Duyuru

Daraltma
Henüz duyuru yok.

CUNUD-Akıl ve Cehalet Askerleri

Daraltma
X
 
  • Filtre
  • Zaman
  • Göster
Hepsini Temizle
yeni gönderiler

    #91
    Ynt: CUNUD-Akıl ve Cehalet Askerleri


    İkinci Bölüm

    Re’fet’in Etkisi Beyanında

    Bil ki ilahi cemalin sıfatlarının tecellilerinden olan rahmet, ra’fet, utufet ve benzeri sıfatları Allah Tebareke ve Teala hayvana mutlak bir şekilde, insana ise özellikle merhamet buyurmuştur. Bunu da hayvan türlerini korumak ve insani aile düzenini ve türünü korumak için yap-mıştır. Vücut aleminin, alemi düzeninin esasları üzerinde kurulduğu rahmaniye rahmetinin bir tecellisidir.


    Eğer insan ve hayvanda bu rahmet ve utufet olmasaydı, ferdi ve toplumsal hayat düzeni bozulurdu. Bu rahmet ve utufet sayesinde, canlılar kendisini ve yavrularını korumaktadır ve insan ailesini koru-maktadır, adil sultan memleketini korumaktadır. Eğer bu rahmet, şef-kat ve re’fet olmasaydı, hiçbir anne oğlunun fevkalade zahmet ve me-şakkatlerine tahammül edemezdi. İşte bu ilahi rahmet ve re’fet cezbesi kalpleri birbirine çekmekte ve fıtri olarak alemdeki düzeni korumak-tadır.

    Bu rahmet ve re’fet sebebiyle ruhani öğretmenler, büyük nebiler, yüce veliler ve ilahi alimler, onca zahmet ve sıkıntılara katlanmaktadır. İnsanları mutlu edebilmek ve beşer ailesini saadete eriştirebilmek için bir çok sıkıntılara katlanmaktadır. Hatta ilahi vahyin inişi ve değerli semavi kitapların indirilişi de bu ilahi rahmetin ve re’fetin mülk alemindeki bir suretidir. Hatta bütün hadler, cezalar, kısas ve benzeri şeyler de gazap ve intikam suretinde tecelli eden, rahmet ve re’fet ha-kikatidir.”Ey akıl sahipleri, sizin için kısasta hayat vardır.” Hatta cehennem bile saadete ulaşma liyakatine sahip olan kimseler için gazap suretinde bir rahmettir. Eğer cehennemdeki temizlemeler ve arın-dırmalar olmasaydı, o şahıslar, asla saadet yüzünü görmezlerdi.

    Özetle, kalbinde Allah’ın kullarına karşı re’fet ve rahmet bulunma-yan kimseleri insanlık camiasından çıkarmak gerekir ve insanlık top-lumuna girmekten engellemek icab eder.

    Marifet ehli kimseler şöyle diyor: “Vücut ve vücudun kemalinin genişlemesi, rahman ve rahim ismiyledir.”

    Bu iki ism-i şerif temel, geniş ve kapsamlı isimlerin en önemlile-rindendir. Nitekim ilahi ayet-i kerime de şöyle buyurmuştur: “ve rahmetim her şeyi kuşatmıştır.” Hakeza şöyle buyurmuştur: “Ey rabbimiz! Sen rahmet ve ilim olarak her şeyi kuşatmışsın”


    Bu açıdan fatiha suresinde bu iki büyük ism-i a’zam’a (en büyük isme) tabi kılınmıştır. Bununla da hakikat varlığının anahtarının rah-mani ve rahimi rahmet olduğuna işaret edilmiştir ve rahmetin gazaptan öncelikli olduğu beyan edilmiştir. Bu açıdan da marifet ehli kimseler şöyle demiştir: “Bismillahirrahmanirrahim ile vücut zahir olmuştur.”


    Re’fet, utufet ve benzeri sıfati ve ef’ali isimlerin birer şubesi oldu-ğu, rahmet ismi, Allah-u Teala’nın daha çok kendisini tanıtmakta kul-landığı bir isimdir ve de Allah-u Teala Kur’an surelerinden her birinde bunu tekrar etmiştir ki, mukaddes zatın geniş rahmetine bağlanan kul-ların kalbi bağlılığı daha çok artsın. Hak Teala’nın rahmetine kalben bağlanmak, nefislerin terbiyesine ve katı kalplerin yumuşamasına ne-den olmaktadır.
    İnsanların kalbini rahmet genişliği, re’fet ve dostluk gibi başka bir şeyle elde etmek ve onları isyandan alı koymak mümkün değildir. Bu yüzden büyük Peygamberler, Hak Teala’nın rahmet mazharıdırlar. Ni-tekim Allah-u Teala tövbe suresinin sonunda –ki gazap suresidir- Re-sul-i Ekrem’i şöyle tanıtmıştır: “Andolsun size kendinizden öyle bir Peygamber gelmiştir ki, sizin sıkıntıya uğramanız ona çok ağır ge-lir. O, size çok düşkün, müminlere karşı çok şefkatlidir, merha-metlidir.”


    Peygamberin insanlığa karşı göstermiş olduğu şefkat ve merhameti göstermek için Şuara suresinin ilk ayeti şerifesini göstermek yeterlidir: “(Resûlüm!) Onlar iman etmiyorlar diye neredeyse kendine kıya-caksın!”

    Kehf suresinin ilk ayetlerinde de şöyle buyrulmaktadır: “Bu yeni Kitab'a inanmazlarsa (ve bu yüzden helâk olurlarsa) arkalarından üzüntüyle neredeyse kendini harap edeceksin.”


    Subhanallah! Kafirlerin ve hakkı inkar edenlerin haline üzülmek ve Allah kullarının saadetini düşünmek, Resulullah’ı (s.a.a) o kadar zor-luğa salmıştır ki, Allah-u Teala ona bizzat teselli vermekte ve Pey-gamber’in yumuşak kalbini diri tutmaya çalışmaktadır ki bu cahillerin haline üzüntü sebebiyle kalbi kırılmasın ve ruh teslimiyetine neden olmasın.

    Nitekim Allah-u Teala mübarek Fetih suresinde de müminleri bu sıfatla nitelendirerek şöyle buyurmuştur: “Muhammed, (aleyhisselâm) Allah'ın peygamberidir. O'nunla beraber bulunanlar, kâfirlere karşı pek şiddetlidirler, kendi aralarında ise pek merhametlidir-ler.”




    Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
    Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

    Yorum


      #92
      Ynt: CUNUD-Akıl ve Cehalet Askerleri


      Bu değerli sıfatlar hakkında nakledilen rivayet-i şerifeler de olduk-ça çoktur. Biz onlardan bir kaçını zikretmek ile yetineceğiz.
      Vesail kitabında ve Kafi-i Şerif’in Hac kitabında yer aldığına göre İmam Sadık (a.s) şöyle buyurmuştur: “Allah’tan korkun ve birbirinize karşı, kardeş olun, iyilik edin, Allah yolunda birbirinizi sevin, birbiriniz ile irtibatta olun, birbirinizi ziyaret edin, birbirinizle görüşün, kendi aranızda emrimizi zikredin ve emrimizi ihya edin.”


      Hakeza Ebi Abdillah (a.s) şöyle buyurmuştur: “Müslümanlar, birbi-riyle ilişki kurmada çaba göstermeli, birbirine merhamet etmede ve ih-tiyaçlarını gidermede iş birliğinde bulunmalı ve birbirine karşı rahmet ve yumuşaklık içinde olmalıdırlar ki Allah-u Teala’nın şöyle emrettiği gibi olsunlar: “Onlar birbirine karşı merhametlidir” (yani) onlar, ken-dilerinden gizli kalan işleri hususunda Resulullah (s.a.a) zamanındaki Ensar topluluğunun yaptığı gibi birbirilerine karşı merhametli olur-lar.”

      Hasan b. Muhammed Tusi’nin Hz. Ali’den (a.s) naklen Mecalis ki-tabında yer aldığına göre Resulullah (s.a.a) şöyle buyurmuştur: “Şüp-hesiz aziz ve celil olan Allah, rahmet sahibidir ve bütün rahmet sahip-lerini sever.”

      Müstedrek’ül-Vesail’de yer aldığına göre de Allame Hilli Risalet’us-Sa’diye kitabında Resulullah’tan (s.a.a) şöyle nakletmiştir: “Nefsim elinde olana andolsun ki Allah-u Teala rahmetini sadece rahmet sahibi kimselere indirir.” Kendisine, “Ey Allah’ın Resulu! Acaba biz hepimiz rahmet sahibi miyiz?” diye sorulunca da şöyle bu-yurdu: “Rahim, sadece kendisine ve ailesine merhamet eden kimse değildir. Aksine rahim, Müslümanlara merhamet eden kimsedir.” Ha-keza peygamber (s.a.a) şöyle buyurmuştur: “Allah-u Teala şöyle bu-yurmuştur: “Eğer benim rahmetimi diliyorsanız, o halde birbirinize karşı merhamet ediniz.”

      Ca’feriyat kitabında yer aldığına göre de Resulullah (s.a.a) şöyle buyurmuştur: “İnsanlara merhamet etmeyen kimseye Allah merhamet etmez.”
      Evali’el-Lai’de yer aldığına göre Resulullah (s.a.a) şöyle buyur-muştur: “Allah birbirine merhamet edenlere merhamet eder. O halde yeryüzünde olan şeylere merhamet ediniz ki göklerde olanlar da size merhamet etsin.”




      Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
      Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

      Yorum


        #93
        Ynt: CUNUD-Akıl ve Cehalet Askerleri


        Üçüncü Bölüm

        Kasavet ve Gazabın Farklılığı Hakkında

        Bil ki kasavet, kalbin şiddeti, katılığı ve kabalığıdır. Dolayısıyla “kesa kelbuhu kesaveten ve kesveten ve kesaen” ifadesi, kalbi katılaştı anlamındadır. Hakeza Hacer’un-Kas, sert taş anlamını ifade etmekte-dir.

        Bunun karşıtı ise kalp yumuşaklığı ve inceliğidir. Nitekim Zümer suresi, 22. ayette şöyle buyurulmuştur: “Allah kimin gönlünü İslâm'a açmışsa o, Rabbinden bir nûr üzerinde değil midir? Allah'ı anmak hususunda kalpleri katılaşmış olanlara yazıklar olsun! İşte bunlar apaçık bir sapıklık içindedirler.”

        Burada hakkı kabul etmenin bir gereği olan göğüs genişliği karşı-sında hakkı kabul etmemenin bir gereği olan kalp katılığı karar kılın-mıştır. Bu ayetten sonra da kalp katılığının hakiki karşıtı olan kalp in-celiği ve yumuşaklığı zikredilmiştir. Nitekim ayetin devamında şöyle buyrulmuştur: “Allah sözün en güzelini, birbiriyle uyumlu ve bı-kılmadan tekrar tekrar okunan bir kitap olarak indirdi. Rable-rinden korkanların, bu Kitab'ın etkisinden tüyleri ürperir, derken hem bedenleri ve hem de gönülleri Allah'ın zikrine ısınıp yumu-şar.” Bilmek gerekir ki, kalp katılığı ve gazap arasında çok açık fark-lılıklar vardır. Zira kalp katılığı bu zikredilen şeyden ibarettir. Ama gazap ise, heyecan ve galeyana gelme sebebiyle kalp kanında intikam almak için ortaya çıkan nefsani bir halet ve harekettir. O halde bu halet hızlanınca gazap ateşi alevlenmekte, damarları doldurmakta ve beyin aklın kendisiyle saptığı ıstıraplı bir karanlık dumanla dolmaktadır.


        Böylece insan idrakten ve düşünceden geri kalmaktadır. Bu halde hiç-bir nasihat ve öğüt onun sahibine fayda vermemektedir. Hatta gazap ateşini daha da alevlendirmektedir. Bu yüzden hikmet sahibi kimseler şöyle demişlerdir: “Bu halde olan bir insanın misali, içinde ateş yakı-lan, bu ateş sebebiyle içi dumanla dolan bir mağraya benzer. Bu ma-ğarada bulunan insan, buradaki duman vasıtasıyla boğulacak gibi olur. Bu duman ve ateşten korkunç bir ses, ortaya çıkar. Ateş yalımları, hızla yükselir ve artmaya başlar. Bu durumda artık tedavi etmek oldukça zordur ve bu ateşi söndürmek mümkün değildir. Zira bu ateşe sön-dürmek için ne atılırsa atılsın onu yer-yutar, kendine katar ve yakıtını arttırır. Bu açıdan gazap halinde olan insan, doğruluk ve hidayetten kör hale gelir, öğüt ve nasihatlara karşı sağır kesilir. Dolayısıyla bu durumda yapılan öğüt de onun gazabının artmasına ve ateşinin alev-lenmesine neden olur. Böylesi bir şahıs için hiçbir çözüm yolu düşü-nülemez.”

        Bokrat hekim ise şöyle diyor: “Ben, denizde şiddetli dalgalara ya-kalanan kayalıklar arasında sıkışan bir geminin, gazap ateşinde alev-lenen ve varlık gemisi, gazabın şiddetli alevleri arasında kalan bir kimseden daha erken kurtulacağına inanıyorum. Zira gemiyi usta kap-tanlar, çeşitli ilmi yollar ve çözümlerle kurtarabilirler. Ama bu şahsın gazap halinde kurtulması ve çözüm bulunması imkansızdır. Zira, nasi-hat ve öğüt türünden her ne çözüm bulursan bul ve kendisine ne kadar tevazu gösterirsen göster, onun alevleri ateşlenir ve ateş büyümeye başlar.”


        Biz, gazap hakkındaki bu sözleri yüce makama sahip olan İbn-i Miskeveyh’ten tercüme edip buraya aktardık. Zira bu bölümde onun sözünden daha güzel bir açıklama bulamadık.

        O halde açıklandığı üzere kasavet ve gazap, birbiriyle irtibatı olma-yan iki kalp hali ve sıfatıdır. Hadis-i şerifte, re’fet ve rahmetin bunlara karşılık karar kılınması hakiki anlamda bir karşıtlık değildir. Aksine karşıtlığın gerek ve gerektirileni kastedilmiştir. Zira re’fet, yumuşaklı-ğın bir gereğidir ve o da kasvetin karşıtıdır. Rahmet ise, gazabın karşıtı olan hilim sıfatının gerek veya gerektirilenidir.



        Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
        Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

        Yorum


          #94
          Ynt: CUNUD-Akıl ve Cehalet Askerleri


          Dördüncü Bölüm

          Re’fet (Merhamet) Yoğrulmuş Fıtratın Gereklerinden ve de Aklın Askerlerinden Biridir

          Bil ki rahmet, re’fet, şefkat, yumuşaklık ve hilim yoğrulmuş fıtratın gereklerinden, akıl ve rahmanın askerlerinden biridir. Karşılıklı sevgi, merhamet, dostluk ve adalet duygusu bütün insanların zatında ve var-lığında mevcuttur.

          Bir kimse her ne kadar zalim de olsa ilk yaratılışı hasebiyle elinin altında bulunanlara, yoksullara, zayıflara, çaresizlere ve savunmasız çocuklara karşı merhametli davranır. Hatta hayat sahibi her varlığa karşı merhamet göstermek de her insanın mayasına karıştırılmış bir özelliktir.
          İnsanı Allah-u Teala kendi rahmet hakikatinden yaratmıştır ve in-san, ilahi rahmetin suretidir. Nitekim Allah-u Teala şöyle buyurmuştur: “Rahman, Kur’an’ı öğretti; İnsanı yarattı.”


          Allah-u Teala bu ayette insanın yaratılışını rahman ismine isnat et-miştir. Bu açıdan da zalim ve katı kalpli bir kimse de zulüm ve katılık-tan fıtratı gereği nefret eder. Eğer kendi zulüm ve katılığından gaflet edecek olursa, en azından başkalarının katılık ve zulmünü fıtratı gereği reddeder, adalet, rahmet ve re’fetten zatı gereği hoşlanır. Hatta zalim bile tabiatı gereği zulmü, adaletle ve katı kalpliliği de rahmetle yapmak ister, insan zulüm yapar ve katı kalpli davranır, ama buna rahmet ve adalet süsünü verir. Zira fıtrat zulümden nefret eder, zatın yapısı zulümden kaçınır. Dolayısıyla insan, tabiatı gereği rahmet ve re’fete teveccüh eder, zahiri bile olsa adil olmaya çalışır, adaletten istifade eder ve göstermelik de olsa adil gözükmeye çabalar.

          Bu konu, yani rahmet, re’fet, adalet, muhabbet ve sevgi gibi sıfatla-rın yoğrulmuş fıtratın gereklerinden, bunların karşıtının ise fıtrata ay-kırı ve örtülü fıtratın gereklerinden olduğu hakikati, insanın kendi vic-danına ve diğer insanların haletine müracaat ettiği taktirde kendiliğin-den ortaya çıkmakta ve dolayısıyla da fazla bir açıklamaya ve delile ihtiyaç duymamaktadır.

          Gerçi bu konuların birinde, isimler ilminde kamil ilmi, mantıki ve felsefi burhan ile de ispat edilmiştir. Ama bu kitap, bu açıklamayı yapmaya uygun değildir. Dolayısıyla ilgili kaynaklara müracaat etmek gerekir ki, bütün hayır ve kemallerin ilahi isimlerle ilgili olduğu ve bizzat yaratıldıkları bunların karşıtlarının ise, tenzihi isimlere ait olduğu ve dolayısıyla da ilineksel olarak yaratıldıkları olarak ortaya çıkmış olsun. Yoğrulmuş fıtrat, rahmani kemalin bir suretidir. Varlık aleminin düzeni, kemal ve hayır üzeredir, noksanlık ve kötülükler yokluktandır, örtülü fıtrata aittir ve de nur ve azamet kaynağından uzaklıktır.




          Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
          Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

          Yorum


            #95
            Ynt: CUNUD-Akıl ve Cehalet Askerleri


            Beşinci Bölüm

            Gazap Kuvvesinin Etkilerinin Beyanında

            Bil ki gazap kuvvesi de hayvanlara ve özellikle de insanlara verilen ilahi büyük nimetlerden biridir. Canlılar, bu değerli kuvve sebebiyle şahsiyetini, türünü, ferdi ve toplumsal bekasını korumaktadır. Zira in-san bu tabiat ve madde aleminde olduğu müddetçe, bu alemde var olan çatışmalar ve zıtlar vasıtasıyla ve kendi tabiatındaki kabul ve et-kilenme kuvvesi vasıtasıyla sürekli gelişme ve erime halindedir. Eğer, eriyen şeylerin yerine yeni şeyler geçmeyecek olursa çok geçmeden dahili ifsat edici maddeler, onu yok eder. Aynı şekilde dünya ve izdi-ham aleminde olduğu müddetçe de insanın bir takım düşmanları ve bozguncuları vardır. Eğer onlar önlenmezse insanı çok geçmeden yok ederler.


            Aynı şekilde, hayvan ve insan ferdi için de bir takım iç ve dış boz-guncu ve eziyet edici maddeler vardır. İnsanlık ailesi, cemiyet düzeni ve insanlığın erdemli şehri için de bir takım bozucu ve zarar verici maddeler vardır ki eğer bunlar yok edilmezse çok geçmeden, insanlık ailesini, erdemli şehir düzenini birbirine katar ve en kısa zamanda me-deniyet alemi yok olmaya doğru koyulur.


            Bu açıdan ilahi ezeli inayet ve rahmani kamil rahmet gereği hay-vanda mutlak şekliyle ve insanda ise özellikle bu değerli gazap kuvvesi karar kılınmıştır ki hayvan ve insan –hayvan olduğu sebebiyle- dahili ve harici eziyet edici maddeleri ortadan kaldırsın ve insan özellikle aile düzenini, toplum düzenini ve erdemli şehri bozmayı öneren şeyleri ortadan kaldırsın.


            İnsanlık ailesini savunmak, memleket sınırlarını korumak, din dü-zenini muhafaza etmek, topluluğu ayakta tutmak, kötülerin erdemli şehre saldırısını engellemek ve insanlık ve din düşmanlarına karşı cihat etmek sadece Hak Teala’nın eliyle insanın mayasına katılan ve emanet bırakılan bu semavi hediye ve Allah vergisi kuvve sayesinde mümkündür.


            Alemdeki düzen ve birliği sağlayan ilahi siyasetler, cezalar ve hu-dutların icrası da bu kudret ve ilahi kuvve sayesindedir. Hatta nefis ile cihat, İblis ve cehalet askerlerini defetmek de bu değerli kuvvenin yardımıyla şekillenmektedir. Her kimde bu ilahi gazap ve intikamın tecellisi olan değerli kuvve, tefrit ve nakıs şekliyle var olursa bundan bir çok pis melekeler ve korku, ödleklik, zayıflık, tembellik, refahına düşkünlük, sabırsızlık, kararsızlık, rahatına düşkünlük, donmuşluk ve zulmü kabullenme –ki zulüm gibi veya ondan daha kötüdür-, sövgülere rızayet göstermek, rezaletler, çirkinliklere boyun eğmek, kendisine, ailesine ve dinine karşı gayretsiz olmak ortaya çıkar.


            Allah-u Teala müminlerin sıfatı hakkında şöyle buyurmuştur: “Ka-firlere karşı çok çetin, kendi aralarında son derece merhametli-dirler.”
            Bu itidal haleti, yeri geldiğinde rahmet ve şefkate, yeri geldiğinde de şiddet ve gazaba dönüşmektedir.
            Rivayet-i şerifelerde yerinde gazap etmemek kınanmış ve redde-dilmiştir.


            Muhammed b. Ya’kub kendi isnadıyla İmam Bakır’dan (a.s) şöyle buyurduğunu nakletmiştir: “Allah, Şuayb Peygamber’e (a.s) şöyle bu-yurdu: “Şüphesiz ben, senin kavminden yüz bin kişiye azap edeceğim ki bunlardan kırk bini kötülerden, altmış bini ise iyilerdendir.” Şuayb şöyle arzetti: “Ey Allah’ım! Kötüler neyse, ama iyiler neden?” Vahiy şöyle buyurdu: “Zira onlar da günah ehline karşı gevşek davrandılar, ihmalkarlık gösterdiler ve benim gazabım için gazapta bulunmadı-lar.”

            Vesail kitabında da Mehasin’i Berki’den naklen, Ali b. Hüseyin’in (a.s) şöyle buyurduğu yer almıştır: “Musa b. İmran şöyle dedi: “Ey Allah’ım! Senin gölgenden başka bir gölgenin olmadığı bir günde, ar-şının kendilerine gölge ettiği o kimseler, kimlerdir?” Böylece Allah ona şöyle vahyetti: “Onlar, kalbi temiz olanlar, elleriyle iyilik yapanlar, kendi babalarını andıkları gibi azamet ve celalimi hatırlayanlar.” Sonunda ise şöyle buyurdu: “Benim, haramlarım helal kılındığında gazaba gelenler, yaralanan bir kaplan misalidir.”


            Resulullah’ın (s.a.a) ahlakı hakkında da şöyle nakledilmiştir: “Allah Resulü, ilahi haramlar çiğnenmedikçe kendisine yapılan bir haksızlık karşısında yardım dilememiştir. Dolayısıyla o sadece Allah Tebareke ve Teala için gazaplanırdı.”


            Buradan da anlaşıldığı üzere rahmetin karşıtı olan, cehalet ve İb-lis’in askerlerinden sayılan gazap ölçülü olduğu ve akıl, Hak Teala ve mukaddes semavi şeriat ölçüleri altında bulunduğu sırada ortaya çıkan gazap değildir. Aksine bu gazaptan maksat, gelecek bölümde kınana-cak ve yalanlanacak olan ifrat halindeki gazaptır.


            Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
            Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

            Yorum


              #96
              Ynt: CUNUD-Akıl ve Cehalet Askerleri


              Altıncı Bölüm

              Gazabi Kuvvenin Sapıklığı Beyanında

              Allah Tebareke ve Teala’nın gazap kuvvesini insana düzeni koruma ve dünya ve ahiret saadetini elde etmek için bağışladığı hakikati açıklandıktan sonra, eğer insan bu ilahi nimeti kendi yerinde kullanmaz ve kendi yerinde bu esası korumak için gazaplanmazsa, Hak Teala’nın nimetlerine küfranda bulunmuş olur ve de, “Ve eğer nankörlük ederseniz hiç şüphesiz azabım çok şiddetlidir!” ayetinin kap-samına girer.


              Bundan daha kötüsü, büyüğü ve çirkini de şudur ki bu ilahi kuvveyi ilahi maksadın aksine kullanması ve aile düzeni ve insanlığın erdemli şehrinin aleyhine çalıştırmasıdır. Bu durumda nimete küfranda bulunmakla birlikte, hürmeti de çiğnenmektedir. Elbette bu durumda, ilahi askerlerden ve cehalet ve şeytan askerlerinin karşıtlarından olması gereken gazap kuvvesi, büyük şeytanın askerlerinden biri haline gelir. Akıl ve Hak Teala’nın askerlerine muhalif ve karşıt olur, gazap memleketi yavaş yavaş şeytan ve cehaletin hakimiyeti altına girer. Bu kuvve, akıl ve Hak Teala’nın eğitilmiş köpeği olacağına, şeytanın eği-tilmiş köpeği haline gelir. Kendi başına buyruk bir köpeğe dönüşür, dost ve düşmanı tanımaz ve önüne geleni parçalar, insanlık düzenini sarsar ve yok eder, böyle bir insan gazap kuvvesiyle, alemdeki bütün insanları sefalete sürükler ve çaresiz kılar.
              İnsanın yırtıcılığı, diğer hayvanların yırtıcılığı gibi değildir. Belli bir sınır ve duraklaması yoktur. Zira insanın boğazı, bütün alemi yutsa dahi kani olmayacak bir yapıdadır. Yutma ateşi asla sönmez. Bu yüz-den gazap cehennemi, bütün tabiat alemini yakabilir.


              Yazar bu sayfaları yazdığı zaman müttefik güçler ile Almanya ara-sında yapılan dünya savaşının alevlendiği bir zamandır. Bu savaş ateş-leri bütün dünyada yakılmıştır. Bu alevli cehennem ateşi, yamyam ve yırtıcı bir hayvanın Almanya lideri sıfatıyla alemi, özellikle de kendi milletini sefalete ve perişanlığa sürükleyen gazap ateşinden başka bir şey değildir ve şu anda da bu gazap ateşi sönmeye yüz tutmuştur.

              Ama dünya düzeninin bozulması, yırtıcılığın yaygın hale gelmesi, şeytanlık ve cehaletin alemde revac bulmasıyla, Allah’ın günümüz Avrupa’sına nasip ettiği akılları şaşkınlığa düşüren bu buluşlar ve tek-noloji eğer akıl ve ilahi din bayrağı altında idare edilecek olsaydı, alem tümüyle nurani ve adalet içinde olurdu. Bütün dünya, güzel ilişkiler kurarak, ebedi saadetini temin edebilirdi. Ama ne yazık ki bu buluş kuvvesi, cehalet, bilgisizlik, şeytanlık ve bencilliğin egemenliği altında, insan türünün saadetine ve erdemli şehir düzeninin zıddına kul-lanılmaktadır. Dünyayı aydınlatması gereken şey, dünyayı zulmet ve çaresizliğe sürüklemiş bulunmaktadır. İnsana sefalet, zillet ve zahmet yolunu kat ettirmektedir. Bunun nerede son bulacağı ve bu zavallı top-luluğun insan suretindeki birkaç hayvanın hatta hayvanlar için bile utanç teşkil eden birkaç şahsın elinden ne zaman kurtulacağı ve bu ça-resizliğin ne zaman biteceği ve bu topraktan karanlık yurtların ne za-man kamil ıslah eden velinin ilahi nuruyla aydınlanacağını, sadece Al-lah bilir.”Allah’ım! Onun zuhurunu acil kıl ve onu zahir kılarak bize ihsanda bulun.”



              Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
              Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

              Yorum


                #97
                Ynt: CUNUD-Akıl ve Cehalet Askerleri


                Yedinci Bölüm

                Bu Babdaki Hadis-i Şeriflerden Bir Cümlenin Zikri

                Vesail kitabında Kafi’den naklen, Ebi Abdillah’ın (a.s) şöyle bu-yurduğu yer almıştır: “Resulullah (s.a.a) şöyle buyurmuştur: “Sirke balı bozduğu gibi, gazap da imanı bozar.”


                Müstedrek’te ise el-Ca’feriyat’tan naklen Ali b. Ebi Talib’in (a.s) şöyle buyurduğu yer almıştır: “Resulullah (s.a.a) şöyle buyurmuştur: “Sabır (acı olan azvay/sarısabır ağacının özsuyu,) balı ve sirke balı bozduğu gibi gazap da imanı bozar.”


                Bu hadis-i şerif diğer birkaç yollardan nakledilmiştir.
                Bilmek gerekir ki biz zavallılar, şu anda tabiat kılıfında ve dünyevi aşağılık hayatın zulmani hicapları içindeyiz. Gayp, nefis melekutu ve nefse zarar veren, bozan, ıslah eden ve helak eden şeyleri bilemiyoruz. İman nuraniyetinin gazap vasıtasıyla nasıl yok olabileceğini teşhis edemiyoruz. İnsanın iman hakikatinin nasıl bozulacağını ve iman ha-kikati karşıtlığı ve yersiz gazabı basiret nuruyla idrak edemiyoruz.

                Ama nefis ve kalbin tabipleri olanlar; ilahi kuşatıcı bir ilim ve etkili basiretli bir gözle mülk ve melekutun batınında kalp hastalıklarını, ilaçlarını, iyileştiricilerini ve bozucularını derk eden kimseler, ilahi mukaddes zat tarafından hakikatleri keşfetmek, batınları izhar etmek ve biz uyuyan gafilleri uyandırmakla görevlendirmişlerdir.


                Onlar, bizlere kalbimizin batınından haber vermekte, nefis meleku-tumuzu bizler için keşfetmektedir. Onlar sirke ve sabır özsuyunun balı bozduğu gibi, o latif tatlığını acılığa ve istenilmeyen ekşiliğe çevirdiği gibi gazap ateşi ve alevlerinin de iman nurunu söndürdüğünü ve boz-duğunu bilmektedirler.


                Gazabın insani melekuti hayatın sermayesini –ki imandır- batıl kılması ve insanın saadet sermayesini elinden alması ve insanı eli boş o-larak öbür aleme göndermesi bile tek başına yeterli olsa da insanı bu alemde de çoğu zaman tehlikelere düşürmekte ve dünyada sefalete ve şekavete sürüklemektedir.

                İnsanı yıldırım hızıyla sefalete ve helakete sürükleyen gazap ate-şinden daha etkili bir şey yoktur. İnsan nice defa bir tek anlık gazapla Allah’ın dininden çıkmaya, Allah-u Teala ve nice Peygamberlere, küs-tahlığa yeltenmektedir! Nice defa bir saatlik gazap vasıtasıyla doku-nulmazlığı olan nefisler katledilmektedir. Nitekim İmam Sadık (a.s) Kafi-i şerifte şöyle buyurmuştur: “Babam şöyle buyuruyordu: “Hangi şey gazaptan daha şiddetlidir? Şüphesiz insan gazaplanmakta ve bu vesileyle de Allah’ın haram kıldığı bir nefsi öldürmekte ve iyi olan bir kadına iftirada bulunmaktadır.”
                Vesail’de el-Hisal kitabından naklen, Ebi Abdillah’ın (a.s) şöyle buyurduğu yer almıştır: “Havariler, İsa’ya (a.s) şöyle sordular: “En şiddetli şey hangi şeydir?” Hz. İsa şöyle buyurdu: “En şiddetli şey, aziz ve celil olan Allah’ın gazabıdır.” Onlar şöyle sordular: “Hangi şeyle Allah’ın gazabından korunalım?” Hz. İsa (a.s) şöyle buyurdu: “Gazaplanmamakla.” Onlar şöyle sordular: “Gazabın kökeni nedir?” İsa (a.s) şöyle buyurdu: “Kibir, büyüklenme ve insanları küçük gör-me.”


                Bu hadis-i şerif de gazabın batınının ilahi gazap ateşinin sureti ol-duğuna işaret etmektedir.
                Evet, bu yakıcı ateşin alevleri kalpten ortaya çıkmaktadır. Nitekim şöyle buyrulmuştur: “Allah'ın tutuşturulmuş bir ateşidir. Öyle ki, yüreklerin üzerine yüklenecektir ki o, yüreklerin üstüne tırmanıp-çıkmaktadır” Belki de bu ateşin suretidir ki kalbin batınından ortaya çıkmakta ve kalbi kuşatmaktadır.
                Biz şu anda ilahi gazap ateşi hakkında bir haber işitmekteyiz ve hiçbir açıklamayla bunun hakikati bizlere beyan edilemez. Dünya himmeti ve tabiat kamusu, gayb aleminin ve tabiat ötesinin hakikatle-rini olduğu gibi bizlere beyan edemez. Biz, saadet ve şekavet hakkında işittiklerimizi bu dünya ile ünsiyet ve adet edindiğimiz şeyler ile mukayese ederek derk etmekteyiz. Oysa ahiret ve melekut alemi, dün-ya ve mülk alemiyle kıyas edilemez.
                Biz, hangi ateşi gördüysek, ateşin bedenle ve türsel olarak da bede-nin derisiyle ilgili olduğunu görmekteyiz. Bundan öte bir ateş göre-bilmiş değiliz. Dünya alemindeki bütün ateşleri üst üste koyacak olsa-lar, insanın kalbini yakamaz. Zira kalp melekut mertebelerindendir ve mülki ateş bu dereceye erişemez. Mülki ateş, dünyevi mülki beden haddinden öteye geçemez. Batın ve zahiri, ruh ve kalbi, yürek ve be-deni yakan ateş, ilahi ve melekuti bir ateştir. Bu ateş kalp batınında zuhur etmekte ve duyular yoluyla da zahire sirayet etmektedir.


                Hz. İsa (a.s) şöyle buyurmuştur: “İlahi azap ateşinden korunmak is-teyen ve de “Allah’ın tutuşturulmuş ateşine” maruz kalmamayı di-leyen kimse, kendisini gazabın bu yakıcı ateşinden korumalıdır.”


                Kafi’de yer alan bir hadis-i şerifte ise İmam Bakır (a.s) şöyle bu-yurmuştur: “Şüphesiz bu gazap, ademoğlunun kalbinde yanan şeytanın yakıcı ateşinden bir parçadır. Şüphesiz sizden gazaplanan bir kimsenin gözleri kızarır, boyun damarları şişer, şeytan içine girer, sizden herkim gazaplanmaktan korkarsa yere otursun ki şeytanın aşağılığı bu esnada kendisinden uzaklaşır.”


                İmam Sadık’dan (a.s) hakeza şöyle buyurduğu nakledilmiştir: “Ga-zap kalbin hilmini karanlık ve zulmani kılar. Herkim gazabına sahip olmazsa, aklına da malik değildir.”


                İmam Bakır’ın (a.s) ise şöyle buyurduğu nakledilmiştir: “İnsanlara gazaplanmayan kimseden Allah-u Teala kıyamet günü azabını uzak kılar.”
                Bu konuda nakledilen hadis-i şerifler, bu kitaba sığmayacak kadar fazladır.




                Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
                Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

                Yorum


                  #98
                  Ynt: CUNUD-Akıl ve Cehalet Askerleri


                  Sekizinci Bölüm

                  Gazabın Tedavisi Hususunda Kısa Bir Açıklama

                  Bil ki Kırk Hadis Şerhi kitabında yedinci hadisi açıklarken bir yere kadar, gazap konusunu ve bunun tedavi yollarını açıklamaya çalıştık. Bu açıdan bu kitapta, o kitabın özetini aktarmaya çalışacağız. Zira burada zikredilmesi de faydadan uzak değildir.


