Duyuru

Daraltma
Henüz duyuru yok.

Nehc’ul Belağa’yı Tanıyalım

Daraltma
X
 
  • Filtre
  • Zaman
  • Göster
Hepsini Temizle
yeni gönderiler

    #16
    Ynt: Nehc’ul Belağa’yı Tanıyalım

    (Aynı Hutbeden):

    Ey doğru, düzen yaratılmış mahluk, ey rahimlerin karanlıklarında yetiştirilen çocuk, toprağın özünden yaratılmaya başladın, kuvvetli bir karar yerine kondun, bilinen bir zaman, orada durdun; takdir edilmiş bir müddet içinde de dünyada kaldın. Ana karnında bir yavrucaktın, oynar dururdun; ama ne çağırana seslenebilirdin, ne söyleneni duyardın. Sonra o karar ettiğin yerden, hiç görmediğin âleme çıkarıldın; oranın faydalanılacak şeylerinden de haberin yoktu senin. Ananın memesinden gıdalanmayı kim öğretti sana? Arama, isteme yerlerinden ihtiyacını gidermeyi kim belletti sana?.(26)

    Bir sûrete, bir şekle, bir heyete bürünmüş, âzâya sâhip olmuş bir yaratığın sıfatlarını bile bilmekten âciz olanın, yaratıcısının sıfatlarını bilmesi ne kadar da uzak; elbette yaratılan, bu hususta daha da âciz olacak. Yaratılmışların hadlerini anlamak imkânı yokken yaratan hakkında söz söylemek; ne de boş; bu, öyle bir şey ki mümkün değil, olmayacak.

    176
    Kur'an-ı Mecid'i Vasfeden bir hutbeleri
    Allah'ın beyanıyla faydalanın; Allah'ın öğüdüyle öğüt-lenin; O'nun öğüdünü kabûl edin, tutun. Çünkü Allah, sizin özürler getirmenize karşı açık deliller serdetti; sevdiği işleri size bildirdi; hoşlanmadığı şeyleri anlattı; bütün bunları da buyruklarına uymanız, nehyettiği şeylerden kaçınmanız için izhâr etti.

    Gerçekten de Allah'ın Rasûlü, Allah'ın salâtı O'na ve soyuna olsun, şüphe yok ki cennet hoşa gitmeyen şeylerle kaplanmıştır, cehennem de isteklerle kaplanmıştır buyur-muştur.(27) Bilin ki hiç bir tâat yoktur, ancak tabiatın hoşlan-madığı şeye dayanır ve hiç bir isyân ve suç yoktur, ancak nefsin isteğine, dileğine bağlanır. Allah rahmet etsin şehvetinden kaçınan, nefsinin dileğini söküp atan kişiye; çünkü şu nefis, insanı olmayacak şeylere sürükler, götürür; insan, onun dileklerini söküp atmadıkça boyuna onun dileğine uyar, suça, isyâna düşer gider. Bilin ki Allah kulları, inanan, nefsinden zanlara düşerek, onun düzeninden emin olmadan sabahlar, akşamlar; boyuna nefsini ayıplar, onu kınar durur.

    Sizden öncekiler gibi olun; sizden önce gidenlere uyun; onlar, dünyada, göçecek kişiler gibi çadır kurdular, konaklardan göçen kişiler gibi konakları bırakıp göçtüler.

    Bilin ki şu Kur'ân, öğüdünde aldatmayan, yol gösterme-de insanı azdırmayan, söyleyişte yalan söylemeyen bir öğütçüdür. Kur'ân'la oturup kalkan, doğrulukta, fazla bir şeye ulaşmayan, körlükte noksana erişmeden oturup kalkar. Bilin ki hiç kimseye Kur'ân'dan sonra bir ihtiyaç, bir yoksulluk gelip çatmaz; hiç kimseye ona uyduktan sonra bir zenginlik ulaşmaz. Dertlerinize O'ndan şifâ dileyin; güçlüklerinize O'ndan yardım isteyin; çünkü O en büyük derde bile devâdır ki o da küfürdür, nifâktır, azgınlıktır, sapıklıktır. Allah'tan Kur'ân'la dileğinizi dileyin; O'nunla Allah'a yönelin; O'nu vesile ederek halktan bir şey istemeyin; çünkü kullar, Allah'a, O'na benzer, O'nun değerine denk değerli başka bir şeyle yönelemezler.

    Bilin ki O şefaatçidir, şefaati kabûl edilir; öylesine bir söz söyleyendir ki sözü tasdik olunur; Kur'ân kıyâmet gününde kime şefâat ederse şefâati kabûl olur ve Kur'ân, kıyâmet gününde kimin aleyhinde söz söylerse sözü makbûl sayılır.(28)

    Çünkü kıyâmet günü bir nidâ eden nidâ eder de der ki: Bilin, Kur'ân'dan başka bir şey eken, ektiğini biçerken belâlara uğrar. Artık siz de O'nu ekin, O'na uyun; Rabbinize O'nu delil eden; nefislerinize O'nu öğütçü yapın; kendi reyleriniz O'na uymazsa reylerinizi töhmetleyin; dilekleriniz O'na aykırıysa dileklerinize hıyânette bulunun.

    İyi işe koyulun, iyi işe; sonra da sona dek çalışın, sona dek. Doğru olun, doğru; sonra da dayanın da dayanın; sakının da sakının. Bilin ki size bir son vardır, sonunuza yönelin. Bilin ki size alâmetler dikilmiştir, onlara uyun da yol alın; bilin ki İslâm için bir son durak vardır; o durağa yürüyün.

    Allah'a, size hakkından vâcip ettiği şeyleri edâ ederek, bildirdiği vazifeleri yaparak ulaşın. Ben tanıkım size, kıyâmet gününde de hüccet getiren, delil azhâr edenim size. Bilin ki kader, olup biter, kazâ gelir çatar. Ben Allah'ın vaadiyle, deliliyle konuşuyorum sizinle. Yüce Allah buyurmuştur ki:

    "Rabbimiz Allah'tır diyen, sonra da doğru yürüyen kişilere melekler inerler de korkmayın, mahzûn olmayın, muştuluk size, size vaadedilen cennetle derler."

    Yorum


      #17
      Ynt: Nehc’ul Belağa’yı Tanıyalım

      ."

      (29) Siz de Rabbimiz Allah'tır dediniz ya, o halde kitabına uyun da doğru olun; emrine uyup kulluğunda doğru yola gidin de doğrulukta bulunun. Sonra da o doğru yoldan ayrılmayın; o yolda bidatler meydana getirmeyin; o yola aykırı harekette bulunmayın. Çünkü ayrılanlar, gerçekten ayrılırlar; kıyâmet gününde, Allah katında, rahmetine ulaşamazlar.

      Bundan sonra da halkı ayırmaktan sakının, dilinizi uz tutun; gönlünüz başka düşüncede, diliniz başka sözde olmasın. Herkesin dilini zaptetmesi gerektir. Çünkü bu dil, serkeştir; sâhibini eğri yola götürür, saptırır. Andolsun Allah'a ki ben, çekinen kulun, dilini zaptetmedikçe çekinmesinden faydalandığını görmedim. Çünkü inananın dili, gönlünün ardındadır; münafığın gönlüyse dilinin ardında. İnanan, bir söz söylemek istedi mi, önce gönlünden geçirir o sözü, bir düşünür, hayırsa söyler, şerse vazgeçer. Münâfıksa diline gelini söyler; hangi söz kendisine fayda verir, hangi söz zarar, düşünmez bile. Allah'ın salâtı O'na ve soyuna olsun, Rasûlullah, "Bir kulun îmânı, gönlü doğru olmadıkça doğru olmaz; gönlü de, dili doğru olmadıkça doğrulmaz" buyurmuştur.(30)

      Kim yüce Allah'a, avucu Müslümanların kanlarından, mallarından tertemiz olarak ulaşmak isterse, dilini onların ayıplarından korusun, bunu yapsın.

      Bilin ey Allah kulları, gerçekten de inanan bu yıl helâl bildiğini geçen yıl da helâl bilir; geçen yıl hâram saydığını bu yıl da hâram sayar. Harâm olan şeylerden, insanların helâl saydıkları, size helâl olmaz; helâl, Allah'ın helâl ettiği şeydir, harâm da Allah'ın harâm ettiği şey.

      İşlerde tecrübeniz var, onlarda tedbirde bulundunuz; öğütler verildi sizden öncekilerin halleriyle, örnekler gösterildi size; apaçık işe çağrıldınız; bunu ancak sağır duymadı, kör görmedi.

      Allah'ın belâlarla sınadığı, tecrübelerle denediği kişiye hiç bir öğüt fayda veremez, tanımadığı, inkâr ettiği kusûr, önüne çıkagelir; tanıdığı şey, önünde belirir; o vakit inkâr ettiğini anlar, ikrâr ettiğini tanır, bilir.

      İnsanlar iki bölüktür: Bir bölüğü şeriata uyar; öbür bölüğü bidate sapar. Bu ikinci bölüğün, noksan sıfatlardan münezzeh Allah'tan ne bir delili vardır, ne bir ışığı. Noksan sıfatlardan münezzeh olan Allah, hiç bir kimseye Kur'an'a benzer başka bir şeyle öğüt vermez; çünkü Kur'ân, Allah'ın sağlam ipidir, emin sebebidir; gönüllerin bahârı ondadır; bilgilerin kaynakları onda; gönüle ondan başka bir şeyle cilâ olamaz; ondan başka bir şey gönlü parlatamaz. Böyle olmakla beraber gene de ondan öğüt alanlar, ona uyup yol almışlardır; unutanlar, unutmaya kapılanlar, yolda kalakalmışlardır.(31)

      Bir hayır gördünüz mü, ona yardım edin, bir şer gördünüz mü, bırakın onu, gidin. Çünkü Allah'ın salâtı O'na ve soyuna olsun, Rahsûlullâh: "Ey Âdemoğlu, hayır işle, şerri bırak; o vakit cömert olur, orta yolu bulursun" buyurmuştur.(32)

      Bilin ki zulüm üç kısımdır: Bir zulüm var, bağışlanmaz, bir zulüm var, terk edilmez; cezâsı verilir; bir zulüm var, bağışlanır, cezası aranmaz. Bağışlanmayan zulüm. Allah'a şirk koşmaktır. Yüce Allah, "Gerçekten de Allah kendisine şirk koşanı bağışlamaz" buyurmuştur.(33) Bağışlanan zulüm, kulun bâzı küçük şeylerde, hoş olmayan işlerde kendisine zulmetmesidir.(34) Terk edilmeyen zulümse, kulların birbirlerine zulmüdür. Burada kısâs pek çetindir; o da bıçakla yaralamak, kamçıyla vurmak değildir; bunlar, onun yanında pek küçük kalır, pek ehemmiyetsiz sayılır.(35)

      Sakının Allah dininde renkten renge girmekten. Çünkü gerçeğe ait olup hoşlanmadığınız, fakat birleşerek yaptığı-nız şey, batıla dâir severek, fakat birbirinizden ayrılarak yaptığınız şeyden hayırlıdır. Gerçekten de, noksan sıfatlar-dan münezzeh olan Allah, ayrılıkla ne geçmiş kavimlerden birine hayır vermiştir, ne şimdiki topluluklardan birine hayır verir.

      Ey insanlar, ne mutlu o kişiye ki kendi ayıbı, onu insanların ayıplarını görmekten alıkor; ne mutlu o kişiye ki evinde oturur, rızkını yer, Rabbinin kulluğuyla meşgul olur, kendi hatâlarına ağlar, kendisiyle uğraşır; halk ondan rahattır, esendir.

      198
      İslam ve Kur'an'a ait bir hutbelerinden
      Sonra bilin ki bu İslâm dini, Allah'ın seçtiği, kendi inâyetiyle lütfettiği, tebliği için halkının en hayırlısını seçip gönderdiği, direklerini, sevgiyle yücelttiği Allah dinidir. (Eski ve hurâfelerle karışmış) dinleri, onun yüceliğiyle alçaltmıştır; şerîatları, onu yücelterek neshetmiştir. Ona olan lütfüyle düşmanlarını hor, hakir kılmıştır; karşı duran-ları, o dine yardım ederek aşağılık bir hâle getirmiştir; onun sağlam temeliyle, kuvvetli direğiyle sapıklık ve azgınlık direklerini yıkmıştır; o dinin havuzlarından susuzları suya kandırmıştır; o suyu içenler tüketememişlerdir; onların içtikleri kadar da o havuzu tekrar doldurmuştur.

      Sonra da onu, öylesine pekiştirmiştir ki kulpunun kop-masına, halkasının koparılmasına imkân yoktur;(36) mümkün değil harâb olmaz yapısı; yıkılmaz direkleri, çökmez yapısı. Meyveler veren ağacı çürümez; zamanı dolmaz; hükmü eskimez; dalları, budakları kopmaz. O dinin yolları daralmaz; o dümdüz yolu ne sarplık sarar; ne aydınlığı karanlık kaplar; ne sehil gidişini aykırılık kavrar. Ne o yolda çerçöp vardır, ne bir aykırılık görünür; ne açık yoluna bir kumluk çıkar, ayakları batırır, ne ışıkları söner o yolun, ne de tatlılığını bir acılık bozar.

