birçok zorluklara katlanmaları, onları ihtiram ve övgüye layık kılmıştır. Ama aralarında nass karşısında içtihat yapmaya eğilimli kimseler vardı. Hz. Peygamber (s.a.a) ölüm yatağında bile, bunlardan kaynaklanan
    bir çok sıkıntıya katlanmak zorunda kaldı. Bu düşüncenin yayılış sebeplerini şu şekilde beyan edebiliriz:

    a) Bu düşünce, insanın idrak ettiği maslahata uygun bir şekilde ahkamda tasarruf etme yönündeki doğal eğilimiyle örtüşür.

    b) Hilâfet mektebi mensupları, Ehlibeyt kapısını kendi yüzlerine kapadılar. Diğer taraftan İslâm ümmeti arasında ortaya çıkan bir çok değişik meseleyle karşılaştılar. Bunları cevaplayacak ilme sahip olmadıklarından nass karşısında içtihat yapmaktan başka çareleri yoktu.

    c) Hz. Peygamber ( s.a.a) hayatı döneminde zorluk ve engellerle, bizzat kendisi ilgilenir, hallederdi. Ama onun vefatından sonra İslâm ümmetinin genişlemesiyle yeni meseleler ortaya çıktı. Şia'ya göre Hz. Peygamber (s.a.a), imamı, bu görev için seçmiştir.

    d) Müslümanlar, halifenin iki güce sahip olmasını şart biliyorlardı. Biri siyasi güç (savaş, barış ve devletin idaresiyle ilgili şeyler) ve diğeri ilmî güçtür (yani Kur'ân ve sünnete göre fetva verebilmek). Bu yüzden halifeyi "muhaddis" olarak biliyorlardı. Birinci ve ikinci halife, bu gerçek (yani Müslümanların halifeden
    olan beklentileri) gereği şer'î hükümleri Kur'ân ve sünnetten beyan ediyorlardı. Bilmedikleri bir şeyle karşılaştıklarında sahabeye başvururlardı.
    Halifeler, bir çok meselede yanlış yaptıkları, toplumsal makam ve saygınlıklarını tehlikede gördükleri için "maslahat" ve "sahabenin, özellikle halifenin içtihadının geçerliliği" meselesini söz konusu ettiler.

    Nass Karşısında İçtihadın Hükmü
    Kesin deliller gereği, hiç kimse Allah'ın dininde müdahale hakkına sahip değildir. Bunun, kitap, sünnet ve biset tarihi araştırıldığında açıkça bilinen bir husus olduğu ortaya çıkar.
    Nass karşısında, örneğin Ali'nin (a.s.) velâyeti karşısında içtihat etmenin yanlış olduğu hususunda şu ayetlere bakılabilir:
    "Ey inananlar! Allah'ın ve Resulü'nün önüne geçmeyin ve çekinin Allah'tan; şüphe yok ki Allah, her şeyi duyar, bilir."[Hucurat, 1]

    Yüce Allah Hz. Peygamber (s.a.a) hakkında şöyle buyuruyor:
    "Ve eğer bize isnat ederek bazı lafları etseydi elbette onu kudretimizle alırdık. Sonradan elbette şah damarını
    çeker koparırdık."[Hakka, 43-46]

    "Allah ve Resulü, bir işe hükmetti mi erkek olsun, kadın olsun, hiçbir inananın, o işi istediği gibi yapmakta
    muhayyer olmasına imkan yoktur ve kim Allah'a ve Peygamberine isyan ederse gerçekten de apaçık bir sapıklığa düşmüş, sapıtıp gitmiştir."[Ahzab, 36]

    Ve sana da, önceki kitabı gerçekleyen ve ona, emin bir tanık olan kitabı, gerçek olarak indirdik. Artık aralarında, Allah'ın indirdiğine göre hüküm ver ve sana gelen gerçekten dönüp onların isteklerine uyma…"[Mâide, 48]

    "Fakat öyle değil; andolsun rabbine ki onlar iman etmiş olmazlar aralarında çıkan ihtilâflarda seni hakem
    etmedikçe ve sonra da yüreklerinde hiçbir sıkıntı, üzüntü duymadan verdiğin hükmü kabul eylemedikçe ve
    tamamıyla sana teslim olmadıkça."[Nisâ, 65]

    "Biz her Hz. Peygamberi ancak Allah izniyle ona itaat edilsin diye gönderdik."[Nisâ, 64]

    "Ey inananlar, Allah'a itaat edin, Resul'e ve sizden olan ululemre itaat edin." Nisâ, 59[]

    "Ve Rabbin, dilediğini yaratır ve seçer; seçmek, onlara ait bir hak değildir; münezzehtir Allah ve yücedir şirk
    koştukları şeylerden."[Kasas, 68]

    "Ve kimler Allah'ın indirdiği hükme göre hüküm vermezlerse, onlardır Tanrı buyruğundan çıkanların ta kendileri."[Mâide, 46]

    "Ve kimler Allah'ın indirdiği hükme göre hüküm vermezlerse, onlardır kafirlerin ta kendileri."[Mâide, 45]

    "Ve kimler, Allah'ın indirdiği hükme göre hüküm vermezlerse, onlardır kafirlerin ta kendileri."[Mâide, 44]

    "De ki: Ben size, Allah'ın hazineleri yanımda da demiyorum, gaybi bilirim, ben bir meleğim de demiyorum.
    Ben yalnız bana vahyedilen şeye uymadayım."[En'am, 50]

    "Ve kendi dileğiyle söz de söylemedi. Sözü ancak vahyedilen şeyden ibarettir."[Necm, 3-4]

    Ayrıca Hz. Peygamber (s.a.a) şöyle buyuruyor:
    "Elbette ben, size Kur'ân'ın helal ettiğinden başkasını helal etmiyorum; size Kur'ân'ın haram ettiğinden başkasını haram etmiyorum."[ Tertib-i Müsned-i İmam Şafiî, c.1, s.20 ve en-Nihaye, İbn Esir, c.4,
    s.332 vs.]
    Derdin kendindedir bilmiyorsun, derman yine sendedir görmüyorsun, içine koca bir alem yerleştirilmiş; sen hala kendini küçük bir şey zannediyorsun. / Hz. Ali (as)

    Yorum


      #17
      Ynt: Kur'ân ve Sünnet Işığında EHLİBEYT MEKTEBİ

      ŞİA FIRKALARI

      Her mezhep bir takım usul ve ilkelere sahiptir. Ancak bu usulün bazıları mezhebin esasını, bazısı ise ayrıntı niteliğindeki konuları oluşturur. Mezhep ehlinin, mezhebin esasını oluşturan ortak konularda görüş birliğini korumakla birlikte düştükleri ihtilâfa "bölünme" denir.

      Bütün mezheplerde, özellikle dört Hıristiyan, Yahudi, Mecusi ve İslâm mezheplerinde, hatta onların bölümlerinde bile ihtilâflar yaşanmıştır.

      Şia mezhebinde, ilk üç Ehlibeyt imamı (Ali (a.s), Hasan (a.s), Hüseyin -a.s-) zamanına kadar, hiçbir bölünme yaşanmadı. Ancak Üçüncü İmam'ın şehadetinden sonra bir grup İmam Seccad'ın (a.s.), diğer bir grup ise onun oğlu, yani Muhammed b. Hanefiye'nin imametine inandılar.

      İkinci grup, Muhammed b. Hanefiye'yi dördüncü imam ve Razva dağında gizli olan ve zuhuru beklenilen Mehdi olduğuna inandılar.
      İmam Seccad'ın (a.s) vefatından sonra, bir grup İmam Muhammed Bakır'ın (a.s) ve diğer bir grup, İmam Seccad'ın diğer şehit oğlu Zeyd'in imametine inandılar. İmam Muhammed Bakır'dan (a.s) sonra onun Şiîleri İmam Cafer Sadık'ın (s.a) ve ondan sonra da İmam Musa Kazım'ın imametine inandılar.

      İsmailiyye adında bir grup babası hayattayken vefat eden Altıncı İmam'ın oğlunu, imam olarak bildiler. Bazıları İmam'ın Abdullah Eftah adındaki oğlunu, diğer bir grupsa Muhammed adındaki oğlunu imam olarak tanıdılar. Bazıları onu son imam olduğunu sandılar.

      İmam Musa Kazım'ın şahadetinden sonra, Şiîlerin çoğunluğu, oğlu Rıza'yı (a.s) sekizinci imam olarak tanırken, Vakıfiyye diye bilinen bazıları Yedinci İmam'ı son imam olarak bildiler.

      Sekizinci İmam'dan itibaren On İkinci İmam'a kadar önemli ve dikkate alınacak bölünmeler yaşanmadı. Yalnız küçük çapta bölünmeler yaşandıysa da onlar fazla sürmeden dağıldı.
      Örneğin: Onuncu İmam'ın oğlu Cafer imamlık iddiasında bulundu. Bir grup ona inandılarsa da uzun sürmedi ve kısa bir süre sonra dağıldılar. Kelam ve fıkıh dalları, ayrıca bir takım ilmî konularda ihtilâflar olduysa da bu tür ihtilâfları mezhepsel bölünme olarak saymamak gerekir.

      Şia çoğunluğu karşısında yer alan Zeydiyye ve İsmailiy-ye dışındaki fırkalar kısa bir süre sonra yok oldular. Bu iki fırkaya mensup insanlar, Yemen, Lübnan gibi dünyanın çeşitli bölgelerinde yaşamaktalar.

      Gulat Fırkası
      İmam Ali veya evlatlarından birisi hakkında aşırılığa sapan, örneğin Ali'nin ilah olduğunu sanan kimselere "Gu-lat" denir.
      Hz. Ali (a.s) kendi döneminde onun hakkında bu tür fikirleri taşıyanları cezalandırıyordu. Gulat fırkasını, Şiî fırkalar arasında saymak doğru olmaz. Ancak bazı yazarlar, Gulat'ı Şia fırkalarından saymış ve eleştirilerini bütün Şiîlere yöneltmiştir.

      Mısırlı yazar Ahmed Emin şöyle der:
      "Gulat ehli Şiîler, Hz. Peygamber'den (s.a.a) sonra Ali'yi üstün ve masum bilmekle kalmadılar, onun ilah
      olduğuna inandılar."

      Muhammed Ferid Vecdî şöyle yazar:
      "Şia beş fırkaya bölünmüştür: Kiysaniyye, Zeydiyye, İmamiyye, Gulat ve İsmailiyye…"
      Sem'ani şöyle yazar:

      "İmamiyye, gulat ehli Şiîlerden bir gruptur. Onlar imameti Ali (a.s) ve evlatlarına ait bildikleri, insanlar
      için imamın gerekli olduğuna inandıkları ve ahir zamanda zuhur edecek ve bütün dünyayı adaletle dolduracak
      bir imamı bekledikleri için bu adla anılmışlardır."[A'yanü'ş-Şia, c.1, s.20]

      Zubeydi Tacu'l-Arus'ta şöyle yazıyor:
      "İmamiyye, Şiî gulatlardan bir fırkadır."[Tacu'l-Arus, c.8, s.194]

      Yukarıdaki görüşler karşısında şunu söylemek gerekir:
      • Şia terimi için yapılan tanımlar, gulat fırkasını kapsamaz; Gulat, Şia tanımının dışındadır.

      • "Guluv" sözcüğü "taksir" kelimesinin karşıtıdır ve, hadi aşma anlama gelir. Yüce Allah şöyle buyuruyor: "Ey Ehlikitap! Hak dışında dininizde guluv (aşırılık) etmeyin."

      Taksir, Allah'ın belirlediği çizginin dışına çıkmak demektir. Aşırılık ve eksiklik, her ikisi de yanlıştır. İmamiyye Şiası delil üzere bu inancı kabul etmiştir. Demek ki haddi aşma söz konusu değildir. Hatta Ehlibeyt İmamları'nı uluhiyet makamına kadar vardıranları, Şia mezhebinden hariç bilir.

      Şeyh Mufid (r.a) şöyle yazıyor:
      "Gulat, zahirde İslâm iddiasında bulunup Ali (a.s) ve evlatlarına uluhiyet isnadında bulunmuşlar. Ehlibeyt'i
      vasf ederken haddi aşmış, orta yoldan sapmışlardır. Onlar sapık ve kâfirdirler."[Şerh-i Akaid-i Sadık, Gulat babı.]

      Şehid-i Evvel ve Şehid-i Sani, Lüm'e kitabında "Vakıf" babında Müslümanı şöyle tanımlıyorlar:
      "Müslüman kıbleye doğru namaz kılan kimseye denir; yani namaz kılmasalar bile kıbleye doğru namaz
      kılmaya inanırlar ve namaz kılmayı caiz bilirler. Ancak Hariciler ve Gulat bu hükmün dışındadır. Onların küfrüne
      hükmedildiği için kıbleye doğru namaz kılsalar bile Müslüman terimi bunları kapsamaz."[el-Lüm'etu'd-Dimişkiyye, c.1, s.228]

      On İki İmam Şiası, Kurtuluşa Eren Fırka
      Hz. Peygamber'den sonra birincisi Ali (a.s) ve sonuncusu İmam Mehdi (Allah zuhurunu çabuklaştırsın) olmak üzere on iki imam ve halifeye inanan Şia-ı İsna Aşeriyye, necat ve kurtuluş ehlidir. Çünkü bir çok hadis, Hz. Peygamber'den sonra on iki imamın geleceğini ifade ediyor.

      Cabir b. Semure, Hz. Peygamber'den şöyle naklediyor:
      "Benden sonra on iki emir olacaktır." O şöyle devam ediyor: Bir kelimeyi anlamadım ve babamdan sordum.
      Babam dedi ki Peygamber buyurdu ki: Onların hepsi Kureyş'ten olacaktır."[Sahih-i Buharî, c.4, s.165 ve Sahih-i Müslim, c.6, s.4]

      Şia'daki Bölünmelerin Sebebi
      Şiîler arasında ihtilâf, sonraki imamın belirlenmesi konusunda yaşanıyordu. Bazen siyasi nedenlerden dolayı, İmam halkın bir çoğusu tarafından tanınmıyordu. İmam, açıkça tanınacak olsaydı, halife tarafından baskıya maruz kalabilirdi. Nitekim Mansur'un Aleviler, özellikle toplumda büyük bir saygınlığa sahip olan İmam Cafer Sadık (a.s) üzerindeki şiddetli baskısı, Şiîlerden bazısının sonraki imam hakkında belirsizliğe düşmelerine
      neden oldu.

      Şiîler ve Ebu Bekir'in Hilâfeti
      Şiîlerin ve Ali'yi (a.s) Hz. Peygamber'in hak halifesi bilenlerin tavırları, Şiîler ve halifeler ilişkisinde belirleyici rol oynadı. Önemli olan nokta şu ki Hz. Peygamber'in kabilecilik kültürü yerine İslâm kültürünü yerleştirmek için gösterdiği bir çok zorlu çabaya rağmen kabilecilik kültürü tamamen ortadan kalkmadı ve kabileler
      arasındaki ihtilâflar kökünden kazınmadı. Hz. Peygamber (s.a.a) zamanında ensarla muhacirler ve Hazrec kabilesiyle Evs kabilesi arasında bir çok defa anlaşmazlık baş gösterdi ki Hz. Peygamber (s.a.a) tümüne karşı çıktı.

      Hicretin onuncu yılında özellikle, Beni Huzeyfe, Esed, Kinde, Gatafan gibi büyük Arap kabileleri arasında baş gösteren irtidat (dinden dönme) olayı, Ali'nin (a.s) Ebu Bekir'in hilâfetine karşı tavrında etki bırakmadı denilemez.

      Ali (a.s), Nehcü'l-Balâğa'da, yeni İslâm toplumunun imamet ve rehberliğine kendisini layık bilmesine rağmen, İslâm ümmetinin içinde bulunduğu duruma ve kendisinin bu durum karşısında takındığı tavra değinmiştir.

      İmam, bir taraftan hilâfet ve hakimiyeti ele geçirmek için yaran ve taraftarının azlığına işaret ediyor; diğer taraftan da İslâm'ın korunmasının gerekliliğini hatırlatıyor. Bu yüzden imam (a.s) birinci halifenin hilâfetine muhalefetle birlikte, eşinin vefatından ve altı ay direnişten sonra, yok olma tehlikesiyle karşı karşıya kalan İslâm'ı kurtarmak için, hücceti tamamlayarak ve bütün bahanelerin önünü kapatarak susmayı tercih etmiştir.
      İmam sırf temelleri yeni atılmış İslâm'ı korumak, yok olmasını önlemek için, susmayı, ciddi muhalefetten daha iyi bilmiş ve ilâhî hakkı olan imamet ve hilâfeti Müslümanlar arasında çıkabilecek
      çatışmaları önlemek için talep etmemiştir.

      İmam Ali (a.s) ünlü "Şıkşıkiye" hutbesinde Hz. Peygamber'den sonraki durumunu şöyle anlatıyor:
      "Andolsun Allah'a ki filan ( Ebu Bekir), onu bir gömlek gibi giyindi; oysa daha iyi bilirdi o, ben hilâfete nispetle
      değirmen taşının mili gibiyim; hilâfet benim çevremde dönerdi; sel benden akardı: hiçbir kuş, uçtuğum
      yere uçamazdı. Hilâfetle aramda bir perde çektim; onu koltuğumdan silkip attım. Düşündüm; kesilmiş elimle
      hamle mi edeyim: yoksa bu kapkaranlık körlüğe sabır mı edeyim? Hem de öylesine bir körlük ki ihtiyarları
      tamamıyla yıpratır, çocuğu kocaltır; inanan da Rabbine ulaşıncaya dek bu zulmette zahmet çeker. Gördüm ki
      sabretmek daha doğru; sabrettim; ettim ama gözümde tiken vardı, boğazımda kemik vardı; mirasımın yağmalandığını görüyordum. Birincisi, onu falana (Ömer'e) verip gitti…"[Nehcü'l-Belâğa, Hutbe: 3]

      Şia ve Ömer'in Hilâfeti
      Ömer, Ebu Bekir'in hilâfeti döneminde üstlendiği önemli rolünden ötürü, hilâfete ulaştı ve bu yüzden muhalefetle karşılaşmadı.
      İmam Ali (a.s) ve Şiîleri bu olaya karşıydılar. Ama halkın hızlı bir şekilde biat etmeleri İmam ve Şiîlerine bu fırsatı tanımadı. Ömer'in Hz. Peygamber (s.a.a) ve Ebu Bekir dönemindeki sert tutumu, Ali'nin (a.s) gerçekleştireceği her türlü muhalefet ortamını önlüyordu.[Tarih-i Yakubî, c.2, s.133; el-Kamil, c.2, s.135]

      Ali (a.s) ilâhî hakkının gasbedildiğini ve layık olduğu hâlde hilâfetten mahrum bırakıldığını gördüğü hâlde İslâm dünyasını bulunduğu hassas durumda korumak için sustu; ama fırsat buldukça hakkı ve hakikati hatırlatmaktan da geri kalmadı.

      Şia ve Osman'ın Hilâfeti
      Osman, önceki iki halifenin siretine uymadı. Önce Ömer'in velâyetlerdeki valilerini azletti; sonra yerine kendi yakınlarını atadı. Hz. Peygamber'in (s.a.a) Taif'e sürgün ettiği ve önceki iki halifenin de kararı uyguladığı Hakem b. As'ı Medine'ye geri getirdi ve onu hazine sorumlusu kıldı. Mervan b. Hakem'i danışmanlığına
      getirdi ve ona Kuzey Afrika'nın zekatının beşte birini (yaklaşık iki milyon beş yüz yirmi bin dinar) bağışladı ve onu kendine damat seçti.

