Duyuru

Daraltma
Henüz duyuru yok.

İmam ve Oğlu.

Daraltma
X
 
  • Filtre
  • Zaman
  • Göster
Hepsini Temizle
yeni gönderiler

    #16
    Ynt: İmam ve Oğlu.

    Güneşi Vurmuşlardı Leyla...
    Ali'n, Ali'n, İmamın Ali'si... Eyerden düşmemek için yavaşça eğilip kollarını boynuma doladı...

    Göz açıp kapayıncaya kadar ikimize de onlarca ok saplanmıştı.

    Ama öldürücü olan, Ali'nin boğazındakiydi...

    Allah'ım! Ona değil benim ciğerime saplansaydı keşke...

    Er meydanlarının kükreyen arslanını vurmuşlardı namertçe!..

    Ali'nin çektiği acıyı düşündükçe kahroluyordum.

    Ne yapacağımı bilemeden bir iki adım ileri geri gidip gelmedeydim.

    Ali'yi düşürmemeye çalışıyordum.

    Ve akbabalar ordusu, bir alçaklık örneği daha sergileyerek topluca saldırıya geçtiler. Ali'nin can çekişmekte olduğunu görmüşlerdi çünkü.

    Ben savaş meydanlarında büyüdüm Leyla.

    Bir arslanın kanlar içinde yere serildiğini görünce, yüreği kin ve haset dolu sırtlanlarla çakalların bir anda nasıl arslan kesiliverdiğini ve akbabalarla birlikte onun tepesine nasıl üşüştüklerini bilirim...

    Gerisini anlatamam artık sana Leyla... Mahşer gününe kadar da anlatmayacağım kimseye...

    Ta ki Rabb-ul âlemîn, kıyamet günü o manzarayı bütün mahlukatın gözlerinin önüne serinceye kadar...

    Silme göz yaşlarımı Leyla...

    Silme o titrek ellerinle; anlatmayacağım diyorum.

    Senin gözyaşlarını kim silecek şimdi?

    Kim teselli verecek sana Leyla?...

    Beni düşünme sen...

    Bu yaralar tek tesellim benim; bunca yarayla sabaha çıkmam ben nasılsa...

    Şimdi sen söyle n'olur, ağıtlarınla su serp birazcık ikimizin de yüreğine.

    Hz. Hamza'nın şahadetinde de duymuştum böyle ağıtları ben...

    ALLAH'ım Bütün Güzel Sözler Sana Söylemekle Güzeldir,Kırık Dökük de Olsa Kabul Eyle Sözlerimi.

    Yorum


      #17
      Ynt: İmam ve Oğlu.

      Vurulan Güllere Ağıt...


      Güneşimi semalarda vurdular

      Ak kumrumu al kanlara boğdular!

      Ayırdılar beni nazlı yârimden

      Biricik Ali'mden, Aliekber'imden

      Benim Ali'm Peygamber evlâdıydı

      Hüseyin'imin şanlı yadigârıydı.

      Zeyneb'in nazenin yeğeniydi o

      "Hala, Ali'n kurban!" diyeniydi o!

      Halan kurban olsun Ali'm, boyuna!

      Neler geldi yiğidimin başına?!

      Varın haber verin, ceddi ağlasın,

      Muhammed Mustafa, Cibril ağlasın!

      Fâtıma gözyaşı döksün Ekber'e,

      Aliyy-ül Murtaza! Hak sabır vere!

      Bir teselli verin İmam Hüseyin'e,

      Ekber'i oklandı, düşüyor yere!

      Sakine ağlasın, Leyla ağlasın

      Hüseyin'im ağlasın, Zeynep ağlasın!

      Yeryüzü, gökyüzü matem içinde

      Al'ekber oklanmış, kanlar içinde!

      Başınız sağ olsun ey Ehl-i Resul!

      Allah'ım! Kurbanın!.. Sen kabul buyur!


      ALLAH'ım Bütün Güzel Sözler Sana Söylemekle Güzeldir,Kırık Dökük de Olsa Kabul Eyle Sözlerimi.

      Yorum


        #18
        Ynt: İmam ve Oğlu.

        Son Kucaklaşma


        İnsanların ağıt yakmasına, dizlerini ve göğüslerini döverek ağlamasına nasıl da şaşardım önceleri...

        Ama benim de azizimi kaybetmemiş olmamamdandı bu...

        Göğsüne vurmak ne ki, yüreğim parçalanıyor benim şimdi.

        Aliekber'imi elimden aldılar...

        Gözlerimin önünde güneşi okladılar...

        Dolunayımı vurdular...

        Çırağımı üflediler...

        Yıldızımı paramparça ettiler...

        Ben ağlamayım da kimler ağlasın şimdi?

        Fili yere yıkar bu dert, at dediğin ne ki?

        Dün gece kendinden geçip oraya yığılıverdin öylece. Göğsüne vura vura o ağıtı okudun, okuyup ağladın; ağladıkça yeni ağıtlar yaktın Leyla!...

        Keşke Kerbelâ'da hiç bulunmasaydım ben!

        Görmeseydi gözlerim keşke orada gördüklerini!...

        O zaman bu ağır haberin rivayetini ben taşımazdım işte.

        Keşke kervanımız Medine'den ayrılırken sen o ağır hastalığa yakalanıp da düşmeseydin yataklara. O zaman bütün olanları bizzat kendi gözlerinle görür, beni bu ağır haberin yükünden kurtarmış olurdun.

        Ama hayır!... Neler söylüyorum ben?

        Dayanamazdın ki sen o sahneleri bizzat görmeye...

        Takat getiremezdin ki Ali'nin öylesine namertçe oklanışını seyretmeye...

        Tahammül edemezdin ki Hüseyin'inin (a.s) o perişan hâline...

        Şimdi bunları duyarken, bir gidip bir gelen şu garip canın, bir daha gelmemecesine giderdi o zaman.

        Bugünleri de mi görecektim Leyla?

        Hz. Resulullah'ın (s.a.a) atı diyerek bir zamanlar teberrüken boynuma sarılanların oklarıyla can verdi binicim...

        Ben de can çekişmekteyim işte onların oklarıyla.

        Keşke Ali'yle birlikte ben de can verseydim orada!

        Can verseydim de, görmeseydim Ehlibeytin şu perişan hâlini!...

        Ölseydim de keşke, görmeseydim şu bir gecede saçlarının nasıl ağardığını...

        Yaşlı kadınlar gibi yüzünün kırışlarla dolduğunu...

        Belinin büküldüğünü...

        Bir "Ali'm!", bir "Hüseyin'im!" diye kendinden geçip yere yığıldığını...

        Ah! Kalmasaydım keşke Ali'den sonra!...

        Ama...

        Neler diyorum ben? Ne gelir elden?

