Rahman Rahim Allah’ın Adıyla
Bir yazarın dürüstlüğü okuyucusunu nasıl bilinçlendirdiğinden anlaşılır; muğlak kelimeler kullanıp kafaları karıştırmak, okuyucuyu kavram kargaşası içine atıp bocalamasına sebep olmak, okurunu şüphe vadisine sürüklemek okuyucuya ihanet eden yazarın özellikleridir.
Önemli bir konuyu ansiklopedik bilgilerden dağdan, bağdan aktarılan anektotlarla beyan etmenin hiç bir ilmi yönü olmadığı gibi kafa karıştırmaktan başka bir getirisi de olmamıştır.
Basit bir konuyu Arapca, Latince gibi yabancı terimler ve halkın anlamadığı kavramlar kullanarak ilmi dille beyan ediyorum düşüncesi ise okuyucuyu enayi yerine koymaktır.
İnsan, “keşke her yazar uzman olduğu konularda yazı yazsa, her konuda eline kalem almasa” demekten kendini alamıyor. Hele bir de ehil olmadığı konuda uzmanmış gibi görünmek ise tam bir felaket. Cahili sınıflandırırken kullanılan tabirler ne kadar da güzel söylenmiş, insanlardan bazısı“cahildir cahil olduğunu bilir”, bazıları “cahildir cahil olduğunu bilmez”, bazıları ise “cahildir ama alim olduğunu sanır”.
Cahil olmak kötüdür, ondan daha kötüsü cahil olduğunu bilmemektir, ondan da daha kötüsü cahil olduğu halde alim olduğunu sanmaktır. İşte günümüz dünyası bu hastalığa düçar olmuştur.
Cehaletin kol gezdiği konulardan biri de Velayet-i fakih konusudur. Velayet-i fakih konusunda muhatabını bilinçlendirmek isteyen bir yazarın önce kendisi bu konuda aydınlanmış olması gerekir. Bilmiyorsan açıkca söyle “bilmiyorum”, biliyormuş gibi davranıp yanlış bilgilendirmek insanın kendi itibarını düşürür.
İran’da bulunmak velayet-i fakih hattında olmak manasına gelmez, İran’da nice mümin görünenlerin yıllar sonra munafıklıkları ortaya çıktı. “Velayet-i Fakih” konusunda uzman olmak için İran’da olmak gerekmediği gibi İran’da bulunmak da uzman olmayı sağlamaz. Uzun yıllar peygamberin yanında bulunup yüzündeki nifak perdesini koruyan nice müslümanlar Hz. Ali döneminde perdeyi artık koruyamadılar. Peygamberi görmediği halde hakkı idrak edip iman eden nice gerçek imana sahip müslümanlar vardır ki onlar için peygamber yanında bulunup bulunmamak fark etmiyordu. Peygamberin vefatı müslümanlar arasında kırılma noktası olmuştur, Sakifenin oluşması aslında peygambere de imanın derecesini ortaya çıkarmıştır.
“Velayet-i Fakih” konusu da müslümanlar arasında kırılma noktalarından biri olmuştur. İmam Humeyni döneminde anlamadıkları, idrak edemedikleri için seslerini çıkarmayanlar, İmam Hamenei döneminde “Velayet-i fakih” uzmanı kesilerek konunun bilimsel derinliğine inmeden duydukları bazı sözleri tekrar ederek konu hakkında fikir yürüttüklerini sanırlar. Bu insanlar aslında İmam Humeyni döneminde de Velayet-i Fakihi kabul etmiyorlardı, kendi menfaatlerini orda gördükleri için benimsemiş gibi görünüyorlardı.
“Velayet-i fakih” teriminden farklı manalar çıkarılabilir mi? Herkes bu terimden istediği manayı irade edebilir mi?
Önce bir noktanın açıklığa kavuşması gerektiğini düşünüyoruz; çeşitli bilimler terminolojisinde ortak kavramların kullanılması ve farklı manaların kastedilmesi başlı başına bir sorun olup insanları sömürme vesilesidir de. Bir terimi hangi edebiyat, hangi kültür, hangi inanç ortaya koymuşsa, o terimin mucidinin irade ettiği manada kullanılmalıdır.Örneğin, “imam” kelimesini İslam dini, ortaya atmışsa İslam’ın irade ettiği manada kullanılmalıdır, onun dışındaki manalar benzetme, teşbih, kıyas gibi sebeplerden dolayıdır. “İmam” önder, lider, rehber demektir. Bu manadan başkasında kullanılması ya mecazdır, ya da teşbih veya kıyas yoluyladır.