      Basra beytülmalinden öteki damadı Abdullah b. Halid b. Esed'e altı yüz bin dinar verdi. Dayısının genç oğlu Abdullah b. Amir'i, Basra valiliğine atadı. Hz. Peygamber'in (s.a.a) Mekke'nin fethi sırasında mürtet olduğu için ölüm emrini verdiği Sa'd b.Ebi Sarh'i Mısır hükümeti ve haracı için seçti. Anne bir kardeşi, Velid
      b. Ukbe b. Ebu Muit'i Kufe valiliğine seçti; daha sonra içki içtiği ve fesat çıkardığı için, Velid'i azletti ve yerine diğer bir akrabası olan Said b. As'ı atadı. Said, lüks yaşamı ve Irak'ın "Sevad" diye anılan bölgesini Kureyş'in bahçesi olarak nitelediği için, Kufe halkının itiraz ve ayaklanmasına neden oldu…[Ahbaru't-Tival, s.175; Tarih-i Yakubî, c.2, s.164; Murucu'z-Zehebs.435 vs.]

      Osman'ın bu yaptıkları, Basra, Kufe, Medine ve Mısır şehirlerinde halkın ayaklanmasına neden oldu. Dr. Taha Hüseyin, Osman döneminde çıkan isyanların amili olarak, beni Ümeyye'yi biliyor; hatta Osman'ın katline onların sebep olduğunu açıklıyor.[Ayine-i İslâm,c1 s.254]

      Bu dönemde Ali (a.s) ve Şiîleri, Emevî eşrafının fesatları karşısında, sessiz kalmıyordu.
      İbn Ebi'l-Hadid şöyle yazıyor:
      "Tarihçilerin ve hadisçilerin çoğuna göre, Osman önce Ebuzer'i, Şam'a sürgü etti, sonra Muaviye'nin onu Osman'a şikayet etmesi üzerine, Medine'ye getirtti. Orada da halifeyle muhalefet edince, Rebeze'ye sürgün
      etti."[Şerh-i İbn Ebi'l-Hadid, s.316.]

      Belazürî şöyle yazıyor:
      "Mikdad b. Amr, Ammar b. Yasir, Talha ve Zübeyr, birkaç ashapla birlikte Osman'a bir mektup yazdılar. Osman'a birkaç hatırlatmada bulunup Allah'tan korkmaya çağırdılar; hatırlatmaları dikkate almayacak olursa, aleyhinde girişimler başlatacaklarına dair tehdit ettiler. Ammar mektubu alarak Osman'ın yanına geldi ve mektubun ilk bölümünü okumaya başladı. Osman öfkeyle ona "Arkadaşların içerisinden tehdit içerikli bu mektubu okumaya sen mi cür'et ettin?" dedi. Ammar "Bu, kavmim içerisinde senin hayrını en çok ben istediğimden kaynaklanıyor." diyecevap verdi.
      Osman, "Yalan söylüyorsun, ey Sümeyye'nin oğlu." deyince Ammar, "Allah'a andolsun ki ben Sümeyye'nin oğlu Yasir'in evladıyım." dedi. Osman, kölelerine el ve ayaklarını kırmalarını emretti ve ayakkabılı ayağıyla onu tekmelemeye başladı. Bunun etkisiyle Ammar'ın fıtığa yakalandı; zaaf ve yaşlılıktan dolayı bayıldı.[Ensabu'l-Eşraf, c.5, s.49 ve Şerh-i İbn Ebi'l-Hadid, c.1, s.239]

      Şia ve Ali'nin (a.s) Hükümeti
      Osman'ın hilâfetiyle başlayan ve Ali'nin (a.s) şehadetiyle son bulan on altı yıllık dönem, Şia'nın genişlemesi açısından Ebu Bekir ve Ömer dönemiyle farklılık gösterir. Öncelikle on altı yıllık dönemde oluşan atmosfer, Şia eğiliminin belirginleşmesini sağladı. İkincisi bu dönemde meydana gelen olaylar, Şiî hareketlerine hız ve canlılık kazandırdı. Sonunda, Şiî düşüncenin siyasi, içtimai ve iktisadi boyutlarını barındıran şartlar oluştu.
      Şiîlerin, Ali'nin (a.s.) hilâfeti ve imameti hakkındaki düşüncelerini açıklama fırsatı buldukları bu dönemde, ashabın dinî taassubu, şahsî düşmanlıklar, şahsî eğilimler, iktisadî eğilimler, siyasi desiseler ve fakirlerin durumdan rahatsızlığı, hepsi, birbirine karışmıştı. Bu karışık durum, Şiî hareketler için faal ve hareketli
      bir ortamı oluşturmuştu.

      Bu farklı gruplar Ali'yi (a.s) bir siyaset kahramanı olarak Şamlıların istilası karşısında desteklediler. Cemel savaşı başlayıncaya kadar onun mezhebi hamilerinden oldular. Böylece Şiîler ilk baştan, toplumun rehberliği ve hilâfeti noktasında Ali'yi (a.s) en layık ve değerli şahıs olarak bilen insanlardan oluştu.

      Cemel Savaşı'ndan sonra "Ali Şiîsi" terimi, Aişe karşısında Ali'yi (a.s) destekleyen herkesi kapsıyordu. Ayrıca, siyasi nedenlerden dolayı Ali'yi (a.s) destekleyen gayri mezhebi grup ve şahıslara da Şia deniyordu.

      Şia kelimesi bu geniş anlamıyla Sıffın'de hakemiyet senedinde kullanıldı. On yıl sonra Şiîler konumlarını sabitleştirmek istediklerinde, destekçileri birbirinden ayırt etme yönünde çalışma başlattılar. Ali (a.s) dört yıl dokuz aylık hükümeti döneminde islâm toplumunu ilk günkü hâline döndürmeyi başaramadıysa da üç büyük başarıya imza attı:

      a) Kendi adaletli davranışı ve hareketiyle, Hz. Peygamber'in çekici ahlâkî çehresini halka, özellikle yeni yetişen nesle sergiledi. O, Muaviye'nin saray ve debdebeli yaşantısına karşılık fakirler gibi yaşıyordu. O hiçbir zaman dostlarını ve yakınlarını diğerlerinden üstün tutmadı ve zengini fakire tercih etmedi.

      b) Can alıcı bütün zorluklara rağmen, kendisinden halkın içerisinde ilâhî öğretiler ve hak İslâmî ilimlerle… ilgili değerli birikimler hatıra bıraktı

      c) İslâm bilginlerinden ve dinî şahsiyetlerden oluşan kalabalık bir grubu eğitti. Onlar arasında Üveys-i Karani, Kumeyl b. Ziyad, Meysem-i Tammar, Ruşeyd Hacerî gibi zahit ve marifet ehlinden bir kısım bulunmaktadır.

      İmam Hasan (a.s) Döneminde Şia
      İbn Ebi'l-Hadid, Medainli Ebu'l-Hasan'dan şöyle naklediyor:
      "Muaviye, valilere şöyle bir mektup yazdı: "Ben Ebu Turab ve Ehlibeyti'nin fazileti hakkında rivayet nakleden
      herkesten can güvenliğini kaldırdım".

      Bu emirin ardından, bütün bölgelerde, minberlerde Ali'ye (a.s) küfür edilmeğe, Ali'den ve Ehlibeyti'nden tebberri edilmeğe başlandı. En çok bela ve musibete katlanan Kufe halkı idi; zira bir çok Şiî Kufe'de yaşıyordu. Muaviye, Ziyad'ı Basra ve Kufe'ye vali olarak atadı. O Şiîleri iyi tanıyordu; bu yüzden Muaviye'nin
      emriyle gördüğü Şiîyi katlediyor veya korkutarak el ve ayaklarını kesiyordu yahut da gözlerini çıkartarak, darağacına asıyordu.

      Ayrıca Şiîlerden bir kısmını da sürgüne gönderdi. Bu yüzden Irak'ta tanınmış Şiîlerden hiç kimse kalmadı. Muaviye yine valilerine şu tavsiyelerde bulundu:
      "Ali'nin Ehlibeyti'nden ve Şiîlerinden şahitlik kabul etmeyin. Osman'ın taraftarlarına değer verin ve onun faziletini nakledenlere ikramda bulunun."

      Valiler de böyle yaptılar. Osman ile ilgili bir çok fazilet naklettiler; çünkü bunun karşılığında Muaviye'den büyük ve çok değerli hediyeler alıyorlardı…

      Muaviye valilerine gönderdiği diğer bir mektupta şöyle yazdı:
      "Hakkında Ali'nin (a.s) Ehlibeyt'i veya dostudur diye tanıklık edilen herkesin adını beytülmal divanından silin
      ve rızkını kesin."

      Diğer bir mektupta ise şöyle yazdı:
      "Ali (a.s) ve Ehlibeyt'inin dostluğu suçuyla kimi yakalarsanız, ona zorluklar çıkarın ve evini yıkın."
      Iraklıların en büyük musibetlerinden biri şuydu ki hizmetçi sahibinden korkuyordu, onunla sohbet edemiyor-du. Ancak gizleyeceklerine dair yemin ettikten sonra birbirleriyle konuşurlardı…[Şerh-i Nehcü'l-Belâğa, İbn Ebi'l-Hadid, c.11, s.44]

      İmam Hasan (a.s) barış antlaşmasında bir takım şartlar belirledi. Bunlardan biri Ali'ye (a.s) lanet edilmemesi, Şiîlerin eziyet ve işkencesinden kaçınılmasıydı. Ama Muaviye Nuhayle veya Kufe'ye ulaştığında minbere çıkarak şöyle dedi:
      "Bunu iyi bilin ki ben Hasan b. Ali ile anlaştığım bütün şartları iki ayağım altına alıyor ve onlara bağlı kalmayacağım."[Tarih-i Taberî, İbn Ebi'l-Hadid, c.11, s.44]

      Şiîlere yapılan zulüm ve baskıların daha iyi anlaşılması için Muaviye'nin emriyle şehit edilen sahabe ve tabiinden bazılarının öz geçmişini aktarıyoruz:

      • Mes'udi şöyle yazıyor: "Muaviye, 53 yılında, Hucr b. Adiyy-i Kindi'yi katletti. O ve ashabı, İslâm'da ilk defa eli bağlı olarak öldürülen kimseler oldular."[Murucu'z-Zeheb, c.3, s.3 ve Siyeru A'lami'n-Nubela, c.3, s.642.]

      • Amr b.Hamık: Muaviye bu büyük sahabeyi (imam Hüseyin (a.s) onu Seyyidü'ş-Şüheda lakabı vermişti) aman verdikten sonra katletti.[Siyeru A'lami'n-Nubela, c.4, s.34]

      • Malik-i Eşter: Arap büyüklerinden ve Ali'nin (a.s) en iyi komutanlarından biriydi. Muaviye onu Mısır yolunda hizmetçilerinden biri aracılığıyla zehirledi.[Şezeratu'z-Zeheb, c.1, s.91]

      • Ruşeyd Hacerî: Ali'nin (a.s) en gözde talebelerinden ve sır ashabındandı. Ziyad, Ali'den (a.s) teberri etmesini ve sebbetmesini istedi; ama o, buna yanaşmadı. Bu yüzden iki elini, iki ayağını ve dilini keserek, darağacına astı.[Şerh-i Nehcü'l-Belağa, İbn Ebi'l-Hadid, c.2, s.294]

      • Cuveyriyye b. Mehr Abdi: Ali (a.s) sevgisi suçuyla, iki el ve ayağını kestiler ve hurma ağacına asarak idam ettiler.

      İmam Hüseyin (a.s) Döneminde Şia
      İbn Ebi'l-Hadid diyor ki:
      "Hasan b. Ali dünyadan göçünceye kadar durum aynen devam etti. Şiîlere yönelik baskılar ve fitneler gittikçe
      arttı, işkence ve zulüm o kadar artmıştı ki artık Şiîlerin hiçbir can ve mal güvenliği kalmamıştı; bu yüzden
      şehirlerden kaçarak gizli bir şekilde yaşıyorlardı."[age. c.11, s.44]

      İmam Muhammed Bakır (a.s) şöyle buyuruyor:
      "Biz ve Şiîlerimize yönelik en büyük musibet, İmam Hasan'ın vefatından sonra başladı. Bütün şehirlerde Şiîlerimiz öldürülüyor, Şiî olabilecekleri zannıyla el ve ayakları kesiliyordu. Bizimle dostluk ve ilişki kurmakla
      itham edilen herkes hapse atılıyor veya malı yağmalanıyor yada evi yıkılıyordu. Bu musibet ve belalar, Ubeydullah b. Ziyad'ın zamanına kadar gittikçe artmaya devam etti."[Şerh-i İbn Ebi'l-Hadid, c.11, s.44]

      Hicri altmış yılında Muaviye öldü ve oğlu Yezid babasının halktan aldığı biat üzerine İslâm hükümetini ele geçirdi. Tarihin tanıklığına göre Yezid büsbütün dinî şahsiyetten yoksun, hatta babası hayattayken İslâm kanunlarına saygı göstermeyen, sorumsuz, eğlence düşkünü ve şehvetten başka bir şey düşünmeyen
      bir gençti.

      Üç yıllık hükümeti sırasında gerçekleştirdiği facialar, İslâm aleminde meydana gelen sayısız fitne ve fesatlar içerisinde eşi görülmemişti.

      Hükümetinin birinci yılında Allah'ın Resülü'nün (s.a.a) torunu Hüseyin b. Ali'yi çocukları, yakınları ve Şiîleriyle birlikte çok feci bir şekilde şehit etti; kadın, çocuk ve Allah Resulü'nün Ehlibeytini, şehitlerin kesik başları ile birlikte şehir şehir dolaştırdı.[Tarih-i Yakubî, c.2, s.216, Tarih-i Ebu'l-Fida, c.1, s.190 ve Murucu'z-Zeheb, c.3, s.64.]

      İmam Seccad Asrında Şia
      Yezid b. Muaviye'nin ölümünden ve Emevî diktatörlüğünün temelleri zayıflamaya yüz tuttuktan sonra, Şiîler Kufe'de kendilerini dağınıklıktan kurtaracak, bir araya toplayacak ve İmam Hüseyin'in (a.s) şahadetinin intikamını alarak acılarını biraz olsun dindirecek bir rehberin peşindeydiler.

      Bir müddet sonra Muhtar, Beni Ümeyye'ye karşı kıyam etti. Şiîler onun etrafında toplandılar. Muhtar, İbrahim b. Malik-i Eşter komutanlığındaki bir orduyu Şam ordusuna karşı gönderdi ve Şam ordusunu mağlup ederek Şiîlerin en büyük arzusunu, yani Şam ordusunun komutanı İbn Ziyad'ın katlini gerçekleştirdi. Şam ordusunun yenilgisinden sonra Muhtar ve Şiîler güçlendiler.
      İbn Abdullah'ın İkdu'l-Ferid'de nakline göre, Muhtar Şiîler gece gündüz sokaklarda gezerek "Ya le-Saratu'l-Hüseyin" diye bağırmalarını emretti.[Cihadü'ş-Şia Fi'l-Asri'l-Abbasi'l-Evvel, s.27]

      Ebu'l-Fida, altmış altı yılının hadiselerini şöyle anlatıyor:
      "Bu yılda Muhtar, Kufe'de İmam Hüseyin'in intikamını almak için kıyam etti. Büyük bir topluluk onun etrafında
      toplandı. O Kufe'yi istila etti, halk onunla Allah'ın kitabı, Resulü'nün sünneti ve Ehlibeyt'in kanının intikamı
      üzere biat ettiler."

      Doktor Leysi hanım, şöyle yazıyor:
      "Hüseyin'in Kerbela'da şehit edilmesi, büyük bir tarihi olaydır ki Şia cemaatinin, dini ve siyasi usullere sahip
      belirgin bir mezhep olarak ortaya çıkmasına neden olmuştur."

      Kerbela olayı, Şiîliğin rüşt ve tekamülünde ve çoğalmasında çok etkili olmuştur.
      Şiî cemaati, İmam Hüseyin'in şahadetinden sonra siyasi ve stratejik yapıya sahip düzenli bir topluluk olarak İslâm toplumunda ortaya çıktı.[age.]

      Diğer taraftan Abdullah b. Zübeyr Mekke'de kıyam etti ve dokuz yıl hükümet etti. Emevîlerin devamlı onunla çatışma hâlinde olması Şiîlere, İmam Seccad'ın (a.s) öğretileri doğrultusunda İmam Hüseyin'in (a.s) mazlumiyetini halk arasında daha iyi anlatmaları için iyi bir fırsat doğurmuştu.

      Daha sonraları Ümeyyeoğulları Arap Yarımadası'nın hükümetini, Zübeyroğulları'ndan aldılar. Abdulmelik b. Mervan'ın İslâm şehirleri üzerindeki nüfuzunun artmasından ve hükümet temellerinin sağlamlaşmasından sonra Ehlibeyt ve Şiîlerle mukabele etmeye karar verdi. O dönemde Şiîlerin imamı, İmam Seccad (a.s) idi.

      Abdulmelik küçük düşürmek amacıyla İmam'ı onu Medine'den Şam'a getirtti. Ama İmam'ın fazilet ve bilgisinin bilinmesi sonucu muhabbet ve sevgisi halk arasında daha da arttı. O zamanlar Şiîlerin merkezi Kufe idi. Abdulmelik Şiîlerin kökünü Kufe'den kazımak için "Haccac" isminde birisini oraya gönderdi.

      İmam Muhammed Bakır (a.s) şöyle buyuruyor:
      "Haccac işin başına geldi ve elinden geldiği kadar Şiîleri katletti. Zan ve itham üzere onları tutuklu-yordu. Durum öyle bir hal almıştı ki birisine zındık veya kafir denilmesi, Ali Şiîsi denilmesinden çok daha iyiydi."[Şerh-i İbn Ebi'l-Hadid, c.3, s.15]

      İbn Ebi'l-Hadid, Medaini'den şöyle naklediyor:
      "Abdulmelik hükümeti ele geçirdiği zaman Şiîlere büyük zorluklar çıkardı ve Haccac b. Yusuf'u onlara vali
      olarak tayin etti. Halk, Ali (a.s) düşmanlığı yaparak, Ali düşmanlarını severek ona yaklaştılar; ellerinden geldiği kadar Ali (a.s) düşmanlarının fazileti hakkında hadis uydurdular. Ali'yi (a.s.) gözden düşürmek için ellerinden geleni yaptılar."

      İbn Sa'd, Tabakat'ta Minhal'den şöyle naklediyor:
      Ben Ali b. Hüseyin'in huzuruna vararak "Allah işlerini yoluna koysun nasıl sabahladın?" dedim. O: "Ben bu
      şehirde senin gibi bir yaşlıyı görmüyorum. Nasıl sabahladığımızı bilmiyor musun? Bilmiyor-san sana haber vereyim.