        Yüce Allah'ın takdiri böyle yazılmışsa, benim kısa bir süre sağ kalıp da o facianın canlı şahitliğini yapmam takdir olunmuşsa, sabretmekten ve tam bir teslimiyetle bu acıya katlanmaktan başka şey yakışır mı bana?

        İmam da Kerbelâ'da aynı şeyi yapmadı mı?

        Ah!

        Orada olup da İmamı (a.s) görecektin Leyla...

        Takdir-i ilâhîye Hüseyince teslimiyetin ne kadar zor olduğunu.

        Aliekber'inden sonra yeryüzü üzerinde hâlâ nefes alıyor olmanın insana ne kadar zor geldiğini görecek ve onun inanılmaz sabrına ve takatine bizzat şahit olacaktın.

        Ali oklandıktan sonra... Boğazını parçalayıp geçen o ölüm okundan sonra eyerin üzerinde iki büklüm olup da yere düşmemek için boynuma sarılınca...

        Dizginler parmaklarından sıyrılıp da kılıcı elinden düşünce...

        O sırtlanlar ordusunun vahşice naralarla nasıl saldırıya geçtiğini gören İmam, o küçük tepenin üzerinden doludizgin bize sökün etmiş.

        Ama o bize ulaşıncaya kadar sırtlanlar ordusu savunmasız Aliekber'i çoktan paramparça etmişlerdi bile...

        Bir anda bir asrın kinini boşaltmışlardı kılıçlarıyla, hançerleriyle, saldırmalarıyla...

        Göz açıp kapayıncaya kadar lime lime olmuştu yiğit Ali'nin o vücudu...

        Akrepler kusmuşlardı kinlerini acımasızca...

        İmam (a.s) ulaştığında, arslan gören sırtlanlar gibi her biri bir tarafa kaçmış, Aliekber'in cansız vücudu yavaşça yere kayıvermişti.

        İmam tarifi imkânsız bir acıyla; "Aliekber! Oğlum!" diye haykırmış ve henüz hızını alamayan Zü'lcenah'tan bir sıçrayışta atlayarak bize doğru koşmuştu.

        Vücudumdaki oklar ve aldığım kılıç yaralarına rağ-men ben ölmemiştim henüz; ama yarı cansız bir hâlde yere yığılmıştım.

        Ve olanlara ilk anda inanmanın şaşkınlığıyla, Ali'nin kanlar içindeki cansız vücuduna sürüyordum yüzümü.

        Bir defacık olsun kalkmasını, o gökler dolusu sevgiyle bakan gözlerini son bir kez bana çevirebilmesini görmek için.

        Ama nafile...

        Yelemden süzülerek gözlerimi dolduran kanları silemiyordum...

        O kanlı gözyaşları arasında İmamın (a.s) silvetini seçebildim.

        Telaşla diz çöküp Ali'nin başını kollarına aldı.

        O sırada Ali'sine nasıl baktığını görecektin Leyla!...

        Oğlunun, biricik Ali'sinin lime lime doğrandığını görünce, boynu bükülüverdi İmamın... Gözleri doldu... Ali'nin boynundaki oku çekip çıkardıktan sonra yüzünü sevgiyle onun kanlı yüzüne dayadı.

        Hıçkırarak ağlıyordu İmam... "Ali'm!" diyordu, "Koçum! Yiğidim! Nasıl kıydılar sana?"

        "Nasıl kıyabildiler Allah'ın Resulü'ne (s.a.a) bunca benzeyen bir insana?!"

        "Nasıl mateme boğabildiler deden Resulullah'ı?"

        "Nasıl yasa boğabildiler Fatıma Zehra'yı?!"

        "Aliyy-i Murtaza'ya ne diyecek şu güruh mahşerde?"

        "Ah, oğul! Boynumu bükük bıraktın gidişinle!"

        İmam (a.s) gözyaşları içinde Ali'sini kokluyor, öpüyor, onun uzun saçlarını okşuyordu.

        Yüzü ve sakalı Ali'nin kanına boyanmıştı.

        Doğrulup bir âh çekti.

        Dağlar, tuzla buz oldu âdeta nazarımda.

        Ve tekrar eğildi lâleler bahçesine inen kumrular gibi. Kanlar içinde lime lime olmuş Ali'sinin vücuduna şefkatle sarıldı, var gücüyle bağrına basıp öptü, öptü... Kokladı, kokladı; elvan elvan şahadet kokuyordu Ali...

        Buram buram Resulullah (s.a.a). Elvan elvan Mu-hammed-i Mustafa (s.a.a)...

        Ceddiyle görüşüyordu, belli...

        İmamı o hâlde görünce, kendi hâlimi büsbütün unuttum. Bütün gücümü ayaklarımda toplayıp, yaralarıma aldırmadan güç belâ doğruldum.

        Sarsıla sarsıla gözyaşı döküyordu İmam (a.s): "Ali'm, Ekber'im! Dağlar arslanı yavrum! Senden sonra ben dünyayı neyleyim?! Bekle beni Ali'm! Pek yakında baban da kavuşacak sana!"

        Güneş parlıyor muydu hâlâ o sırada, bilmiyorum...

        Bildiğim tek şey, güneşin vurulduğuydu.

        Fırat akıyor muydu hâlâ, bilmiyorum...

        Bildiğim tek şey, utancından bütün suların kuruduğuydu.

        Ne Ali babasından ayrılmak istiyordu, ne İmam (a.s) oğlundan.

        Ama takdire her ikisi de rıza vermişti ezelden...

        Aliekber'in şerha şerha dudakları âdeta şöyle haykırıyordu o sırada; "Vallahi söylediklerin doğru çıktı baba! Dedem Resulullah'la (s.a.a) birlikteyim şimdi! Kevser'den içirdi bana! Ebediyen susuzluğu tatmayacağım ben artık!"

        Ali'nin dudakları gülümsüyor gibiydi.

        İmam (a.s), Ali'nin pâk naaşından vakarla doğruldu. Dağlarca keder ve hüzün vardı yüreğinde.

        Ufka dikilen bakışları soruların en zorunu soruyordu Ali'sine: "Nasıl kıydılar sana Ali'm? Nasıl?! Resulul-lah'ın (s.a.a) nur çehresinin elma yarısı olan o dolunay yüzüne nasıl vurabildiler Ali'm?"

        "Annem Fatıma'nın (a.s) ahından korkmadı mı şu zalim kavim? Ceddim Resulullah'ın (s.a.a) gazabından çekinmedi mi şu sefiller güruhu?"

        "Kolay mı güneşi vurmak?! Enbiyanın timsaline el kaldırmak?! Âlullah'ı katletmek?!"

