Duyuru

Daraltma
Henüz duyuru yok.

RESULULLAH'IN (S.A.A) MASUMİYETİ

Daraltma
Bu sabit bir konudur.
X
X
 
  • Filtre
  • Zaman
  • Göster
Hepsini Temizle
yeni gönderiler

    #16
    Ynt: RESULULLAH'IN (S.A.A) MASUMİYETİ

    3. Delil: Bu münasebetle nazil olduğu iddia edilen ayetlerden, kınanan şahsın, zengine, kâfir bile olsa ilgi gösterip önem veren, fakire karşı mu'min bile olsa ilgisiz ve duyarsız kalıp onun tezkiyesine önem vermeyen bir kimse olduğu anlaşılmaktadır. Oysa hepimiz Allah Resulü'nün böyle bir ahlâk ve karaktere sahip olmadığını biliyoruz. Yine biliyoruz ki, fakire surat asıp sırt çevirme gibi hem İslâmî âhlâka ters düşen, hem de bunu yapan kimsenin kibir ve gururunun da bir göstergesi olabilecek bir davranış, Allah Resulü gibi birisinin davranışı kesinlikle olamaz. Zira düşmanlarına karşı bile böyle bir davranışı nakledilmeyen Resul-i Kibriya'nın mu'min bir dostuna karşı böyle bir davranışta bulunması nasıl düşünülebilir?!

    "O mu'minlere karşı çok şefkatli ve merhametlidir." ayetini Rabbimiz onun hakkında indirmemiş midir?!

    Yine Abese'den önce bisetin başlarında ikinci veya dördüncü sure olarak nazil olan Kalem Suresi'nde Rabb'ul-Âlemin, Habibi'ni "Hiç şüphesiz sen yüce bir âhlak üzeresin." Tevbe, 128. diye tavsif etmiyor mu?! O hâlde, böyle yüce bir ahlâka sahip olan birisinden, kınamayı gerektiren ahlâk dışı ve mütekebbirâne bir davranış nasıl sergilenebilir?! Bisetin başlarında bu yüce özelliğiyle tanıtılan Peygamber'in, aradan uzun bir zaman geçmesine rağmen ahlâkında, daha çok ilerleme ve kâmilleşme hasıl olması gerekirken, (hâşâ) geriledi mi ki böyle bir davranışta bulunsun?! Acaba Allah-u Teâlâ "hulk-i azim" (yüce ahlâk) ile nitelendirdiği bir kimsenin gerçek ahlâkından haberdar değil miydi?! Yoksa biliyordu da bu şekilde tanıtmasında bir hikmet ve maslahat mı söz konusuydu?!

    Yorum


      #17
      Ynt: RESULULLAH'IN (S.A.A) MASUMİYETİ

      4. Delil: Bildiğimiz gibi "İnzâr Ayeti" diye meşhur olan ve Abese'den iki yıl önce inen Şuârâ Suresi'nin 14-15. ayetlerinde şöyle hitap ediyor Rabbimiz Habibi'ne: "(Önce) en yakın akrabalarını uyar ve sana uyan mu'minlere kanatlarını ger (onlara şefkat ve merhamet ile davran)."

      İki yıl öncesinde mu'minlere bu şekilde davranmakla öğütlenen Peygamber (s.a.a), acaba bunlar aklında olduğu hâlde mi Abdullah'a öyle davrandı, yoksa unutmuş muydu? Birinci şıkkı söylersek, o zaman Resulullah'ın bizzat kendisine inen açık ilâhî emirlere muhalefet ettiğini kabul etmiş oluruz; yok önceden inen ayetin emrini unutarak böyle davrandı dersek, o zaman da başka ayetleri ve hükümleri unutmadığını nereden garantileyebiliriz?!

      Yorum


        #18
        Ynt: RESULULLAH'IN (S.A.A) MASUMİYETİ

        5. Delil: Söz konusu ayetlerin birisinde şu tabir kullanılmıştır: "Sana ne onun arınıp, arınmadığından.?!" Bu hitabın da Peygamber'e yönelik olması uygun değildir. Zira Allah Resulü'nün başlıca görevi insanları Allah'a davet edip onların talim ve tezkiyesiyle meşgul olmak değil midir? Cuma Suresi'nde: "O (Allah) ümmîler içinde kendilerinden olan ve onlara (Allah'ın) ayetlerini okuyan, onları arındırıp temizleyen ve onlara kitap ve hikmeti öğreten bir peygamberi gönderendir." buyurmamış mıdır?

        Yorum


          #19
          Ynt: RESULULLAH'IN (S.A.A) MASUMİYETİ

          6. Delil: Allâme Tabâtabâî'nin de değindiği gibi: "İnsanlar arasında üstünlük ölçüsünün fakirlik-zenginlik değil, salih ve iyi amaller olduğunu idrak edip kavrayan, bizzat insanın aklıdır. İslâm'dan önce Hanif dini de aynı değerleri insanlara telkin etmiştir. Hâl böyle iken, önceden zikrettiğimiz ayetler nazil olmasaydı dahi, Allah Resulü'nün böyle bir davranışın kötülüğünü, zengin bir kâfiri, fakir bir mu'mine tercihin ne kadar kötü olduğunu anlamış olması gerekirdi; oysa öyle olmadığını görüyoruz; bu da bu iddianın ne kadar tutarsız olduğunu gösteriyor."

          Önceden de değindiğimiz gibi bazıları, Allah Resulü'nün bu davranışında herhangi bir dünyevî maksat gütmediğini, o müşriklerle ilgilenmesi de onların hidayetine olan şiddetli arzusundan kaynaklandığını söylüyorlar.

          Yine diyorlar ki: Abdullah'a karşı davranışında da onun fakirliği Resulullah'ı böyle bir davranışa itmemişti; sadece Abdullah'ın, sözünü kesmesi ve meclis âdâbına riayet etmemesi o Hazret'in böyle davranmasına sebep olmuştu. Özellikle diyorlar ki, Abdullah'ın a'ma olduğunu dikkate alırsak Resulullah'ın davranışının, onu incitici bir davranış olmadığını daha iyi kavramış oluruz. Bir de Abdullah ile Resulullah (s.a.a) arasındaki samimiyeti unutmazsak, birbirleriyle samimî ilişkileri olan kimseler arasında bu tür ilişkiler doğal bir şeydir.

          Fakat bizce bunlar fazla tutarlı gerekçeler değillerdir. Zira evvelâ, zengin ve fakir sıfatlarına cümlede yer verilmesi, bizce bu özelliklerin yapılan davranışta etkili olduğunu gösteriyor. Meclise gelen şahsın "a'ma" diye nitelendirilmesi hakkında da aynı şeyi söylemek mümkündür.Yani surat asıp sırtını dönen kimsenin bu davranışında, onun a'ma olduğunun etkili olduğunu gösteriyor. Aksi takdirde bir mu'minden, onda olan bir kusur veya noksanlığı ön plâna çıkararak bahsetmenin ne anlamı olabilir? Eğer bu sıfatlar yapılan davranışta etkili olmasaydı, gelen şahsı "a'ma", "fakir" gibi sıfatlar yerine başka özellikleriyle tanıtmak daha uygun, hatta en uygun olmaz mıydı? Söz konusu müşrik veya müşriklerden "zengin" nitelemesiyle bahsetmek de aynı.

          Saniyen bu iddia doğru olsaydı, o zaman Allah-u Teâlâ Resulü'nü kınama yerine methetmeliydi, övmeliydi. Zira niyeti, Allah'ın dinini yüceltmekten, insanların hidayeti için çırpınmaktan, kısacası üzerine yüklenen görevi yerine getirmekten başka bir şey olmayan bir kimseyi, kınamak mı gerekir, yoksa övmek mi?

          Diğer iddiaya gelince, diyelim ki Abdullah'ın gözleri kör olduğu için Resulullah'ın bu davranışının ona yönelik bir sakıncası olmasın; ancak Allah Resulü'nden böylesine bir davranışı etraftan seyredenlere karşı nasıl?! Onların gözleri kör değildi ya! İnsanlara örnek olarak tanıtılan bir Peygamber'den böyle bir davranışın onların gözleri önünde sergilenmesi, onun örneklik konumuna gölge düşürmez mi?!

          Resulullah ile Abdullah arasındaki samimiyete gelince, evvelâ bu samimiyetin Mekke'de değil, Medine'de gerçekleştiğini söylemek daha gerçekçi olabilir. Saniyen iki kişi arasındaki samimiyet, artık onun haklarını çiğnemeği ve her türlü, meselâ tahkire varan davranışları da meşru ve mubah kılamaz. Hele Allah Resulü gibi birisinden böyle bir şey asla mazur görülemez!

          Yorum


            #20
            Ynt: RESULULLAH'IN (S.A.A) MASUMİYETİ

            7. Delil: Bizce Ehlisünnet kaynaklarında bu ayetlerle ilgili nakledilen sebeb-i nüzul; normal, tabîî ve mâkul ölçülerle de bağdaşmamaktadır. Zira bu rivayetlerde, Abdullah'ın a'ma ve mecliste olup bitenlerden habersiz olduğu için içeriye gürültülü bir şekilde girdiği ve yüksek sesle konuştuğu ve dikkatleri dağıttığı söyleniyor. Diyelim ki öyle olsun; fakat bu problemin kolay bir çözüm yolu varken, Allah Resulü'nün öyle bir davranış içerisine girmiş olmasını bir türlü hazmedemiyoruz! Hepimiz biliyoruz ki Abdullah mu'min ve temiz kalpli bir Müslüman'dı; fakat durumdan habersizdi. Ona iki kelimeyle durumun ne olduğu hatırlatılıp, biraz beklemesi istenseydi, değil karşı gelmek, bundan memnun bile kalırdı.

            Hayır, Resulullah'ın rahatsızlığı buna değil, meselâ "Şimdi şu Kureyşli adam, Muhammed'e uyanlar, bir avuç kör, köle ve sefil insanlardır, diyecekler" gibi rivayetlere dayandırılırsa, bu da Hz. Peygamber'e (s.a.a) saygısızlık olmaz mı?