      Biz kendi kavmimiz arasında Benî İsrail'in Al-i Firavun'un arasında sabahladığı gibi sabahladık. Al-i Firavun
      Benî İsrail'in er-keklerinin başını kesiyor, kadınlarını hizmetçi olarak götürüyorlardı. Bizim durumumuz öyle
      bir hal aldı ki bizim büyüğümüze minberlerde lanet ve küfür ediyor ve böylece düşmanlarımıza yakınlaşmaya
      çalışıyorlar."[Tabakat-ı İbn Sa'd, c.2, s.219 ve Tehzibu'l-Kelam, c.20, s.399]

      Kanber, Ali'nin (a.s) kölesi, Haccac'ın eliyle şehir edilenlerden biridir. Haccac yakınlarından bazılarına şöyle dedi: "Ah! Ebu Turab'ın ashabından birisi elime geçse." Ona: "Biz Ali'ye Kanber'den daha yakınını tanımıyoruz." dediler. Haccac birini göndererek Kamber'i huzuruna getirtti. Ona: "Sen Kamber misin?" diye
      sordu. Kamber "evet" dedi. (Sonra aralarında şu konuşma geçti:
      Haccac:
      – Ali'nin dininden teberri et.
      Kamber:
      – Acaba bana Ali'nin dininden daha üstün bir din gösterebilir misin?
      Haccac:
      – Seni öldüreceğim. Hangi ölümü seversin, seç bakalım!
      Kamber:
      – Emirü'l-Müminin bana haksız yere kesileceğimi söyledi. Bunun üzerine Haccac, onun koyun gibi boğazlanmasını emretti.[eş-Şia ve'l-Hakimun, s.95]

      Kumeyl b. Ziyad Ali'nin (a.s) has Şiîlerindendir. Haccac Kufe valiliği döneminde onu huzuruna getirmelerini istedi. Kumeyl bu haberi duyunca firar etti ve onu bulamayacakları bir yerde gizlendi.
      Bunun üzerine Haccac, beytülmalden kabilesinin aylığını kesmelerini söyledi. Bu durumu gören Kumeyl, kendi kendine,
      "Ben ömrünün sonuna yaklaşmış ihtiyar biriyim. Kavmimin benden ötürü mahrumiyete duçar olması doğru bir şey değildir."dedi.
      Bu yüzden kendisini Haccac'a teslim etti. Haccac Kumeyl'i görünce "Uzun zamandır senin yakalanmanı bekliyordum." dedi.

      Kumeyl, "Sevinme; çünkü ömrümden pek fazla bir şey kalmadı. İstediğini yap; çünkü her insanın dönüşü Allah'adır ve benim katlimden sonrada hesap vardır. Emirü'l-Müminin bana katilimin sen olduğunu haber vermişti." karşılığını verdi.
      Haccac: "Öyleyse hüccet sana tamam oldu." diyerek boynunun vurulmasını emretti.[Şerh-i İbn Ebi'l-Hadid, c.17, s.149]

      Ehlibeyt'in yok edileceği sanılan böylesine ağır şartlarda İmam Seccad (a.s) faaliyetini başlattı ve bir çok büyük başarı kazandı.
      İmam Seccad (a.s) Şia'ya yeni bir hayat bağışladı ve ortamı İmam Muhammed Bakır ve İmam Cafer Sadık'ın (s.a) çalışmaları için hazırladı.

      Tarihin tanıklığına göre 34 yıllık faaliyeti boyunca Şia'yı hayatının en zor aşamalarından geçirdi. Haccac'ın Irak'taki 20 yıllık hakimiyeti ve Abudlmelik b. Merva'nın bütün İslâm topraklarındaki sultası, Şiîlerin yok edilmesi yolunda atılmış en önemli adım idi. Haccac öyle biriydi ki onun için kafir lafzını işitmek Şia lafzını işitmekten daha iyiydi.[Dirasatun ve Buhusun Fi't-Tarih ve'l-İslâm, c.1, s.61]

      İmam Seccad, Ali kanalıyla Hz. Peygamber'in hadislerini naklederdi ki, Şiîler sadece o hadisleri doğru biliyorlardı. Böylece Şia mevcut sapmalar karşısında fıkıh yolundaki ilk adımlarını atmış oldu.

      Medine şehri ilk günlerden beri temeli atılan sapmalardan dolayı Şia aleyhine kışkırtılmış idiler. Bu yüzden Şia'nın gelişmesi için elverişli değildi. İmam Seccad şöyle buyuruyordu:
      "Bizim Mekke ve Medine'deki gerçek dostlarımızın sayısı yirmiyi geçmez."[Şerh-i İbn Ebi'l-Hadid, c.4, s.104]
      Ama Irak'ta Ehlibeyt'e bağlı bir çok insan vardı.

      İmam Muhammed Bakır (a.s) Asrında Şia
      İmam Bakır'ın (a.s) döneminde de Benî Ümeyye hakimleri Irak Şiîlerine baskılarını devam ettiriyorlardı. Irak, Şiîlerin asıl merkezi idi. Şiîler her yıl hac merasiminde İmam'la görüşüyorlardı.
      Bu görüşmeler genellikle Mekke'de veya dönüşte gerçekleşiyordu. Bazı rivayetlere göre Irak halkının Medine'de İmam'ın huzuruna gitmeleri yasaklanmıştı.[Tarih-i Dimişk'in Muhtasarı, c.23, s.83]

      Gulat sorunu bu dönemde ortaya çıktı. Bu grubun sayısı gittikçe artıyordu. İmam (a.s) onları kendisinden uzaklaştırınca, İmam'a bağlı olan ashap da onları dışladılar. Gulat'ın maruf şahsiyetlerinden ve rehberlerinden olan Mugiyre b. Said ve Beyan-ı Sem'an, İmam'ın (a.s) ashabı tarafından tekfir edildiler.
      İmam, salih amele itina etmeyen bütün fırkalar karşısında dolaylı olarak Şiîleri amele yönelmeye teşvik ediyordu.

      Şiddetli baskılar altında yaşayan Irak Şiîleri İmam'ın Irak'a gelip kıyam edeceği beklentisi içerisindeydiler. İmam'ın takiyye yaptığını fark etmeyen bazıları onun imametinde şüpheye kapıldılar.

      İmamet hakkında kendilerine yeterli bilgi ulaşmadığı için bir grup İmam'ın Zeyd adlı kardeşini imam olarak tanıdılar. Böylece yeni bir fırka oluşmuş oldu. Elbette İmam (a.s), kardeşi Zeyd'in kıyamından yedi yıl önce Kufe'de vefat etmişti.

      Emevîlere karşı muhalefette birleşme, Şiîler arasında çok az ihtilâf yaşanmasına neden oluyordu. Ama siyasi baskıların azalması ile birlikte Gulat meselesi bir sorun olarak kendini göstermeye başladı. Bu mesele, İmam Cafer Sadık'ın en önemli direktiflerini Gulat'la ilgili kılacak kadar ilerledi.

      Ömer b. Abdülaziz'in iki yıllık dönemi hariç Emevîlerin baskıları bütün dönemlerde şiddetle sürdü.

      İmam Cafer Sadık (a.s) Döneminde Şia
      Bu dönemde Emevîlerin ayaklanmalar ve ihtilâflarla meşgul olmalarından kaynaklanan zaaf sonucu İmam ve talebeleri için asil İslâm mektebini yaymak için uygun fırsat doğdu. Bu durum ikinci Abbasi halifesi Mensur'un hilâfetinin başlarına kadar devam etti.

      Abbasiler, kendilerini Ebu Taliboğulları'nın kanlarının talepçisi ve intikamcısı olarak gösteriyordular. Hatta halkı İmam Rıza'ya bile davet ettiler. Kısacası ilk başta Hz. Peygamber'in Ehlibeyt'ine muhalefet edemezdiler.

      Mensur H. 140 yılında muhaliflerini yenilgiye uğrattı. Ehlibeyt'in nüfuz ve etkisini öncekinden daha fazla hissetmeye başladı.
      Bu yüzden onlarla mücadeleye başladı. Önce Hasanoğulları'ndan başladı. Abdullah b. Hasan ve evlatlarını tutukladı, zindana attı ve ardından öldürülmelerini emretti. Sonra İmam Cafer Sadık'ın (s.a) Medine'de dersini kısıtladı. İmam'ı ve Şiîleri gözetim altına almakla tehdit etti. Sonunda İmam'ı Medine'de zehirletti.


      İmam Musa Kâzım (a.s) Döneminde Şia
      İmam Kazım (a.s) 147 yılında babasının vefatından sonra Şiîlerin rehberliğini üstlendi. O dönemde sonraki imamın tayini konusunda Şiîler arasında ihtilâf çıktı. Bilindiği üzere bazı siyasi nedenlerden ötürü (Abbasi hakimlerinden korkulması) bir çok Şiî, imamı tanıma imkanı bulamıyordu. Mensur'un Aleviler hakkında
      özellikle İmam Cafer Sadık (a.s) hakkında uyguladığı baskı, bazı Şiîlerin sonraki imam hakkında belirsizlik içinde kalmalarına yol açtı.

      İmam Cafer Sadık'ın (a.s) evlatlarından bazıları rehberlik iddiasında bulundular. Bu, Şiîlerin parçalanmasına neden oldu. Ayrıca, şehirlerin birbirinden uzak oluşu başka bir sorun idi. Bu yüzden imam Cafer Sadık'tan (a.s) sonra da yeni fırkalar ortaya çıktı.

      İsmail b. Cafer, İmam'ın büyük oğluydu. Şiîlerden birçoğu onun sonraki rehber olduğunu düşünüyorlardı. O, babası hayatta iken vefat etti. İmam, Şiîlerin yakin etmeleri için cenazesini görmeleri üzerinde ısrarla durdu. Buna rağmen ondan sonra bir grup İsmail'in Mehdi olduğu veya başka bahanelerle İsmailiyye fırkasını oluşturdular.

      Gerçek Şiîler, imamet iddiasında bulunan insandan özel bir takım sorular sorarak değerlendirmeye tabi tutar; sonra onun vasiliğini kabul ederlerdi.

      Hişam b. Salim şöyle diyor: "Muminu't-Tak ile birlikte Medine'de idim. Bir grubun Abdullah b. Cafer'in evinde toplandıklarını gördük, ondan zekat hakkında soru soruyorlardı. Biz de zekat hakkında bazı sorular sorduk; ama bize doğru cevap veremedi.

      Murcie, Kaderiye, Zeydiye, Mutezile ve Harici mezheplerinden hangisini kabul etmemiz gerektiğini bilmez bir hâlde dışarı çıktık. Bu sırada bir şeyhi gördük. Onu tanımıyorduk, onun Mensur'un casusu olduğunu zannettik. Ama tam aksine o, bizi Ebu'l-Hasan Musa b. Cafer'in evine götürdü. Biz orada iken Fuzeyl ve
      Ebu Basir içeri girdiler ve bazı sorular sormaya başladılar. Neticede onun imametine yakin ettiler. Daha sonra Ammar Sabati grubu ve Abdullah b. Cafer'i kabul eden küçük bir grup dışında her taraftan gruplar hâlinde insanlar gelip İmam'a biat ediyorlardı.[ el-Kafi, c.1, s.351]

      Hişam b. Salim, Abdullah b. Ebi Ya'fur, Ömer b. Yezit Bayyau's-Sabiri, Muhammed b. Numan, Mumin-i Tak, Ubeyde b. Zurare, Cemil b. Derrac, Aban b. Teğlib ve Hi-şam b. Hakem Şia büyüklerinden ve alimlerindendirler.

      Onun imametine iman getirmeyen tek grup, Abdullah Bukeyr, İbn A'yun ve Ammar b. Musa Sabati idi.[Fıraku'ş-Şia, s.79]

      İmam Musa Kazım'ın (a.s) asrı, Şiîler için çok zor bir asır idi. Bu dönemde Abbasiler aleyhine yapılan en önemli kıyamlar, Hadi Abbasî döneminde Fahh şehidi Hüseyin b. Ali'nin kıyamıyla, Abdullah'ın evlatları Yahya ve İdris'in, Harun zamanında yaptığı kıyamdır.

      Şia İmamları, takiyyenin lüzumunu önemle vurguluyorlar ve Şiîleri gizli bir şekilde yönetmeye çalışıyorlardı. Bu durum tarihin, onların yaptığı siyasi hareketlerle ilgili dakik değerlendirme yapabilmesini engelledi. Bu hareketin rehberliği ve insanları yönlendirmede izlenilen yolun inceliği, tarih boyunca Şia'nın ayakta kalmasını sağlamıştır.

      İmam Ali Rıza (a.s) Asrında Şia
      Ilımlı yol, hakkın yayılmasını sağlamaya yönelik ilâhî bir tedbir idi. Eğer böyle olmasaydı Ehlibeyt öğretileri ve ilimleri insanlara ulaşmadan onların hayatına son verilirdi.

      Me'mun, İmam Rıza'nın veliahtlığı planıyla zahirde bir takım sorunları halletmeyi, Şiîlerin ayaklanmasını önlemeyi ve Alevileri razı etmeyi başardı.
      Belki de Şia'nın Abbasi hükümetinde nüfuzu İmam Rıza'nın veliahtlığı ile başladı. Elbette daha önce Ali b. Yaktin Şiîlere yardım için İmam Musa Kazım'ın (a.s) emri ile Abbasi hükümetine sızmış idi.[ Biharu'l-Envar, c.48, s.136]


      Bu dönemde Şia görünürde siyasi reng almıştı kendine. Me'mun da zahirde Şiî olduğunu söylüyordu. Bir nakilde, Me'mun'un Irak'a geldikten sonra hükümet işlerini Şia inancını taşıyanlara devretmek çabası içerisinde olduğu yer alır. Bazı görevlere Sünnileri getirmeyi kabul ettiyse de her birinin yanına bir
      Şiî atadı.[Tarih-i Teşeyyü Der İran, s.169]

      Me'mun'dan sonra Mutesim ve Mütevekkil bu siyaseti değiştirerek Mutezile ve Şia'yı şiddetle reddeden ehl-i hadis'i destekledi. Onun Şia ve Alevilerle olan düşmanlığı o dereceye vardı ki İmam Hüseyin'in türbesini yıkma ve onun yerini sürdürme emrini verdi.[Makatilu't-Talibiyyin, s.478]

      Ama bu hareket fazla devam etmedi. Muktedir'in iş başına gelmesiyle Şia'nın Bağdat ve diğer bölgelerde gelişmesi için ortam oluştu. Bu dönemde bir çok Şia şahsiyeti önemli mevkilere sahiptiler.

      Şeyh Tusi şöyle nakletmiştir:
      "Hakem b. Ulya dedi: Ben Bahreyn'in valisi idim ve orada bir çok mal edindim. Bir miktarını infak ettim ve
      geri kalanıyla arsa ve toprak vs… satın aldım. Bir müddet sonra onun humusunu İmam Cevad'ın huzuruna götürdüm…"[ el-İstibsar, c.2, s.58]

      İmam Cevad'ın (a.s) ashabından olan Hasan b. Abdullah Nişaburî, bir müddet Sistan valiliğini üstlenmişti.[el-Kafi, c.5, s.111]

      Şiîlerin hükümet idaresine katılımları son imamlar zamanında geniş bir boyut kazandı. On birinci imam zamanında ve ondan sonra "Gaybet-i Suğra" döneminde Şiîlerden bir çoğu Abbasi hükümetinde önemli makamlara ulaştılar.

      İmam Cevad (a.s) Asrında Şia
      İmam Rıza iki yüz üç yılında şehit edildi. Onun tek evladı sekiz yaşında idi. Bu yüzden Şiîler ıstırab ve endişe içinde idiler. Tarihçilerin nakline göre bu dönemde Şiîler hayrete ve ihtilâfa düştüler.[Delailu'l-İmame, s.204]

      Bu yüzden onlardan bir grup Abdurrahman b. Haccac'ın evinde toplanarak ağlayıp sızlanmaya başladılar.[Uyunu'l-Mucizat, s.119]

      Şiîler için İmam Rıza'nın kendi evladı Cevad'ı imamet için seçtiği kesin idi. Ama onun küçük yaşta oluşu halkın itminan için daha çok araştırma yapmalarına neden oldu.
      Mevcut ıstırap bazılarının İmam Rıza'nın kardeşi Abdullah b. Musa'ya yönelmelerine sebep oldu. Ama delilsiz hiç kimsenin imametini kabule hazır olmadıkları için içlerinden bir grup ondan bazı sorular sordular. Cevap veremediğini görünce onu terk ettiler.[Menakıb-ı İbni Şehraşub, c.2, s.429 ve Müsnedu'l-İmami'l-Cevad,
      s.29]

      Bununla birlikte Şiîlerin ekseriyeti Cevad'ın (a.s) imametine iman getirdiler. Bazıları imamın küçük yaşta olduğunu kendisine bile söylediler. O cevapta şöyle buyurdu:
      "Hz. Davut, Hz. Süleyman'ı veliahtlığa seçtiği zaman küçük bir çocuk idi ve koyunları otlağa götürüyordu. Oysa Benîi İsrail alimleri onun bu işine karşı çıkmışlardı."[el-Kafi, c.1, s.383]

      İmamiyye Şiîleri, imameti ilâhî bir makam olarak değerlendirdikleri için imamın yaşının küçük oluşu onların inancında en küçük bir etki dahi bırakmadı.

      Şiîler imametin ispatı için bazı sorular soruyorlardı. İmamet iddiasında bulunanın bu soruların üstesinde geldiğini görünce (elbette imametlerine dair nass olursa) onu masum olarak kabullenirlerdi.
      İmamiyye Şiîleri İslâm ülkesinin bir çok bölgesinde özellikle Irak, Medain ve İran'da yaşıyorlardı.[Tusi, el-Gaybe, s.212]

      Şiîler İmamla sözüyle bağlantıya girmenin yanı sıra hac farizasını yerine getirirken de onu ziyaret ederlerdi.

      Bir rivayete göre İmam Cevad'ın (a.s) Şiîlerinden bir grup Mısır'da yaşıyorlardı. Bu rivayette Ali b. Esbat şöyle diyor:
      "Ben Mısır'a döndüğümde ashabımız için İmam'ı vasf edebilmek için ona dikkatle bakıyordum."
      Bir rivayette, Horasanlı bir Şiî'nin İmam Cevad'ın huzuruna vardığı nakledilir.[es-Sakıb Fi'l-Menakıb, s.208]

      Hürr b. Osman Hemedanî'den nakledilen bir rivayete göre, Rey Şiîlerinden bir grubun hazreti ziyaret ettiği nakledilir.[ age.]

      Gittikçe de ziyaretçilerin sayısının arttığı söylenir.[Tarih-i Teşeyyu Der İran, s.265]

      Kum kenti, İmam Cevad (a.s) döneminde Şianın merkezlerinden biriydi. Kum Şiîlerinin imamla yakın irtibatları vardı.
      Şeyhu'l-Kumiyyin lakabıyla anılan Ahmed b. Muhammed b. İsa, İmam Rıza ve İmam Cevad'ın (her ikisine selâm olsun) ashabındandır. Kendisinden geriye fıkıh ve hadis dalında bir çok eser kalmıştır. İmam Hasan Askerî'nin huzuruna bile varmıştır.

      İmam'ın Kum'daki vakıflarıyla ilgilenmekle görevli Salih b. Muhammed b. Sehl, onun Kum'daki ashabından bir diğeridir. İmam Rıza'nın (a.s) Horasan'a yolculuğu ve insanlarla diyalogu sayesinde, vekil ağı ve insanlarla ilişkisi üst düzeye varmıştı.