        "Ebediyen mutsuz olacaklar... Ebediyen huzursuz olacak sana kıyanlar. Ebediyen bereketsiz olacak bu topraklar, huzur yüzü görmeyecek artık bu belde... Kendileri gibi evlâtları da ilelebet huzura hasret kalacak, yüzleri gülmeyecek hiçbirinin..."

        İmam (a.s) kollarına almak istediyse de hemencecik bıraktı Ali'nin pâk naaşını.

        Paramparça etmişlerdi çünkü.

        Bir tarafından tutsa, öbür tarafının azaları kopup düşebilirdi.

        Tarifi imkânsız bir kederle doğruldu İmam...

        Gözünü ufuklara dikerek bir süre öylece kalakaldı.

        Cesedine de acımamış, naaşına da kusmuşlardı kinlerini...

        "Şahit ol Ya Rabbi!"

        Mahzun bir hâlde çadırlara yöneldi İmam (a.s)...

        Ama ben çadırlara fazla yaklaşmaya cesaret edemedim.

        Atı binicisinden, binicisini de attan sorarlar...

        Bunu biliyorum...

        İşte bu yüzden fazla yaklaşamadım çadırlara.

        Beni Aliekber'siz gören halası Zeyneb'e ne diyecektim?

        Ağabeyi Aliekber'in atının böylesine şerha şerha yaralı, kanlar içinde ve binicisiz olarak düşe kalka geldiğini gören Sakine'nin yüzüne nasıl bakacaktım?

        Ya küçük Rukayye?

        Ona ne diyecektim?

        Giderken nasıl da ağlayarak ön ayaklarıma sarılmış ve "Ukab, n'olur ağabeyimi götürme!" diye yalvarıp durmuştu.

        Beni görür görmez o minik adımlarıyla koşacak ve tıpkı giderken yaptığı gibi hemen gelip ön ayaklarıma sarılacaktı, biliyorum.

        Hayır, bu hâlimle çadırlara fazla yaklaşamazdım ben.

        Ayaklarıma sarılarak; "Ukab! Ağabeyimi getirmedin mi? Ağabeyim nerede, hani?!" diye sorup tatlı diller dökecek olan minik Rukayye'yle Sakine'ye ne diyecektim şimdi?

        Biraz ötede durdum, kimseye görünmemeye çalıştım. Bu haberi benim kanlı yelemden, vücudumdaki oklardan anlayacaklarına, varsın İmamın (a.s) ufuklarda takılı kalan o masum ve keder dolu bakışlarından anlasınlardı...

        Binicimin şahadet habercisi olamam ben.

        Dünyam kararmıştı... Hem... İmam (a.s) varken, bu haberi götürmek bana düşer miydi?

        Zaten çadırlara doğru gelirken, göz yaşlarının ıslattığı o mübarek yüzünü yanağıma dayayıp, sarsıla sarsıla ağlamış, kanlı yelemle yanaklarımı okşayarak; "Peki, öyle olsun!" demek istememiş miydi İmam?

        Zaten beni bu hâlde görenler, Aliekber'in başına geleni kolaylıkla tahmin edebilecek ve "Atı böyleyse, binicisine kim bilir neler yaptılar?!" diye olduğu yerde yığılıp kalacaklardı.

        Ama İmam (a.s) onları yatıştırabilir, biraz da olsa sakinleşmelerini sağlayabilirdi.

        Bense, şu hâlimle yaralarına tuz biber olurdum za-ten. Bu nedenle hiç görünmemek en iyisi.

        Çok geçmeden, Haşimoğulları gençlerinden birkaçının Ali'nin naaşına doğru geldiğini gördüm.

        Ortalarında beli bükülmüş, rengi sararmış, asırların acısını yüklenmişçesine adımları ağırlaşmış yaşlı bir adam vardı. Kabzasında duran kılıcına yaslanarak yürüyordu.

        İmamdı bu! Nasıl da çöküvermişti birdenbire Allah'ım?!

        Ali'nin lime lime olan naaşını götürebilmek için iki kişi yetmezdi; bunu gören İmam, yanında birkaç kişi getirme gereğini duymuştu.

        Haşimoğullarının gençleri bütün yarımadada meşhurdur. Daima vücutları dik, bakışları neşeli ve metindirler. Şimdi boynu bükük, bitkin ve mateme boğulmuş bir hâlde yaklaşan şu gençlerin Haşimoğulla-rından olduğuna kim inanır?

        Ali'nin naaşını hep birlikte kaldırabilmek için çok uğraştılar. Parça parça olmuş o mübarek naaşı yek vücut hâlde omuzlarında taşımaları pek güç bir işti doğrusu.

        Artık benim burada beklemem için hiçbir sebep yoktu. Ali'nin kanlar içindeki naaşını çadırlara götürüyorlardı işte.

        Benden soracakları bütün soruların cevabı Haşim-oğullarının omuzlarında, tekbir ve tehlil (lâ ilâhe illel-lah) sesleri arasında onlara doğru gidiyordu şimdi.

        Ben de çadırlara gidebilirdim artık. Bu acı haber, İmamın omuzlarında benden önce ulaşacaktı çünkü.

        ALLAH'ım Bütün Güzel Sözler Sana Söylemekle Güzeldir,Kırık Dökük de Olsa Kabul Eyle Sözlerimi.

        Yorum


          #19
          Ynt: İmam ve Oğlu.

          Zeynep...
          Çadırlardan birini şehitlere ayırmışlardı.

          Aliekber'in kanlar içindeki lime lime olmuş naaşı-nı, şüheda çadırına götürdüklerinde, kadınlardan birinin telaşla koştuğunu gördüm.

          Zeynep'ti... Kerbelâ'nın dişi arslanı...

          Kendi oğullarının kara haberinde gözyaşlarını herkesten gizleyen Hz. Zeynep, hüngür hüngür ağlıyor; "Ali'm! Halan kurbanın olsun yiğidim!" diye koşuyordu.

          Tahammülü çok zor bir manzaraydı bu.

          "Ali'm! Canım yavrum! Oğlum! Nasıl kıydılar sana civanım?!"

          Diğerlerinin kendisini engellemesine fırsat vermeden Ali'nin kanlar içindeki naaşına kapandı:

          "Aman Allah'ım! Neler getirdiler civanımın başına? Ali'm, nasıl kıydılar sana Ali'm?! Nasıl kopardılar dalından henüz açmayan goncamı? Gençliğinin baharını nasıl hazana çevirebildiler? Nasıl? Ali'm! Oğlum! Bir tanem! Kara gözlerine kurban olduğum! Sensiz ne yaparız biz şimdi yavrum!? Deden Resulullah'a (s.a.a) ne cevap verecek sana kıyanlar?!"

          Ah! Zeyneb'in ağıtları dayanılır gibi değildi Leyla!