            Yorum


              #21
              Ynt: RESULULLAH'IN (S.A.A) MASUMİYETİ

              8. Delil: Bu ayetlerde kınanan şahsın Resulullah olmadığının önemli kanıtlarından birisi de, (Merhum Allâme Tabâtabâî'nin de değindiği gibi), bu surenin 17. ayetinden sonra başlayan ağır ifadelerdir. Evet, şöyle buyuruyor söz konusu ayetlerde:

              "Kahrolası insan, ne kadar da nankördür! * (Allah) onu hangi şeyden yarattı? * (Değersiz) bir nütfeden yarattı ve onu biçimlendirdi. * Ona yolu kolaylaştırdı; sonra da onu öldürdü ve kabre gömdürdü; sonra dilediği zaman onu diriltir. * Hayır, (Allah'ın) ona emrettiğini, o yerine getirmedi."

              Suredeki ayetlerin zahiri ve siyakı, onların birbirleriyle ilintili olduklarını ve bir zincir halkaları gibi birbirlerini takip ettiklerini gösteriyor. Bunun aksini söyleyebilmek için haricî bir delil ve karine olması gerekir; oysa burada böyle bir şey söz konusu değildir. Kısacası ayetlerdeki siyak, bu ayetlerin bazısında yer alan "Kahrolası insan, ne kadar da nankördür!" kabilinden ifadelerin de a'ma ve fakir mu'mine surat asıp sırt çeviren ve onu ihmal edip, zengin müşrike yönelip ona önem veren kimseye ait olduğunu gösteriyor. Aksi takdirde ayetler arasında mana kopukluğu meydana gelecektir. A'maya surat asanın Peygamber (s.a.a) olduğunu söylersek, o zaman "Kahrolası insan..." tabirinin de o Hazret'e ait olduğunu söylememiz gerekir; bunu ise hiçbir kimse söylememiştir; söyleyemez de.

              İşte bu problemin hallinden âciz kalan birçok müfessir, herhangi bir delil göstermeden bu surenin iki parça hâlinde nazil olduğunu, bir kısmının on yedinci ayete kadar, bir kısmının ise daha sonra indiğini söylemiştir. Böylece ayetler arasını ayırarak bu önemli problemin altından kalkmaya çalışmışlardır; ama nafile. Çünkü dikkat eden herkes bu surenin bir bütün olduğunu ve o şekilde de nazil olduğunu görür.

              Bu ayetlerde insanın nankörlüğünden, onun değersiz bir nütfeden yaratılmasından, ölüm ve fenaya mahkum olmasından ve Allah'ın emirlerini yerine getirmemesinden bahsedilmesi de, söz konusu şahsın, o çirkin, mütekebbirâne ve nankörce davranışıyla tam anlamıyla örtüştüğünü ve onun bu âdi davranışına karşı ilâhî bir tepkinin sergilendiğini gösterir.
              Bütün bu delillere dayanarak biz, söz konusu ayetlerdeki kınamanın Allah Resulü'ne (s.a.a) yönelik olamayacağını, dolayısıyla ayetlerde kınanan şahsın başka birisi olduğunu iddia ediyoruz. İmam Cafer Sadık'tan (a.s) nakledilen bir hadis de bizim bu görüşümüzü teyit etmektedir. O hadiste şöyle geçmektedir:

              "Abese Suresi'ndeki kınama ayetleri, Benî Ümeyye'den olan bir kişinin hakkında nazil olmuştur. Söz konusu şahıs Resulullah'ın yanında bulunduğu sırada Abdullah İbn Ümm-ü Mektum meclise gelmiş, onu gören Emevî şahıs ondan iğrenerek, yüzünü ekşitmiş ve el-eteğini toplayarak yüzünü ondan çevirmişti. Bunun üzerine Allah-u Teâla, söz konusu ayetleri indirerek bu olayı (başkalarına ibret olsun diye ) kınamıştır."

              Bu rivayet, maalesef nâkıs bir şekilde nakledilmiştir. Eğer geniş ve detaylı bir şekilde nakledilseydi, hem olayın tam olarak aydınlanmasını, hem de ayetlerin daha net bir şekilde tefsir edilmesini sağlardı belki de. Elbette rivayetin, haber-i âhâd olduğunun da farkındayız; bu yüzden de onu müstakil bir delil olarak değil, bir teyit olarak görmekteyiz.

              Buraya kadar aktardığımız delillere ve son rivayete dayanarak, ayetlerdeki bazı tabirlerden de ilhamla olayın nasıl vuku bulduğunu, tahminî olarak şu şekilde tasvir edebiliriz. Yine de en iyisini Allah bilir:

              Münafık veya zaif'ül-iman bir Emevî, bir taraftan dine ve insanların hidayetine önem verdiğini gösterip Resulullah'a ve Müslümanlara şirin gözükmek için söz konusu müşrik veya müşriklerle meclise gelmiş, öte yandan müşriklerin ve Kureyşlilerin yanındaki yerini korumak, onlarla ilgilenir gözükmek ve onları mu'min fakirlere tercih ettiği mesajını vermek için söz konusu çirkin davranışı sergilemiş ve tabiri caizse bir taşla iki kuş vurmaya çalışmıştır. Fakat Allah-u Teâlâ, mu'minin azameti ve izzetini, müşrik ve münafığın zillet ve değersizliğini ortaya koymak, başkalarına ibret dersi vermek için söz konusu ayetleri indirmiştir.

              Burada bir nüktenin hatırlatılması da faydalı olabilir belki. O da şudur ki: Biraz önce İmam Cafer Sadık'tan (a.s) naklettiğimiz hadisin doğru olduğunu düşünürsek, o zaman olayın vukuu hakkında bir senaryonun uydurulmuş olması ihtimali güçlük kazanmış olur. Zira o hadiste, ayetlerde kınanan şahsın Emevî birisi olduğu vurgulanmaktadır. Öbür taraftan tarih boyunca Emevîlerin, özellikle zalimane saltanatları boyunca kendi menfaatleri doğrultusunda uydurmadıkları hadis ve rivayet kalmamış ve maalesef bunlardan birçoğu en muteber bilinen kaynaklara kadar sızmıştır. Bizce burada da aynı şeyin, en azından bir ihtimal olarak göz ardı edilmemesinde fayda var.

              Buna, işlediğimiz konuyla ilgili bir örnek de zikredebiliriz. Bildiğiniz gibi takip ettiğimiz konuyla ilgili rivayetler arasında şöyle bir rivayet de gözümüze çarpmaktadır: "Bu olaydan sonra Allah Resulü Abdullah İbn Ümm-ü Mektum'u her gördüğünde şöyle derdi: "Merhabalar olsun, merhabalar olsun o kimseye ki Allah onun hakkında beni kınadı..."

              Bakın İmam Cafer Sadık (a.s) bu rivayeti nasıl nakletmektedir: "Allah Resulü onu her gördüğünde şöyle derdi: 'Hayır Allah'a andolsun ki Rabbim senin hakkında beni asla kınamaz.' Bunu o kadar tekrar eder ve Abdullah'a o kadar lütufta bulunurdu ki artık Abdullah Resulullah'a engel olmaya çalışırdı."

              Görüldüğü gibi yukarıdaki hadis de tahrife uğramış ve nefy (olumsuzluk) edatı cümleden kaldırılarak tam tersi bir mana ve sonuç çıkarılmaya çalışılmıştır.

              O zaman, "Allah Resulü bu cümleyi neden söylerdi?" derseniz, bunun iki nedeni olabilir: Evvelâ bu cümleyle Abdullah'a o çirkin davranışta bulunan ve ilâhî kınamayı hak eden kimseye tariz söz konusu olabilir. Sanki bu cümleyle Allah Resulü şöyle demek istiyor: "Allah'a andolsun ki ben hiçbir zaman filan adamın yaptığı gibi yapmam..."

              Saniyen, ayette bulunan ve zahirde Resulullah'a hitap edilen cümlelerden, birileri gerçekten Resulullah'ın kastedildiğini sanmasın veya kasıtlı olarak öyle lanse etmeğe çalışmasın diye Allah Resulü bu üslûba başvurmuş olabilir.
              Burada belki de başından beri sabırsızlıkla beklediğiniz bir sorunun cevabına geçmek istiyoruz; o da ayetlerdeki hitaplar konusudur.

              Deniliyor ki, eğer gerçekten bu ayetlerde kınanan ve eleştirilen kimse Allah Resulü değilse, o zaman neden ayetlerde Resulullah muhatap alınmış ve daha çok Resulullah'ı ilgilendiren tabirler kullanılmıştır? Buna iki türlü cevap verilebilir:
              1) Gerçi ayetlerde hitap Peygamber'e yöneltilmiştir, ancak asıl muhatap Peygamber (s.a.a) değildir. Yani Peygamber kanalıyla başkasına mesaj verilmek isteniyor. Bu hemen her dilde bulunan: "Kızım sana söylüyorum, gelinim sen anla" misali bir dolaylı mesaj verme üslûbudur. Bunun örneklerine Kur'ân-ı Kerim'de sık sık rastlamaktayız. Meselâ İsrâ Suresi'nin 23. ve 24. ayetlerinde Resulullah'a hitaben şöyle buyrulmaktadır:

              "Rabbin, O'ndan başkasına kulluk etmemenizi ve anne babaya iyilikle davranmayı emretti. Şayet onlardan biri veya ikisi senin yanında yaşlılığa ulaşırsa, onlara 'Öf' bile deme ve onları azarlama; onlara güzel söz söyle. Onlara acıyarak alçak gönüllük kanadını ger ve de ki: Rabbim, onlar beni küçükken nasıl terbiye ettilerse, sen de onları esirge."

              Açıktır ki bu ayetteki hitapta asıl muhatap Resulullah değil, Müslümanlardır; zira Allah Resulü küçük yaşta anne babasını kaybetmişti.

              2) Bu ayetlerde bulunan hitaplar hatta zahirde dahi Resulullah'a değil, söz konusu davranışta bulunan şahısın bizzat kendisine yöneliktir. Çünkü birinci hitapta diyor ki: "Nereden biliyorsun belki o (Abdullah) arınıp temizlenecek?" Burada kimin eliyle temizleneceği üzerinde durulmuyor ki hemen "Bu, Emevî'nin işi değildir; o hâlde hitabın Peygamber'e yönelik olması gerekir." denilsin. Ayeti şöyle tefsir edersek, ne sakıncası vardır?: "Sen ne biliyorsun; belki o, Peygamber'in eliyle) arınacaktır?" Muhtemelen o Emevî adamın, Abdullah'a karşı tutum ve davranışıyla onun tezkiye ve hidayete lâyık birisi olmadığını veya tezkiyesinin İslâm için bir fayda ve önem arz etmediğini, aksine Kureyşli zenginin önemli olduğunu ve güya hidayetinin İslâm için önem taşıdığını vurgulamak istemesi üzerine söz konusu ayetle ona cevap verilmek istenmiştir.

