Duyuru

Daraltma
Henüz duyuru yok.

Hz.Fatıma’ya Ağıt

Daraltma
X
 
  • Filtre
  • Zaman
  • Göster
Hepsini Temizle
yeni gönderiler

    Hz.Fatıma’ya Ağıt


    Önsöz

    Babasının vefatı üzerine yaslş Fatıma selâmullah aleyha’nın çektiği acıları, Fatıma’nın “Beyt’ül-Ahzan”ındaki figanlarıyla sessiz gözyaşlarından başka tasvir edebilen olmuş mudur acaba?!
    Fatıma’sını duvarlarla kapı arasında görüp, onun pâk naaşını yıkarken, yediği tokat izinin morarttığı yüzüyle ezilmiş kolunu müşahede eden Ali aleyhisselâm’ın o sırada çektiği acı ve duyduğu ıstırabı ve onun alnındaki kırışıklarda şekillenen “insanoğlunun derdinin büyüklüğü”nü anlatabilecek ve tasavvurlara sığdırabilecek hangi yanık ağıt, hangi arifane ve sanatkârane mersiye var, bizzat Ali’nin sessizce süzülen kurban olunası o pâk gözyaşlarından başka?!
    Cennet gençlerinin efendisi olan biricik ağabeyinin sevgili başını kanlı mızrakların ucunda gördüğü sırada Zeyneb’in çektiği o dayanılmaz acıyı, yine Zeyneb’in alnından süzülen kan damlalarından başka kim hakkıyla tasvir edebilmiştir şimdiye değin sahi?!
    Eğer Zeynep selâmullah aleyha, uğruna canlar feda olunası sevgili ağabeyi Hüseyin’in kesik başını gördüğü zaman takat getirip de alnını tahtırevanın direğine vurmamış olsaydı, yaratılış âleminin elemlerini, hüzünlerini ve acılarını hakkıyla yorumlayabilecek birisi çıkar mıydı acaba?!
    İnsanlık duygusu taşıyorsa eğer, yazanını yakıp kavuracak; yeryüzündeki bütün ağaçların sayısınca da olsa, yazan kalemleri kül edecek ve yeryüzü genişliğindeki bir defteri mahşere değin yakıp duracak dertlerdir bunlar...
    Fatıma’nın gözyaşlarındaki dayanılmaz acı ve hüzün, onun “Beyt’ül-Ahzan”ında ariflerin takatini bugün bile kesmekte, “Ebrar”ın belini bükmekte ve “Evliyaullah”ın yüreğini kasıp kavurmaktadır hâlâ...
    Fatıma’sının pâk naaşını yıkarken Ali’nin bağrı taşlı, gözü yaşlı hâlini satırlara dökebilmek, “Allah’ın Aslanı”nın o andaki hâlini kelimelerle ifade edebilmek mümkün müdür acaba?!
    Nerede Esma? Ondan sorun...
    Sorun ondan; o sırada Ali’nin gözpınarlarından süzülen sessiz gözyaşlarına teberrüken dokunmak isteyen meleklerin kolları kanatları tutuşuverip yanmamış mıydı?!
    Şia tarihinin alnına böylesi derin kırışıklar düşüren bu tür dertlerdir işte... Bu dertler ki, yazılası değil, söylenesi değil, tasvir ve tasavvur edilesi değil...
    Dert çok acı olursa yaraya benzetilir halk dilinde; yaranın en can yakıcı olanıysa ateşe... Yirmi beş yıl boyunca “gözünde diken, boğazında kemik kalmışçasına bir sükut”a tahammül eden Aliyy-i Murtaza’nın dertli yüreğinin acılarını hangi ateşe teşbih etmeli peki?!
    Bu tür dertler “teşbih edilebilir” değil, bizzat “teşbihe kıstas”tırlar.
    Ve Ehl-i Beyt’in mazlum tarihi bu tür dertlerle doludur.
    Kerbelâ’nın mazlum âlemdarı, yiğit sancaktarı, vefakâr kardeş Ebulfazl’ıl-Abbas’ın -uğruna canlar feda- şahadeti karşısında ağabeyi Hüseyin’in dayanılmaz derdi gibi tıpkı...
    Ve canlar feda olunası o Abbas’ın, oklanan su tulumu karşısında yüreğinin oklanır gibi olması... Fazilet, mertlik ve vefâkârlık timsali Abbas... Ve nihayet Kerbelâ’da; bir yandan gözleri önünde azizlerinin kanlar içinde teker teker kızgın kumlara düşüşünü seyrederken, bir yandan da susuzluktan yanıp kavrulan Resulullah ailesinin masum yavrucaklarının umutla beklediği kahraman kardeş, kahraman amca, kahraman baba, vefakâr Abbas’ın; kollarına inen kılıç darbelerini unutup o masum yavrucaklara taşıdığı su tulumunun oklanmasına ağlaması...
    Canlar feda olunası Hüseyin’in; yine canlar feda olunası biricik ağabeyi Hasan’ın ciğerlerinin sinesinden parça parça, katre katre sökülüşüne şahit olup, bu tarifi imkânsız derdi sessizce bağrında tutabilmesi...
    Ve, babasının mazlumane şahadeti karşısında Seccad aleyhisselâm’ın duyduğu tarifi imkânsız acı...
    Ve art arda gelen dertler yığını... Bir yara kapanmadan diğerinin açılması... Bir kan gölü kurumadan diğerinin dolmaya başlaması...
    Şia beldesinde, tarihi, kanın yazmakta olduğunu sanırsın! Kanun mazlumiyetinin...
    Ve bu naçiz kalemin elinden gelebilecek tek şey; söz konusu mazlumiyet kitabının metnini yorumlayıp tanıtmak şöyle dursun, onun alfabesini bile okuyup sökebilme konusundaki aczini itiraftan başka bir şey değildir.
    Ve Hamd Âlemlerin Rabb’ine.
    De ki: «İstediğinizi yapın; Allah, peygamberi ve mü’minler yaptıklarınızı görecektir. Sonra hepiniz, görülmeyeni ve görüleni bilen Allah'a döndürülecek­siniz. O size, yaptıklarınızı bildirecek­tir.»
    (Tevbe Suresi 105)

    #2
    Ynt: Hz.Fatıma’ya AğIt

    1. Bölüm

    Çok acayip bir devran bu, kızım!.. Hele dünya, çok daha acayip!..
    Bu nasıl bir dünya ki, Allah Resulü’nün kızını barındıramaz olmuş kendisinde?!
    Bu nasıl bir devran ki, “kadının yaratılış sırrı”na takat getirememekte?!
    Ne oluyor şu kâinata böyle; Allah’ın biricik incisini kendisinden uzaklaştırmakta?!
    Çok garip bir devrandayız kızım!.. Hele dünya, çok daha garip!..
    Senin yerin değil orası... Hayır; dünya hiçbir zaman senin yerin olamaz ve olmadı da! Gel kızım, gel; sen hiçbir zaman dünyalı değildin zaten... Sen cennetten gelmiştin oraya; cennetten gönderilmiştin sen!
    Hira’da Rabb’imle halvete çekildiğim o şirin günlerden biriydi... Cebrail; aşıkla maşuk arasında gidip gelen o güzel haberci, kulla Rabb’i arasında irtibat sağlayan o hoş haberci; o pâk, iyi ve samimî melek; benimle Allah Teala arasındaki sırların emini; yeni bir mesajla gelerek “Rabb’in senin kırk gün kırk gece boyunca aralıksız halvete çekilmeni buyuruyor” dedi...
    İlâhî mesajlara canı gönülden amade olan ve ilâhî nefesi alınca hasretle yanıp tutuşan ben, bu mesaj üzerine Rabb’ul-âlemîn, olanca büyüklüğüyle sırf benim olmuşçasına şevke kapıldım, sevinçten iki kanat çıkarıp uçacak gibiydim. O muazzam sevgilinin mesajını yana yakıla, hasretle, özlemle bekler oldum.
    Evet, canım kızım... Allah, Cebrail ve senin kocandan başka kim bilebilir “Hira”nın ne olduğunu?! Allah’la halvete çekilmenin ne olduğunu?!
    Ama... Ama şu dünyada birisi vardı ki çok severdim onu; Rabb’im de daima sevsin onu. Onun hassas kalbini kırmak, merak ve endişe duymasına sebep olmak istemiyordum.
    Kimden söz ettiğimi anladın değil mi? Hani şu zor günlerimde bana sığınak olan, yoksul anlarımda yoksulluğumu gideren, düşmanların kınama ve tahkirlerine karşı beni tasdik edip destek olan... Evet, annenden söz ediyorum, Hatice’den...
    Rabb’ul-âlemîn de onu sıkıntılı ve endişeli hâlde görmek istemiyordu. O şirin ve tatlı ilâhî mesajda, kendisinden kırk gün ayrı kalacağımı Hatice’ye de bildirmem isteniyordu.
    Bildirdim; Ammar’ı, o vefakâr dostu Hatice’ye gönderdim, “git ona şöyle de” dedim:
    “Hatice’m! Can yoldaşım! Senden uzak kalmış olmam incindiğim, rahatsız olduğum ya da herhangi bir şeye üzülmüş olduğum için değil asla! Rabb’im de seviyor seni, ben de! Allah Teala, ikimizin de can yoldaşı olan o yüceler yücesi sevgili, her gün meleklerine seni gösterip “onunla övünüyorum” demekte. Ben de övünüyorum seninle Hatice...
    Rabb’imle kırk günlük özel bir görüşmem ve ahdim var... Senden uzak durmamı isteyen de yine O... Şu kırk günü sabır ve huzurla geçir; kimseye, açma evimizin kapısını bu kırk gün, kırk gece boyunca.
    Ben, Fatıma bint-i Esed’in evinde kırk gece iftar edeceğim; kırkıncı geceden sonra ilâhî vaat gerçekleşecek ve o zaman tekrar görüşeceğiz inşaallah, bu firak ancak o zaman sona erecek.”
    Annen Hatice bu mesajımı alınca gözleri dolu dolu olmuş, kırkıncı gecenin sonuna kadar kapımızın demir halkasından ayıramamış gözlerini... Kırk gece sonra o demir halkayı tutup çaldığımda Hatice’nin hüzünlü ama sıcak sesi yükseldi:
    ­­­­­­­­— Muhammed’den başkasının çalmaya hakkı olmadığı o kapıyı çalan kim?
    — Ben! Muhammed!
    Annenle görüşmemiz çok duygulandırıcıydı; gözlerinden sevinç gözyaşları dökülüyordu, bahar yağmuru gibi. O gece iftarlığımı cennetten getirmişlerdi... Gurup vaktine doğru Cebrail, o sevgili melek elinde bir tepsiyle gelip yanıma oturdu. Allah Zü’l-Celâl’in canlara can katan selâmını bana ilettikten sonra “Görüşmenizin bu son akşamında iftarlığını o yüce sevgili dostun -celle ve alâ- cennetten armağan gönderdi” dedi.
    Cebrail’in ardından Mikail’le İsrafil de geldiler. Allah her ikisinden de razı olsun. Cebrail cennetten getirdiği bir ibrikle elime su dökerken Mikail ellerimi yıkıyor, İsrafil de kendisine verilen cennet havlusuyla ellerimi kurutuyordu.
    Evet kızım! Canım yavrum benim! Bütün bunlar, senin dünyaya gelişin için gerekli hazırlıklardı... Evet, senin dünyaya gelişin için gerekli bütün hazırlıklar cennet armağanlarıyla tamamlanmadaydı.
    Bu arada yeri gelmişken şunu da hemen söyleyeyim sana; cennete girecek ilk kişisin sen! Cennetin kapısını cennet ehline sen açacaksın kızım!
    Vefasız dünyadan ayrılmak üzere olduğun şu sıralarda söylediğimi sanma bunu... Ölüm giysilerini hazırlaması için Esma’yı çağırdığın bu sırada söylemiyorum sadece bunu...
    Ölüm guslü almakta olduğun bu sırada da söylüyor değilim. Hayır, her zaman söylemişimdir, “Fatıma’dan cennetin kokusunu alıyorum ben” diye...
    Bir defasında Ayşe dayanamayıp “Fatıma’yı neden böyle kokluyorsun sen? Niçin onu öpüp koklamaktan bunca zevk alıyorsun? Fatıma’yı görünce ne oluyor sana öyle?!” diye sordu.
    “Sus!” dedim Ayşe’ye, “Neler diyorsun sen?! Fatıma cennetimdir benim, Fatıma Kevser’imdir benim! Ondan cennet kokusu gelir bana. Fatıma cennetin tâ kendisi, cennete giriş iznidir. Benim rıza ve hoşnutluğum Fatıma’nın rıza ve hoşnutluğundadır. Fatıma’nın gazabı Allah’ın cehennemi, rıza ve hoşnutluğuysa Allah’ın cennetidir!”
    Fatıma’m benim! Seni bunca seviyor olmam, sırf kızım olduğun için değil elbet! Sen dünya kadınlarının seyyidesi, dünya kadınlarının en üstünüsün. Seni Allah seçti bu makama, Allah Teala sevmekte seni bunca.
    Bunu kendimden söylemediğimi de bilirsin. Ben şimdiye değin kendiliğimden bir tek söz söylemiş değilim ki...(1)
    Miraca gittiğim o gece gürdüm ki cennetin kapısına fevkalâde güzel bir yazıyla şöyle yazılı:
    “La ilâhe illallah. Muhammedun Resulullah... Allah’tan başka ilâh yoktur. Muhammed, Allah’ın elçisidir. Ali, Allah’ın sevgilisidir. Fatıma, Hasan ve Hüseyin Allah’ın seçtiği insanlardır. Allah’ın bu sevgili kullarına kin besleyene, onlara düşmanlık edene lânet olsun!”
    Senin ebedî âleme göçüş guslü almakta olduğun şu sırada söylüyor değilim sadece bunu...
    Hatırlarsın... Hani çadırda oturmuş, bir Arap yayına yaslanmıştım...
    Ali, sen ve gözümün nuru, gönlümün çırağı Hasan’la Hüseyin de oradaydınız. Kim bilir kaçıncı kez, Müslümanlara şöyle duyurdum:
    “Ey Müslümanlar! Şunu biliniz ki, kim bunlarla -sizi göstermiştim o sırada- barışık olursa ben de onunla barışığımdır; kim de bunlarla savaşıp cedelleşirse ben de onunla savaşır, cedelleşirim. Ancak bunları seveni severim ben. Ve bunları ancak ‘tıyneti ve hamuru temiz olanlar’ sever; keza bunlara ancak ‘kötüler’ ve ‘mayası bozuk olanlar’ düşmanlık eder.”
    Fatıma’m benim! Gel! Seni ne kadar özlediğimi bilemezsin. Gel! Dünya senin yerin yurdun değil, buraya gel; cennet sensiz cennet olmuyor asla!
    Sahi! Esma’ya söyle: Cennetten benim için getirilen kâfur tozu vardı... Üçte birini kendim için kullanmış, üçte ikisini seninle Ali’ye ayırmıştım ya hani... Onu sana versin. O özel cennet kâfuruyla vücudunu ıtırlandır kızım; doğumun cennetlik olduğu gibi, vefatın da cennetliktir senin. Selâm olsun sana dünyaya geldiğin gün; selâm olsun sana yaşadığın iki gün, selâm olsun sana şimdi buraya gelmekte olduğun bu sırada; ve selâm olsun sana yeniden dirileceğin o gün...
    De ki: «İstediğinizi yapın; Allah, peygamberi ve mü’minler yaptıklarınızı görecektir. Sonra hepiniz, görülmeyeni ve görüleni bilen Allah'a döndürülecek­siniz. O size, yaptıklarınızı bildirecek­tir.»
    (Tevbe Suresi 105)