      İmam Hadi (a.s) Döneminde Şia
      Bu dönemde Şiîlerin çoğu Kufe'dendi. Bazıları hakkında kullanılan "Kufi" lakabı bunun en iyi göstergesidir.
      İmam Cafer Sadık (a.s) ve İmam Muhammed Bakır (a.s) dönemi sonrası İmamların ashabından bazısı "Kummi" lakabıyla anılırdı. Bunlar aslında Kum'a yerleşen Arap asıllı Eş'arîlerdi.

      İmam Hadi (a.s) döneminde Kum, İranlı Şiîlerin en önemli merkeziydi, bu şehirde yaşayan Şiîlerin İmamlarla çok güçlü irtibatları vardı.

      İki "Abe" (veya "Save&quot ve Kaşan şehirleri de Şiî öğretilerden etkilenmiş ve Şiî görüşlü Kum halkını izliyorlardı. Bazı rivayetlerde Kaşanlı Muhammed b. Ali'nin İmam Hadi'den (a.s) tevhitle ilgili sorduğu sorular nakledilir.[el-Kafi, c.1, s.102; Şeyh Saduk, et-Tevhid, s.101]

      Kum halkının İmam'la malî ilişkileri de vardı. Bu hususta Kum ve ona bağlı bölgelerin durumunu ve haberlerini İmam'a ulaştıran Muhammed b. Davud Kummî ve Muhammed Telhî'den bahsedilir.[Meşariku'l-Envar, s.10; Müsnedü'l-İmami'l-Hadi, s.45]

      İran'ın diğer şehirlerinde yaşayan Şiîler da imamlarla irtibat halindeydiler. Bu, İran şehirlerinin bir çoğunun Emevîler ve Abbasilerin nüfuzu nedeniyle Sünni olduğu bir dönemde gerçekleşiyordu.

      Deylem, hicretin ikinci asrının sonlarına doğru bir çok Şiîyi kendinde barındırıyordu. Ayrıca Irak'a yerleşen
      Deylemlilerden bazıları Şiî olmuşlardı. İmam Hadi'nin (a.s) Hemedan'daki vekiline yazdığı mektubu
      içeren bir rivayette şöyle geçer: "Hemedan'daki dostlarımıza sizi tavsiye etmişim."[Rical Keşşi, s.610]

      İmam Hasan Askerî (a.s) Döneminde Şia
      İmam Rıza (a.s) Horasan'a geldiği zaman, Alevi seyitleri çeşitli nedenlerden dolayı geniş İslâm ülkesinin değişik noktalarına hicret ettiler. Irak'taki Şiî ve Alevilere karşı baskı ve zulüm artıkça, hicret olayı da giderek arttı.

      Şiîler güvenli bölgelere hicret etmek zorunda kaldılar. Arap bölgeleri, Emevî düşüncesini nüfuzu ve hakimiyeti nedeniyle, Aleviler için uygun bir yer değildi. Ama doğuda, özellikle İran'da, onlar için münasip yerler vardı. Bu yüzden bir çok Şiî, söz konusu bölgelere akın etmeye ve birbirinden uzak şehirlerde yaşamaya başladılar.

      Şiîler birbirleriyle irtibat kurma zorundaydılar; çünkü onları bütünleştirecek ve birleştirecek bir imama sahiptiler. Ayrıca dini, siyasi ve içtimai sorunları halletmeleri için uygun yollar bulmaları gerekiyordu. Bunun için, çeşitli irtibat yolları denendi; bazı şahısların imamın huzuruna gönderilmesi, hac döneminde ve Medine'de
      İmam'la görüşülmesi ve mektuplaşma gibi.

      Nişabur'da bir çok Şiî yaşıyordu ve İmam'la güvenilir irtibat sağlanmıştı. İran'ın doğusu üçüncü ve dördüncü asırlarda meşhur ashap ve alimlerden bir çoğunu kendinde barındırıyordu. Bu şahsiyetlerden biri Fazl b. Şazan'dır. O, İmamların sahabesi ve Şiî alimler içerisinde seçkin bir makama sahipti. Nişabur'dan başka Beyhak, Semerkant ve Tus da Şiîlerin merkezlerindendi. Halkın İmam'la ve İmam'ın halkla irtibat yollarından biri "vekalet" olayı idi. Parlak ilmi geçmişi olan ve önceki imamla veya dönemin imamıyla sürekli ilişki içerisinde olan şahıslar, vekil unvanıyla seçiliyorlardı. Bu yöntemle irtibatın sağlanması, Şiîleri ihya ediyor ve Ehlisünnet camiası arasında sindirilmelerini engelliyordu.

      Şiî öğretileri kelam ve hadis kalıbında her tarafa gönderiliyordu. Bu merkezlerin uzak olmasına rağmen bir çok Şia alimi bu bölgelerden çıkmıştır. İmamların elçileri ve zamanında gönderdikleri mektuplarla yolun uzaklığından kaynaklanan sorunlar en iyi şekilde hallediliyordu.

      Vekalet sistemi imam ve Şiîler arasında irtibat kurulmasında, özellikle şer'i ödemelerin yapılmasında önemli bir rol oynuyordu.
      Bir başka irtibat yöntemi, Şiîlerin İmam'la görüşmek için bazılarını görevlendirmesi idi.
      Cafer b. Şerif Cürcanî'den şöyle nakledilir: "Allah'ın evini ziyaret etme şerefine ulaştım. Samirra'da da İmam Hasan Askerî'nin huzuruna vardım. Benimle gönderilen malları İmam'a
      vermek isterken, ondan kime teslim etmemi sormadan önce İmam şöyle buyurdu: Getirdiğin şeyleri, hizmetçimiz Müabarek'e ver."

      Bir çok Şiîyi kendinde barındıran ve İmam Cafer Sadık döneminden itibaren sürekli masum imamla düzenli ilişkilerini koruyan merkez konumundaki tek şehir, Kum kenti idi. İmam Hasan Askarî'yle ilişkisi olan ve İmam'ın kendisini güvenilir biri olarak tanıttığı Ahmed b. İshak b. Abdullah el-Eş'arî, Kum'da yaşayan
      bir şahsiyetti.

      Samerra, Bağdat ve Medain'de bir çok Şiî yaşıyordu. Medain'de ilk şia temelini atan Selman-i Farsi ve atılan temeli sağlamlaştıran ise, Huzeyfe b. Yeman'dır. Kufe de en büyük Şia şehirlerinden sayılıyordu.

      İmam Mehdi (a.f.) Döneminde Şia
      Kumlu Şiîlerden bazıları, İmam Askeri'nin vefatından habersiz bir hâlde, şer'i ödemeleri yapmak için Samerra'ya gittiler. Onları Cafer'in yanına götürdüler.
      Kumlular önce Cafer'i imtihan etmek istediler; bu amaçla ondan bazı sorular sordular. Ondan getirdikleri malın ve paranın miktarını açıklamasını istediler. Cafer
      "Sadece Allah, gaybi bilir." dedi. Kumlular ödemeleri ona yapmadılar. O sırada bir başkası onları bir eve götürdü ve orada kendileriyle birlikte getirdikleri paranın miktarını söyleyen şahsa parayı teslim ettiler.
      Cafer bu haberi Mütemed'e haber verdi ve onun emriyle, İmamın evi, hatta komşularının evi, yeniden arandı.[Kemalu'd-Din, s.473]

      Hükümetin aşırı hassasiyeti ve Cafer'in tahrikleri, On İkinci İmam'ı kontrol etmek içindi. Ayrıca İmam'ı bulamadıkları ve yakalayamadıkları takdirde İmam Hasan Askeri'nin (a.s) evladı olmadığını ilan etmek istiyorlardı. Güvenilir şahısları İmam'ın evinde toplamaları da bu yüzdendi; yani iddialarını gerçek olarak göstermeyi ve Şiîleri şaşkınlık ve belirsizlik içinde bırakmayı amaçlıyorlardı.[el-Gaybe, Tusi, s.132]

      Önceden hazırlanmış bir plana göre, İmam'ın doğumu halktan, hatta bir çok Şiîden gizli tutuldu.
      Güvenilir Şiîler, İmam Hasan Askeri'nin vekillerinden bazıları ve İmam'ın evinde hizmet edenler dışında hiç kimse İmam'ın doğumundan haberdar edilmedi.

      Şeyh Müfid, İmam Hasan Askeri'nin (a.s) ashap, hizmetçi ve yaranının bazılarının, İmam Zaman (a.f) ile görüştüklerini naklediyor. Muhammed b. İsmail b. Musa b. Cafer, Hekime hatun (İmam Cevad'ın kızı), Ebu Ali b. Mutahhar, Amr Ahvazi ve Ebu Nasr Tureyf (İmam'ın hizmetçisi) İmam'la görüşenlerden birkaçıdır.[el-İrşad, s.35; Yenabiu'l-Mevedde, s.461]

      Ayrıca İmam Hasan Askeri (a.s) kendi evladını bazılarına gösterdi ve onu sonraki imam olarak tanıttı.
      Şeyh Kuleyni, "Zav' b. İcla'dan" Fars ehlinden bir İranlı ona şöyle dediğini nakleder:
      İmam Askeri'ye hizmet etmek için Samerra'ya gittim.
      İmam, beni ev için gerekli şeyleri satın alma sorumlusu olarak kabul etti. Bir gün İmam Askeri (a.s) evladını
      bana gösterdi ve "Sizin sahibiniz budur." buyurdu. Daha sonra onu imam vefat edinceye kadar asla görmedim. Onu gördüğüm zaman takriben iki yaşında idi.[el-Kafi, c.1, s.514]

      İmam Hasan Askeri'nin ashabının ve Şiîlerinin, imam Mehdi (a.f) ile en önemli görüşmeleri, kırk kişinin Muham-med b. Osman Amri (Mehdi'nin özel naiplerinden) eşliğinde gerçekleşen görüşmedir. İmam Hasan Askeri evladını onlara gösterdi ve şöyle buyurdu:
      "Bu sizin, bundan sonra ki imamınız ve sizin aranızdaki halifemdir. Ona itaat edin ve benden son-ra dininizde
      ihtilâfa düşmeyin ki helak olursunuz. Bu günden sonra onu göremeyeceksiniz."

      Rivayetin devamında, İmam Hasan Askeri'nin (a.s) bu olaydan birkaç gün sonra şehit edildiği nakledilmiştir.[ Müntehabu'l-Eser, c.355; Yenabiu'l-Mevedde, s.460 ve Şeyh Tusi,el-Gaybe, s.217]

      İmam Hasan Askeri'nin vefatından sonra, yeni fırkaların icadı için uygun ortam oluşmuş idi; Çünkü İmam Mehdi'nin doğumu, bakımı ve vasiliği, gizli tutulmuştu. Artık gaybet dönemi başlamıştı. İmam'ın, imametine dair en önemli dayanak, Mehdeviyetin aslı ve ayrıntıları hakkında mevcut olan büyük hadis mirası, İmam'ın güçlü irtibat sistemi ve bazı Şia büyüklerinin varlığı idi.

      Sonraki Asırlarda Şia
      Dördüncü hicri asırda Abbasi hilâfetinin temellerinin sarsılması ve Al-i Büveyh padişahlarının zuhuru, Şia'nın güçlenip genişlemesi için iyi bir zemin hazırladı.

      Şiî olan Al-i Büveyh padişahları, hilâfetin merkezi olan Bağdat'ta tam bir nüfuza sahiptiler. Bu durum, Şiîleri, muhaliflerine karşı güçlendiriyordu. Tarihçilerin nakline göre bu asırda büyük şehirler dışında Arap Yarımadası'nın tamamı veya büyük bir kısmı Şia idi.

      Sünnilerin ana merkezi Basra ile Şia merkezi Kufe, devamlı rekabet halindeydiler. Aynı şekilde, Trablus, Nablus, Tebriye, Halep ve Herat'ta bir çok Şiî yaşıyordu. Ahvaz ve Fars Körfezi sahillerinde de Şia mezhebi yaygın idi.[el-Hazaretu'l-İslâmiyye, c.7, s.97]

      Beşinci asırda da, dördüncü asır gibi, Şia'nın yayılma süreci devam etti. Şiî padişahlar, bu mezhebi yaymaya çalışıyorlardı. Şeyh Hudabende (Moğol padişahlarından), Şia mezhebini seçti, onun halefleri yıllarca İran'da padişahlık yaptılar ve Şiîliği yaymaya çalıştılar. Tebriz'e hükümet eden Akko-yunlu ve Kara Koyunlu padişahları da aynı şekilde Şiîliği yaydılar.[bk. Habibu's-Siyer]

      Fatımiler de, yıllarca Mısır'da hükümet ettiler. Elbette Şia'- nın mezhebi gücü, padişahlara göre fark ediyordu. Mesela Fatımilerin ortadan kalkıp, Al-i Eyyup padişahlarının hükümeti ele geçirmesiyle, her şey tersine döndü: Mısır ve Şam Şiîleri, mezhebi özgürlüklerini tamamen kaybettiler; Şiîlerden bir çoğu kılıçtan
      geçirildi. Büyük Şia fakihi Şehid-i Evvel ( Muhammed b. Muhammed Mekki) 786 hicri yılında Dimişk'te Şia suçuyla öldürüldü.

      Beş asır göz önüne alındığında Şia nüfus açısından artış gösterdi. Güç ve özgürlük açısından durum zamanın padişahlarına göre değişiyordu. Bu asırlarda Şia mezhebi İslâmi ülkelerin hiç birinde resmi mezhep olarak ilan edilmemişti. Dokuz yüz altı hicri yılında Erdebilli Şeyh Safiyy ailesinden 13 yaşında bir genç 300 kişi ile birlikte müstakil ve güçlü bir Şia devleti kurmak amacıyla Erdebil'de kıyam etti ve İran'ın ağalık düzenini kaldırmaya başladı. Mahalli padişahlara, özellikle Al-i Osman padişahlarıyla yapılan kanlı savaşlardan sonra güçlü bir Şiî devleti kurmayı başardı.[bk. Ravzatu's-Safa ve Habibu's-Siyer]

      Şah İsmail Safevi'nin vefatından sonra Safevi silsilesinden olan diğer padişahlar 12'nci hicri asrın ortalarına kadar saltanat sürdürdüler. Ve bir biri ardından Şia-i İma-miyye Mezhebi'ni resmi mezhep olarak devam ettirdiler.

      En güçlü dönemlerinde iken (Şah Abbas-ı Kebir zamanı) ülkenin topraklarını ve nüfuzunu bugünkü İran'ın iki katına çıkarmayı başardılar.[age]

      Şia toplumu bu iki asırda İslâmi ülkelerin diğer noktalarında takriben eski hallerindeydiler.
      Son üç asırda İlerleme noktasında Şia mezhebi eski tabii seyrini devam ettiriyordu. İran'da Şia resmi mezhep olarak tanınmıştır.
      Yemen ve Irak'ta toplumun çoğunluğunu Şiîler oluşturuyor ve bütün dünya ülkelerinde özellikle Müslüman ülkelerinde nüfusun önemli bir kısmını Şiîler oluşturuyor.

      Derdin kendindedir bilmiyorsun, derman yine sendedir görmüyorsun, içine koca bir alem yerleştirilmiş; sen hala kendini küçük bir şey zannediyorsun. / Hz. Ali (as)

      Yorum


        #18
        Ynt: Kur'ân ve Sünnet Işığında EHLİBEYT MEKTEBİ

        ŞİÎLERİN ÖZELLİKLERİ
        Ehlibeyt İmamları, Şia mektebinin şahsiyetini ve hüviyeti gösteren en bariz tablodurlar. Onlar, Şiîlerin sahip olmaları gereken özellikleri açıklamışlardır. Onlardan bazılarına işaret ediyoruz:

        1- İmam Cafer Sadık (a.s) şöyle buyuruyor:
        "Bizim Şiîlerimiz takva, çaba, vefa ve emanet ehlidirler; züht ve ibadet ehlidirler; gece gündüz elli bir rekât namazı asla terk etmezler. Geceleri uyu-maz, gündüzün oruç tutarlar. Mallarının zekâtını verir; Allah'ın evini ziyaret eder ve haram işlerden uzak dururlar."[Biharu'l-Envar, c.68, s.167; Hadis: 23]

        2- İmam Muhammed Bakır (a.s) şöyle buyuruyor:
        "Şiîlerimiz ancak, Allah'tan korkan ve ona itaat eden olurlar. Onlar ancak alçak gönüllülük, huşu, emaneti sahibine geri vermek ve Allah'ın çokça zikirle tanınırlar."[Tuhefu'l-Ukul, s.295]

        3- İmam Cafer Sadık (a.s) şöyle buyuruyor:
        "Ali Şiîsi, midesini ve cinsel organını korur. Cihadı, sarsılmaz. Amelini, yaratıcısının rızasını kazanmak için yapar. Allah'ın sevabını ümit eder, azabından korku içerisinde olur. Bu özelliklere sahip kimi görseniz bilin ki o, Cafer'in Şiîsidir."[ el-Kafi, c.2, s.233, Hadis: 7 veya 9]

        4- İmam Cafer Sadık (a.s) buyuruyor ki:
        "Şiîlerimiz bir çok sıfatla tanınırlar: Din kardeşlerine bahşiş ve yardımda bulunmakla; gece gündüz elli rekat namaz kılmakla."[Tuhefu'l-Ukul, s.303]

        5- İmam Muhammed Bakır (a.s) şöyle buyuruyor:
        "Mezhepler sizi dinden uzaklaştırmasın. Allah'a andolsun ki bizim Şiîlerimiz ancak Allah'a itaat ederler."[Usul-i Kafi, c.2, s.73]

        6- Hz. Ali (a.s) şöyle buyuruyor:
        "Şiîlerimiz velâyetimiz üzere birbirlerine yardım eder; sevgimiz üzere birbirlerini sever; emrimizin ihyası için birbirlerini ziyaret eder; öfkeliyken haksızlık, sevinçliyken israf etmezler. Onlar komşuları için bereket, sohbet arkadaşları için barış ve selamet kaynağıdırlar."[Mustedrekü'l-Vesail, c.8, s.313, Hadis: 9530]

        7- Abdullah b. Ziyad şöyle diyor:
        "Biz Mina'da İmam Cafer Sadık'ın (a.s) huzuruna varıp selam verdik. Ben: "Ey Resulullah'ın evladı! Biz sizden uzakta yaşıyor, istediğimiz zaman huzurunuza varacak gücümüz yok. Bize bir tavsiyede bulunmanızı istirham ediyoruz." dedim. İmam şöyle buyurdu:
        "İlâhî takvaya sarılın; doğru sözlü olun; emaneti sahibine teslim edin; fakirlere yemek verin; namazlarınızı mescitlerde kılın; hastaları ziyaret edin ve cenaze merasimine
        katılın. Babam şöyle buyurdu: Biz Ehlibeyt'in Şiîleri her zaman iyiler zümresindedirler. Eğer fakih varsa, onlar da fakihtirler; eğer müezzin varsa, onlar da müezzindirler; eğer rehber varsa, onlar da toplumun rehberidirler; konu emanetçilikse onlar emanetçidirler;
        emanet sahibi söz konusuysa, onlar emanet sahibidirler.
        İşte böyle olun. Bizi iyi amellerinizle halka tanıtın; amellerinizle, bize karşı insanların öfke taşımasına sebep olmayın."

