Duyuru

Daraltma
Henüz duyuru yok.

İmam ve Oğlu.

Daraltma
X
 
  • Filtre
  • Zaman
  • Göster
Hepsini Temizle
yeni gönderiler

    İmam ve Oğlu.

    İmam ve Oğlu.


    İmam Hüseyin'le (a.s) Aliekber arasındaki ilişki, basit bir baba oğul ilişkisinden ibaret değildi asla. Bambaşka bir ilişki vardı bu baba-oğul arasında.

    Çoğuna göre uzun denilebilecek ömrüm boyunca, hiçbir babayla evlâdı arasında bunca derin bir duygu, sevgi, şefkat, itaat ve bunca yakınlık ve ünsiyet görmedim ben.

    O ikisi arasında gördüğüm bu istisna alâkaya, öteden beri hayran olmuşumdur.

    Hatta bazen bunun bir baba-oğul ilişkisi değil de, pek maharetli bir bahçıvanla pek nadir bir çiçeğin ilişkisi olduğunu düşünmüşümdür.

    İki aşığın ilişkisi...

    İki vurgunun, iki tutkunun...

    Mumla pervanenin...

    Biri diğersiz edemeyen kırk yıllık iki kalender can dostunun...

    Evet, kesinlikle basit bir baba-oğul ilişkisi değildi bu.

    Yekdiğeri uğruna her an can vermeye hazır iki fedainin...

    İmamla me'mumun...

    Muradla müridin...

    Aşıkla maşukun...

    Sevenle sevilenin...

    Güneşle gündüzün ilişkisi tıpkı.

    İmam Hüseyin'in (a.s) kimi zaman ona bakışını ha-tırlıyorum da... Boyuna, bosuna, yürüyüşüne, davranışlarına, hatta gözkapaklarının hareketlerine bile öylesine tutkunca bakardı ki, yıllardır sevgilisinin özlemiyle tutuşmuş bir aşığın vuslat demi sanırdın...

    Ve Aliekber... Hem tutkunun, hem tutulmuşluğun en bâriz timsali.

    Kalpten kalbe yol vardır derler; ama onunla İmamın kalbi arasında yol bulamazsın. Mesafe olmayınca, yol mu kalır?

    Aşura öncesiydi.

    İmam atının üzerinde, bir an gözlerini yumduktan sonra; "İnnâ lillahi ve innâ ileyhi râciûn! Elhamd-u lillahi Rabb-il âlemîn!" diyerek gözlerini açtı.

    — Hepimiz Allah'tanız ve sonunda herkesin dönüşü O'na olacaktır. Hamt, âlemlerin Rabbi olan Allah'a mahsustur.

    Bu sırada onun yanı başında, sırtımda oturmuş hâlde duran Aliekber tedirginlikle sordu:

    — Babacığım, uğrunuza canım feda! Ne oldu da birdenbire bu ayet-i kerimeyi okuyup, sonra da Allah'a hamdettiniz?

    İmam (a.s), sevinçle ışıldayan bakışlarını oğlu Ali-ekber'e dikti ve dedi:

    — Eyerin üzerinde bir an uykuya dalıvermişim. Bir atlının bizim ölüm haberimizi getirdiğini gördüm. "Bu kavim gidici! Ölüm onların ardı sıra yürümekte!" diye bağırıyordu. Bunun, şahadet müjdemiz olduğunu anladım!

    Ali'n, o kara kirpiklerini aşağı indirdi, bakışlarıyla babasının eline bir buse kondurarak dedi:

    — Babacığım! Biz hak üzere değil miyiz?

    — Elbette yavrum! Canımı elinde tutan ve bütün dönüşlerin kendisine olduğu Rabbime yemin ederim ki, biz hak yoldayız; hak üzereyiz ve esasen hakkın özü biziz!

    — Ölmekten korkmamız için hiçbir sebep yok o zaman!

    Baba, oğlunun bu kararlı sözlerine gülümseyiverdi memnuniyetle. Daha da öte hatta; İmamın (a.s) ruhunun gülümsediğini hissettim o sırada.

    Zülcenah'ı bana yaklaştırarak elini Ali'nin omzuna koydu ve dedi:

    — Allah senden razı olsun Ali'm! Rabbim de bilir ya, ben senden pek razıyım. Yüce Allah, babandan taraf en iyi mükâfatla mükâfatlandırsın seni yavrum!

    Ah! Sakin ol Leyla! Yine çizmeyi aştım, biliyorum.

    Ama sen böyle ağlayınca, anlatamıyorum işte.

    Ne diyordum? Ha evet, baba-oğul ilişkisiydi işte bu! Ama o ikisi arasındaki deryalarca tutkunun bir köşesiydi bu sadece.

    Var edilmişler silsilesinin en uç zirvesinde duran ve zirvelerde nazlı nazlı süzülen yavrusunu kıvançla izleyen baba...

    Ah! Ağlama Leyla! Ağlayacağın çok şey var daha...

    Ben mi? Benim gözyaşlarım elimde değil ki...

    ALLAH'ım Bütün Güzel Sözler Sana Söylemekle Güzeldir,Kırık Dökük de Olsa Kabul Eyle Sözlerimi.

    #2
    Ynt: İmam ve Oğlu.

    Ezan-ı Muhammedî


    Mertliğin alnından vurulduğu, ne insanlıktan, ne Müslümanlıktan eser kalmadığı bir zamandı...

    Hakikat ve maneviyatın bir pula satıldığı o pusatlarla kaplı çölde Hür b. Yezid-i Riyahi'nin bizim safımıza geçmesi, İslâm'ın hakkaniyetini ispatlayan bir ayet oldu âdeta. Hür, bizimle savaşmak için gelmişti çünkü. Yolumuzu ilk kesen düşman birliklerinin komutanıydı o. Fırat'ın suyunu üzerimize ilk kesen de yine oydu!

    Ama Hür, İmamın Allah ve Resulü (s.a.a) nezdin-deki makamını çok iyi biliyor, onun "imam" ve "hidayet çırağı" olduğunu inkar etmiyordu.

    Bu yüzdendir ki, daha bizim saflarımıza geçmeden çok önce, bir öğlen namazı vakti İmama (a.s) gelerek; "Namazı sizin imametinizde kılmamıza izin verin." demişti de, kendisi ve askerleri İmamın arkasında eda etmişlerdi namazlarını.

    "Peki onlar, henüz abdestlerinin suyu kurumadan nasıl kılıç çektiler İmama?" diye soracağını biliyorum.

    Ama bu, benim değil; insanlık tarihinin bile cevaplamaya utandığı, çünkü verecek hiçbir cevap bulamadığı sorudur işte!

    İnsanlık tarihinin çok net ve çok kısa bir sergüzeş-tidir Kerbelâ...

    Ne diyordum Leyla?

    Ah! Evet, Hür; "Namazı sizin imametinizde kılma-mıza izin verin." diye rica edince, İmam (a.s) Aliek-ber'e dönerek; "Ezan oku!" dedi.

    Onca müezzin, onca kari ve hafız varken, niçin ille de Aliekber?

    Aliekber'in okuyacağı o ezanla İmam (a.s) arasında ne tür bir ilişki vardı sahi?

    Aliekber'in okuduğu ezanda nasıl bir duygu arıyordu İmam?

    Bunu, düşünceyle bulabilmek ne mümkün!

    İmam, Hz. Resulullah'ı (s.a.a) özlemişti o sırada belki de...

    Belki de İslâm'ın heybetini görmek istemişti Ali-ekber'in o servi duruşunda.

    Ya da Aliekberi'ni karşısındakilere göstermek ve onunla gurur duyduğunu vurgulamak istemişti?

    Sevgili dedesi Hz. Resulullah'ın (s.a.a) en bariz nişanesiydi çünkü o.

    Belki de şu dünyada duyacağı son ezanı, canından çok sevdiği Aliekber'inin sesiyle dinlemek istemişti, kim bilir?

    Aliekber'in yaşlı gözlerini babasına dikerek; "Allah-u Ekber!" diye haykırışında, nice destanlar gizli olduğunu kim bilebilir ki?

    O sırada, o ikisinin bakışlarıyla birbirlerine neler söylediklerini kim duyabilir, duysa bile kim anlayabilirdi ki?!

    Ama... Leyla!...

    Aliekber zırhını giyinip silâhlarını kuşanırken orada olsaydın keşke! Orada olsaydın da görseydin keşke!

    Orada olsaydın da görseydin o sahneyi sen de...

    İmam (a.s) nasıl da özenle, itinayla hazırlıyordu A-liekber'ini er meydanına... Düğüne hazırlarcasına giydirip kuşandırıyordu civanını...

    Aman Allah'ım! Sana bunca özen ve itinayla hazırlanan şu kurbanı, şu naçiz hediyeyi, kabul buyurmaz olur musun hiç?!

    "Habibim" dediğin sevgili Resulünün (s.a.a) biricik Hüseyin'i bu... Biricik yavrusunu, canından çok sevdiği Aliekber'ini nasıl da canla başla giydirip kuşandırıyor, bak...

    Sana kavuşacak...

    Yüce dergâhına kabul buyurmaz mısın ya Rabbi?!

    Hüseynî kervan cennet; karşısına dikilen güruhsa, tam cehennem...

    Oğul babadan, baba oğuldan neşeli...

    İmamın (a.s) yarenleri gitmişti birer birer...

    Gelip İmamdan (a.s) cihat izni istemiş, desturu alır almaz inanılmaz bir şevkle er meydanına koşup, yiğitçe çarpışmış ve teker teker şehit düşmüşlerdi.

    Ashabından kimse sağ kalmamıştı İmamın şimdi. "Biz yaşadıkça sizin veya Ehlibeytinizin bu kurbangâha gelmesine razı olamayız!" deyip, izin isteyen o yarenler bu aşk meydanında muazzam bir sınav vermiş ve göz kamaştırıcı başarılarla Rablerinin dergâhına kanatlanmışlardı.

    İmam (a.s) ile Ehlibeyti'nden başka kimse kalmamıştı şimdi o azgınlar deryasının karşısında.

    İmam, zırhını giyinip silâhlarını kuşanmış ve savaş meydanına çıkmaya hazırlanmıştı.

    Ama bu sefer de Ehlibeyt ve Haşimoğullarının yiğitleri etrafını sararak yalvarmakta ve; "Biz yaşadıkça tahammül edemeyiz buna, önce bizi gönder!" diye sarılmaktaydılar İmamın kollarına.

    Aliekber babasının önünde diz çökmüş, onun sağ elini avuçlarının içine almış, sessiz ama deryalar dolusu anlamlı bakışlarla; "Önce ben" diye yalvarıyordu.

    Haklısın Leyla! Ağlama diyemem sana.

    Her zaman; "Önce siz!" diye yalvaran Aliekber, şimdi; "Önce ben" diye yalvarmadaydı işte.

    İşte o zaman İmamın (a.s) Kerbelâ'yı çoktan kat-etmiş olduğunu anladım.

    Çünkü imamdı o, her zaman ve her yerde en önde, en ileride...

    Yakınlarının gençleri ellerine sarılıp cihat izni için yalvarırken İmam (a.s), Aliekber'e çevirdi birden bakışlarını...

    Kendisinden önce kalbini göndermek istiyordu Sevgili'nin huzuruna, besbelli.

    Aliekber de bunu anlamış olacak ki, bakışlarındaki hüzün ansızın dağıldı, neşeyle gülümsedi.


    ALLAH'ım Bütün Güzel Sözler Sana Söylemekle Güzeldir,Kırık Dökük de Olsa Kabul Eyle Sözlerimi.

    Yorum


      #3
      Ynt: İmam ve Oğlu.