      İslâm, öyle bir dindir ki direklerini Allah, gerçek üzerine kurmuş, o direklere sağlam dayanaklar yapmıştır. Sularla dolu kaynakları var, coşup köpürerek akar; ışıkları var, yalımyalım parlar. Dikilmiş işaretleri, alâmetleri var, dileyene yol gösterir; gidenler yol bulur, oraya varır; sağrakları var, gidenlere sunulur, içenleri kandırır. Allah razılığının en üstününü, direklerinin en yücesini, itâatinin en kabûl edilenini o dine bağışlamıştır. Müslümanlık, Allah katında direkleri sağlam, yapısı yüce, nûru aydınlatıcı, kudreti üstündür; nişâneleri uzaktan da görülür; yol bulmak, oraya varmak isteyenler görür, bulur. Yerinden oynatılamaz; kınanmasına imkân bulunmaz. O dini yüce tanıyın, ona uyun; o dinin hakkını verin, lâyık olduğu mevkiye koyun.

      Sonra, noksan sıfatlardan münezzeh olan Allah, gerçekten de Muhammed'i, Allah'ın salâtı O'na ve soyuna olsun, dünyanın geçip gitmek, âhiretin doğup ışımak üzere bulunduğu bir çağda, gerçek üzere gönderdi. Dünya aydınlandıktan sonra karanlıklara bürünmüştü; mihnet, diz boyu yücelmiş, görünmüştü. Dünyanın yumuşak döşeği sertleşmişti; ömrü sona ermişti; müddeti bitmişti; kıyâmet alâmetleri belirmişti. Dünyadakiler ümit kesmişlerdi, ondan yüz çevirmişlerdi; halkası kopmak, düğümü çözülmek üzereydi. Nimetleri bozulup gitmiş, ayıpları ortaya çıkmış, uzun sürecek sanılan zamanı kısalmıştı. Böyle bir çağda Allah, haberlerini ulaştırmak, uyanlara lütfetmek, çağını ilkbahara çevirmek, yardımcılarını yüceltmek, yardım edenlere şeref vermek üzere Muhammed'i gönderdi.(37)

      Yorum


        #18
        Ynt: Nehc’ul Belağa’yı Tanıyalım

        Sonra da ona bir kitap indirdi ki o, bir nurdur, ışığı sönmez; bir ışıktır, yalımı tükenmez; bir denizdir, dibine inilmez; bir yoldur, tutan sapmaz, yol yitirmez; bir yalımdır, alevi kararmaz. Hakkı, batılı ayırır; delili reddedilemez. Bir yapıdır, direkleri yıkılamaz. Bir şifâdır, hastalananların, onunla iyileşmeyeceklerinden korkulmaz. Bir üstünlüktür, yardımcıları bozguna uğramaz. Bir gerçektir, ona uyanlar, horluğa düşmez.(38)

        O, îmânın mâdenidir, orta yoludur. İlmin kaynaklarıdır, denizleridir. Adaletin bağları, bahçeleridir, kaynakları, sularıdır. İslâm'ın esâsıdır, yapısıdır. Gerçeğin vadîleridir, dümdüz ovasıdır. Bir denizdir, ne kadar su alan olursa olsun, tükenmez. Kaynaklardır ki su alanlar, dibine varamaz-lar; sağraklardır, dolduruldukça doldurulur, gelenlere sunulur, suyu bitmez. Konaklardır, yolcular, yol yitirmezler. Dikilmiş alâmetler, yakılmış, yandırılmış ateşler, yol alanlar, onları görmezlikten gelemezler. Uyulacak kudrettir, ona uyanlar, ondan dönmezler.(39)

        Allah, onu bilginlerin susuzluklarını gidermek, din hükümlerini bilenlerin gönüllerine ilkbahar güzelliğini vermek, temiz kişilerin yollarını göstermek için sebep kılmıştır. Bir ilâçtır ki onu kullanana artık hastalık gelmez; bir ışıktır ki onunla beraber karanlık hüküm sürmez. Yapışılacak düğümü sağlam bir iptir; yücesi sarp bir kaledir; ona dost olana üstünlüktür; oraya girene eminliktir; ona uyana yol gösterendir; ona mensûp olana makbûl özürdür; onunla konuşana burhandır; ona uyup düşmanıyla savaşana tanıktır, furkandır; onu yükleneni yüklenir; onunla amel edeni taşır. Kim onu kendisine bir alâmet, bir nişan olarak alırsa delil olur ona; kim onu taşırsa kalkan kesilir ona, dinleyip belleyene bilgi olur; O'ndan rivâyet edene sözdür o, onunla gerçek üzere hüküm verene hükümdür o.(40)

        214
        Şehâdet ederim ki Allah tam adalet sahibidir; adaletle muamele eder; tam hikmetle hükmedendir, hakla batılı tefrik eyler ve şehâdet ederim ki Muhammed, O'nun kuludur; kullarının ulusudur. Allah kullarını değiştirdikçe, geçenler geçip, gelenler geldikçe onları iki bölüğe ayırmıştır; O'nun vücudunu o iki bölüğün hayırlı kısmına vermiştir. Soyunda ne zinâ eden vardır, ne kötülük yoluna giden.

        Bilin ki Allah, hayır işlemeye ehil olanları, emrine uyup hayra yönelenleri seçmiştir; Hakk'ın direkleridir onlar, itâati, kulluğu koruyanlardır onlar. Sizin için de her kullukta, Allah'tan bir yardım var, onu dillerden söyler, gönüllere ilhâm eder; yeter bulanlara bunda yeterlik vardır; şifâ arayanlara şifâ vardır.

        Bilin ki Allah'ın ilmini koruyan kullar vardır ki onu siyânet ederler; kaynaklarını akıtıp dururlar. Birbirleriyle uzlaşarak buluşurlar, birbirlerine sevişerek kavuşurlar. Birbirlerine ilim ve hikmet sağrağını sunarlar; onu içip vefâ ve nasihatle kanarlar. Onları şüphe bulandırmaz; gaybet onlara yol bulmaz. Yaratılışları, huyları böyledir; bu huylarla sevişirler; bu huylarla, birbirleriyle uzlaşırlar. Onlar, ekin için ayrılmış en güzel tohumlardır; kötüleri ayıklanmış, atılmıştır; iyileri seçilmiş, alınmıştır. Öz doğruluğu onları seçmiştir; sınanmalar, onları denemiştir.(41)

        Şu halde insanın, Allah emirlerini yüce bilerek kabûl etmesi; her şeyi kırıp geçiren, yıkıp döken kıyâmet gelip çatmadan ondan çekinmesi gerek. İnsanın müddeti az günlerde, duruluşu, konaklanışı, kısa yerde, göçüp bırakacağı, varıp konacağı yer için hazırlıkta bulunması gerek. Ne mutlu o kişiye ki selîm bir kalbe sâhiptir, gıll-u gışı yoktur da kendisine doğru yolu gösterene uyar; onu kötülüğe sevk etmek isteyenden, kaçar; ona yol gösterene uyup, onu hidâyete sevk edene itâat edip esenlik yolunu bulur, o yolu tutar; kapıları kapanmadan, sebepleri yitip gitmeden hidâyete koşar; tövbe kapısını açmak ister; kendisinden suçları atmak ister. Elbette bu kişi hidâyet yoluna sevkedilmiştir, doğru ve aydın yola yönelmiştir.(42)



        Yorum


          #19
          Ynt: Nehc’ul Belağa’yı Tanıyalım

          (13) - Vilâyet ve vasiyet, Hz. Peygamber'in (s.a.a) yerine geçen zâtın, Allah'ın emri ve Hz. peygamber'in (s.a.a) tebliği ile ümmetin imâmı ve Peygamberinin vasisi olup din ve dünya işlerinde ümmet içinde veliyy'ül-emr oluşudur ki bu inanç "İmâmiyye", yahut On iki İmâm'ın vilâyet ve imâmetine inandıkları için "İsnâ-Aşeriyye" denen, diğer mezhepler, İmâm Muhammed'ül Bâkır (a.s) ve oğlu İmâm Ca'fer'üs Sâdık'ın (a.s) zamanında çıktığı ve Ehl-i beyte uyanların İmâm Ca'fer'e (a.s) uydukları için "Ca'feriyye" diye de anılan mezhebi, diğer mezheplerden bilhassa ayıran inançtır.

          (Bu hutbenin son fıkrasına nazaran Emir'ül-Müminin'in (a.s), hemen halife oluşundan sonra irâd edilmiş olması ihtimâli de vardır.)

          (14) - "Kendileri de bunlara adamakıllı inandıkları, bunları iyice bilip anladıkları halde zulümle, ululanmayla inâdına inkâr ettiler; bak da gör bozguncuların sonu ne oldu" (Neml,14).

          (15) - "O'dur evvel ve âhır ve zahîr ve bâtın ve O'dur her şeyi bilici." (57, Hadid, 3) Kadîm olması, kendisinden başka her şeyin sonradan yaratılmış bulunması bakımından, vakit mefhumu düşünülmeksizin evveldir; her şey fenâ bulunduğundan ve bâki yalnız kendisi olduğundan âhırdır; evveline bir evvel tasavvur edilemediği gibi zevâli de yoktur. Her şey O'nun tasarrufu altındadır; O'ysa her şeyden üstündür, bu bakımdan zâhirdir; her şeyi künhiyle, yaratmadan ve yarattıktan sonra bildiğinden ve O'ndan başka bilen olmadığından bâtındır; delilleriyle zâhir, yarattıklarının duygularından bâtındır; hiç bir şeye, zâhirî yakınlığı olmamak üzere zâhir kudreti, her şeyde göründüğü cihetle bâtındır diyenler, yaratış bakımından evvel, rızık veriş bakımından âhır, hayat veriş bakımından zâhir, öldürüş bakımından bâtındır tarzında tefsir edenler de olmuştur. Ezelî oluşuyla evvel, ebedî oluşuyla âhır, birliğiyle zâhir, hiç bir şeye ihtiyacı olmamakla da bâtındır da demişlerdir. Evveline evvel olmaması dolayısıyla kadîmdir; yâni evveldir; iman edenler âhirette rahmeti şâmil olmakla âhırdır; hikmetiyle zâhirdir; bilgisiyle bâtındır da denmiştir.

          (16) - Hulûl, bir şeyin başka bir şeye girmesidir; iki şey birleşirse buna ittihâd denir. Allah tebâreke ve Teâlâ hiç bir şeye hulûl etmediği gibi 'Onun için ittihâd da mümkün değildir, bu çeşit bir inanç beslemek, Müslümanlığın esasına aykırıdır.

          (17) - Bu kısımda Allah Süphanehu ve Teâlâ'nın zâtını düşünmemek esası vardır. Hz. Peygamber'in (s.a.a), "Allah'ın halkında düşünün, Allah hakkında düşünmeyin, sonra helâk olursunuz" buyurduğunu Ebû-Zerr (r.a) ve İbn-i Abbâs (r.a), "Halkı düşünün; Hâlıkı düşünmeyin; çünkü O'nun zâtını takdir edemezsiniz" buyurduğunu gene İbn-i Abbas rivayet etmiştir (Cami'üs Sagıyr, 1, s.111). Bu hadisler, Allah'ın kudretini, hikmetini, eserlerini, sun'unu, rahmetini, lütfunu, ihsanını düşünmeyi, yaratılanlarla O'nun varlığına, birliğine, kudretine, hikmetine yol bulmayı men etmemekte, fakat zâtının künhünü aklın idrâk edemeyeceğini, böyle bir düşünceye kapılanın aklına uyup sapıklığa düşeceğini bildirmektedir. Aynı zamanda,

          "Öyle bir mâbud-dur ki sana kitap indirdi. Onun bir kısmı, mânası apaçık âyetlerdir ve bunlar, kitabın temelidir. Diğer kısmıysa çeşitli mânâlara benzerlik gösterir âyetlerdir. Yüreklerinde eğrilik olanlar, fitne çıkarmak ve yorumlamak için mânaları açık olmayan âyetlere uyarlar. Halbuki onların yorumlarını ancak Allah bilir. Bilgide şüpheleri olmayacak kadar kuvvetli olanlarsa derler ki: Biz inandık O'na, hepsi de Rabbimizdendir; bunu aklı tam olanlardan başkaları düşünemezler" âyetine de işaret vardır (3, Âli İmran, 7). Mânaları apaçık âyetlere "Muhkemât", mânaları açık olarak belli olmayan âyetlere "Müteşâbihât" denir; bunları 1. hutbenin 9. notunda izah etmiştik; bakınız.