Dini terminolojide ve İslami literatürlerde kullanılan kavram ve terimlerin başka manalarda kullanılması veya dini otoritelerin öngördüğü mananın dışında kullanılması o manayı tahrif etmek ve yanlış anlayış doğrultusunda insanları yönlendirmek istenmesinden kaynaklanır. Kur’an’ı, Sünneti ve masum imamların beyan ettiği dini maarifin kelimelerini/terimlerini tahrif edemeyenler manalarını, içeriğini tahrif etme yolunu seçmişlerdir.
Farklı düşüncelere sahip ekol ve düşünce sistemlerinin ortak bir kavramı kullanırken farklı manaları kast etmeleri kabul edilemez; “ben bunu kast ediyorum”, “bence bunun manası budur” deme yetkisine sahip olunamaz. O terim, ancak o alanda uzman olan otoriteler tarafından delilleri ortaya konularak başka başka manada kullanalabilir. Konunun uzmanı otoritelerin dışında kimse bu kavram ve terimlerin anlamını değiştirme ve farklı anlamlar çıkarma yetkisinde değildirler.
Bazıları dini terimleri kendi anlayış tarzına göre yorumlama yolunu seçtiğinden farklı sonuçlara varırlar. Bu insanlar, cahil olduğunu bilmediği gibi alim olduğunu sanan cahiller gibi kendilerini otorite olarak görürler.
Örneğin; Fakihlerin önderliğinde problemleri olan zihniyet onları karalarlar; peygamberlik ve imamlığın olmazsa olmazı “masumiyetin” ulemaya da söylendiğini iddia etmek cehaletin bir ürünüdür. Toplumun imam ve önderi olan peygamberlerde “masumluğun”, onların varisleri fakih alimlerde ise “adaletin” olmazsa olmaz olduğunu ayırt etme ferasetini gösterememeleri şaşırtıcı değildir. Fakihleri itham etmeninin en kolay yolu onun izleyicileri arasında masum görülüyormuş olduğu izlenimini öne çıkarmak başvurulan hilelerden biridir.
“Velayet-i Fakih” konusunda da aynısını yapmak istiyorlar “Velayet-i Fakih” konusuna gelince konu biraz daha derinleşmekte; sadece bu terimin manası değil detayları da tahrif edilerek insanlara ya yanlış bilgi sunulmakta veya kafalarda şüphe oluşturulmaktadır.
“Velayet-i fakih” kavramnın ortaya çıkış tarihi ve tarihi seyri, Şiilikte kullanıldığı alanlar, fıkıh, kelam ve siyaset ilmindeki yeri, bu makamda oturan şahsın yetkileri, Velayet-ul İmam’ın niyabeti gibi konular incelenmeden bu terim hakkında açıklamalarda bulunmak ayrı bir cehalettir.
“Velayet-i Fakih” sisteminin fıkıh ilmindeki konumundan çıkarılıp kelam ilmi alanına çekilerek siyaset ilmindeki işlevliği ile pratiğe koyulduğu İran’da, İslam İnkılabının zafere ulaştığı o ilk günlerde, fakihin “velayeti mi” var, yoksa “vekaleti mi”?, tartışmaları gündemde dahi değildi. Daha sonraları bu konuyu bazı siyasiler ve daha doğrusu “Velayet-i fakihe” fıkıh gözlüğü ile bakanlar gündeme getirmişlerdir. Dini otoriteler ve işin uzmanları İslam toplumunun lideri konumundaki fakihin velayetini delilleriyle ortaya koyarken peygamberler ümmetleri üzerinde nasıl velâyet hakkını sahip iseler, fakih de, onların mirasçısı olarak, aynı yetkiyi haizdir görüşünü ortaya koymuşlardır.
Velayet-i Fakih konusunda fakihin “velayeti mi” yoksa “vekaleti mi” var konusunun birbirinden ayırt edilememesi, Veliy-yi fakihin sembolik ve sadece denetleyici vazifesi olduğu görüşünü doğurmuş ve İmam Humeyni’nin (r.a) devlet yönetiminde bulunmadığı vehmine sebep olmuştur. Halbuki İmam Humeyni (r.a) 10 yıl boyunca hem İslam Cumhuriyeti devletinin her konuda lideri, hem de koruyucusu olmuştur. Anayasal yetkilere dayanarak bütün kurum ve kuruluşlara atamalar yapması, yargı, yasama ve yürütme kurumlarının meşruiyetinin onun tarafından onaylanması yönetimde bulunmak değil midir? Bazıları Velayet-i fakihe kalıplaşmış Batı siyasi anlayışı penceresinden baktığından devlet liderinin, diplomatik ilişkiler için dış gezilere çıkmak, uluslararası görüşmelere katılmak, ülke içinde icrai işlerde bizatihi kendisinin doğrudan bulunması olarak algıladıklarından İmam Humeyni’nin (r.a) devlet yönetiminde bulunmadığı yanlışlığına düşmektedirler.