                  Bil ki nefsin temel ilacı, gazabiyye kuvvesinin alevlerinin söndüğü bir halde olmalıdır. Zira, bu yakıcı korkunç ateş alevlenince ve bu öl-dürücü alev coşunca bu ateşi önleyebilmek artık çok zordur. Bu esnada nefis doktorları bile tedavi etmekten aciz kalmışlardır. Zira bu esnada her ne kadar tedavi etmeye kalkışsalar, öğüt ve nasihat vermeyle uğraşsalar bile bu şeytani korların alevlenmesi daha da artacaktır. Bu açıdan, gazap anında ani hal değişimine girmeli ve onu bu haletten döndürmeye çalışmalıdırlar. Gazaplanan bir kimse bu esnada, kendi dönüş haletini hazırlamaya çalışmalı ve eğer bir şuur ve ayırt etme ka-biliyeti kalmışsa işin korkunç sonunu düşünmelidir. Haletini değiştire-rek kalbinin alevlenmesinin artmasına izin vermemeli ve bu helak edici ateşin alevlenmesine engel olmalıdır. Eğer mümkün ise gazaplanmasına sebep olan ortamdan hızla ayrılmalı, kendisinin ve diğerlerinin canını helak olma korkusundan kurtarmalıdır veya halini değiştirmelidir. Ör-neğin eğer ayakta durmuş ise oturmalı ve oturmuş ise uyumalı veya Allah-u Teala’yı zikretmekle meşgul olmalıdır. Bazıları Allah’ı zik-retmeyi bu esnada farz kabul etmişlerdir.

                  Kafi’de yer alan bir rivayete göre İmam Sadık (a.s) şöyle buyur-muştur: “Allah-u Teala peygamberlerinden bazısına şöyle vahyetti: “Ey Ademoğlu! Gazap anında beni an ki, ben de gazabım anında seni anayım, böylece seni helak ettiğim kimseler zümresinde helak etme-yeyim. Eğer bir zulme maruz kalırsan, benim sana yardım etmemden hoşnut ol. Zira benim yardım etmem, senin kendine yardım etmenden daha hayırlıdır.”

                  Hakeza Kafi’de yer alan bir rivayete göre İmam Bakır (a.s) şöyle emretmiştir: “Gazaplanmaktan korktuğunuz ve şeytan korundan şid-detle korktuğunuz zaman, yere oturun. Zira bu esnada şeytanın aşağı-lığı sizden uzaklaşır.”


                  Hakeza İmam Bakır (a.s) şöyle buyurmuştur: “Şüphesiz, insan ga-zaplanır ve ateşin içine girmedikçe de asla razı olmaz. O halde, her kim bir topluluğa gazaplanırsa, eğer ayakta ise otursun. Zira bu durumda şeytanın pisliği ondan gider. Herkim akrabalarına gazaplanırsa, yanına gitsin, ona dokunsun. Zira rahime (yakınlar) dokununca sakinleşir.

                  Ehl-i Sünnet kanalıyla da şöyle nakledilmiştir: “Resulullah (s.a.a) gazaplandığı zaman ayakta ise oturuyor ve eğer oturuyor ise sırt üstü uzanıyordu. Böylece gazabı diniyordu.”


                  Bu zikredilenler, gazap sahibinin kendi kendini tedavi etme metodlarıdır.

                  Ama eğer başkaları, gazap ve gazap halinde birini tedavi etmek is-tiyorlarsa, bu çok zor bir şeydir. Elbette henüz gazabı şiddetlenmedik-çe ve cehennem ateşi alevlenmedikçe, bu zikredilen yollardan biriyle tedavi etmek mümkündür. Aksi taktirde onu korkutarak da gazaplan-maktan alıkoymak mümkündür. Özellikle bir kudret ve kuvvet sahibi birisi onu korkutacak olursa gazap ateşi sönebilir. Ama bilmesi gerekir ki eğer bu gazap ateşi alevlenirse, bu durumda onu korkutmak da teh-likelidir. Velhasıl gazap halinde bu haleti tedavi edebilmek oldukça zordur. Bundan Allah’a sığınırız.



                  Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
                  Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

                  Yorum


                    #99
                    Ynt: CUNUD-Akıl ve Cehalet Askerleri


                    Dokuzuncu Bölüm

                    Sükunet Halinde Asıl Sebeplerini Ortadan Kaldırarak Gazabı Harekete Geçiren Nedenleri Tedavi Etmenin Beyanında

                    Gazabın bir çok sebepleri vardır ve biz bunlardan sadece önemli olanlarına işaret edeceğiz. Bunlardan en önemlisi ve de hastalıkların asıl kaynağı olarak adlandırılması gerekeni, dünya sevgisidir. Bu sev-giden, nefsani hastalıkların çoğu veya tümü vücuda gelmektedir. Nite-kim rivayet-i şerifelerde de, “her hatanın başı” olarak tanıtılmıştır.


                    Mal sevgisi, makam sevgisi, kudretini büyütme sevgisi, iradesini hakim kılma sevgisi, yiyecekler sevgisi, cinsel ilişki sevgisi, giyim ku-şam sevgisi ve benzeri sevgiler, dünya sevgisinin ve nefis sevgisinin birer şubesi halindedir.

                    Bu açıdan gazabı harekete geçiren sebeplerin tümünü bu dünya ve nefis sevgisine döndürmek gerekir ve insan, bu şeylere ilgi duyar ve sevgi beslemeye başlarsa, bunlar hakkında herhangi bir engelle karşı-laştığı zaman bu engeli ortadan kaldırmak için kalbindeki kan galeyana gelir ve gazap kuvvesi harekete geçer. Tıpkı bir leşe saldırmak isteyen köpeklere benzer. Zira köpekler de mide tandırını boş gördüklerinde birbirinden öne geçmeye çalışır, diğerlerini o leşten uzaklaştırmaya koyulur ve boğuşmaya başlar. Nitekim Hz. Ali (a.s) şöyle buyurmuştur: “Dünya bir leştir, dünyayı talep eden ise köpektir.”

                    Belki de Hz. Ali’nin bu istiaresindeki teşbihin sebebi, insanda kö-pek veya köpek hükmünde veya köpeğin bizzat kendisi olan gazap kuvvesinin harekete geçmesidir.

                    Özetle çoğu fesatları kesin tedavi etmenin yolu dünya ve nefis sev-gisini tedavi etmektir. Zira bu tedavi edildiği zaman nefis sükunet ve güvene erer, kalp sükunet içine girer, itminan melekesi ve kuvvesine sahip olur, dünya işlerini kolay görür, hiçbir yiyecek ve içeceğe önem vermez. Eğer bir kimse onunla dünya işlerinde çatışacak olursa, o so-ğuk kanlılıkla davranır, işi alttan alır, sevgilisi dünya ehlinin yiyeceği olmadığı için de yiyecekler peşinde koşup durmaz. Dünya sevgisinin köklerini koparmak ilk başta ve süluka başlarken, gerçi çok zordur, ama her zor iş teşebbüs ve azim kararlılığı ile kolaylaşır, irade ve azim kuvvesi, her zor ve müşkül işlere egemen olur, her uzun taşlık yolu yakın veya kolay kılar.

                    Salik insan, işin başında bu fesat maddesini ve helak edici hastalığı bir defada ortadan kaldırmayı beklememelidir. Ama yavaş yavaş vakit harcayarak, düşünerek, riyazet ve mücahadeye koyularak, onun dalla-rını ve bazı köklerini keserek, yavaş yavaş bu hedefine ulaşabilir. Ama işin başında bilmelidir ki dini hedef ve yolda insanın yolunun dikeni, dünya ve nefis sevgisidir. Eğer marifet, cezbe ve cezve ehli ise, dünya ve nefis sevgisi, sevgilinin yüzünü örten en büyük örtülerden biridir: “Putların annesi nefis putlarınızdır.”




                    Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
                    Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

                    Yorum


                      Ynt: CUNUD-Akıl ve Cehalet Askerleri


                      Musa Kelim (a.s) büyük nübuvvet ve marifet makamına sahip ol-duğu halde riyazetlerden sonra, mukaddes varlıkların ve muhabbet as-habının makamına ayak basınca ve sevgiliyi görmeye koşunca, “He-men pabuçlarını çıkar! Çünkü sen kutsal vâdi Tuvâ'dasın!” nidası onu, kadın ve çocuk muhabbetinden alı koydu.” Bil ki eğer, mukaddes ve ihlas sahibi kimselerin vadisi olan muhabbet ve aşk vadisine girmek istiyorsan, başkalarını sevmekle bu vadiye giremezsin. Elbette Hz. Musa’nın muhabbeti de bizim muhabbetlerimiz gibi de-ğildir ve belki de bu yüzden en düşük organda yer alan ve çıkarılması kolay olan ayakkabılar diye ifade edilmiştir.”

                      Özetle dünya ve nefis sevgisi olduğu taktirde marifetullaha ulaş-mayı düşünmek, boş bir hayaldir. Eğer batınını temizlemek, kalbini tasfiye etmek ve ahlakını dengelemek makamında ise, nefis ve dünya sevgisi olduğu müddetçe, nefsani helak edici maddelerin hiç birini kö-künden söküp atamaz ve nefsani fazilet örtülerinden hiçbirine bürü-nemez. Bütün tezkiyelerin kaynağı üç kuvve olan şeytani vehim, hay-vani şehvet ve yırtıcı gazap kuvvelerini dengelemektir. Dünyaya ihtiras duymak ve sevgi beslemek, bu kuvveleri itidal çizgisinden çıkar-maktadır ve şehvet ve gazap ateşi nefis ve dünya sevgisi sebebiyle alevlenmektedir. Bu vesileyle de vehim kuvvesi itidalini kaybetme ve şeytani tedbirlere başvurmaktadır.