          O, öylesine acıyla; "Oğlum! Yavrum! Ali'm!" diye haykırmasaydı bile, o dövünmesi, o perişan hâli, herkesin onu Ali'nin annesi zannetmesine yeterliydi.

          Keşke orada olsaydım, deme Leyla. Sen zaten oradaydın... Zeynep, Leyla'ydı Kerbelâ'da!...

          İmamdan (a.s) başka kim girebilirdi ki onunla Ali-ekber'i arasına?

          İmam (a.s) yavaşça omuzlarından tutup onu kaldırırken...

          Şefkatle bağrına basıp; "Yüce Allah bütün bunlara şahittir bacım, her şeyi görmede O! Sabret! Adalet, bir gün yerini bulacak elbet!" diye gözyaşlarını silip, onu yatıştırmaya çalışırken, Zeyneb'in Ali'ye uzanan çaresiz ellerini görecektin Leyla!

          Sicim gibi gözyaşları döküyor, gözlerini bir türlü a-yıramıyordu Ali'sinden...

          Ya ben?

          Ali ye mi ağlıyordum o sırada, Zeyneb'e mi yoksa?

          Bilemiyorum...

          İmamın (a.s); "Onları Kerbelâ'ya getirdiğine pişman mı oldu yoksa?" diye düşünmemesi için kendi oğullarının kanlar içindeki naaşı çadırlara getirildiğinde, bir damla dahi gözyaşı dökmeyen ve kendisine başsağlığı vermeye gelen İmama (a.s) şefkatle sarılarak sevgi ve sabır dolu bir sesle; 'Allah seni başımızdan eksik etmesin ağabey! Bunlar ne ki, bin oğlum olsa uğruna feda!' diyerek ağabeyine gülümseyen Zeynep'ti çünkü bu!..

          Ali'nin naaşını görünce, beni rahat bırakırlar sanmıştım. Ama bu feci şekilde parçalanmış naaşı fazla seyretmemeleri için İmamın oradaki kadınlarla çocuk-ları çadırdan çıkarması üzerine, ağlayıp figanlar ederek bana doğru koşmaya başlamıştı hepsi de!

          En önde de küçük Sakine'yle Rukayye var hem de!

          Aman Allah'ım!

          Korktuğum başıma gelmişti işte!...

          Sırtımdaki boş eyerin hesabını nasıl verecektim ben şimdi Zeyneb'e?..

          Rukayye o minik elleriyle ayağıma sarılmıştı bile işte!

          Aman Allah'ım!

          Kim dayanabilir bunca acıya?

          Sırtıma, sağrılarıma ve boynuma saplanan oklar değil; şu masum yavrucakların bakışlarındaki sorular öldürecek beni...

          İmam; "Sakin ol yavrum!" dediğinde, Sakine şöyle hıçkırıyordu:

          — Mümkün mü baba? Ağabeyimi nasıl o hâle getirdiler?!"

          — Sabırlı ol yavrum! Unutma ki hepimiz Allah'tanız ve hepimizin dönüşü sonunda yine O'nadır. Ağabeyin de Rabbine döndü Sakine'm, ağlama yavrum. Senin göreceğin çok felâketler var daha!

          Neler söylüyordu İmam?!

          Ne demek istiyordu Sakine'ye?!

          Aliekber'in şahadetinden daha büyük bir acı olur muydu?

          Bundan daha büyük acılar mı vardı yani bizi bekleyen?!

          Yeleme sarılan kadınların hıçkırıklarıyla bu düşüncelerden sıyrıldım.

          Korktuğum şey başıma gelmişti işte.

          Başımı öteye çevirip, başka tarafa bakıyormuş gibi yaptım.

          Benim de ağladığımı görmelerini istemiyordum.

          Bu sırada adını bilmediğim küçük bir erkek çocuğu gelip, Sakine'nin yanında durdu. Boyu göğsüme ancak varıyordu. Ellerini vücudumdaki kanlara bulayıp elbiselerine sürmeye başladı, bir yandan da sessizce ağlıyordu.

          Niçin böyle yaptığını anlayamadım; ama gözyaşla-rımı da engelleyemedim.

          Bakışlarına dikkat ettiğimde, gözbebeklerinde kendimi değil; Aliekber'i gördüm. Demek ki bana bakarken Ali'yi görüyordu o, onun paramparça doğranmış kanlar içindeki naaşını, toza toprağa bulanmış yüzünü seyrediyordu bende...

          ALLAH'ım Bütün Güzel Sözler Sana Söylemekle Güzeldir,Kırık Dökük de Olsa Kabul Eyle Sözlerimi.

          Yorum


            #20
            Ynt: İmam ve Oğlu.

            Rukayye...
            Büyükleri atlatmak, onları sineye çekmek kolay; ama şu çocuklar... Olmuyor...

            Öyle bakıyorlar ki birden...

            O masum bakışları, o kahredici gözyaşları, o dayanılmaz boyun büküşleri, "Biz kimsesiz. Ne yapacağız şimdi şu çölün ortasında?" diye diye bağrımı delen o ıslak kirpikleri...

            Hele o ufacık boylarına rağmen döktükleri dilleri...

            Şu Rukayye meselâ...

            Üç dört yaşlarında ya var, ya yok...

            Ama öldürse, onun kahrı öldürecek beni...

            Nasıl da ağlıyor, nasıl da bükmüş o ince boynunu öyle...

            Ayağıma sarılmış, bırakmıyor...

            Bir yüzüme, bir ayaklarımdan süzülen kanlara, bir kanlı yeleme bakıp ağlıyor, ağlıyor...

            Hele o diller...

            Nasıl da dil döküyor öyle...

            Dayanmak mümkün değil.

            Allah'ım! Tez elden canımı alaydın da duymaz olaydım şu masum yavrucağın sözlerini, onun dilinden dökülen her kelime koca bir mızrak gibi parçalıyor böğrümü:

            "Ağabey! Neredesin? Aliekber'imiz hani? Ukab, ağabeyime no'ldu, sen söyle! Neden onu da getirmedin ya? Nerede düşürdün ağabeyimi Ukab?"

            "Hani arkadaştık seninle? Peki sevgili abim hani? Nerelerde kaldı, başına neler geldi?"

            "Bu kanlar kimin Ukab? Niçin her yanın oklanmış senin? Ağabeyim nerede? Evimizin çiçeği, odamızın çırağı..."

            Şu küçücük çocuk nerede öğrendi bunları Allah'ım?

            Şu bir gün zarfında o kadar ağıtlar yakıldı ki, ağıt yakıp gözyaşı döken yaslı kadınların yanında, Rukayye on yaş birden büyümüştü sanki...

            "Ukab! Ağabeyimin kara kartalı! No'ldu sana böyle? Senin hâlin buysa, ağabeyimin başına neler geldi kim bilir? Eyvah ki, eyvah!"