      İsmailler Kurbangâhta


      İmam (a.s) kendi evinden hediyeler gönderiyordu şimdi...

      İsmail'lerini kurbangâha verirken en iyisini seçmek, en iyisinden işe başlamak istemişti belki de.

      Belki de; "Henüz kendi oğlum varken, yeğenlerimi gönderemem!" diye düşünmüştü.

      "Hüseyin'in (a.s) oğlu varken, Hasan'ın (a.s) oğlu niye? Abbas'ın oğlu, Zeyneb'in oğlu niye?!" denilmez miydi o zaman?

      İmam (a.s) kendi ailesinden ilk şehidin, kendi oğlu olmasını istemişti belki de.

      Kendi oğlunu şehit vermeyen bir imam, başkalarından, oğullarını şahadete göndermesini bekleyebilir mi sahi? O hüccetti insanlara, yani kesin delil...

      Her durumda ve bütün şartlarda en mükemmel davranış örneklerini sergilemek ve insanlara "Nasıl ya-şaması, ne yapması ve nasıl ölmesi gerektiği"ni bizzat kendi fiil ve davranışlarıyla öğretmek için seçilmişti...

      Hem...

      Aliekber; "Babacığım, senden sonra bir lahza dahi yaşamak istemem ben!" dememiş miydi?

      "Babacığım! Sensiz hayatın ne tadı var?! Senden sonra güneş doğmaz olsun!" dememiş miydi?

      "Uğruna canım feda! N'olur, destur!" diye yalvarmamış mıydı?

      "Fedan olayım!" diyen oydu işte. Evet, ama babasının o sıradaki bakışlarını görmedin ki sen...

      Her lahza defalarca feda olmadaydı babası böyle bir oğla...

      Oradakiler, Aliekber'in eğilip babasının elini öptüğünü gördüler; ama ben, İmamın (a.s) Aliekber'i tepeden tırnağa bütün varlığıyla buselere boğduğunu gördüm o sırada.

      Çadırlarda bulunan Ehlibeyt, Aliekber'in cihat ruhsatı aldığını duyar duymaz onun yanına koşup etrafını sardılar.

      Eyvahlar olsun! Ne velveleydi o!

      Ah! Keşke orada olsaydın da görseydin o velveleyi Leyla!...

      Ama hayır...

      İyi ki orada değildin sen.

      Yoksa, oğlunu kendi ellerinle o azgın katiller güruhunun ortasına nasıl gönderecektin ki?

      Aliekber'ini...

      İtinayla büyütüp, özenle yetiştirdiğin; herkesin gıpta ettiği o nadide çiçeğini...

      Dünyanın bütün hasenatı onda bir araya gelmişti âdeta... Aliekber'i görünce, dünyada başka çiçek yok sanırdın.

      Boy-bos derler ya... Serviyi kıskandıran...

      Gerçek anlamda bir erkek güzeli...

      Haşimoğullarının Yusuf'u...

      Muhammed-i Mustafa'nın (s.a.a) ikinci bir nüshası.

      Erdem ve fazilet timsali...

      Fazilette, amcası Ebu'l Fazl-il Abbas'la boy ölçüşür.

      Genç Aliekber... Civan mı civan, mert mi mert, yiğit mi yiğit. Hayran olmamak elde değil gerçekten...

      Ah! O vedalaşma sırasında iyi ki yoktun Leyla!

      Güneşi, batacağı ufkun kızıllığına doğru yolcu etmek ne kadar da zor gerçekten.

      Kimse ayrılmak istemiyordu ondan.

      Bırakmak istemiyorlardı dedeleri Hz. Resulullah'a (s.a.a) onca benzeyen güzeller güzeli, yiğitler yiğidi, civanlar civanı Aliekberlerini...

      Küçük Sakine koşarak gelip, ağabeyinin beline do-ladı minik kollarını.

      Rukayye, ağabeyinin çizmelerini silip parlatıyordu özene bezene...

      Amcası Abbas... Ebu'l Fazl-il Abbas... Gururla okşuyordu ağabeyi Hüseyin'in gözbebeği Aliekber'inin saçlarını... Sürekli okşuyor, övüp duruyordu yeğenini.

      Çocuklar gibi sevinçliydi nedense. Bakışları, yeğeniyle ne kadar gurur duyduğunu anlatmaya yetiyordu zaten.

      Aliekber o sırada; "Amca, benim için öl." dese, E-bu'l Fazl-il Abbas hemen oracıkta ölürdü Leyla, biliyor musun?...

      Ne kadar övünsen azdır Aliekber'inle.

      Yine mi ağlıyorsun Leyla?

      Orada olmaman çok iyi oldu!

      Abbas'la Aliekber'in vedalaşmasına hangi yürek dayanır ki, ana yüreği de dayanabilsin?

      Zeynep mi? Evet, o da oradaydı...

      Onu hatırlatınca, beni de ağlattın işte.

      Kerbelâ'da olsaydın, ne yapacaktın sahi?

      Evet, sen Kerbelâ'da olup da ne yapacaktın ki?

      Aliekber'ine analık mı edecektin?

      Onu cepheye uğurlarken, ağlamayacak mıydın?

      Ah-u figanlar edip, yumrukla göğsünü dövmeyecek miydin?

      "Ali'm! Anan kurban o servi boyuna! Nereye gidiyorsun Ali'm?!" diye haykırmak istemeyecek miydin?

      Evlâdını bağrına basıp, gözyaşlarınla onun zırhını ıslatmayacak mıydın?

      "Senden sonra dünyam kara benim!" diye boynunu büküp ağlamayacak mıydın?

      Zeynep de aynısını yaptı işte!

      Orada olmadığına hayıflanma Leyla! Senin yapaca-ğın her şeyi Zeynep yaptı işte!

      Evlâdına gözyaşı döken bütün anaların gözyaşlarına yemin ederim ki, sen orada olsaydın bile, yine de herkes Zeyneb'i onun annesi zannedecekti.

      Zeynep...

      Büyük kadın...

      Sevgi, şefkat, cesaret ve yiğitlik timsali.

      Ne de güzel koymuş onun ismini koyan.

      "Zeyn" (Arapça'da) "süs", "ziynet" demek; "eb" de baba. "Zeyneb" babasının süsü, ziyneti demek yani...

      Allah'ın Arslanı Hz. Ali'yy-ül Murtaza'nın (a.s) süsü Zeyneb...

      Annesi Sıddıka-i Kübrâ'nın...

      Hakkında, Kevser Suresi ve Ebrâr Ayetleri inen ör-nek İslâm kadını Hz. Fatıma Zehra'nın (a.s) "Süs"ü...


      ALLAH'ım Bütün Güzel Sözler Sana Söylemekle Güzeldir,Kırık Dökük de Olsa Kabul Eyle Sözlerimi.

      Yorum


        #4
        Ynt: İmam ve Oğlu.

        Faziletler Babası
        Ah!

        Zeynep gibisi var mı dünyada?

        Ağabeyi Hüseyin'in (a.s) dayanağı.

        Yeğeni Aliekber'in görkemli halası.

        "Erdemler Babası" Abbas'ın medar-ı iftiharı.

        Vefakâr kız kardeşi...

        İmamına sadık fedâi!...

        Kerbelâ'da Avn ile Muhammed'i gören, bilhassa onların o yiğitçe çarpışmalarından sonra nasıl şehit düştüğüne şahit olanlar; "Bu genç delikanlıların annesi yok mu? Hüseyin'in (a.s) bu iki yeğeninin annesi yok mu?" diye soruyorlardı.

        "Yere düşen her şehit için ağıtlar yakıp, başucuna koşan bir kadın vardı. Bu iki gencin başucuna niçin hiçbir kadın gelmedi? Niçin onlara ağıt yakan bir ana çıkmadı? Anneleri vardıysa, neden ah-u figan etmedi, karalar giyinip; 'Yavrularım!' diye bağrına vurmadı, saçlarına el atıp başına toprak savurmadı?!" diyordu düşmanlar.

        Şaşırmakta haklıydılar tabi.

        Onlar şehit olup da kanlar içinde yere yığılınca, dayılarından, yani İmam Hüseyin'den (a.s) başka koşan olmamıştı başuçlarına...

        Hâlbuki Zeynep orada, çadırının önünde bekliyordu. Ağabeyi Hüseyin'di (a.s) onun ve İmamı...

        İmamına, sevgili ağabeyi Hüseyin'e (a.s) minnet addedilir diye, zerrece tepki göstermemişti oğullarını şehit verirken...

        Ama Aliekber'e öyle bir sarılmıştı ki o... Orada olup da görecektin Leyla! Ancak İmam (a.s) ayırabilirdi onu Ali'sinden...

        Kendi oğulları birer birer gözlerinin önünde lime edilirken, kılı dahi kıpırdamayan ve o sırada duygusunu bastırmayı becerebilen Zeynep, Aliekber'i meydana uğurlarken takatini yitirmiş, bir ağabeyine, bir Ali'sine baka baka ağlamış, ağlamıştı.

        Onu ancak İmam (a.s) ayırabilirdi Aliekber'den.

        Çadırlardaki kadınlarla çocuklar ah-u figan ettikleri ya da korkutucu bir hadiseyle karşılaştıkları zaman, İmam (a.s) Aliekber'i gönderir ve o da onlara teselli vererek sakinleşmelerini sağlardı.

        Ve şimdi teselli ve sükunu uğurlamadaydılar aralarından...

        Dehşete kapılan çocuklarla kadınları yatıştırması i-çin kim vardı gönderilecek şimdi?

        Kim teselli verecekti ah-u figan edenlere?

        Kim sakinleştirecekti şimdi ah-u zâr eden anaları, dövünen bacıları, ürken çocukları?...

        Ve dahası...

        Evlât dağı gören herkese Aliekber'ini gönderip teselli veren İmam Hüsyin'e (a.s), kim teselli verecekti şimdi?

        Ağla Leyla, ağla...

        Yoksa yüreğin patlayacak, biliyorum...

        Zeynep'le diğer Ehlibeyt kadınları, Aliekber'in savaş meydanına gitmesini önlemeye ve onu vazgeçirmeye çalışıyorlardı.

        Biri kemerinden asılmış, biri koluna yapışmıştı; biri zırhından tutmuş, biri (Sakine) ayağına sarılmıştı...

        Ve Zeynep kolunu Aliekber'in boynuna dolamış, yeğenine sıkıca sarılmış; "Nereye gidiyorsun servi boy-lum? Ay endamlım, güneş yüzlüm, ey dedem Resulul-lah'ın (s.a.a) eşsiz emaneti, ey ağabeyim Hüseyin'in gözünün nuru, gönlünün sevinci, ey Haşimoğullarının güneşi!" diye gözyaşları içinde diller döküyordu.

        Eline, omzuna, boynuna, beline, kollarına, hatta ayaklarına sarılmış olan bunca kalbi, bunca duyguyu, bunca vefa ve sevgiyi nasıl silkelesindi Aliekber şimdi?

        Onca kalbin, onca gönlün, onca buruk yürek ve bükük boynun ağırlığını hangi pehlivan taşıyabilirdi ki?

        İşte bu yüzden İmam (a.s) yetişiverdi Ali'nin imdadına:

        — Bırakın onu azizlerim! Bırakın Aliekber'i yarenler! O, Rabbi'yle buluşmaya gidiyor, görmüyor musunuz? Ahdine vefa etmeye, alnı açık, yüzü ak olarak Yüce yaratıcısının dergâhına varmaya hazırlanıyor...! Rabbinin aşkında eriyip, fani olmuş pek değerli bir kuldur o! Onu şimdiden Rabbi uğruna, O'nun aşkı yolunda ölmüş bilin! Allah yolunda kılıçların saldırısına uğramış, mızraklara hedef olmuş, lime lime kanlar içinde toprağa serilmiş olarak görün şimdiden Ali'yi! Şimdiye kadar bütün sınavlarından yüzünün akıyla çıktı o. Bu sınavını da aynı izzet, onur ve şerefle vermesini ve bu zor sınavdan da yüzü ak çıkmasını istemez misiniz onun?