    Yorum


      #3
      Ynt: Hz.Fatıma’ya AğIt

      2. Bölüm

      Sevgili Resul! Eve geldiğinde kırk karanlık geceden sonra âdeta güneş doğmuş gibi oldu. Evim ışıl ışıl aydınlandı birden. Yüreğim aydınlanıverdi hâsılı. Asıl, senin varlığını damarlarımda hissetmeye başladığım o an, yaşadım kendimdeki “nur”u ben.
      Aklımın köşesinden dahi geçiremezdim bunu. Nasıl tasavvur edebilirdim ki bir çocuğun, henüz rahimdeki bir ceninin, annesiyle konuşacağını?! Allah’ı tesbih ve takdis edeceğini?! Allah’ın selâmı ona ve sevgili eşime olsun; Hz. İsa Peygamber’in kundaktayken konuştuğunu, Allah’ın birliğini ve kendisinin de O’nun Resulü olduğunu kundaktan haykırdığını duymuştum ve bunu belleğime sığdırabileceğim en büyük mucize olarak düşünürdüm her zaman. Ama bir ceninin, henüz ana rahmindeki bir bebeğin, annesiyle konuşacağını, ona teselli vereceğini ve babasının peygamberliğini tasdik edip şahadet getireceğini nasıl düşünebilirdim ki?!
      Hem sonra; onun benim bebeğim olması, beni muhatap alması... Anlatabilmek kabil değil bu heyecanı; bu mutluluğu dile getirebilmek mümkün değil inan...
      Bu sonsuz mutluluğu nasıl yüreğimde saklı tutacağım şimdi ben?!
      Bu muazzam bebeği karnımda nasıl taşıyabiliyorum ben sahi?!
      Benim vücudumla birlikte olduğun o birkaç ay, hayatımın en güzel günleriydi yavrum... Canlara can veren o latif sesini duyacağım lahzaları ve o berrak sözlerini söylemeye başlayacağın anları gece gündüz iple çekerdim.
      O birkaç ayın nasıl geçtiğini ve doğum sancısının ne zaman gelip çattığını fark etmedim bile... Ama bütün hamile kadınları korkutan o lahza gelip çatınca ben de Mekke kadınlarını yardıma çağırdım doğrusu... Ne var ki Kureyş ve Haşimoğulları kadınları yüz çevirdiler benden, ümidimi kestiler kendilerinden...
      Acılar içinde kıvrandığım, yapayalnız ve yardıma muhtaç olduğum o lahzalarda azarladılar hatta beni: “Abdullah’ın yetimiyle evlenme demedik miydi sana? Seninle evlenmek isteyen bir sürü zengin var, demedik mi?! Soyluluk ve eşraflığın kurallarını çiğneme! O göz alıcı servetini yetim Muhammed’in fakirliğiyle birleştirerek Kureyş’in görkemine halel getirme, demekten dilimizde tüy bitmedi mi?” dediler ve eklediler acımasızca:
      “Yine de bildiğini yaptın sen... Çek şimdi bakalım! Tat acısını yapayalnızlığın şimdi! Git de bebeğini inziva ebesi doğurtsun bakalım; aklın başına gelir belki o zaman!”
      Çok kırıldım doğrusu... Ama, ne diyebilirdim ki onlara! O karanlık kadınlar, peygamberlik nurunun ne olduğunu nereden bilebilirler ki?! Ahmedî bir evliliğin ne olduğunu ne bilsin onlar?! Muhammed’in ahlâk ve kişiliğini nasıl anlayabilirlerdi ki hem?! Muhammedî huy ve tıynetin büyüklük ve azametini nasıl idrak edebilirdi o zavallı bedbahtlar?!
      O yeryüzü kadınları, semavî bir kocanın ne demek olduğunu nereden bileceklerdi?!
      Eve döndüm. Doğum sancısıyla gittiğim yerlerden, doğum ve yalnızlık adlı iki sancıyla döndüm... Bir yerine, iki sancıyla kıvranıyordum şimdi.
      Ama Peygamber... Zerrece telâş yoktu onda. İki ayağı yerde, iki eli göklerdeydi öylece...
      Ben ne kadar tedirgin ve telâşlıysam o, bir o kadar sâkin ve huzurluydu. Onun sâkin ve huzurlu oluşu bana da huzur veriyordu.
      Birden kapının açıldığını gördüm. Selvi boylu, buğday tenli, nurânî yüzlü dört güzel ve saygın kadın girdi içeri.
      Aman Allah’ım! Kim bu kadınlar böyle?!
      İçimden geçenleri okumuşçasına konuşmaya başladı içlerinden biri:
      — Korkma Hatice! Rabb’inin sana gönderdiği dostlarız biz, senin bacılarınız hepimiz...
      Ben biraz sakinleştikten sonra sözlerini sürdürdü:
      — Ben Sârâ’yım... İbrahim Halilullah’ın zevcesi...
      Dudaklarından tebessümü hiç eksilmeyen öteki nur yüzlü, hâlâ kulaklarımda çınlayan o unutulmaz sesiyle kendisini tanıttı:
      — Ben de Meryem’im... İmran’ın kızı ve İsa Ruhullah’ın annesi...
      Pek sevecen ve samimî bakışları olan üçüncüsü:
      — Ben Asiye’yim, dedi... Mezahim’in kızı, Firavun’un eşi ve Musa’ya gönülden inanmış olan...
      İstisnaî bir salâbet ve metanete sahip dördüncüsünün de Musa Kelimullah’ın sevgili ablası “Gülsüm Hâtun” olduğunu anlamıştım.
      “Rabb’imiz, her kadının diğer kadınların yardımına muhtaç olduğu zor anlarında sana yardım etmemiz için gönderdi bizi.” dediler.
      Sârâ sağıma, Meryem de soluma oturdu. Asiye karşımda, Gülsüm de başucumda durdu.
      Kendimin değil, senin Yüce Allah indindeki makamının ne kadar büyük ve önemli olduğunu işte o zaman anlayarak: “Hatice!” dedim içimde, “Karnındaki şu bebeği Yüceler Yücesi Rabb’ul-âlemîn çok seviyor olmalı ki, dünya kadınlarının en ulularını ona ebe olarak göndermiş, baksana!”
      Annelerin bebeklerini herhangi bir doğumla ebeye bırakır bir yükten kurtulurcasına değil, bir ananın kucağından diğer bir ananın kucağına aktarırcasına o dört büyük kadına bıraktım seni.
      Ve, derken sen tertemiz ve pırıl pırıl bir hâlde geldin şu dünyaya. Temiz mi temiz, mutahhar mı mutahhar, pâk mı pâk... Mekke senin dünyaya gelişinle aydınlandı; yeryüzü senin nurunla nura gark oldu o an...
      Bugün bile diğer cennetliklerden çok daha büyük bir özlem ve hasretle seni görmeyi bekleyen on hurî vardı odamda; melih gözler, çarpıcı bakışlarla; ellerinde ibrik ve leğenlerle... Kevser suyunu ilk kez orada gördüm ben; ancak onlar söyledikten sonra anlayabildim onun su olduğunu, Kevser olduğunu... Keza, Peygamber (s.a.a) senin “Zühre” olduğunu ve Rabb’ul-âlemîn senin “Kevser” olduğunu buyurmadan öncesine kadar Zühre ve Kevser’in sen olduğunu da bilmiyordum ben.
      Peygamber-i Ekrem; “Güneşe uyun, onda arayın hidayeti.” buyuruyor ve; “Güneş batınca aya, ay batınca Zühre’ye, Zühre de batınca iki kutup yıldızına uyun.” diyordu.
      Bu hidayet nurlarının kimler olduğunu sorusuna da Hz. Resulullah’ın (s.a.a) cevabı şu olmuştu:
      — Ben güneşim, Ali aydır, Fatıma Zühre (Venüs) ve Hasan ile Hüseyin de iki kutup yıldızı.
      Ve Allah Teala sevgili Resulüne; “Biz sana Kevser’i verdik.” buyurunca Kevser’in sen olduğunu anladım. Benim kızım gibisini doğurmuş değildir hiçbir ana...
      O muhterem hâtunlar seni Kevser suyuyla yıkadılar ve cennetten getirdikleri o sütten beyaz, misk ve amberden daha hoş kokulu iki elbiseye bürüdüler seni.
      Cennete geri dönüşüne hazırlanman için Esma’yı o cennet kâfurunu getirmeye gönderdiğin, Rabb’inle görüşmeye hazırlanmak için en güzel elbiselerini giydiğin, kıbleye doğru uzanıp beyazlara büründüğün ve Esma’ya bir süre sonra gelip sana seslenmesini, cevap vermeyecek olursan sevgili babana kavuştuğunu bilmesini söylediğin şu sırada, senin için cennetten gönderilen o doğum elbiseleriyle o Kevser suyunu ve o unutulması imkânsız, tatlı lahzaları hatırladım birden... Birkaç günlük bir ikâmet için cennetten gelmiş olduğun o yeryüzünden, dertler ve kederlere boğulmuş bir hâlde ayrılmaya hazırlandığın şu sıralarda, tıpkı on sekiz yıllık kafesinden kurtulup bize doğru kanatlanmaya can atan yaralı kuş gibisin...
      Kızım! Canım Yavrum benim! Ey kadınlar içinde Allah’ın en üstün ve emsalsiz kıldığı Betül’üm! Ey dünyadan yaka silkmiş olan, dünyevî bağlardan kendisini kurtarmış bulunan biricik yavrum! Ey benim ahiret kızım! Sen, ey cennetlik yavrum benim! Ey Allah’ın her nevi çirkinlik ve pisliklerden münezzeh kılmış olduğu Betül’üm! Canım yavrum! Dünya ehlinin “kadının yaratılış sırrının ne olduğu”nu bilmesi için Allah Teala seni birkaç günlüğüne emanet gönderdi onlara. Kadının yaratılış sırrı neydi? İnsanoğlunun yüceliş sınırları nereye kadardı? Bunları insanoğluna anlatabilmek için gönderdi seni. Biliyorum kızım! Evet, haberim var, insanların Allah’ın emanetine neler ettiklerinden; Allah Resulü’nün (s.a.a) biricik yavrusunun başına neler getirdiklerinden... Vücudumun parçasına, ciğerpâreme, biricik yavrucuğuma ne eziyetlerde bulunduklarından, seni nasıl incittiklerinden haberim var. Biliyorum kızım, hepsini biliyorum! Gel artık! Gel de acı ve keder dolu şu ömür yükünden kurtul artık!
      Melekler saf durmuş, senin gelişin için dakikaları saymada.
      Hurîler bütün cenneti gözyaşlarıyla çırağan etmişler.
      Gel! Gel de cennet ve ehlini şu hasretle bekleyişine bir son ver artık!
      Gel de babanın kollarında huzur ve sükuna kavuş artık!
      Selâm sana! Selâm yılmak bilmeyen eşine
      De ki: «İstediğinizi yapın; Allah, peygamberi ve mü’minler yaptıklarınızı görecektir. Sonra hepiniz, görülmeyeni ve görüleni bilen Allah'a döndürülecek­siniz. O size, yaptıklarınızı bildirecek­tir.»
      (Tevbe Suresi 105)