          (18) - 26. sûrenin (Şuarâ&#039 97-98. âyetleridir. Bu kısmında Mücessime ve Müşebbihe'ye, yâni Allah Süphanehu ve Taâla'ya cisim isnâd etmek, O'nu insana benzetmek, O'na mekân isbâtına kalkmak gibi sapık inançlara kapılanlara, putları, O'na eşit, yâhut O'ndan daha kudretsiz, fakat O'nun katında şefaatçi sayanların da küfrüne işaret vardır.

          (19) - Bu kısımda gök denen şeyin, boşluk olduğunu, boşluktaki cirmi saran hava tabakası bulunduğunu, yıldızların da, Güneş ve Ay'ın da döndüğünü, yürüdüğünü, medarları olduğunu, henüz göze görünmeyecek kadar uzak yıldızların mevcudiyetini bildirmektedirler. Nitekim 36. sûrenin (Yâ-Sîn) 38-40. âyetlerinde, "Ve Güneş de karar edeceği yere akıp gider; bu, üstün hüküm ve hikmet sahibi Mâbûd'un takdiridir. Ve Ay için de muayyen zamanlarda konaklar tayin ettik; her devrin sonunda, eski, kuru ve eğri hurma salkımının çöpüne döner. Ne Güneş, Ay'a yetişebilir ve ne gece, gündüzü geçebilir; hepsi de bir gökte yüzüp durur" buyrulmaktadır. Aynı bölümde, 38. sûrenin (Sâffât) 6. âyetine de işaret edilmektedir.

          Yıldızların kutlu, kutsuz oluşuna gelince:

          Hazret-i Emir'ül-Mü'minîn (a.s), Haricilerle, Nehrevan savaşına giderlerken Eş'as b. Kays-ı Kindî'nin kardeşi Afif b. Kays, Yâ Emir el-Mü'minîn, şimdi gidersen korkarım, üst olamazsın; yıldız bilgisi bunu gösteriyor demişti. Bu adam, yıldız bilgisi bilgini geçinirdi. Hazret-i Emir (a.s) buyurdular ki:

          Sen sanır mısın ki bir saat var, o saatte gidene kötülük erişmez ve bir saat da var ki o saatte gidene, korkarsın, zarar erer?

          Kim bu sözünü tasdik ederse Kur'ân'ı tekzib eder; zanneder ki dilediği, sevdiği şeye ermek, erişmek için Allah'ın yardımına muhtaç olmaz, kötülüğü gidermek için O'nun yardımına ihtiyaç duymaz. Senin bu sözüne uyanın, Rabbine değil, sana hamd etmesi gerekir. Çünkü sen, zannınca onu, fayda elde edecek yola götürmedesin, zarardan da emin etmedesin.

          (Sonra halka dönüp buyurdular ki

          Ey insanlar, sakının yıldız bilgisi öğrenmekten; ancak karada, denizde, yıldızlarla yol bulacak kadar bir bilgi belleyebilirsiniz. Çünkü yıldız bilgisi, insanı gaybden haber vermeye götürür; müneccim, gaybden haber verene benzer; gaybden haber veren büyücü gibidir; büyücü ise kâfir gibi. Kâfirse cehennemdedir. Yürüyün Allah'ın adıyla (Muhammed Abduh Şerhi, 1, s. 128-129).

          Gaybden haber vermek davasında bulunmaya "Kehânet", bu davayı güdene "Kâhin" denir. Hazretin sözlerinde de böyle geçmektedir; remil, cefr vesaire gibi bilgileri bildiklerini iddia edenler de bu hükme girer.

          Hz. Peygamber (s.a.a), büyü, üfürükçülük, kuşların uçuşundan hüküm çıkarmak, kâhînlik, yıldız bilgisi, muska takmak gibi batıl inançları tamamıyla men etmiştir. Câmi'us-Sagıyr, 1, s.31, 67, 123, 2. 116, 140, 148, 142, 187; Künûz'ül-Hakaaık, 2, s.87, 120). Hattâ Hz. Ali'ye (a.s), "Yâ Ali, yıldız bilgisi bildiğini iddia eden kişi ile düşüp kalkma" buyurmuştur (Künuz'ül-Hakaaık, 2, s.206).

          Bütün bunlara nazaran kutlu, kutsuz yıldız, arza tesîrî bakımındandır; yoksa yıldızlar da Allah'ın mahluklarıdır; kutluları, kutsuzları yoktur.

          (20) - Mes'ade b. Sadka, İmâm Muhammed'ül-Bâkır ve Ca'fer'üs-Sâdık'a ulaşmıştır. Emir'ül-Mü'minin'in hutbelerini hâvi bir kitabı vardır (Tenkıyh, c.3, s.212).

          (21) - Hz. Rasûl-i Ekrem (s.a.a) "Gerçekten de Allah mahlûkatını yarattı ve beni onların en hayırlı bölüğünden kıldı. Sonra kabilelerden hayırlısını seçti; beni en hayırlı kabileye mensup etti; sonra evleri seçti; beni en hayırlı eve verdi; ben hem en hayırlınızım, hem en hayırlı evdenim" ve "Allah İsmâil evlâdından Kinâne'yi, Kinâne'den Kureyş'i, Kureyş'ten Hâşimoğulları'nı seçti; beni de Hâşimoğulları arasından seçti" buyurmuşlar (Câmi'us-Sagıyr, 1, s.56, 58) ve atalarını saydıktan sonra kendisine ve atalarına câhiliyyet kirleri bulaşmadığını, Âdem'den îtibâren atalarının, nikâhla doğdu-ğunu, soy ve baba bakımından en hayırlı bulunduklarını bildirmişlerdir (aynl, s. 89).

          (22) - Dı'bil, Hazret-i Emrî'nin (a.s) ashabından bir zattır. "Gözler apaçık göremez" sözünde, 6. sûrenin (En'âm),

          "Gözler onu göremez, O, gözleri görür, O'dur lütfu bol ve herşeyden haberdar" meâlindeki 103. âyet-i kerîmesiyle 7. sûredeki (A'raf), Hz. Mûsâ'ya (a.s),

          "Beni kesin olarak göremezsin sen" meâlini taşıyan 143. âyet-i kerîmesindeki beyana işaret vardır. Bu âyette, Rabbin dağa tecellîsini İbn-i Abbâs, nûrunun tecellisi, Hasen, vahyinin tecellisi olarak tefsîr etmişlerdir. 75. sûrenin,

          "O gün yüzler parlar; güzelleşir ve Rablerine bakarlar"; meâlindeki 22. ve 23. âyetlerinin tefsîrinde, 23. âyetteki "Nâzıra" sözünü,

          "Rablerinin, lütfunu, nimetini beklerler lütuf ve ihsanlarına bakarlar" denmiştir; bu tefsir, yukarıdaki iki âyet-i kerîmenin meâline uyar. Görülen şeyin bir mekânda olup görenle arasında, görülebilecek bir mesâfenin bulunması, görüşün bir zaman dahiline girmesi, görülen şeyin cisim, hayyiz sahibi olması, bu takdirde mürekkep olup tahallülüne de imkân tasavvur edilebilmesi düşünülerek Allah-u Teâlâ'nın bu gibi evsaftan münezzeh olduğunu kaail bulunanlar, rü'yeti münteni' kabul etmişlerdir ki Eimme-i Hüdâ (Aleyhimüsselâm)dan gelen haberlerin hepsi, bunda müttefiktir. Allah'ın maiyeti, kurbeti, mekân ve zaman kayıtlarından müberrâ olup ilmiyledir; kelâmı, vahiy sûretiyledir; ilmiyle duyulan, görülen şeyleri semî ve basirdir; nitekim dirliği de zâtidir; bu bakımdan, hayydır, ezelî ve ebedî, yani kadîm ve bâkidir. Kudretiyle irâde eder, irâdesiyle mükevvindir. Hülâsa sıfatları da zâtı gibi idrâk edilemez; O'nu tavsif, teşbîhi icab eder ki bu da batıldır.

          (23) - "Hep birden Allah'ın ipine (Kur'an'a) sımsıkı sarılın, bölük, bölük olmayın ve anın Allah'ın size verdiği nimeti, anın o zamanı ki düşmandınız birbirinize, kalp-lerinizi uzlaştırdı; nimetiyle kardeş oldunuz. İçinde ateş dolu bir çukurun tam kıyısındaydınız, sizi kurtardı ondan. Allah doğru yolu bulursunuz diye delillerini böyle açıklar size" (3. Âl-i İmran, 103).

          Alçalışı, yâni gönül alçaklığını, mânevî yücelik etmiş, yüceliği, yâni soy-boy şerefini alçaltmıştır.

          (24) - Sabah olup... tez giden hakkında söylenen ata-sözüdür.

          (25) - Allah katında din, ancak İslâm dinidir. Kendilerine kitap verilenler, bunu adamakıllı bildikten sonra aralarındaki azgınlık ve haddini aşma yüzünden ihtilâfa düştüler ve kim Allah'ın âyetlerine inanmazsa bilsin ki Allah pek tez hesap görendir (3, Âl-i İmran, 19). Her doğan çocuk, yaratılış dininde (İslâm dininde) doğar; dili konuşmaya yatıncaya dek de böyledir; sonra anası, babası, onu Yahûdi yapar, Hıristiyan eder, Mecûsî kılar (Hadis, Câmi'us-Sagıyr, 2, s.79).

          (26) - "And olsun ki biz, insanı balçık mayasından yarattık, sonra onu sağlam bir karar yurdunda bir katre su kıldık. Sonra o bir katre suyu kan pıhtısı haline getirdik, derken kan pıhtısını bir parça et hâline soktuk, der-ken ette kemikler yarattık, derken kemiklere et giydirdik, sonra da onu başka bir yaratışla meydana getirdik..." (Kur'an-ı Mecid 23, Mü'minûn, 12-14).

          (27) - Câmi'us-Sagıyr, 1, s.124, yâni Cennet, insanı dünyadaki zevkten, şehvetten alıkoyan, disiplin altına alan, dileklerini kısan kişiye verilir; Cehennemse dünyada zevkine, şehvetine uyanların yeridir.

          (28) - Kur'ân, ilâçtır, dermandır (Ayni, 2, s.74), Kur'ân şefâat edicidir, şefâati kabûl edilendir, ona uyanı gerçekleyicidir; O'nu izleyeni cennete götürür; O'nu ardına atanı cehenneme sevkeder (Aynı, 2, s.74).

          (29) - Kur'ân-ı Mecîd, 41, Fussilet, 30.

          (30) - "Câmi'us-Sagıyr" deki "Diline sâhip olmayan kul, imânın hakıykatine ulaşamaz" meâlindeki hadise uyar (2, s.74).

          (31) - Kur'ân-ı Mecid, 3, 103.

          (32) - Hazret-i Emir aleyhisselam'ın rivayet buyurdukları hadis. Bu meâlde birçok hadisler mevcuttur.

          (33) - Kur'ân-ı Mecid, 4, 48, 116.

          (34) - 4. 123, 6, 54, 9 102.

          (35) - Şer'an kısas, dünyadaki cezadır; dünyada kısas icra edilmediği takdirde âhiretteki cezanın, dünyada çekilecek cezaya nispetle çetinliği bildirilmektedir.

          (36) - "Dinde zor yok. Gerçekten de doğru yolla azgın-lık, apaçık meydana çıkmıştır. Kim putları inkâr edip Allah'a inanırsa, şüphe yok, öyle sağlam bir kulpa yapışmıştır ki hiç kopmaz o ve Allah her şeyi duyar, bilir" (2, Bakara, 256).

          (37) - Ben, kıyâmetle şunun gibi yollandım (bu hadisi irâd buyururlarken şehâdet parmaklarıyla orta parmaklarını düz olarak birleştirip göstermişler, kendilerinin son peygamber olup artık peygamber gelmeyeceğini ve kıyâmetin yakınlığını işaret etmişlerdir; Câmi'üs-Sagıyr, 1, s.105). Bu sözlerde 9 sûrenin (Tevbe) 33. ve 48. sûrenin (Feth) 28. âyetlerine de işaret vardır.

          (38) - "Allah'tan bir nur ve apaçık, hükümleri belli bir kitap gelmiştir size" (5, Mâide, 15);

          "Onlar, öyle kişilerdir ki ellerindeki Tevrat'ta ve İncil'de yazılmış olarak bulacakları şerîat sâhibi Ümmî Peygamber'e uyarlar ve O, onlara iyiliği emreder, kötülükten nehyeyler onları ve temiz şey-leri onlara helâl etmededir, pis ve kötü şeyleri harâm etmede. Sırtlarındaki ağır yükleri indirmededir, bağlandık-ları zincirleri kırmada. Artık O'na inananlar, O'nu ululayanlar, O'na yardım edenler ve O'na indirilen nûra uyanlardır kurtulanlar, muratlarına erenler" (7, A'raf, 157); Kur'ân-ı Mecid, 4. sûrenin (Nisâ&#039 ve 64. sûrenin (Tegaabün) 8. âyetlerinde de "Nûr" adıyla anılmakta, 10. sûrenin (Yûnus) 57; âyetinde, Kur'ân'ın gönüllere şifâ olduğu bildirilmekte, 41. sûrenin (Fussilet) 44. âyetinde Kur'ân-ı Mecid, hüdâ ve şifâ diye vasfolunmakta, 17. sûrenin (İsrâ) 82, âyet-i kerimesinde de Kur'ân-ı Kerim'in, inananlara şifâ ve rahmet olduğu beyan buyurulmaktadır.