        8- İmam Musa Kazım'dan (a.s) şöyle nakledilir:
        "…Ali Şiîsi, sözü amelini doğrulayan, sözüyle ameli uyuşan kimsedir."[el-Kafi, c.8, s.228, Hadis; 290]


        Şia ve Din Kardeşine Yardım

        Muhammed b. İclan şöyle diyor:
        Ben İmam Cafer Sadık'ın (a.s) huzurundayken birisi huzuruna vardı ve selam verdi. İmam ondan din kardeşlerinin durumunu sordu. Adam onları en iyi şekilde övdü ve methetti. İmam buyurdu ki: "Zenginlerinizin, fakir hastaları ziyaretleri nasıldır?" Adam "Azdır." dedi.
        İmam, "Zenginlerinizin, fakirlerinizle görüşmesi nasıldır?" diye sordu. Adam, "Azdır." dedi. İmam tekrar "Zenginlerinizin sahip oldukları mallardan, fakirlerinize bahşişte bulunmaları nasıldır?" diye sordu. Adam: "Siz bizim aramızda az olan ahlaktan söz ediyorsunuz." dedi.
        Bunun üzerine İmam "O hâlde onların Şiî olduklarını nasıl düşünürsün?" diye buyurdu."[Usul-u Kafi, c.2, s.173,l Hadis: 10]

        İmam Muhammed Bakır'ın (a.s) ashabından bazısı Şiîlerin çokluğundan söz ettiklerinde İmam şöyle buyurdu:
        "Acaba zengin, fakire yardım ediyor mu? İyilik sahibi, günahkarı affediyor mu? Birbirlerine yardım ediyorlar mı?" Ravi, "Hayır." deyince İmam buyurdu ki: "Onlar Şiî değildirler. Şia bu sıfatları kendinde bulundurandır ancak."[Biharu'l-Envar, c.74, s.313, Hadis: 69]

        Şiî Olmayanlar

        İmam Cafer Sadık (a.s) şöyle buyuruyor:
        "Diliyle Şiî olduğunu söyleyen ama amelleriyle bizimle muhalefet eden kimse Şiî değildir. Şia diliyle ve kalbiyle bize uyan; bizim eserlerimize tabi olan ve bizim amellerimizle amel eden kimsedir."[Biharu'l-Envar, c.68, s.164, Hadis: 13]

        İmam Cafer Sadık (a.s) buyuruyor ki:
        "Ey Al-i Muhammed Şiîleri! Öfkelendiğinde kendine hakim olmayan, oturup kalkılmaması gerekenle birlikteliği olan bizden değildir."[Tuhefu'l-Ukul, s.380]

        Yine İmam Cafer Sadık (a.s) buyuruyor ki:
        "Bir şehirde yaşayan binlerce insan arasında kendisinden daha takvalı birisi bulunursa, o bizim Şiîlerimizden değildir."[Biharu'l-Envar, c.68, s.164, Hadis:13]

        İmam Hasan Askerî'den şöyle nakledilir:
        Birisi Allah Resulüne şöyle dedi: "Falan şahıs, komşusunun evine bakıyor ve eğer orada haram için gerekli şartları hazır bulursa, bundan kaçın-maz." Allah Resulü, "Onu benim huzuruma getirin." dedi. Bir başkası: "Ey Allah Resulü! O sizin Şiîlerinizden ve senin ve Ali'nin velâyetine inanan ve sizin düşmanlarınızdan teberri eden biridir."
        dedi. Hz. Peygamber (s.a.s) buyurdu ki: "O bizim Şialarımızdan değildir, bu yalandır. Bizim Şiîlerimiz bizi izleyen ve amel konusunda bize uyan kimsedir."[Tenbihu'l-Havatır, c.2, s.105]

        Şia ve Halkla İlişkiler

        İmam Cafer Sadık (a.s) şöyle buyuruyor:
        "Ey Şia cemaati! Siz, bize nispet verilmişsiniz, bizim için ziynet olun, bizi halkın gözünden düşürecek bir şey yapmayın."[Mişkatu'l-Envar, s.67]

        İmam Cafer Sadık (a.s) Abdula'la'ya şöyle buyurdu:
        "…Benim selamımı ve Allah'ın rahmetini, Şiîlere ulaştır ve benden taraf onlara söyle ki: Halkın iyi bildiği şeyleri yaparak, hoşlanmadıkları şeylerden kaçınarak insanların sevgisini kazanan ve bizi insanlara sevdiren kimseye Allah rahmet etsin."[Biharu'l-Envar, c.2, s.77]

        Yine İmam Cafer Sadık (a.s) şöyle buyurmuştur:
        "Ey Şia cemaati! Bizim ziynetimiz olun; bizi halkın gözünden düşürecek bir şey yapmayın; halkla güzel konuşun; dillerinizi koruyun ve fazla konuşmaktan ve kötü sözlerden kaçının."[Şeyh Saduk, Emali, s.327]

        İmam Hadi (a.s), Şiîlere şöyle buyuruyor:
        "Allah'tan korkun, bizim ziynetimiz olun ve halkın bize olumsuz bir şekilde bakmasına sebep olmayın; sevgileri bize yönlendirin ve her türlü kötülüğü bizden uzaklaştırın."[Tuhefu'l-Ukul, s.448]

        Şia Hakkında Ehlisünnet Alimlerinin Görüşleri

        Şia'ya yapılan suçlamaların çoğu Şia'yı iyi tanımamaktan kaynaklanmaktadır. Aşağıda ele alınacak konular Müslümanların vahdeti yönünde etkili olabilir.
        Şimdi Ehlisünnet'in büyük alimlerinin Şia hakkındaki görüşlerine değineceğiz:

        1- Şeyh Muhammed Şeltut fetvasında şöyle diyor:
        "İmamiyye İsna Aşeriye mezhebi olarak bilinen Caferî Mezhebi'ne göre amel ve onu taklit etmek, Ehlisünnet mezhepleri gibi şer'an caizdir. Müslümanların bu mezhebi tanıması ve mezhepleri birkaç mezheple sınırlı bilme taassubundan kurtulmaları gerekir."[İslâmuna, Yafiî, 59 ve Mecelle-i Risaletu'l-İslâm, Mısır basımı, Tarih: Rebiulevvel ayının on ikisi, yıl 1387 h. Kahire.]

        2- Doktor Muhammed Muhammed Fehham (el-Ezher şeyhlerinden) şeyh Şeltut'un fetvasına yazdığı takrizde şöyle diyor:
        "Ben ona, ahlakına, ilmine, bilgisinin genişliğine; Arap lügatine, Kur'ân tefsirine ve Usul-u fıkha olan tasallutuna hayran olanlardanım. O, Şia İmamiyye mezhebine göre amel etmenin caiz olduğuna dair fetva vermiştir ve benim, onun verdiği bu fetvayı sahih esaslara ve inancıma göre verdiğine dair hiç bir şüphem yoktur."

        Yine bu hususla ilgili olarak şöyle diyor:
        "Yüce Allah'tan alimlere, yücelik dolu anlamı fark eden ve iki sağlam delil olan Kur'ân ve sünneti esas alması itibariyle Şia İmamiyye mezhebine göre amel etmenin caiz olduğuna dair hiç çekinmeden açıkça fetva veren Şeyh Muhammed Şeltut'un attığı bu adımdan
        ve gerçekleştirdiği bu fetihten hak İslâmî inançlarda kardeşler arası yakınlaştırmayı pekiştirme yönünde yararlanma başarısı vermesini niyaz ederim."[Fî Sebili'l-Vahdeti'l-İslâmiyye, s.64]

        3- Muhammed Gazali (büyük el-Ezher şeyhi) şöyle diyor:
        "Bana göre büyük üstad şeyh Muhammed Şeltut, Müslümanların vahdeti yolunda büyük bir adım atmıştır. Bu fetva, İslâm ümmeti arasındaki düşmanlığın sonunda onları, bir bayrak altına gelmeden yok edeceğini söyleyen doğu bilimcilerini yalanlamaktadır. Bana göre bu fetva yolun başlangıcı ve atılan ilk adımdır."[Difaun Ani'l-Akaide ve'ş-Şeria, s.257]

        4- Abdurrahman Neccar Mısri (Kahire'deki mescitlerin müdürü) şöyle diyor:
        "Biz şimdi de aynen şeyh Şeltut'un verdiği fetvayı savunuyoruz. Bizden İmamiyye Şiası hakkında sorulduğunda, halkı dört mezheple kısıtlamıyoruz. Çünkü şeyh Şeltut da, müçtehit bir imam olup onun görüşü hakkın ta kendisidir. İmamları birer müçtehit olan mezhepler konusunda niçin başkalarını tekfirle yetinelim ki?"[Fi Sebili'l-Vahdetil İslâmiyye, s.66]

        5- Mısırlı Üstat Ahmed Bey (Şeltut ve Ebu Zühre'nin üstadı) şöyle diyor:
        "İmamiyye Şiası kesinlikle Allah'a ve Resulü'ne iman getirir, Kur'ân ve Hz. Peygamber'in haber verdiklerine inanırlar. İmamiyye Şiası arasından, geçmişte ve zamanımızda, büyük fakihler ve her dalda ve ilimde büyük alimler çıkmıştır. Onlar derin düşünce ve geniş bilgilere sahip olmuşlar. Telifleri yüz binlere ulaşıyor ve o teliflerin bir çoğu hakkında bilgim vardır."[Tarihu't-Teşrii'l-İslâmî]

        6- Şeyh Muhammed Ebu Zühre şöyle diyor:
        "Şia'nın İslâm ümmetinden bir fırka olduğunda hiçbir şüphe yoktur… Yine onların Kur'ân ve Hz. Peygamber'e (s.a.a) mensup hadislere istinat ettiği hususunda da şüphe yoktur. Onlar Ehlisünnet komşularına karşı dürüsttürler ve onlardan uzak kaçmazlar."[Tarihu'l-Mezahibi'l-İslâmiyye, s.39]

        7- Üstat Muhammed Sertavi ( Ürdün'ün fetva ehli büyüklerinden) şöyle diyor:
        "Elbette ben geçmiş salihlerimizin dediğinin aynısını söylüyorum: İmamiyye Şiası bizim din kardeşlerimizdirler ve bizim üzerimizde kardeşlik hakları vardır…"[ Mecelle-i Risaletu's-Sakaleyn, Sayı:72, yıl: 1413 h.k. s.252]

        8- Üstad Abdulfettah Abdulmaksut şöyle diyor:
        "Bana göre Şia doğru İslâm yolunda olan kimselerdir, onlar İslâm'n şeffaf aynasıdırlar. Kim doğru İslâm'a bakmak isterse Şia'nın inanç ve amellerini araştırsın. Tarih, Şia'nın İslâm inançlarını savunma meydanında verdiği büyük hizmetlerin en iyi tanığıdır."[Fi Sebili'l-Vahdeti'l-İslâmiyye.]

        9- Üstad doktor Hamit Hafni Davut (Mısır büyüklerinden) Allame Askeri'nin "Abdullah b. Saba" isimli kitabına yazdığı takrizde şöyle diyor:
        "İslâm tarihinin ömründen on üç asır geçiyor. Bu müddet içinde alimler Şia aleyhine, duygu ve nefsani heveslerle karışık bazı hükümler vermişler. Bu yanlış yol, İslâm ümmeti arasında büyük ayrılıklara yol açtı ve yine İslâm ümmeti bu fırkanın büyüklerinin sahip olduğu geniş bilgilerden mahrum kaldı…
        Şia fırkasına nispet edilen yakışıksız şeyler hususunda şunu bilmen yeterli ki: İmam Cafer Sadık (a.s) (öl. 148 h.) Şia fıkhının bayraktarıdır. O Ehlisünnet'in imamı Ebu Hanife (öl. 150 h.) ve Ebu Abdullah Malik b. Enes'in (öl. 179 h.) üstadı idi. Bu konuda Ebu Hanife şöyle diyor:
        "Eğer o iki yıl olmasaydı, Nu'man helak olurdu." (İki yıldan kastı, İmam Sadık'ın huzurunda geçirdiği iki yıllık talebelik dönemidir) Malik b. Enes şöyle diyor: Ben fıkıhta Cafer b. Muhammed'den daha üstününü görmedim…"[Abdullah b. Saba, c.1, s.13]

        10- Üstad Ganimi ( Kahire üniversitesinde İslâm felsefesi üstadı) şöyle diyor:
        "Doğulu ve batılı bir çok yazar dünden bugüne Şia hakkında muteber olmayan delillere dayanarak bir çoğu yanlış görüşler vermişlerdir. Halk da bu nispetlerin doğruluğu veya yanlışlığı hakkında ken-dinden hiçbir soru sormadan, bu görüşleri kendi aralarında yaymışlardır. Şia konusunda yazarların yanlış görüşlerinin kaynağı bilgisizliktir. Onlar Şia kaynaklarına bakmaları gerekirken düşmanların kaynaklarıyla yetinmişlerdir."[Mea Ricali'l-Fikr Fi'l-Kahire, s.40]

        11- Üstad Abdurrahman Bitar (el-Ezher'in muasır şeyhlerinden) şöyle diyor:
        "Her Müslüman yüce Allah'a yakınlaşmaya çalışırken dört mezhebe göre amel edebildiği gibi İmam Cafer Sadık mezhebine göre de amel edebilir. Bir grubun, Şiaya saldırmanın caiz olduğu konusunda ileri sürdükleri bir takım ihtilâfların aslı ve esası yoktur. Hanefî ve Hanbelî mezhebi arasında olan doğal farklar dışında Şiî ve diğer mezhepler arasında hiçbir fark yoktur. Mesela Şia günlük namazları üç vakitte yerine getiriyor. Oysa bunun Malikî mezhebinde de caiz olduğunu görüyoruz…"[ed-Destur dergisi, Kahire basımı, 3. yıl]

        İlmin İlerlemesinde Şia'nın Rolü
        Tüm insanlık medeniyeti gibi İslâm medeniyeti de, kendini, İslâm ümmetinin durmak bilmeyen çabalarına borçludur. Şia'nın oluşan bu medeniyetteki üstlendiği rol önemsenecek
        kadar fazladır. Edebiyat ve edebi ilimlerin kurucusu Hz. Ali (a.s) ve onun öğrencisi Ebu'l-Esved Dueli'dir. Ondan sonra Mazini (öl. 428), İbn Sukkeyt (öl. 244), Ebu İshak Nahvi (öl. 170), İbn Dureyd (öl. 321) ve Sahib b. Abbad (el-Muhit kitabının yazarı, öl. 386) ve onun gibi yüzlerce Şia edebiyatçısı bu hareketin öncüsüdürler. Her biri lügat, nahiv, sarf, şiir ve aruz ilimlerinde sağlam bir kale komunundadırlar.

        Hz. Peygamber'den(s.a.a) sonra ilk müfessir Ali (a.s) ve Ehlibeyt'tir, onlardan sonra Abdullah b. Abbas (öl. 68) ve onların diğer öğrencileridir. On dört asır boyunca Kur'ân'a yüzlerce tefsir yazmışlardır.

        Hadis ilminde, Şia diğer İslâm fırkalarından öndedir. Allah Resulü'nün(s.a.a) sünnetlerini (hadis yasağının bulunduğu halifeler döneminde) yazarak ve müzakere ederek korudular. Bu konuda Ali'nin (a.s) yaranlarından olan Abdullah b. Rafi, Rabia b. Semi', Ali b. Rafi ve İmam Seccad ve İmam Cafer Sadık'ın (a.s) öğrencileri örnek verilebilir.

        Hadis ilmi İmam Cafer Sadık (a.s) döneminde öylesine gelişmesi kaydetti ki Hasan b. Ali Veşşa şöyle diyor:
        "Ben Kufe mescidinde dokuz yüz muhaddis gördüm ki onların hepsi "Bana Cafer b. Muhammed anlattı." diyorlardı."[Rical-i Necaşi, sayı: 79]

        Fıkıh alanında Ehlibeyt mektebinde bir çok üstün müçtehitler yetişmiştir. Eban b. Teğlib (öl. 141), Zürare b. A'yun (öl. 150), Muhammed b. Müslim (öl. 150) ve Safvan b. Yahya Becelî (otuz kitabın müellifi, öl. 210) onlardan birkaç örnektir sadece.

        Ayrıca kendilerinden bir çok eser geriye bırakan yüzlerce muhakkik müçtehidi saymak mümkündür. Örneğin: Şeyh Müfid, Seyyid Murtaza, Şeyh Tusî, İbn İdris, Muhakkik Hillî ve Allame Hillî.
        Şia bu ilimlerdeki çabalarının yanı sıra savaş, tarih, rical, diraye, şiir ve edebiyat dallarında da İslâm dünyasına önemli hizmetler sunmuştur.
        Şia naklî ilimlerdeki hizmetleriyle kalmamış, kelam ve felsefe gibi aklî ilimlerde de öncülüğü elde etmiştir. Bu ise, Şia'nın diğer fırkalara oranla akla verdiği önemden kaynaklanıyor.
        İslâmî kelam ilmi dalında en zengin içeriğe Şia kelamı sahiptir.

        Şia kelamında kitap ve sünnetin yanı sıra akıldan da yararlanılır.
        İmam Cafer Sadık'ın (a.s) talebesi olan Cabir b. Hay-yan doğa biliminde öyle bir dereceye vardı ki bugün bile, "kimya ilminin babası" diye anılır.
        Yakubî adıyla ünlü Ahmed b. Ebu Yakup (öl. 290), geniş İslâm topraklarını gezen ve bu konuda el-Büldan adında bir kitap yazan ilk coğrafya bilimcisidir.

        Şia ve İslâm Ümmetini Birliğe Davet
        İmamiyye Şiası, usul ve furuattaki ihtilâfları İslâmî birliğe ve kardeşliğe engel olarak görmez. Uygun bir ortam-da ilmî müzakere ve münazaralarla, itikat ve fıkıh alanında mevcut bir çok ihtilâfın giderileceğine inanıyor.

        Şia büyükleri, devamlı ilim ve itikat konularını bahis konusu yaparak hakikati ortaya çıkarmaya çalışmışlar ve İslâm ümmetinin vahdeti için gerekli olan her türlü çalışmaya hazır olduklarını ilan etmişlerdir.

        Ehlibeyt'in Temsil Ettiği İslâm, Dünyanın Gelecekteki Dini
        Yüce Allah şöyle buyuruyor:
        "O, Elçisini hidayetle ve hak dinle gönderdi ki, ortak koşanlar hoşlanmasa da onu bütün dinlerin üstüne çıkarsın." [Tevbe, 33]

        Yukarıdaki ayetin aynısı, Saf Suresi'nin dokuzuncu ayetinde ve az bir farkla Fetih Suresi'nin yirminci ayetinde tekrar edilmiştir.
        Bu tekrar, Allah'ın, hak dini diğer bütün dinlere galip edeceğine dair iradesinin bir göstergesidir.
        "...onu bütün dinlerin üstüne çıkarsın." cümlesinde önemli bir noktaya vurgu yapılmıştır. Ayetin orijinalinde geçen "liyuzhirahu" kelimesindeki "hu" zamiri, edebi bir kaideye göre
        (yani; zamirin dönük olabileceği yakın kelimenin varlığı, zamirin uzakta olan kelimeye dönük olmasını önler), ayrıca "galip" ve "mağlup" arasındaki uyumluluk ve ay-nı çeşitten olma gerekliliği kuralına göre, "hak din" kelimesine dönük olması gerekir. Bu, şu demektir ki İslâm dini, bütün dinlere üstün ve galip gelecektir.