            "Ağabeyi N'olur gel... Gel de havaya at beni, sakalınla boğazımı gıdıkla, omuzlarına al beni, kollarımdan tutup çevir beni, tek elinle havaya atıp yakala beni."

            "Ağabey, neredesin? Gel, n'olur!.. Babam sensiz ne yapacak şimdi? Onca düşmanla nasıl baş edecek şimdi? Ukab! Ağabeyim nerede?"

            Ah...!

            Şunun dilleri öldürecek beni!

            Biri gelip şu Rukayye'yi götürmezse, dertten düşüp öleceğim şuracıkta.

            Onun o tatlı dilleri, diğer kadınların da yarasını deşiyor, şimdi daha şiddetli ağlıyorlar.

            Sakine Rukayye'ye sarılıyor, birlikte ağlaşıyorlar...

            Halaları Zeynep gelip her ikisine de sarılıyor...

            Gözyaşı... Matem... Yas... Keder... Acı, elem, azap... Ayaklarımın önünde yığılıveriyor üçü de...

            ALLAH'ım Bütün Güzel Sözler Sana Söylemekle Güzeldir,Kırık Dökük de Olsa Kabul Eyle Sözlerimi.

            Yorum


              #21
              Ynt: İmam ve Oğlu.

              Secde Eden Yapayalnız...
              Çocuklardan sonra beni en çok kahreden, İmamın (a.s) yiğit kardeşi Abbas'ın hâliydi... Kerbelâ'nın eşsiz kahramanı Ebu'l Fazl Abbas...

              Aliekber'in canından çok sevdiği biricik amcası...

              Amcaları içinde Hz. İmam Hasan'dan (a.s) sonra, Ebu'l Fazl Abbas'a apayrı bir düşkünlüğü vardı Aliek-ber'in...

              Onun da Aliekber'e...

              Bu amcayla yeğen, vurgunlardı birbirlerine.

              Onlar kadar birbirine düşkün, onlar kadar birbirini seven amca-yeğen görmedim ben...

              Ali'yi pek ama pek severdi Abbas...

              Ve şimdi biraz ötede durmuş, etrafımı saran kadınlara bakıyor yaşlı gözlerle...

              Ayaklarıma sarılıp; "Ukab! Ağabeyim nerede?" diye diller döken Rukayye'yle Sakine'ye baktıkça dudak-larını ısırıyor Abbas.

              Bir elini yüzüne tutsa da...

              Ağladığını kimselerin bilmesini istemese de...

              Ben görüyorum gözyaşlarını onun...

              "Ali'm!" diye haykıran kardeşi Zeyneb'e baktıkça, ölüyor Abbas...

              "Ağabey!" diye ağlayan küçük Rukayye'yle Saki-ne'yi duydukça, ölüp ölüp diriliyor Abbas...

              İmamının, canından çok sevdiği ağabeyi İmam Hüseyin'in (a.s) ufuklara daldığını gördükçe, can veriyor Abbas...

              Kadınları bir kenara itip bana sarılmak istiyor, biliyorum...

              O güçlü kollarını boynuma dolayıp kanlı yelemi okşamak, doyasıya gözlerimi öpüp koklamak istiyor, biliyorum...

              Ama yapmıyor...

              Yapamıyor...

              Ali'den sonra kimi var artık İmamın (a.s) Abbas'-tan başka?...

              Duygularına hakim olmak zorunda, biliyorum...

              Duygu değil, fırtınalar kopuyor Abbas'ın kan ağlayan yüreğinde, biliyorum.

              Var gücüyle haykırmak istediğini, sinesinde güç-belâ tuttuğu volkanını püskürtmek istediğini, dövüne dövüne doyasıya ağlamak istediğini biliyorum...

              Ama o, gerçek anlamda bir irade ve azim timsalidir de aynı zamanda.

              Bunu karşımızdaki düşmanlar bile bilir...

              Onun irade, azim ve ruhundaki gücün, pazılarındaki o acı kuvvetten kat kat fazla olduğunu bilmeyen yoktur.

              Hem... O da ağlayıp kendisini koyuverecek olsa, kim kalır yasa batmış olan bağrı yanık bunca mazluma teselli verecek?

              Kim kalır diğerlerini sakinleştirecek?

              Kim kalır yürekleri eriyip, zerreye dönüşen bunca kadınla çocuğa yürek verecek...

              Bu nedenledir ki, ağlamıyor Abbas...

              Gayr-i ihtiyari gözlerine hücum eden volkan misali damlaları da gizleyiveriyor herkesten...

              Kadınlar ağlayarak içlerini boşaltabiliyorlar en azından...

              Dilediklerince ağıtlar yakıp, gözyaşları dökerek ha-fifletebiliyorlar kan ağlayan yüreklerini...

              Ya Abbas? Herkese teselli oluyor o...

              Ağlamıyor bu yüzden...

              Onun içinden geçenleri bilseler kadınlar, beni bırakıp Abbas'ın etrafını saracak, onunla ağlaşmaya baş-layacaklar...

              Onun Ali'sine yaktığı sessiz ağıtları duysa aklı başından gidecek Zeyneb'in, ruhu bedeninden sıyrılıp uçacak minik Rukayye'yle Sakine'nin...

              Bu yüzdendir ki, susuyor Abbas...

              Kan ağlayan yüreğini güçlü avuçlarına alıp sıkıyor sanki...

              Aliekber'i kaybetseler de Abbas'la teselli buluyor Ehlibeyt çünkü.

              Bu yaralı yüreklerin merhemi Abbas'tır şimdi...

              Çocuklar, Abbas amcalarının kollarına atılınca rahatlıyorlar. Onun ve İmamın sakin hâli herkese sükun bahşediyor.

              Abbas, ağabeyi İmam Hüseyin'in (a.s) hem sağ kolu, hem sol kolu olması gerektiğini biliyor şimdi...

              İmamının (a.s) gücü, sırtını dayayabileceği dayanağıdır artık o...

              Ehlibeyt'in çadırının direği, yaşlı gözlerin aydınlığı, yaslı yüreklerin dinginliğidir artık o...

              Bu nedenledir ki, ruhumu yakıp kül etmede Ab-bas'ın o hâli. İşi çok zor onun çünkü...

              Hem ağlamaması, hem ağlayanları sakinleştirip moral vermesi gerekiyor. Kendi içiyse paramparça...

              Kendi yüreğiyse kan dolu...

              Güçlü kollarıyla sarıyor Kerbelâ yetimlerini.

              Gücü bir yana, Ali'siyle birlikte onun da ruhu bedeninden ayrıldığı hâlde, nereden alıyor bunca gücü Abbas?

              Ne dersin Leyla? İmamdan (a.s) mı? Haklısın. Ali-ekber'in de bütün gücünü İmamdan (a.s) aldığına göz-lerimle şahit oldum ben.