              Olayın bu şekilde cereyan ettiğini düşünürsek, o zaman diğer hitapların tefsiri de kolaylaşmış olur. Meselâ önceden de dediğimiz gibi, "Sana ne onun arınıp arınmadığından!" cümlesinin Resulullah'a yönelik olması, Allah Resulü'nün konumu ve görevi itibariyle münasip gözükmemektedir. Ancak bu hitabın söz konusu Emevî'ye yönelik olması, konumu ve niyeti itibariyle ona uygun bir cümledir.

              Yine "O zenginlik taslayan kimse var ya, sen ona önem veriyor, onunla ilgileniyorsun; ama Allah'tan korktuğu hâlde koşarak sana gelen (fakir mu'min)i sen ihmal ediyor, ona değer vermiyorsun." cümlesi, Emevî şahısın karakteri ve niyetine uygun bir cümledir; ama kesinlikle Allah Resulü'nün şahsiyetine, yüce ahlâkına, o güne kadar müşriklere ve mu'minlere, zenginlere ve fakirlere karşı sergilediği tutum ve davranışlarla örtüşmemektedir. (Bunun delillerine ve örneklerine önceden değindik.)

              "Sana koşup gelen..." cümlesinden de bu şahısın bizzat kendisine değil, onun da bulunduğu toplantıya, yani Resulullah'ın tebliğ ve hidayet meclisine geldiği kastedilmiş olabilir.

              Evet, bizim bu ayetlerin tefsiriyle ilgili söyleyeceklerimiz bunlardan ibarettir. Şimdi belki de bazı kardeşlerimiz, bizim bu çırpınışlarımızı gereksiz çabalar olarak değerlendirebilirler. Ama biz olaya kesinlikle öyle bakmıyor ve bu çabaları bir zaruret olarak görüyoruz. Zira bu olayı, ayetlerin zahirî görünüşüne ve önceden de değindiğimiz rivayetlere dayanarak tefsir etmenin, bir taraftan Allah Resulü'nün masumluğunu ve örneklik konumunu ortaya koyan açık ve net ayetlerle çeliştiğini, diğer taraftan deliller bölümünde ortaya koyduğumuz çeşitli ve önemli mahzurlarla karşılaşacağımızı düşünüyoruz. O deliller ve ayetler makul ve mantıklı bir şekilde cevaplanmadığı müddetçe, bu ayetleri onlarla çelişmeyecek şekilde bir türlü tefsir etmeye mecburuz. Bunu beceremediğimiz takdirde de, Resulullah'a itham etme çabasına girme yerine, kendi acziyetimizi itiraf edip en azından ayetleri müteşâbih kabul ederek onlar hakkında susmayı yeğlemeliğiz. Yoksa ayetlerin Resulullah'la ilgili olduğunu kabul edip, sonra da bunu bazı tutarsız ve uzak ihtimallerle, masumiyetle çelişmeyen bir tutum olarak değerlendirmek bizce sorunu çözmeye yetmeyecektir.

              Önceden de değindiğimiz gibi biz, zikrettiğimiz sekiz-dokuz delille dördüncü görüşü tercih etmekteyiz. Ancak bu görüşü geçtikten sonra üçüncü görüşü diğer görüşlere nazaran daha tutarlı ve makul bulmaktayız. Zira en azından o görüş, ilk ayetlerde bahsedilen surat asma ve sırt çevirme gibi çirkin bir davranışı Allah Resulün'den uzaklaştırmaktadır. Zaten ayette de üçüncü şahıs kipiyle adı belli olmayan birisinden bahsedilmektedir. Yani bu ayetlerde "Sen" diye bir hitap da söz konusu değildir ki bazıları Allah Rersulü'ne yönelik tefsir etme ihtiyacı duymuş olsun.

              Diğer ayetlerdeki hitaplar ve o hitaplardaki uyarıya gelince, bu uyarı Allah Resulü'nün, o Emevî'ye tepkisiz kalmasına yönelik olarak tefsir edilmiştir. Bunun da masumiyetle çelişmeyen bir terk-i evlâdan ibaret olduğu ileri sürülmüştür. Dediğimiz gibi bu görüş bizi tam tatmin etmemekle birlikte, en azından diğer görüşlerden daha iyidir ve bahsettiğimiz mahzurların çoğu bu görüşe dayanarak da halledilebilir.

              Yorum


                #22
                Ynt: RESULULLAH'IN (S.A.A) MASUMİYETİ

                5- Abese Suresindeki İthamın Bir Benzeri Daha:

                Burada Ehlisünnet'in siyer ve tefsir kitaplarında nakledilen ve Abese Suresi'ne benzerlik arz eden bir diğer uydurma olaya da kısaca temas edip cevaplamak istiyoruz. Söz konusu kaynaklarda şöyle rivayet edilmiştir:

                Bir gün Akra' b. Hâbis ve Üyeyne b. Hısn (veya Husayn), Resulullah'ın yanına gelip, Allah Resulü'nün Ammâr, Süheyb, Bilâl, Habbâb ve diğer bazı müstaz'af mu'minler ile birlikte oturduğunu görünce, onlara karşı tahkir edici davranışlarda bulundular; sonra da Resulullah ile yalnız kaldıklarında ona şöyle dediler: "Arap elçileri senin yanına gelip gidiyorlar. Biz onların, bizi şu kölelerle oturduğumuzu görmelerinden utanıyoruz. Biz sana geldiğimiz zaman, onları bizim yanımızdan uzaklaştır. Biz ayrıldıktan sonra istersen onlarla oturursun." Allah Resulü de, "Tamam." dedi. Sonra bununla da yetinmeyip, "Bunu yazılı olarak taahhüt etmeni istiyoruz." dediler. Allah Resulü de itiraz etmeyip kâğıt kalem istedi; Ali'yi de yazmak için çağırdı. İşte tam bu sırada şu ayet nazil oldu:

                "Sabah, akşam O'nun rızasını dileyerek Rablerine dua edenleri kendinden uzaklaştırma..." En'âm, 52.

                Bunun üzerine Allah Resulü (s.a.a) elindeki sahifeyi atarak söz konusu müstaz'af mu'minleri yanına çağırıp onlarla birlikte oturdu. Ondan sonra sürekli şöyle yapardı; bir müddet onlarla oturur, kalkmak istediğinde de kalkıp onları kendi hâllerine bırakırdı. Bu sefer de şu ayet-i kerime indi:

                "Sen de sabah, akşam O'nun rızasını isteyerek Rablerine dua edenlerle birlikte sabret. Dünya hayatının süsünü isteyerek gözlerini onlardan kaydırma..." Kehf, 28.

                Bu ayetten sonra artık, onlarla oturur ve onlar kalkmadığı müddetçe kalkmazdı.
                Bazı rivayetlerde, söz konusu Müslümanların Ebuzer ve Selman olduğu da kaydedilmiştir. el-Bidâyet-u Ve'n-Nihâye, c.6, s.56; Hilyet'ül-Evliyâ, c.1, s.146; Kenz'ül-Ummâl, c.1, s.245; c.7, s.46; ed-Dürr'ül-Mensûr tefsirinde de (söz konusu ayetleri tefsir ederken) olayı muhtelif kaynaklardan nakletmiştir.

                Abese Suresi hakkında söylediklerimiz, burası için de geçerli olduğundan bu masal hakkındaki rivayetler üzerinde durmaya fazla gerek görmüyoruz. Sadece birkaç nükteye değinip bu yazımı sonlandırmak istiyoruz:

                1) Söz konusu rivayetlerden, bu olayın Medine'de cereyan ettiği anlaşılmaktadır. Oysa müstafiz rivayetlere göre En'âm Suresi toplu hâlde Mekke'de nazil olmuştur. el-Mizân, c.7, s.110.

                Bazıları, "En'âm Suresi'nin Mekke'de nazil olması, onun bazı ayetlerinin Medine'de nazil olmasına engel teşkil etmez." demişlerse de, bu doğru değildir. Zira bu surenin ayetleri toplu bir şekilde, hicretten önce, ensardan bir grubun Mekke'ye gelip Müslüman oluşlarından sonra, Esmâ Bint-i Yezid el-Ensârîye, Resulullah'ın devesinin yularını tuttuğu bir sırada nazil olmuştur. ed-Dürr'ül-Mensûr, c.3, s.22. Bu da bu ayetin anlatılan hikâyeyle herhangi bir ilgisinin olmadığını gösteriyor.

                2) Bazı rivayetlerde söz konusu mustaz'af mu'minlerin arasında Selman ve Ebuzer'in de ismi geçmektedir. Bu da yine anlatılan olayla, söz konusu ayetlerin bir alâkasının olmadığını gösteren bir diğer karinedir. Zira bir yandan ayetlerin Mekke'de nazil olduğunu, diğer yandan Selman'ın Medine'de Müslüman olduğunu, Ebuzer'in ise Müslüman olduktan kısa bir müddet sonra Resulullah'tan ayrılıp Asfân denilen bölgede ikâmet ettiğini dikkate alırsak, söz konusu iddiamızın doğruluğu görülecektir.

                3) Abese Suresi'ndeki ayetleri, ister Resulullah'a yönelik tefsir edelim, isterse başka birisine, her halükârda bu ayetlerden önce nazil olan Abese ayetlerindeki uyarı, benzer bir davranışın bir daha tekrarlanmaması için yeterli değil miydi ki Allah'ın Resulü tekrar böyle bir davranış sergilesin kendinden?! Hani Abese hakkındaki rivayetler, o olaydan sonra Resulullah'ın bir daha bir zengine önem verdiği ve bir fakiri ihmal ettiği görülmedi diyordu! Bunun kendisi de, hem o rivayetlerin, hem de bu rivayetlerin birer düzmece olduğunu yeteri kadar göstermiyor mu?!