          (39) - 2. Sûrenin 13. âyet-i kerimesinde Muhammed Sallâllahu Aleyhi ve Âlihî ve Sellem'in ümmetinin

          "orta ümmet" olduğu, inanç bakımından ifrât ve tefrite sapmadığı, tam tenzih ve teşbîhe gitmeyip tevhid inancına sâhip bulunduğu bildirilmektedir.

          (40) - 3. sûrenin (Âl-i İmrân) 103. âyet-i kerimesinde, Allah ipine sımsıkı yapışılması, ayrılığa düşülmemesi emir buyrulmaktadır ki Allah ipi Kur'ân-ı Mecid ve Kur'ân ile teşrî edilen, sünnetle tevsik olunan şerîattır. Hutbenin bu son kısmı, bilhassa Kur'ân-ı Mecid'in vasıflarını ihtivâ ediyor.

          (41) - Allah için sevmek, Allah için buğzetmek, Allah için mümini sevindirmek, Allah için müminlerin birbirlerini sevmeleri hakkında bir çok hadisler vardır. "Allah için birbirlerini sevenler, arşın gölgesi altında bulunurlar; Allah'a manen yakın olan her melek, her peygamber onların derecesine gıpta eder; onlar cennete sorusuz girerler; onlara kıyâmette Allah komşuları denir" hadisi bunlardandır. Hattâ İmâm Ca'fer-üs Sâdık Aleyhisselâm'ın imânın, Allah için sevmek ve Allah için buğzetmek olduğunu buyurdukları rivâyet edilmiştir (Hâce Abbas-ı Kummî; Sefînet'ül-Bıhâr ve Medînet'ül-Hikemi ve'l-Âsâr, 1, s.201). "Amellerin efdali, îmandan sonra, insanları sevmektir" hadisi de bu cümledendir (Câmi', 1, s.40)

          (42) - "O gün ne mal fayda verir, ne evlât; ancak Allah'a şirkten ve şüpheden arınmış selîm bir gönülle gelen faydalanır" (26, Şuarâ', 88-89)

          Yorum


            #20
            Ynt: Nehc’ul Belağa’yı Tanıyalım

            2. Bölüm
            Kendileri ve Ehl-i Beyt (a.s)


            4
            Karanlıklarda doğru yolu bizimle buldunuz; yüceliklere, üstünlüklere bizimle ağdınız; ayın sonlarındaki karan-lıklarda bizimle aydınlığa çıktınız. Sağır olsun o kulak ki yüksek sesi duymaz; bağırışı duymayan, hafif sesi nasıl duyar? Yatışsın o yürekler ki boyuna titrer, boyuna çarpar.(1)

            Sonunda hileye sapacağınızı biliyordum, bekleyip duruyordum; sizde aldanmışların nişânelerini görüyordum. Fakat îman perdesi bürümüştü beni; yüzünüze vurmuyordum; özümün ve niyetimin doğruluğu, sizin hâlinizi göstermişti bana; açıklamıyordum.(2)

            Her yana sapan yollar arasında, durdum sizin için doğru yolun başında. Her tarafa bakıyordunuz; yoktu kılavuzu-nuz. Her yeri kazıyordunuz; yoktu suyunuz. Bugün sessiz-dilsiz söylüyorum: Yiter-gider ayrılan benden, bana göste-rildiği andan beri gerçekte şüphe etmedim ben. Mûsâ, kendisi için korkmamıştı; korkmuştu bilgisizlerin üst olmasından; sapıklığın hükmetmesinden.

            Bugün ben ve siz, durmuşuz hak yolla batıl yolun üstünde; suya kavuşacağından emin olan susamaz bir an.(3)

            37
            Onların güçleri kuvvetleri yokken ben kalktım, yardıma koştum: onlar başlarını hırkalarının yakalarına sokmuşlar-ken ben kendimi meydana attım; onlar sözden kalmışlarken ben konuştum; onlar durup dururlarken ben Allah ışığıyla karanlıkları aştım. Gene de en hafif konuşanları bendim; kendini en fazla göstermemeye çalışanları bendim. Gemi salıverip atımı koşturdum atımı koşturdum; öndülü alıp koştum.

            Bir dağ gibiydim ki yeller onu yerinden kıpırdatamaz; kasırgalar onu söküp atamaz. Hiç kimsenin gücü yoktu ki yüzüme karşı bir ayıbımı söyleyebilsin; kimsenin haddi değildi ki ardımdan beni kınasın. Aşağılık bir hale düşen, benim katımda yüceydi, üstündü; ona zulmedenden hakkını alırdım ben. Kuvvetli olan, benim katımda zayıftı; mazlûmun hakkını alırdım ondan. Allah'ın kazâsına razı olduk; emrine teslim olup itâatte bulunduk. Hiç gördün mü Allah'ın elçisine, Allah'ın salâtı O'na ve soyuna olsun, yalan isnâd edeyim, O'na iftirâda bulunayım? And olsun Allah'a O'nu ilk gerçekleyen kişiyim ben; O'na yalan isnâd eden ilk kişi olmam ben.

            Yapacağım işe baktım; verdiğim sözü hatırladım, tuttum; biat ettim.(4)

            62
            Gerçekten de bende, Allah'ın sağlam mı sağlam bir kalkanı var; ecel günüm gelince benden alınır; o vakit ok benden sapmaz; mızrak yarası onulmaz.(5)

            87
            Nereye gidiyorsunuz? Ne vakit döneceksiniz? Hidâyet alâmetleri dikilmiştir. Deliller apaçıktır; nişâneler dikili durmaktadır. Ne diye başı dönmüş bir halde çöllere dalarsınız; neden ve niçin yeler-yortarsınız? Peygamber' inizin itreti aranızdadır. Onlar, sizi gerçeğe çeken iplerdir. Din bayraklarıdır, gerçeklik dilleridir onlar. Onları, Kur'ân'ın en güzel konaklarına indirin, kondurun (Kur'ân'da anıldığı, emredildiği veçhile onlara uyun); susamış develer gibi onların yanlarına, onların kaynaklarına koşun. Ey insanlar, bu sözleri, bu inancı, peygamberlerin sonuncusundan alın; bilin ki bizden olup da ölen, ölü değildir,(6) diridir; ölmez; bizden olup da çürüyüp giden çürümez. Bilmediğiniz sözü söylemeyin; çünkü gerçeğin çoğu, inkâr ettiğiniz şeylerdedir; aleyhine kesin bir deliliniz olmayan kişiyi mâzur tutun; o kişi de benim. Sizin içinizde, sizin aranızda, iki değer biçilmez şeyin büyüğüyle amel etmedim mi ben; iki değer biçilmez şeyin(7) küçüğünü aranızda bırakmadım mı ben? İçinize îman bayrağı diktim; helâl ve harâm sınırlarını size öğrettim; adaletimle kötülüklerden kurtuluş elbisesini size giydirdim. Gözün, özünü sezemediği, düşüncenin, künhüne eremediği reylere uymayın, onlarla amel etmeyin.

            Yorum


              #21
              Ynt: Nehc’ul Belağa’yı Tanıyalım

              100
              Hamd halka ihsanını yayan, onlara cömertliğiyle lütuf elini uzatan, keremlerde, ihsanlarda bulunan Allah'a. O'na ait bütün işlerde hamd ederiz O'na; O'na ait haklara riayet edebilmek için yardım dileriz O'ndan. Şehadet ederiz ki O'ndan başka ma'bud yoktur; Muhammed onun kuludur, Rasûlüdür. Emrini kesin olarak bildirmek, zikrini söylemek için göndermiştir O'nu. O da risâleti emin olarak edâ etmiştir; gerçek ve doğru olarak gitmiştir; yerine, aramızda gerçeklik bayrağını dikmiştir. Kim o bayraktan ayrılır, ileri giderse, yaydan ok fırlar gibi dinden çıkar; kim geri kalır, altına gelmezse helâk-gider; kim o bayrağın altına gelir, gölgesine sığınırsa gerçeğe uyar. Delili de şudur:

              Sözü gerçektir; görür de söyler. Kalkışı ihtiyatladır; zamanında kalkar; fakat kalktı mı da tez gider; siz de ona uyar, baş eğersiniz, onu ulular, parmaklarınızla işaret edersiniz, ona ölüm gelip çattı, onu aranızdan alıp gitti mi durun, dayanın; Allah'ın dilediği müddetçe durursunuz, fakat sonunda Allah, sizi derleyip toplayan, dağınıklığınızı giderip sizi bir araya getiren birisini izhâr eder. Size her yönelen kişiye ümit bağlamayın, sizden yüz çevireni de görüp ümitsizliğe düşmeyin. Çünkü yüz çevirenin bir ayağı kaysa bile öbür ayağını yere basar, direnir; böylece de düşmez, kaymadan durabilir.

              Bilin ki Allah'ın salâtı O'na ve soyuna olsun, Muhammed'in soyu gökteki yıldızlar gibidir; bir yıldız yitti mi, öbürü doğar; Allah'ın lütuflarının size verildiğini görüyorum ben; size de umduğunuzu gösterecektir. 8

              109
              Bir Hutbelerinde Allah'ın İzzet ve Kudretini; Ezelİ ve Ebedi Oluşunu, Melekleri, Ölümü, Ahİretİ Anlattıktan Sonra Hz. Peygamber (s.a.a) ve Ehl-i Beyti Hakkında Buyururlar ki:
              Gerçekten de dünyayı horladı, küçük gördü, ehemmiyetsiz gösterdi; aşağılık bir şey saydı, gözlere aşağılattı. Allah'ın kendisini seçtiğini, dünyanın ondan vazgeçtiğini, ondan başkası için halk edildiğini bildi, anladı; onu gönlünden attı; anışını bile öldürdü gitti. Dünyadaki güzelim libaslara, oradaki yüce duraklara kapılmamak için gözünden dünya bezentilerinin kalkmasını diledi; sevdi; kulların, Rablerine karşı bir mâzeretleri olmaması için Rabbinin emirlerini onlara bildirdi; öğüt verip ümmetini korkuttu; müjde verip onları cennete çağırdı.(9)

              Biziz nübüvvet ağacı, vahyin indiği mahal; meleklerin inip çıktıkları yer. Biziz ilim mâdenleri, hikmetlerin kaynakları. Bize yardım eden, bizi seven, rahmeti bekler; bize düşman olan, bize buğzeden, azâbı bekler.

              175
              Ey gaflete düşenler, sizden gaflet eden yok. Ey emri terk edenler, sizden söz alansa Hak. Ne oldu bana ki sizi Allah'ın emrini bir yana atmış, gidiyor görmedeyim; ondan gayrisine yönelmiş olduğunuzu seyretmedeydim. Sanki hayvanlarsınız, çoban sizi hastalıklarla dolu bir otlağa sürüyor; dertlerle dolu bir sulağa haydıyor. Hayvanlar da otlatılıp semirtildikçe, başlarına neler geleceğini bilmezler de kendilerine lütfediyorlar, ihsanda bulunuyorlar sanırlar. Günlerini, yalnız o gün bilirler; işlerini, yalnız otlayıp sulanmak zannederler.

              Yorum


                #22
                Ynt: Nehc’ul Belağa’yı Tanıyalım

                Andolsun Allah'a ki, sizin her birinizin nereden ve nasıl geldiğini, nereye ve nasıl gideceğini haber versem... Hem de haber veririm, acze düşmem; fakat benim yüzümden Rasûlullâh'ı da inkâr etmenizden korkarım. Bunu ancak emin olduğum özü-sözü doğru kişilere açar, açıklarım.

                Peygamberini hak üzere gönderen, halktan seçen, Allah hakkı için bu sözü gerçek olarak söylemedeyim; Allah'ın Rasûlü, bütün bunları bana haber verdi; helâk olacak herkesi bildirdi; ne yüzden, neden helâk olacağını anlattı. Kurtulacak herkesi de söyledi, kurtuluş yerini haber verdi ve bu işi açıkladı; başıma gelecek her şeyi de kulağıma söyledi, bildirdi.

                Ey insanlar, andolsun Allah'a ki size, itâat etmenizi buyurduğum şeylerde ben en ileri gideninizim; sizi nehyettiğim isyandan da sizden önce kendim çekinmedeyim.

                189
                İman vardır, canlarda, gönüllerde yerleşmiştir; îman vardır, canla beden arasına girmiştir; gönüllere eğreti konur, mâlûm bir zamana dek durur. İş böyle olunca da birisinden kesilmek, ayrılmak istediniz mi bekleyin, ölümüne dek durun, dayanın; ölümü gelip çattı mı, o zaman ondan kesilin, ayrılın; o zaman ona düşman olun, ilenin.