İmam Hamenei’nin bu makama gelmesiyle Velayet-i Fakih makamının değiştiği, İmam Humeyni’nin hattından sapıldığı sanılmaktadır. Halbuki değişen birşey yoktur; değişen Velayet-i Fakih sisteminin tekamulü, daha işlevsel bir hal alması ve toplumun sorunlarını çözmedeki foksiyonunun daha da belirginleşmesi ve küreselleşmeye doğru olgunlaşmasıdır.
Elbette Velayet-i fakih konusunda “Fakihin yetkilerinin sınırları” tartışmaya açılan konulardan biriydi; fakihin milletvekilleri gibi halktan “vekalet” alarak bu makama geldiğini iddia edenler olmuştur ama dini otoriteler “velayet” ile “vekaletin” farkını ortaya koyarak, dini kaynaklara dayanarak fakihin velayetini isbat edince ard niyyetle başlatılan tartışmalar akim ve sonuçsuz kalmıştır. Fakihin “velayeti mi” var “vekaleti mi” konusunu ayrıca ele alacağız inşallah.
İslam Cumhuriyetinin ilk günlerinde Ayetullah Şeriatmedari gibilerinin muhalefetlerinin Velayet-i fakih konusuyla yakından uzaktan bir ilişkisi olmadığı ve daha sonra da Ayetullah Muntazeri gibilerinin itirazlarının da“Velayeti fakihin” aslı hakkında değil sadece yetkilerinin sınırları” alanında olduğu bazılarınca doğru idrak edilemedi.
33 yaşında olan Velayet-i fakih sistemini tanımak kolay değildir; 1250 senelik tarihe sahip İslam’ın bu siyasal doktirininin fıkıh ilmindeki yeri, kelam ilmindeki derinliği ve siyaset ilmindeki önemi öğrenilmeden anlamanın imkansızlığı bir yana bir de kalkıp başkalarına tanıtmaya çalışmak doğru değildir.
Bazılarının İslam’ın hayati bir meselesi olan “Velayet-i fakihi” magazin haberleri gibi ordan burdan duydukları ile tanıyıp tanıtmaya çalışması cehaletin en son kısmına girer. Bu konuyu “Falanca ayetullah şöyle dedi”, “filanca siyesetçi böyle dedi”, “şu ayetullah kendi zamanında şöyle demişti” gibi yüzeysel bilgilerle anlatmaya çalışmak seviyenin ne derecesini gösterir.
Fıkıh ilminden habersiz, kelam ilminde deliller sunma becerisi gösteremeyen, İslam siyaset doktirininden habersiz bir kimsenin Velayet-i fakih hakkında görüş belirtmesi, sahip olması gereken ilimlere, yeterliliğe sahip olmadan Kuran tefsiri yapıp Kuran’dan hüküm çıkaran kimseye benzer.
Teknolojinin zirveye çıktığı bu asrımızda ineternet aracılığıyla dünyayı evimizin içine kadar sokmuş durumdalar. Elbette bu nimetlerden en iyi şekilde yararlanmak gerekir ama internet herşey demek değildir, herşeye ulaşamazsınız; insanlarla diyalog, ilmi merkezlerle irtibatınız yoksa gerçeklere ulaşma oranı düşük olacaktır. Hazırlıksız ve gerekli bilimsel alt yapıya sahip olmadan evde veya büroda oturup internet aracılığıyla dünyayı tanımak ve ilahi maarifi tanıtmaya çalışmak yine cehaletin nişanesidir.
Ümid ederiz ki herkes uzman olduğu alanda yazsın, muhataplarını yanıltmaktan kaçınsın ve habire başkalarının görüşlerini eleştirmek yerine inandığı düşüncelerini, gerçek kimliğini, kişiliğini net olarak ortaya koysun. Bunun hem kendisi ve hem de muhatapları için daha faydalı olacağına inanıyoruz.