                4) Bizce bazı rivayetlerden de anlaşıldığı üzere Medine'de değil, Mekke'de cereyan eden olay, yani ayetin sebeb-i nüzulü şöyledir: Zengin ve eşraf tabakasından bazıları Resulullah'a gelerek ısrarla ondan mustaz'af Müslümanları kendisinden uzaklaştırmasını ve ancak o zaman ona iman edip yanında yer alabileceklerini söylemiş, hatta Hz. Ebu Tâlib'i aracı kılmışlardı. Bazı rivayetlerde Ömer b. Hattâb'ın, Resulullah'a bu öneriyi kabul etmesi yönünde telkinde bulunduğu da kaydedilmiştir. Ancak önceden bahsettiğimiz uydurma rivayetlerdeki iddianın aksine Allah Resulü'nün böyle bir öneriyi kabul ettiği yönünde ayet-i kerimede hiçbir açıklama veya karine mevcut değildir. Ayetlerde, "Onları kendinden uzaklaştırma" kabilinden tabirlerin kullanılması, Resulullah'ın öyle bir işe yeltenmesi veya niyetlenmesi anlamına gelmez. Tam aksine bu tabirler, Allah Resulü'nün ilâhî koruma altında olduğunu ve beşerî özelliklerinden kaynaklanabilecek hatalarının ilâhî yardım ve tasarruflarla önlendiğinin kanıtıdır.

                Kısacası biz de Resulullah'ın bir beşer olarak hata yapabilme ihtimalinin bulunduğunu kabul ediyoruz; ancak bazıları gibi, hata yaptıktan sonra tashih edildiğini değil, hatasının ilâhî tasarruf veya yardımlarla yapılmadan önlendiğini iddia ediyoruz. İşte bu gibi ayetlerdeki uyarıları, Allah-u Teâlâ'nın bu yönde Resulü'ne yaptığı yardım ve lütuflarının örnekleri olarak değerlendiriyoruz, onun hataları olarak değil.

                Evet, müşrikler Resulullah'a benzer önerilerle defalarca geldilerse de Allah'ın Resulü, Rabbinin de yardımıyla hiçbir zaman onların dediklerini kabul etmemiş ve onların şeytanî heveslerini kursaklarında bırakarak Rabb'ul-Âlemin'in gösterdiği istikamette zerre kadar şaşmadan hareket etmiştir.

                Yorum


                  #23
                  Ynt: RESULULLAH'IN (S.A.A) MASUMİYETİ

                  6- Tahrim Suresinin İlk Ayetleri ve Resulullah'ın Allah'ın helalini haram kıldığı İddiası:

                  Muhalifler, masumiyetin olmadığını bir de "Tahrim Suresi"nin ilk âyetlerine dayanarak ispatlamaya çalışıyorlar. Zira bu âyetlerden Resulullah'ın (haşâ) yanlış yaptığını ve "Allah'ın kendisine helal kıldığı şeyi haram kılma" suretiyle masumiyetiyle bağdaşmayan bir hata ve yanlışa, hatta günaha (haşâ) düştüğünü iddia ediyorlar.

                  Biz bu iddiayı da cevaplamadan önce bahse konu olan ayetlerin metnini verip, daha sonra tahliline geçeceğiz:

                  "Rahman ve Rahim Allah'ın Adıyla"

                  1- Ey Peygamber, eşlerinin hoşnutluğunu arayarak, Allah'ın sana helâl kıldığını niçin harâm kılıyorsun? Allah, çok bağışlayandır, rahimdir.

                  2- Allah yeminlerinizin (keffâretle) çözülmesini size meşrû ve câiz kıldı. Allah sizin Mevlânız (yardımcınız-sahibiniz)dir. O, bilendir, hikmet sahibidir.

                  3- Ve hani Peygamber eşlerinden bazısına gizli bir şey söylemiş de, bunu kimseye söylememesini tembih etmişti. Derken o (eşlerinden biri) bunu, (başka bir eşine) haber verince ve Allah da bunu ona açınca, o (Peygamber) de (bu olayın) bir kısmını söylemiş, bir kısmını (söylemekten) vazgeçmişti. (Peygamber) bunu eşine haber verince o, kim bunu sana haber verdi demişti. O da demişti ki: "Her şeyi bilen ve (gizli olan her şeyden) haberdar olan Allah haber verdi."

                  4- Eğer (Peygamber'in iki eşi olan) sizler Allah'a tevbe ederseniz (bu sizin yararınıza olur); zira gerçekten de kalpleriniz (suça-batıla) meyletmiş-eğrilmiştir. Yok, eğer ona karşı birbirinize destekçi olmağa kalkışırsanız (hiçbir şey yapamazsınız); zira artık Allah onun Mevlâsı (yardımcısıdır); Cibril ve Salih mu'minler de. Bunların arkasından melekler de onun destekçisidirler.

                  5- Umulur ki, eğer o sizi boşarsa Rabbi ona sizin yerinize sizlerden daha hayırlı, Müslüman, mu'min, gönülden itaat eden, tevbekâr, ibâdet eden, oruç tutan dul ve bâkire eşler verir."


                  Burada, bu ayetlerin muhteva ve maksadının açıklığa kavuşması için başlıca iki mevzu üzerinde durmağa çalışacağız:

                  a)- Bu ayetlerde bahsedilen olayın mahiyet ve keyfiyeti, yani âyetin şe'n-i nüzûlu hakkında.
                  b)- Acaba Yüce Resulullah burada, (bazılarının dediği gibi) bir günah mı işledi? Gerçek anlamda bir ilahî hükmü mü çiğnedi? Öyle ise masûm bir Peygamber bunu nasıl yapar? Eğer öyle değilse (ki değildir), o zaman âyetin gerçek tefsiri ve açıklaması nedir?

                  Yorum


                    #24
                    Ynt: RESULULLAH'IN (S.A.A) MASUMİYETİ

                    a)- Bu Ayetlerin Sebeb-i Nüzûlü:

                    Ayetlerin sebeb-i nüzulü ve hangi olayın ardından nâzil olduğu hakkında muhtelif rivâyetler nakledilmiştir.
                    Bazı rivâyetlerde diyor ki:

                    "Bazen Resulullah, hanımlarından biri olan Cahş kızı Zeyneb'in yanına gittiğinde (bazı rivayetlerde bunun Sevde vâlidemiz olduğu da kaydedilmiştir), O hazırladığı bir baldan Efendimiz'e yediriyor veya ondan yaptığı bir şerbetten içiriyordu.

                    Bu durumdan haberdar olan Ümm-ül Mu'minin Âişe durumu kıskanarak bunu tahammül edemedi. Kendisi şöyle anlatıyor:
                    "Hafsa'yla da görüşüp şöyle karar aldık: Peygamber hangimizin yanına gelirse ona "Ya Resulallah ağzında "Urfut" ağacının balı olan "Meğafir" kokusu var" diyecektik. (Bu ağacın balının kötü bir kokusu vardır. Peygamber ise ağzından veya elbisesinden kötü bir koku gelmemesine çok özen gösteriyordu.) Bu karar üzere bir gün Peygamber (s.a.a.) Hafsa'nın yanına vardığında O: "Ya Resulallah, ağzınızdan Meğâfir kokusu geliyor" deyince Resulullah (s.a.a.) "Hayır ben Meğâfir yememişim. Ben Cahş kızı Zeyneb'in yanında bir bal (şerbeti) içmişim. Belki de arı o ağacın üzerine konmuş ve onun balından almıştır. Fakat ben ant içiyorum ki bir daha o baldan içmeyeceğim. Ancak sen bunu başkasına söyleme. (Olur ki yanlış anlaşılır veya Zeynep bunu duyar da kalbi kırılır.) Fakat o, bilahare vefâkâr davranmayıp Peygamber'in (s.a.a.) bu sırrını açığa vurdu ve sonunda bunun, iki hanımı (Âişe ve Hafsa) tarafından kurulan bir plan olduğu açığa çıkınca Allah Resulü (s.a.a.) buna çok üzüldü ve bunun üzerine söz konusu âyetler nâzil olup bir yandan Peygamber'e teselli kaynağı, diğer yandan bu tür yanlışları yapanlara ve başkalarına bir ders ve ibret vesilesi oldu.
                    Bu rivâyet ana hatlarıyla Buhâri'de (Arapça metin) c.6, s.194 nakledilmiştir.

                    Bazı diğer rivâyetlerde ise olay şu şekilde nakledilmiştir:

                    "Allah Resulü bir gün, babasının evine giden Hafsa'nın odasında hanımlarından birisi (veya cariyesi) olan Mâriye-i Kıptiyye'nin yanında başını onun dizlerine koyarak istirahat ediyordu. Bu sırada durumdan haberdar olan Hafsa buna gücenmiş ve şiddetli itirazlarda bulunmuştu. Bunun üzerine Allah Resulü ortalığı yatıştırmak için "(Sâkin ol,) ben seni râzı edeceğim. Sana bir sır söyleyeceğim; Fakat bu sırrı tutup kimseye söylemeyeceksin." Hafsa sırrın ne olduğunu sorunca

                    Allah Resulü şöyle buyurdu:

                    "Yemin ediyorum ki bir daha şuna (Mâriye'ye) yaklaşmayacağım."

                    Fakat Hafsa Âişe'nin yanına giderek ona Resulullah'ın bu kararını müjdeleyip sırrını açığa vurmuştu. Bunun üzerine Allah-u Teâlâ Resulünü durumdan haberdar edip söz konusu âyetleri indirmiştir. El-Mizân, c.19, s.318- Ed-Dürr-ül Mensûr'dan naklen

                    Olayın ne olduğu fazla önemli değildir; önemli olan Resulullah'ın bir türlü bazı hanımları tarafından (ki bunların Ümmü'l-Mu'minin Âişe ve Ümmü'l-Mu'minin Hafsa olduğunda bütün kaynaklar müttefiktir) eziyet ve hakarete uğradığı gerçeğidir ki bazı rivâyetlere göre Allah Resulü bu olaydan sonra bir ay üzüntü ve sıkıntısından hanımlarından ayrı yaşadı. Kurtubî ve diğer tefsirler, söz konusu âyetlerin tefsirinde

                    Öyle ki hatta Allah Resulü'nün onları boşadığı şayiasına ve bu olayı meydana getirenlerin dehşete kapılmalarına ve yaptıklarından pişman olmalarına vesile oldu. Fî-Zilâl-il Kur'ân, (Arapça metin) c. 8, s.163

                    4. ayette "Gerçekten kalbiniz suça ve bâtıla meyletmiştir" cümlesinden anlaşıldığı üzere, Resulullah'ın zevceleri bu davranışları ile çok büyük bir günah işlemişlerdi ki Allah-u Teâlâ yine de onları tevbeye davet ediyor. Evet, Resulullah'a eziyet etmenin nedenli ağır bir suç olduğu şu ayetlerde gayet açık bir şekilde beyan edilmiştir:

                    "Hiç şüphesiz Allah'a ve Resulü'ne eziyet edenlere Allah dünya ve âhirette lanet eder ve onlara aşağılayıcı bir azâp hazırlar." Ahzâp sûresi, âyet: 57

                    "Allah'ın Resulü'ne eziyet edenler var ya, onlar için çok acı bir azâp vardır." Tevbe sûresi, âyet: 61

                    Evet, Allah Resulü gibi evrensel bir şahsiyet olan ve kâinâtın serveri ve örneği konumunda bulunan birisine, bu tür çirkin davranışlarla hakaret ve eziyet edilmesi göz yumulacak türden şeyler değildir. Bu yüzden de Hak Teâlâ'nın bu olaydaki şiddetli tavrı Resulü'nün haysiyet ve şahsiyetini korumaya yönelik olup, bu konuda küstahça veya câhilane tutumlara son vermek ve herkesin ibret alması amacını taşımaktadır.