      Yorum


        #4
        Ynt: Hz.Fatıma’ya Ağıt

        3. Bölüm

        Benim şu dünyadaki üç günlük ikâmetimin acı ve kederle yoğrulması Allah’ın takdiriydi galiba! Neyse, hepsi geçti artık! Takdir olduktan sonra şöyle veya böyle, geçecekti eni sonu.
        Ve ben, takdirimin ne olduğunu bilmiyor değildim. Keder, soframın suyla ekmek gibi eksilmez parçası. Acı ve hüzün, duvar komşum olacaktı yaşadığım sürece...
        Ama yine de geldim... Geldim ki kadınlar kitabı “örnek”siz kalmasın. Geldim ki Kur’an, kadınlara mükemmel bir örnek gösterebilsin, işte misal, desin, tefsir edilsin. Yaratılışın gayesiz kalmaması için, amaçsız ve boşuna zannedilmemesi için geldim ben. Geldim, çünkü gelmemi takdir etmişti Rahman...
        Ben olmasaydım... Babam olmasaydı... Kocam olmasaydı... Evet, eğer babam, eşim, ben ve siz iki gözümün nuru sevgili yavrularım olmasaydık kâinat yaratılmaz, yaratılış şekillenmez, tamamlanmış olmazdı. Bunu bizzat Allah Azze ve Celle buyurmaktadır sevgili yavrularım.
        Ağlamayın canım yavrularım, n’olur ağlamayın! Bundan sonra çok ağlayacaksınız nasılsa... Her birinize öyle acılar, öyle felâketler gelip çatacak ki dağları toz eder, kayaların yüreğini bir anda eritir o dertler.
        Hasancığım! Bu, acı ve kederlerin henüz başlangıcıdır, bilesin... Acı ve keder ırmağı senin hayatının tam ortasında akıp gidecek, ey sevgili ciğerpârem!..
        Mazlumiyet gömleği, babandan sonra senin sırtına geçecek oğulcuğum. Sen tarihin mazlum terimini aşacak kadar mazlum olacaksın.
        Ve sen, Hüseyin... Hüseyin’im benim... Senin ağlaman için henüz çok erken yavrum... Bari sen ağlama artık... Sen çünkü, yaratılışın gözyaşının en parlak incisisin gülüm...
        Bütün bir kâinat ağlayacak sana. Denizlerdeki balıklardan, göklerdeki kuşlara varıncaya değin, dağlar taşlar gözyaşı dökecek Hüseyin’ime. Bütün peygamberler, sen daha dünyaya bile gelmeden önce ağladılar, senin başına gelecek hadiseye; senin hadisenin vuku bulacağı o günden daha büyük bir gün olmadığına şahadet ettiler, hepsi de!
        Kalk yavrum; ayaklarımın üzerinden kalk da gel, başını bağrıma koy, ama ağlama sakın, e’mi! Senin ağlayışın çünkü, Allah’ın meleklerinin ciğerini yakıp kavurur, Allah Resulü’nün bağrını kasıp kavurur.
        Hem, şimdi üzülecek vakit değil ki! Benim için mutluluk anı bu, kurtuluş lahzam bu benim.
        Acı ve üzüntülerim şu yeryüzüne indiğimde başladı benim. Adem aleyhisselâm gibi günah işlediğimden ve mecburen değil, tıpkı babam aleyhisselâm gibi kendi irademle ve Allah Azze ve Celle’nin lütuf ve rahmetiyle indim cennetten dünyaya ben.
        İndiğim yer, vahiy mekânıydı benim. Dünyaya geldiğim ev, Cebrail’in nüzul evi; karargâhım, Allah’ın en aziz ve en sevgili kulu son Peygamber salâvatullah aleyh’in karargâhıydı.
        O gelenler... Beni dünyada karşılamaya gelen o kadınlar, imkân âleminin en üstün kadınlarıydı; yeryüzünde bana giydirilen ilk elbiseler de, cennet elbiseleriydi. Yıkandığım ilk su ise, Kevser’di.
        Evet yavrum... Bütün bunlara rağmen şunu da bil ki, acı ve keder de benimle birlikte doğdu âdeta, benimle büyüdü günbegün ve nihayet benim günlük azığım hâline geliverdi.
        Henüz beşikte ilk günlerimi yaşadığım sıralardaydı ki, İslâm’ı ilk kabullenen, o acı ve kederlerle yoğrulmuş, ama yiğit, sabırlı ve sağlam karakterli Müslümanlar evimize gidip gelmeye başladı. Mümince gelişlerdi bunlar; ama korku ve tedbirle ikiz kardeşler gibi...
        İlk imam eden bu değerli insanların olmadık işkencelere maruz bırakılıp eziyet ve baskı gördükleri haberi, beşikte olduğum o günlerde birer ok gibi saplanıyordu kalbime.
        Bir gün Sümeyye’nin haberi geliyordu kulağıma... İşkenceyle vücudu iki parçaya ayrılan, bir ömür boyu tevhit yağmurunun yağmasını bekleyen ve ilk damlalarını Peygamber’in avuçlarından tadar tatmaz varını yoğunu feda edip, nihayet canını imanına kalkan edinen ve Allah Resulü’nün hak çağrısına lebbeyk diyebilmek için akla gelmedik işkencelere göğüs geren o fedakâr ve yiğit ihtiyar kadın...
        Ertesi gün Yasir’in haberi geliyordu; “Müşrikler Yasir’i Hicaz’ın yakıcı kumlarına yatırıp göğsüne ve karnın üzerine ağır taşlar koyarak tevhidi bırakıp putlara tapmasını istemişlerdi ondan...”
        Bir başka gün Bilâl’in haberi, bir gün Ammar’ın, diğer bir gün başka bir müminin...
        Ve ben bütün bu işkence, baskı ve eziyetlerin o ilk müminlerden ziyade babam Resulullah’a indiğini görüyor, hissediyordum. Ama babam da yapayalnızdı, ne yapabilirdi ki, her gün onların tutuklu bulunduğu yerlerden geçip onları sabır ve tahammüle davet etmekten başka?... Sesi hâlâ kulaklarımdadır: “Sabredin ey Yasir ailesi!”, “Sabret ya Bilâl!”...
        Ve sonra incinmiş, yüreği dolu, gözleri dolu bir hâlde eve gelir, ellerini Rahman’a açıp bahar bulutları gibi boşanır, her bir mümin için teker teker dua eder, yalvarırdı Allah’a...
        Müminlerin gördüğü işkenceleri âdeta o görüyor, ama elinden hiçbir şey gelmediği için de içten içe yanıp kavruluyordu.
        Allah Ebu Talip ile Hamza’dan razı olsun. O iki fedakâr ve yiğit Müslümanın himayesi olmasaydı, Hicaz’ın kızgın çöllerine yatırılıp göğsüne ve karnının üzerine ağır taşlar konularak işkence gören, babam olacaktı, mızraklar onun göğsünü parçalayacaktı. Nitekim bu iki yürekli ve vefakâr himayecisine rağmen, yine de Allah Resulü’nün başına deve işkembesi boşaltacak, yoluna dikenler dökecek ve ayağını taşlarla yaralayacak kadar azgın değil miydi, Kureyş müşrikleri?
        Allah’ın selâm ve salâtı yılmak bilmeyen yüceler yücesi insan, babam Resulullah’a...
        Henüz süt emer bir bebektim ki, babamla ona inanan bir avuç müminin başına dar etmişlerdi dünyayı...
        Sırf babamın yüzü suyu hürmetine yaratılmış olan şu koca dünyayı çok görmüşlerdi babama...
        Babamla birlikte bizi ve diğer müminleri Ebu Talip Vadisi’ne sürdüler sonunda. Hiçbir canlının yaşamadığı kurak, taşlık bir çöl vadisiydi orası...
        Yeryüzünde ilk yürüme denemelerimi bu Ebu Talip Vadisi’nin yakıcı kumları üzerinde yapmıştım.
        Ben ve benim gibi çocukların minik ayaklarına çivilenen sert taşlar, kabartılar ve nasırlardan daha acı olanı, iki cihan serveri sevgili babamın geniş yüreğini sıkan ve bağrını şerha şerha eden dertler ve halvetlerde gözlerinden boşalan sessiz gözyaşlarıydı.
        Bir mümin, çölden daha kurak hâle gelmiş çatlak dudaklarıyla onun karşısında dikilip zorlukla; “Su... Ya Resulullah, bir yudum su!” dediğinde babamın nasıl acıyla kıvrandığını görüyordum ben. Bakışlarını mahcubiyetle bir an yere dikiyor ve dişlerini biraz aralayıp ağzını gösteriyordu o mümine. O zaman Resulullah’ın pâk ağzındaki taşı güren sahabe onun da susuzluk ateşiyle yanıp kavrulduğunu anlıyor ve Allah Resulü, iki cihan serveri sevgili babamın susuzlukla mücadele edebilmek için taş emdiğini bizzat görüyordu.
        Ve bir ötekisi; ashabı ve yarenlerinin acziyet ve zaafa kapılıp bütün bu zorluklar karşısında mağlup olmadığını, küfre sapmadığını ve müşriklerin baskı ve ambargoları karşısında hâlâ dize gelmediğini ve gelemeyeceğini gösterip kuvvet-i kalp verebilmek için ayaklarını sürükleye sürükleye güçlükle babam Resulullah’ın (s.a.a) huzuruna varıyor ve açlıktan takati kesilmiş bir hâlde; “Selâm ya Resulullah!” diyerek kelime-i şahadeti yeniliyordu. Babam onu kutlamak için sevgiyle kucakladığında, işte ancak o zaman babamın da açlıktan karnına taş bağladığını fark ediyordu o sahabe...
        Avuç dolusuyla bile insanı doyurmayan şu hurmanın bir tek tanesi o zaman kırk kişinin ağzından geçmekte ve onları ölümle hayat sınırında ayakta tutmaktaydı.
        Annem Hatice’nin bu ölüm vadisindeki dertleriyle karışan sütünü emerek büyüdüm ben.
        Vadideki müminler, onların kadınları ve çocukları... Günlerce gözler vadinin sarp kayalıklarına dikilir dururdu öylece... Mekke müşriklerinin ambargosundan geçip vadinin sarp kayalıklarından salimen aşağı ulaştıktan sonra vadideki bütün ahalinin günlerce kıt kanaat geçimini temin edebilecek bir azığın bekleyişi içinde...
        Nihayet, vadideki mahpus ve sürgünlerin direnci bitmeden bu vahşi ambargo dönemi de sona ermiş oldu.
        Sona ermeyen tek şey, iki cihan serveri babam Resulullah’ın cismine ve ruhuna inen aralıksız darbeler, acılar ve kederlerdi.
        Annem Hatice hayatta olduğu sürece bütün bu acı ve kederler daha kolay tahammül edilebiliyor gibi gelirdi bize nedense...
        Babam evden içeriye adım atar atmaz annem onu öylesine sıcak bir sevgiyle karşılar ve ona öyle moral verirdi ki, bu samimiyet ve fedakârlık babama yepyeni bir enerji kazandırırdı.
        Bu yüzdendir ki babam, ömrünün sonuna kadar annemi sevgi ve rahmetle anar, hatta kimi zaman halvetlerde onu hatırlayarak sessizce gözyaşları dökerdi onun için.
        Hiç unutmam, bir keresinde Ayşe kıskançlığa kapılarak annemden tahkir edici ve horlayıcı laflarla söz edince, babam onu öyle azarladı ki, Ayşe bir daha da Resulullah’ın (s.a.a) huzurunda Hatice’den saygısızca söz etme cüretinde bulunamadı artık.
        Annemin ölüm haberi çok acı ve yıkıcıydı benim için, Ebu Talip Vadisi’nin acıları henüz dinmemişken hem de...
        Annemin evde yokluğunu hissettiğim ilk gün, büyük bir telâş ve tedirginlikle babama koşmuş ve:
        — Annem!.. Annem nerede baba? diye sormuştum. Babam üzüntü ve kederle başını öne eğip susmuş, hiçbir şey dememişti. O acı haberi yükleyecek bir kelime bulamamıştı belki de kim bilir!
        Bu acı olay üzerine, Cebrail inmiş ve Allah Teala’dan şöyle bir mesaj getirmişti:
        “Fatıma’ya benden selâm söyle ve ona de ki: Annesini cennetteki en görkemli köşklerden birine yerleştirdim. Altın ve yakuttan bir köşkte oturmaktadır şimdi o. İmran kızı Meryem ve Asiye’yle birliktedir orada!”
        Yüce Rabb’imden gelen bu mesaj bana huzur vermiş, teselli bulmamı sağlamıştı. Hemen Allah Azze ve Alâ’yı tenzih ve takdis ederek: “Selâm ve esenlik hep Allah’tandır; bütün selâm ve övgüler O’na ulaşır, O’na döner.” dedim.
        Allah Teala’nın yüce kelâmı elbette ki bana teselli vermiş, öksüz yüreğimi şefkatle okşamıştı. Ama birbirini izleyen onca sıkıntılı ve kederli hadiseler tufanında Hatice gibi bir şefkat, anlayış ve fedakârlık timsalini unutmak ne ben, ne de babam için mümkün değildi asla.
        Annem Hatice’nin şefkat ve tesellileri yoktu artık ama; Allah Resulü’ne yapılan iftiralar, çalınan karalamalar, onun merhamet dolu yüreğini inciten ikiyüzlülük ve hadiseler alabildiğine vardı hâlâ... Bir gün deli ve mecnun diyorlardı, bir başka gün büyücü ve sihirbaz... Bir gün şair diyorlardı, bir başka gün masalcı... Kısacası her gün yeni bir ithamda bulunuyor, her gün bir başka türlü incitiyorlardı o sevecen ve merhamet timsali babacığımı...
        Babam, bu tür cehaletler, iftiralar, töhmetler, bühtanlar, eziyetler, kâfirlikler ve münafıklıklarla yılmayacak kadar güçlü bir karakter ve imana sahipti. Sarsılmaz bir dağ gibiydi o; dalları budakları göklerde gittikçe yayılan, gittikçe büyüyen muhkem bir ağaçtı tıpkı.
        İnsanları hakka ve hidayete çağırma konusunda öylesine yılmaz bir azim ve çaba gösteriyordu ki, Rabb’ul-âlemîn kimi zaman ona biraz sakin olmasını tavsiye ediyor, bu yolda kendisini fazla üzmemesini ve biraz da kendisini düşünmesi gerektiğini emrediyordu.