Hüccet-ul İslam vel-Müslimin Sabahattin Türkyılmaz
Bir yazarın dürüstlüğü okuyucusunu nasıl bilinçlendirdiğinden anlaşılır; muğlak kelimeler kullanıp kafaları karıştırmak, okuyucuyu kavram kargaşası içine atıp bocalamasına sebep olmak, okurunu şüphe vadisine sürüklemek okuyucuya ihanet eden yazarın özellikleridir.
Önemli bir konuyu ansiklopedik bilgilerden dağdan, bağdan aktarılan anektotlarla beyan etmenin hiç bir ilmi yönü olmadığı gibi kafa karıştırmaktan başka bir getirisi de olmamıştır.
Basit bir konuyu Arapca, Latince gibi yabancı terimler ve halkın anlamadığı kavramlar kullanarak ilmi dille beyan ediyorum düşüncesi ise okuyucuyu enayi yerine koymaktır.
İnsan, “keşke her yazar uzman olduğu konularda yazı yazsa, her konuda eline kalem almasa” demekten kendini alamıyor. Hele bir de ehil olmadığı konuda uzmanmış gibi görünmek ise tam bir felaket. Cahili sınıflandırırken kullanılan tabirler ne kadar da güzel söylenmiş, insanlardan bazısı“cahildir cahil olduğunu bilir”, bazıları “cahildir cahil olduğunu bilmez”, bazıları ise “cahildir ama alim olduğunu sanır”.
Cahil olmak kötüdür, ondan daha kötüsü cahil olduğunu bilmemektir, ondan da daha kötüsü cahil olduğu halde alim olduğunu sanmaktır. İşte günümüz dünyası bu hastalığa düçar olmuştur.
Cehaletin kol gezdiği konulardan biri de Velayet-i fakih konusudur. Velayet-i fakih konusunda muhatabını bilinçlendirmek isteyen bir yazarın önce kendisi bu konuda aydınlanmış olması gerekir. Bilmiyorsan açıkca söyle “bilmiyorum”, biliyormuş gibi davranıp yanlış bilgilendirmek insanın kendi itibarını düşürür.
İran’da bulunmak velayet-i fakih hattında olmak manasına gelmez, İran’da nice mümin görünenlerin yıllar sonra munafıklıkları ortaya çıktı. “Velayet-i Fakih” konusunda uzman olmak için İran’da olmak gerekmediği gibi İran’da bulunmak da uzman olmayı sağlamaz. Uzun yıllar peygamberin yanında bulunup yüzündeki nifak perdesini koruyan nice müslümanlar Hz. Ali döneminde perdeyi artık koruyamadılar. Peygamberi görmediği halde hakkı idrak edip iman eden nice gerçek imana sahip müslümanlar vardır ki onlar için peygamber yanında bulunup bulunmamak fark etmiyordu. Peygamberin vefatı müslümanlar arasında kırılma noktası olmuştur, Sakifenin oluşması aslında peygambere de imanın derecesini ortaya çıkarmıştır.
“Velayet-i Fakih” konusu da müslümanlar arasında kırılma noktalarından biri olmuştur. İmam Humeyni döneminde anlamadıkları, idrak edemedikleri için seslerini çıkarmayanlar, İmam Hamenei döneminde “Velayet-i fakih” uzmanı kesilerek konunun bilimsel derinliğine inmeden duydukları bazı sözleri tekrar ederek konu hakkında fikir yürüttüklerini sanırlar. Bu insanlar aslında İmam Humeyni döneminde de Velayet-i Fakihi kabul etmiyorlardı, kendi menfaatlerini orda gördükleri için benimsemiş gibi görünüyorlardı.
“Velayet-i fakih” teriminden farklı manalar çıkarılabilir mi? Herkes bu terimden istediği manayı irade edebilir mi?
Önce bir noktanın açıklığa kavuşması gerektiğini düşünüyoruz; çeşitli bilimler terminolojisinde ortak kavramların kullanılması ve farklı manaların kastedilmesi başlı başına bir sorun olup insanları sömürme vesilesidir de. Bir terimi hangi edebiyat, hangi kültür, hangi inanç ortaya koymuşsa, o terimin mucidinin irade ettiği manada kullanılmalıdır.Örneğin, “imam” kelimesini İslam dini, ortaya atmışsa İslam’ın irade ettiği manada kullanılmalıdır, onun dışındaki manalar benzetme, teşbih, kıyas gibi sebeplerden dolayıdır. “İmam” önder, lider, rehber demektir. Bu manadan başkasında kullanılması ya mecazdır, ya da teşbih veya kıyas yoluyladır.