        Ah Leyla! İmamın (a.s) bu sırada Zeyneb'e sarılarak şefkatle söylediği o cümleyi duyup da yanıp yakılmamak elde mi?

        — Zeynep! Bacım... Zeyneb'im benim! Ali'mizin yöneldiği şu kurbangâhı Hz. İsmail (a.s) bile gıptayla seyretmiyor mudur şimdi? Sevgili dedemiz Hz. Resu-lullah'la (s.a.a) buluşmaya giden Ali'mizi ağlayarak mı uğurluyorsun?

        Ben mi? Nasıl ağlamam şimdi Leyla; çünkü o sırada...

        Evet, kardeşi Zeyneb'i yatıştırabilmek için bunları söylediği sırada İmam da ağlıyordu çünkü.

        Ama sessiz ve metin...

        Diğerlerine göstermemeye çalıştığı o mazlum gözyaşlarıyla...

        Hz. Peygamber (s.a.a) de küçük İbrahim'ini kaybettiğinde ağlamadı mı?

        Ağlamamak elde mi?

        "Ağlamayan yürekte merhamet olmaz!" diye buyurmadı mı Efendimiz (s.a.a), ağladığı için kendisini kınayan taş yürekli gaddar cahiliye geleneği taraftarlarına?


        ALLAH'ım Bütün Güzel Sözler Sana Söylemekle Güzeldir,Kırık Dökük de Olsa Kabul Eyle Sözlerimi.

        Yorum


          #5
          Ynt: İmam ve Oğlu.

          Melekler Ağlıyor
          Kaldı ki... Melekler de ağlıyordu o sırada.

          Göklere saf saf dizilen meleklerin ağladığını gördüm ben.

          İmamın (a.s) son cümlesi üzerine kollar gevşedi, Ali'ye sarılan yürekler acıyla dağlandı, eller gevşedi. Zeyneb'in ister istemez Ali'yi bırakıp; "Ağabey!" diye haykırarak İmama sarılması, ortalığı matem yerine çe-virdi.

          Gözyaşları...

          Dövünmeler...

          Yere kapanıp güçsüz yumruklarla toprağın bağrına bağrına vurmalar...

          Ben giderim yâne yâne.

          Aşk boyadı beni kane...

          Ama, ya İmam?

          Aliekber'e özenle zırhını giydirip itinayla ona silâhlarını kuşandırırken, onu can-u gönülden kendi elleriyle hazırlayıp uğurlarken, İmam da büsbütün vazgeçebilmiş miydi Ekber'inden, Ali'sinden?

          O zaman, sevgili dedesi Hz. Resulullah'tan (s.a.a) yadigâr kalan "Edîm" kemerini Aliekber'in beline bağlayıp da tokasını sıkarken, kendi beli neden bükülüvermişti İmamın?

          Ali'ye çelik tolgasını giydirir, onun o kara saçlarıy-la gür sakalını itinayla düzeltirken, İmamın (a.s) kendi saçı-sakalı neden perişandı öyle?

          Neden ağarıvermişti bir anda öylesine saçları?!

          Çifte su verilmiş ağır Mısır kılıcını oğlunun beline takarken, neden kendi beli bükülmüş gibi geldi bana?!

          Aliekber'in binmesi için yularımdan tuttuğu ve elini de babasının omzuna koyarak üzengiden eyere sıçradığında, İmamın (a.s) ne kadar şefkat dolduğunu ve dizleri bir lahza olsun titrememesine rağmen bakışlarıyla biricik Ali'sini nasıl öpüp kokladığını, fark et-mediğimi mi sanıyorsun?

          Bu nasıl bir "baba-oğul" ilişkisiydi ya Rabbi? Birbirlerinden güç alıyor, birinin bakışlarıyla diğerine enerji aktarılıyordu.

          Bu ikisinde iki değil, bir tek yürek olsa gerek.

          Bakışlarıyla konuşuyor, bakışlarıyla anlaşabiliyor, bakışlarıyla vedalaşıyorlardı.

          Eyere oturmadan önce babası; "Şöyle biraz yürü de seyredeyim seni." demişti Aliekber'e.

          Sevgili dedesi, fahr-i kâinat Hz. Resul-i Ekrem'in (s.a.a) yürüyüşünü artık hiç göremeyeceğini biliyordu çünkü İmam (a.s)...


          ALLAH'ım Bütün Güzel Sözler Sana Söylemekle Güzeldir,Kırık Dökük de Olsa Kabul Eyle Sözlerimi.

          Yorum


            #6
            Ynt: İmam ve Oğlu.

            Ayın On Dördü Gibi
            Aliekber meydana doğru yürümeye başladı.

            Dolunay mı desem, servi mi desem, yıldızların gökyüzünde kaynaması mı desem? Bilemiyorum...

            Bu sırada İmamın gözlerinin dolduğunu gördüm, sağ avcunu havaya doğru tutarak münacata başladı:

            — Şahit ol ya Rabbi! Kulların arasında suretiyle, siretiyle; fiziğiyle, ahlâk ve davranışlarıyla, hatta konuşması ve yürüyüşüyle sevgili Peygamberine en çok benzeyen şu gençtir işte... Sen de bilirsin ki biz Ehlibeyt, ne zaman sevgili dedemiz Hz. Resulullah'ı (s.a.a) özleyecek olsak, onun firakıyla yanıp tutuşan yüreğimize ne zaman bir nebzecik su serpmek istesek, Aliekber'e bakar, onu seyreder, onunla konuşurduk. Şimdi bu genç sana geliyor işte... Şu zalim kavmin kılıçlarıyla ve susuz olarak...

            No'ldu sana Leyla? Niye fenalaştın birden öyle?

            Hata bende... Bu kadar anlatmamalıydım sana... Bunca yüklenmemeliydim dünyalar dolusu gam ve ke-der yüklenen o zayıf yüreciğine. Ama ne gelir elden?

            Onu ne kadar çok sevdiğimi sen de biliyorsun.

            Gündüzün ortasında ansızın karanlık çöker de gece oluverirse, hiç susmam artık!

            Asıl şaşılacak şey, güneş vurulduğu ve yıldızlar teker teker oklanıp yere düştüğü hâlde, hâlâ gündüzlerin "gündüz" diye biliniyor olması...


            ALLAH'ım Bütün Güzel Sözler Sana Söylemekle Güzeldir,Kırık Dökük de Olsa Kabul Eyle Sözlerimi.

            Yorum


              #7
              Ynt: İmam ve Oğlu.

              Kerbelâ Çadırlarında...
              Ve şimdi çadırlardan çok uzaktaydık...

              O azgınlar güruhunun tam karşısında...

              Ve en acı olanı, biraz ötede Fırat'ın gürül gürül akması...

              Ve şu ümmetin Peygamberinin (s.a.a) en aziz evlâdının susuzluktan dudaklarının çatlamış olması...

              Ben de susuzum...

              Susuzluktan kavruluyor içim dışım...

              Çölün ne demek olduğunu bilirsin.

              Her saat başı birkaç yudum su içmeden dayanabilmek mümkün mü?!

              Ve biz, günlerdir susuzuz...

              Dile kolay; günlerdir...

              Kurda, kuşa esirgenmeyen Allah'ın nehri, Allah Resulü'nün Ehlibeyti'nden esirgeniyor burada.

              Kertenkeleler bile serbestçe sahile yanaşıp içebiliyor Fırat'ın suyundan...

              Ama aynı su bize yasak...

              İnanılır gibi değil, biliyorum; ama bu dehşetengiz cinayeti işleyenlerin çoğunun "sahabe" ve "tâbiîn" adıyla anılmakta olduğunu bilmek, daha fazla kahrediyor beni.

              Bizi susuzluktan daha çok yakıp kavuran şey bu gerçekti işte...

              Aman Allah'ım...

              Yarın Hz. Resulullah'ın (s.a.a.) yüzüne nasıl bakacak şu ümmet?

              Ve bu büyük faciayı oturup seyredenler nasıl; "Şe-faat ya Resulallah!" diyebilecekler mahşerde?!

              Yeryüzü durdukça, bu inanılmaz zulmü kınamayan ve bu olayın katilleriyle müsebbiplerini her gün lânetlemeden yastığa rahatça baş koyabilenler, Hakk'ın huzuruna vardıklarında ne yapacaklar?!

              Rahman'ın sevgili Resulü'nün (s.a.a) en azizlerine reva görülen şu katliamı; "Geçmişte vuku bulmuş bir hataydı, oldu-bitti." diyerek tanımlayan ve; "O kavmin her ikisinin de sevabı ve günahları kendilerine aittir, biz onlar hakkında fikir belirtemeyiz." diyerek işin içinden kazasız-belâsız sıyrılmayı yeğleyenler, dünya ve ahiretin kaza ve belalarına yakalanıp da "ya Allah" dedikleri ve yeri geldiğinde, "ya Resulallah!"... diye ya-kardıkları zaman arşın meleklerinden ne cevap alacaklar acaba?

              Her kavmin, peygamberinden sonra saptığını duy-muştum; ama bu kadar erken olabileceğini hiç mi hiç düşünmemiştim.

              "Andolsun zamana ki, insanoğlu zarardadır..."[1]

              O koca Kerbelâ'da, benle Aliekber'in yapayalnızdık şimdi...

              Karşımızdakiler mi?

              Onlar bizden değildi ki, düşmandı bize...

              Bizi öldürmeye, Yezid'in rızasını kazanabilmek için Allah'ı, Kitab'ı ve Sünnet'i çiğnemeye gelmişlerdi buraya...

              Bu tarafta sadece benle Ali'yiz şimdi. Safımız bundan ibaret.

              Karşımızdaki saflardaysa göz alabildiğine düşman. Otuz binden fazla...

              Tepeden tırnağa silâhlı, gözünü kan bürümüş azgın güruh ordusu...

              Resulullah'ın (s.a.a) halifesi (!) nin askerleri! Resu-lullah'ın (s.a.a) ailesinin bütün erkeklerini kılıçtan geçirme emri almışlar halife (!) den!...

              Göz alabildiğine atlı, süvari; göz alabildiğine mızrak ve kılıçtan seli... Birazdan üzerimize yığılacaklar...

              Askerleri saymak mümkün değil; ama ben hayatımda bunca atı bile bir arada görmedim.

              Çeliğin güneşte nasıl parladığını, gözleri kör eden onca çelik silâhın yankısıyla karşılaşınca anladım.

              Kamaşmaktan da öte, kör edici bir parlayış...

              Vahşi naralarıyla bizi korkutmaya çalışıyorlar.

              Ama nafile...

              Şahadete azmettikten sonra ha bir kişiyle savaşmışsın, ha bin kişiyle, ne fark eder?!

              Bir de olsa, bin de olsa, şu kılıçların getireceği şey sadece "ölüm" değil mi?

              Alabilecekleri tek şey "bir can" değil mi?

              Dahası, Rabbinin rızasına koşan ve bir an önce ceddi Resulullah'la (s.a.a) buluşabilmek için can atan Aliekber'in aradığı da bu değil mi zaten?