                      Eğer, insan ahiretini ve ameller cennetini takva ve salih amellerle onarmak istiyorsa, yine de dünya sevgisi olduğu müddetçe bu merte-belerin hiç birinde başarılı olamaz. Dünya sevgisi insanı ilahi haramlara sürükler ve şer’i farzlardan alıkoyar. İnsanı zekat, humus, Hac ve benzeri mali farzları terk etmeye sevk eder. Bunlar da mal sevgisi hakkındaki ihtirastan kaynaklanmaktadır. Aynı şekilde insanı oruç ve namaz gibi bedensel farzları terk etmeye sürükler. Şüphesiz bunlar da insanın rahatına düşkünlüğünden kaynaklanmaktadır.


                      Özetle bu hastalıkların annesi, insanı türlü belalara maruz bırak-maktadır. İnsanı ebedi helak olmaya sürüklemektedir. Dolayısıyla uyanık bir insan fırsat elinde varken, ebedi saadetini elde etmek için Allah tarafından kendisine verilen bu Allah vergisi ömrünü boş yere kaybetmemeli, hüsran ve zarar içinde geçirmemelidir.


                      Ey aziz! Bizim doğruluk, bozukluk, saadet veya şekavetimizin Hak Teala’ya, büyük peygamberlere, vahiy davetçilerine veya yüce velilere hiçbir fayda veya zararı yoktur. Eğer bütün alem bozulacak olursa, yine Hak Teala’nın memleketinde hiçbir noksanlık ortaya çıkmaz. Eğer bütün insanlar salih ve iyilik sahibi olsalar, yine Hak Teala’nın memleketinde genişleme olmaz.

                      İnsanoğlu ve insan ile irtibatı olan her şey, ilahi memleketlerin azameti karşısında hissedilir bir değere sahip değildir ki doğruluğu ve bozukluğu göz önünde bulundurulsun. O halde bütün bunlara rağmen, vahiy göndermek, ilahi emirler indirmek, peygamberlerin çektiği sı-kıntılı zahmetler, fedakarlıklar ve veli kulların fedakarlığı sadece bizim halimizi ıslah etmek içindir. Zira onlar bozguncuların işinin akıbetinin ne olacağını çok iyi biliyorlar. Onlar gaybi alemden haberdardırlar ve bizi, uykudan uyandırmak ve görevlerimizle tanıştırmak istiyorlar. Biz zavallılar ise, artık öyle bir zamanda uykudan uyanacağız ki artık tüm fırsatlar kaybolmuş ve bu kaybedilenleri telafi etmek mümkün olmayacaktır. O gün, bizler için sadece hasret ve pişmanlık olacaktır ve onun da hiçbir faydası yoktur. “Sen, onları hasret günü ile korkut. O gün, onlar gaflet içinde inanmamakta iken, iş bitirilmiş olur.”



                      Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
                      Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

                      Yorum


                        Ynt: CUNUD-Akıl ve Cehalet Askerleri


                        On İkinci Maksat

                        İlim ve Zıddı Olan Cehalet Hakkında

                        Burada dört bölüm vardır:

                        Birinci Bölüm

                        İlim ve Cehaletin anlamı

                        Bil ki bu makamda akıl ve cehalet askerlerinden karar kılınan ilim ve cehalet, bizzat akıl ve cehaletten ayrı bir gerçektir. Zira daha önce denildiği gibi akıl, ya insandaki soyut akıldır ve akli soyutluluğun al-tında olan bir soyutlulukla soyut olan vehim kuvvetinin karşıtıdır veya büyük alem aklı olan tümel akıldır ve bunun karşıtı olan cehalet ise, temiz şeriat dilinde, belki de şeytan olarak ifade edilen, tümel vehim-dir. Bunların detayları önceden açıklanmış oldu.

                        Ama bu makamda ilim ve cehalet, o iki hakikatin işlerinden sayıl-maktadır. Dolayısıyla aklın işlerinden biri ilimdir. Zira akıl örtülü ol-mayan soyut bir hakikattir ve delille de ifade edildiği üzere bu hakikat akıl ve ilim sahibidir.”

                        Ama cehalet her ne kadar soyut ve ilim sahibi olsa da tabii mülki boyutun galebesi vasıtasıyla idrak ettiği şeyler, cehli mürekkep tü-ründendir. Tümel düzen ve ilahi cemal üzere değildir. İhtimalen bu ilim ve cehalet, velayet makamından söylenmiş olan bu rivayet esa-sınca ilahi nişane ve ayetlerden olacak şekilde Allah-u Teala’yı ve zati, sıfati ve efali işlerini bilmek ve o makamlar hakkında cehalet içinde olmaktır. O halde akli idrakler Hak Teala ile ilgili idraklerdir. Cehalet ve şeytanlık idrakleri ise cehalet ve dalaletlerin temeli olan pis ağaç ile ilgilidir.

                        Bu özetin detayı şudur ki bütün mümkün varlıkların iki boyutu vardır. Bir boyutu ilahi gaybi boyut olan nuraniyet, vücut, mutlak ve kemalden ibarettir ve bir boyutu ise karanlık, tecessüm, sınırlılık ve noksanlık boyutudur ki o da, eşyanın nefsani boyutunu ifade etmekte-dir.

                        Her şey ilk boyutuyla ilahi işlerden ve rabbani ayetlerden sayılmak-tadır. Belki de Kafi’de yer alan rivayette Peygamber’in (s.a.a), “şüp-hesiz ilim üç çeşittir: muhkem ayet…” ifadesinde yer alan muhkem ayetten maksat, Allah’ı tanımak ile birlikte olan eşyanın nurani, boyu-tunu bilmektir. Aklın işlerinden biri de ilahi ayetler olan o nurani bo-yutu idrak etmektir. Vehim ve cehaletin işlerinden biri ise, cehl-i mü-rekkep, serap, batıl ve hakikatsiz olan eşyanın tecessümlerini idrak etmektir.

                        Bil ki Allah’tan başka her şey batıldır.”
                        Resulullah’tan şöyle buyurduğu nakledilmiştir: “Araplar Lebid’den daha güzel bir şiir söylememiştir.”




                        Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
                        Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

                        Yorum


                          Ynt: CUNUD-Akıl ve Cehalet Askerleri


                          İkinci Bölüm

                          İlmin En Üstün Faziletten Olduğunun Beyanında

                          Bil ki ilim en üstün kemallerden ve en büyük faziletlerden biridir. Zira, ilim ilahi isimlerin en üstünü ve mutlak varlığın sıfatlarından bi-ridir. Varlık düzeni, gayp ve şehadet sistemi, ilmin bereketiyle düzene girmiş ve her varlığın hakikati bu hakikatle artmıştır. Bu hakikat, Hak Teala’nın mukaddes dergahına ve Hak Teala’nın makamına ve kuds-i vacibi mertebesine daha yakındır. Hatta ilim ve varlık her zaman bir-liktedir. Nerede varlık ışığı var ise, aynı ölçüde ilim nurunun ışıkları da vardır. Bu açıdan ilim hakikatinden soyutlanmak, varlığın hakika-tinden soyutlanmaktır ve bundan arınmış olmak mutlak yok oluştur.


                          Bu konu da sağlam delillerle ispat edilmiştir ki varlık diyarı, ilim diyarıdır. Varlıklardan hiçbir zerre, hatta cansızlar ve bitkiler bile ilimden uzak değildir. Varlık kapasitesi miktarınca ilimden nasiplen-mişlerdir.

                          Gerçi bazı büyük filozoflardan, akıl sahibi ve akıl edilen şeyin bir-liği babında tabiat ve madde aleminin alimlik ve malumluktan uzak olduğu ifadesi anlaşılmaktadır.


                          Ama bu açıklama gereğince yeterli değildir. Biz sağlam burhan-i limmi ile tevhidin işlerinden biri olan bu konuyu hakikatte ispat et-tik. Allah-u Teala da Kur’an-ı Kerim’de bu konuya itina göstermiş, bir çok ayetlerde açık bir şekilde varlıkların ilmini ve Hak Teala’yı tespih ettiklerini beyan etmiştir.”

                          Ama örtülü olanlar, bu hakikati vicdan ve deliller esasınca derk edemedikleri için bu tesbihi tekvini teşbih olarak yorumlamışlardır.
                          Oysa açıkça bilindiği gibi tekvini tesbih, tesbih değildir. Nitekim marifet ehli kimseler, huzuri müşahade ile bu hakikati derk etmişlerdir. Aynı zamanda bu konudaki bir çok rivayetler de tekvini tesbihe veya tekvini zikre yorumlanacak türden değildir. Bu gerçek, bu hadislere müracaat edildiğinde de ortaya çıkmaktadır.


                          Özetle tüm olarak inkarcılar, bir hakikati derkedemeyişi, o hakikatin yokluğuna delil saymaktadırlar. Oysa onlar Allah’ın meleklerinin ilmini ve Hak Teala’nın ilmini de derk etmemişlerdir.