              Ve şimdi Abbas ne kadar da mazlum...

              Kamer-i Benî Hâşim; Haşimoğullarının parlak ayı.

              Sakka-yı Kerbelâ; Kerbelâ'nın sucusu!

              Yaralı yüreğine, bükülmez bileğine, kurban olunası yiğitler yiğidi, edep ve mertlik timsali vefakâr Ab-bas...

              Gözyaşlarını o silmede herkesin, Ali'nin kor ettiği yüreklere onun sükun dolu bakışları teselli vermede ama. Ya ona? Onu kim teselli verecek şimdi?

              İmamdan (a.s) başka kimi kaldı Abbas'ın? Ağabeyi Hüseyin'den (a.s) başka kimi var şimdi onun?

              Ah Leyla! Hâlâ yaşıyor olmama bunca kahretmemiştim hiç! Aliekber'siz neye yararım ben?

              Ondan sonra yaşayıp da ne yapacağım sanki?

              Yelemi okşama Leyla, teselli etmeye çalışma beni.

              Tadını boğazından okladılar hayatımın...

              Tuzunu kaçırdılar yaşamımın...

              Yaralarımı tımar etme artık, n'olur...

              N'olur iyileştirmeye çalışma beni Leyla...

              ALLAH'ım Bütün Güzel Sözler Sana Söylemekle Güzeldir,Kırık Dökük de Olsa Kabul Eyle Sözlerimi.

              Yorum


                #22
                Ynt: İmam ve Oğlu.

                Hafiflemek İstiyorum Artık...

                Ali dün sırtımdaydı...

                Onu bu kadar neşeli görmemiştim hiç!

                Bir solukta Hz. Resulullah'ın (s.a.a) yanına vardık.

                Beni neşeli binicimle birlikte görünce, nasıl sevindi bir bilsen...

                Mübarek elleriyle yelemi okşadı.

                Yelem kanlıydı...

                Birden, Ali'nin karşımda durduğunu gördüm.

                "Gel Ukab!" diyordu, "Gel artık vefakâr dostum be-nim...!"

                Yanında dedesi Hz. Ali'yle (a.s) ninesi Hz. Fatıma (a.s) vardı.

                Kollarını Aliekber'in boynuna dolamış, gülümseyerek bana bakıyorlardı.

                "Aliekber seni pek seviyor Ukab!" dedi Hz. Ali (a.s) ve Resulullah da (s.a.a) katıldı onlara: "Gel Ukab, hepimiz özledik seni, gel artık!"

                Ne kadar güzel bir rüyaydı, Allah'ım!

                Evet...

                Hayatımın son gecesi bu Leyla...

                Boşuna tımar etme yaralarımı.

                Sevgili Ali'nin tek yadigârı olduğumdan beni kaybetmek istemediğini biliyorum.

                Yelemi okşayıp sırtımı sıvazladıkça, bir nebze de olsa içinin ferahladığını biliyorum

                Biliyorum ki, benim yaralarımla birlikte senin yaraların da biraz iyileşmiş olacak...

                Yaralarıma sürdüğün merhemlerin kendi yüreğine de damla damla su serptiğini biliyorum.

                Ama ben gidiyorum artık Leyla...

                Vefamı ispatlamalıyım beni çağıranlara...

                Hepsini de canımdan çok seviyorum çünkü... Hepsi de; "Gel artık!" dediler bana rüyamda...

                Bugün bütün dertlerim son bulacak.

                Acılarım dinecek...

                Yaralarım artık kapanacak...

                Bu ağır ve yaralı gövdemi toprağa bırakıp, yücelere kanatlanacağım bugün...

                Kuşlar gibi hafifleyivereceğim bir anda...

                Ağlama n'olur...

                Tebessüm et Leyla...

                Aliekber'e gidiyorum ben...

                "Vedalaşırken annen ağlıyordu." diyemem ki ona!

                Ağlama öyle, n'olur...

                Bugün şu küçük bahçe biraz genişlemiş olacak benim gidişimle.

                Sana her gün teselli vermeye gelen Haşimoğulla-rının kadınları da, yarından itibaren kınamayacak artık seni.

                "İmam Hüseyin'in (a.s) eşi, Aliekber'in annesi Ley-la aklını kaçırmış!" diyemeyecekler artık...

                "Zavallı Leyla cinnet geçiriyor... Oğlunun ölmek üzere olan atının yanı başına oturup, saatlerce konuşuyor onunla, karşılıklı ağlıyorlar ikisi de!" diyemeyecek-ler artık.

                "Zavallı hayvan zaten ölmek üzere! Ama Leyla ha bire yaralarını sarıp tımar ediyor, son nefeslerini veren hayvancağızı iyileştirmeye çalışıyor boşuna!" diye acıyarak bakmayacaklar sana artık.

                Onların sana; "Çıldırmış zavallı" dediklerini ve acıyan gözlerle baktıklarını fark etmediğimi mi sanıyorsun? Ben bir atım; ama varlık âleminin en üstün yaratıklarını sırtımda taşıdım ben.

                Ashab-ı Kehf'in köpeği Kıtmir'in nasıl manevî bir makama ulaştığını bilirsin...

                Ne Peygamberini ve İmamını tanıyan benim o köpekten eksik tarafım var, ne de Hz. Peygamberle (s. a.a) İmam Ali'nin (a.s), İmam Hasan (a.s), İmam Hüseyin (a.s) ve Aliekber'in (a.s) o gençlerle kıyaslanabilecek bir yanı.

                Benim 110 yıldır bizzat menzilinde yaşadığım yolun başlangıcındaydı daha onlar...

                Fahr-i kâinat hazretleri Muhammed-i Mustafa'nın (s.a.a) munisiydim ben...

                Ondan sonra da onun öz be öz kendi evlâtlarının...

                Ve derken... Teşabühünde hiç hata olmayan, ceddi Resulullah'ın (s.a.a) emsalsiz aynası Aliekber'in...

                Ama, Ashab-ı Kehf'le çok benzer yanları var Ker-belâ Kervanının...

                Onlar gibi Haşimoğullarının gençleri de yapayalnız kalıverdiler gurbet ellerde... Binlerce düşmana karşı tek başına!...

                Müşriklerden kaçarken yine müşriklere müptelâ o-lan, onların biatlerine rağmen yine onların kılıçlarıyla can veren Kerbelâ mazlumları... Ahdine vefa etmeyen, biatini bozan, İmamını öldüren sadakatsiz ümmetin kurbanı Kerbelâ mazlumları...

                Gurbetteki garipliklerindendi belki de kim bilir... Belki de kıyamlarının gurbetindendi bu benzerlik...