              Onun, gözlerini kırpmadan ve inanılmaz bir soğukkanlılıkla o güruha yaklaştığı lahzaları hiç unutmam. Tam karşılarına gelince, durmuş ve gözlerini bir an dahi onlardan ayırmaksızın hafif bir mahmuzla meydanı dolaşmamı istemişti.

              Dünyanın bütün atlarının gücü bende toplanmıştı sanki. Ben bir iki şahlanıştan sonra meydanı süratle dolaşırken, o recez (meydan) okumaya başladı.

              Recez, ama ne recez!..

              ALLAH'ım Bütün Güzel Sözler Sana Söylemekle Güzeldir,Kırık Dökük de Olsa Kabul Eyle Sözlerimi.

              Yorum


                #8
                Ynt: İmam ve Oğlu.

                Resulullah'a En Çok Benzeyen İnsan
                Hz. Resulullah'ı (s.a.a) karşımda sandım birden...

                Hayber kahramanı, Allah'ın Arslanı Hz. Ali (a.s) idi bu recezi okuyan sanki!

                Damarlarında onların kanı vardı işte!

                O, salabet, ceberut ve celâliyle düşman ordusunun yüreğine korku düşürmüştü.

                "Hey! Siz! Bir avuç insanın önüne binlerce askerle çıkan ödlekler ordusu!" diye haykırmak istiyordum ki, Aliekber'in gür sesiyle irkildim:

                "Ben Aliekberim! Hz. Ali'nin oğlu Hz. Hüseyin'in, Ali'siyim ben! Allah'a yemin ederim ki, Peygamberin velâyetinin sancaktarları biziz!"

                "Allah'a yemin ederim ki, o şerefsiz düşman (Ye-zid) hükmedemeyecektir bize! Sizi değil, şu çölün kumları sayısınca üzerimize ordu salsa, diz çökertemez hiçbirimize!"

                "Allah Resulü'nün Ehlibeyti'yiz biz! Ya Allah yolunda şerefle yaşar, ya Allah yolunda şerefle can veririz! Babam, İmamdır benim! Allah'a yemin ederim ki, son nefesime kadar onu sizin karşınızda şu kılıcımla savunur ve kıyasıya çarpışırım sizinle!"

                Doğrusunu istersen; onun bu meydan okuyuşu, benim de cesaret ve gücümü kat kat artırmış, düşman saflarındaysa bir kasırga etkisi yaratmıştı. O korkaklar ordusunun tavşan yüreklerinin sesini duyar gibiydim!

                Ah, Aliekber'le olduktan sonra bütün dünyayla savaşmaya hazırdım ben!

                Bu sırada Aliekber'in; "Nereye dönersen dön, Allah'ı karşında bulursun." dediğini duydum.

                Aliekber, kahramanca meydan okuyor ve kendisiy-le savaşacak er istiyordu; ama düşman ordusundan bir tek kişi bile onun karşısına dikilme cüreti gösterememişti henüz.

                Sa'd oğlu Ömer hangi komutana gitse, adam bir bahane öne sürerek Ali'nin karşısına çıkmaktan kaçınıyordu. Yezid ordusundaki onca serseri, ayyaş ve gaddar katillere rağmen Ali'nin karşısına çıkarabilecek bir tek adam bulamamıştı Sa'd oğlu.

                Bu arada, Tarık b. Tubeyt'e ilişti gözü.

                Tarık, o bölgenin en tehlikeli kabadayılarından biriydi. "Tarıkta yürek var; ama kafa yerine kuş beyni bile bulamazsın." denilirdi onun için.

                Sa'd oğlu, Tarık'a yanaşıp askerlerin önünde; "Şu delikanlının işini bitirebilirsen, Musul Valiliğine atanmanı sağlarım." dedi.

                Tarık neye uğradığını şaşırmıştı. Musul Valiliği de-ğil, bir köye muhtar olmaya bile razıydı o. Ama Sa'd oğlu Ömer'in lakayt bir tavırla "şu delikanlı" diye bahsettiği genç, Aliekber'di. Onun ne yaman bir savaşçı olduğunu anlamak için babasının Hüseyin (a.s), dedesinin de Allah'ın Arslanı Ali (a.s) olduğunu hatırlatmak yeterliydi.

                Tarık o güne kadar birçok kabadayıyı haklamıştı; ama bu kez durum çok farklıydı, Haşimoğullarının meşhur Aliekber'i vardı karşısında. Ömer'in bu emrivakisini nasıl reddedecekti şimdi...

                Bir süre bakışlarını Ömer'in gözlerinin içine dikip öylece baktı, aradığı bahaneyi bulmuştu:

                — Sen sözünü tutmazsın Ömer, bilirim seni! Re-sulullah'a en çok benzeyen insan olan şu genç savaşçının önüne sürüp kanıma girecek, Musul Valiliği falan da vermeyeceksin, biliyorum!

                Bu bir nevi pazarlıktı. Ömer fırsatı kaçırmayarak elini kaldırıp, askerlerin önünde yüksek sesle bağırdı:

                — Söz veriyorum! Hey! Hepiniz şahit olun, şeref sözü veriyorum!

                Tarık bu vartayı nasıl atlatacağını düşünürken, ya-nındaki samimi arkadaşı kulağına bir şeyler fısıldadı. Tarık Ömer'e dönüp alaycı bir sırıtışla:

                — İstemez! Doğru söylüyorsan, Rey'le birlikte Musul'u da kendin için ayarla!

                Ve ardından bir kahkaha patlattı:

                — Ama, sıkıysa tabi! Hah! ha!

                Ömer, Tarık'ın zaafını yakalamak için elinden geleni yapıyordu, küçümseyici bir bakış fırlatarak, tahrik etmeye başladı onu:

                — Ne o? Korkuyor musun yoksa?

                — Benim korkmadığımı bilirsin! Hem, daha önce de söylemiştim sana, bu kervandakiler arasında ikisiyle savaşmayacağım diye. Biri Ali oğlu Abbas, biri de bir saattir meydanda hasım bekleyen şu Hüseyin oğlu Ali!

                Tarık'ın adamları onu tasdiklercesine başlarını Sal-layıp homurdandılar.

                İşler sarpa sarıyordu. Tarık'ı razı edemezse, Aliek-ber'in karşısına çıkaracak savaşçı bulamayacaktı. Bu nedenle sesine âmirâne bir ton vermeye çalıştı:

                — O hâlde, Müslümanların halifesi ve müminlerin emiri adına şu meydana çıkmanı emrediyorum sana!

                Tarık ise, kahkahasıyla ortalığı çınlattı:

                — Neler söylediğinin farkında mısın sen? Ne halifesi, ne emiri be adam?! Eğer Yezid gerçekten halifeyse, Hz. Peygamberin Ehlibeyti'ni niye öldürüyoruz burada? Müminlerin emiri ha? Hah! ha! Biz buraya müminleri öldürmeye gelmedik mi Ömer? Yezid'e bu makam ve mansapları biz verdik be adam! Şimdi sen kalkmış bana da mı "halife"den bahsediyorsun? Halifeymiş! Hadi oradan sen de!

                — Bu sözlerinle kendi durumunu zorlaştırıyorsun Tarık. Emir emirdir, karşı gelme!

                — Benim kimseden emir almayacağımı bilirsin! Ben buraya emir değil, sarı altınlar almaya geldim!

                — Rica ediyorum Tarık... Şu delikanlı, ordunun moralini sıfırlıyor, baksana... Lütfen bir şeyler yap...

                — Ha, şöyle! Ama verdiğin sözü tutacağından emin değilim yine de!

                Sa'd oğlu Ömer alelacele parmağındaki mühürlü yüzüğü çıkarıp, hışımla Tarık'ın eline tutuşturdu:

                — Al, bu da garantisi! Daha ne istiyorsun? Hadi, bitir işini şu delikanlının artık!

                Onlar böyle tartışıp dururlarken biz meydanda, kızgın güneşin altında süratle dolaşıp duruyor, karşımıza çıkacak bir hasım bekliyorduk.


                ALLAH'ım Bütün Güzel Sözler Sana Söylemekle Güzeldir,Kırık Dökük de Olsa Kabul Eyle Sözlerimi.

                Yorum


                  #9
                  Ynt: İmam ve Oğlu.

                  Aliyy-ül Murtaza Oğlunun Hamaseti
                  Binicim de benim gibi kan ter içinde kalmıştı. İkimiz de susuzluktan telef olmak üzereydik.

                  Aliekber bütün bir orduya meydan okumaktan yorulmuş, ama karşımıza hâlâ bir tek kişi dahi çıkamamıştı.

                  İşte bu sırada ansızın bir atlının dört nala bize doğru yaklaştığını gördüm.

                  Ok yaydan fırlarcasına düşman ordusunun içinden sökün edivermişti birden bire.

                  İriyarı binicisini tanımakta gecikmedim... Tarık'tı bu. Uzun mızrağının yarı ortasını sağ koltuğunun altında tutmuş, süratle bize doğru geliyordu.

                  Bizi gafil avlamak istediği belliydi.

                  Aliekber bu sırada durmuş, ona bakıyordu.

                  Kıpırdayacak mecalimiz yoktu, bu işler an meselesiydi çünkü.

                  Aliekber'in bir taş sessizliğiyle öylece kaya gibi dimdik eyerde oturduğunu görünce, gafil avlandığımızı hissettim.

                  Hiç kıpırdamıyordu. Gafil avlanmıştı galiba.

                  Bari ben bir şeyler yapıp, onu bir ani saldırıdan kurtarayım dedim; ama çok geçti artık.

                  Tarık, yıldırım hızıyla hemen yanı başımızdan geç-mişti bile!

                  Tek hatırlayabildiğim şey, binicimin hafifçe sağa kaykılıp, sonra yine önceki pozisyonuna dönmesi oldu.

                  Yine hiç kıpırdamadan öylece duruyordu.

                  Aman Allah'ım! Yoksa?!

                  Ani bir hareketle başımı sağ tarafa çevirerek, ok gibi uzaklaşmakta olan Tarık'a baktım.

                  Oh!

                  Aliekber'in mızrağı, göğsünden girip sırtından çık-mıştı.

                  "Ölmeye bile fırsat bulamadı!" derler ya, tıpkı öyle... Bir göz açıp kapayıncaya kadar olup bitmişti bütün bunlar!

                  Tarık, hızla uzaklaşan atının üzerinde dimdik duruyordu.

                  Derken, iki büklüm oldu. Sonra da gevşeyen parmaklarından yuların kaymasıyla birlikte o, hızla bir külçe gibi yere düşüp metrelerce yuvarlandı.

                  Her şey çok ani olmuş, o meşhur Tarık göz açıp kapayıncaya kadar kanlar içinde cansız, yere seriliver-mişti işte!

                  Düşman ordusu, kitle hâlinde donup kalmıştı âdeta.

                  Koca Kerbelâ'da gürül gürül akan Fırat'ın coşkun sesinden başka hiçbir ses duyulmuyordu.

                  Vahşice naralar atan şu binlerce kişilik ordu, hepten dilini yutmuştu sanki.

                  Ali'nin hafif bir mahmuz işaretiyle yerimden oynadım, yavaş yavaş sağ cenaha doğru ilerlemeye başladık.

                  Bu sırada ötede, uzakta, İmamın (a.s) bize baktığını gördüm. Zülcenah'la küçük bir tepenin üzerinde durmuş, bir kaya misali oturduğu eyerden vakarla bizi izliyordu.

                  Tarık'ın kısa bir çarpışmaya bile fırsat bulamadan böylesine ağır bir yenilgiyle ve gözü açık gitmesi, oğlunu kahretmiş, çılgına çevirmişti. Gözlerini kan bürüyen delikanlı, öfke içinde bize doğru at koşturuyordu.