        Allah Resulü’nü üzen şey, düşmanlarının eziyet ve işkenceleri değil, cehaletleriydi. Onların elinden çektiği zulme değil, onların hâline üzülmedeydi... Neden bu derece cahiller?! Niçin küfür ve cehaletlerinde inat ediyorlar?! Niçin tevhit atmosferinin hayat veren havasını teneffüs edip, ilâhî ubudiyet pınarından doyasıya içip kanmıyorlar?!...
        Bu zor ve çetin gam yükünü omuzlama yolunda muvahhit Ebu Talip’le sevgili Hatice’den başka hiç kimse onun dertlerini paylaşamamış ve onların yerini kimse dolduramamıştır.
        Ebu Talip’le Hatice Allah’ın rahmetine göçünce, her ikisi de aynı yıl Resulullah’la vedalaşıp beka yurduna gidince, babam beklediğinden çok daha yalnız kaldığını fark etti. Ve ben bu durumda onun sadece kızı olarak kalsaydım, onca gam yükü altında ciddî bir dert ortağı olamazdım babama. Evet... Onca dert ve gam dağlarını omuzlamış bulunan Allah Resulü babamın bir anneye ihtiyacı vardı o durumda. Anne şefkatine... Pervaneler misali etrafında dönüp dertlerini paylaşacak, onu teselli edip bağrına basacak sevecen ve şefkatli bir anneye...
        Bu yüzdendir ki, dünyanın en aziz incisi olan iki cihan serveri babam için gerçek bir “anne” olmaya karar verdim, kararımı uyguladım ve başarılı da oldum. Babam beni “anne” olarak kabul etti ve “Ümmü Ebîhâ”, yani “Babasının Annesi” lakabıyla şereflendirdi beni.
        Allah ve Resulü’nün bana verdiği lakapların en güzellerinden biriydi bu.
        Bu lakabı pek kolay da kazanmadım tabii. Nice zahmetler, uykusuz geceler, savaşlarda yara tımar etmelerdi, bu iki kelimelik lakabın gerçek ruhu.
        Kırgın ve bitkin bir şekilde gelirdi insanlardan kimi zamanlar; kimi zaman da üstü başı perişan... Ve kimi zaman yaralanmış, kanlar içinde... O hâliyle sarılıp bağrıma basar, kelimelere sığması imkânsız bir hüzün ve ıstırapla ağlayarak teselli vermeye çalışırdım babama.
        Onu o hâlde görünce yüreğimin nasıl binlerce parçaya ayrıldığını, bütün varlığımla nasıl acı çektiğimi kimseler bilemez...
        Onun ayağına değen taşlar benim gözümü yaralamış olurdu; onun mübarek vücuduna inen yaralar benim ciğerimi kor ateşte kavrulmuşçasına yakardı sızım sızım... Şu farkla ki, onun kalbi bir peygamber kalbiydi; sarsılmaz, kırılmaz, alınmaz ve geniş mi geniş... Benimkiyse Fatıma’nın kalbi işte... Babasının saçının bir teline halel gelecek olsa yüz bin yara almışçasına kanlara boğulan, elemlere düşen, çabucak kırılan öksüz Betul’ün kalbi...
        Şartlar giderek o kadar zorlaştı ki Allah Teala sevgili Resulü’ne hicret emri verdi.
        Evet... Güneşe çamur atan bir güruh karanlık ve zulmete lâyıktır elbet!
        Güneş çamurla sıvanamaz ki! Kara bulutlar doğunun en uç noktasında pusuya yatsa bile, güneş olanca vakar ve metanetiyle onların önünden geçip gidecek ve ışınlarını yeryüzüne ulaştırmaya devam edecektir.
        Peygamber’in gece yarısı Mekke’den çıkması gerekiyordu. Yalın kılıç pusuda bekleyen kırk kâfirin evimizi muhasara edip babamın kanını aralarında eşit şekilde paylaşmaya azmetmiş olduğu o tehlikeli lahzalarda, babamın yatağında yatıp kâfirlerin plânlarını suya düşürecek gerçek bir fedaî ve yürekli bir mümin gerekiyordu. Ve babanız Ali’den başka bunu yapabilecek hiç kimse yoktu. İki cihan serveri bunu ona açıp da fikrini sorduğu zaman Ali: “Benim başıma ne gelir o zaman ya Resulullah?!” diye sormadı asla.
        — Siz böylece kurtulmuş olur musunuz?! diye sordu Peygamber’e.
        — Evet, dedi, evet sevgili amca oğlum!
        Ve bizim kalbimiz duracakmışçasına bir tedirginlik ve heyecan içinde çırpınırken Ali, o gece hayatının en tatlı uykusunu Resulullah’ın (s.a.a) yatağına hediye edip, Kur’an’da kendisi için bir ayetin daha nazil olması gibi yüce bir iftihara ulaştı. Melekleri hayrette bırakan Ali, Allah Azze ve Celle’nin övüncü olmuş ve Rabb’ul-âlemîn onun için şöyle buyurmuştur:
        “İnsanlar içinde öyle birisi var ki, kendi canını Allah’ın rızasıyla değiştirir ve Allah böyle kulları pek sever.”(2)
        Peygamber-i Ekrem (s.a.a) Selman’ın sırtında, gözleri ve kalpleri körelmiş küffarın önünden geçip gitti de onlar fark etmedi bile.
        Selman’ın önünü kesip de:
        — Nedir o sırtındaki?! diye sorduklarında doğrucu Selman:
        — Peygamber! diye cevap vermiş, kâfirler kahkahayla gülmüşlerdi.
        Ve derken Peygamber’in yatağına saldırdılar. Aradıkları oradaydı, ama onlar bunu bilmiyordu. Onlar, Peygamber’in canını istiyorlardı ve Ali, Peygamber’in canıydı. Ali sadece Peygamber değildi; Peygamber’in tıpatıp aynısı, onun tam bir timsaliydi. Mübahele ayetinde de “nefisleriniz ve nefislerimiz”, buyruklarıyla bizzat Ali kastedilmişti, ama o yürek gözleri kör kâfirler bunu bilmediklerinden, Peygamber’in canının, Peygamber’in vücudu ve cismi olduğu zannıyla hareket etmiş ve onu yatakta bulamayınca büyük bir öfke ve hayal kırıklığıyla geri dönüp gitmişlerdi. Hışım dolu diş gıcırtıları gecenin sessizliğini yırtmada, ama ellerinden bir şey gelmemekteydi. Kâinattan soyutlanmıştı o zavallılar. Zira o lahzalarda bütün bir kâinat, Sevr Mağarası’nda üç günlüğüne misafirdi.
        Peygamber’in kurtulması Müslümanların yüreğini ferahlatmış, ama canlarını ve mallarını bir kez daha sınava sokmuştu. Çünkü Peygamber’i bulamayan kâfirlerle müşrikler bunun acısını onun ailesinden ve diğer müminlerden çıkarmaya başlamış ve gözü dönmüş vahşilerden farksız bir hâle gelmişlerdi.
        Ama Peygamber, kurtulduktan sonra Medine’ye girmedi. Medine’nin dışında Kuba’da bekledi ve Medinelilerin bütün ısrarlarına rağmen bir tek cümleyi tekrarlayıp durdu:
        — İki azizim olan Ali’yle Fatıma gelmedikçe, Medine’ye giremem ben!
        Ve Peygamber, oradan Ali’ye mesaj göndererek; “Fatımalarla birlikte hemen yola çıkıp Medine’ye gelmesini, kendisinin Medine yakınlarında onları gözlemekte olduğunu” bildirdi.
        Ali bin Ebu Talip, Resulullah’ın (s.a.a) mesajını alır almaz üç Fatıma’yı; beni, annesi Fatıma bint-i Esed’i ve Zübeyr bin Abdulmuttalip kızı Fatıma’yı ve diğer birkaç kadınla zayıf ve yaşlı Müslümanı yanına alıp bir kervan oluşturarak alenî bir şekilde Medine’ye doğru yola çıktı.
        Geceleri mola yerlerinde konaklayıp ibadet ve teheccütle geçiriyor, gündüzleri yolumuza devam ediyorduk. Babamı ellerinden kaçırmanın hıncını henüz alamamış bulunan Mekke kâfirleri, bizi geri çevirerek Mekke’ye götürüp rehin almayı kuruyorlardı.
        Nitekim Mekke’den çok uzaklaşmamıştık ki Ebu Süfyan’ın kölesi Esvet, silâhlı adamlarıyla yolumuzu keserek:
        — Beni Ebu Süfyan gönderdi, o gelip ulaşıncaya kadar sizin yola devam etmenizi engellemekle görevliyim! dedi.
        Kervandaki kadınlar korkuyla titremeye başlamışlardı. Ama ben Ali’den ve Rabb’ul-âlemîn’den yana emindim iyice.
        Aliyy-i Murtaza dağlar gibi düşmanın karşısına dikilip haykırdı:
        — Benim bu kervanı sağ salim Medine’ye ulaştırmam lâzım. Yoluma çıkan kim olursa olsun öldürürüm, bilmiş olun! Ebu Süfyan’ın kölesi Esvet de olsan acımam sana! Canını kurtarmak istiyorsan çekil önümden!
        Esvet Ali’yi dinlemedi. Aliyy-i Murtaza tehdidini üç kez tekrarladıktan sonra kılıcını kınından sıyırıp onlara hamle etti. Kısa ama çok şiddetli bir çarpışmadan sonra Esved’i cansız bir şekilde yere serip kervanı hareket ettirdi.
        Çok geçmeden Ebu Süfyan’la adamları çıktı karşımıza; Ebu Süfyan, Esved’in cesedini çölde görmüş, öfkesinden yaralı yılana dönmüştü. Hışımla bağırdı:
        — Hey, Ali! Benim kölemin kanını nasıl dökersin sen?! Hem, benim akrabam olan o kadınları kimin izniyle Medine’ye götürüyorsun bakalım?!
        Aliyy-i Murtaza inanılmaz bir soğukkanlılık ve metanetle kılıcının kınına dayanıp:
        — Benim iznimi elimde bulunduranın izniyle! dedi. Sen de kölenin akıbetine uğramak istemiyorsan başını al git, yıkıl karşımdan!
        Ebu Süfyan, adamlarının önünde geri çekilmeyi kendisine yediremeyip Ali’ye kılıç çekti; ama çok kısa süren sert bir çarpışmadan sonra, canını kurtarabilmek için başka çaresi kalmadığını anlayarak gerisin geriye dönüp kaçmaya başladı.
        Evet, o gün kervandakiler; hepimiz gördük ve şahit olduk şu gerçeğe: Ali gibi yiğit, Zülfikar gibi kılıç gelmemiştir bu dünyaya! Ali’yi nasıl yarattığını bir Allah bilir...
        Babam Resulullah’a (s.a.a) ulaştığımızda Cebrail’in kokusu vardı hâlâ ortalıkta. Babamın kucağı Cebrail kokuyordu hâlâ; arş kokuyordu, vahiy kokuyordu elvan elvan. Babam Ali’yi hasretle kucaklayıp:
        — Biraz önce Cebrail buradaydı! dedi. Yollarda nasıl ibadet ettiğinizi, Rabb’inize nasıl dua ve münacatta bulunduğunuzu, hangi sıkıntılarla karşılaşıp nasıl kanlı çarpışmalara girdiğinizi hep anlattı ve sizin hakkınızda nazil olan şu ayetleri getirdi bana:
        “...Onlar ayakta iken, otururken, yan yatarken Allah’ı zikrederler ve göklerin ve yerin yaratılışı konusunda düşünürler. Ve derler ki: Rabb’imiz! Sen bunu boşuna yaratmadın. Sen pek yücesin. Bizi ateşin azabından koru.”
        “Rabb’imiz! Şüphesiz, sen kimi ateşe sokarsan artık onu hor ve aşağılık kılmışsındır. Zulmedenlerin ise yardımcıları yoktur.”
        “Rabb’imiz! Biz, “Rabb’inize iman edin” diye imana çağrıda bulunan bir çağrıcıyı işittik, hemen iman ettik. Rabb’imiz! Bizim günahlarımızı bağışla, kötülüklerimizi ört ve bizi de iyilik yapanlarla birlikte öldür.”
        “Rabb’imiz! Peygamberlerine vaat ettiklerini bize ver. Kıyamet gününde de bizi hor ve aşağılık kılma. Şüphesiz sen, vaadine muhalefet etmeyensin.”
        “Rableri de onlara -dualarını kabul ederek- cevap verdi: Şüphesiz ben, erkek olsun, kadın olsun, sizden bir işte bulunanın işini boşa çıkarmam. Sizin kiminiz kiminizdendir. İşte, hicret edenlerin yurtlarından sürülüp çıkarılanların ve yolumda işkence görenlerin, çarpışıp öldürülenlerin mutlaka kötülüklerini örteceğim ve onları, altlarından ırmaklar akan cennetlere sokacağım. Bu, Allah katından bir karşılık (sevap)tır. Karşılığın (sevabın) en güzeli O’nun katındadır.”(3)
        Bu ayetler bütün yorgunluk ve acılarımızı bir anda unutturdu bize; Allah yolunda katlandığımız zorluklara karşılık en güzel ödül oldu hepimiz için.
        Medine’deki ilk dönemlerde gecelerimiz ve gündüzlerimiz huzurlu geçiyordu.
        Ensar mümin ve sevecendi; Muhacirler sabırlı ve dirençli.
        Medine’nin bu nispeten huzurlu ve sakin ortamı, babanızın beni babamdan isteme fırsatı bulmasını sağladı. Bu iki amca oğlunun birlikte göğüs gerdiği onca sıkıntı ve zor yıllardan sonra Medine’nin bu huzurlu ortamı, vuslatlar, mutlu günler için elverişli kısa bir huzur dönemi oldu.
        Şimdi babanız Aliyy-i Murtaza gelecek sevgili yavrularım; kalkın. Artık yeter, fazla üzmeyin kendinizi... Babanız Ali şimdi yeterince üzgün ve dertlidir zaten; benim bu diyardan beka diyarına göçmek üzere olduğum haberini alır almaz yola koyulduğunu söylediler; acele ve telâştan yolda birkaç kez ridası ayaklarına dolaşmış, yere kapaklanmış birkaç kez. Sırf yüreği değil, ayakları da titremiş Ali’nin bu acı haberi duyunca... Kalkın artık canlarım benim; babanız çıkagelir şimdi... Yeterince üzgündür o şimdi zaten... Bir de sizlerin böyle ağlaşmakta olduğunuzu görmesin bari. Hıçkırıklarınızı sinelerinizde gömün, gözyaşlarınızı içinize akıtın, belli etmeyin ona... Babanızın kimi var sizden sonra... Teselli vermeyi unutmayın sakın Ali’ye... Allah’ın selâmı ona olsun.
        De ki: «İstediğinizi yapın; Allah, peygamberi ve mü’minler yaptıklarınızı görecektir. Sonra hepiniz, görülmeyeni ve görüleni bilen Allah'a döndürülecek­siniz. O size, yaptıklarınızı bildirecek­tir.»
        (Tevbe Suresi 105)