                Hicret, ilk zamanda nasılsa gene de öyledir; Allah'ın kulları yeryüzünde durdukça, emri onlara buyruldukça ümmetten hicret kalkmaz; bu ümmet, muhâcir olmaktan geri kalmaz. Yeryüzündeki hücceti tanımayana muhâcir olmaktan geri kalmaz. Yeryüzündeki hücceti tanımayana muhâcir adı verilemez mutlak; kim onu tanırsa odur muhâcir ancak.(10) Kendisine hüccetin, tanıtıldığı kişi mâzûr olamaz;(11) kulağı duyan, gönlünde bilgi edinen kişinin özrüne bakılamaz.

                Gerçekten de bizim işimiz güçtür, güç gelir insanlara; ancak gönlünü, Allah'ın sınadığı kul, bizim işimize tahammül eder; buyruğumuza baş eğer. Sözlerimizi emin gönüller kabûl eder, o sözler, metin akıllara gider.

                Ey insanlar, sorun benden beni yitirmeden. Çünkü ben gök yollarını, yeryüzünün yollarından daha iyi tanırım. Sâhibinden kaçan, yularını alıp giden bir deveye benzeyen, uyanların akıllarını yitiren fitneyi, adımını atmadan bilirim; nereye konacak, görürüm.(12)

                197
                Allah'ın salâtı O'na ve soyuna olsun, Muhammed'in ashabından olup onun dinini koruyanlar, gerçekten de bilirler ki ben, bir an bile Allah'ın emrini reddetmediğim gibi, Rasûlünün emrini de reddetmemişimdir. Erlerin, yiğitlerin dayanamayıp geriledikleri tehlikeli yerlerde Allah'ın bana ihsan ettiği erlikle, yiğitlikle canımı onun uğruna koymuşumdur. Allah'ın bana ihsan ettiği erlikle, yiğitlikle canımı onun uğruna koymuşumdur. Allah'ın salâtı O'na ve soyuna olsun, Rasûlullâh vefat ettiği zaman başı, benim göğsümdeydi; ağzının yârı (kanı) elime akmıştı; ben de onu yüzüme sürmüştüm.

                Onu yıkamaya kalktım, melekler yardımcımdı. Evde, çevresinde feryat yücelmişti. Meleklerin bir bölüğü inmedeydi, bir bölüğü çıkmada. Onu yatacağı yere koyuncaya dek onların sesleri, onların salavat getirişlerinin, namaz kılışlarının ünleri kulağımdan gitmemişti.

                Ona hayâtında da, memâtında (ölümünde) da benden daha yakın, halifeliğine benden daha lâyık kim var? Can gözlerinizi açın; düşmanınızla savaş için niyetlerinizi gerçekleştirin. Kendisinden başka bir mâbud olmayan Allah'a andolsun ki ben, elbette dosdoğru anayoldayım; onlarsa kaygan batıl yolda. Duyduklarınızı söylüyorum; Allah'tan benim ve sizin bağışlanmamızı diliyorum.

                224
                Andolsun Allah'a ki geceleri deve dikenlerinin üstünde yatsam, ellerimi, ayaklarımı tomruklara vursalar da beni zincirlerle sürüseler bile, bu, kıyâmet günü Allah kullarının bâzılarına zulmetmiş, dünya malından bir şey gasp eylemiş olarak Allah'a ve Resûlüne ulaşmamdan daha sevgilidir; daha yeğdir bence. Nasıl olur da hemencecik pörsüyüp gidecek uzun zaman toprak altında kalacak bir beden için tutar da bir kişiye zulmederim ben?.

                Vallahi Akıyl'i gördüm, yok-yoksul bir hâle düşmüştü; gelmiş, benden sizin buğdayınızdan bir batman istiyor, vermemde de ısrar ediyordu. Gördüm ki çocukları per-perişandı, tozlara batmışlar, topraklara bulanmışlardı. Yoksulluktan benizleri kararmıştı; sanki yüzlerini rastıkla boyamışlardı. Dileğinde ısrar ediyordu, sözünü tekrarlayıp duruyordu. Sözlerini dinledim; sandı ki dinimi ona sataca-ğım; yolumdan ayrılıp ardına düşeceğim.

                Bir demir parçasını kızdırdım, ibret alsın diye bedenine yaklaştırdım. Acısından hastalar gibi bağırıp inlemeye koyuldu; neredeyse de yaklaştırdığım yer yanacaktı; dağlana-caktı. Ona dedim ki:

                Ey Akıyl, analar yasında ağlasınlar; şakacıktan bir insanın bedenine yaklaştırdığı kızgın bir demir bu; sen onun acısından, derdinden bu kadar bağırıyorsun da sonra beni tutuyor, Allah'ın gazabıyla yalımladığı ateşe çekiyorsun; acaba sen şu demirin eleminden feryat edersin de ben, cehennem ateşinden feryat etmem mi?

                Yorum


                  #23
                  Ynt: Nehc’ul Belağa’yı Tanıyalım

                  Bundan daha şaşılacak şey de şu:

                  Gecenin birinde, birisi üstü kapalı bir kapla, hırsızlama çıkageldi; helva getirmişti bana, oysa ki o helva yılan kusmuğuydu, yılan zehriydi bana. Dedim ki: Hediye mi, zekât mı, sadaka mı? Zekât, sadaka, biz Ehlibeyte harâm edilmiştir. Hayır dedi, ne zekât, ne sadaka; bir armağan bu. Analar ağlasınlar sana dedim; din yoluyla gelip de beni düzene mi düşüreceksin? Aptal mısın sen, deli misin, yoksa sayıklıyor musun? Vallahi bir karıncanın ağzındaki bir arpa tanesinin kabuğunu almak, bu sûretle de Allah'a isyân etmek için bana yedi iklimi ve bu iklimlerin altlarındaki ülkeleri verseler, gene kabûl etmem ben.

                  Gerçekten de dünyanız, bir çekirgenin ağzında olan, dişleriyle de dişlenmiş bulunan bir yapraktan da daha aşağıdır bence. Ali nerede, yok olup gidecek nimete, kalmayacak devlete, yitecek lezzete aldanmak nerede?

                  Akılların gaflete kapılmasından, ayakların kötü bir sûrette kaymasından Allah'a sığınır, O'ndan yardım dileriz biz.(13)

                  239

                  Âl-i Muhammed Sallallahu aleyhİ ve aleyhim’i, anlatan bir hutbelerinden
                  Onlar ilmin hayatıdır, bilgisizliğin ölümü. Hilimleri ilimlerinden haber vermede, susuşları, söyleyişlerindeki hikmetleri bildirmededir. Hakka karşı durmazlar, onda aykırılığa düşmezler. Onlar İslâm'ın direkleridir; onlar halkın sığınaklarıdır, hak onlarla yerini bulur; batıl, onlarla yerinden ayrılır; dili kökünden kesilir. Onlar, dîni, onun hükümlerini kavramak, onlara riâyet etmek suretiyle anlamışlardır; duymak, rivâyet etmek yoluyla değil. Çünkü ilmi rivâyet edenler çoktur; ona riâyet edenlerse pek o kadar yoktur.



                  Yorum


                    #24
                    Ynt: Nehc’ul Belağa’yı Tanıyalım

                    (1) - Zübeyr ve Talha'ya hitâben söylemişlerdir. Bağırış, yüksek ses, Allah'ın âyetleri, Hz. Peygamber'in (s.a.a) hadisleridir. Onları duymayan, onlara uymayan, benim sözleri-mi hiç duymaz, benim sözlerime hiç uymaz demek istiyorlar.

                    (2) - "Müminin anlayışından sakının; çünkü o, Allah nûruyla görür" hadisine işaret buyurarak (Câmî', 1, s.7) bu olayları daha önceden bildiklerini, onların yapacaklarını anladıklarını bildiriyorlar.

                    (3) - 20. sûrenin (Tâhâ) 65-66. âyetlerinde,

                    "Büyücüler dediler ki: İstersen sen at önce sopanı, istersen biz atalım yâ Mûsâ, siz önce atın, dedi. Derken büyüleriyle ipleri ve sopaları, Mûsâ'ya doğru koşuyormuş gibi göründü. Mûsâ'nın içine bir korku düştü. Korkma dedik; hiç şüphe yok ki sen daha üstünsün" buyurulmaktadır. Bu korkunun kendisinin, yahut mûcizesinin üst olmayacağı için olmayıp, bilgisizlerin üst olmaları, sapıklığın hükmetmesi düşüncesiyle olduğunu bildiriyor ve Mûsâ'yı, nefsi için, yâhut buna benzer, kötü bir şüphe yüzünden korkmaktan tenzih ediyorlar.

                    (4) - Hazret-i Rasûl-i Ekrem'e (s.a.a) ilk imân eden, erkeklerden Emir'ül-Mü'minin (a.s), kadınlardan zevceleri Hazret-i Hadice’dir (r.a). Bunda; "Tirmizî, Müstekder-i Sahîhayn, Müsned, Kenz'ül-Ummâl" gibi hadis kitaplarıyla "İsâbe, İstiâb, Üsd'ül-Gaabe" gibi sahâbenin hâl tercemele-rini bildiren kitaplar, tarihler müttefiktir. Neseî, "Hasâis"inde Ali'nin (a.s) "Ben Allah'ın kuluyum, Rasûlullah'ın kardeşiyim, Sıddıyk-ı Ekber benim; insanlardan yedi yıl önce îman ettim ben" dediğini kaydeder (S.3). İbn-i Mâce'nin "Sahîh"inde de aynı meâlde bir hadis vardır (s.12). Üsd'ül-Gaabe, Ebû Eyyub'ül-Ansârî'den, Hz. Peygamberin (s.a.a), "Melekler bana ve Ali'ye yedi yıl salâvat getirdiler; çünkü benimle ondan başka (Hadice müstesna) namaz kılan yoktu" buyurduğunu rivâyet eder (c.4, s.18).

                    Bu sözlerde, Hz. Rasûl'ün (s.a.a) vefatlarından sonraki olaylara, yâhut Osman'ın şehâdetinden sonraki biate de işaret vardır.

                    (5) - Kendilerine, haberleri olmadan şehit edilmeleri ihtimâli söylendiği vakit buyurmuşlardır.

                    (6) - "Bizden olup da ölen, ölü değildir" sözü,

                    8"Allah yolunda öldürülenleri ölü sanma; onlar diridir ve Rableri katında rızıklanırlar" âyet-i kerimesine işarettir (3, Âl-i İmrân, 169).

                    (7) - İki değer biçilmez şey sözüyle "Sizin içinizde, sizin aranızda iki değer biçilmez, nefîs, değerli şey bırakıyorum biri Allah'ın Kitabı, öbürü Ehlibeytimdir..." Meâlindeki hadis-i şerife işaret edilmektedir. Müslim, Tirmizi, Müstedrek, Neseî, Müsned, Hılyet'ül-Evliyâ, Kenz'ül-Ummâl, Mecma'uz Zevâid, Savaık'ul-Muhrika ve sair hadis kitaplarında bir çok yollarla, bir çok sahâbiden rivâyet edilen bu hadis, mütevâtir derecesine varmış hadislerdendir (Seyyid Mürtaza'l-Huseyniyy-ül Firûzâbadî'nin "Fedâl'ül-Hamseti Min'es Sıhâh'is Sitte"sine bakınız; cüz, 2, Necef-1384; s.43-56).

                    8 - "Gerçekten de Ehlibeytim, Nûh'un gemisine benzer aranızda; kim o gemiye binerse kurtuldu, kim binmezse helâk oldu gitti" hadisine işaret edilmektedir (Ebû-Zer r.a'den câmi, 1, s.81). "Yıldızlar nasıl gök ehlinin emniyetine sebepse, Ehlibeytim de yeryüzündekilerin emniyetine sebeptir" meâlindeki hadise de işaret vardır (çeşitli rivayetleri ve kaynakları için "Fedâil'ül-Hamseti Min'es Sihâh'is-Sitte"ye bakınız; 2, s.59-60).

                    (9) - Dünyadan maksat, dünya için yaşamak, nefsi için çalışmak, ferdiyetine gömülmek, kendini merkez edinmektir; yoksa kendi, ayâli, milleti ve insanlık için çalışmak, esasen İslâm'ın farzlarındandır; ancak çalışanın kazanacağı, 53. sûrenin (Necm) 39. âyetinde bildirilmiş, bir çok âyet ve hadislerde de bu nükte, beyan buyrulmuştur. İslâm dünya ve âhireti denk tutan, dünyaya daldırmayan, fakat âhireti de unutturmayan bir dindir. Bu bakımdan da orta ümmettir Muhammed ümmeti (s.a.a). "Temiz kişiye temiz mal ne de güzel yaraşır" meâlindeki hadis de bunu bildirir (Künûz'ül-Hakaaık, 2, s.184).