                  Elinde uzunca bir kılıç vardı.

                  Babası gibi hantal, insan azmanı denilecek kadar iri yarıydı.

                  Ama, arslana koşan tavşana benzettim o sırada onu nedense...

                  Babası gibi o da bizi gafil avlamak istemiş ve aniden üzerimize saldırmıştı.

                  Aliekber yine öylece dimdik duruyordu eyerin üzerinde.

                  Zerrece korku duymaksızın, bir kaya gibi güçlü, kendinden emin, sakin ve sessiz...

                  Her şey bir çırpıda olup bitmişti.

                  Tarık'ın oğlunun atı ok gibi tam yanı başımdan geçerken, ayaklarımın önüne bir kelle düşüverdi!

                  Tarık'ın oğlunun kellesiydi.

                  Hâlâ şaşkınlıkla bana bakıyordu.

                  Bu ne süratti öyle?! Ali'nin ne zaman kılıcını kaldırdığını ben bile görmedim.

                  Başsız gövde, atın üzerinde gidiyordu hâlâ...

                  Çok geçmeden o da yere yuvarlanmış, sahibinin başını göremeyen zavallı at ürkerek bir iki adım gerilemişti.

                  Nedendir bilmem, kimse gelip de bu baba oğlun cesedini götürmeye cüret edemedi.

                  Aliekber'in sürati, cesareti ve mahareti herkesi şaşkına çevirmişti.

                  Böyle şeyler ancak masallarda olur, efsanelerde anlatılırdı.

                  Ama Kerbelâ gerçek bir efsaneye tanık oluyordu şimdi işte.

                  Damarlarında Hz. Resulullah'ın (s.a.a) ve Haydar-ı Kerrar Aliyy-i Murtaza'yla (a.s) Sıddıka-i Kübra Zehra-ı Ethar Hz. Fatıma'nın (a.s) kanını ve canını taşıyan Ali-ekber'le bizi uzaktan vakarla seyreden İmam (a.s) için-se, tamamen doğal ve basit vakıalardı bunlar.

                  Aliekber'in şimşeği andıran kılıcıyla cehenneme yuvarlanan üçüncü kişi, Tarık'ın 2. oğlu Talha oldu.

                  Onu, Mısra b. Galip izledi.[2]

                  Her ikisi de, tıpkı öncekiler gibi göz açıp kapayıncaya kadar kanlar içinde toprağa serilivermişti!

                  Ama şu Mısra b. Galib'in çehresi pek aşina gelmişti bana... Fırsat olsa, onu daha önce nerede gördüğümü soracaktım atından, ama bunu hiçbir zaman soramayacağım ondan artık. Çünkü Aliekber'in kılıcı bu kez çok daha farklı ve ilginç bir destan yaratmış, binicisiyle birlikte atını da ikiye biçmişti!

                  Bu inanılmaz darbe karşısında, düşman ordusundan yükselen hayret dolu sesleri hiç unutmam.

                  Bu olayı görünce, düşman saflarının en önünde duran birçok kişi hemen o sırada atının başını çevirip süratle Kerbelâ'yı terk etmiş, Sa'd oğlu Ömer'in muhafızları bu askerlerin bir kısmını zorla geri çevirmişlerdi.

                  Doğrusu ben bile şimdiye değin Hz. Ali'den (a.s) başka, binicisiyle atını bir anda ikiye biçen böyle bir darbe görmüş değildim.

                  Bu nedenledir ki, Mısra'nın gözlerinin fal taşı gibi açılması gayet doğaldı. Bu darbeden birkaç saniye sonra bile Mısra'nın, vücudunun ikiye ayrıldığına ve vücudunun ortasından rüzgarın geçeceğine kendisinin bile inanmadığını biliyorum.

                  Düşman ordusu dehşete kapılmıştı. O büyük ordudan çıt çıkmıyordu şimdi.


                  ALLAH'ım Bütün Güzel Sözler Sana Söylemekle Güzeldir,Kırık Dökük de Olsa Kabul Eyle Sözlerimi.

                  Yorum


                    #10
                    Ynt: İmam ve Oğlu.

                    Resulullah'ın Evlâtları Böyledir...
                    Aliekber'in teker teker ve kolayca devirdiği bu adamlar, alelâde kimseler değildi çünkü.

                    Her biri tanınmış bir kabadayı, meşhur birer savaşçıydı.

                    Ama düşmanı dehşete düşüren şey, öldürülenlerin kimliği ve sayısı değildi sadece.

                    Çok kısa sürede yenilmeleri ve "öldürülüş şekilleri" de başlı başına korku ve dehşet sebebi olmuştu şimdi.

                    Karşımıza çıkanların hiçbiri savaşacak mecal dahi bulamamıştı çünkü.

                    Bu da, karşılarındaki bu genç kahramanın gerçek anlamda bir "savaş teknikleri ustası" olduğunu ve bu işi gerçek uzmanlardan öğrendiğini ortaya koyuyordu.

                    Binicisiyle birlikte ikiye ayrılan at, onun aynı zamanda çok acı bir kuvvete de sahip olduğunu göstermişti.

                    O kadar alçakgönüllü ve sade görünüşlü olması beni de yanıltmış, onun savaş meydanında böyle harikalar yaratabileceğini hiç düşünmemiştim.

                    Ağla Leyla, ikimiz de ağlamakta haklıyız...

                    Yeteneklerini gizler, övünmekten ve övülmekten hiç hoşlanmazdı.

                    Onun yaman bir savaşçı olduğunu duyanlar da, duydukları gerçeğin böylesine bir zirve olabileceğini akıllarından dahi geçiremezlerdi şüphesiz.

                    Fazla söze ne hacet? Doğrusunu istersen karşımız-daki otuz küsûr bin kişilik ordu fiilen yenilmişti artık.

                    Meydanın kayıtsız şartsız bir tek galibi vardı: Hüseyin b. Ali'nin (a.s) oğlu, Aliekber!

                    O, yenilmesi imkânsız bir kahraman ve karşısındaki kalabalıksa, onun ezici gücü ve inanılmaz savaş mahareti karşısında kıpırdayacak mecal dahi bulamayan bir "bozguna uğramış sefiller ordusu"ydu!

                    Bu sırada yine uzaktan bizi izleyen İmama takıldı gözüm...

                    Baba-oğul arasında gidip gelen o güçlü bakışlar ve İmamın memnuniyetle, gülümseyen bakışlarıyla Ali'sine söylediği o "aferin"ler mi veriyordu yoksa bu olağanüstü güç ve kuvveti ona?

                    İmamın (a.s) o tatlı tebessümü...

                    Memnuniyetini ifade eden o derya derini bakışları.

                    İnanç sahibi her insan, onun bu tebessümünü kazanabilmek için bir değil, bin kez ölümü kucaklasa yeridir.

                    O başı bulutlara değen yüce dağdan bu lâle bahçesine ulaşan tarifi imkânsız esinti, çölün tandırı andıran sıcağında -susuzluk da dahil- her şeyi unutturuyor ve Ali'nin gücüne güç katıp direncini pekiştiriyordu.

                    "Bu iş böyle giderse, düşman ordusu ya teker teker ölecek veya birkaç saat sonra çil yavrusu gibi dağılacak" diye düşündüm o sırada.

                    Aliekber böyle savaşmaya devam ederse, çok geç-meden düşüncemde haklı çıkacağımdan emindim.

                    Ama bu nAmertler ordusu, o güne kadar hiç bozulmamış olan "Arapların savaş geleneği"ni bozdular alçakça.

                    Uzakta olmasına rağmen birden, İmamın (a.s) bakışlarının değiştiğini ve renginin hafifçe sarardığını fark ettim.

                    Endişeyle bizim arkamızda bir yere bakıyordu.

                    Aliekber de ondaki bu ani değişikliği görmüştü.

                    Ani bir hareketle geriye döndük.

                    Namertler ordusu, iki koldan topluca saldırıya geç-mişlerdi!

                    Çok çirkin bir manzaraydı bu. Müşrik Arapların bi-le kitabına sığmayan bir namertlikti...

                    Her koldan bin kişilik süvari saldırıyordu.

                    İki bin süvarinin kaldırdığı kesif toz bulutu, savaş meydanının görüntüsünü bütünüyle değiştirmişti.

                    Bu gidişle, korkunç bir hezimete uğrayacağını ve ölümüne çarpışılan geleneksel teke tek savaşla Aliek-ber'i yenebilmenin imkânsız olduğunu anlayan Sa'd oğlu Ömer, o güne değin hiçbir savaşta görülmemiş bir kalleşlik daha yaparak bir tek savaşçının üzerine iki bin atlı salmıştı.

                    Ortalık nal sesleri ve korkunç naralarla inliyordu şimdi.

                    Bu tür savaşları görmediğin için; sen orada olsan, deprem oluyor sanırdın...

                    Tepeden tırnağa silâhlı bin atlı Muhkem b. Tufey-l'in, bin atlı da İbn-i Nevfel'in komutasında, sel gibi üzerimize gelmedeydi...


                    ALLAH'ım Bütün Güzel Sözler Sana Söylemekle Güzeldir,Kırık Dökük de Olsa Kabul Eyle Sözlerimi.

                    Yorum


                      #11
                      Ynt: İmam ve Oğlu.

                      Yarasaların İhaneti
                      Şunu hemen söyleyeyim ki, bu iki bin atlıyla savaştığımız süre boyunca; "Aliekber susuz... Yorgun... Uykusuz. Nice yakınlarının ve en samimi arkadaşlarının ölümüne şahit oldu şu 48 saatte. Buna rağmen inanılmaz bir güç ve enerjiyle nasıl da savaşıyor!? Ya yorgun, susuz, uykusuz ve matemli olmasa nasıl savaşırdı acaba?" diye düşündüm hep.

                      Ve şunu da anladım ki, benim ona gereğince destek olmam ve tam iki bin atın şecaat ve gayretiyle o meydanın altını üstüne getirmem gerekiyordu...

                      Aliekber bu defa, daha önceki teke tek çarpışmalarda olduğu gibi kaya misali dimdik ve hareketsiz durmadı, Hafif bir işaretle hareket emri verdi.

                      Yayından fırlayan ok gibi sağ cenaha doğru kanatlandık.

                      Onunla olduktan sonra bir kişiyle çarpışmak da birdi, bin kişiyle çarpışmak da.

                      O güne kadar öyle koştuğumu hatırlamıyorum.

                      Onca at, mızrak ve kılıç seline doğru balıklamasına hem de!...

                      Çarpışma çok sert ve ani oldu. İlk anda birkaç at, sahibiyle beraber yere yuvarlandı. Arkadan gelen bir çok atlı da hızını alamayarak, onlara çarpıp yerlere ka-paklandılar.

                      Ali, göz açıp kapayıncaya kadar birkaç kişiyi haklamıştı. Ben sıçrayıp da yerlere kapaklanan atların üzerinden geçerken o, inanılmaz bir süratle dört bir yana uzanıyor, yöneldiği her yanda mutlaka birilerini deviriyordu.

                      İki bin kişilik ordu dehşete kapılmıştı.

                      Ben nereye yönelsem, önümdekiler sağa sola kaçışmaya çalışıyor, dar bir koridorda sert bir çelik sesleri arasında savaşçıların ard arda yere yuvarlandıklarını görüyordum.

                      Müthiş bir sahneydi...

                      Onlarca ölü saydım, ondan sonra saymayı bıraktım artık. Ali durmadan kılıç sallıyor ve onun her hareketinde en az bir kişi atından yere yuvarlanıveriyordu çünkü. Onca ceset ve yere kapaklandığı için ayaklar altında debelenen onca at arasından sıçrayarak sürekli ve çok hızlı bir şekilde yer değiştiriyorduk.