        Yorum


          #5
          Ynt: Hz.Fatıma’ya Ağıt

          Kaynaklar
          --------------------------------
          (1) - Necm Suresi, 3-4.
          (2) - Bakara Suresi, 207.
          (3) - Âl-i İmran Suresi, 190-195; Numune-yi Beyyinat Der Şe’n-i Nuzul-i Âyât, s. 172-173 ve Keşf’ül-Gumme Fi Marifet’il-Eimme, s.539.



          De ki: «İstediğinizi yapın; Allah, peygamberi ve mü’minler yaptıklarınızı görecektir. Sonra hepiniz, görülmeyeni ve görüleni bilen Allah'a döndürülecek­siniz. O size, yaptıklarınızı bildirecek­tir.»
          (Tevbe Suresi 105)

          Yorum


            #6
            Ynt: Hz.Fatıma’ya Ağıt

            4. Bölüm

            Benim ayaklarım titremezdi hiç... Ne oldu böyle... Ellerim, ayaklarım birbirine dolaşmada... Allah’ım! Ya Rabb’im! Sabır ver... Kalbim de titremeye başladı. Ağlamamalıyım diyorum, ama elde mi? Hıçkırıklarımı kursağıma gömdüm, ama gözyaşlarım...
            Yüreğime teselli vermeliyim: Fatıma ölmedi... Diri o... Rabb’inin katında rızkını almada şimdi.
            Sen... Ey Rahman’ın cilvesi... Ey Resulullah’ın biricik yâdigârı... Sensiz yaşamak ne de zor şimdi, sensiz şu yeryüzü üzerinde kalmak ne kadar zormuş.
            Senin ölümün değil, âlemin ölümüdür bu. Sensiz hayata, hayat demek mümkün mü ki?!
            Kâinatın kitabı dürüldü ölümünle...
            Ah! Şu toprak seni nasıl alacak bağrına?! Seni yutar da nasıl paramparça olmaz şu yerküre?!
            Gökyüzü gidişini seyreder de nasıl darmadağın olmaz bir anda?!
            Rabb’im yardımcı olmasaydı, nasıl katlanırdım bu büyük felâkete ben?!
            İnna lillah ve inna ileyhi raciun... Hepimiz Allah’tanız ve hepimiz O’na döneceğiz sonunda...
            Fatıma’m... Ey Allah’ın sevdiği kul! Ey Resulullah’ın inci tanesi, ciğerpâresi! Ne de büyük şu dünyanın fitneleri... Ne de büyük ve ağır, hakikî iyilik ve ihsan sahibi Hak Teala’nın imtihan mihnetleri...
            Rabb’im bilir ya; canımdan çok sevdiğim Resulullah’ın gidişinden sonra bir tek senin varlığınla teselli bulmadaydım ben.
            Bir çoğunun mürtet oluverdiği Resulullah’ın (s.a.a) irtihalinden sonraki o dehşetli günlerde asil İslâm pınarı senin evinden gönüllere akmadaydı sadece...
            İslâm gemisinin, cahiliyet fırtınasının korkunç dalgalarına müptela olduğu o dehşetli fırtınalarda sağlam ve güçlü tek liman, senin imanlara iman katan rızandı.
            Evet, Resulullah’ın (s.a.a); o iki cihan serverinin vefatından sonra... Hakkın ayaklar altında çiğnendiği, Kâbe’ye sırt çevrildiği; Peygamber’in namının, yüreklerin en paslı ve en gafil köşelerine itildiği; gözlere, kulaklara ve akıllara Şeytan iyiden iyiye musallat olduğu o şiddetli kasırgada senin evine giden yol, hidayet ve aydınlığa giden tek yol oldu... Ve yolcusu da az mı azdı gerçekten...
            İslâm Musa’sının o kısa yokluğunun daha ilk anlarında Nebevî hidayet ve Alevî velâyet minberine Samirî’nin kurulup oturduğu o günlerde, Rububî nurların yegâne tecelli mekânı senin evinin ağaçlarıydı...
            Senin rızan İslâm’dı, öfken küfür(1)...
            Heyhat... Yazık olsun... Eğer İslâm ırmağı ana yatağından, yani senin rıza çizginden ayrılmamış ve ilâhî gazap yatağına akıtılmamış olsaydı, baban Resulullah’tan sonra bu dünyadan bu kadar erken gitmezdin; ayrılışın bunca tez olmazdı.
            Seni; gencecik eşimi ölüm döşeğine düşüren darbe, nura inen darbe oldu aslında. Resulullah’ın (s.a.a) vefatıyla birlikte nurun hançerlenmesi çökertti seni. Yavrularımın annesini genç yaşta ölüm döşeğine götüren şey, yürek yarası oldu, kimselere diyemeyip içine döktüğü dertleri, elemleri oldu.
            Yer ve gök ehli şahittir ki, baban Resulullah’tan (s.a.a) sonra elem ve dertten başka azığın olmadı senin.
            Zehra’m! Mazlum Zehra’m benim! Bütün bunlar, bizim elem ve dert selimizin başlangıcıymış sadece...
            Başını dizlerime aldığım şu elemli an... Ah!.... Senden sonra keder ve elemden başka yerim olmaz artık benim... Kûfe hurmalıklarından başka dert ortağı yok artık bana...
            Başını göğsüne dayamış, ağlayışıyla, “anne!” “anne!” figanlarıyla yüreğimi parçalamakta olan şu minik Hasan’ımız; gün gelecek ihanet zehriyle dağlanan ciğerlerini lime lime kan kusarak verecek gurbette.
            Gidişinle perişan olan, gözyaşı döküp Allah’ın meleklerini bile ağlatmaya başlayan şu minik Hüseyin’imiz; gün gelecek lebbeyk yerine kılıç şakırtıları duyacak şu ümmetten; biat ve itaat yerine oklar, mızraklar ve kılıçlar inecek ümmetin elinden Hüseyin’imizin yapayalnız kalmış bedenine...
            Ayaklarına kapanmış “anneciğim!” figanlarıyla arşı ağlatan ve yaralı ceylanlar gibi seni şimdi son bir kez, ama defalarca öpüp koklamakta olan şu Zeynep... Tıpkı bir mum gibi lahza lahza eriyip küçülmekte olan şu bağrı yanık mazlum minik Zeyneb’imiz; daha nice mumların etrafında pervaneler misali yana yakıla dönüp duracağını ve ağır felâketler karşısında yapayalnız kalacağını bilmiyor mu?
            Fatıma’m! Allah aşkına n’olur, son bir kez için olsun kalk da şu Ümmü Gülsüm’e, eğer babasını seviyorsa artık ağlamaktan vazgeçmesini söyle... Hangi derdime yanayım, bilmem ki! Senin firakına mı, Ümmü Gülsüm’ün ciğerimi parçalayan şu ağlayışına mı? Bugün senin yokluğuna bunca gözyaşı döküp kendisini neredeyse bitiren şu masum kızcağız, yarın Kerbelâ’da göreceği o sahneler karşısında nasıl dayanacak sahi?!
            Ama nasıl ağlamasınlar ki?! Şu minik yavrucaklar, senin ömrünün sonbaharında birkaç günden fazla birlikte olamadılar ki seninle...
            Bir ömür ki, sonbahardan başka mevsimi olmadı Fatıma’m.
            Benim evime gelin gelmeden önce, babanın annesiydin sen, ondan sonra da benim dertlerimi paylaştın, zerrece itiraz etmeden...
            Henüz emekleme çağındaki İslâm’ın küfür, şirk ve cehalet oklarına hedef olduğu bir dönemde “anne” olmanın “kalkan” demek olduğunu; küfür, şirk ve cehalet kılıçlarına göğüs germek demek olduğunu iyi bilirim ben!...
            Medine’ye geldiğimizde minik İslâm yavrusu kendi ayakları üzerinde durmaya başlamıştı artık. Ama Ebu Talip Vadisi sürgünü, senin çektiğin acılar, baban Resulullah’ın (s.a.a) mübarek dişlerinin kırılması, nice yiğit ve mert insanların şahadeti pahasına gelebilmiştik o noktaya tabii.
            Mekke’de yaşadığımız onca zor ve fırtınalı günlerden sonra Medine’de karşılaştığım o huzurlu ortam seni; dünyanın en üstün insanının kızını ve dünya kadınlarının en yücesi olan “Seyyidet-u nisâi’l-âlemîn”i, baban Hz. Resulullah’tan (s.a.a) isteme fırsatı kazandırdı bana.
            Bu ise mahcubiyet, edep ve terbiye okulunun üstadı olan benim gibi birinin; kendisi için amca oğlundan öte, bir kardeş, hatta yalnızlık yıllarının babası, ilk öğretmeni, üstadı ve yegane eğitimcisi olarak gördüğü ve uğruna her lahza canını vermeye hazır olduğu Peygamberine karşı “elçilik”te bulunması demekti ki, pek zor ve çetin bir olaydı.
            Ama, o güzelim Muhammedî ahlâkın çözemeyeceği hangi düğüm vardı sahi?! Muhammedî dudakların açamayacağı hangi gonca vardı şu yeryüzünde?
            Kapınızın tokmağını vurduğum sırada mahcubiyetten bütün vücudum terler içinde kalmış, sırılsıklam olmuştum.
            Ümmü Seleme kapıyı açıp da beni görünce, mahcubiyet ve perişanlıktan kızarmış yüzümü hâlâ unutmadığını söyler.
            Ama... Benim de hiç mi hiç unutmadığım bir olay olmuştu o sırada.
            Ümmü Seleme tokmağın sesini duyup da; “Kim o” diye sormadan önce baban Resulullah’ın latif ve huzur verici sesi can kulağımda hâlâ çınlar durur:
            - Aç kapıyı ey Ümmü Seleme! İçeriye girmesini söyle. Allah ve Resulü’nün pek sevdiği insan odur işte! Allah ve Resulü’nün hem aşığı, hem maşukudur o! Aç kapıyı ey Ümmü Seleme! Bu kapı daima açıktır ona!
            Ümmü Seleme’nin merakla sorduğu soruyu duymuştum:
            - Anam babam kurban olsun sana ya Resulullah! Kapının ardındakini daha görmedin ki onu böylesine övüyorsun!...
            - Yanılıyorsun ey Ümmü Seleme! O, kardeşim ve amcam oğludur benim en sevdiğim insandır o!...
            Bu duygulu ve sevecen sözler bana cüret verip dilimi açmada kolaylık sağlayacakken; Resulullah’tan (s.a.a) gördüğüm sevgi ve yakınlık mahcubiyetimi kat kat artırmış ve söylemek istediğimi çok ağır bir yüke dönüştürmüştü dilimde.
            Selâm verip içeri girdim. Resulullah’la (s.a.a) karşı karşıya diz çöküp oturduk. Mahcubiyetten başımı yere eğmiş, gözlerimi amcam oğlu Resulullah’ın (s.a.a) ayak parmaklarının önündeki toprağa dikmiştim. Utanıyordum.
            Geçmiş ve gelecekten haberdar olan o eşsiz sevgilinin benim niçin geldiğimi çok iyi bildiğinden emindim. Yine de her zaman olduğu gibi, meseleyi tabii bir seyirde götürmek için sordu bana:
            - Ne o Ali? Dağlar kadar hâcetin var galiba? İsteğini, hâcetini çekinmeden söyle bana; senin istediğin ne olursa olsun kabuldür benim yanımda!
            Ne diyebilirdim?
            - Anam babam sana kurban, canım sana feda, ya Resulullah! dedim, Sen benim amcam oğlu olmaktan öte, şefkatli bir baba, bir öğretmen ve üstat oldun bana. Ben senin ellerinde büyüdüm. Henüz minik bir çocukken, babam Ebu Talip ile annem Fatıma bint-i Eset’ten alıp yetiştirdin beni. Miniciktim, lokmayı kendi ağzında çiğneyip ağzıma koyardın. Beni kendi terbiye ve ahlâkınla terbiye edip büyüttün. Annemle babamdan daha sevecen, daha şefkatliydin bana. Allah Teala senin yetiştirmenle nicesinin saplanmış olduğu şirk ve sapıklıktan berî kıldı beni.
            Ve Allah Azze ve Celle’ye yemin ederim ki, ya Resulullah, kendimi bildim bileli sen benim en güçlü dayanağım, dünya ve ahiretim için yegane sermayem ve iftiharım olagelmişsindir. Umarım Rabb’ul-âlemîn, bundan daha yakın kılar beni sana.
            Bana huzur verecek, evimin ocağımın sevinci olacak bir eşe ihtiyacım var...
            Sözümü sürdüremedim. Bir an durdum. Başımı mahcubiyetle daha bir yere eğerek yavaşça sözlerimi sürdürdüm:
            - Aziz kızın Fatıma’yı istemeye geldim senden... Bu isteğim, kabul sınırlarına ne kadar yakın olabilir sence?