        Çünkü Allah katında hak din, İslâm'dır. Ayetin orijinalinde geçen "yuzhira" kelimesi, "zehere" kökünden belirme, aşikar olma anlamına gelir. "Zuhur", kudretin aşikâr olması ve galip olma anlamındadır.[bk. Makayisu'l-Lügat.]
        Bu kelime "ala" harfiyle birlikte kullanıldığında "galip olma ve üstün gelmek" anlamına
        gelir.
        Lügat dışında Kur'ân'ı Kerim'e baktığımızda "zuhur" ve "izhar" maddesi (özellikle "ala" harfi ile birlikte kullanıldığında) genellikle bir şeyin kudretle ortaya çıkması anlamındadır. Başka
        bir tabirle bir şeye göz alıcı ve apaçık bir şekilde galip ve üstün gelmek anlamındadır.
        Örneğin Kur'ân'da şöyle gelmiştir:
        "…Allah'ın dini onların zoruna gitse de aşikar olmuştur."[Tevbe, 48]

        Başka bir yerde ise şöyle gelmiştir: "Halkın kendi elleriyle kazandıkları şeylerden ötürü fesat, karada ve denizde ortaya çıktı."

        Al-i Firavun'dan mümin bir şahıs Firavun taraftarlarına şöyle dedi: "Ey kavmim, bugün saltanat sizin, üstünsünüz yeryüzünde, fakat Allah'ın azabı geldiğinde kim kurtaracak bizi?"
        Yüce Allah bir başka ayette şöyle buyuruyor: "Ey inananlar, Allah'ın yardımcıları olun, nitekim Meryem oğlu İsa da Havarilere, Allah yolunda yardımcılarım kimdir? demişti, Havariler, 'Biziz Allah'ın yardımcıları demişlerdi'; derken İsrailoğulları'ndan bir bölük inanmıştı, bir bölük de kafir olmuştu; derken biz, inananları, düşmanlarına karşı kuvvetlendirmiştik de üst gelmişlerdi."[Saff, 14]

        Yine şöyle buyuruyor: "Nitekim onlar size üst olsaydı hakkınızda ne bir yakınlık gösterirlerdi, ne bir ahdi riayet ederlerdi."[Tevbe, 8]

        Başka bir ayette şöyle buyuruyor: "Çünkü anlarlar, duyarlarsa ya taşlarlar sizi yahutta dinlerine döndürürler. Ve artık kesin olarak kurtulamazsınız onlardan."[Kehf, 20]

        "Zuhur" ve "izhar" kelimeleriyle ("ala" harfi ile birlikte kullanıldıklarında) ilgili ayet ve lugate bakıldığında, Tevbe Suresi'nin 33. ayetinin, İslâm dininin, gelecekte, göz alıcı bir şekilde ve
        tam anlamda diğer dinlere üstün geleceğinin müjdeleyicisi olduğu anlaşılır. Henüz ulaşılmayan bu "gelecek" Şia ve Sünni yoluyla nakledilen bir çok rivayete göre, Hz. Peygamber'in (s.a.a) soyundan olan büyük bir şahsın yani İmam Hasan Askeri'nin
        (a.s) oğlu Hz. Mehdi'nin (Allah zuhurunu yaklaştırsın) eliyle gerçekleşecektir.

        Nur Suresi'nin 55. ayetinde, bu galebe ve üstünlük vurgulanmakla birlikte onun çeşitli boyutları ve nihai hedefi daha açık ve geniş bir şekilde beyan edilmiştir. Ayette şöyle buyruluyor:
        "Allah sizden inanıp iyi işlerde bulunanlara, onlardan önce gelip geçenleri nasıl yeryüzüne sahip ve hakim kıldıysa onları da mutlaka yeryüzüne sahip ve hakim kılmayı ve onlara, razı ve hoşnut oldukları dini nasip edip dini bütün dinlerden üstün etmeyi, korkularını emniyete
        dönüştürmeyi vaat etmiştir; onlar bana kulluk ederler ve hiçbir şeyi eş tutmazlar bana… "[Nur, 55]

        Temel Bir Soru
        Bütün İslâm mezhepleri hak mezhep olduklarını iddia ederler. Acaba bu mezheplerden hangisi Allah'ın beğenisi üzere ve gerçek İslâm'ı yansıtmaktadır?

        Acaba bütün mezheplerin, ortak ilkelerle ilgili farklı ve birbirleriyle zıt yorumlarına ve ayrıntı niteliğinde olan konulardaki farklılıklarına rağmen hak ve doğru olduğu düşünülebilir mi?
        Bu soruya şöyle cevap vermeliyiz: Birincisi, mezheplerin birbirlerini tekfir etmeleri ve fasık saymaları, iki karşıt veya çelişiğin bir arada düşünülmesi kabilinden değildir. Çünkü ortada sadece bir gerçek söz konusudur.
        İkincisi, bu konuda grupların iddiası değil, Kur'ân ölçü alınmalıdır. Maide Suresi'nin 3. ayeti bu soruya açıklık getirmektedir. Ayette şöyle buyuruluyor:
        "Bugün dininizi ikmal ettim, size verdiğim nimetimi tamamladım, size din olarak İslâm'ı seçtim."
        Ayette geçen "el-yevm=bugün" kelimesiyle İslâm dininin kemale erdiği özel bir güne işaret edilmektedir!
        Bu günde nasıl bir olay gerçekleşti? Allah tarafından hangi hüküm insanlara ulaştırıldı ki onunla İslâm dini ve Allah'ın hidayet nimeti kamil oldu?
        "Bugün" kelimesi, geleceği kuşatacak olan beğenilmiş ilâhî dinin bilinmesi için bir anahtar konumundadır.

        Gadir ayetleriyle ilgili açıklamalarda Şiîlerin ittifakla İkmal Ayeti'ni "Gadir Günü" olarak bilinen hicri onuncu yılın zilhicce ayının on sekizinci gününde indiği görüşünde olduklarına değinmiştik. Bu günde Hz. Peygamber (s.a.a), "Gadir-i Hum" denen bölgede Ali'nin (a.s) velâyetini ilan etmiştir. Ayrıca bir çok Ehlisünnet müfessiri, tarihçisi ve muhaddisi de bu görüşü kabul etmişler.
        İkmal Ayeti, Ali'nin (a.s) imamet ve velâyetini ilan üzere nazil
        olmuştur. Demek ki, Allah'ın beğendiği din belirginleşmiş ve söz konusu ayetler hak dini açıklamıştır. Bu ayetlere göre hak din, Ali'nin (a.s) hilâfeti ve velâyeti üzere olan dindir. Bu husus, Ehlisünnet ve Şia kanalıyla nakledilen bir çok muteber hadiste
        farklı tabirlerle açıklanmıştır

        Derdin kendindedir bilmiyorsun, derman yine sendedir görmüyorsun, içine koca bir alem yerleştirilmiş; sen hala kendini küçük bir şey zannediyorsun. / Hz. Ali (as)

        Yorum


          #19
          Ynt: Kur'ân ve Sünnet Işığında EHLİBEYT MEKTEBİ

          3. Bölüm
          • İmamiyye Şiası'na Göre Kur'ân
          – Tahrifin Anlamı
          – Tahrifin Reddine Dair Şia'nın Delilleri
          – Şia Alimleri ve Tafrifin Reddi
          – Tahrifle İlgili Rivayetlerin Değerlendirilmesi
          – Fatıma (s.a) Mushafı Nedir?
          • İmamiyye Şiası ve Sahabe
          • Takiyyenin Meşruluğuna Dair İttifak
          – Takiyyenin Sözlük ve Terimsel Manası
          – Takiyyenin Şer'i Dayanakları
          – Sahabenin Takiyyesinden Bazı Kesitler
          – Tabiinin Takiyyesinden Bazı Kesitler
          – Önemli Noktalar

          İMAMİYYE ŞİASI'NA GÖRE KUR'ÂN
          Geçmiş peygamberlerin getirdikleri semavi kitapların tahrif edildiği, Kur'ân ve tarihin tanıklığı üzere bilinen bir gerçektir. Hiç kuşkusuz bu kitaplarda bulunan bazı konular vahiy kaynaklı değildir.
          Önceki semavi kitapların aksine Kur'ân her türlü tahriften korunmuştur. Ne eksiklik, ne de fazlalık söz konusudur. Yüce İslâm Peygamberi yüz on dört sure getirmiş ve Ali (a.s) gibi katipler onu yazmışlardır. Şüphesiz Kur'ân'ın nüzulünden on beş asır (hicri) geçmesine rağmen ayet ve surelerden hiçbiri azalmış veya çoğalmış değildir.

          Tahrifin Anlamı
          Tahrif lügatte "değiştirme" anlamına gelir.[Tacu'l-Arus, c.6, s.69 "harefe" kökü]

          Kur'ân'da, kelimenin anlamını değiştirme manasında kullanılmıştır.[el-Halil, el-Ayn, c.3, s.211; İbn Manzur, Lisanu'l-Arab, c.9, s.43; Tehzibu'l-Lügat, c.5, s.14]

          Örneğin:
          "Allah'ın kelamını işittikten sonra onu tahrif ediyorlar."[Bakara, 57]

          Tahrif terimsel olarak bir çok anlamda kullanılır. En önemlileri şunlardır:
          Tertibî Tahrif: Ayetin bir yerden başka bir yere nakli demektir. Müslümanlar bu tür değişikliğin Kur'ân'da olduğunda şüphe etmezler. Çünkü bir çok "Mekkî" ayet "Medenî" ayetler arasında ve bir çok "Medenî" ayet "Mekkî" ayetler arasında yer almıştır.
          [Ayetlerin sıralaması, nüzul esasına göre değildir.]

          Manevi Tahrif: Yakın anlamı yerine kelimenin zahiri ile örtüşmeyen
          uzak anlamının kastedildiğini savunmaktır. Bilgisizce Kur'ân'ı tefsir etmeye kalkışma, bu tür tahrifin bir örneğidir. Müslümanların ittifakı üzere bu tür tefsir haramdır. Hz. Peygamber
          (s.a.s) konuyla ilgili olarak şöyle buyurmuştur:
          "Kim ilmi olmadan Kur'ân'la ilgili olarak bir şey söylerse, cehennemde kendine ateşten bir yer hazırlasın."[Taberî, Camiu'l-Beyan, c.1, s.34 ve Suyutî, el-İtkan, c.4, s.210]

          Hz. Peygamber (s.a.a) kişisel görüşe göre yapılan tefsirden sakındırmıştır.[Tusi, el-Beyan, c.1, s.4]

          Lafzî Tahrif: Bu tür tahrif üç kısma ayrılır:

          1- Bir kelimenin başka bir kelimeyle değiştirilmesi: Bazıları buna "Fes'ev ila zikrillah"[Cum'a, 9]

          yerine "Femzu ila zikril-lah" denilmesini örnek gösterirler. Ancak bu tür değişikliğin doğruluğuna dair hiçbir kanıt yoktur.

          2- Kelimelerin yer değiştirmesi: Bazıları buna "Zuribet aleyhimu'z-zilletu ve'l-meskenetu"[Bakara, 61]

          yerine "Zuribet aleyhi-mu'lmeskenetu ve'z-zilletu" denilmesini yani "ez-zille" kelimesinin
          "el-meskenet" kelimesinden öne geçirilmesini örnek gösterirler. Bu görüş, Kur'ân'ın mucize oluşuyla çeliştiği için doğru değildir.

          3- Harf ve harekelerin değiştirilmesi: Bu tahrif üç kısma ayrılır:
          a) Harf ve hareke değişikliği: Bu kısım, kıraatle ilgilidir ve doğru değildir. Bu bölümde sadece birkaç kelime istisna edilmiştir. Örneğin şu ayet gibi: "Meshedin başınıza ve ayaklarınız…"[Mâide, 6]

          Ayetin orijinalinde geçen "ercul" kelimesi, hem "erculekum", hem de "erculikum" şeklinde kıraat edilmiştir. Bu tür okuyuş, Arap edebiyatı kurallarıyla çelişmediği gibi Müslümanların
          cumhurunun kıraatiyle de ters düşmez. Özellikle bu konuda sahih hadis de nakledilmiştir.

          b) Kelime değişikliği: Mushafın aslı ve orijinaliyle ilgili olarak bu tür değişiklik icma üzere doğru değildir. Ancak anlaşılması zor ayetleri açıklama amacıyla kelime eklemeleri bu konuyla karıştırmamak gerekir.

          c) Ayet ve surelerin tahrifi: Bu kısım, icma üzere batıl bilinmiştir.

          Tahrifin Reddine Dair Şia'nın Delilleri
          Kur'ân'ın tahrif olmadığını ifade eden deliller, zahirleri itibariyle Kur'ân'ın tahrif edildiğine delalet eden hadislerin batıl ve geçersiz olduğunda hiçbir kuşku bırakmayacak kadar sağlam ve güçlüdürler. Şimdi bu delillerden bazılarına değiniyoruz:

          a) Aklın Apaçık Hükmü:
          Akıl, İslâm ümmetinin ilk nüzulünden bu yana bu kitaba verdiği önemi, onu kutsamalarını ve ilgili çalışmalardaki titizliklerini dikkati nazara alarak onun tahriften korunmuş olduğuna
          hükmeder. Kur'ân, yaşamın tüm yönlerinde insanların baş vuracağı ilk kaynaktır. Kur'ân, dinî, siyasi ve içtimaî yaşamda, dinin esası ve İslâm şeriatının kaynağıdır.

          b) Lütuf Yasası:
          İlâhî lütuf Kur'ân'ın her türlü tahriften korunmasını gerektirir. Lütuf, kulları itaate yaklaştıracak, günahtan uzaklaştıracak şeyleri yapmaktan ibarettir. Lütuf, yüce Allah için zorunlu bir şeydir.
          Kur'ân, İslâm'ın esası ve en sağlam senedidir. İslâm en son semavi din olduğu için onun temeli hayatını sürdürmeli ve direkleri sağlam olmalıdır. Bidat ehli ve nefsani heveslere kapılanların sui istifadelerine maruz kalmamalıdır. Bu aynı zamanda Kur'ân'ın mucizevi boyutlarından biridir.

          c) Kur'ân Ayetleri:
          Yüce Allah, Kur'ân'da açık bir ifadeyle Kur'ân'ı her türlü tahriften koruyacağını bildirmişken onun tahrifine nasıl inanılabilir?
          Kur'ân'da şöyle buyuruyor:
          "Şüphe yok ki Kur'ân'ı biz indirdik ve elbette onu mutlaka biz koruyacağız."[Hicr, 9]

          Yüce Allah koruma vaadinde bulunmuştur. Hiç kuşkusuz bu vaadine amel edecektir. Çünkü şöyle buyuruyor:
          "Şüphe yok ki Allah vaadinden dönmez."[Ra'd, 31]

          Ayrıca şöyle buyuruyor:
          "Ve şüphe yok ki bu Kur'ân eşsiz ve üstün bir kitaptır ki ne önünden, ne de arkasından batıl, ona yol bulamaz. Hikmet sahibi ve övgüye layık mabut tarafından indirilmiştir."[Fussilet, 41-42.]

          Batıl, fasit ve bozuk anlamına gelir. Ayetin anlamı şöyledir:
          Kur'ân'a, şimdi ve gelecekte, hiçbir bozukluk ve eksiklik yol bulamayacaktır. Çünkü Kur'ân hakîm ve alim olan yüce Allah tarafından indirilen bir kitaptır.
          Başka bir ayette şöyle buyuruyor:
          "Vahyi, acele edip okumak için dilini oynatıp durma; şüphe yok ki onu toplayıp unutturmamak da bize düşer, okumak ve tertip etmek de."[Kıyamet, 16-17]

          ç) Hadislerin Kur'ân'a Sunulması:
          Sahih hadisler, Kur'ân'ın tahrif edilmediğine dair başka bir delildir. Hadislere göre, birbiriyle çelişen iki hadis, Kur'ân'a sunulmalı, Kur'ân'la mutabık olan kabul edilmeli, çelişen ise reddedilmelidir.
          Allah Resulü şöyle buyuruyor:
          "Şüphe yok ki her hak için bir hakikat ve her doğru için bir nur vardır. Öyleyse Allah'ın kitabına mutabık olanı alın ve ona muhalif olanı bırakın."[el-Kafi, c.1, s.69]

          Mizan ve ölçü mutlaka yakinî olmalıdır. Çünkü hakkı batıldan ayırma söz konusudur. Bilindiği üzere Kur'ân furkandır ve mütavatir yollarla Müslümanlara ulaşmıştır.

          d) Sakaleyn Hadisi:
          Hz. Peygamber (s.a.a) şöyle buyuruyor: "Aranızda iki değerli şey bırakıyorum; Allah'ın kitabı ve itretim, Ehlibeyt'im. Eğer bu ikisine sarılırsanız hiçbir zaman yoldan çıkmazsınız…"

          Bu hadis, Kur'ân'ın Hz. Peygamber (s.a.a) zamanında toplanarak bir kitap hâline getirildiğine dalalet ediyor. Çünkü bütün ayet ve sureler toplanılmış olmasaydı Hz. Peygamber (s.a.a) "kitap" terimini kullanmazdı.

          Kur'ân, Hz. Peygamber (s.a.a) dönemindeki şekliyle kıyamet gününe kadar kalmalıdır ki, Ehlibeyt'le birlikte ona sarılan için necat ve kurtuluş vesilesi olsun.

          e) Kur'ân'ın Mütevatır Olması:
          Kur'ân'ın tahrif edilmediğinin bir diğer kanıtı, onun mütevatır yollarla bize ulaşmasıdır. Müslümanların cumhuruna göre harekeler, sükunlar, harfler, kelimeler, sureler ve ayetler
          tevatürle bize ulaşmıştır.

          f) Kur'ân'ın Mucize Olması:
          Tahrif, Kur'ân'ın mucize oluşuyla çelişmektedir. Tahrif bozulmak anlamındadır. Kur'ân ise belagat ve fesahat yönüyle mucizedir.