                    Gerçi Allah Resulü'nün tavrı onun yüce ahlakından ve son derece fedakârâne davranışından kaynaklanmaktadır. Fakat Allah-u Teâlâ Resulü'ne arka çıkıp, onu uyararak bu kadar yumuşaklık ve fedakârlığın da fazla ve gereksiz olduğunu ortaya koymaktadır. Buna itiraz şeklinde methetmek denir. Örneğin bir kimse, bir defa "Şu adam çok şefkatli, merhametli ve fedakâr birisidir" şeklinde methedilir. Bir defa da, "Kardeşim ne kadar şefkat, ne kadar merhamet, ne kadar fedakârlık; bu kadar da olmaz ki; her şeyin bir haddi var" şeklinde.

                    Bunları söyleyen karşı tarafı yermek, kötülemek istiyor denilebilir mi? Elbette hayır. Bu vesileyle o adamın ne kadar merhametli ve fedâkâr olduğu daha bir vurgulanmış oluyor. Resulullah'a da Kur'ân'ın birçok yerinde bu şekilde tabirler ve medihler kullanılmıştır. Ancak Arap edebiyatı ve konuşmadaki fesâhat ve belâgat kurallarından habersiz kimseler hemen bu tür tabirleri Resulullah'a yönelik ilahî bir kınama olarak değerlendirmeğe kalkışıyorlar.

                    Sanki burada Allah-u Teâlâ şöyle demek istiyor: "Ey Peygamber, bu kadar müsâmaha ve fedâkârlık da fazladır artık; neden o küstah hanımlarını hoşnut edebilmek için kendini bu kadar meşakkate itiyor ve Allah'ın sana helâl kıldığı şeyi yemin vasıtasıyla kendine haramlaştırıyorsun. Boş ver onları; bu kadar kendini sıkma; kendine eziyet etme.

                    Yorum


                      #25
                      Ynt: RESULULLAH'IN (S.A.A) MASUMİYETİ

                      b)- Ayetlerin Doğru Tefsiri:

                      Yukarıdaki açıklamalarımızdan da anlaşıldığı üzere bazılarının bunu Resulullah'ın bir hatası ve günahı olarak ortaya atıp Allah Resulü'nün masum olmadığına delil göstermeleri de oldukça saçma ve bizzat Kur'ân'ın diğer bir çok âyeti ile çelişen bir tutumdur. Evet, Allah'ın "Eğer o bize bazı sözleri iftira ve asılsız olarak isnat ederse, onun şah damarını koparırız." (Hâkka, 44)

                      Veya: "Onun her söylediği birer vahîydir" (Necm, 4) buyurduğu bir kimse için "Allah'ın helâlini harâm etmiştir" demek mümkün müdür? O halde buradaki "Neden Allah'ın sana helâl kıldığını haram kılıyorsun" cümlesinden maksat şer'î haram ve teşrî' anlamında değil, bir sonraki âyetten de anlaşıldığı üzere mübâh bir şeyin yemin ile kendine harâm edilmesi olayıdır ki Allah Resulü mülahaza ettiği maslahat ve yüce ahlakı ve fedâkârlığından dolayı böyle bir davranış içerisine girmişti ki, Allah-u Teâlâ bu kadarının da fazla ve gereksiz olduğunu bildirerek bir taraftan dolaylı olarak Resulü'nü methetmiş, diğer taraftan da bu davranışlarıyla Allah'ın Habibi'ni incitenleri uyarmış ve bir daha kimseye Resulullah'ın yüce ahlak ve şefkatinden su-i istifade etmesine izin verilmeyeceği mesajını vermiştir.

                      Nasıl ki benzeri uyarıları başka münasebetlerde de Hak Teâlâ yapmıştır. Meselâ Müslümanlardan bir gurup Resulullah'ın evine yemeğe geldiklerinde, yemeği yedikten sonra, uzun bir süre evde oturup fuzuli konuşmalar ve vakit geçirmeleriyle Resulullah'a eziyet ediyorlardı. Ama Allah Resulü yüce ahlakı ve hayâsından ötürü onlara bir şey söyleyemiyordu; bu yüzden Allah-u Teâlâ Ahzâp sûresinin 53. âyetini indirerek Müslümanları şöyle uyardı:

                      "Ey iman edenler, rasgele Peygamber'in evlerine girmeyin. (Bir başka iş için girmiş iseniz, ille de) yemek vaktini beklemeyin. (Ama yemeğe) çağrıldığınız zaman girin. Yemeği yiyince dağılın ve (uzun) söze dalmayın. Gerçekten bu, Peygamber'e eziyet etmekte ve o da sizden utanmaktadır. Onlardan (Peygamber'in eşlerinden) bir şey istediğiniz zaman perde arkasından isteyin. Bu sizin kalpleriniz için de daha temizdir. Allah'ın Resulü'ne eziyet vermeniz ve ondan sonra eşlerini nikahlamanız size ebedi olarak (hiç bir zaman helâl olmaz)."

                      Evet, bu uyarılar, dolaylı, hatta bazen kınama şeklinde gerçekleşen bir türlü methetmeden ibarettir. İsterseniz buna birkaç örnek daha verelim:

                      Rahmeten lil-alemin olarak gönderilen, O yüceler yücesi efendimiz, insanların hidayeti için o kadar müştak, o kadar hırslı davranıyor ve hakka direnmelerine o kadar üzülüyordu ki kendini yiyip bitiriyordu adeta!

                      Fakat Rabbülalemin âyet indirerek Resulü'nü kontrol ediyor ve bu kadarına gerek olmadığını ona şöyle bildiriyordu:

                      "Onlar bu söze (Kur'ân'a) iman etmezler diye sen, (üzüntü ve telaştan) kendini kahrediyorsun adeta!" (Kehf, 6)

                      "Onlar iman etmezler diye, adeta kendini kahrediyorsun." (Şuarâ, 3)

                      Evet, bu ve benzeri ayetlerde Allah, Resulü'nün bu kadar kendini üzmesine gerek olmadığını ve "Şayet onlar sırt çevirecek olurlarsa, artık biz seni onların üzerine bir gözetleyici olarak göndermiş değiliz. Sana düşen yalnızca tebliğdir." (Şuarâ. 48) buyurarak, kontrol edip uyarıyordu.

                      Yine Hakk'a olan yakin ve aşkından dolayı sabahlara kadar ibâdet ederek ayakları şişen Habibi'ne şöyle buyuruyor:
                      "Tâ-Ha, biz sana bu Kur'ân'ı zahmet ve meşakkata düşesin diye indirmedik." (Tâ-Hâ, 1-2)

                      Aynı şekilde şefkat ve merhamet timsali Habib'i her şeyini hatta üzerindeki elbisesini dahi fakire verip evde kalmaya mecbur olunca, onu şu cümlelerle uyarıyor:

                      "Elini boynunda bağlanmış olarak kılma, büsbütün de açık tutma. Sonra kınanıp, (işinden) geriye kalasın." (İsrâ, 29)

                      "Allah dilediğini sapıklığa yöneltir, dilediğini doğru yola iletir. O halde ruhun onlar hakkında bir takım teessüf ve üzüntülere dalarak yıpranmasın. Allah onların ne yaptıklarını biliyor." (Fâtır, 8)

                      Acaba bu ayetlerde kullanılan tabirleri kınama olarak mı değerlendirmek gerekir; yoksa hakkın Habibi'ne yönelik sonsuz lütuf ve inayetini gösteren tabirler olarak mı?! Karar sizin.

                      7- Tevbe Suresinin 43. Ayeti Ve "Allah Seni Affetsin" Cümlesi:

                      Diyorlar ki Tevbe suresinin 43. ayetinde Allah-u Teâlâ, Resulullah'ın bazı münafıklara veya imanı zayıf kimselere savaşa gitmemek için verdiği izni eleştirmekte ve onu affetmektedir. Masum olan Peygamber, böyle bir hatayı nasıl yapar? Dolayısıyla Allah-u Teâlâ'nın onu kınaması ve ardından da affetmesi masum olmadığını göstermektedir.

                      Yorum


                        #26
                        Ynt: RESULULLAH'IN (S.A.A) MASUMİYETİ

                        Cevap: Evet, maalesef benzer bir çok âyet gibi, bu âyet de bazıları tarafından çarpık bir şekilde tercüme ve tefsir edilerek güya Allah Resulü'nün masumiyetine aykırı bir sonuç çıkarılmaya çalışılmıştır. Ancak bizce burada da tıpkı Tahrim suresinde bahsedilen olaydakiyle benzer bir durum söz konusudur.

                        Biz önce âyetlerin metnini, ardından nüzûl sebebini ve bize göre doğru olan tefsirini vermeğe çalışacağız:

                        "Allah seni affetsin; neden doğru söyleyenler sana belli oluncaya ve yalancıların kim olduğunu öğrenmeden onlara izin verdin?"

                        "Allah'a ve âhiret gününe iman edenler, mallarıyla ve canlarıyla cihad etmekten (kaçınmak için) senden izin istemezler. Allah takvâ sahiplerini bilendir."

                        "Senden yalnızca Allah'a ve âhiret gününe inanmayan, kalpleri kuşkuya kapılıp da kuşkularında kararsızlığa düşenler izin ister."

                        "Eğer onlar (gerçekten savaşa) çıkmak isteselerdi, herhalde ona hazırlık yaparlardı. Ancak Allah, (onların savaşa) doğru hareket etmelerini çirkin gördü de (tevfikini onlardan uzaklaştırıp savaşa çıkmalarına) engel oldu ve (onlara): "Siz de oturanlarla birlikte oturun" denildi."