                    Mevlânâ'nın,

                    Nîst dünyâ nokra vo ferzend o zen

                    Çîst dünyâ ez Hodâ gaafil boden

                    beyti, bu hususu pek güzel açıklar.

                    (10) - "Muhâcir, kötülüğü terk eden, kötü işlerden geçendir" hadis-i şerîfî de (Künûz'ül-Hakaaık, 2, s.183) muhâcirliğin hakikatini bildirmektedir.

                    (11) - Hüccet, yâni kesin delil, Allah'ın kitabı, Hz. Peygamber'in (s.a.a) sünneti ve ümmetin mansûs olan imâmıdır; bunları tanıdığı hâlde itâat etmeyen, mustaz'af, yâni gerçek kendisine ulaşmamış, gerçeği anlayamamış sayılamaz, özrü de kabûl edilmez.

                    (12) - "Ameller, sonlarına göredir" hadisine nazaran (Künûz'ül-Hakaaık, 1, s.103), ömrünü suçla, hattâ küfürle geçiren bir kişi son demlerinde tövbe eder, îmana gelirse suçları bağışlanır, küfürden arınır. Ömrünü ibâdetle geçiren bir kişi, son zamanlarda azar, suçlara batar; mümin olduğu halde inkâra sapar; günahkâr olarak ölür, yahut kâfir olarak âhirete göçer. Bir insanın hayrı, şerri ancak son zamanlarında belli olur. Ancak şunu da söylemek gerekir ki ölüm çağındaki tövbe kabûl edilir, buna "tövbe-i ye's"derler; fakat son çağdaki îman kabûl edilmez; buna da "imân-ı ye's"denir. Mevlânâ,

                    Bâz â bâz â her onçi hesti bâz â

                    Ger kâfer o gebr o bot-peresti bâz â

                    İn dergeh-i mâ dergeh-i novmidi nist

                    Sed bâr eger tovbe şikestî bâz â

                    Yâni "Geri gel, beri gel, her ne isen gene gel. Kâfir olduysan, ateşe, puta taptıysan da dön, bize gel; bizim bu tapımız, ümitsizlik tapısı değildir; yüz kere tövbe etmiş, tövbeni bozmuşsan, ümidini yitirme, gene gel" meâlindeki rubaisini,

                    "De ki: Ey nefislerine uyup hadden aşırı hareket eden kullarım, Allah rahmetinden ümit kesmeyin; şüphe yok ki Allah, bütün suçları örter, şüphe yok ki O, suçları örter, rahîmdir. Ve dönün Rabbinize ve teslim olun ona, size âzap gelip çatmadan; sonra yardım edilmez size" âyetle-rinin meâli olarak inşad eylemiştir. (39, 53-54); yoksa, kâfirsen de, ateşe, puta tapıyorsan da gel tarzında bir mâna kastetmemiştir; böyle anlayanlar, yanılmaktadırlar, yahut kasten, kendilerine inananları yanıltmak istemektedir.

                    (13) - Akıyl b. Ebi -Tâlib'in borcu, kırk bin dirhemi bulmuştu. Hazret-i Emir'den borcunun ödenmesini rica etmek üzere nezdine gidince Hazret, onu yanlarında alıkoymuşlar, akşam yemeğini beraber yemeyi teklif buyurmuşlardı. Akşam olunca tuz, ekmek ve biraz bakla geldi. Akıyl, bu sofraya şaşmakla beraber gene de yemekten sonra borcunun tesviyesini rica ve ricasında ısrâr edince, Emir'ül-Mü'minin (a.s), önlerindeki mangala bir demir soktular. Demir ateşten kızarınca da buyurdukları hareketi yaptılar ve sözleri söyle-diler. Akıyl pek müteessir oldu ve Küfe'den kalkıp Şam'a gitti. Muaviye'nin yanına girdiği zaman, onun mükellef bir serir üzerinde oturduğunu, yanına da Şam'da zaptiye işlerine bakan Dahhâk b. Kays'i oturtmuş olduğunu görünce, Hamd Allah'a ki aşağılığı yüceltti, noksanı tamamladı, ayıbı hüner etti diye Dahhâk'e tariz etti. Akıyl, Kureyş'e mensûp olanların kötülük-lerini bildiği, ensab bilgisine sahip olduğu için Dahhâk, Muaviye'ye, ben Kureyş'in iyiliklerini bildiğim gibi Akıyl de kötülüklerini bilir, dedi. Muaviye, Akıyl'e, elli bin dirhem vermiş ve borcunu da ödemiştir. Muaviye, halka kardeşi olduğu halde Akıyl bile benim üstünlüğümü görerek yanıma geldi demiş, Akıyl de bu söze karşılık, Ali, dini için dünyasını bıraktı, sense dünya için dinini terkettin; bu yüzden dünyada sen, kardeşimden hayırlısın; fakat kardeşim nefsi için herkesten daha hayırlıdır; bense sonumun hayra döndürülmesini Allah'tan dilerim, sözleriyle karşılık verdi. Bir gün de Muaviye, Akıyl'in minbere çıkıp Ali'ye lânet etmesini emretti. Minbere çıkan Akıyl halka, "Ey insanlar, Muaviye, kardeşim Ali'ye lânet etmemi emrediyor; Allah'ın, meleklerin ve bütün insanların lâneti ona olsun" dedi ve minberden indi. Muâviye, Akıyl'in ne demek istediğini anlayıp kime lânet ettiğini bildirmedin deyince, Akıyl, söz, o sözü söyleyenin niyetine bağlıdır, dedi. Bir gün de Muaviye, Akıyl'e, latîfe yollu ey Akıyl, dedi. Ebu-Leheb acaba şimdi nerede? Akıyl, cehenneme gidince dedi, halan Ümmü Cemil'le bulursun onu. Hicretin elli dördüncü yılında doksan altı yaşında vefat etti. Hz. Ali'den (a.s) yirmi yaş büyüktü (Akıyl için Şeyh Abdullâh'il-Mamakaanî'nin "Tenkih'ül-Makaal'inin 2. cildine, s. 255, Dahhâk b. Kays için de aynı cildin 104-105. sahifelerine bakınız. Yukarıdaki izâhâtı Avlunyalı Süreyyâ'nın "Fetret'ül-İslâm"ından naklettik, s. 168-171). Akıyl'in oğlu Müslim, İmâm Huseyn Aliyhisselâm tarafından Küfe'ye gönderilmiş, orada şehit olmuştur; diğer oğulları da Kerbelâ'- da şehâdet mertebesine erişmişlerdir.

                    Kendilerini sunmak üzere hediye getiren adam, Eş'as b. Kays'il-Kindî'dir. Hz. Peygamber’in (s.a.a) vefâtından sonra dinden döndüğü rivayet edilmiştir. Hz. Ali Aleyhisselâm'ın hilâfetinin son devrelerinde Haricî olmuştu. Hazret-i Emir'in (a.s) şehâdetinde dahli olanlardan biridir. Tafsilât için Tenki'ül-Makaal'e bakınız (c.1, s. 149).

                    Yorum


                      #25
                      Ynt: Nehc’ul Belağa’yı Tanıyalım

                      3. Bölüm
                      DÜNYA AHİRET



                      20
                      Gerçekten de siz, içinizden, ölen kişinin gördüğünü görseydiniz feryât eder, inleyip sızlardınız; korkardınız; dinlerdiniz; itaat ederdiniz. Ama onların gördüklerini göremiyorsunuz; perde var gözlerinizin önünde; yakındır, kaldırılacak, atılacak o perde. Elbette görürdünüz görebilseydiniz; duyardınız duyabilseydiniz; doğru yola sevk edilirdiniz sevk edilebilseydiniz. Gerçekten de söylüyorum: İbret alınacak şeyler açıklandı size; sizi yaptığınız şeylerden vazgeçirecek, öğüt verilecek sözler, haberler söylendi, bildirildi size. Gökten emir alan peygamberlerden sonra artık Allah'tan haber gelmez size; Allah'ın hükümlerini ancak bir insan söyler size.(1)

                      21
                      İşin sonu önünüzdedir, sizi haydayıp yürüten kıyâmet ardınızdadır. Yükünüzü hafifletin de ulaşın, kavuşun sizden önce varanlara. Çünkü son gideniniz, ilk gelecek kişiyi beklemektedir.

                      28
                      (Allah'a hamdü senâ, Rasûlüne ve soyuna selâtü selâmdan) Sonra, gerçekten de dünya, yüzünü çevirdi, geçip gitmekte olduğunu duyurdu; gerçekten de âhiret yüzünü gösterdi, gelmekte olduğunu buyurdu. Duyun, bilin ki bugün, idman günüdür, yarın koşu var. Kim koşuyu kazanırsa ödülü cennettir; geri kalanaysa cehennem var. Yok mu ölümü gelip çatmadan tövbe eden; yok mu çetin günü erişmeden kurtuluşu için iş işleyen? Duyun, bilin ki ümit günlerindesiniz; ardındaysa ecel var. Kim ümit günlerinde, eceli gelip çatmadan kullukta bulunur, iyi iş işlerse ameli fayda verir ona, ecelinden görmez zarar; kim ümit günlerinde, eceli gelip çatmadan kullukta kusur eder, iyi işler işlemezse ameli ziyân verir ona, eceli verir zarar. Duyun, bilin de korku ânında nasıl amel ediyorsanız, amandayken de öyle amel edin. Duyun, bilin ki ben, isteyeni uykuya dalmış bir nimet görmedim Cennet gibi; korkanı uyuyup gaflette kalmış bir azâp, bir mihnet görmedim Cehennem gibi. Duyun, bilin ki, kimi gerçek faydalandırmazsa batıl zarar verir ona ve kimi doğru yol, doğruluğa sevk etmezse, sapıklık sürüp götürür helâke onu. Duyun, bilin ki emredildiğiniz göçü kaldırmaya, azığı hazırlamaya. Sizin için en fazla korktuğum şu iki şey:

                      Nefse uymak, uzun-uzun, olmayacak ümitlere kapılmak. Dünyadayken yarın sizi kurtaracak şeyleri derin, devşirin dünyada.

                      32
                      Ey insanlar, inatçı mı inatçı bir zamanda sabahladık, nankör mü nankör ve çetin bir zamana kaldık. Bu zamanda iyi kişi kötü sayılmada; zâlîm, zulmünü, serkeşliğini arttırdıkça arttırmada. Bildiğimiz şeylerle faydalanmaktayız; bilmediklerimizi sormamaktayız; musibet gelip çatmadıkça da korkmamaktayız.

                      İnsanlar dört bölüktür: Bir bölüğü kendisi alçalmadıkça, kılıcı körleşmedikçe, malı mülkü azalmadıkça, yeryüzünde bozgunculuğu men etmez. Bir bölüğü kılıcını çekmiştir; kötülüğünü izhâr etmiştir; yaya-atlı, adamlarını toplamıştır; kendisini ortaya atmıştır; dinini yok edip gitmiştir; bütün bunları da yok olacak mal elde etmek, yahut orduya baş olmak, başbuğ kesilmek, yahut minbere çıkıp yücelmek, halka ululuk satmak için yapar. Ne kötü alışveriştir dünyayı kendin için para-pul görmen, ondan ibâret bilmen; Allah katında nâil olacağı lütfü, ihsanı karşılık verip dünyayı alman. Bir bölüğü de âhiret ameliyle dünyayı diler; dünya ameliyle âhireti dilemez. Kendini alçak gönüllü göstermeye çalışır; adımlarını sık sık atar; eteğini beline çemrer; kötülüğünü gizleyip, halkı emin etmeye uğraşır; Allah'ın, kusurları örtüşünü de suç işlemeye vesile kılar. Dördüncü bölüğü ise, aslında bir yüceliği olmadığından soy-sop yüksekliğine sahip bulunmadığından bu hal, onu bir başka hale sokar. Kanaat ehli görünür, zâhitlerin libâsına bürünür; bu yüzden de ne gece dincelip yatar, ne gündüz bir şey yiyip doyar.

                      Geriye kalan erlerse, dönüp gidecekleri yeri anarak gözlerini yumarlar; mahşer korkusuyla göz yaşlarını dökerler. Kimi vakit per-perişan olurlar; kimi vakit korkarlar, kahrolup giderler; kimi susarlar, ağızlarını yumarlar; kimi öz doğruluğuyla Allah'ı anarlar; kimi vakit de yasa düşerler, sızlanırlar. Kendilerini gizlediklerinden dolayı adları-sanları anılmaz; alçalış onları kavramıştır, izlerinin tozları bile belirmez. Acı bir deniz içindedir onlar; ağızları kurumuştur, sesleri çıkmaz; gönülleri feryatları duyulmaz. Halka öğüt vere vere usanmışlardır; kahrola ola alçalmış-lardır, öldürüle öldürüle azalmışlardır.