            Uğruna canım feda olası Hz. Peygamber-i Ekrem’in nur yüzüne sevecen bir tebessüm yayıldı; gittikçe derin bir neşeye dönüştü... Derken, mübarek dudaklarının arasından şu cümleler döküldü:
            - Müjdeler olsun sana ey Ali! Senden biraz önce Cebrail buradaydı. Seninle Fatıma’nın nikâhının bizzat Allah Azze ve Alâ tarafından göklerde kıyıldığını bildirdi bana.
            Ve sonra sevgili Resulullah (s.a.a), Cebrail’in nasıl geldiğini ve Râhil’in arş minberinde nasıl nikâh hutbesini okuduğunu anlattı bana. Ve daha birçok sırlardan söz ettikten sonra şefkat dolu bir tebessümle:
            - Aliciğim! dedi. Söyle bakalım, ev bark kuracak bir şeylerin var mı?
            - Canım uğruna feda, ya Resulullah! Benim durumumu en iyi bilen sensin. Bir kılıcım, bir zırhım, bir de devem var. Bütün dünyalığım bunlardan ibaret!
            Baban yine gülümsedi:
            - Kılıç lâzımdır sana! dedi. Sen kılıçsız olmamalısın. Çünkü cihad etmekte ve Allah düşmanlarını onunla cehenneme yollamaktasın. Deven de gerekli yine... Kendi hurmalıkların ve ailenin hurmalıklarını sulamak için devenle su taşıyor, bir yolculuk anında eşyalarını ona yüklüyorsun. Sen sadece zırhını Fatıma’ya mihir olarak ver, yeter; ben razıyım bu kadarına. Ama sen? Sen de razı mısın benden ya Ali?
            Allah Resulü (s.a.a) alt üst etmişti kalbimi. Sorulur muydu hiç?! Heyecanımı gizleyemeyerek:
            - Evet ya Resulullah! dedim. Anam babam feda olsun sana, müjdelerin en güzeliyle müjdeledin beni. Senden daima hoşnutluk ve saadet tatmışımdır ben. Ne olursa olsun, senden razıyımdır daima; bunun tersi mümkün mü hiç?! Allah’ın selâm ve salâtı sana ya Resulullah!
            Peygamber:
            - Bu semavî vuslatın kurucusu, Cebrail-i Emin’in de söylemiş olduğu gibi, Allah Celle ve Alâ’dır; buyurdu. Bize düşen, göklerde zaten kıyılmış olan bu nikâhı yeryüzünde de kıymak ve hutbesini okumaktır. Şimdi kalk camiye git ve bu haberi halka duyur. Ben de birazdan gelecek ve nikâh akdini Müslümanların huzurunda bizzat okuyup nikâhınızı kıyarak size ve sizi sevenlere dünya ve ahirette göz aydınlığı vereceğim!
            Evet Fatıma’m... Ondan sonra seninle baban arasındaki konuşmaları sen daha iyi bilirsin zaten. Ama ben, Resulullah’ın (s.a.a) emriyle sevinçle camiye gittim, beni hiçbir zaman bunca neşeli ve heyecanlı görmediklerinden olacak, ashap hayretler içinde yanıma gelip ne olduğunu soruyorlardı. Hepsine aynı cevabı veriyordum:
            - Allah ve Resulü beni Fatıma için seçmiş! Birazdan Peygamber bizzat gelip her şeyi sizlere anlatacak!
            Peygamber-i Ekrem (s.a.a) camiye geldiğinde öncelikle Bilâl’i çağırıp Ensar ile Muhacirlerin camide toplanmasını duyurmasını buyurdu.
            Herkes camide toplanınca iki cihan serveri minbere çıkarak hutbesine başladı:
            - Hamd ve sena Allah’a ki, nimetlerine şükredilir, verdiği kudretle kendisine kulluk sunulur, hükmüne itaat edilir, cezalandırmasından korkulur. O’nun indinde sadece hayır ve iyilik vardır; emri yerde ve gökte kayıtsız şartsız geçerlidir.
            İnsanları kudretiyle yaratan Allah’tır o. Hükümleriyle üstünlük kazandırdı insanlara; diniyle izzet ve şeref verdi onlara; peygamberi Muhammed (s.a.a) vasıtasıyla değerli ve saygın kıldı onları.
            Ve izdivaç ve evlenmeyi siz insanlar için gerekli ve farz bağlardan biri kıldı.
            Evlenme yoluyla akrabalık bağlarını güçlendirdi, insanları evlenmekle yükümlü kıldı.
            Adı mübarek, makamı yüce Rabb’ul-âlemîn şöyle buyurdu: “O, insanı bir damla sudan yarattı; sonra onun için nikâh bağı, nesil ve evlâtlar oluşturdu. Rabb’in Kadir-i mutlaktır kuşkusuz, her şeye gücü yeter.”
            Ey insanlar! Biraz önce Cebrail inerek Allah Azze ve Celle’den bir mesaj getirdi bana. Rabb’im bütün melekleri Beyt’ül-Mamur’da toplayarak kulu, bendesi ve peygamberinin kızı Fatıma’yı, sevgili kulu Ali bin Ebu Talib’e nikâhladığını duyurmuş bulunmaktadır.
            Ben de, bu ikisinin dünya nikâhını kıymak ve duyurmakla görevlendirildim. Hepinizi bu nikâha şahit tutuyorum!
            Resulullah (s.a.a) sonra bana dönerek kalkıp konuşmamı istedi.
            Kalktım. Allah ve Resulü’yle, orada bulunanların huzurunda bir konuşma yaptım.
            Minberden indiğimde, babanın her zamankinden daha neşeli ve memnun olduğunu fark ettim.
            Aliciğim! O zırhı git, sat! dedi. Fatıma’yla seni bir an önce gelin güvey edelim, siz de evinizi ocağınızı kurun.
            Bunu sen de defalarca duymuşsundur. Gittim, bir sahabeye sattım o zırhımı. O sahabe, zırhımı niçin sattığımı anlayınca parasını zırhla birlikte verdi bana. Kabul etmek istemediysem de ısrar edip:
            - Şimdi bu ikisine de benden daha fazla ihtiyacın var senin, bu zırhı benim sana düğün armağanım olarak kabul et! dedi.
            Olayı babana anlattığımda ona dua etti. Parayı ashaptan birkaç kişiye verip:
            - Gidin ve bu parayla, bir ev için en zarurî şeyler neyse onları temin edin, dedi.
            Para, toplam 63 dirhemdi. Beyaz bir gömlek, bir uzun başörtüsü, bir havlu, bir sedir, iki döşek, dört yastık, bir hasır, bir el değirmeni, bir bakır kâse, bir su tulumu, bir leğen, bir adet çamurdan yapılma kâse, bir su kabı, bir adet yün dokuma perde, bir ibrik, bir adet toprak testi, iki adet toprak çömlek, üzerinde oturmak için bir adet post ve bir de aba...
            Evet, sevgili Fatıma; evlendiğimizde seninle birlikte kurduğumuz yuvanın bütün eşyası bunlardan ibaretti!
            O zırhın parasıyla temin edilen bu eşyalar birer birer getirilip de babanın önüne konunca gözleri doldu, mübarek ellerini semaya kaldırıp dua etti:
            - Allah’ım! Ehl-i Beyt’ime bereket lütfet. Kap kacaklarının çoğu topraktan ve çamurdan yapılma olanlara bu izdivacı kutlu kıl.
            Fatımacığım! Allah Teala indindeki makamın daha da yücelsin inşaallah; çünkü dünya kadınlarının en üstünü, en yücesi olmana rağmen, en asgari imkânlarla geçindin daima. Ben, seninle evlenmeden önce dünyayı boşamıştım zaten; bu yüzden de maddî sıkıntı kolay ve tatlı gelmedeydi bana. Ama sen, gencecik bir kızdın; nice arzuların, ev bark kurma hususunda nice tatlı hayallerin olabilirdi senin... Bu arzularla ayak bastığın dervişhânemde bütün maddî sıkıntılara göğüs gerdin; hiç mi hiç, şikâyetçi olmadın, şükür ve hamddan gayrı bir söz duymadım ağzından.
            Dünyada hiç gözü olmayan, onu dönüşü olmayan bir talâkla boşayan biriyle evlenip böyle bir hayatı sürdürebilmenin kolay olmadığını biliyorum. Bu ancak senin, Fatıma’nın becerebileceği bir imtihandı elbet.
            İki gün durup dinlenmeden çalışıp da üçüncü gün yorgun, bitkin ve aç bir hâlde eve geldiğimde; “Fatımacığım, yiyecek bir şeyler var mı?” diye sormuştum da, sen o tatlı ve sabırlı sesinle ve âdeta suçluluk mahcubiyetiyle:
            - İki gündür evde yiyecek hiçbir şeyimiz yok ya Ali! Çocuklar da iki gündür bir lokmaya hasret! demiştin de, irkilmiştim birden...
            - Bu iki gün boyunca aç olduğunuzu neden söylemedin bana? dediğimde de:
            - Bir şeyler bulabilseydin mutlaka getirirdin eve zaten. Söylemeye ne gerek var... İmkânın olmadığını bile bile senden bir şey istemeye yüreğim el vermez ki benim! demiştin.
            Nasıl unuturum o ânı...
            Bunca sabır, terbiye ve şefkat karşısında iliklerime kadar mahcubiyet duymuş, borçla da olsa, eve yiyecek bir şeyler bulup getirmek için hemen dışarı çıkmıştım.
            Bir komşudan bir dinar borç edinip çarşıya doğru yönelmiş, yolda Mikdad’a rastlamıştım.
            Hava çok sıcaktı. Gök tandıra dönmüştü, yerden alev fışkırıyordu sanki. Mikdat terden sırılsıklamdı; açlıktan yürüyecek takâti kalmamıştı. Selâm verip sordum:
            - Mikdat, bu sıcakta dışarıda ne işin var, hayırdır inşallah?
            - Sorma ya Ebu’l-Hasan!
            - Nasıl sormam? Nasıl aldırmam senin ne hâlde olduğunu Mikdatcığım! Söyle, bir şey mi var?!
            Kaytarıyor, söylemek istemiyordu. Sonunda ısrarımdan vazgeçmeyeceğimi anladı:
            - Karımla çocuklarımın açlıktan ağlamasına dayanamayıp çıktım evden... Belki Allah Teala bir umut kapısı açar diyerek...
            Boğazımda düğümlenen yumruğu yutmadım, yaşlar boşanıverdi gözlerimden. Elimdeki bir dinarı ona verip:
            - Senin benden daha fazla ihtiyacın var buna! dedim.
            Bomboş ellerle eve gelmeye utandım; sığınabileceğim tek yer camiydi. Namazı Hazret-i Resulullah’ın (s.a.a) imametinde edâ ettikten sonra çıkacaktım ki, baban beni çağırdı:
            - Ya Ali! Beni evine misafir eder misin bugün?
            Allah’ım!... Ne diyebilirdim?! İki cihan serveri, canım cananım Hazret-i Resulullah (s.a.a) bize misafir olmak istiyor ve soframızda açlıktan başka sunabilecek hiçbir şeyimiz yok ona...
            Susmaktan başka yapabileceğim hiçbir şey yoktu. Peygamber:
            - Niçin susuyorsun Aliciğim? diye sordu. Gelmemi istiyor musun, istemiyor musun? Söyle hadi!...
            Onun emsalsiz ahlâkına sığınıp:
            - Mahcubiyetimi af buyurun! dedim. Tabii ki isterim. Başımızın üstünde yeriniz var!
            Sevgiyle elimden tuttu, bize doğru yola koyulduk. Sıcaktan değil, utancımdan terler içindeydim şimdi de... Evde ne yapacaktım ben?!...
            Bomboş sofraya, yiyecek bir lokma bulabilmek için çıktığım eve boş ellerle ve misafirle dönüyordum üstelik!...
            İçeri girdiğimizde sen namaza durmuştun. Secdenin hemen yanındaki kaptan buram buram yemek kokusu geliyordu.
            Dünya yemeği olmadığını hemen anlamıştım onun.
            Namazını bitirdikten sonra bize selâm verip yaklaştın. Baban seni sevgiyle kucaklayıp yüzünü okşayarak:
            - Nasılsın kızım? diye sordu.
            Ve sen iki gündür açtın... Minicik yavrularının açlığını seyrederek hem de! Rengin iyiden iyiye kaçmıştı, dizlerin titriyordu bitkinlikten. Yine de belli etmedin, hiçbir şey olmamış gibi:
            - İyiyim hamdolsun! dedin. İyiyim babacığım!
            Sen... Kadınların ulusu sendin gerçekten...
            - Bu yemek nereden geldi Fatımacığım? diye sormuştum da, baban senden önce davranmıştı:
            - Aliciğim, bu senin Mikdad’a bağışlamış olduğun o bir dinarın ödülüdür! Tabii sadece dünyevî ödülüdür bu; o amelinin uhrevî karşılığınıysa ahirette göreceksin!