                Bu yüzdendi belki de, İmam Hüseyin'in (a.s) mızrağa takılan kesik başının Kehf Suresini tilâvet ediyor olması:

                "Yoksa sen, Ashab-ı Kehf ve Rakîm'i bizim şaşılacak ayetlerimizden mi sandın?... Onlar, Rablerine inanmış gençlerdi ve biz de onların hidayetlerini artırmıştık... Kıyam ettiklerinde demişlerdi ki: "Bizim Rabbi'miz, göklerin ve yerin Rab-bidir, biz ilâh olarak O'ndan başkasına kesinlikle tapmayız!... Şunlar bizim kavmimizdir; O'ndan başkasını ilâh edindiler..." [1]

                Evet Leyla, "Ukab böyle şeyleri bilmez." deme!

                Bizim birçok şeyi insanlardan daha iyi idrak ettiğimizi bilmez misin? Birçok konuda onları geride bıraktığımızı görmez misin?

                Kerbelâ'da; önce İmama (a.s) biat mektupları gönderdiği hâlde, sonra biatini çiğneyip, İmamına kılıç çeken ve kendi ahdine ve dinine ihanet ederek "Peygamberin halifesi" adına "Peygamberin ailesini kılıçtan geçiren" ve "Müslüman"lık iddiasında da bulunan ve o vefa ve sadakat yoksunu sefiller güruhunda, benim veya Ashab-ı Kehf'in köpeği Kıtmir'in vefa ve sadakatimizin zerresinin bulunduğunu kim söyleyebilir?

                Nefislerinin ve şeytanın bineği olan o alçaklar güruhuyla, Allah Resulü (s.a.a) ve nurlu oğullarının (a.s) bineği olan beni, hangi vicdan ve akıl kıyaslayabilir?

                Rabb-ul âlemîn hazretlerinin (c.c) her şeyi vesilelerle mümkün kıldığını ve bizi de birer vesile olarak yarattığını kaç kişi bilir? Kaç kişi inanıyordur bildiği gerçeklere?!

                Dünkü olayı hatırlasana! Devesiyle bizim evin yanından geçen bir adam senin ağladığını duyunca, durup yere iniyor ve "Leyla'nın öldürülen kocasıyla oğluna ağladığını" öğrenerek devesine binip yoluna devam ediyor.

                İnsanlar bu kadarını bilebildiler işte. Ama hepsi bu değildi... O deveyi tanıyordum ben!

                Eğer o durup da yere çökmeseydi, sırtındaki o adam da diğer nicesi gibi gelip geçecek ve duyduğu ağlama sesini, çarşı pazardan gelen nice seslerden birine benzeterek uzaklaşıp gidecekti.

                O deveyi Kerbelâ'da da gördüm ben...

                Düşman ordusunun saflarında gem vurulmuş, dizginlenmişti.

                Sa'd oğlu Ömer'le İmam (a.s) müzakere ederken o bana yaklaşmış ve; "İmamın saflarına geçmek, ona sığınmak, İmama iltica etmek istiyorum!" demişti.

                Bu işin sonunu tahmin ettiğimden; "İmamın (a.s) küçük çocuklarının bile sığınağı yok! Sen bulunduğun yerde elinden geldiğince bir şeyler yapmaya çalış!" de-dim.

                Dün bizim duvarın yanında yere çökünce, her şeyi anlattı bana.

                Sözünü tutmuş ve gerçekten elinden gelen her şeyi yapmış kendi saflarında!

                Sırtına kimsenin binmesine izin vermemiş!

                "İmam Hüseyin bu!" demiş, "Hz. Peygamber efendimizin evlâdı! Ona kılıç çekeni sırtıma almam ben!" demiş!

                İyice huysuzluk etmiş.

                Bunun üzerine Sa'd oğlu Ömer'in yakın adamlarından olan o yörenin tanınmış usta süvarisi Esbağ b. Şeys, onu ehlileştirebilmek için sırtına sıçrayıvermiş; ama o, Esbağ'ı bir çırpıda beyni üzerinde yere savurarak gemi azıya alıp, süratle düşman ordusunun ortasına dalmış, önüne geleni ezip geçmiş, ısırmış, tekmelemiş... Birçok insanı böylece saf dışı bıraktıktan sonra Medine'nin yolunu tutup, çölü tek başına geçmiş ve birkaç gün sonra Medine'ye varmış!

                Oğlunun atıyla konuştuğun ve bir atla dert ortağı olduğun için seni kınayan o alaycı ve akılsız insanların hangisi anlayabildi bu gerçeği?

                Hem... Benimle dert ortağı olmasan, sen de bilme-yecektin bunları Leyla...

                Sen de anlayamayacaktın bu olup bitenleri...

                Tıpkı o deveyi Medine'de süvarisiz görüp de; "Hay-vancağız ürkmüştür mutlaka!" diye bilgiç tavırlarla başını sallayan Medineliler gibi...
                ALLAH'ım Bütün Güzel Sözler Sana Söylemekle Güzeldir,Kırık Dökük de Olsa Kabul Eyle Sözlerimi.

                Yorum


                  #23
                  Ynt: İmam ve Oğlu.

                  Ağla... Sen de Ağla Güneşe...
                  Daha neler mi biliyorum?..

                  Çok şeyler...

                  Allah'ın Resulü (s.a.a) ve Resulü'nün velileriyle ge-çen bir asırlık bir ömrün birçok kimseye örtülü kalan nice hakikatleri.

                  Vefa ve sadakat isteyen nice sırları taşımaktayım şu yaralı sinemde ben...

                  Ama bunlardan başka ne anlatabilirim ki sana?

                  Vakit yaklaşıyor işte...

                  Son nefesler bunlar...

                  Dünya olanca ağırlıklarıyla canlıların olsun.

                  Ben hafiflemek, kanatlanıp yücelere uçmak istiyorum.

                  Bir lahza olsun kalmak istemiyorum artık Leyla...

                  İnan, dayanamıyorum.

                  Medine'ye dönerken o savunmasız kadınlarla o masum yavrucakların başına yollarda neler getirdiklerini bilemezsin...

                  Benim gördüklerimi görseydin sen de dayanamazdın Leyla...

                  Allah Resulü'nün (s.a.a) ailesiydi onlar... Resulul-lah'ın (s.a.a) Ehlibeyti (a.s) ...

                  "Aranızda iki ağır ve değerli emanet bırakıyorum: Allah'ın kitabı (Kur'ân) ve itretim (soyum) olan Ehlibeytim...!"

                  Evet, bu Sekaleyn Hadisinde geçenlerdi onlar Ley-la!...

                  "De ki: Sizden, yaptıklarıma karşılık hiçbir ücret istemiyorum; yakınlarımı sevmenizden baş-ka!..."[2]

                  Bu Meveddet Ayetinde geçenlerdi onlar Leyla!..