                          Özetle insanın varlık ufku belli bir sınırda bulunmaktadır. Tabiat alemine gömüldüğü için de kendi tabiatından örtülüdür. İnsan kendin-den üstün veya alt alemleri derk edememektedir. Hatta kendinden bile tümüyle örtülü bulunmaktadır. Dolayısıyla da kendisinin bu deri, ke-mik, mülki beden, hissi ve hayali idraklerden ibaret olduğunu zannet-mekte, kendi hakikatinden ise gafil bulunmaktadır. Bu açıdan bütün gayreti, bu mülki hedefleri karın ve cinsel organını tatmine yöneliktir. Kendinden gafil ve örtülü olduğu için de insani hedeflerini bilmemek-te ve onun için adım atmamaktadır. Evet, hayvani hayatından başka bir şey bulamayan bir kimse, sadece hayvani hedeflerine yönelir.


                          Özetle ilim ve özellikle de Allah, Allah’ın isimleri, sıfatları, mu-kaddes zatın ayetleri ve Hak Teala ile ilgili şeyler hakkındaki ilim, en üstün faziletlerdendir. Burhan yollarını, istidlal tekniklerini, helak edici ve kurtarıcı şeyleri bilmek ve ilahi temiz şeriatın adap ve sünnetlerini bilmek, diğer iyi konulardandır ve onlar vasıtasıyla ilim dalında asıl ve zati hedef olan Allah hakkındaki ilim, hasıl olmaktadır. Zira bütün ilimler, hak şeriatlar, sorumluluk addeden ameller ve dinlerin ilmi ile ilgili şeyler ya ilk etapta ve direkt olarak veya ikinci etapta ve endirekt olarak Allah’ı bilmeye dönmektedir. Allah’ı bilmek, delil açısından da, asıl maksat değildir. Aksine ölçü, kemalde ve marifetullahtadır ki onun son mertebesi de varlıkları terk etmekten ve benlik ve bencillik duygularını temizlemekten ibaret olan mutlak fenadır. Allah bizlere ve bütün eminlere bunu nasip etsin.




                          Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
                          Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

                          Yorum


                            Ynt: CUNUD-Akıl ve Cehalet Askerleri


                            Üçüncü Bölüm

                            İlmin Yoğrulmuş Fıtratın Gereklerinden ve Aklın Askerlerin-den Biri Oluşu ve Cehaletin İse Örtülü Fıtratın Gereklerinden ve iblis’in Askerlerinden Biri Oluşu Beyanında


                            Bu hakikat de insan oğlunun fıtratına müracaat etmekle açıklığa kavuşmaktadır ki tüm insanlık silsilesi, daha önce de açıklandığı gibi mutlak kemale aşıktır ve de noksanlıktan nefret etmektedir. İlim de mutlak kemal ile birlikte olduğu için kemale olan aşk ilme olan aşktır. Aynı şekilde cehalet de noksanlık ile iç içedir. Ayrıca ilim için ilim de bizzat fıtratın ilgi duyduğu bir şeydir. İnsan ise cehaletten nefret et-mektedir ve bu hakikat insan fıtratına müracaat etmekle açıklığa ka-vuşmaktadır.

                            İşin nihayeti bu ilimleri teşhis etmekte, insanlar arasında ihtilafın bulunmasıdır ve bu ihtilaflar da aslında fıtratın örtülü olmasından kaynaklanmaktadır. Aksi taktirde mutlak ilim, fıtratın ilgi duyduğu ve aşık olduğu bir şeydir. Bilmek gerekir ki, halkın genelinin anladığı an-lamda, kavramları bilmekten ibaret olan ilim, fıtratın aşık olduğu ilim değildir. Zira, bunlar her ne kadar bir nebze katkısı olsa da, diğer bir çok boyutlardan noksandır. Noksanlı olan şeyler ise fıtratın aşk sınır-larının dışındadır. Dolayısıyla kavram olarak bütün tikel ve tümel ilimler, fıtratın aşık olduğu ilimler değildir. Hatta kavram olarak Allah zati, sıfati ve ef’ali işleri hakkındaki ilim bile böyledir.

                            Fıtratın aşık olduğu ve ilgi duyduğu ilim, örtülerin kalkmasıyla or-taya çıkan huzuri müşahade şeklindeki marifettir. Bütün hicaplar nok-sanlığa dönmektedir, bütün zulmani ve nurani örtüler ortadan kalktığı zaman fıtrat sevgilisine ve istediğine kavuşmaktadır. Dolayısıyla mut-lak cemilin cemalini müşahade etmek, tecelli örtüleri olmaksızın ortaya çıkmaktadır ve bu müşahade de, tüm kemal şuhudu hasıl olmaktadır ve fıtrat sevgilisine kavuşmaktadır.”Bilin ki kalpler Allah’ın zikriyle itminana erer.” Hakeza: “Dönüş Allah’adır.”

                            Bu bölümdeki açıklamalardan ve önceki konulardan anlaşıldığı üzere ilim, fıtratın gereklerinden biridir. Yani eğer fıtrat örtülü olmazsa ve tabiat kılıfına bürünmezse mutlak marifete yönelir. Eğer örtülü olursa, örtülü olduğu miktarınca marifetten geri kalır ve sonunda mut-lak cehaletle sonuçlanır.




                            Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
                            Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

                            Yorum


                              Ynt: CUNUD-Akıl ve Cehalet Askerleri


                              Dördüncü Bölüm

                              Nakli Deliller Açısından İlmin Faziletlerinin Kısa Beyanı

                              Bu konudaki rivayetlerin tümünü aktarmak ve böyle bir özet açık-lamaya sığdırmak mümkün değildir. Aynı şekilde Kur’an-ı Kerim de i-lim, alimler ve öğrenciler hakkında, hangisine dikkat etmesi gerektiği hususunda insanı hayrete düşüren ifadeler kullanmıştır. Nitekim Adem (a.s) hakkında şöyle buyurmuştur: “Adem’e bütün isimleri öğret-ti.” Allah-u Teala bu ayette, isimleri öğretmeyi, Allah’ın meleklerinden üstünlük sebebi kılmış ve meleklerden üstünlüğünün, isimleri öğrenmekten ibaret olduğunu isnat etmiştir. Eğer bu makamda ilimden daha üstün bir hakikat olsaydı, Allah-u Teala melekleri aciz bırakmak için onu beyan eder ve Hz. Adem’i onunla üstün kılardı.

                              Buradan da anlaşıldığı üzere, isimler hakkındaki ilim, bütün fazilet-lerin üstündedir. Elbette bu ilim, istidlal, kavramlar, tümel gerçekler ve itibarlar hakkındaki ilim değildir. Zira bu tür ilimlerde bir üstünlük yoktur ki Allah-u Teala onunla Adem’i yüce kılmış olsun. Dolayısıyla maksat, isimlerin hakikati hakkındaki ilimdir ve de ismî hakikatin da-yanağı olan yaratıkları Hak’da fani görmektir. Bunun karşısında İb-lis’in görüşü ise, Adem’in topraktan ve kendisinin ateşten yaratılışına bağımsız bir bakışıydı. Bu da aynı cehalet ve delalettir. Adem’in İb-lis’ten bu üstünlüğü, insanoğlu için tümel bir emirdir. Dolayısıyla in-san, kendisini isimleri öğrenme makamı olan insanlık makamına ulaş-tırmalıdır. Varlıklara bakışı, ayet ve isim bakışıyla olmalıdır. İblis’in bakışı gibi bağımsız bir bakış olmamalıdır.


                              Allah-u Teala, peygamberine buyurduğu ilk ayetlerde şöyle bu-yurmuştur: “Yaratan Rabbinin adıyla oku! O, insanı pıhtılaşmış kandan yarattı. Oku! Kalemle öğreten, insana bilmediğini bildiren Rabbin, en büyük kerem sahibidir.”

                              Bu ayet-i şerifeler de ilmin bütün faziletlerden öncelikli olduğuna şu birkaç açıdan delil teşkil etmektedir:
                              İlk olarak, vahyin başlangıcında ve değerli kitabın açılışında yaratı-lış nimetinden sonra Allah-u Teala Resulüne ilim nimetini hatırlatmış-tır. Dolayısıyla eğer ilimden daha üstün bir fazilet düşünülecek olsay-dı, Allah-u Teala’nın onu anması uygun olurdu.


                              İkinci olarak bu suredeki ayeti şerifeler arasındaki uyum noktası –ki bir ayette insanın “alak”tan yaratıldığı ifade edilmiş, daha sonra da kendisine kalem ile öğretildiği ve bilmediği şeylerin kendisine bildi-rildiği ifade edilmiştir- şudur ki, Allah-u Teala, kudret makamını gös-termek istemektedir. Zira Allah-u Teala varlıkların en düşüğü olan pis ve kokmuş bir maddeden, kainatın en üstün varlığı olan ilim sahibi değerli bir varlık vücuda getirmiştir. Eğer, ilim insani faziletlerin en üstünü olmasaydı, bu makamda zikredilmesi uygun olmazdı.

                              Üçüncü olarak hükmün sıfatın ardından gelmesi, sebebin gösterge-sidir. Hak Teala bu ayetlerinde kendisinin “Ekrem” olduğunu beyan etmiş ve de ardından insana öğrettiğini ifade etmiştir. Dolayısıyla an-laşıldığı üzere Hak Teala’nın Ekrem oluşu, ilmi öğretmesinin nedenidir. Eğer ilimden daha üstün bir şey olsaydı, Ef’el’ut-Tefzil kipiyle zikredilen bu makamda o şeyin zikredilmesi uygun olurdu.