                      Dünya, gözlerinizde, deri tabaklanan ağacın yaprağından da aşağı olmalı; koyun kırkılan makastan düşen yün kırpıntısından da bayağı olmalı. Sizden sonrakiler sizden ibret almadan, sizden öncekilerden ibret alın siz; kötüleyip atın onu siz; sizden olup kendisine düşenleri o da attı çünkü.(2)

                      Yorum


                        #26
                        Ynt: Nehc’ul Belağa’yı Tanıyalım

                        42
                        Ey insanlar, sizin için korktuğum şeylerin en korkuncu iki şeydir: Hevâ ve hevese uymak, olmayacak uzun dileklere kapılmak. Hevâ ve hevese uymak insanı haktan alıkoyar; uzun dileklere kapılmak âhireti unutturur.

                        Duyun, bilin ki dünya ardını döndü, gitti gider; ondan kalan, içilmiş, sonra da baş aşağı çevrilmiş kaptan sızacak bir kaç katredir ancak; dökülür, yiter. Duyun, bilin ki âhiret, yönelmiştir, geldi-gelecek. Her birinin de oğulları var; siz âhiret oğulları olun; dünya oğulları olmayın; çünkü kıyâmet günü, her çocuk anasına katılacak. Bugün iş günüdür, soru günü değil; yarınsa soru günüdür, iş günü değil.

                        45
                        Hamdolsun Allah'a ki rahmetinden ümit kesilmez, nimetinden ümitsizliğe düşülmez. Rahmetinden ye'se kapılan olmaz; kulluğundan baş çeken bulunmaz. Öyle bir Mâbuddur ki, rahmeti eksilmez, nimeti yok olup bitmez.

                        Dünya bir yurttur ki zevâl bulması, yok olması, ehlinin de onu bırakıp gitmesi, göçüp yitmesi mukadder. Pek tatlı-dır, yemyeşil; ama dileyenden tezce kaçar gider; can gözüyle ona bakan varlığından şüpheye düşer. En güzel, en hayırlı bir azıkla göçüp gidin oradan; yetecek şeyden fazlasını istemeyin, sizi götürecek nesneden ziyâdesini dilemeyin ondan.

                        52
                        Duyun, bilin ki dünya yüzünü çevirdi; geçip gitmekte olduğunu duyurdu; iyisi kötü oldu, hayrı şer kesildi; ardını döndü gitti-gider. İçinde oturanları yokluğa sürer, komşularını ölüme haydar. Ondaki tatlı, acıdı, ondaki berrak su bulandı. Kabın dibine konan çakıl taşlarını ıslatacak, fakat susamış kişinin boğazını ıslatmayacak, susuzluğunu kandırmayacak kadar su kaldı ancak.

                        Allah kulları, ehline zevâl mukadder olan şu yurttan göç etmeye hazırlanın; şu yurtta dilek, istek, alt etmesin sizi; fazlaca kalıp eğlenmeniz aldatmasın sizi. And olsun ki gevşeğini yitirmiş, sağa-sola koşan develer gibi bağırsanız, güvercinler gibi dem çekseniz, dünyadan kesilmiş râhipler gibi feryat etseniz, mallarınızı, evlâdınızı bırakıp Allah'a yönelseniz, katındaki yüce derecelere ulaşmayı, ona yaklaşmayı dileseniz, yahut kitaplarında yazılmış suçlarınızın örtülmesini meleklerinin yazdıklarının silinmesini isteseniz, gene size, onun vereceğini umduğum sevâptan pek azı verilir sanırım. Gene de azâba uğrayacağınızdan korkar dururum.

                        Andolsun Allah'a, yürekleriniz yanıp erise, onun dileğiyle, onun korkusuyla gözleriniz kan ağlasa, sonra da dünyada bu hâl ile yaşayıp gitseniz, boyuna da çalışıp dursanız gene de Allah'ın size verdiği nimetlerin şükrünü yerine getiremezsiniz; gene de sizi îmana hidâyet etmesinin karşılığını ödeyemezsiniz.

                        63
                        Duyun, bilin ki dünya, öyle bir yurttur ki ondan kurtulmak, esenleşmek, ancak oradayken olur; fakat hiç sanmayın ki dünyaya ait işlere sarılmakla dünyadan kurtulunur. İnsanlar, sınanmak için kapılmışlardır ona; oradan ne elde ederlerse ellerinden alınır; hepsinin de hesabı, kendilerinden sorulur. Ama oradan, ondan gayrisi için ne alırlarsa, onun karşılığını bulurlar, onunla faydalanıp kalırlar.

                        Gerçekten de dünya, akıllılar katında gölgeye benzer; bir bakarsın, uzar, derken kısalıverir. Bir görürsün, yayıldıkça yayılır, derken yok oluverir.(3)

                        64
                        Allah kulları, çekinin Allah'tan; ecellerinizden önce kulluk etmeye çalışın. Mutlaka göçeceksiniz, göçmeye hazırlanın; gölgesi üstünüze düştü; ölüme hazır olun. Kendilerine seslenince uyanan, dünyanın karar edilecek yurt olmadığını anlayıp onun yerine âhireti ele alan bir topluluk olun. Çünkü noksan sıfatlardan münezzeh olan Allah, sizi beyhude yaratmadı; başıboş da bırakmadı. İçinizden biriyle cennet ve cehennem arasındaki konak, ölümdür ancak. Göz yumup açacak zaman bile sonu yaklaştırmadadır; yaşayışı yıkmadadır; ömür pek kısa sayılsa yeri vardır. Bir görünmeyen var şimdilik; ama geceyle gündüz gelip geçtikçe, değil mi ki onu sürüp getirecek; tezce gelmiş-çatmış sayılması gerek. Gelen değil mi ki ya kurtuluş, murâda eriş müjdesiyle, ya da kötülükle gelecek, asıl ona hazırlanılması gerek. Dünyadan yarın ondan kendinizi koruyacağınız, kurtaracağınız şeyleri derin, devşirin, azık edinin. Nefsine öğüt veren, tövbe etmeyi öne alan, şehvetine üst olan kuldur, Rabbinden çekinen sakınan. Çünkü ecel çağı gizlidir kuldan; dileği aldatır onu; şeytan musallat olmuştur ona; üstüne bindirip sürmek için suçu bezer, güzel gösterir ona; bugün ederim, yarın ederim diye tövbeyi geriye atar, derken en gafil bir haldeyken ölüm gelir-çatar. Ne de ziyankârdır gafletle yaşayan, ne de yanar-yakılır ki ömrü, ömründe yaptıkları, delil olarak bir bir gösterilir ona; neyle geçirdin ömrünü denir; günleri, onu kötülüğe sürmüş-götürmüştür; üzülür durur.

                        Yorum


                          #27
                          Ynt: Nehc’ul Belağa’yı Tanıyalım

                          Noksan sıfatlardan münezzeh Allah'tan dileriz, bizi de, sizi de nimet yüzünden azmayan, sonun belirsiz olması yüzünden, Rablerinin itâatinde kusurda bulunmayan, ölümden sonra da pişmanlığa, mihnete, hasrete düşmeyen kullardan etsin.

                          82
                          Nasıl anlatayım bir yurdu ki evveli mihnettir, meşakkat-tir; sonu yok olup gitmektir. Helâlinde hesap var; haramında ikap var. Kim o yurtta zenginleşmişse sınanmalara düşmüştür. Kim yokluğa, yoksulluğa uğramışsa hüzünlere batmıştır. Kim onu elde etmeye çalışırsa ondan yiter-gider o; kim oturur, dilemezse ona gelir-çatar o. Kim ibretle ona bakarsa onu görüş sahibi eder o; ama kim ona istekle, hasretle bakarsa, onu kör eder o.

                          85
                          Ve bilirim bildiririm ki yoktur Allah'tan başka tapacak; şerîki yoktur, birdir ancak. Evveldir, ondan önce bir şey yok. Âhırdır, ona bir son ve sınır yok. Vehimler ona bir sıfat bulamaz; onu o sıfatla bilemez. Gönüller, onu bir keyfiyete bağlayamaz; o keyfiyetle anlayamaz. Cüzü'lere bölünemez; parçalara ayrılamaz. Gözler, gönüller onu kaplayamaz, kavrayamaz.

                          (Bu hutbeden):

                          Allah kulları, fayda veren ibretlerden öğüt alın; apaçık delillerden ibret alın; adamakıllı anlatılarak korkutulduğu-nuz şeyleri duyun da çekinin, sakının; öğütleri dinleyin de faydalanın. Sanki ölüm, pençesini size atmıştır; dilek-istek bağları, sizden üzülüp gitmiştir. Beklenmedik, kötü, katı işler gelip kavramıştır sizi; güç ve çetin hallere düşürmüştür sizi; gidilmemesine imkân bulunmayan, varılmamasına çâre olmayan yere sürüp götürmüştür sizi.

                          Her insanın yanında bir sürüp götüren vardır, bir tanık vardır; sürüp götüren, toplanacağı yere sürer götürür onu; tanık da yaptıklarına tanıklık eder onun.(4)

                          (Aynı Hutbede cenneti tavsif ederken buyururlar ki):

                          Dereceler vardır, birbirinden üstün; duraklar vardır, birbirinden ayrı. Ne nimetleri bitip tükenir; ne oradakiler başka bir yere göçüp giderler. Ne orada ebedî kalan kocar; ne orasını yurt edinen ümitsizliğe düşer.

                          99
                          Ne olup geçtiyse o yüzden de hamdederiz O'na; neler gelip çatacaksa o yüzden de yardım dileriz ondan. Din işlerinde de esenlik dileriz, bedenlere ait işlerde esenlik dilediğimiz gibi.

                          Allah kulları, sizi terk edecek olan şu dünyayı sizin de terk etmenizi dilerim, tavsiye ederim; onun sizi terk etmesini dilemeseniz de, sevmeseniz de o, bedenlerinizi yıpratacaktır; isterseniz siz, onun yenilenmesini, gençleşmesini dileyin. Bir yola koyulan, yürür-gider, derken varacağı yere varır-ulaşır. Kim vardır ki gelecek gün, ona gelip çatmasın. İnsanı dünyada sürüp götüren, insanı dileyip çeken ölüm, sonunda insanı dünyadan ayırır. Dünyanın yüceliğine, dünya ile övünmeye rağbet etmeyin; onun süsüne-püsüne, onun nimetlerine aldanmayın. Derdinden, mihnetinden acıklanmayın. Onun yüceliği de biter-gider; onunla övünmek de bir gün gelir, yiter. Ziyneti de zevâl bulur; nimetleri de yok olur; derdi de sona erer, mihneti de biter. Dünyadaki her müddetin sonu gelir. Dünyada her diri, sonunda yok olur. Aklınız varsa evvel geçenlerden ibret almaz mısınız? Geçip giden atalarınıza bakmaz mısınız? Görmez misiniz ki içinizden göçüp gidenler gitmekteler; yerlerine kalanlar da durmamaktalar. Görmez misiniz ki dünya ehli, akşamı eder, sabahı bulur çeşitli hallerde:

                          Yorum


                            #28
                            Ynt: Nehc’ul Belağa’yı Tanıyalım

                            Ölen vardır, onlardan, ağlanır ona; bir başkası vardır, başsağlığı verilir ona, birisi derde uğramıştır, öbürü gider, dolaşır onu; halini-hatırını sorar. Bir başkası tasını-tarağını toplar, âhirete göçer. Biri dünyayı ister, ölümse onu istemektedir; öbürü gaflete düşmüştür; fakat ondan gaflet eden yoktur; geçip gidenin ardından kalan da geçip gitmektedir.

                            Kendinize gelin de kötü işlere girişeceğiniz zaman anın lezzetleri yıkıp yok edeni, özlemleri bulandıranı, direkleri kırıp geçireni ve hakkını yerine getirmek, nimetleriyle ihsanlarının sayılmasına imkân bulunmayanın şükrünü edâ etmek için Allah'tan yardım dileyin.

                            111
                            (Allah'a hamd-ü senâ, Rasulüne selât-ü selâmdan):

                            Sonra dünyadan çekinmenizi tavsiye ederim. Çünkü dünya, görünüşte tatlıdır, dile, damağa hoş gelir. Yemyeşildir, taptazedir, göze güzel görünür. Özlemlerle kaplanmıştır; tez elde edilen, fakat hemen geçip giden zevkler yüzünden sevdirir kendini, az bir hoşlukla iyi görünür, dileklerle, ümitlerle bezenir, bezendirir; aldatışlarla süslenir; fakat verdiği sevincin bekası yoktur; onun derdinden, eleminden kurtuluş imkânı bulunamaz.

                            Pek aldatıcıdır, çok zarar vericidir. Geçip gider, yok olup biter; içindekileri de yok eder, sömürür, yer. Onu isteyenler, onu elde etmeye razı olanlar, dileklerini elde etseler bile. noksan sıfatlardan münezzeh olan şanı yüce Allah'ın,

                            "Dünya yaşayışı gökten yağdırdığımız yağmura benzer; yeryüzünün bitkilerini sular, bünyelerine girer de onları yeşertir, yetiştirir; derken bitkileri kurur, ufalanır, yeller de onları savurur-gider ve Allah'ın her şeye gücü yeter" buyurduğu gibi (Kehf, 45) her şey zevâl bulur, bâki kalmaz ve dünyada bundan öte de bir şey olamaz.