          Şia Alimleri ve Tahrifin Reddi
          Şia alimleri üçüncü asırdan bugüne kadar Kur'ân'ın tahrif olmadığını kitaplarında beyan etmişlerdir. Biz burada onlardan bazılarına değineceğiz:

          – Saduk lakabıyla bilinen Muhammed b. Ali b. Babe-veyh,Risaletu'l-İtikad kitabında
          – Şeyh Müfid lakabıyla maruf olan Muhammed b. Muhammedb. Nu'man, Evailu'l-Makalat, s.55-56
          – Alemu'l-Huda lakabıyla ünlü Şerif Murtaza Ali b. Hü-seyinMusevi, Mesailu't-Trablusiyat.
          – Şeyhu't-Taife lakabıyla meşhur olan Şeyh Muhammed b.Hasan Ebu Cafer Tusi, et-Tibyan, c.1, s.13
          – Şeyh İbn İdris, es-Serair kitabında.
          – Eminü'l-İslâm lakabıyla meşhur olan Şeyh Ebu Ali Tabersi,Mecmau'l-Beyan, c.1, s.151
          – Ali b. Tavus Hilli, Sa'du's-Suud, s.144
          – Allame Hilli, Ecvibetu'l-Mesaili'l-Mehnaviye, s.121
          – Şeyh Zeynuddin Beyazi Amuli, es-Sıratu'l-Müstakim, c.1,s.65
          – Muhakkik-i Sani lakabıyla meşhur olan Şeyh Ali b.Abdulali Kereki, Nefy-i Nakîsa Der Kur'ân-ı Kerim risalesinde
          – Şeyh Fethullah Kaşani, Nehcu's-Sadıkin
          – Şehit Kadı lakabıyla meşhur olan Seyyit Nurullah Tusteri,Mesaibu'n-Nevasib.
          – Şeyh Bahauddin Amilî, Alau'r-Rahman, s.62
          – Allame Tûni, el-Vafiye Fi'l-Usul, s.148
          – Feyz Kaşani, el-Vafi, c.1, s.273–274
          – Şeyh Muhammed b. Hasan Hür Amili, el-Fususu'l-Mühimme Fi Te'lifi'l-Ümme, s.166
          – Şeyh Muhammed Bakır Meclisi, Biharu'l-Envar, s.75 ve89.
          – Seyyid Ali Mehdi Bahru'l-Ulum, el-Fevaid Min İlmi'l-Usul
          – Şeyh Cafer Kaşifu'l-Gıta, Keşfu'l-Gıta, s.299
          – Seyyit Muhsin Eraki Kazimi, Şerhu'l-Vafiye Fi İlmi'l-Usul.
          – Şeyh İbrahim Kelbasi İsfahanî, İşaratu'l-Usul.
          – Mevla Muhakkik Erdebili, Mecmau'l-Faide ve'l-Burhan, c.2,s.218.
          – Seyyit Hüseyin Kuhkemerî, Buşre'l-Usul İla Esrar-ı İlmi'l-Usul.
          – Şeyh Musa Tebrizi, Şerh-i Resail.
          – Şeyh Muhammed Hasan Aştiyani, Bahru'l-Fevaid, s.99
          – Şeyh Abdullah Mamekanî, Tenkihu'l-Makâl, c.1, s.426.
          – Şeyh Muhammed Cevad Belaği, Alau'r-Rahman, s.18.
          – Fazıl Cevad, Şerhu'z-Zubde Fi'l-Usul.
          – Seyyit Muhsin Emin Amilî, eş-Şia ve'l-Menar.
          – Şeyh Abdulhüseyin Deşti Necefi, Keşfu'l-İştibah Fi Mesail-iCarillah.
          – Şeyh Muhammed Hüseyin Kaşifu'l-Gıta, Aslu'ş-Şia veUsuluha.
          – Hüccet lakabıyla ünlü Şeyh Muhammed Kuhkemerî.
          – Seyyit Abdulhüseyin Şerefuddin Amilî, Ecvibetu Mesail-iCarillah.
          – Şeyh Ağa Bozorg Tahrani, Tenkidu Kavli'l-Ulum.
          – Seyyit Muhammed Hadi Milani.
          – Seyyit Muhammed Hüseyin Tabatabai, el-Mizan.
          – Seyyit Ruhullah Musevi Humeyni, Tehzibu'l-Usul
          – Seyyit Ebu'l-Kasım Hoi, el-Beyan.
          – Seyit Şihabuddin Mer'aşi Necefi.

          Tahrifle İlgili Rivayetlerin Değerlendirmesi
          Hadis ve tefsir kitaplarında Kur'ân'ın tahrifine dair bazı hadisler nakledilmiştir. Bu konuyla ilgili olarak birkaç noktaya dikkat etmek gerekir.

          • Bu tür hadislerin çoğu güvenilir olmayan şahıslardan ve kitaplardan nakledilmiştir. Ahmed b. Muhammed Sey-yari'nin (öl. 286) "Kıraat" adlı kitabı bunun bir örneğidir. Rical alimleri rivayetlerini zayıf ve fasit mezhep mensubu bilmişlerdir.[Rical-i Necaşi, c.1, s.219]

          Ali b. Ahmed Kufi'nin (öl. 352) kitabı da aynı şekildedir. Rical alimleri onun hakkında şöyle demişler: "O ömrünün sonunda Gulat'tan oldu."[age. c.1, s.219]

          • Tahrife delalet eden rivayetlerin büyük bir kısmı ayetin tefsirine yöneliktir. Hadiste ayetin külli mefhumu somut örneklere uyarlanmıştır. Bu yüzden bazıları uyarlamayla tefsiri birbirine karıştırmış ve uyarlamanın Kur-an'ın bir parçası olduğunu ve daha sonra çıkarıldığını sanmışlardır. Mesela Fatiha Suresi'nde geçen "Sırat-ı Müstakim", hadislerde "Hz. Peygamber ve Ehlibeyt'inin yolu olarak tefsir edilmiştir. Bilindiği gibi bu tefsir, Kur'ân'ın cüz'ü değildir, sadece ayetteki külli anlam en üstün somut örneğe uyarlanmıştır.[Mecmau'l-Beyan, c.1, s.28.]

          İmam Humeyni (r.a) tahrife delalet ettiği iddia edilen rivayetleri üç kısma ayırıyor:

          a) Kanıtsal özellikten yoksun zayıf rivayetler.

          b) Uydurma olduğu belli olan mevzu rivayetler.

          d) Sahih rivayetler ki, dikkat edildiğinde Kur'ân'da lafzî değil manevi tahrifin olduğunu ifade ediyor.[Tehzibu'l-Usul, c.2, s.96]

          Şunu da bilmeliyiz ki bir mektebin gerçek inanç ve görüşünü bilmek için genelde müellifin şahsî görüşlerini yansıtan hadis kitaplarına değil, o mektebe ait ilmî ve inanç konulu kitaplara bakılmalıdır. Ayrıca bir mezhebin gerçek inanç ve görüşlerini, şaz ve nadir görüşleri esas alarak değerlendirmek doğru değildir.

          Fatıma (s.a) Mushafı Nedir?
          Kur'ân'ın isimlerinden biri "Mushaf"tır. (Mushaf yazılı sahifelerin bir araya toplandığı mecmuaya denir) Hz. Peygamber'in vefatından sonra Kur'ân sureleri bir araya getirildiğinde sahabeden bazıları "Mushaf" ismini önerdiler.[el-İtkan, c.11, s.85]

          Kur'ân amel defterine "suhuf" (yani sahifeler) der: "Ve sahifeler dağılınca…"[Tekvir, 10]

          Diğer semavi kitaplar da "suhuf" olarak adlandırılır:
          "İbrahim'in ve Musa'nın sahifelerin de…"[A'la, 19]

          Demek ki, Mushaf kelimesi geniş kapsamlı anlama sahiptir. Hz. Peygamber'in (s.a.a) kızının yazılarına da "Mushaf" denilmiştir. İmam Sadık (a.s) şöyle buyuruyor:
          "Fatıma Hz. Peygamber'den (s.a.a) sonra yetmiş beş gün yaşadı. Büyük bir hüzün sarmıştı onu. Cebrail inerek Allah Resulü'nün makamı hakkında konuşuyor ve bu vesile ile Fatıma'yı (s.a) teselli ediyor ve gelecekte ki olaylardan onu haberdar ediyordu. Ali (a.s) Cebrail'in getirdiği haberleri (Fatı-ma'nın (s.a) imlasıyla) yazıyordu. İşte Fatıma'nın (s.a) Mushaf'ı budur."[el-Kafi, c.1, s.241]

          Ebu Cafer, İmam Sadık'tan (a.s) şöyle naklediyor:
          "Fatıma'nın Mushaf'ı Allah'ın kitabından bir şey içermiyor." [Yani onun Kur'ân olduğunu sanmayın].
          Mushaf, babasının vefatından sonra kendisine bildirilen bilgileri içerir. Bilindiği gibi İslâm ümmetinde bazıları Resul olmamalarına rağmen melekler onlarla konuşurlar. Onlara
          "Muhaddes" denir. Hz. Peygamber'in değerli kızı da "Muhaddese" olarak bilinir.


          İMAMİYYE ŞİASI VE SAHABE
          Sahabe, Hz. Peygamber'in (s.a.a) yaranından olup ona iman getiren kimseye denir. Bunlar Hz. Peygamber'e yakınlıklarından dolayı saygınlık kazanmışlardır. Şiîler arasında ister Bedir, Uhud ve Ahzap savaşlarında şahadete ulaşan sahabe olsun, ister hayatta kalan sahabeler olsun, özel bir konuma sahiptirler.

          Hiç kuşkusuz Müslümanların Hz. Peygamber'in ashabına karşı özel bir saygıları vardır. Ancak şöyle bir soru söz konusudur ki acaba sahabenin tümü mü adil, takvalı ve günahtan uzaktırlar? Yoksa onları, tümü adil ve takvalı olmayan tabiin gibi mi değerlendirmek gerekir?

          Cevap şudur ki Hz. Peygamber'i (s.a.a) görmek, onunla birlikte olmak büyük bir şereftir; ancak bu, onların günahtan masum oldukları anlamına gelmez. Hz. Peygamber'in (s.a.a) sahabeyi övdüğü doğrudur. Örneğin Hudeybiye barışıyla ilgili olarak yüce Allah şöyle buyuruyor:
          "Ve andolsun ki Allah, ağaç altında, seninle biatleştikleri zaman, inananlardan razı olmuştur da onlara sükun ve huzur indirmiştir…"[Feth, 18]

          Ancak yüce Allah başka bir ayette Hz. Peygamber'e hitaben (s.a.a) şöyle buyurmuştur:
          "Ve andolsun ki sana ve senden öncekilere, gerçekten şirk koşarsan yaptıklarını boşa çıkarırım ve elbette ziyana uğrayanlardan olursun diye vahy edildi…"[Zümer, 65]

          Hiç kuşkusuz sahabeden bazısı yanlış yapmışlardır. Bu da bu hususta Allah'ın rızasının olmadığı anlamına gelir.

          Şimdi konuyla ilgili bazı ayet ve hadislere işaret edeceğiz:

          Ayetler:

          a) "…Bir bölük de can kaygısına düşmüştü. Allah hakkında Müslümanlıktan önceki bilgisizlik çağında olduğu haksız zanlara kapıldılar. Diyorlardı ki: Bu işte nemiz var bizim? De ki: Bütün işler Allah'ındır. Onlar, sana açıklamadıklarını yüreklerinde gizliyorlar. Ve bu işte payımız olsaydı burada öldürülmezdik diyorlar…"[Al-i İmrân, 154]

          b) Kur'ân'ı Kerim sahabeden bazısının fasık olduğunu açıklamıştır:
          "Ey inananlar, buyruktan çıkmış biri (fasık) size haber getirdi mi doğru, yahut yanlış olup olmadığını araştırıp iyice bir anlayın.."[Hucurat, 6]

          Bir başka ayette şöyle buyuruyor: "İnanan kişi, inançtan çıkan (fasık) kişiye benzer mi hiç? Eşit olmaz bunlar."[Secde, 18]

          Tarihin tanıklığıyla bu adam Velid b. Ukbe'dir. O sahabeden ve hicret edenlerden olma şerefine sahip olduğu hâlde "Benî Mustalak" taifesi hakkında yalan uydurarak itibarını kaybetti ve Allah onu fasık olarak ilan etti.[Tefsir-i Taberî, c.12, s.62 ve Tefsir-i Kesir, c.3, s.452]

          c) Yüce Allah şöyle buyuruyor: "Ve onlar, bir alış veriş yahut eğlence görünce ona gidip daldılar ve seni ayakta bıraktılar; deki: Allah'ın katındaki daha da hayırlıdır alış verişten ve eğlenceden ve Allah rızk verenlerin en hayırlısıdır."[Cum'a, 11]

          ç) "Ey inananlar, size ne oldu da Allah yolunda savaşa çıkın denildiği zaman olduğunuz yerde mıhlanıp kaldınız? Ahireti bıraktınız da dünya yaşayışına mı razı oldunuz? Fakat dünya hayatının faydası ahirete nispetle pek azdır. Hep birden savaşa çıkmazsanız
          sizi acıklı bir azapla azaplandırır ve yerinize sizden başka bir topluluk getirir ve siz, ona hiçbir zarar veremezsiniz. Ve Allah'ın her şeye gücü yeter."[Tevbe, 38-39]

          d) "Ey inanlar, ne diye yapmayacağınız şeyi söylersiniz? Allah katında en nefret edilen şey, yapmayacağınız şeyi söylemenizdir."[Saff, 2-3]

          e) Bir başka ayette şöyle buyuruyor: "Müslüman olduk diye seni minnet altında mı bıraktılar? Deki: Müslümanlığınızdan dolayı beni minnet altında bırakmaya kalkışmayın, hayır Allah'a karşı siz minnet altındasınız, sizi doğru yola sevk edip imanda başarı verdiğinden, eğer doğru söylüyorsanız."[Hucurat, 17]

          f) "Onlardan öyleleri de vardı ki Peygamber'i incittiler ve o derler, her söyleneni dinleyen bir kulak adeta, De ki: O, sizin için bir hayır kulağıdır, Allah'a ve inananlara inanır ve sizden inananlara rahmettir. Allah'ın Peygamberi'ni incitenlere elemli bir azap vardır."[Tevbe, 61]

          g) Yüce Allah şöyle buyuruyor: "Bedevilerden geri kalanlar, diyecekler ki sana: Bizi mallarımız ve çocuğumuz çoluğumuz oyaladı artık sen, yargılanma dile bize; gönüllerinde olmayanı dilleriyle söylerler…"[Feth, 11]

          ğ) Yüce Allah Kur'ân'da şöyle buyuruyor: "Andolsun ki Allah, size ettiği vaadi doğruladı; izniyle onları bozup öldürdünüz de sonra gevşeklik gösterdiniz, verilen buyruk hakkında çekiştiniz ve sevmediğiniz şeyi size gösterdikten sonra tuttunuz, isyan ettiniz. Sizden dünyayı dileyen olduğu gibi ahireti dileyen de vardı…"[Al-i İmrân, 152]

          h) "İki topluluğun karşılaştığı gün içinizden yüz çevirenler, şüphe yok ki bazı hareketleri yüzünden şeytana kapılmışlardı.."[Al-i İmrân, 155]

          ı) "Ve ne oluyor size de Allah yolunda mallarınızı harcamıyorsunuz ve Allah'ındır göklerin ve yeryüzünün mirası; sizden, fetihten önce mallarını harcayan ve savaşan, başkalarıyla bir değildir.."[Hadid, 10]

          Hadisler:

          a) Buharî, Müslim ve diğer Ehlisünnet muhaddisleri şu içerikte bir çok rivayet nakletmişlerdir:
          "Hz. Peygamber (s.a.a) şöyle buyurdu: "Ashabımdan bir grup kıyamet gününde getirilecek ve cehenneme doğru götürülecektir. O sırada ben ashabım! Ashabım diye sesleneceğim. Bana şöyle hitap gelecek: Bunlar senden sonra gerisin geriye döndüler."[Sahih-i Buharî, c.8, s.169; Sahih-i Müslim, c.8, s.107; Müsned-iAhmed, c.1, s.235 vs.]

          b) Ahmed b. Hanbel Hz. Peygamber'den (s.a.a) şöyle naklediyor:
          "Ashabımdan bazıları vardır ki ölümümden sonra ne onlar beni görecek, ne de ben onları."[Müsned-i Ahmed, c.6, s.298]

          c) Buharî, Salim'den şöyle naklediyor:
          "Ümmü Derda'dan şöyle duydum: Ebu'd-Derda öfkeli bir hâlde yanıma geldi. Ona: Seni öfkelendiren nedir? dedim. Dedi ki: Allah'a andolsun ki ben Hz. Peygamber'in ümmetiyle ilgili namaz kılıyor olmalarından başka bir şey bilmiyorum."[Sahih-i Buharî, c.1, s.159]

          ç) Buharî, Enes'ten şöyle naklediyor:
          "Ben Allah Resulü (s.a.a) zamanında yapılan hiçbir şeyi bilmiyorum. Ona dediler: Namaz. Dedi ki: Namazla ilgili zayi ettiğinizi bilmiyor musunuz?"[age. Tezyiu's-Salat babı]

          d) Buharî, uzun bir hadiste İbn Abbas'tan şöyle naklediyor:
          "…Hz. Peygamber'in huzurunda tartıştılar; oysa onun huzurunda tartışmak yakışmaz. Daha sonra dediler ki:
          Peygamber sayıklıyor…"[Sahih-i Buharî, Kitabu'l-Cihad, hadis: 2888]

          e) Buharî, Usame'den şöyle naklediyor:
          "Hz. Peygamber Medine duvarlarının birinin üstüne çıktı ve buyurdu: Benim gördüğümü siz de görüyor musunuz? Şüphesiz evlerinizin arasındaki fitne yuvalarını görüyorum…"[age. Kitab-u Fezaili'l-Medine, Hadis: 1779]

          f) Buharî, Cabir'den şöyle naklediyor:
          "Biz Hz. Peygamber'le birlikte namaza meşgulken, Şam'dan gelen bir kafile Medine'ye girdi. Onlar kendileriyle birlikte yiyecek maddeleri getirmişlerdi. Namaz kılanlardan çoğu kafileye doğru koştular. Hz. Peygamber'in yanında on iki kişi dışında hiç kimse kalmadı. Bunun
          üzerine Hz. Peygamber'e şu ayet nazil oldu: Ve onlar, bir alış veriş yahut eğlence görünce ona gidip daldılar ve seni ayakta bıraktılar."[Cum'a, 11]

          g) Buharî, Ukbe b. Amir kanalıyla Hz. Peygamber'den (s.a.a) şöyle nakleder:
          "Gözüm üzerinizdedir, sizin üzerinize şahidim. Allah'a andolsun ki şimdi havuzu görüyorum ve bana yeryüzünün hazinelerinin kilidi verilmiştir. Benden sonra müşrik olmanızdan korkuyorum ve yeryüzünde kargaşa yaratmanızdan korkuyorum".[Sahih-i Buharî, Kitabu'l-Cenaiz, Hadis: 1278]

          Konunun devamında birkaç noktaya dikkat etmek gerekir:

          1- Sahabenin adil olup olmadığı konusunda konuşmak, kitap ve sünnetle muhalefet anlamına gelmez. Bu sadece "cerh ve tadil" yani iyileri kötülerden ayırt etmek amacını taşıyor.

          2- Seyyit Muhammed b. Akil "en-Nesaihu'l-Kafiye" adlı eserinde şöyle yazıyor:
          "Hüsnü zanda bulunmaya yönelik verilen emir, genel değil ve her yerde geçerliliği yoktur. Her yerde sıhhate hükmetmek revadır, ancak hakkı ispat ve batılı iptal makamı ve cerh ve tadil müstesna. Eğer bu yerlerde de sıhhate hükmedilecek olursa, ilâhî ahkam ve hadler tatil olur…"[Nesaihu'l-Kafie, s.224]

          3- Konu, sahabenin adaletidir, sahabeye sebbetmek değil. Ne yazık ki bazıları bu ikisini birbirinden ayırt edememiş, sahabenin tümünün adaletini kabul etmeyenleri sahabeyi
          sebbetmekle suçlamışlardır. Ehlisünnet'i sahabenin hepsinin adaleti görüşünü savunmaya
          iten sebep, Ehlibeyt'ten yüz çevirmesidir. İma-miyye Şiası, Ehlibeyt'i dinî merci olarak kabul eder ve hadislerini hüccet bilir.

          Hem Ehlibeyt'ten ve hem de sahabeden rivayet nakleder. Lakin her sahabeden değil, sadece adaletleri ispat edilen sahabeden. Ehlisünnet'in çoğu Ehlibeyt hadislerini hüccet bilmedikleri ve Hz.Peygamber'in sünnetine ulaşmak için sahabeden başka yolları olmadığı için sahabenin hepsinin adaletini ve hadislerinin hücciye-tini kabul etmek zorunda kaldı


          TAKİYYENİN MEŞRULUĞUNA DAİR İTTİFAK
          Cana ve mala yönelik tehlike bulunduğunda inancı gizlemeye "takiyye denir. Takiyye, Kur'ân öğretilerinden biridir.