                        "Sizinle birlikte çıksalardı, size kötülük ve zarardan başka bir şey ilave etmez ve hemen aranıza mutlaka fitne (ihtilaf ve nifak) sokmağa koyulurlardı. İçinizde onlara haber taşıyanlar vardır. Allah zulme sapanları bilir."...
                        (Tevbe, 43 ila 47)

                        Yorum


                          #27
                          Ynt: RESULULLAH'IN (S.A.A) MASUMİYETİ

                          Sebeb-i nüzûl:

                          Allah Resulü ve Müslümanlar Tebûk savaşına hazırlandıkları bir sırada, münafıklardan bir grup Resulullah'a gelerek bazı bahaneler uydurup savaşa gitmemeleri için izin istediler. Resulullah da kendilerine izin verdi ve ardından bu âyetler nâzil oldu. İşte bu âyetlerin zahirine dayanarak Allah Resulu'nün bu olayda hata yaptığını, Hatta bazı müfessirler (Zımahşerî gibi) âyetteki "Afâ" (afv kökünden) kelimesine dayanarak Resulullah'ın günah ve kötü bir iş yaptığını, (zira bu kelimenin, sürekli cinayet ve kötü bir işin işlendiğine kinâye olduğunu) söylemişlerdir. Böyle olunca da ister istemez Peygamber'in masûm olduğunu söylemek mümkün değildir.

                          Yorum


                            #28
                            Ynt: RESULULLAH'IN (S.A.A) MASUMİYETİ

                            Ayetlerin Masumiyetle Çelişmeyecek Şekilde Tefsiri:

                            Biz âyetin yukarıda değindiğimiz şekilde bir anlam taşıdığını kabul etmiyoruz. Zira her şeyden önce âyetin tercümesinde hata yapılmıştır. Evet, âyetteki "Afâ" kelimesi, "Affetti" şeklinde değil, "Affetsin" diye tercüme edilmelidir. Yani bu âyetteki mazi kipinden, ihbâr değil dua anlamı kastedilmiştir. Arap edebiyatından haberdar olanlar, bu tür kullanışların Arapçıda ne kadar yaygın olduğunu bilmektedirler. Böyle bir tabirin kullanılması ise illa da bir günahın işlendiğine delil teşkil etmez. Bu bir nevi duâdan ibarettir. Benzer tabirler bütün dillerde, özellikle Araplar içerisinde yaygın bir şeydir. Mesela biz "Allah geçmişlerini, ananı-babanı bağışlasın" diyoruz. Bunu söylerken, illa da onlara bir günahı ispat etmeğe çalışmıyoruz. Kim olursa olsun, makamı ne olursa olsun, her kes Allah'ın rahmet ve mağfiretine muhtaçtır.

                            Bazıları burada, Resulullah'ın verdiği izinin haram olmadığını, zira Nûr suresinin 62. Ayeti* gereği Resulullah'ın böyle bir yetkisinin bulunduğunu, ancak münafıkların bir an evvel rezil rüsva olmaları açısından bu izinin verilmemesinin daha uygun olacağını, izin verilmekle böyle bir maslahatın kaçırıldığını, yani daha iyi olan bir şeyin terk edildiğini, bu affın da bu terk-i evlâya yönelik olduğunu, dolayısıyla da masûmiyetle çelişecek bir günahın söz konusu olmadığını söylemişlerdir.

                            Ancak Merhûm Allâme Tabatabaî, olayı daha başka bir şekilde tahlil ederek, burada hatta terk-i evlânın dahi söz konusu olmadığını ve Tahrim suresinde olduğu gibi burada da, bir yandan izin isteyen kişilerin kınanması, diğer yandan ise, Yüce Resulullah'a yönelik, görünüşte kınama olan, ancak gerçekte ince ve latif bir övgünün söz konusu olduğunu ileri sürmektedir.

                            Şöyle ki, evvela Resulullah yukarıda da değindiğimiz âyet (Nûr, 62) gereği dilediği kimselere izin verme yetkisine sahipti. Bu yüzden de izin vermekle her hangi bir yanlışı söz konusu değildir. Aksi takdirde önceden söz konusu genel iznin verilmesi yanlış, hatta abes olurdu. (Dikkat edin!)

                            Saniyen, onların ne olduğunu ve hangi maksatla izin istediklerini biliyordu. Zira Kur'ân-ı Kerim bir diğer âyetinde şöyle buyuruyor:

                            "Eğer biz dilersek, sana onları (münafıkları) elbette gösteririz, böylelikle sen onları simalarından tanımış olursun. Andolsun, sen onları, sözlerinin anlatım biçiminden de tanırsın. Allah, amellerinizi bilir." (Muhammed, 30)

                            O halde Resulullah onları konuşma üsluplarından tanıyordu. Ancak, o emsalsiz, yüce ve İlâhî ahlâkın sahibi, bir yandan perdelerin yırtılmaması ve hidâyet bağlarının tamamen kopmaması, diğer yandan emri yere düşürülerek kalbi hasta olan diğerlerinin de buna cüret etmemeleri ve Allah Resulü'nün yöneticilik otoritesine bir halel gelmemesi için onlara izin verdi.
                            Salisen bahsettiğimiz âyetlerin devamındaki âyetlerde, söz konusu kişilerin savaşa katılmalarında hiçbir maslahatın olmadığını, hatta gitmemelerinin daha iyi ve daha faydalı olduğunu, zira gittiklerinde fitne, fesat çıkartacaklarını, zaten izin verildiğinde dahi gitmeyeceklerini açık bir şekilde beyan etmektedir.

                            Bütün bu açıklamaları dikkate alırsak, sanki âyet-i kerime şöyle buyurmak istiyor: "Ey Habibim, ne kadar fedakarlık, ne kadar şefkat ve merhamet?! Yeter artık, bu kadarı da fazladır." Görüldüğü gibi ince bir üslûpla bir yandan dolaylı olarak Allah Resulü övülmekte, bir yandan da söz konusu münafıklar kınanmakta ve artık bu şefkat ve merhameti hak etmedikleri vurgulanmaktadır.

                            Bu tefsire yakın bir diğer tefsir ise şudur: Bu ayetlerde verilmek istenen mesajın ilk ve son muhatabı söz konu münafıklar ve onların iç yüzünü ortaya koymaktır. Ancak bunu beyan etmek için böyle bir yöntem ve üslup seçilmiştir. Yoksa ne Peygamber'in yaptığının yanlış olduğu, ne de onun kınanması söz konusudur. Bunu bir örnekle açıklamaya çalışalım: farz edin zalim ve küstah birisi sizin çok sevdiğiniz evladınızı vurmak, zulmetmek istediğinde, bir dostunuz onun önüne geçerek bu zulmüne engel oluyor. Siz, haberi aldığınızda dostunuza dönerek diyorsunuz ki: "Sağ olasıca, neden bırakmadın vursun; bıraksaydın da o alçağın ne olduğunu herkes görseydi." Bu tabirden, sizin, evladınıza yapılmak istenen haksızlığın önlenmesinden rahatsız olduğunuz ve o dostunuzun yaptığının kötü olduğu söylenebilir mi? Hangi baba evladına haksızlık yapılmasından hoşnut olur? Hangi dost dostuna karşı yapılmak istenen haksızlığa duyarsız kalabilir?! O halde bu itirazdan maksadın o zalim kimseyi yermek ve onun ne denli adi birisi olduğunu ortaya koymaktan başka bir şey değildir. Ancak bunu açıklamak için böyle bir metot seçilmiştir. Söz konusu ayette de durum aynen böyledir.

                            Burada şöyle bir itiraz da edilebilir: Ayet-i Kerime'de eğer Resulullah'ın onların asıl maksatlarını bildiği doğru ise, o zaman neden âyette "Onların doğru söyleyip söylemediğini bilmeden..." tabiri kullanılmıştır. Bu itiraza cevabımız şudur ki burada zahiren hitap Peygamber'e olmakla birlikte asıl maksadın ümmetin bilgi sahibi olmasıdır. Nasıl ki bir çok ayette de zahiri hitap Peygamber'e olmakla birlikte, asıl muhatap başkalarıdır, "Kızım sana diyorum, gelinim sen anla" babından..

                            Yorum


                              #29
                              Ynt: RESULULLAH'IN (S.A.A) MASUMİYETİ

                              8- Bedir Savaşında Esir Alınıp Fidye İçin Serbest Bırakılması:

                              Peygamberlerin masumiyetini kabul etmeyen kimselerin yaygın olarak ileri sürdükleri bir delil de, Enfal sûresinde, Bedir savaşı hakkında inen 67-68-69. ayetlerdir. Bilindiği üzere bu ayetlerde, Bedir savaşında esir alınmasını ve bu esirlerin fidye karşılığı serbest bırakılması kınanmaktadır. Maalesef bu kimseler, bu ayetleri Allah Resulü'nün yaptığı, fakat hata ettiği bir içtihada delil göstermeye çalışıyorlar.

                              Burada da yapacağımız izahattan sonra, Allah'ın izniyle görülecektir ki, bu ayetler, değil Allah Resulü'nün yanlış içtihad yaptığı, bilakis Resulullah'ın diğer yerlerde olduğu gibi bu noktada da kendi içtihad ve re'yiyle değil, bizzat vahiyle hareket ettiğini göstermektedir (bazen Kur'ânî, bazen ise gayri Kur'âni vahiyle). Yine ispat edeceğiz ki Ayetteki kınamanın ise Resulullah (s.a.a) ile bir alakası bile söz konusu değildir ki, masumiyetiyle de bir çelişkisi söz konusu olmuş olsun.
                              Şimdi önce bu ayetlerin mealini vereceğiz; daha sonra ayetlerin sebeb-i nüzulünü ve bu ayetleri Resulullah'ın hatalı içtihad yaptığına delil gösterenlerin yaklaşımlarını, sonra da cevabımızı arz etmeye çalışacağız inşallah.