                      Üzerimize sıçrayan kanlarla, ikimiz de tepeden tırnağa kan içinde kalmış, o hâlimizle korkunç bir görünüm almıştık. Bu kan gölünün ortasında Azrail gibi ilerliyorduk.

                      Aliekber durmadan, yorulmadan, usanmadan kılıç sallıyor; kimi zaman nara atarak, kimi zaman haykırarak, kimi zaman da nefes tazelercesine bir soğukkanlılıkla, ritmik ve yavaş sesle zikirler söyleyip tekbirler getiriyor, her kılıç darbesini bir zikirle süslüyordu.

                      Ah! Orada olacaktın da, görecektin Leyla! Nasıl da çarpışıyordu arslanlar gibi!

                      Ya ben? Ondan aldığım cesaretle inanılmaz bir enerji bulmuş, adetâ kanatlı bir küheylan olmuştum.

                      O korkunç çarpışma ve o inanılmaz hengâmede bile fırsat buldukça, kısa bir bakış fırlatıyordu İmama.

                      İşte o zaman Aliekber'in bu bitmez tükenmez enerjisinin kaynağını keşfettim!

                      Bu nadide çiçek, bütün enerjisini güneşten alıyordu! İkimiz de bir fil kadar güçlü ve dayanıklı, bir panter kadar atak ve çeviktik o sırada.

                      İki cenah birbirlerine karışmış olduğundan, kaç kişinin sağ kaldığını anlayamadım. Vaktin nasıl geçtiğini de. Birden, etrafımızın boşaldığını fark ettim. Önümüzde kimse yoktu!

                      Dehşete kapılan ordu bozguna uğramıştı, herkes kendi canını kurtarmaya çalışıyordu. Yerde inleyen yüzlerce yaralı ve göz alabildiğine meydanı dolduran cesetlere aldıran yoktu bile.

                      Savaş tandırı giderek soğuyordu. Kısa bir mola demekti bu. Savaşlarda bu molalara sık sık rastlanır. Kaleme alınmayan sosyal bir sözleşme gibidir. Bu kısa molalarda, taraflar cenazeler ve yaralılarını kaldırırlar. Kuvvetlerini yeniden derleyip toparlar, orduya bir çeki düzen verirler.

                      Aliekber'in nefes tazelemesi ve babasıyla görüşebilmesi için iyi bir fırsattı bu...

                      ALLAH'ım Bütün Güzel Sözler Sana Söylemekle Güzeldir,Kırık Dökük de Olsa Kabul Eyle Sözlerimi.

                      Yorum


                        #12
                        Ynt: İmam ve Oğlu.

                        Güneş Vuruluyor...
                        Ah, orada olacaktın da görecektin Leyla!

                        Ne muhteşem bir karşılaşmaydı bu...!

                        Dünyanın en nadide güllerinden ve anaların doğurduğu en nadide arslanlardan biri olan bir oğul... Yaralanmış... Vücudu yaralar içinde, yorgun, susuzluktan kavrulup kül olmuş, dudakları çatlayıvermiş olgun nar misali...

                        Ve bir baba...

                        "Bütün dünya bir yana, Aliekberim bir yana!" derecesine âdeta... Bir an önce yiğit oğlunu, yaralı bağrına basıp, anaları kıskandıran bir şefkatle okşayıp koklayabilmek için yüreği kıpır kıpır...

                        Çatışmanın sonuna kadar o küçük tepeden inmeyen ve bakışlarını bir an olsun üzerinden ayırmayarak kalbini, hatta bütün varlığını, gücünü ve enerjisini bu bakışlarda toplayarak oğluna aktarmak isteyen sevgi ve metanet timsali emsalsiz bir baba...

                        Ve uğruna bir değil, binlerce kez neşeyle ölüme koşmaya hazır; bir değil, bin Kerbelâ'ya her lahza amade, her babanın rüyası olan emsalsiz bir oğul...

                        Bu amansız savaşta kendisini bir lâhza olsun yalnız bırakmayan babasının üzengideki ayaklarını öpebilmek için, ayağı üzengiden toprağa değiyor...

                        Ama baba, kimseye üzengi öptürecek bir insan de-ğil. Meleklerin secde ettiği gerçek "insan"...

                        Oğlundan önce, o iniyor yere...

                        Ah! Nasıl unuturum o sahneyi?

                        Bulutlarla yüce dağların dorukları mı desem; meleklerin binler, yüz binler hâlinde yeryüzüne nüzulü mü desem?

                        Güneşle ay toprağa ayak bastı sanırdın.

                        İmam (a.s), her biri bin rahmet olan kanatlar misali kollarını açıp Ali'sini kucakladı.

                        Yıllardır onu böylesine bir kez kucaklayabilmek için beklemişti sanki...

                        Güneşle gündüz buluşmuştu âdeta.

                        Ve; bir asrı geride bırakmış olan ben biliyordum sadece bu hasretle kavrulan sarılmanın ne derin bir okyanus olduğunu.

                        Nasıl sarılmasındı İmam?

                        Sevgili dedesi Resulullah'ı (s.a.a) görmüştü âdeta bir an... Böylesine yaralar içinde, tepeden tırnağa al kanlara gark olmuş!

                        Ve Aliekber, o hazretin yaşayan timsaliydi.

                        Onu sevip de Ali'ye vurulmamak mümkün müydü sahi?

                        Ve Aliekber... Asırların susuzluğunu giderircesine nasıl da hasret gidermede. Deryalar dolusu huzur ve güç alıyor bu enerji kaynağından âdeta...

                        İki dağ kavuştu.

                        İki şahin kucaklaştı.

                        Ayla güneş öylesine yoğruluverdi ki birbirinde ne o kaldı, ne de bu... Bütün bir uzayda ışıyan emsalsiz bir nur patlaması oldu âdeta...

                        Ayrılmak istemiyorlar hiç. Kollar gevşemiyor nedense...

                        "Hiç bitmesin bu sarılış, böylesine varsınlar mahşere!" diye gözyaşları içinde Rablerine yakaran melek-lerin ilâhî terennümlerle dolu temennilerini duyar gibiyim âdeta...

                        Bu sırada, İmamın (a.s) bir sorusuna Aliekber'in verdiği cevabı duydum ve işte o zaman can evimden vuruldum Leyla: "Susuzum baba! Susuzluk mecal bırakmıyor bende."

                        Ah, ağlama Leyla! Dur da anlatayım, ne olur...

                        Hayretler içinde kaldım o sırada. Fırat hâlâ gürül gürül akıyordu çünkü. Ve Hz. Resul-i Ekrem'in (s.a.a) biricik Aliekberi susuzluktan yanıp kavrulmadaydı iki adım ötede!

                        Onun çok sakin bir sesle söylediği bu sözü Fırat duymadı.

                        Duysa, o koca ırmak oracıkta kururdu mutlaka.

                        Kurda, kuşa; kâfire, müşrike açık olup da Allah'ın en has kullarına bir yudum suyun ulaşamıyorsa, ırmak olmanın ne anlamı var? Kurursan daha iyi değil mi?

                        Taşlarla çakıllara çarpan suyunun sesini Aliekber-ler duyup da hasretle tutuşmaz hiç olmazsa o zaman!

                        İmamın senden incinmemiş olur hiç olmazsa!

                        Vurma öyle bağrına Leyla!... Yolma saçlarını, ne olur...

                        Susuzluğun ne kadar zor olduğunu, ancak Kerbe-lâ'da susuz şehit olanlar bilir...

                        Bir de ben...

                        Oradaydım çünkü.

                        Onlarlaydım çünkü.

                        Hem, ben bir atım; susuzluğa ve yorgunluğa ne kadar dayanıklı olduğumu çöller de bilir.

                        Ama o cehennemin ortasında... O belâ çölünün ka-vurucu tandırında benim bile dilim dışarı sarktıktan sonra... Gerisini, var sen düşün artık...

                        Susuzluk nedir bilir misin? Bazen dilin, damağın kurur; ama bir yudumla geçecek bir susuzluktur bu.

                        Bazen midenle bağırsaklarının kuruduğunu hissedersin. Bu da, birkaç yudum suyla geçen bir susuzluktur...

                        Ama bir susuzluk da var ki, yüreğinin yağlarını eritiverir; ciğerlerinin sökülmeye başladığını, içinde korkunç bir yangının alevlendiğini hissedersin...

                        Bu susuzluk çok zordur işte. Nice atların bile bu sınırın ilk adımında nasıl yanıp kavrulduğunu ve yere serilip nasıl can verdiğini bizzat görmüşümdür ben.

                        Bir ırmağı içsen, suya kanmayacağını sanırsın...

                        Her şeyi su gibi görmeye başlarsın artık, sudan gayrı bir düşünce bile uğramaz olur zihnine. Her serabı suya, her sesi su sesine benzetir zihin...

                        O güne kadar suyu nasıl lâlettayin kullandığını ha-tırlar, kahrolursun...

                        Niçin ömrünün sonuna dek yetecek kadar su içme-diğin veya suyun bu önemini neden daha önce hiç düşünmemiş olduğun şeklinde çocukça düşünceler gelir aklına.

                        Susuzluğun ilk cinnetleridir bu.

                        Bu noktada her şeyini bir yudum suya feda etmeyecek çok nadir canlı vardır.

                        Ahdin, sözün, dinin, imanın, kararın, sözleşmenin, kanunun ve kuralın bini bir yudum su olur o sırada.

                        Haklısın...

                        Kerbelâ'da böyle olmadı ama!...

                        Kerbelâ'nın bin nice yıldır dillerden düşmemesi de bu yüzden değil mi zaten?

                        O hamasî destanı yaratan kahramanların, göğün en süslü yıldızları olması da bu yüzden değil mi işte?

                        Kerbelâ'nın susuzluk ve kılıçlar cehennemini, Fırat'ın suyuyla gelecek cennete kim değişir şimdi.

                        Seyyid-üş Şüheda'nın (a.s) saflarındaki askerlerin, Talut'un ırmakla sınadığı o seçkin savaşçılar ve o "seçkin inananlar"dan daha üstün olmasının nedeni budur işte...


                        ALLAH'ım Bütün Güzel Sözler Sana Söylemekle Güzeldir,Kırık Dökük de Olsa Kabul Eyle Sözlerimi.

                        Yorum


                          #13
                          Ynt: İmam ve Oğlu.

                          Kerbelâ!

                          İblisi utancından mosmor eden örnek!

                          Şeytana secdeyi öğreten "çamurla sıvanması imkânsız güneş"ler diyarı!

                          Düşman çok namertçe bir yöntem izliyordu.

                          Güneşin âdeta kumlara yapıştığı, gökten lav yağarcasına, yerden ateş kaynarcasına ortalığın tandırdan farksızlaştığı bu ıssız çölde çekilecek susuzluk en sert çelikleri bile eritmeye, en güçlü iradeleri bile gevşetmeye yeterdi.

                          Bir yudum suyun bir yudum hayat olduğu bu dayanılmaz şartlar altında imanın, dinin, inancın nice ta-kıyye kılıfları bulduğunu bilmeyen kim var?

                          Ama Kerbelâ'da, Yezid ordusunun karşısına dikilen bu bir avuç insanın, daha yerinde bir tabirle bu "efsane insanlar"ın imanı, dini ve inancı herkesinkinden farklıydı.

                          Onlar, çok farklı insanlardı çünkü.

                          İnançları da çok farklıydı.