          Takiyyenin Sözlük ve Terimsel Manası
          Zebidi, Tacu'l-Arus'ta şöyle yazıyor:
          "Takiyye, sözlükte zarardan kaçınmak ve ihtiyat etmek demektir…"[Tacu'l-Arus, c.10, s.396 "vegeye kökünden.]

          Ehlisünnet ve Şia'nın ittifakı üzere takiyye yalan ve nifak sayılmaz. Takiyyenin ne demek olduğu konusunda benzer sözler söylenmiştir. Örnek olarak bazısına değineceğiz:
          Serahsi Hanefî şöyle yazıyor:
          "Takiyye, insanın kendisini, söylediği sözlerden dolayı gelebilecek ceza ve tehlikelere karşı korumasıdır, kalbindeki şeyi gizlese bile."[Serahsi, el-Mebsut c.24, s.45]

          İbn Hacer Askalanî Şafiî şöyle yazıyor:
          "Takiyye, insanın içinde sakladığı şeyi başkası için söylemekten kaçınması demektir."[İbn Hacer Askalani, Fethu'l-Bari Fi Şerh-i Sahih-i Buharî, c.12, s.136]

          Alusî Hanbelî Vahhabî Takiyyeyi şöyle tanımlar:
          "İnsanın canını, malını ve şahsiyetini düşmanın şerrinden korumasıdır."

          Sonra düşmanı şöyle tarif ediyor:

          "Düşman iki kısımdır: Kafir ve Müslüman gibi din farklılığından kaynaklanan düşmanlık. Mal, mülk ve makam gibi dünyevi istek ve amaçlara dayalı düşmanlık."[Ruhu'l-Maani, Alusî, c.3, s.121]

          Seyyit Muhammed Reşit Rıza yazıyor ki:
          "Takiyye, canı zarara karşı korumak amaçlı hak-kın dışında söylenen ve yapılan şey demektir."[Tefsiru'l-Menar, c.3, s.28]

          Şeyh Meragi Mısri şöyle yazıyor:
          "Takiyye insanın canını, malını ve şahsiyetini düşmandan gelebilecek zararlara karşı korumak için hakkın dışında söylediği ve yaptığı şeylerden ibarettir.[Tefsiru'l-Meraği, c.3, s.137]

          İmamiyye alimlerinden Merhum Şeyh Ensari şöyle yazıyor:
          "Takiyye, cana gelebilecek zararları önlemek için sözde veya amelde hakka muhalefet ederek onlar gibi davranmaktır."[et-Takiyye, Şeyh Ensari, s.37]

          Takiyyenin Şer'î Dayanakları
          Şüphesiz Müslümanların ittifakı delile dayanmalıdır. Takiyye de aynı şekildedir. Şimdi burada takiyyenin şer'i delillerine işaret edeceğiz:

          a) Kur'ân
          Şiî ve Sünnî alimler takiyyenin meşruluğuna dair bazı ayetlere istinat etmişlerdir ki onlardan bazıları şunlardır:

          1- Yüce Allah şöyle buyuruyor: "İnananlar iman edenleri bırakıp da kafirleri dost edinmesinler. Bu işi yapan, Allah'tan bir şey beklemesin, fakat kafirlerden çekinmeniz gerekse o başka. Allah kendisinden sakınmanızı emretmektedir ve dönüp varılacak yer de Allah kapsıdır."[Al-i İmrân, 28]

          Müfessirlerin ve fakihlerin tümü bu ayeti takiyyenin delili olarak kabul etmişlerdir.[Tefsir-i Taberî, c.3, s.153, Tefsir-i Razi, c.8, s.13; Ruhu'l-Maani, c.3, s.121; Serahsi, el-Mebsut, c.24, s.45; Zamahşeri, el-Keşşaf, c.1, s.222 veKurtubi, el-Cami Li-Ahkami'l-Kur'ân, c.4, s.57 vs.]

          Enes b. Malik bu ayete dayanarak zorla yapılan boşanmanın doğru ve geçerli olmayacağını söylemiştir.[Malik b. Enes, el-Müdevvenetu'l-Kubra, c.3, s.29]

          2- "Canla, gönülle inanmışken ve yüreği inançla yatışmışken, zorla, cebirle, istemediği hâlde dininden döndüğünü söyleyenden başka, inandıktan sonra Allah'ı inkar eden, hatta kafirlikle yüreği genişleyen, hoşlanan kişi yok mu, bu çeşit kişilerdir Allah'ın gazabı ve onlara pek büyük bir azap var."[Nahl, 106]

          Müfessirler ve fakihler takiyyenin meşruiyeti için bu ayete istinat etmişlerdir.[ Sünen-i İbn Mace, c.1, s.53; Taberî, Camiu'l-Beyan, c.14, s.122 ve Cessas, Ahkamu'l-Kur'ân, vs.]

          İmam Şafiî zorla yapılan yeminin geçersizliği için bu ayete istinat etmiştir.[Ahkamu'l-Kur'ân, c.2, s.114]

          3- "Ve Firavun soyundan inanan ve inancını gizleyen bir er, dedi ki Rabbim Allah'tır dediği için mi adam öldüreceksiniz?..."[Mü'min, 28]

          Bütün müfessirler, bu adamın Hz. Musa'nın nübüvvetine iman getiren, ama Firavun ve yakınlarının onu öldürecekleri korkusuyla imanını gizleyen biri olduğu hususunda görüş birliği
          içerisindeler.

          4- Yüce Allah Kur'ân'ı Kerim'de şöyle buyuruyor: "Onları uyuttuğumuz gibi birbirlerine sormaları için öylece de uyandırdık ve içlerinden biri, ne kadar kaldık burada dedi. Bir gün uyumuşuz yahut günün bir kısmını uykuyla geçirmişiz ve rabbiniz daha iyi bilir dediler, ne kadar kaldığımızı, hele şimdi birinizi şu gümüş parayla şehre yollayın da yiyeceklerin hangisi daha temizse bir miktar alsın, bir rızk getirsin size, ancak çok ihtiyatlı davransın
          ve hiçbir kimse sizi duyup anlamasın. Çünkü anlarlar duyarlarsa ya taşlarlar sizi yahut ta dinlerine döndürürler ve artık kesin olarak kurtulamazsınız onlardan."[Kehf, 19-20]

          Yüce Allah bu ayette Ashabı-ı Kehf'in inandıktan sonra yaptıkları takiyyeye işaret etmiştir.
          Söz konusu edilen ayetler, kafirlere karşı yapılan takiy-yenin yanı sıra can, mal ve şahsiyeti korumak için Müslümanlara karşı yapılan takiyyenin de delili olabilir. Bunu başkaları da açıklamışlardır.

          Fahri Razi şöyle diyor:
          "Şafiî mezhebine göre, Müslümanların kendi aralarındaki durumları kafirler karşısındaki konumları gibi olursa, canın korunması için takiyye etmek caiz olur. Takiyye hayatî zararla kısıtlı değildir, malî zararlar için de yapılabilir; Müslümanın malı da kanı gibi saygındır. Kim bu yolda öldürülürse şehittir."[Tefsir-i Razi, c.8, s.13]

          Ebu Hureyre şöyle diyor:
          "Ben Hz. Peygamber'den iki kısım destur ve öğreti aldım. Onlardan bir kısmını halk arasında yaydım, ama diğer bir kısmını açıklamaktan kaçındım. Açıklayacak olsaydım öldürülürdüm."[Mehasinu't-Te'vil, c.4, s.82]

          Abbasi ve Emevîlerin hilâfeti dönemi zulümle doludur. Me'mun döneminde "Kur'ân'ın yaratılıp yaratılmadığı" konusunda Şia ve Sünni muhaddisleri genelde takiyye yapıyorlardı.
          Me'mun'unn çıkardığı kanundan sonra bir kişi dışında, herkes kalbinde inandığının aksini izhar etti.[Tarih-i Taberî, c.7, s.195-206]

          5- "O dinde size bir zorluk vermedi".[Hac, 78]

          b) Sözlü ve Amelî Sünnet
          Takiyye, bir çok nebevî hadiste ve Ehlisünnet kaynaklarında gelmiştir. Şimdi bunlardan bazılarına işaret ediyoruz:

          1- Hz. Peygamber şöyle buyurdu:
          "Ümmetimden hata, unutkanlık ve zorla yaptırılan şey kaldırılmıştır."[ Fethu'l-Bari, c.5, s.160-161 ve Kenzü'l-Ummal, c.47, s.233 vs]

          2- Suyutî, Hz. Peygamber'den şöyle naklediyor:
          "Müminin, kendilerine karşı takiyye yapmak zorunda kaldığı kavim, kötü bir kavimdir."

          3- Şia ve Sünni Hz. Peygamber'den şöyle naklediyor:
          "İslâm'da zarar ve ziyan yoktur."[1- Camiu's-Sağir, c.1, s.491]

          c) İcma
          Ehlisünnet alimleri takiyyenin cevazına dair icma etmişlerdir. Bunu belirtenlerden bazılarına işaret edeceğiz:

          – Ebu Bekir Cessas, Ahkamu'l-Kur'ân, c.1, s.127
          – İbnu'l-Arabi Malikî, Ahkamu'l-Kur'ân, c.2, s.1179
          – Abdurrahman Mukaddesi Hanbelî, el-Üdde Fî Şer-hi'l-Umde, s.464
          – Kurtubi Malikî, el-Cami Li-Ahkami'l-Kur'ân, c.10, s.180
          – İbn Kesir Şafiî, Tefsiru'l-Kur'ân'il-Azim, c.2, s.609
          – İbn Hacer Askalanî Şafiî, Fethu'l-Bari, c.12, s.264
          – İmam Şevkanî Zeydi, Fethu'l-Kadir, c.3, s.197
          – Cemalettin Kasimi Şami, Mehasinu't-Tevil, c.4, s.197
          – Şeyh Meragi Mısri, Tefsiru'l-Meraği, c.3, s.136
          – İsa Şekarra, el-İkrah ve Eseruhu Fi't-Tasarrufat, s.114
          – Doktor Abdulkerim Zeydan, Mecmuatu Buhusin Fıkhiyye,s.208

          Sahabenin Takiyyesi
          Tarihin tanıklığıyla sahabeden bir çoğunun değişik yerlerde takiyye yaptıkları sabit olmuştur. Can tehlikesi, şahsiyete zarar gelmesi, malın alınması, ihanet veya bir kamçıyla olsa bile vurma ihtimali ve benzer şeyler sebebiyle takiyye eden sahabelerden bazılarının ismine işaret ediyoruz:
          – Yasir b. Amir Kinanî (Ammar'ın babası)
          – Sümeyye (Yasir'in eşi ve Ammar'ın annesi)
          – Muaz b. Cebel
          – Ömer b. Hattab, Sahih-i Buharî, c.5, s.60
          – Kureyşli bir şahsın Ömer'e karşı yaptığı takiyye, Ki-tabu'l-Ezka, s.130
          – Suraka b. Malik b. Ceş'em, Hayatu's-Sahabe, c.4, s.327
          – Abdullah b. Mesut, el-Muhalla, c.8, s.336
          – Ebu'd-Derda, Sahih-i Buharî, c.8, s.37
          – Abdullah b. Huzeyfe, Zehebî'nin Tarih-i İslâm adlı eseri,c.2, s.87
          – Mikdad b. Esved, Sünen-i İbn Mace, c.1, s.53
          – Huzeyfe b. Yeman, el-Mebsut, Serahsi, c.24, s.46
          – Habbab b. Aret: Mekke'de işkence edildi ve takiyye etti.
          – Ammar b. Yasir: Mekke'de işkence edildi ve takiyye yaptı.
          – Suheyb b. Sinan (Suheyb Ruhî adıyla ünlü): Mekke'de işkenceedilince takiyye yaptı.
          – Cebr Mevla Hazremi: Küfre zorlanınca kafir olduğunu ilanetti.[Razi, Tefsiru'l-Kebir, c.20, s.121]

          – Sahabeden bir grubun takiyyesi, Tarih-i Taberî, c.5, s.167
          – Ebu Musa Eş'ari, el-Furuk, Karafi, c.4, s.236
          – Sevban, (öl. 54) İhya'u Ulumi'd-Din, Gazali, c.3, s.137
          – Ebu Hureyre (öl. 59), Sahih-i Buharî, c.1, s.41 ve Kitabu'lİlim.
          – Sahabeden bir grubun Muaviye karşısındaki takiyyesi,Sünen-i Neseî, c.5, s.253 ve Kitabul Menasik.
          – Abdullah b. Ömer b. Hattab, Sahih-i Buharî, c.5, s.140 veBedu'l-Halk.
          – Zeyd b. Erkam, Müsned-i Ahmed, c.47, s.368
          – Abdullah b. Abbas, Camiu'l-Beyan, Taberî, c.6, s.313
          – Sahabeden diğer bir grubun takiyyesi, Tarih-i Yakubi, c.2,s.197
          – Gazi Şureyh, Maktelu'l-Hüseyin, Lut b. Yahya, c.39-40
          – Enes b. Malik, Şerhu'l-Akideti't-Tahaviye, c.2, s.530

          Tabiinin Takiyyesi
          – Beni Zabbe'nin takiyyesi, Tarih-i Taberî, c.3, s.213
          – Sasaa b. Savhan, el-Behrul-Muhit, c.2, s.423
          – Mesruk b.Ecdeh, el-Mebsut, Serahsi, c.24, s.46
          – Necde b. Uveymir Harici, el-Milel ve'n-Nihel, Şehris-tani,c.1, s.125
          – Said b. Cubeyr, el-Emval, Ebu Ubeyt
          – Said b. Musayyib, el-Emval, s.565
          – Milyonlarca insanın Haccac b. Yusuf Sekafi karşısındayaptığı takiyye, Murucu'z-Zeheb, c.3, s.375 vs.
          – Mücahit b. Cebri Mekki, Tefsiri Kurtubi ve Taberî
          – Amir Şabi, Camiu'l-Ahkam Li'l-Kur'ân, Kurtubi, c.1, s.190
          – Zehhak b. Muzahim, Camiu'l-Beyan, Taberî, c.6, s.316
          – Hasan Basri, Sahih-i Buharî, c.9, s.25 vs..
          – Reca b. Hayve, el-Cami Li-Ahkami'l-Kur'ân, Kurtubi, c.10,s.124
          – Meymun b. Mehran, İhyau Ulumi'd-Din, Gazali, c.3, s.137
          – Eta b. Ebi Ribah, Ahkamu'l-Kur'ân, İmam Şafiî, c.2, s.114-115
          – Kitabe b. Deame Sedudi, el-Behru'l-Muhit, Ebu Hayyam,c.2, s.423
          – Şebeh Ebu Akkal, Uyunu'l-Ahbar, İbn Kuteybe, c.1, s.329
          – Zeheri, Usdu'l-Gabe, İbn Esir, s.308
          – Sudey, Camiu'l-Beyan, Taberî
          – Vasıl b. Eta, Kitabu'l-Eska, İbn Cevzî, s.136
          – Salim b. Ebi Hafse Beteri; Tehzibu't-Tehzib, c.3, s.374
          – Amr b. Ubeyd Muzetili, Tarih-i Bağdat, Hatib-i Bağdadi,c.12, s.269
          – Tabiinden bir topluluğun takiyyesi, Tarih-i Taberî, c.4,s.476 vs.
          – Harice b. Abdullah, Tehzibu't-Tehzib, c.10, s.251
          – Ebu İbn, Ahbaru Ebi Hanife, Humeyri, s.19,
          – Saffah ile biat anında yapılan takiyye, Ahbaru Ebi Hanife,s.14-15
          – Mensur ile biat anında, el-İntika, İbn Abdullah, s.159
          – Bağdat şehrinin inşasında, yıl 145, el-İber Fi Haberin MinGaber, Zehebi, c.1, s.155
          – Risafe kazasını kabul ederken, Tarih-i Bağdadi, c.13,s.329 vs…
          – İmam Sadık ile olan meselelerinde, el-Muvafık Fi MenakıbıEbi Hanife, c.1, s.173
          – Ebi İbn Leyla ile, et-Takiyye Fi'l-Taria'l-Fıkhî, Ali Şemlavi,s.185
          – Ebu Hanife'nin ashabının Ebu Hubeyre'nin karşısındaki takiyyesi, el-Eimmetu'l-Erbaa, Mustafa Şuk'e s.116
          – İbn Sem'a'nın Mensur karşısındaki takiyyesi, el-İmameve's-Siyase, c.2, s.173
          – Sufyan-i Sevri, Tarih-i Bağdat, c.3, s.385
          – İmam Malik b. Enes'in değişik yerlerde ki takiyyesi:

          Örneğin:
          Emevîler karşısında, Mizanu'l-İtidal, Zehebi, c.1, s.164

          Abbasiler karşısında, Mürucu'z-Zeheb, Mes'udî, c.3, s.340vs.

          Muvatta'nın telifinde, Tarihu'l-Hülafa, Suyutî, s.263

          Açıkça takiyye etmesi, el-Mudevvetu'l-Kubra, Malik b.Enes,c.3, s.20

          Said b. Esreş, Malik b. Enes'in dostu, Camiu Ahkami'l- Kur'ân, c.10, s.124


          Önemli Noktalar
          Şia'ya göre takiyye koşullara göre farz ve haram olabilir. İnsan bazı durumlarda malının veya canının tehlikede olduğunu ileri sürerek takiyye edemez.

          Şia imamları genellikle kılıç ve zehirle şehit edilmişlerdir. Eğer onlar takiyye etseydiler dünyada yüksek makamlara ulaşırlardı. Ama çok iyi biliyorlardı ki Yezit gibi şahıslar karşısında takiyye etmenin manası dinin ve mezhebin yok olmasından başka bir şey değildir.

          Din önderlerinin dinin esasını ve temellerini tehlikede gördükleri zamanlarda takiyye etmeleri doğru değildir. Takiyye şahısın düşman karşısındaki zaafı anında yaptığı
          şeydir. Ama dinî ahkam ve öğretileri öğretmede takiy-yenin hiçbir yeri yoktur. Bir alimin takiyye ederek dinî inançların tersine
          bir şeyler yazması ve onu toplumda yayması, yanlıştır. Şia alimleri en zor şartlarda bile inançlarını açıklamışlardır

          Takiyye konusunda, siyasi ihtilâflar yaratmak suretiyle baskı ortamı oluşturan ve yaşamı halka zindan edenler kınanmalıdır. Bu koşullarda takiyye etmek zorunda kalanları kınamak
          doğru değildir
          Derdin kendindedir bilmiyorsun, derman yine sendedir görmüyorsun, içine koca bir alem yerleştirilmiş; sen hala kendini küçük bir şey zannediyorsun. / Hz. Ali (as)

          Yorum


            #20
            Ynt: Kur'ân ve Sünnet Işığında EHLİBEYT MEKTEBİ

            Allah razi olsun emegine saglik kardesim


            Biliyorsan buyur konus...konusta feyiz alsinlar...bilmiyorsan tut dilini seni bir adam saysinlar

            Yorum


              #21
              Ynt: Kur'ân ve Sünnet Işığında EHLİBEYT MEKTEBİ

              Allah razı olsun..

              Yorum

              YUKARI ÇIK
              Çalışıyor...
              X