                              "Hiçbir peygambere yeryüzünde, kesin bir zafer kazanıncaya (dini yeryüzünde kökleşinceye) kadar esir alması yakışmaz. Siz dünyanın geçici yararını istiyorsunuz. Oysa Allah (size) ahireti istemektedir. Allah üstün ve güçlüdür. Ve hikmet sahibidir. (67)

                              Eğer Allah'ın önceden bir yazması olmasaydı, aldığınız (esirlere) karşılık size gerçekten büyük bir azap dokunurdu. (68)

                              Artık ganimet olarak elde ettiklerinizden helal ve temiz olarak yiyin ve Allah'tan korkup sakının. Hiç şüphesiz Allah bağışlayandır, esirgeyendir." (69)

                              Evet, yukarıda da özetle değindiğimiz gibi, bazıları bu ayetlerin zahirine ve nakledilen bazı rivayetlere dayanarak, Bedir savaşında Müslümanların esir almaları, sonra da esirleri fidye karşılığında serbest bırakmalarını Resulullah'ın bir içtihadından ileri geldiğini, fakat bu içtihadında hata yaptığı için Allah tarafından kınandığını, dolayısıyla bu kınamanın Resulullah'a veya Resulullah ile birlikteki Müslümanlara yönelik olduğunu öne sürmektedirler.

                              Bu yaklaşımı sergileyenler, makalenin başında da değindiğimiz Peygamber'in masumiyet delillerini ve her konuda vahiyle yönlendirildiğini dikkate almamanın yanı sıra, hatta söz konusu ayetlerin içeriğini dahi dikkatle inceleme zahmetinde bulunmamışlardır maalesef.

                              Bizce her şeyden önce ayetlerin kendi muhtevası dikkate alınırsa, ayetlerdeki kınamanın Allah Resulü'ne (s.a.a) yönelik olamayacağı açıkça görülür.

                              67. ayette şöyle buyurmaktadır:

                              "...Siz (şu esir almanızla) dünyanın geçici metaını istiyorsunuz. Oysa Allah (sizin için) ahireti istemektedir..."

                              Allah Resulü'nün hayatı ve şahsiyetine az da olsa vakıf ve arif olan bir kimse Resulullah'ın bu İlahi uyarıya muhatap olmasına ihtimal dahi verilebilir mi?!

                              Hedefi için dünya ve dünyevî her şeye sırt çeviren, müşriklerin tekliflerine karşı "Güneşi sağ elime ayı da sol elime koysalar dahi yine de davamdan vazgeçmem" buyuran Allah'ın Habibi esirlerden gelecek üç-beş kuruş fidyeye mi göz dikmişti?!

                              Bazıları, bu olayda Resulullah ve Müslümanlar dünya ve ahireti birlikte istiyorlardı, diyorlar. Bu Hüsnü zan Resulullah hakkında fena değil; ancak Kur'ân bunu dahi reddederek açıkça: "Siz dünyanın geçici metaını istiyorsunuz..." buyurmaktadır. Bu ise ayetin muhatabı olan kimse ve kimselerin hakkında söz konusu hüsnü zannın geçersiz olduğunu açık bir şekilde göstermektedir.

                              68. ayette ise: "Eğer Allah'ın önceden bir yazması olmasaydı, aldığınıza (esirlere) karşılık size gerçekten büyük bir azap dokunurdu."

                              Büyük azabın büyük günah ve isyan karşılığında olduğu açıktır. Şimdi acaba neuzu billah "Allah Resulü büyük bir günah işlemişti; onun için de büyük bir azabı hak etmişti" diyebilir miyiz?! Bunun ihtimalini dahi vermenin ne kadar dehşet verici olduğunu insaf sahibi olan her kes teslim eder herhalde!

                              Bunu, (bazılarının dediği gibi) küçük bir zelledir demekle de halletmek mümkün değil. Zira Kur'ân'ın açıkça büyük azabı gerektiren bir suç (büyük günah) nitelemesi ortadadır. Hekim ve adil Allah'ın bir zelle (küçük günah veya hata) karşılığında büyük azapla cezalandırması düşüne bilinir mi? Bütün bunlardan, bu kınamaların kesinlikle Allah Resulü'ne yönelik olmayacağını anlıyoruz.

                              Öte yandan, bu İlahi hüküm (esir alınmaması gerektiği) savaştan önce Allah tarafından Resulullah'a (s.a.a) bildirilmişti. Eğer bildirilmediğini farz edersek, o zaman Allah-u Teâlâ'nın bildirmediği bir hükümden dolayı mükellefleri kınaması, hatta onların büyük azabı hak ettiğinden bahsetmesi haksızlık olmaz mı? Hekim ve adil olan Allah'a böyle bir şeyi isnad etmek mümkün mü? Tabii ki değil. O halde bu kınama ve azap istihkakı, bu hükmün Peygamber'e savaş öncesi bildirildiğini gösteriyor. Eğer Allah-u Teâlâ hükmü indirmişse, o halde Peygamber (s.a.a)'in de bu hükmü savaştan önce Müslümanlara tebliğ etmesi gerekir. Aksi takdirde vahyi saklama ve tebliğ vazifesini yapmama ve kendisine inen vahye muhalefet etme gibi bir garip durumla karşılaşırız ki bunun ihtimalini dahi vermek en büyük günahlardan sayılır. Bütün bunlardan şu kesin sonuca varıyoruz: Esir alınmaması hükmü, Allah tarafından gayri Kur'ânî bir vahiyle Peygamber'e bildirilmiş, O da bunu Müslümanlara tebliğ etmişti. Ancak Müslümanların birçoğu bu İlahi yasaklamaya rağmen belki de kendilerine göre bir takım akli hesaplarla yine de esir almış, sonra da Resulullah'ın yanına gelerek onları bu işlerinden dolayı mazur görmeye ve esirlerin karşılığında fidye almaya ısrarla razı etmeğe çalışıyorlardı ki söz konusu ayetler inerek onların bu fiilini kınamış ve hak ettikleri azabı yine de kendi lütuf ve merhametiyle onların üzerinden kaldırmış ve artık aldıkları ganimetleri ve esirler karşılığında fidye almayı helal kılmış ve ayetlerin sonunda, onları bundan sonra takvalı olmaya ve İlahi yasakları çiğnememeye davet etmiştir.

                              Evet, bu ayetlerin hiçbir yerinde, aynı şekilde nakledilen rivayetlerde, Resulullah'ın esir alma işine razı olduğu veya neuzu billah Müslümanları buna teşvik ettiğine dair en ufak bir işaret mevcut değildir. Tam aksine yukarıda söylediğimiz emareleri de dikkate aldığımızda Allah Resulü'nün bu hükmü Müslümanlara ilettiği ve esir alınmasına razı olmadığı anlaşılmaktadır.

                              Resulullah'ın bu hükmü tebliğ etmesine bir başka emare olarak da Hz. Ali (s.a.)'ın bu savaşta, ölen yetmiş kâfirden otuza yakınını tek başına öldürmesi ve birçoğunun öldürülmesinde iştirak etmesine rağmen bir kişiyi dahi esir almamasını gösterebiliriz. El-Mizân Tefsiri, c.10, s.136.

                              Hâlbuki bu kadar kâfiri öldürebilen birisinin onları kolayca esir de alabileceğini her kes teslim eder herhalde.
                              Bu tebliğin bir başka emaresi olarak da esirler alındıktan sonra söz konusu ayetler ininceye kadar, fidyeyi önerenlere karşı Allah Resulü'nün olumsuz tutumu ve esirlerin öldürülmesini önerenlerin önerilerine karşı sevinip bunu olumlu karşıladığını bir kısım rivayetlerden anlamamız mümkündür. - Tarih-i Taberi, c.1, s.169, Sire-i Halebiye, c.2, s.190, Sahih-i Müslim, c.5, s.156, El-Kâmil (İbn Esir), c.2, s.136, Kenzü'l-Ummâl, c.5, s.265, Hayat-üs Sahâbe, c.2, s.42, Esbâb-ün Nüzûl, s.137, Ed-Dürrü'l-Mensur, c.3, s.201-203, El-Mizân, c.10, s.134.

                              Hatta bazı rivayetlerde şöyle geçer: "Bedir günü Cebrail (a.s.) Resulullah'a (s.a.a) nazil olarak şöyle dedi: "Hiç şüphesiz Allah, kavminin esirler karşılığında fidye almak istemelerini sevmedi. Allah'ın emri sana şudur: "Artık onları iki şeyden birisini seçmekte serbest bırak; ya onları çıkarıp boyunlarını vursunlar; yada (bunu yapmazlarsa eğer) fidye alıp esirleri bıraksınlar; o zaman da fidye karşılığı bırakacakları (yetmiş) esirin sayısı kadar kendilerinden sonraları ölmelerine razı olsunlar..." Resulullah (s.a.a) bu İlahi vahyi asabına ilettiğinde, "Ya Resulallah, dediler, onlar bizim akrabalarımız ve kardeşlerimizdirler; (şimdilik) fidyelerini alıp düşmanlarımıza karşı güçlenelim de, sonradan onların sayısı kadar bizden şehid olacaksa da olsun, razıyız buna..." Târihl-Hamîs, c.1, s.393, Fethül-Bâri, Tirmizî, Nesâî, İbn Habbân, Müsdedrek-i Hâkim'den naklen, El-Musannaf (Abdurrazzâk), c.5, s.210, Târih-i İbn Kesir, c.3, s.298, Tabâkât-ı İbn Sa'd, c.2, s.14...

                              İşte bütün bunlar Allah Resulü'nün bu olayda tam anlamıyla vazifesini yerine getirdiğini ve İlahi hükmü Müslümanlara savaş öncesi tebliğ ettiğini, fakat maalesef Müslümanların muhalefet ve ihmal yoluna gidip izinsiz esir aldıklarını ve aldıktan sonra da ısrarla esirlerin karşılığında fidye alınmasını Resulullah'a kabul ettirmeye çalıştıklarını gösteriyor.
                              Bu açıklamalara ters düşen bazı zayıf rivayetler veya yorumlar varsa da onlara itibar edilmemesi gerekir; aksi takdirde zikrettiğimiz mahzurlarla karşılaşmamız kaçınılmazdır. Eğer bu konuda Resulullah'a her hangi bir mesuliyet yüklemeğe kalkışır ve güya esir alınması veya esirler karşılığında fidye alınması Resulullah'ın aldığı bir karardı; ama kararında (haşa) hatalıydı dersek, o zaman söz konusu kınama ve azap istihkakı Müslümanlardan hiç birisine yönelik olmamalıdır. Zira Müslümanlar üzerine düşen şer'i vazifelerini (Resulullah'a itaat vazifesini) yerine getirmişlerdir. Aslında onlar bu itaatten dolayı methedilmeyi hak etmişlerdi, kınanma ve tehdidi değil!