            Ve sonra baban da dayanamayıp ağlamış ve elini omzuma koyup:
            - Allah’a hamdolsun ki seni Zekeriya ve Fatıma’mı da Meryem menzilesinde kıldı; onlara da cennetten yiyecek inerdi böyle!
            Evet, Fatımacığım; böylesine sabırlıydın sen... Hiç şikâyetçi olmadın hayatından. Seni nasıl unutabilirim ben, mümkün mü unutmak seni Fatıma’m? Yokluğuna nasıl dayanırım ben şimdi?!
            Hatırlıyor musun; nikâhımız kıyıldığı hâlde bir aydır henüz benim evimin gelini olmamıştın sen? Babana açmaya ise utanıyordum bunu. Bir gün kardeşim Akil gelip:
            - Kardeşim! dedi. Niçin gidip Hazret-i Peygamber’den Fatıma’yı gelin etmesi için izin istemiyorsun? Böylece hem bir an önce yuvanı kurmuş, hem de bizi ve seni seven diğer dostlarını bu vuslatla sevindirmiş olursun.
            - Ben de istiyorum bunu, dedim Akil’e. Ama bunu Peygamber’e açmaya utanıyorum!
            Akil, hemen o sırada kalkıp size gitmemiz ve seni babandan istemem için yemin verdirdi bana.
            Yolda Ümmü Eymen ve Ümmü Seleme’yle karşılaştık. Meseleyi anlayınca:
            - Bu işi bize bırakın, dediler, kadınlar böyle işleri daha iyi bilirler.
            Kabul ettik. Sizin evin kapısının önünde bekledik. Çok geçmeden geldiler, Peygamber’in beni çağırdığını söylediler.
            Çok utanıyordum. Utana sıkıla gidip Resulullah’ın (s.a.a) yanına oturdum. Her zamanki şefkat ve sevecenliğiyle:
            - Aliciğim, Fatıma’yı göçürmek mi istiyorsun? diye sordu.
            - Eğer uygun bulursanız, ya Resulullah!
            - Çok güzel! O hâlde hemen bu akşam evinde bir yemek ver ve eşini al, götür!
            Sa’d bir koyun hediye etti, hiç unutmam; sahabelerden birkaçı da mısır getirdiler. Ben de, babanın vermiş olduğu on dirhemle çarşıya gidip yağ, hurma ve biraz da kurut aldım. Sofrayı kurduk. Peygamber-i Ekrem (s.a.a):
            - Git, istediğin herkesi çağır! buyurdu. Ama senin evin küçük olduğu için onar onar gelmelerini söyle. On kişi gelsin yemeğini yedikten sonra, yerini diğer on kişiye bıraksın!
            Camiye gittim; gördüğüm herkesi davet ettim. Haber çok geçmeden bütün Medine’de yayılmış... İnsanlar akın akın yemeğe geliyordu bize.
            Peygamber-i Ekrem (s.a.a) yemek kazanının yanına oturmuş, bizzat kendi mübarek elleriyle herkesin yemeğini vermekteydi. Yüzlerce misafir, onar onar gelip yedi doyasıya; ama Peygamber’in mübarek ellerinin bereketi sayesinde, gelen herkese yetti o yemek.
            El ayak çekildikten sonra seninle bana da ayırdı o yemekten kendi elleriyle. Misafirler gitmiş, kimse kalmamıştı üçümüzden başka. Benimle seni yanına çağırdı; ellerimizi tutup sevgiyle bağrına basarak bir süre öylece durduktan sonra ikimizin elini kavuşturuverdi. İkimizin de alnına birer buse kondurduktan sonra:
            - Aliciğim! En iyi eşe sahip oldun; kutlarım! dedi. Sonra da sana dönüp aynısını tekrarladı:
            - Fatımacığım! Sen de çok iyi bir eş kazandın kızım; kutlarım. Allah her ikinizi de mesut etsin! Canım yavrum benim; kocanın fakirliği endişelendirmesin sakın seni, e’mi! Fakirlik, ben ve Ehl-i Beyt’im için bir iftihardır, sakın unutma bunu! Kızım! Ben seni dünyanın en iyi insanıyla evlendirdim. Kocan benden sonra dünya ve ahiretin “büyüğü”dür, bilesin... Sakın kocana itaatsizlikte bulunmayasın! Kocan, yeryüzünün en mümin, en bilge ve en iyi ahlâklı insanıdır.
            Kızım! Şunu bil ki dünya ve ahiretin bütün servetlerini babanın ayağına döktüler; bunları kabul etmem hâlinde Allah katındaki makam ve derecemin zerrece azalmayacağını söyleyerek hem de! Ama ben kabul etmedim yavrum; mal, mülk ve servete itina etmedim asla.
            Sevgili kızım! Ali’nin kıymetini bil!
            Sonra yine bana dönüp:
            - Aliciğim! dedi, Fatıma’ya iyi davran, sevecen ve samimî ol. İyilikte bulun ona, bütün kalbinle sev onu; o benim vücudumun bir parçasıdır... Onun üzülmesiyle ben de üzülür, onun sevinciyle sevinir, memnun olurum ben de!
            Sizleri Allah’a emanet ediyorum. Rabb’ul-âlemîn yariniz, yâveriniz olsun. Sadece O’nu hakem edinin aranızda.
            Ve sonra bizi baş başa bıraktı çıktı. Kapıyı kapadı ve kapının ardından tekrar duada bulundu bizim için:
            - Allah Teala sizi ve evlâtlarınızı mutahhar ve tertemiz kılsın! Sizin dostlarınızla dost, düşmanlarınızla düşmanım! Allah’a emanet olun!
            Evet Fatımacığım...
            Ben, o çok kısa süren evliliğimiz boyunca sevgi, şefkat, samimiyet, saygı ve vefakârlıktan başka bir şey görmedim senden. Umarım sen de râzısındır benden.
            “Babanın annesi” lakabına sahip olduğun için sevgili Resulullah (s.a.a) seni yakınında görmek istiyordu. Evimizin onun evine çok yakın olmasını, böylece seni her gün görebilmeyi istiyordu. Ve tabii bu arada ben de her gün onu görebilmenin mutluluğunu yaşayacaktım böylece...
            Harise bin Nu’man’ın Medine’de birkaç evi vardı. Hepsini takdime hazır olduğunu söyleyerek büyük bir mertlik örneği sergiledi. Hazret-i Resulullah (s.a.a) kendi evine en yakın olanını bizim için seçip Harise’ye duada bulundu.
            Ve böylece biz, Peygamber’e komşu olmuş olduk.
            Nebevî sünnet, işleri seninle benim aramızda paylaştırıp bu sorumlulukların sınır ve hududu olarak da evimizin kapısını belirledi.
            Evin içindeki işlerden sen, dışarıyla ilgili işlerden de ben sorumlu oldum.
            Ama sana çok gelirdi onca ev işi; kıyamazdım senin evde onca işin altında ezilmene; hem, vücutça da pek zayıftın...
            Dikiş işleri, çamaşır, bulaşık, ekmek pişirme, yemek hazırlama, un öğütme... Onca gece ibadetlerine ilâveten bir de bu işlerin tamamını, üstelik her gün peyderpey yapmak seni tüketir, takâtini bitirirdi.
            Bir gün elindeki kabarcıklarla morartıları görünce iliklerimin sızladığını hissettim, seni öyle görmeye nasıl dayanabilirdim ben?! Hemen Resulullah’a (s.a.a) gidip kendisinden bir hizmetçi rica etmeyi düşündüm. Sana açtığımda kabul ettin. Birlikte babana gittik. Ama onun malî durumu bizden daha kötüydü o sırada. Ne var ki o yüceler yücesi insaniyet âbidesinin kitabında, kendisine yapılan bir rica ve isteğe “hayır” demek yoktu öteden beri. Nitekim hizmetçi vermediyse de, sana özel bir tesbihat öğretti ki, o tesbih sayesinde ev işleri artık kolay gelmişti sana:
            - Her namazdan sonra 34 defa “Allahu Ekber” diyerek Allah’ın “Büyük” olduğunu söylemiş olun; 33 defa “Elhamdulillah” diyerek O’na hamd ve şükürde bulunun; 33 defa da “Subhanellah” diyerek Allah’ı tenzih edin, bütün olumsuzluk ve noksanlıklardan münezzeh bilin O’nu.
            Ve böylece “Fatıma Ana Tesbihi” denildi ona, senin adınla tanınıp bilindi ve senin sayende diğer Müslümanlar da o tesbihatın büyük feyizlerinden faydalanma imkânı bulmuş oldular.
            Allah’a yemin ederim ki, senin yuvan huzur ve saadet yuvasıydı benim için. Ne zaman kapıdan içeri adımımı atsam senin bir bakışınla bütün dertlerimi unutur, bütün yorgunluklarım dökülüverirdi bir anda bedenimden.
            Cihada gideceğim zaman sen hazırlardın gerekli eşyalarımı; savaşlarda aldığım derin ve ağır yaralar senin şefkat dolu ellerinin tedavisiyle kapanıp iyileşiverirdi, hatta benim ve Peygamber’in kılıcındaki kanları sen o mübarek ellerinle temizler, pırıl pırıl edip kınlarına yerleştiriverirdin.
            Ve ben, seninle geçirdiğim bu süre zarfında Hz. Resulullah’ın (s.a.a) buyruğunu herkesten ziyade anladım ve yaşadım:
            “Kadının cihadı, kocası için iyi bir eş olmasıdır.” buyurmuştu baban.
            Adımlarımdaki sarsılmazlık, pazılarımdaki ezici güç, kılıcımdaki salâbet ve süratte, senin oynadığın rol ve etkinliği kim inkâr edebilir Fatıma’m?!
            Sen olmasaydın kiminle yaşar, kiminle eş olabilirdim ben? Senin o masmavi gökler kadar engin yüreğinden başka hangi minik kalbe sığardı şu gönlüm benim?!
            Fatıma’m... Benden başka kim bilebilir senin gerçek makam ve ilâhî dereceni? Tam dokuz yıl yaşadım seninle; bu süre zarfında Muhammdî huy ve ahlâkla, ilâhî sıfatlardan başka bir şey görmedim sende...
            Öylesine büyük ve yüce bir ruhun vardı ki senin... İzleyicilerine şefaatte bulunabilme hakkı istedin nikâh mihrin olarak... Rabb’ul-âlemîn de kabul buyurdu senin bu yüce dileğini.
            Sözlerin tıpkı vahiy, davranışın ve amellerin tıpkı sünnetti senin. Bizzat kıstas ve ölçüydün sen. Hiçbir kıstasa da sığmadın; başlı başına mihenk taşı, kıymet ölçüsüydün daima.
            İffet senden kaynaklanırdı; terbiye, ar ve hayâ senden yansırdı insanlara; takva senin sıfatındı; oruç, senin tuttuğundu; namaz, senin kıldığındı; salih amel, senin işlediğindi; iffet ve namus sana gıpta eder, dürüstlük ve nezaket sana imrenirdi; “kadın”lık öğrencindi, çırağındı senin; “hanım efendilik” senin varlığından esinlenilmiş bir model ve örnekti.
            O günü hiç unutmam; Resulullah (s.a.a) camide, ashaba dönüp:
            - Kadın için en üstün sıfat nedir bilir misiniz? diye sormuştu da ashap cevap verememiş, kalakalmıştı. Hatta Resulullah’tan (s.a.a) sonra ümmetin en bilgesi olan ben(2) bile duraklamış ve hemen gelip senden sorduktan sonra camiye gidip sevgili Resulullah’a (s.a.a) şöyle demiştim:
            - Bir kadın için en üstün sıfat, onun hiçbir -namahrem- erkeği, ve hiçbir -namahrem- erkeğin de onu görmemesidir!
            Baban, bunu benim değil, senin cümlen olduğunu hemen anlamıştı.
            - Ya Ali, bu cevabı kim verdi? diye sordu.
            - Kızınız Fatıma söyledi, ya Resulullah!
            Baban memnuniyetle gülümsedi:
            - Aferin Fatıma’ya! Benim vücudumdan bir parça olduğunu bir kez daha ispatlamış oldu gerçekten!
            İşte bu yüzdendir ki ben, Resulullah’ın (s.a.a) vücudundan bir parçayı kaybetmiş oldum şimdi, Fatımacığım! Senin varlığın, sevgili Resulullah’ın (s.a.a) yokluğuna tahammül etmemi kolaylaştıran bir merhemdi âdeta.
            Ama ya şimdi?!
            Sevgili baban Resulullah’tan (s.a.a) sonra şimdi de sen yalnız bırakıyorsun beni.
            Başımı alıp nereye gideyim ben?! Ne yapayım şimdi bunca yalnızlıkla böyle?!...