Dini terminolojide ve İslami literatürlerde kullanılan kavram ve terimlerin başka manalarda kullanılması veya dini otoritelerin öngördüğü mananın dışında kullanılması o manayı tahrif etmek ve yanlış anlayış doğrultusunda insanları yönlendirmek istenmesinden kaynaklanır. Kur’an’ı, Sünneti ve masum imamların beyan ettiği dini maarifin kelimelerini/terimlerini tahrif edemeyenler manalarını, içeriğini tahrif etme yolunu seçmişlerdir.
Farklı düşüncelere sahip ekol ve düşünce sistemlerinin ortak bir kavramı kullanırken farklı manaları kast etmeleri kabul edilemez; “ben bunu kast ediyorum”, “bence bunun manası budur” deme yetkisine sahip olunamaz. O terim, ancak o alanda uzman olan otoriteler tarafından delilleri ortaya konularak başka başka manada kullanalabilir. Konunun uzmanı otoritelerin dışında kimse bu kavram ve terimlerin anlamını değiştirme ve farklı anlamlar çıkarma yetkisinde değildirler.
Bazıları dini terimleri kendi anlayış tarzına göre yorumlama yolunu seçtiğinden farklı sonuçlara varırlar. Bu insanlar, cahil olduğunu bilmediği gibi alim olduğunu sanan cahiller gibi kendilerini otorite olarak görürler.
Örneğin; Fakihlerin önderliğinde problemleri olan zihniyet onları karalarlar; peygamberlik ve imamlığın olmazsa olmazı “masumiyetin” ulemaya da söylendiğini iddia etmek cehaletin bir ürünüdür. Toplumun imam ve önderi olan peygamberlerde “masumluğun”, onların varisleri fakih alimlerde ise “adaletin” olmazsa olmaz olduğunu ayırt etme ferasetini gösterememeleri şaşırtıcı değildir. Fakihleri itham etmeninin en kolay yolu onun izleyicileri arasında masum görülüyormuş olduğu izlenimini öne çıkarmak başvurulan hilelerden biridir.
“Velayet-i Fakih” konusunda da aynısını yapmak istiyorlar “Velayet-i Fakih” konusuna gelince konu biraz daha derinleşmekte; sadece bu terimin manası değil detayları da tahrif edilerek insanlara ya yanlış bilgi sunulmakta veya kafalarda şüphe oluşturulmaktadır.
“Velayet-i fakih” kavramnın ortaya çıkış tarihi ve tarihi seyri, Şiilikte kullanıldığı alanlar, fıkıh, kelam ve siyaset ilmindeki yeri, bu makamda oturan şahsın yetkileri, Velayet-ul İmam’ın niyabeti gibi konular incelenmeden bu terim hakkında açıklamalarda bulunmak ayrı bir cehalettir.
“Velayet-i Fakih” sisteminin fıkıh ilmindeki konumundan çıkarılıp kelam ilmi alanına çekilerek siyaset ilmindeki işlevliği ile pratiğe koyulduğu İran’da, İslam İnkılabının zafere ulaştığı o ilk günlerde, fakihin “velayeti mi” var, yoksa “vekaleti mi”?, tartışmaları gündemde dahi değildi. Daha sonraları bu konuyu bazı siyasiler ve daha doğrusu “Velayet-i fakihe” fıkıh gözlüğü ile bakanlar gündeme getirmişlerdir. Dini otoriteler ve işin uzmanları İslam toplumunun lideri konumundaki fakihin velayetini delilleriyle ortaya koyarken peygamberler ümmetleri üzerinde nasıl velâyet hakkını sahip iseler, fakih de, onların mirasçısı olarak, aynı yetkiyi haizdir görüşünü ortaya koymuşlardır.
Velayet-i Fakih konusunda fakihin “velayeti mi” yoksa “vekaleti mi” var konusunun birbirinden ayırt edilememesi, Veliy-yi fakihin sembolik ve sadece denetleyici vazifesi olduğu görüşünü doğurmuş ve İmam Humeyni’nin (r.a) devlet yönetiminde bulunmadığı vehmine sebep olmuştur. Halbuki İmam Humeyni (r.a) 10 yıl boyunca hem İslam Cumhuriyeti devletinin her konuda lideri, hem de koruyucusu olmuştur. Anayasal yetkilere dayanarak bütün kurum ve kuruluşlara atamalar yapması, yargı, yasama ve yürütme kurumlarının meşruiyetinin onun tarafından onaylanması yönetimde bulunmak değil midir? Bazıları Velayet-i fakihe kalıplaşmış Batı siyasi anlayışı penceresinden baktığından devlet liderinin, diplomatik ilişkiler için dış gezilere çıkmak, uluslararası görüşmelere katılmak, ülke içinde icrai işlerde bizatihi kendisinin doğrudan bulunması olarak algıladıklarından İmam Humeyni’nin (r.a) devlet yönetiminde bulunmadığı yanlışlığına düşmektedirler.