                              Sonra bu konuda Ehl-i Sünnet kaynaklarında nakledilen bazı rivayetlerde alışık bir sahneyle karşılaşıyoruz. Bu kaynaklardan "Muvafıkat-ı Ömer" diye bir unvanla sık-sık karşılaşmak, mümkün. Güya birçok konuda (ki bunların sayısını İbn Hazm ve Suyutî gibi bazı âlimler yirminin üzerine çıkmışlardır) Resulullah (s.a.a) ve 2. Halife Ömer tartışmış veya görüş ayrılığına düşmüşler; ancak sonradan Allah-u Teâlâ Peygamber'ine değil de Ömer'e muvafık olarak ayet indirmiştir! Bedir'de alınan esirler konusunda da benzer sahneyle karşılaşıyoruz. Bazı rivayetlere göre esirlerin öldürülmesini savunan tek kişi Ömer'di ve bu görüşünü Resulullah'a sorunca Allah Resulü bundan rahatsız olup, Ebu Bekir'in görüşüne (ki fidye alınmasını teklif ediyordu) meyletti. Ertesi gün Ömer Resulullah'ın yanına geldiğinde onu Ebu Bekir ile birlikte ağladığını görünce, sebebini sordu; Resulullah (s.a.a) da güya şöyle buyurdu: "Ömer'in görüşüne muhalefet ettiğimiz için az daha büyük bir azaba çarptırılacaktık! Eğer azap inseydi Hattab oğlundan başka kimse kurtulamayacaktı...! Yukarıdaki kaynaklar ve Târih-i Hamîs, c.1, s.393, El-Mûstasfâ (Gazâlî), c.2, s.356.

                              Zira vahiy Peygamber'in değil Ömer'in görüşüne muvafık olarak inmişti. Bütün bunları görünce, "Madem bu kadar görüşleri isabetli çıkıyordu ve Allah-u Teâlâ çoğu zaman Peygamber'ine değil de ona muvafık vahiy indiriyorduysa, o zaman onu Peygamber seçseydi daha isabetli olmaz mıydı?!" diyesi geliyor insanın içinden.

                              Kısacası bu ayetlerin muhtevasını ve buraya kadar zikrettiğimiz nükteleri dikkate aldığımızda, yine Allah Resulü'nün içtihad yapmadığını ve vahiyle yönlendirildiğini ancak bu vahiylerin bir kısmının Kur'ânî ve bir kısmının da gayri Kur'ânî olduğunu anlıyoruz. Bu bölümde en çok değerli muhakkik ve büyük alim Üstad Cafer Murtaza Âmili'nin "Es-Sahih-u Mine's –Sireti'n-Nebeviyye" kitabından istifade ettik; isteyenler bu kitaba, c.3, s.242'den itibaren müracaat edebilirler. Yine Merhum Allâme Tabatabai'nin El-Mizân Tefsirinden azami ölçüde yararlandık. Allah hepsinden razı olsun.

                              Yorum


                                #30
                                Ynt: RESULULLAH'IN (S.A.A) MASUMİYETİ

                                9- Fetih Suresinin İlk Ayetlerinde Geçen Günahlar Ve Bunların Mağfireti:

                                Allah Resulü'nün masumiyetini kabul etmeyenlerin ileri sürdükleri delillerden birisi de Fetih Suresi'nin ilk ayetleridir. Diyorlar ki bu ayetlerde, Allah Resulü'nün günahlarından ve bunların Allah tarafından mağfiret edildiğinden bahsedilmektedir. Bunlar ise açıkça masumiyetin olmadığını göstermektedir.

                                Bizim bildiğimiz kadarıyla Sünni müfessirler çoğu, genelde bu ayetlerdeki günah ve mağfireti, bilinen şer'i günah ve mağfiret olarak tefsir etmektedirler. Bu tefsire göre (haşa) Allah Resulü'nün geçmişte ve daha sonraları birçok günah işlediği, fakat Allah tarafından affedildiği gibi bir sonuç ortaya çıkmaktadır. Bu görüşü benimseyenlerin, Allah Resulü'nün resmen günah işlediğini kabul etmekten başka çareleri yoktur. Sonra bunu, zelle olarak nitelemekle halletmek de mümkün değildir. Bir kere zelle, küçük hata demektir. Hata, hatadır; insanın onda bir suçu günahı söz konusu değil ki af ve mağfiret söz konusu olmuş olsun.
                                O zaman, bu ayetleri nasıl tefsir etmek gerekir ki Resulullah'ın masumiyetiyle çelişmesin?

                                Biz evvela ayetlerde bulunan iki nükteye dikkati çekerek bu ayetlerdeki "Günah" ve "Mağriret" kavramlarının bizim bildiğimiz şer'î günah ve mağfiret olmadığını, daha sonra da bu kavramlarla bu ayetlerde neyin kastedildiğini, Resulullah'ın mutahhar Ehl-i Beyti'nden ve onun ilim ve irfanının mirasçılarından olan Sekizinci İmam, İmam Ali Rıza'nın (a.s) açıklamalarına dayanarak ortaya koyacağız, inşaallah.

                                Bu ayetlerde Allah-u Teâlâ, nasip kıldığı fetih ve zaferi (ki bundan maksat ya Mekke'nin fethi veya Mekke fethiyle sonuçlanan Hudeybiye antlaşmasıdır), Resulullah'ın günahlarının bağışlanmasına bir sebep olarak beyan etmektedir. Böylesi bir durumda "günah", bildiğimiz şer'î günah olarak algılanırsa, burada bir mantıksızlık söz konusu olmuş olur. Şöyle ki İlahi inayet ve lütuflar, yapılan iyi ameller ve itaatlere karşılık verilir. Günahlar ise cezalandırılmayı veya en azından birtakım İlahi lütuflardan mahrum kalmayı gerektirir. Oysa burada tam tersi bir durum söz konusudur. Yani işlenen günaha karşılık cezalandırma söz konusu olmadığı gibi, verilen fetih, günahların bağışlanmasına bir vesile olarak bildirilmekte ve bir anlamda günahkâr, yaptığı günahından dolayı mükâfatlandırılmaktadır. İşte bu nükteden anlıyoruz ki buradaki günah ve mağfiretten maksat, şer'î günah ve mağfiret olamaz. Bu nükte, bazılarının "Buradaki günahlardan maksat ümmetin günahlarıdır." sözünü de geçersiz kılmaktadır.

                                İkinci nükte ise şudur ki, âyette "önceki ve sonraki veya geçmiş ve gelecek günahlar"dan bahsetmektedir. Farz edelim ki ayetteki günahtan maksat, şer'î günah olmuş olsun, o zaman da geçmiş günahların bağışlanmasının bir anlamı olabilir de, fakat gelecek (yani henüz işlenmemiş) günahların bağışlanmasının ne anlamı vardır? Kaldı ki bu, açıkça günaha teşvik değil mi? Bu, "Ey Peygamber, sen ileride de günah işlesen bir zararı yok! Nasıl olsa biz seni bağışlamışız." demenin bir başka ifadesi olmaz mı?!

                                İşte bu iki nükte, bizce açık bir şekilde bu ayetlerdeki "Günah" ve "Mağfiret" kavramlarının şer'î manada kullanılmadığını göstermektedir. Şimdi mutlaka "O zaman hangi manada kullanılmıştır?" diye

                                sabırsızlanıyorsunuzdur. İşte bunu İmam Ali Rıza'nın (a.s) mübarek dilinden öğreneceğiz. Fakat önce şunu belirtmeliyiz ki bu ayetlerin orijinalindeki "zenb" ve "yağfiru-mağfiret" kelimelerinin şer'î değil, lügatteki manaları kastedilmiştir. "Zenb"in Şer'î manası, Allah'a karşı işlenen suç demektir, "mağfiret" ise bu suçun Allah tarafından bağışlanması, affedilmesidir. Ancak lügatte zenb, işlenen her türlü suça denir; kime karşı ve hangi hedefle olursa olsun. Mağfiret ise bu suçun üzerinin örtülmesi, izlerinin ve sonuçlarının kaybolması demektir. Miğfer kelimesi de bu kökten olup başı örten alet anlamınadır. Şimdi gelelim İmam Rıza'nın (a.s) cevabına; Abbasi halifesi Me'mun, bu ayetlerin tefsirini İmam'a sorduğunda, şöyle buyurdu:

                                "Mekke müşriklerine göre Resulullah'tan (s.a.a) günahı daha ağır olan birisi yoktu. Zira onlar 330 puta tapıyorlardı. Allah Resulü onları tevhide davet ettiğinde, bu onlara çok ağır geldi ve şöyle dediler: "O, bizim bu kadar tanrımızı bir tanrıya mı dönüştürmek istiyor? Ne şaşılacak bir şey!... Biz atalarımızdan böyle bir şeyi asla duymamıştık. Bu olsa olsa büyük bir yalandan ibarettir."

                                Ama Allah-u Teâlâ (Hudeybiye antlaşmasının ardından) Mekke'nin fethini nasip ettikten sonra, Allah-u Teâlâ buyurdu ki "Ey Muhammed, biz açık bir zafer sana nasip ettik ki, tevhide davet ettiğin için Arap müşriklerine göre (hicret) öncesi ve (hicret) sonrası işlemiş olduğun suç ve günahları Allah onların gözünden silip götürsün. Zira bu fetihle birlikte, artık müşriklerden bir kısmı iman etmiş, bir kısmı ise Mekke'den çıkıp gitmişlerdi ve artık tevhidi, alenen inkar edemiyorlardı. Bu yüzden Peygamber (s.a.a) onlara göre de suçlu bir kimse olma durumundan çıkmıştı..." Nûru's-Sekaleyn Tefsiri, c.5, s.56.

                                İşte İmam Rıza'nın da buyurduğu gibi, bu ayetlerdeki günahtan maksat, şerî bir günah değil, Allah Resulü'nün müşriklere karşı (onların zannına göre) işlediği suçlardır ki Mekke'nin fethi neticesinde silinip gitti ve Allah Resulü Mekke'ye suçlu ve âsî birisi olarak değil, muzaffer bir komutan ve Allah'ın Resulü olarak girmişti. Böyle bir tefsirle hem zaferle günahların bağışlanması arasındaki ilişki yerini bulmuş oluyor, hem sonraki günahların bağışlanması anlam kazanıyor (ki maksat Medine'ye hicretten sonraki müşriklerin suç addettikleri şeylerdi); hem de ayetler Resulullah'ın masumiyetiyle ters düşmeyecek şekilde gerçek tefsirini bulmuş oluyor.

                                Yorum

                                YUKARI ÇIK
                                Çalışıyor...
                                X