                            Hiçbir sevinip gülen yoktur ki dünya ardından onu kedere düşürmesin, ağlatmasın. Dünyanın hiçbir ikbali yoktur ki ardında idbar bulunmasın. Dünyada hiçbir sepintiyle ferahlayan yoktur ki ardından onu belâ sağanağıyla ıslatmasın. Dünyanın şanındandır bu; sabahleyin birine yardım eder, akşamleyin ona düşman kesilir. Bir yanı tatlı olur, sindirirse öbür yanı acı gelir, yerindirir. Kişi, onun zevkine erer, güzelliğini elde ederse, mutlaka tezce belâları çatar ona, dertleri erer. Dünyada esenliğe kavuşup akşamı eden, mutlaka korkulara düşer de sabahlar.

                            Aldatıcıdır dünya, onda ne varsa hepsi de insanı aldatır. Fânîdir, onda olanların hepsi de yok olur. Dünya azıklarında, suçlardan çekinmekten başka hiçbir şeyde hayır yoktur. Dünyadan az bir şey elde eden, ondan emin olabilecek çok şeye sahip olmuş demektir; çok şey elde edense, kendisine helâk edecek çok şey elde etmiş demektir. Dünya, az bir fırsat verir insana, sonra geçer-gider; o fırsata erense ancak hasret elde eder. Nice ona güvenenleri dertlere uğratmıştır; nice ona inananları helâk vâdîsine atmıştır; nice büyükleri hor-hakir etmiştir; nice benliğe düşenleri alçaltmış-gitmiştir.

                            Dünyanın devleti elden ele dolanır; dünya yaşayışı durulmaz, bulandıkça bulanır. Tatlı suyu acıdır; tadı, dili damağı acıtır. Gıdası ağıdır, öldürür; yapışılacak, tutunulacak her şeyi çürümüştür, kopar, tutanın elinde kalır. Dünyada diri olan, ölümü beklemektedir; sağ-esen kalan, neredeyse hastalığa çatmaktadır. Malı-mülkü alınmış çalınmıştır; orada yücelen mağlûb olmuştur, malına, nimetine sahip olan mihnete uğramıştır; ona komşu olan yağmalanmıştır.

                            Sizden önce uzun ömür sürenlerin, eserleri kalanların, boyuna olmayacak ümitlere düşenlerin, yardımcıları hazır duranların, orduları çok olanların yurtlarında değil misiniz ki? Onlar da dünyaya taptılar, hem de nasıl taptılar? Dinlerini bırakıp dünyayı aldılar; hem de nasıl aldılar? Ondan sonra da kendilerini, konaklayacakları yere götürmek üzere yolluk almadan, o güç yolları-belleri aşacak bineklere binmeden göçüp gidiverdiler. Dünyanın onlardan birini, karşılık bir şey alıp bıraktığını, yahut onlara yardım edip dostlukta bulunduğunu, yahut da onlarla bir hoşça konuşup dostluk kurduğunu duydunuz mu hiç? Hayır; aksine onları kötü olaylara uğrattı; yaşayışlarını yıprattı; yüzüstü yere attı onları; ayaklarının altında ezdi, bitirdi onları; onlara ancak ölümle yardım etti dünya. Sonunda da ebedî olarak ondan ayrılıp gittikleri çağda, ona uyanları, onu seçenleri tanımadığını, ona dayananları bilmediğini gördünüz mutlaka. Açlıktan, azıksızlıktan başka bir yolluk mu verdi onlara? Darlıktan başka bir yere mi indirdi onları? Yoksa karanlıklardan başka bir ışıklı yere mi kondurdu onları?. Yahut nedâmetten başka bir şey mi sundu onlara? Peki, bu dünyayı bunun için mi seçmektesiniz? Bundan dolayı mı gönlünüzü ona vermektesiniz, ona inanmaktasınız, ona sarıldıkça sarılmaktasınız?

                            Yorum


                              #29
                              Ynt: Nehc’ul Belağa’yı Tanıyalım

                              Bilin, bilirsiniz de, onu bırakıp gideceksiniz, oradan göçeceksiniz:

                              "Kimdir bizden daha kuvvetli" (Fussilet 15) diyenlerden öğüt alın, istemedikleri bineklere bindirilerek kabirlerine indirildiler onlar; konukluğa çağrılmadan mezarlarına kondular onlar. Kerpiç parçalarıyla yapıldı kabirleri; çürüdü, toprak oldu kefenleri; çürümüş kemikler komşuları oldu. Onlar da öyle bir komşu kesildiler ki çağı-rana gidemezler artık; düştükleri zilleti gideremezler artık; feryat edene aldırış bile edemezler artık. Üstlerine yağmur yağsa ferahlanmazlar; kıtlık gelip çatsa ümitsizliğe düşmezler. Görünüşte bir topluluktur onlar, ama yapayalnızlar. Birbirlerine komşu olmuşlardır; fakat birbirlerinden ayrılmışlardır, uzaklaşmışlardır. Birbirlerine yakındırlar, fakat birbirlerini dolaşamazlar; akraba olmuşlardır; hallerini hatırlarını soramazlar. Kinleri yitmiş, halim, selim olmuş kişilerdir; hasetleri ölmüş, bilgisizdirler. Ne zararlarından korkulur onların, ne kötülüklerini gidermek için bir şey düşünülür haklarında. Yerin üstünü bırakmışlar, karanlığa varmışlardır. Geniş yeryüzünü bırakmışlar, daracık bir yere sığınmışlardır; ehillerinden, ayallerinden ayrılmışlar, garip olmuşlardır. Ayakları yalındır, bedenleri çıplak. Dünyadan, amelleriyle ayrılmışlardır ancak. Ebedî yaşayış yurduna göçmüşler, orada mekân tutmuşlardır. Nitekim noksan sıfatlardan münezzeh olan da,

                              "Önce nasıl yaratmaya başladık, yarattıysak, tekrar yaratacağız; bu, vaadimizdir bizim ve gerçekten de yapacağız, gücümüz yeter yapmaya" buyurmuştur (Enbiyâ,104).

                              113
                              Dünyadan çekinmenizi tavsiye ederim; çünkü orası çadırın söküleceği yerdir; suyuna, otuna kapılıp oturulacak yer değildir. Aldanış sebepleriyle bezenmiştir, süsüyle aldatmıştır. Bir evdir ki Rabbinin katında horlanmıştır. Helâlî harâmına, hayrı şerrine katılmıştır. Yaşayışı ölümledir, tatlılığı acılıkla. Yüce Allah, dostlarına arı-duru etmemiştir onu; düşmanlarından da sakınmamıştır onu. Hayrı azdır, şerri çok. Ondan toplanan biter; devleti tez alınır gider; onu onaran harap eder. Ne hayır var o evde ki yapısı çöküp gidecek, ne fayda umulur o ömürden ki yenilen -içilen şeyler gibi eriyip bitecek; ne bereket aranır o yolculuktan ki sonu gelecek; konulacak yere varılıp ulaşılacak.

                              Allah'ın size farz ettiği şeylere çalışın, çabalayın; sizden dilediği hakkını edâ etmeye uğraşın; çağrılmadan önce ölümün çağrısına kulak verin, onu duyun. Zâhitlerin, dünyada gülseler bile gönülleri ağlar, ferahlasalar bile hüzünleri artar, lütuflara uğrasalar, halk bu yüzden gıpta etse bile onlar, az kulluk ettikleri için kendilerine kızarlar.

                              Sizinse ecellerinizi anmanız yitip gitmiş, yalan istekler sizi kavrayıp kaplamış; dünya, âhiretten fazla sizi avcuna almış; tez elde edilen dünya nimeti, zamanla elde edilecek âhiret nimetini gönüllerinizden çıkarmış. Siz Allah dininde kardeşlersiniz; fakat sizi birbirinizden ancak üzerlerinizdeki pislik, gönüllerinizdeki kötülük ayırdı, aranıza ayrılık saldı; birbirinize yardım etmiyorsunuz, birbirinize öğüt vermiyorsunuz, birbirinize ihsanda bulunmuyorsunuz, birbirinizi sevmiyorsunuz, sevişmiyorsunuz. Ne oluyor size de, dünyada elde ettiğiniz az bir şey sizi ferahlandırıyor, âhiretten yitirdiğiniz çok çok lütuflar, sizi hüzne salmıyor? Dünyadan yitirdiğiniz az, ehemmiyetsiz şeyler, sizi ıstıraba atıyor; belirtisi yüzlerinizde görünüyor, sabrınızın azlığından beliriyor; elinizden çıkana dayanamadığınız anlaşılıyor. Sanki dünya, durup kalacağınız durağınızmış, malı-mülkü de sanki hep elinizde kalacakmış, yitip gitmeyecekmiş. O da ayıbını yüzüne karşı söyler diye korkuyorsunuz da hiç biriniz, kardeşinin ayıbını yüzüne karşı söylemiyor, ona öğüt vermiyor. Bir müddet sonra gelip çatacak âhireti terk etmeyi, elinize hemen geçecek dünya sevgisine katıp onu bulandırdınız; din sözü yalnız ağzınızda, sanki onu bir kerecik tattınız. Sanki her biriniz işini görmüş, bitirmiş, efendisinin razılığını elde etmiş.

                              120
                              Andolsun Allah'a ki tebliğ edilen emirleri, tamamlanan vaadleri, söylenen tüm sözleri bildim ben. Biz Ehlibeytin katındadır hikmetin kapıları; işlerin, aydınlatıcı ışıkları.

                              Bilin ki dinin hükmü birdir; yolları pürüzsüz, aksaksız-dır. Kim onlara uyar, o yolu tutarsa umduğuna erer, ganimetler elde eder; kim durursa, o yoldan saparsa nedâmete düşer. Azıkların hazırlandığı gün için, gizli şeylerin meydana çıkacağı çağ için çalışın. Kime, bugünkü aklı fayda vermezse ondan uzak olan akıl, fayda vermekte daha da fazla acze düşer, zahmete uğrar; açık olmayan can gözü göremez olur; gerçekten kayar; bugün bir fayda elde edemeyen, yarın büsbütün hayrete dalar.

                              Bilin ki Allah'ın insana verdiği güzel dil, doğru söz, elde ettiği maldan da hayırlıdır, kendisine karşı minnet duymayan, şükretmeyen kişiye bıraktığı mirastan da.

                              Yorum


                                #30
                                Ynt: Nehc’ul Belağa’yı Tanıyalım

                                131
                                (Dünyayı kınayan, yeren birisini duyup buyurdular ki

                                A dünyayı yeren, kınayan, sonra da onun aldatışlarına kapılan, olmayacak şeylerine aldanan, sonra gene de tutup onu kınamaya kalkışan, dünyaya aldanan sen değil misin ki tutup kötülüyorsun onu? Dünyada suç işleyen sen misin, o mu? Ne vakit yolunu azıttı senin dünya; ne vakit aldattı seni dünya? Bedenleri çürüyüp dağılmış atalarınla mı aldattı seni; yoksa toprak altında yatan analarının mezarlarıyla mı kandırdı seni? Hastalıklarında nice hizmetlerde bulundun onlara; nice çalıştın iyi olmaları için; onların şifâ bulmalarını istedin, hekimlere başvurdun, çâre diledin. Esirgemen hiç birine fayda vermedi; bu hususta dileğin bir türlü olmadı; gücünle, kuvvetinle onlardan ölümü gideremedin gitti. Dünya onların halleriyle örnek gösterdi sana; mezarlarıyla mezarını hatırlattı sana.

                                Dünya, gerçekten de onun sözünü gerçek bilene gerçeklik yurdudur; anlayana esenlik yurdu. Ondan azığını düzene zenginlik yurdudur; öğüdünü tutana öğüt yurdu. Allah dostlarının secde ettikleri yerdir; Allah'ın meleklerinin namaz kıldığı yer. Allah'ın vahyinin indiği yerdir; Allah dostlarının alış-veriş ettiği yer; orada rahmet kazanırlar; orada cennet elde ederler. Kim dünyayı yerebilir, kınayabilir ki o kendisinden ayrılacağını yüce sesle bildirmiştir ona; kendisinin de, ehlinin de zevâlini haber vermiştir ona. Belâsıyla belâya örnek verir; sevinciyle sevince yol gösterir. İnsan, sağ esen yatar; derde, mihnete uğrayıp kalkar. bunu da insanları teşvik için, korkutmak için, ürkütmek için, çekindirmek için yapar. Yarın nedâmete düşenlerdir onu kınayanlar; başkalarıysa onu överler. Çünkü dünya onları korkutmuştur, korkmuşlardır; onlara söz söylemiştir, doğru bulmuşlardır; öğüt vermiştir, öğüt almışlardır.



                                Yorum

                                YUKARI ÇIK
                                Çalışıyor...
                                X