
Önsöz
Babasının vefatı üzerine yaslş Fatıma selâmullah aleyha’nın çektiği acıları, Fatıma’nın “Beyt’ül-Ahzan”ındaki figanlarıyla sessiz gözyaşlarından başka tasvir edebilen olmuş mudur acaba?!
Fatıma’sını duvarlarla kapı arasında görüp, onun pâk naaşını yıkarken, yediği tokat izinin morarttığı yüzüyle ezilmiş kolunu müşahede eden Ali aleyhisselâm’ın o sırada çektiği acı ve duyduğu ıstırabı ve onun alnındaki kırışıklarda şekillenen “insanoğlunun derdinin büyüklüğü”nü anlatabilecek ve tasavvurlara sığdırabilecek hangi yanık ağıt, hangi arifane ve sanatkârane mersiye var, bizzat Ali’nin sessizce süzülen kurban olunası o pâk gözyaşlarından başka?!
Cennet gençlerinin efendisi olan biricik ağabeyinin sevgili başını kanlı mızrakların ucunda gördüğü sırada Zeyneb’in çektiği o dayanılmaz acıyı, yine Zeyneb’in alnından süzülen kan damlalarından başka kim hakkıyla tasvir edebilmiştir şimdiye değin sahi?!
Eğer Zeynep selâmullah aleyha, uğruna canlar feda olunası sevgili ağabeyi Hüseyin’in kesik başını gördüğü zaman takat getirip de alnını tahtırevanın direğine vurmamış olsaydı, yaratılış âleminin elemlerini, hüzünlerini ve acılarını hakkıyla yorumlayabilecek birisi çıkar mıydı acaba?!
İnsanlık duygusu taşıyorsa eğer, yazanını yakıp kavuracak; yeryüzündeki bütün ağaçların sayısınca da olsa, yazan kalemleri kül edecek ve yeryüzü genişliğindeki bir defteri mahşere değin yakıp duracak dertlerdir bunlar...
Fatıma’nın gözyaşlarındaki dayanılmaz acı ve hüzün, onun “Beyt’ül-Ahzan”ında ariflerin takatini bugün bile kesmekte, “Ebrar”ın belini bükmekte ve “Evliyaullah”ın yüreğini kasıp kavurmaktadır hâlâ...
Fatıma’sının pâk naaşını yıkarken Ali’nin bağrı taşlı, gözü yaşlı hâlini satırlara dökebilmek, “Allah’ın Aslanı”nın o andaki hâlini kelimelerle ifade edebilmek mümkün müdür acaba?!
Nerede Esma? Ondan sorun...
Sorun ondan; o sırada Ali’nin gözpınarlarından süzülen sessiz gözyaşlarına teberrüken dokunmak isteyen meleklerin kolları kanatları tutuşuverip yanmamış mıydı?!
Şia tarihinin alnına böylesi derin kırışıklar düşüren bu tür dertlerdir işte... Bu dertler ki, yazılası değil, söylenesi değil, tasvir ve tasavvur edilesi değil...
Dert çok acı olursa yaraya benzetilir halk dilinde; yaranın en can yakıcı olanıysa ateşe... Yirmi beş yıl boyunca “gözünde diken, boğazında kemik kalmışçasına bir sükut”a tahammül eden Aliyy-i Murtaza’nın dertli yüreğinin acılarını hangi ateşe teşbih etmeli peki?!
Bu tür dertler “teşbih edilebilir” değil, bizzat “teşbihe kıstas”tırlar.
Ve Ehl-i Beyt’in mazlum tarihi bu tür dertlerle doludur.
Kerbelâ’nın mazlum âlemdarı, yiğit sancaktarı, vefakâr kardeş Ebulfazl’ıl-Abbas’ın -uğruna canlar feda- şahadeti karşısında ağabeyi Hüseyin’in dayanılmaz derdi gibi tıpkı...
Ve canlar feda olunası o Abbas’ın, oklanan su tulumu karşısında yüreğinin oklanır gibi olması... Fazilet, mertlik ve vefâkârlık timsali Abbas... Ve nihayet Kerbelâ’da; bir yandan gözleri önünde azizlerinin kanlar içinde teker teker kızgın kumlara düşüşünü seyrederken, bir yandan da susuzluktan yanıp kavrulan Resulullah ailesinin masum yavrucaklarının umutla beklediği kahraman kardeş, kahraman amca, kahraman baba, vefakâr Abbas’ın; kollarına inen kılıç darbelerini unutup o masum yavrucaklara taşıdığı su tulumunun oklanmasına ağlaması...
Canlar feda olunası Hüseyin’in; yine canlar feda olunası biricik ağabeyi Hasan’ın ciğerlerinin sinesinden parça parça, katre katre sökülüşüne şahit olup, bu tarifi imkânsız derdi sessizce bağrında tutabilmesi...
Ve, babasının mazlumane şahadeti karşısında Seccad aleyhisselâm’ın duyduğu tarifi imkânsız acı...
Ve art arda gelen dertler yığını... Bir yara kapanmadan diğerinin açılması... Bir kan gölü kurumadan diğerinin dolmaya başlaması...
Şia beldesinde, tarihi, kanın yazmakta olduğunu sanırsın! Kanun mazlumiyetinin...
Ve bu naçiz kalemin elinden gelebilecek tek şey; söz konusu mazlumiyet kitabının metnini yorumlayıp tanıtmak şöyle dursun, onun alfabesini bile okuyup sökebilme konusundaki aczini itiraftan başka bir şey değildir.
Ve Hamd Âlemlerin Rabb’ine.
Yorum