                              Dördüncü olarak ise bu halde, yazarın zihnine gelen bir ihtimaldir ve bu insanlara bilmediğini öğreten yüce Allah’ın ikramlarından biridir. Bu ihtimal esasınca Allah-u Teala insanın yaratılışını ve eğitimini Muhammed’in (s.a.a) rabbine isnat etmiştir ve isimler ilminde, açıkça bilindiği üzere Muhammed’in (s.a.a) rabbi en büyük kapsamlı isimdir ve bu en büyük isim, kamil insanın yaratılış noktasıdır. Diğer varlıklar ise, bu ismin mebdeiyyet (ilk olma) liyakatine sahip değildir. Allah Tebareke ve Teala, ilmin değeri ve azametinden dolayı yaratılışını da Muhammed’e (s.a.a) has olan rabbine isnat etmiştir. Allah-u Teala bir işe özel inayeti olduğunda da Muhammed’in (s.a.a) rabbini zikretmek-tedir. Bu gerçek, Kur’an incelemelerinden ve ayet-i şerifelerden açıkça anlaşılmaktadır.

                              Nitekim, Hud suresinde şöyle buyrulmaktadır: “Çünkü yürüyen hiçbir varlık yoktur ki, O, onun perçeminden tutmuş olmasın. Muhakkak benim Rabbim, dosdoğru bir yol üzerinedir.”

                              Bu ayette de Allah-u Teala, doğru yolu Muhammed’in (s.a.a) rab-bine isnat etmiştir. Bu da mutlak doğruluk makamının kamil insanın rabbiyle uyumun yanı sıra konuya gösterdiği özel ilgi vasıtasıyla da bu ilave (ek cümle) zikredilmiştir. Hakeza ayet-i şerifede şöyle buyrul-maktadır: “Hayır, Rabbine andolsun ki seni hakem kılmadıkça iman etmiş olmazlar.” Hicr suresinde ise şöyle buyurmuştur: “Rab-bin hakkı için, mutlaka onların hepsini yaptıklarından dolayı sor-guya çekeceğiz.” ve bu hususlar özel inayete mahzar olan hususlar-dır. Özetle isimleri öğretmeyi, kamil insanın rabbine isnat etmek, ilmin hakikati için azametin büyüklüğüdür ve bu açıkça bilinen bir husustur.


                              İlmin değerinin ve faziletinin önemini gösteren ayetlerden biri de şu ayettir: “Allah, melekler ve ilim sahipleri, O'ndan başka tanrı olmadığına şahitlik etmişlerdir.” Bu ayette Allah-u Teala ilim sa-hiplerinin şehadetini, kendisinin ve meleklerin şehadetinin yanında zikretmiştir. Bu yakınlık, büyük bir fazilet olmakla birlikte şehadetin niteliği hususunda da yakınlaşmayı da ifade etmiş olabilir ve bu da kemal ve azametin nihayetidir. Zira Hak Teala’nın şehadeti, sadece söz ile şehadet değildir. Nitekim meleklerin şehadeti de salt sözlü şehadet değildir. Bunlar, zati bir şehadettir ki, vücudun bizzat kemali de bu vahdete delil teşkil etmektedir. Bu kendi yerinde de ispatlanmış bir konudur. O halde, ilim sahipleri için de vücut sarafeti (ve yalın, halis) ispat edilmiştir. Bu da üzerinde hiçbir kemalin olmadığı yüce bir kemaldir.


                              Allah-u Teala şu ayette de Kur’an’ın tevilini, kendi mukaddes za-tından sonra, ilimde derinleşmiş olanlara isnat ederek şöyle buyurmuş-tur: “Halbuki onun gerçek te'vilini, ancak Allah ve ilimde derin-leşmiş olanlar bilir.” Bütün bunlar ve burada zikredilmemiş bu hu-suslar, Allah-u Teala’nın ilim ve ilim ehli için zikrettiği birer fazilet ve üstünlüktür. Kur’an-ı Kerim’de bu özelliklerin yanı sıra iman , tev-hit , haşyet , huzu, huşu ve benzeri özellikler beyan edilmiştir.

                              Bu hususta zikredilen rivayetler oldukça çoktur. Biz bunun detayla-rı zikretmekten çekiniyoruz. İsteyen kimse, ashabın (Şia alimlerinin) kitaplarına müracaat etmelidir. Şehit Sani’nin Münyet’ul-Murid kitabında ise, bu konuda bir çok hadisler yer almıştır. İsteyen kim-seler, o nurani kitaba müracaat etsin.




                              Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
                              Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

                              Yorum


                                Ynt: CUNUD-Akıl ve Cehalet Askerleri


                                On Üçüncü Maksat

                                Anlayış ve Zıddı Olan Ahmaklık Hakkında

                                Burada da üç bölüm vardır:

                                Birinci Bölüm

                                Anlayış ve Ahmaklığın Manası

                                “Fehm” (anlayış) bazen, süratle zihnin intikaline ve anlamasına ve bezen de süratle zihne intikal etmesine sebep olan nefsin batıni sefası-na ve keskinliğine denmektedir. Birinci anlamın karşıtı ise yavaşlık ve beladettir. İkinci haletin karşıtı ise, nefsani kirlilik ve bulanıklıktır. Bunun bir gereği de ahmaklık ve anlayışsızlıktır. Her haliyle ahmak-lık karşıtı veya karşıtının gereği olan tam bir manayı ifade etmektedir.

                                Bu makamda vahiy ve nübuvvet menzillerinden ve insanlığın ter-biye edicilerinden anlaşıldığı kadarıyla, “fehm” (anlayış) kelimesinden maksat, ruhani gerçekleri idrak etmek için batıni sefa haletidir. Nitekim ahmaklık da ruhani hakikatleri ve irfani konuları derk etme hususunda anlayışsızlığa sebep olan nefsani zulmet ve bulanıklık haletidir.

                                Bilmek gerekir ki, insani nefis fıtratı ilk etapta bir ayna gibi tertemiz ve her türlü zulmet ve bulanıklıktan arınmış haldedir. O halde, eğer bu temiz ve nurani ayna, nurlar ve sırlar alemi ile karşılaştığında –ki zatının cevheriyle uyum içindedir- yavaş yavaş, nuraniyet azlığı makamından, ruhaniyet ve nuraniyetin kemaline doğru yükselir. So-nunda bütün bulanıklıklardan ve zulmetlerden kurtulur, tabiatın karan-lık külünden ve nefsaniyetin zulmet dolu elinden kurtuluşa erer, ora-dan hicret eder, cemilin cemalini müşahade nasibine erişir ve böyle bir kimsenin mükafatı, Allah’a kalmıştır. Nitekim şu ayet-i şerife de buna işaret etmiş olabilir. “Her kim Allah'a ve Peygamberine hicret etmek maksadıyla evinden çıkar da sonra kendisine ölüm yetişirse, kuşkusuz onun mükafatı Allah'a düşer. “ Hakeza şu ayeti şerife: “Allah Teâlâ imân edenlerin velîsidir. Onları zulmetlerden nûra çıkarır.”

                                Evet, batın ve zahirinde Allah-u Teala’nın velayet ve tasarrufta bu-lunduğu ve vücut memleketinde Hak Teala’dan başka hiç kimsenin ta-sarrufta bulunmadığı bir kimsenin zulmani arzı (yeryüzü) ilahi nura dönüşür. “Ve yer Rabbinin nûruyla parlamaya başlamıştır.” Bü-tün zulmetlerden ve bulanıklıklardan kurtulur, mutlak vahdetle, birlik oluşturan mutlak nura ulaşır. Belki de bu açıdan nur kelimesi tekil ve zulmetler kelimesi çoğul kipi ile zikredilmiştir.

                                Ama eğer, nefsin temiz aynası, tabiat yurdu, zulmet ve bulanıklık alemiyle –ki aşağılıkların en aşağılığıdır- karşı karşıya gelirse nur aleminden olan zat cevherine muhalif olduğu için yavaş yavaş tabiat karanlığı onu etkiler, onu zulmani ve karanlık kılar, tabiat pasları ve tozları zat aynasını kaplar, böylece ruhani gerçekleri algılamaktan kör hale gelir, ilahi marifetleri idrak edemez, rabbani ayetleri anlayıştan mahrum ve örtülü kalır. Yavaş yavaş bu örtünmesi ve ahmaklığı artış kaydeder, sonunda nefis, esir olur ve zından şekline dönüşür. “Kalblerinde hastalık vardır. Allah da hastalıklarını artırdı.”

                                “Kâfir olanların velîleri ise tağuttur. Onları nûrdan zulmetlere çıkarırlar.”

                                “Ve kalblerinin üzerine, Kur'ân'ı anlamalarına engel perdeler geçiririz ve kulaklarına bir ağırlık veririz..”

                                Kur’an-ı Kerim’de yer alan bu ayet-i şerifeler, bu iki makama ol-dukça işaret etmiştir ve Allah-u Teala’nın mukaddes zatı bu hakikate çok büyük önem vermiştir. Hatta bütün ilahi şeriatlerin asıl hedefi bu marifetleri yaymak olmuştur ve bu da sadece nefisleri tedavi etmek ve onları tabiatın zulmetinden uzak kılmak ve nefisleri nuraniyet alemiyle temizlemekle hasıl olmaktadır.




                                Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
                                Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

                                Yorum

                                YUKARI ÇIK
                                Çalışıyor...
                                X