                          Allah'a verilen sözden, Resulü'yle (s.a.a) yapılan a-hitten asla dönülmemesi gerektiğine inanıyor, inandıkları gibi yaşıyor ve böyle bir yaşamı tehlikeye sokabilecek her şeyle ölümüne savaşmayı en büyük izzet, onur ve şeref biliyorlardı.

                          "Kerbelâîleri üstün ve farklı kılan da buydu işte.

                          Destan ötesi bir olay yaşanıyordu şimdi burada.

                          İmam Hüseyin'le (a.s) Aliekber güçlü birer savaşçıydılar, zor eğitimlerle yetişmiş, nice örslerden geçmişlerdi; erkekti onlar...

                          Ama ya kadınlarla küçük çocuklar?

                          Ya Zeynep?

                          O dağların salabetini andıran direnç timsali, Ali'nin kızı olmayı hakketmiş o arslan misali yiğit kadın... Bütün ömrüce yürüyeceği yolu şu birkaç günde yürümüş, tandırdan farksız olan Kerbelâ'da kızgın güneşin altında günlerin susuzluğuna rağmen bir kez olsun çarşafını başından çıkarmamış, o sıcağa rağmen örtü ve hicabına zerrece halel getirmemişti.

                          İnanılmaz bir kadındı o!

                          Kevser'e mazhar olan "Hicabın canlı timsali Hz. Fatıma Zehra'nın (a.s) arslan kızı"ydı o!

                          Onca belâ ve musibete yiğitçe katlanmış, "of" bile dememişti.

                          Alev mızraklarına göğüs germiş, düşmana "bir yudum su!" diye yalvarmamıştı.

                          İki gün zarfında iki kadının ömrü kadar gözyaşı dökmüş, sessizce figan etmiş, bağrını dövmüş, en azizlerinin birer birer şehit düşüp, kanlar içinde kızgın kumlara serilişine bizzat şahit olmuş, bir günde bir asrın derdini çekmiş, bir asrın kahrını yüklenmişti.

                          Bağrı taşlı, gözü yaşlıydı o!

                          Ne kadar da acı çekmişti şu kısa süre zarfında?

                          Bütün kadınlara teselli vermiş, babalarını veya kardeşlerini kanlar içinde can verirken gören bütün çocuklara ana kesilmişti.

                          Saatlerce o masum yavrucakları kucağına almış, ö-püp koklamış, sakinleşmelerini sağlamıştı.

                          Ne kadar da acı çekmişti Zeynep o gün?

                          Defalarca tökezlemiş, defalarca yerlere kapaklanmış, defalarca tam yüreğinden vurulmuştu.

                          Ya Rabbi! Cennet, anaların ayağının altındaysa eğer, Zeyneb'in şu varlık âlemindeki yeri nasıldır acaba?

                          Ah!

                          Meleklerin Âdem'e secdesini, Kerbelâ'yı görenler anlayabilir ancak.

                          Önünde güneşin secdeye kapandığı bu destanımsı "iyiler"e secde etmeyen şeytanları nasıl dergâhından kovmaz insan?

                          "Rabbin"e en muazzam yönelişlerle yönelip, O'na en muhteşem "Lebbeyk"leri diyen şu örnek müminleri görür de, nasıl "gerçek yakîn"e varmaz insan?

                          O ayakların tozunu sürme yapıp da gözüne çekmemek elde mi Leyla?

                          Varlık âleminin gerçek incileri, Hak Teala'nın gerçek sevgilileri olan bu nadide varlıklara reva görülenleri hatırlayıp da gözyaşı dökmemek elde mi Leyla?

                          Mümkün mü kan ağlamamak onlara?...

                          Evet, Aliekber susuzluğun son raddesini çoktan aşmıştı; ama yine de o şartlar altında babasından su isteyecek biri değildi o Leyla.

                          Bir an; "Babasından gaybî bir keramet bekliyor belki de" diye düşündüm o sırada.

                          Olmuş bir olaydı çünkü.

                          Küçükken, hiç de mevsimi olmadığı hâlde babasından bir kez üzüm istemişti de, İmam (a.s) elini şöy-le havaya doğru kaldırıp, benim göremediğim bir asmadan dopdolu bir salkım dererek küçük Ali'ye uzatıvermişti gülümseyerek.

                          Nasıl da neşeyle almıştı o salkımı...

                          Bana da yedirmişti o yüzümden...

                          Bunları ne diye anlatıyorum ki sana ben?

                          Sen nice kerametlerine şahit değil miydin İmamın zaten?

                          İşte bu nedenle, Aliekber de babasının kerametini bildiğinden ondan su istemiş olabilir diye düşündüm bir an.

                          Hem... Koca "Kevser", İmamın babasıyla annesinin mülkü değil miydi sanki? Böyle bir babadan bir yudum su istemekten daha tabiî ne vardı?

                          Ama, hayır! Yüz bin kere hayır!

                          Aliekber'in babasından bunu bekleyeceğini düşün-mek bile çok büyük bir hataydı!

                          Babası aynı susuzluktan kıvranır da hiç şikayet et-mezken...

                          Ehlibeyt'in kadınlarıyla çocukları susuzluktan telef olur da İmamlarından su istemezken...

                          Aliekber'in böyle bir talepte bulunması, mümkün müydü hiç?

                          Asla, Leyla! Asla!

                          O ikisini daha iyi anlayabilmek için kulaklarımı diktim, iyice başımı yanaklarına dayayıp ikisinin de yüzüne sürdüm.

                          Bu işin sırrını oracıkta çözemezsem, Kerbelâ'daki diğer atlardan ne farkım kalırdı benim?

                          Ah... Bambaşka bir dünyanın insanıydı şu babayla oğul!

                          Onları anlamak insan aklının kârı değilken, ben nasıl anlayabilirdim ki?!

                          Akıl dünyası değildi çünkü bu; aşk dünyasıydı.

                          Gönül dünyasıydı bu baba-oğlun dünyası!

                          Vefa, sadakat, kulluk, teslimiyet ve bir o kadar da korkusuzluk, yiğitlik ve hamaset...

                          Su değil; "Kevser Suyu" istiyordu Ali'n!...

                          Allah aşkına öyle ağlama, n'olur...

                          Rabbine aşıktı Ali'n Leyla!

                          Ceddi Resulullah'la (s.a.a) babası Ali'yi (a.s), annesi Fatıma'yı (a.s) özlemişti o...

                          Bu özlemle yanıp tutuşmadaydı. Kevser'e kanmak istiyordu Ali'n... Sevgililer sevgilisine kavuşmak.

                          Yiğit kullara vaat edilen o muhteşem şerbeti içmek istiyordu doyasıya!...

                          Sevgili yaratıcısı Allah'ın aşkıyla yanıp kavrulduğundandır ki, Fırat'ın hasreti hiç yoktu onda. Rabbinin hasretiyle yanıp tutuşuyordu çünkü!

                          Ya baba?

                          Onunla asla ayrılık yaşamayacağından emindi.

                          O aşkı bizzat babası öğretmişti ona çünkü!

                          Bu nedenledir ki, o ürkütücü meydanda kıyasıya çarpışırken gözünü babasından ayırmıyordu hiç.

                          Elindeki çifte su verilmiş Mısır çeliğinden yapılma kılıçla değil de, babasının bakışlarından yakaladığı o muazzam şimşekle vuruyordu karşısındaki sefiller güruhuna.

                          Bu yüzdendir ki, aldığı yaraların farkında bile olmuyordu Ali...


                          ALLAH'ım Bütün Güzel Sözler Sana Söylemekle Güzeldir,Kırık Dökük de Olsa Kabul Eyle Sözlerimi.

                          Yorum


                            #14
                            Ynt: İmam ve Oğlu.

                            Hüseyin'in (a.s) de Oğlu Var...

                            Gözü İmamın (a.s) gözlerinde... Babasının kirpikleriyle vurulmuş bir kere... Başkaca hiçbir şeye ve başkaca hiçbir şeyle vurulması mümkün değil artık.

                            Ali'nin onca vahşi savaşçı arasından sağ çıkması, onca can aldığı hâlde hâlâ can vermemiş olması, nedendi biliyor musun?

                            İmamın (a.s) kalbi hâlâ ondan kopmaya razı olamamıştı da, ondan!

                            Evet, Allah Teâla (c.c) sevdiği kullarının kalbinin kırılmasını istemez. Hele kendisini, hiç kırmaz onları...

                            Babası, çağının İmamıydı Ali'nin...

                            İmamın bunca gönül verdiği ve ayrılığına henüz razı olmadığı birini kim ayırabilirdi ondan?

                            Ama, bunlar benim kalbimin sözleri Leyla... Dedim ya, ben anlayamadım onları, anlamak da mümkün değil zaten. Apayrı dünyaların insanıydı onlar...

                            Yoksa; İmamın (a.s) Allah yolunda bir Aliekber'i değil, bin Aliekber'ini gözünü kırpmadan vermeye her an hazır olduğunu sen daha iyi bilirsin...

                            Ama ben zayıfım işte, elimden gelmiyor sarsılmamak...

                            Kolay mı kurbangâha gönderilişini seyretmek Ali-ekber gibi bir güneşin?!

                            Bu sırada ayrılık vakti gelip çattı.

                            İmam (a.s), Ali'yi ilâhî buluşmaya hazırlıyordu:

                            — Oğlum, Ali'm! Dedem Resulullah (s.a.a) birkaç adım ötede, bak! Bizimle buluşmayı pek istiyor...

                            İmamın (a.s) bununla, Ali'yi yatıştırmak istediğini biliyordum.

                            Ama ya kendisi? Ona kim teselli verecekti biraz sonra?!

                            Güneşin hiç batmadığı bir ufukta, kim parlar güneşten başka?

                            Evet, yine kendisi teselli verdi kendisine:

                            — Git oğul! Allah yârin olsun! Birazdan ben de katılacağım size! Ali'm! Dedeme benim de selâmımı söyle, ikindiyi bulmadan geleceğim, de!

                            Her ikisi de rahatlamıştı şimdi.

                            Güneş yakmıyordu artık.

                            Bütün gökyüzü ağlamaya başlamıştı çünkü.

                            Ayrılık vaktiydi...

                            Vedalaşma anı gelip çatmıştı.

                            Ali, son bir kez babasına var gücüyle sarılmak ve onu doyasıya öpmek istiyor, ama utanıyordu.

                            Babası dayanamaz, ayrılmak istemezdi o zaman... Bu da, Hz. Resulullah'ı (s.a.a) bekletmek demekti.

                            Ama kopamıyordu bir türlü babasından...

                            İmam (a.s) her şeyi anlamıştı...

                            İlâhî rahmet kapıları olan kollarını Ali'nin boynuna doladı.

                            Yüzünden, alnından ve yanaklarından öptü emsalsiz güneşini.

                            Öptü, öptü...

                            Ali de fırsatı kaçırmayıp hasretle öptü babasını!

                            Büyüdüğünden beri hasretti böyle bir sahneye... Nasıl da rahatlamış, hafifleyivermişti birden.

                            Kolları ayrıldığında ikisinin de yüzü ıpıslaktı.

                            İkisi de gülümsüyordu göz göze.

                            Zaman durmuş gibiydi...

                            Ses yoktu...

                            Nefes yoktu...

                            Mekân yoktu.

                            Allah'ım! O ne hâldi öyle?

                            Biri elini ötekinin omzuna koymuş, diğer eliyle de; "Allah kuvvet versin! Haydi oğul!" dercesine pazısını sıkıyordu hafifçe.

                            N'olur ağlama öyle Leyla. Sakin ol biraz, n'olur...

                            Bak, yine dayanamayıp kendinden geçtin işte.

                            Allah'ım! N'olur sabır ver bana... Bana ve şu garip Leyla'ya...