            De ki: «İstediğinizi yapın; Allah, peygamberi ve mü’minler yaptıklarınızı görecektir. Sonra hepiniz, görülmeyeni ve görüleni bilen Allah'a döndürülecek­siniz. O size, yaptıklarınızı bildirecek­tir.»
            (Tevbe Suresi 105)

            Yorum


              #7
              Ynt: Hz.Fatıma’ya Ağıt

              5. Bölüm
              Eğer sen onca büyüklük ve erişilmezliğe sahip Fatıma ve ben de oldukça çabuk kırılan öksüz bir kalbe sahip Hasan olmasaydım dahi, senin “ağlamamam” yolundaki isteğini yerine getirebilmem yine de mümkün olmayacaktı anne...
              Ben sırf bir çocuk, sen de sırf bir anne olsaydın bile, kalbime üzülmemesini ve gözlerime ağlamamasını söylemem mümkün olmayacaktı yine de!
              Kaldı ki, sen sırf bir “anne” değilsin; “Fatıma”sın da aynı zamanda... Dedem Hz. Resulullah’ın (s.a.a) “vücudumun parçası, gözümün ışığı” dediği biricik “Zehra-yı Athar”, “Seyyidetü Nisâ’il-Âlemîn”, vahyin alıcısından geriye kalan en yakın ve en mahrem yegâne emanettin sen!
              Allah ve Resulü’nün seveni ve sevilenisin sen!
              Allah ve Resulü’nün seni ne kadar sevdiğini kim bilebilir?!
              Neredeyse Peygamber Bilâl’i çağırıp her ezandan sonra “Muhmmed, Fatıma’yı çok seviyor; Allah ve Resulü çok seviyor onu” demesini emredecekti doğrusu...
              Evet, Allah Resulü pek, ama pek çok severdi seni. Ve senin ona olan sevgi ve tutkunluğunuysa bilmeyen yok zaten. Nitekim o “Ümmü Ebîhâ” diye çağıracak ve “Babasının Annesi” diye hitap edecekti sana. Onu kaybettikten sonra bir kez olsun yüzünün güldüğünü görmemiştir kimseler senin... Ve onun aramızdan ayrılışından sonra hep ağlaman, düşmanı çileden çıkarmıştı.
              Her ne kadar hicretin üçüncü yılında dünyaya geldiysem de hicretten önce de, hicretten sonra da hep gördüm senin neler çektiğini ve nasıl bir “sabır, direnç ve şükür” örneği sergilediğini... Bu nedenle de dedem Resulullah’ın irtihalinden sonra onca yalnız ve garip bir hâlde “Beyt’ül-Ahzân”ına kapanıp duyanın ciğerini kül eden o yakıcı sesinle ağlayıp sızlamana hak veriyorum anne.
              Ah... Dedem... Resulullah... Dünyaya gelişim ve onun beni kundaktayken şefkatle sevip okşamaları bile gün gibi aklımdadır hâlâ.
              Peygamberlerin en azizi olan dedem senin ilk çocuğunu bir an önce görebilmek için fevkalâde bir iştiyak ve sevgiyle eve koşmuş ve beni kundaklanmış olarak kollarına verdiklerinde hemen mübarek kaşlarını çatılarak:
              “Bebeği sarı renk kundağa sarmayın dememiş miydim?” diye buyurmuştu.
              Dedem Resulullah defalarca tembihlemiş, ama ebeye yardımcı olan kadıncağız unutuvermişti. İşte beni bembeyaz örtüler içinde dedeme vermişlerdi.
              Dedem sevincinden öyle gülmüştü ki, bembeyaz dişleri görünmüş ve alnımı, gözlerimi ve dudaklarımı öpücüklere boğarak:
              “Allah’ım! demişti. Ben pek sevmekteyim bu bebeği!” Sonra da kulaklarıma ezanla ikame okuyup senden ve babamdan:
              - Adını ne koydunuz? diye sormuştu.
              Siz:
              - Çocuğumuza isim koyma hususunda Allah Resulü’nden öne geçmeyiz asla! diye cevap verince şöyle buyurmuştu:
              - Ben de bu hususta Rabb’imden önce geçmem!
              Derken Cebrail gelmiş ve Allah Azze ve Celle’nin benim için seçtiği ismi getirmişti: Hasan!
              Ve bunun Hz. Harun’un ilk oğlunun İbranîce’deki ismi “Şeber”in Arapça’daki karşılığı olduğunu vurgulamıştı sevgili Cebrail.
              Bunları hâlâ unutmuş değilim anne! Hatırladığımda iliklerime kadar hasretle kavruluyorum! Bir hoş olduğum asıl anlar, eşsiz şefkatinle beni sevip okşarken söylediğin maniler ve ninnileri duyduğum anlardı. Hani şöyle derdin:
              “Babana benze Hasan’ım, onun gibi ol!
              Hakkı kurtar boynundaki ipten.
              Rahman Rabb’ime ibadet et daima
              Uzak dur daima kin güdenlerden.” (3)
              Evet anne... Senin o ruhumu okşayan şiirlerinle ninnilerini unutmayan ben; Rabb’inle halvetlerdeki o münacat ve yakarışlarını unutur muyum hiç?! Hani Rabb’ine yalvarırdın ya:
              “Allah’ım! Arşın ve onu yüceltenin hürmetine, vahyin ve onu nazil buyuranın hürmetine, Peygamber’in ve ona vahiy getirenin hürmetine, Kâbe’nin ve onu kuranın hürmetine!
              Ey bütün sesleri duyan! Ey bütün kaybedilenleri bulup getirecek olan ve ey mahlukatı öldürdükten sonra diriltecek olan! Muhammed ve Ehl-i Beyt’ine selâm ve salât gönder! Doğudan batıya dünyadaki bütün mümin erkek ve kadınlara ve bu cümleden olmak üzere de bizlere katından yakın zamanda işlerimizde kolaylık ve ferahlık lütfeyle! Şahadet ederim ki bir tek Allah’tan gayrı ilâh yoktur. Muhammed (s.a.a) senin elçin ve kulundur; Allah’ın selâmı ona ve onun pâk ve mutahhar evlâtlarına!” (4)
              Veya senin dilinden hiç düşürmediğin şu duan:
              “Şükür ve sabır anında, namazda ve zekâtta, geceleri sabaha kadar yapılan zikir ve ibadette, saadet ve berekette, rahmet ve artırmada, nimet ve keramette, farzların edasında, mutlulukta ve kederde, neşede ve gamda, musibette ve belâda, güçlükte ve rahatlıkta, zenginlikte ve fakirlikte; her zamanda, her mekânda ve her durumda hamd ve sena Allah’a mahsustur; O’nu daima tesbih ederim ben...”
              Anne... Böylesine bir “Fatıma” olan seni sevmemek elde mi?! Senden nasıl vazgeçer insan?! Hiç unutmam, bir defasında gece namazından sonra fevkalâde ilâhî bir hâlet-i ruhiyeyle duaya koyulmuş, Allah korkusundan titreyerek yakarıp durmuş; ama kendin için veya bizim için bir şey söylememiştin. Sabahleyin dayanamayıp o gece sabaha kadar seni izlediğimi söylemiş ve:
              - Anne! demiştim, Neden hep başkaları için dua ettin? Ya kendin? Ya biz?!
              Ve sen, gözyaşlarının iz bıraktığı yüzünü bana çevirip:
              - Yavrucuğum! Önce komşunun evi, sonra kendi evimiz; önce başkaları, sonra biz! demiştin.
              Ve bu, senin hayat parolan, yaşam tarzındı ömrünün sonuna kadar.
              Esasen hiç kendini düşünmedin ki sen... Tepeden tırnağa fedakârlık, tepeden tırnağa özveri... En güzel örnektin sen cömertlik ve bağışta...
              Ben ve Hüseyin hastalandığımızda babamla sen, iyileşmemiz için üç gün art arda oruç tutmuş ve her üç günde de iftarlıklarınızı başkasına bağışlamıştınız; hatırlıyor musun anne?...
              Kardeşim Hüseyin’le ben ateşler içinde yatıyorduk hani... Babamla sen pervaneler misali telâşla etrafımızda dönüyor, bizi iyileştirebilmek için elinizden geleni yapıyordunuz.
              O sırada dedem Resulullah bizi görmeye geldi. “Çocukların iyileşmesi hâlinde Allah’a şükür ifadesi olarak bir adakta bulunun, bir şeyler nezredin.” dedi.
              Babamla sen:
              - Sevgili yavrularımız iyileştikten sonra üç gün art arda oruç tutmayı adıyoruz! dediniz.
              Bunun üzerine Hüseyin’le ben yorgun göz kapaklarımızı zorlukla aralayarak:
              - Biz de üç gün oruç tutmayı adıyoruz! dedik.
              Bunu söylediğimizde dedem Resulullah eğilip her birimize üçer tatlı öpücük kondurdu.
              Yaşlı Fizze Hatun da bize katılarak:
              - Şu canlarım ciğerlerim iyileşsinler de ben de oruç tutacağım! diye atıldı.
              Allah’ın lütfü ve sizin dualarınız sayesinde kardeşimle ben iyileştik. İyileştiğimiz ilk gün adağımızı yerine getirmeye başlayarak niyetlenip oruç tuttuk.
              İftar vakti gelip çatmıştı. Babamın camiden dönmesini bekliyorduk, o gelince hep birlikte sofraya oturup iftar edecektik.
              Soframızdaki yegâne yiyecek 5 arpa ekmeğinden ibaretti, her birimize bir ekmek... Arpasını babam borç almış, Fizze öğütmüş, sen de tandırda pişirmiştin. Mis gibi kokuyorlardı... Ve bir testi su...
              Babam geldiğinde sofraya oturmuş ve elimizi tam ekmeklere uzatacağımız sırada kapı çalınıvermişti:
              - Selâm olsun size ey vahiy ailesi! Ey Ehl-i Beyt-i Resulullah! Fakirim, yoksulum. Sofranızdan bana da bir şeyler verin. Allah sizden razı olsun.
              Fakir daha sözünü tamamlamadan babamla sen ekmeklerinizi ona vermek üzere aldınız; kardeşimle ben ve nihayet Fizze de aynı şeyi yaptık. Bütün ekmekleri o fakire verip bundan başka yiyeceğimiz yoktur...” diyerek özür de dilediniz.
              Suyla iftar edip o gece hepimiz aç midelerle yastığa koyduk başımızı.
              Ertesi gün de aynı olay oldu. Tam iftar vakti; bu sefer de bir yetim çalmıştı kapıyı. Beş ekmeğin beşini de ona vermiş ve yine suyla iftar edip yatmıştık.
              Üçüncü gün, açlığımıza bir de zaaf geçirmemiz eklenmiş, ama bu bile, bütün ekmeklerimizi, kapıyı çalan esire vermemizi engelleyememişti.
              O gece ben ve küçük kardeşim Hüseyin geçirdiğimiz zaafa dayanamayıp bayılmıştık. Senin de hâlin bizden pek farklı değildi aslında.
              Gözlerin iyiden iyiye çukura inmiş, açlıktan gözlerinde fer, dizlerinde takat kalmamıştı. Açlığını unutmak için namaza durmuştun uzun uzadıya.
              Öteden beri açlığa alışkın olan babamdı bir tek bu durumdan pek etkilenmeyen. Dağlar gibi dimdik ve güçlüydü hâlâ. Ama Hüseyin’le benim açlıktan kendimizden geçmemiz babamı çok üzmüştü.
              Bizi o hâlimizle bile mesrur edebilecek tek şey, sevgili dedemiz Resulullah’ı görmek, onun kucağına atılmaktı.
              Babamın dedemiz Resulullah’ı görmeye gitmemizi önermesi, küçük Hüseyin’le beni heyecanlandırmaya yetmişti. Neşeyle yerimizden fırlayıp babamızın elinden tutarak dedeme gittik.
              Dedem bizim hâlimizi görünce alt üst oldu; gözleri dolmuş, sesi kısılmıştı. Hemen seni sordu; sormakla da yetinmeyip; “Kalkın, eve gidelim” dedi, “Fatıma’m kim bilir ne hâldedir şimdi?!”
              Yolda hep Allah’a yakarıyor ve şöyle mırıldanıyordu:
              - Allah’ım! Ya Rabb’im! Şahit ol... Bunlar senin rızanı kazanabilmek için neler yapmada, bak... Senin aşkınla kendilerinden geçmiş bunlar ya Rabbi!
              Eve geldik. Sen namaz kılmaktaydın hâlâ. Dedem karnının sırtına yapıştığını, açlık ve zaaftan gözlerinin çukura inmiş, dizlerinin titremekte olduğunu görünce, kendisini tutamayıp sana sarıldı, hıçkıra hıçkıra ağladı. Allah Resulü’nün bu kadar rahatsız olduğu bir anda Cebrail’den başkası gönlünü alamazdı onun. Ve geldi... Ne gelişti o öyle...
              Cebrail Peygamber’i selâmlayıp, bu evin halkına Allah Teala tarafından özel bir hediye ve büyük bir müjde getirdiğini söyledi. Bu hediyeyi bizzat getirmiş olmaktan dolayı fevkalâde memnun görünüyordu. Öyle ki, gülüşünün kokusu, bütün evimizi elvan elvan ıtırlandırmıştı bir anda.
              Cebrail’in getirdiği o büyük hediye neydi acaba!
              Allah Teala siz “oruçlular”ı ve sizin yüzünüz suyu hürmetine de bizleri övmüştü. Allah’ın bir kulunu övmesinden daha büyük bir hediye düşünülebilir mi? İşte:
              “... Şüphesiz ki iyiler (ebrar), cennet pınarlarından doldurulmuş kâfur karışımlı kadehler içerler.
              Allah’ın hâlis ve seçkin kullarına mahsus olan bu pınarları onlar, diledikleri zaman diledikleri yerlerde çıkarır, akıtırlar.
              Onlar, adaklarını yerine getirirler ve şerri yaygın olup herkesi kaplayan kıyamet gününden korkar ve kendi ihtiyaçları olduğu hâlde yiyeceklerini fakire, yetime ve esire bağışlarlar (ve şöyle derler):
              ‘Biz, sadece ve sadece Allah’ın rızasını kazanmak için fedakârlıkta bulunuyoruz ve sizden hiçbir karşılık ve teşekkür de beklemiyoruz.
              Biz, asık suratlı ve pek zor gün olan o kıyamet gününden ötürü Rabb’imizden korkmaktayız.’
              Allah da onları böyle bir günün şerrinden korumuş ve onlara parıltılı bir aydınlık ve sevinç vermiştir.
              Ve onları sabretmeleri dolaysıyla cennetle ve ipekle ödüllendirmiştir.
              Orada tahtlar üzerinde yaslanıp dayanırlar. Onlar orada ne yakıcı bir güneş ve ne de dondurucu bir soğuk görürler.
              Meyvelerin gölgeleri onlara pek yakın ve devşirilmeleri kolaylaştırıldıkça kolaylaştırılmıştır.
              Çevrelerinde gümüşten billur kaplar, kupalar dolaştırılır.
              Gümüşten billur kaplar ki, onları belli bir ölçüyle takdir etmişlerdir.
              Orada onlara bir kadeh içirilir ki, karışımı zencefildir.
              Bir pınar ki, orda “selsebil” olarak adlandırılır.
              Çevrelerinde gençlikleri ve dinçlikleri ebedî kılınmış civanlar dolaşır durur; onları gördüğün zaman saçılmış birer inci sanırsın.
              Nereye baksan, bir nimet ve büyük bir mülk görürsün.
              Üzerlerinde hafif ipekten ve ağır işlenmiş atlastan yeşil elbiseler vardır. Gümüşten bileziklerle bezenmişlerdir. Ve Rableri onlara tertemiz bir şarap içirmiştir (ve şöyle demiştir):
              ‘Şüphesiz, bu sizin için bir mükâfattır. Sizin (Allah yolunda) zorluklara katlanıp çaba harcamanız şükre değer, meşkur ve makbul görülmüştür.’...”(5)
              Bütün bunlar senin yüzünün suyu hürmetine bize ulaşan ilâhî bereketlerdi anne... Çocuklarımıza ulaşacak bereketlerin de hayır vesilesi yine sensin, sen...
              Sen anne... Nübüvvetin kızı, velâyetin eşi ve imametin annesisin...
              Ve biz bugün, böylesine bir azamet ve büyüklüğü kaybediyoruz artık. Bir tek biz değil, bütün kâinat mateme boğulmuş durumda bugün. Gök ansızın yarılıp tepemize inse, dağlar keder ve üzüntüden ansızın parçalanıp tuzla buz olsa, hiç şaşılmaz bugün.
              Sana ağlamamak elde mi anne?!
              Senin öksüzün olanların ağlamaması mümkün mü anne?!
              Dedem Resulullah’ın (s.a.a) irtihalinde matemler içinde okuduğun o yanık şiirlerini çağrıştırıyorsun şimdi gidişinle:
              “Böyle bir dert hiç gelmemişti başa
              Kalbim durur herhâlde, bu elemle baba!
              Dertlerim artmakta vallahi günbegün
              Gözyaşlarım durmaz, hep ağlarım sana baba!
              De ki: «İstediğinizi yapın; Allah, peygamberi ve mü’minler yaptıklarınızı görecektir. Sonra hepiniz, görülmeyeni ve görüleni bilen Allah'a döndürülecek­siniz. O size, yaptıklarınızı bildirecek­tir.»
              (Tevbe Suresi 105)

              Yorum


                #8
                Ynt: Hz.Fatıma’ya Ağıt

                Kaynaklar
                ------------------------------------
                (1) - “Biliniz ki Allah Tebarek ve Teala Fatıma’nın rıza ve sevinciyle hoşnut olur, onun öfkesiyle gazaba gelir.” Kenz’ül-Ummal, c.7, s.111.
                (2) - “Ben ilim şehriyim, Ali de kapısıdır.” Hadis-i Şerif.
                (3) - Bihar’ul-Envar, c. 43, s. 286.
                (4) - Mühec’üd-Deavat, s. 177.
                (5) - Söz konusu üç günlük oruç ve fakir, yetim ve esire bağış olayı üzerine Ehl-i Beyt hakkında inen bu muazzam ayetler, İnsan Suresi’nin 5-22. ayetleridir.
                De ki: «İstediğinizi yapın; Allah, peygamberi ve mü’minler yaptıklarınızı görecektir. Sonra hepiniz, görülmeyeni ve görüleni bilen Allah'a döndürülecek­siniz. O size, yaptıklarınızı bildirecek­tir.»
                (Tevbe Suresi 105)

                Yorum


                  #9
                  Ynt: Hz.Fatıma’ya Ağıt

                  Allah Razı olsun kardeşim bu güzel paylaşım için...

                  Yorum


                    #10
                    Ynt: Hz.Fatıma’ya Ağıt

                    [quote author=ehlibeytin_izinde link=topic=13871.msg84454#msg84454 date=1274907907]
                    Allah Razı olsun kardeşim bu güzel paylaşım için...
                    [/quote]

                    Yorum


                      #11
                      Ynt: Hz.Fatıma’ya Ağıt

                      [quote author=segaleyn link=topic=13871.msg84460#msg84460 date=1274908944]
                      [quote author=ehlibeytin_izinde link=topic=13871.msg84454#msg84454 date=1274907907]
                      Allah Razı olsun kardeşim bu güzel paylaşım için...
                      [/quote]
                      [/quote]

                      Yorum


                        #12
                        Ynt: Hz.Fatıma’ya Ağıt

                        Rabbim cümlemizden razı olsun inş. Devamı gelecektir...
                        De ki: «İstediğinizi yapın; Allah, peygamberi ve mü’minler yaptıklarınızı görecektir. Sonra hepiniz, görülmeyeni ve görüleni bilen Allah'a döndürülecek­siniz. O size, yaptıklarınızı bildirecek­tir.»
                        (Tevbe Suresi 105)

                        Yorum


                          #13
                          Ynt: Hz.Fatıma’ya Ağıt

                          [quote author=Nasrallah link=topic=13871.msg84462#msg84462 date=1274909296]
                          [quote author=segaleyn link=topic=13871.msg84460#msg84460 date=1274908944]
                          [quote author=ehlibeytin_izinde link=topic=13871.msg84454#msg84454 date=1274907907]
                          Allah Razı olsun kardeşim bu güzel paylaşım için...
                          [/quote]
                          [/quote]
                          [/quote]Allah razı olsun kardeşim.. Aramıza hoşgeldiniz inş.
                          De ki: «İstediğinizi yapın; Allah, peygamberi ve mü’minler yaptıklarınızı görecektir. Sonra hepiniz, görülmeyeni ve görüleni bilen Allah'a döndürülecek­siniz. O size, yaptıklarınızı bildirecek­tir.»
                          (Tevbe Suresi 105)

                          Yorum

                          YUKARI ÇIK
                          Çalışıyor...
                          X