İmam Hamenei’nin bu makama gelmesiyle Velayet-i Fakih makamının değiştiği, İmam Humeyni’nin hattından sapıldığı sanılmaktadır. Halbuki değişen birşey yoktur; değişen Velayet-i Fakih sisteminin tekamulü, daha işlevsel bir hal alması ve toplumun sorunlarını çözmedeki foksiyonunun daha da belirginleşmesi ve küreselleşmeye doğru olgunlaşmasıdır.
Elbette Velayet-i fakih konusunda “Fakihin yetkilerinin sınırları” tartışmaya açılan konulardan biriydi; fakihin milletvekilleri gibi halktan “vekalet” alarak bu makama geldiğini iddia edenler olmuştur ama dini otoriteler “velayet” ile “vekaletin” farkını ortaya koyarak, dini kaynaklara dayanarak fakihin velayetini isbat edince ard niyyetle başlatılan tartışmalar akim ve sonuçsuz kalmıştır. Fakihin “velayeti mi” var “vekaleti mi” konusunu ayrıca ele alacağız inşallah.
İslam Cumhuriyetinin ilk günlerinde Ayetullah Şeriatmedari gibilerinin muhalefetlerinin Velayet-i fakih konusuyla yakından uzaktan bir ilişkisi olmadığı ve daha sonra da Ayetullah Muntazeri gibilerinin itirazlarının da“Velayeti fakihin” aslı hakkında değil sadece yetkilerinin sınırları” alanında olduğu bazılarınca doğru idrak edilemedi.
33 yaşında olan Velayet-i fakih sistemini tanımak kolay değildir; 1250 senelik tarihe sahip İslam’ın bu siyasal doktirininin fıkıh ilmindeki yeri, kelam ilmindeki derinliği ve siyaset ilmindeki önemi öğrenilmeden anlamanın imkansızlığı bir yana bir de kalkıp başkalarına tanıtmaya çalışmak doğru değildir.
Bazılarının İslam’ın hayati bir meselesi olan “Velayet-i fakihi” magazin haberleri gibi ordan burdan duydukları ile tanıyıp tanıtmaya çalışması cehaletin en son kısmına girer. Bu konuyu “Falanca ayetullah şöyle dedi”, “filanca siyesetçi böyle dedi”, “şu ayetullah kendi zamanında şöyle demişti” gibi yüzeysel bilgilerle anlatmaya çalışmak seviyenin ne derecesini gösterir.
Fıkıh ilminden habersiz, kelam ilminde deliller sunma becerisi gösteremeyen, İslam siyaset doktirininden habersiz bir kimsenin Velayet-i fakih hakkında görüş belirtmesi, sahip olması gereken ilimlere, yeterliliğe sahip olmadan Kuran tefsiri yapıp Kuran’dan hüküm çıkaran kimseye benzer.
Teknolojinin zirveye çıktığı bu asrımızda ineternet aracılığıyla dünyayı evimizin içine kadar sokmuş durumdalar. Elbette bu nimetlerden en iyi şekilde yararlanmak gerekir ama internet herşey demek değildir, herşeye ulaşamazsınız; insanlarla diyalog, ilmi merkezlerle irtibatınız yoksa gerçeklere ulaşma oranı düşük olacaktır. Hazırlıksız ve gerekli bilimsel alt yapıya sahip olmadan evde veya büroda oturup internet aracılığıyla dünyayı tanımak ve ilahi maarifi tanıtmaya çalışmak yine cehaletin nişanesidir.
Ümid ederiz ki herkes uzman olduğu alanda yazsın, muhataplarını yanıltmaktan kaçınsın ve habire başkalarının görüşlerini eleştirmek yerine inandığı düşüncelerini, gerçek kimliğini, kişiliğini net olarak ortaya koysun. Bunun hem kendisi ve hem de muhatapları için daha faydalı olacağına inanıyoruz.
Hüccet-ul İslam vel-Müslimin Sabahattin Türkyılmaz
Yorum