                            Ana yüreği bu... Ağlamakta da haklı, yanıp yakılmakta da!

                            ALLAH'ım Bütün Güzel Sözler Sana Söylemekle Güzeldir,Kırık Dökük de Olsa Kabul Eyle Sözlerimi.

                            Yorum


                              #15
                              Ynt: İmam ve Oğlu.

                              Zor Ayrılış, Acı Firak...
                              Ali'nin babasından ayrılmak istemediğini ve babasının da aynı duyguyu taşıdığını çok iyi biliyorum.

                              Ama İmam (a.s) bu ayrılığın çok geçmeden ebedî vuslata dönüşeceğini; dahası, ceddi Hz. Resulullah (s. a.a) ve Hz. Ali'nin (a.s) bu görüşmeyi sabırsızlıkla bek-lediklerini hatırlatınca, Ali'nin nasıl huzurla dolduğunu ve nasıl hafiflediğini apaçık görmüştüm.

                              Şimdi onun kadar ben de hafiflemiştim işte.

                              İkimizin de yükü hafiflemişti çünkü.

                              Düşmanın meydana çıkmaya niyeti yoktu.

                              Bir koşuda karşılarına dikildik.

                              Aliekber meydan okumaya başladı. Karşısına çıkacak er istiyordu.

                              Ah, savaş meydanını hiç bu kadar sevmemiştim!

                              Karanlıkların perdesi yırtılacak, güneş olanca parlaklığıyla ufukta boy gösterecek ve zulmet, aydınlığa bırakacaktı yerini!

                              Hak olanın, hak davası için batılın tepesine tepesine vurmasını görmek, nasıl da haz veriyor bana.

                              Hele bu çorbada benim de bir tuzum olursa.

                              Savaşmak için en uygun zaman, çarpışmak için en ideal mekân, vuruşa vuruşa can vermek için en harika ortam!

                              — Gelin ey yarasalar ordusu! Bir değil, bin gelin! Düşmana sırt çevirmeyi öğrenmedik biz atalarımızdan! O leş torbası murdar bedenleriniz dururken kılıcımın kınla ne işi var artık?!

                              Aliekber'in bu defaki haykırışı o kadar neşeli ve aceleciydi ki...

                              Onun bu sefer öldürmeye değil, ölmeye koştuğunu bir tek ben biliyordum şimdi.

                              Cenazeleri toplayıp kendi karargâhlarına götürmüşlerdi ama savaş meydanı yer yer kan lekeleriyle doluydu hâlâ.

                              Güneş, ateşten bir tepsi gibi tam tepemizdeydi şimdi...

                              Düşman, bizim moralimizi bozmak için gözlerimizin önünde kırbalarını havaya kaldırıp içindeki suları yere boşaltıyordu!

                              Dilim damağıma yapışmış, susuzluk canıma tak etmişti.

                              Ama Ali, susuz değildi artık.

                              Fırat'a zerrece temayülü kalmamıştı, biliyorum.

                              İmamın (a.s) bakışlarından doyasıya içmiş, Kevser'in kendisini beklemekte olduğu müjdesini almış ve İmamının; "Aferin oğul" demesini sağlamıştı.

                              Babasının parmağındaki akik taşlı yüzükte ne vardı bilmiyorum; ama Ali'nin onu emmesi mutlaka anlamlıydı.

                              Keyfine diyecek yoktu Ali'nin!

                              Fırat için değil, şahadet özlemiyle yanıp tutuşuyordu şimdi.

                              Onu bunca neşeli ve vurdumduymaz görmemiştim hiç!

                              Onu tanımayan, ölüme değil; düğüne gidiyor sanırdı!

                              Meydan, ayaklarımın altında ufaldıkça ufalmış, otuz bin kişilik ordu gözlerimde küçüldükçe küçülmüş, tarumar edilmesi gereken bir yumak pamuğa dönüşüvermişti.

                              Ali neşeyle at koşturup kılıç sallıyor, kendisiyle boy ölçüşebilecek savaşçı istiyor; ama kimse meydana çıkmaya cüret edemiyordu.

                              Sonunda, yine iki koldan; ama bu kez daha kalaba-lık iki ordu, ihtiyatla bize yaklaşmaya başladı.

                              Bizi kuşatmaya almışlardı şimdi.

                              Ali'n, bu kuşatmayı önlemek için hiç bir şey yapmamıştı!

                              Düşmanı cesaretlendirmek istiyordu!

                              Ani bir hareketle üzerlerine yürüyor, bizim yöneldiğimiz taraftakiler çil yavrusu gibi dağılmaya, gerisin geriye kaçmaya başlıyorlardı.

                              Koca ordu, onun bir hareketiyle sağa sola yalpalanan, bir sahilden diğerine çarpan azgın dalgaları andırıyordu.

                              Bu sırada, onun artık yavaşça İmama (a.s) bakmadığını fark ettim.

                              Daha önce, her fırsatta ona kaçamak bir bakış fırlattığı hâlde şimdi bilakis, hiç bakmamaya çalışıyordu.

                              Ali, bizatihi babasının kendisiydi şimdi!

                              Bütün varlığıyla "Hüseyin"leşivermişti o!

                              Durmadan meydan okuyor, ama kimse onunla kar-şılaşmaya cesaret edemiyordu.

                              Ali'nin buna tahammül edemeyeceğini biliyordum.

                              O, asla ilk saldıran taraf olmamıştı. Önce düşmanın saldırısını beklerdi hep.

                              Ama şimdi durum farklıydı.

                              Etrafımızı saran onca kalabalıktan bir tek kişi çıkmamıştı bizimle savaşabilecek...

                              Biraz daha beklesek, biz de onlara benzemiş olacaktık.

                              Birden, o malum işareti verdi bana.

                              "Var gücünle atıl!" diyordu.

                              Yayından fırlayan ok misali atıldım.

                              Her şey bir anda değişivermişti.

                              Ali'nin kılıcı inanılmaz bir hızla inip kalkıyor, her inişinde bir can alıyor, sonra da, göz açıp kapayıncaya kadar yerimizi değiştirip diğer tarafa saldırıyorduk.

                              Olgunlaşmış narlar gibi sapır sapır yere düşen kel-leleri sayacak fırsat yoktu artık.

                              Dünyayı bütün kötülerden temizlemeye ve zulmün kökünü hemen şuracıkta kurutmaya azmetmişçesine savaşıyordu Ali.

                              Nadide bir mahsulün tam orta yerinde çıkan zararlı otları orakla biçen ve biçtikçe neşelenen bir bahçıvanı andırıyordu.

                              Ne tarafa yönelsek, göz açıp kapayıncaya kadar boşalıyor, öndekiler kanlar içinde yere yuvarlanırken, arkadakiler çil yavrusu gibi dağılıveriyordu.

                              Birden, üzenginin gevşediğini hissettim.

                              Etrafımız bomboştu!

                              Meydan cesetlerle doluydu...

                              Başsız cesetler, sahipsiz kollar, başlar, kanlı tolga-lar, kılıçlar, kalkanlar ve mızraklarla dolu geniş meydanda bir tek biz kalmıştık şimdi.

                              Ali'nin kılıcından taze kan damlıyordu.

                              İmamın (a.s) nurlu yüzüne memnuniyetle yayılan tebessümü görür gibiydim âdeta.

                              Binicisiz atlar nasıl da uzaklaşmadaydılar dört nala...

                              Kimi gemi azıya almış, kimi gördüğü sahneler karşısında ürkerek meydanı süratle terk etmeye başlamıştı.

                              Bu tür çarpışmalarda, meydanda kalabilmek her a-tın kârı değildir. Binicisi savaşçı olmayan, sağrısı kan-la ıslanmayan, kılıç şakırtıları, savaş naraları ve canhıraş feryatlara kulağı alışkın olmayan ve yere düşen ce-setleri soğukkanlılıkla çiğneyip geçemeyen atlar, böyle yerlerde fazla duramazlar.

                              Zaten buradaki atların çoğunu tanıyordum ben...

                              Bunların çoğuyla Bedir'de, Uhud'da, Âdiyât suresinin nüzulüne sebep olan o muhteşem baskında ve çoğuyla da, daha sonraları Cemel, Sıffin ve Nehrevan'da karşı karşıya gelmiştik çünkü.

                              Zaten burada yaşadıklarımız, onların bir uzantısı, devamıydı aslında.

                              Evet Leyla; Kerbelâ, Bedir'den Uhud'a, Cemel'den Sıffin'e ve oradan ta Nehrevan'a kadar yaşanan hakikatlerin bir uzantısıydı.

                              Bedir'le Uhud'da alınamayan öçleri, İmamdan almaya gelmişlerdi burada...

                              Hayber fatihi, Allah'ın Arslanı Hz. Ali'nin (a.s) kılıcını o savaşlarda tadanlar...

                              Ebu Süfyan'la onun çömleğini yalayan çömezleri başta gelmek üzere bütün münafıklar ve soyu bozuklar, Hz. Resulullah'ın (s.a.a) sevgili Hüseyin'ini (a.s) tek-ü tenha yakalamışlardı bu ıssız belâ çölünün ortasında...

                              Evet Leyla; Aliekber'ine Kerbelâ'da inen o kılıçlar, şimdi değil, çok önceden bilenmişti hınçla...

                              Boynunda Müslümanların kılıcını görmediği sürece Müslüman olmamakta direnen ve ancak Mekke fet-hinde ele geçirilirse canını kurtarmak için kelime-i şahadet getiren, ama gerçekte İslâm'ı asla kabul etmediği herkesçe bilindiğinden, kalbinin İslâm'a ısınması için kendisine bütçeden, "Muellefe't-il Kulub" aidatı bağlanan Ebu Süfyan'ın torunu Yezid, Hz. Resululla-h'ın (s.a.a) torunu İmam Hüseyin'den (a.s) intikam almaktaydı burada...

                              Murtaza Ali'ye (a.s) kin besleyenler, bu kinlerini onun ailesine kusmaktaydılar Kerbelâ'da...

                              Neyse... Bu söz uzadıkça uzar Leyla... Derin mi derin bir yara, acı mı acı bir vakıadır çünkü...

                              Evet... Meydan ansızın boşalmış, etrafımızda kimsecikler kalmamıştı.

                              Cesetlerle dolu meydanın orta yerinde bir tek biz vardık şimdi.

                              Sen bilmezsin Leyla; savaş meydanlarında böylesine yiğitlikler gösteren bir cengâverin, meydanın orta yerinde birdenbire tek başına bırakılması hayra alâmet değildir.

                              Tuhaf bir duygu sarmıştı o sırada içimi...

                              Bu sessizlik bir fırtınanın habercisiydi.

                              Ve...

                              Yanılmadığımı anlamakta gecikmedim.

                              Er meydanlarının "er"likten en uzak, mertliğe hiç sığmayan en umulmadık kalleşliklerden birine uğramıştık:

                              Yakın mesafeden ok ve mızrak yağmuru!..

                              Ağla Leyla. Ağla... Artık sus demeyeceğim sana...

                              Hem, kim ağlama diyebilir ki Aliekber'e ağlayana?

                              Nasıl söylesem şimdi bunu sana, Leyla?

                              O oklardan birinin Aliekber'in boğazına saplandığını görünce, can evimden vuruldum!

                              Dizginler ansızın gevşeyiverdi.

                              Ali'nin sıcak kanı yelelerimden süzülüyordu.

                              ALLAH'ım Bütün Güzel Sözler Sana Söylemekle Güzeldir,Kırık Dökük de Olsa Kabul Eyle Sözlerimi.

                              Yorum

                              YUKARI ÇIK
                              Çalışıyor...
                              X