                  Nasıl kahrolmam ben?

                  Bu Ehlibeyt'in bütün erkekleri kılıçtan geçirildi Kerbelâ'da...

                  Bu "yakınlar"ın bütün kadınlarıyla çocukları zincirle prangalara vurulup, esir edildi Kerbelâ'da...

                  Babaları, ağabeyleri, amcaları, dayıları...

                  Ve İmamları...

                  Her şeylerini bir anda yitirip, bütün azizleri bir günde gözlerinin önünde lime lime doğranan o masum yavrucaklar .

                  O yetimler...

                  O öksüzler...

                  Kırbaçlanarak götürüldüler Kerbelâ'dan...

                  Sille-tokat altında...

                  Resulullah'ın (s.a.a) çocuklarıydı onlar Leyla!...

                  Resulullah'ın (s.a.a) ırzı, onun namusuydu o kadınlar Leyla!

                  Ve "İki ağır ve değerli emaneti"nden biri olan Ehlibeyti'ne bütün bunları reva görenler, o yüce hazretin bizzat kendi ümmetiydi yine!

                  Bana nasıl "kal" diyebilirsin Leyla?

                  Bütün bunları şu gözlerimle görüp de hâlâ can vermemiş olmam, bir mucize değil mi gerçekten?

                  Bu kalışın hikmeti, o kanlı rivayeti sana aktarmamdı belki de, kim bilir?

                  Ama... Gerçekleri en doğru hâliyle diğer Ali anlatacak sana nasılsa...

                  Ali b. Hüseyin...

                  Aliyy-i Avsât (a.s)...

                  O hayatta, evet!...

                  Allah'ın takdirini kim değiştirebilir?

                  Allah-u Azze ve Celle hazretleri, yeryüzünü bir lahza olsun imamsız bırakır mı Leyla?

                  Yeryüzü hüccetsiz kalır mı hiç?!

                  "Çok secde eden" var, korkma!

                  "İbadet edenlerin süsü, ziyneti"!

                  Çok acılar çekti ama o...

                  Sana her şeyi anlatmasını bekleme...

                  Zaten "Kerbelâ"nın tamamını sadece o yaşadı Ley-la!...

                  İmam Hüseyin'den (a.s) sonraki Kerbelâ'nın İmamı oldu o!

                  Ümmeti de Zeynep!

                  Evet Leyla, Allah'ın mucizesi bu.

                  Üç Ali'den ikisi hücceti tamamlayıp gitti...

                  Üçüncü Ali, hüccet ve delil olarak kaldı şimdi insanlara...

                  Yezid'in sarayında zincirlere vuruldu diğer esirler-le, kadınlarla, çocuklarla...

                  Onun gelmesini bekle!

                  Kerbelâ'yı ondan dinle Leyla!...

                  Dinle ve duymayanlara anlat!...

                  Artık bu haberin bir habercisi de sensin şimdi.

                  Kerbelâ'dan bir iz var artık senin ruhunda...

                  Ve Kerbelâ'dan bir mesaj var senin de omuzlarında Leyla!

                  Demin anlattıklarım, Kerbelâ'nın köşesinden, bucağından bir haberdi aslında.

                  Kerbelâ'nın tamamını kim anlatabilir sana İmamın oğlu "Zeynelâbidin"den başka?

                  Ben Aliekber'i anlattım sadece...

                  İmamını diyemedim Leyla...

                  Sevgili eşin Hz. Hüseyin'in (a.s) şahadetinden hiç bahsedemedim sana.

                  Ama bunları dinledikten sonra Kerbelâ'nın İmamının şahadetini de dinleyebilecek hâle geldin şimdi.

                  Onu da ortanca Ali (a.s) ile Zeynep anlatacak sana.

                  Dinlemeye takat getirebilecek misin, bilmem...

                  Kerbelâ'nın asıl kısmı orasıdır zira...

                  Beni bırak artık, Aliekber'den sonra geçen şu birkaç günü de cansız yaşadım ben zaten...

                  İmam Hüseyin'i (a.s) sormak istiyorsun şimdi, biliyorum...

                  Ama o, en zor haberi Kerbelâ'nın Leyla...

                  İmamın Ali'den sor onu...

                  Seccad'ından, Zeynelâbidin'inden...

                  O sırada ateşler içinde kıvranan...

                  Ve buna rağmen çadırlardan yükselen her şiveni duyduğunda yerinden doğrulmaya, kılıcını kuşanmaya çalışan...

                  Parmağını bile kıpırdatacak mecali olmadığı hâlde, duyduğu her ağıtla bin kez ölen...

                  Duyduğu her şivenle bin kez can veren

                  Ve nihayet halası Zeyneb'in; "Eyvah! Gidiyor musun ağabey?!" feryadını duyunca, insanüstü bir gayret sarf edip, zırhını giyinip, silâhlarını kuşanan ve kılıcının kabzasına yaslanarak çadırın önündeki örtüye kadar yürüyen Ali Seccad'ın...

                  Çadırın önünde son takatini de harcayarak elini perdeye atan ve babasının yardımına koşmak için son gayretini harcayan...

                  Ama savaş meydanına doğru doludizgin uzaklaşan babasını gözyaşlarının sisli perdesinde seyretmekten başka bir şey yapamayan...

                  Ve hiçbir şey yapamamanın bu dayanılmaz acısıyla bin kez can verip, çadırın önünde yere yığılmak üzereyken halası Zeyneb'in yardımıyla güç belâ yerine dönebilen yiğit, gayretli, himmetli, ama bir o kadar da garip, mağdur ve mazlum Ali'nden sor Leyla...

                  Hem... Henüz süt çağında olan küçük Aliasker'in başına geleni...

                  Küçük kardeşi Aliasker'i...

                  Onu da anlatır belki sana...

                  Ağla Leyla, ama sükûnla ağla...

                  Ağla...

                  Nasıl ağlamasın İmamına Leyla?...


                  ALLAH'ım Bütün Güzel Sözler Sana Söylemekle Güzeldir,Kırık Dökük de Olsa Kabul Eyle Sözlerimi.

                  Yorum


                    #24
                    Ynt: İmam ve Oğlu.

                    tşklr elinize sağlık..
                    Hüseyin'in şehadeti üzre müminlerin kalbinde bir aşk vardır, o aşk asla soğumaz.
                    Hz.Peygamber (saa)

                    Yorum


                      #25
                      Ynt: İmam ve Oğlu.

                      Kerbela'da Peygamber'in atı adlı kitaptan bu dizeler değil mi?
                      Çok harika bir kitap gerçekten.
                      "Biz aşkı neynevada öğrendik hani o ihanet diyarında zulme meydan okuyarak baş kaldıran kızıl güllerle."

                      Yorum

                      YUKARI ÇIK
                      Çalışıyor...
                      X