Duyuru

Daraltma
Henüz duyuru yok.

Hz. Mehdi'nin (a.f) Hayatı, Fazileti, Siresi ve Sözleri

Daraltma
Bu sabit bir konudur.
X
X
 
  • Filtre
  • Zaman
  • Göster
Hepsini Temizle
yeni gönderiler

    #16
    Ynt: Hz. Mehdi'nin (a.f) Hayatı, Fazileti, Siresi ve Sözleri

    Mehdilik Doktrinine Giriş


    Mehdilik konusuna duyarlılık , ister reddetmek amaçlı olsun, ister savunma amaçlı tarihin her kesiminde var olmakla birlikte asrımızda daha fazla görülmektedir. Mehdeviyet veya Mehdilik üzerinde bu kadar konuşulup görüş belirtilmesinin sebepleri tahlil edildiğinde konunun ne kadar yanlış anlaşıldığı ve hakikatinin ne kadar gizli kaldığı ortaya çıkmaktadır.

    Bazıları bu konunun gündemde kalmasının sebebini sahte Mehdi’lerin ortaya çıkması olarak belirtirken bazıları Mehdiliği, zayıf kalmış insanların kendilerine bir kurtuluş yolu olarak gördüklerinden uydurduklarını ve efsane olduğunu söylemişlerdir. Diğer bazıları ise sosyo-ekonomik sebeplerden kaynaklandığını ve bir kurtarıcı arandığından böyle bir inancın ortaya çıktığını iddia etmişlerdir.

    Bazı günümüz düşünürleri, Mehdilik düşüncesinin Batı dünyasında yaygın olan Mesihçilik ( messianic ) inancının Müslümanlar arasında tezahürü olarak görüyorlar, Batı kültürüyle aşina bazı aydınlar ise Yahudilikte yaygın olan bütün dünyaya hakim olma düşüncesinin İslam dünyasına İsrailiyat rivayetleriyle Mehdilik adına yansıdığına inanırlar.

    Bazı sosyologlar, toplumda ortaya çıkan bunalımlar ve kaoslardan kaynaklanan ümitsizliğe son vermek için her toplumda kitleleri harekete geçirmek için başlatılan kurtuluş hareketlerinin İslamdaki adının da Mehdilik olduğunu savunurlar.

    Bazı Müslüman düşünürler bu meselenin dini bir konu olduğunu ve “ Zamanın imamını tanımadan ölen cahiliyet ölümüyle ölür “ hadisine dayanarak zamanın imamının Mehdi olduğunu belirtmişlerdir.

    Mehdilik inancı üzerine toplum bilimleri hakkında görüş sahibi her sosyolog, kendisini İslam uzmanı gören her alim, İslami siyaset bilimcisi her siyasetçi görüş belirtmiş ama hiç birisi konuyu hakkıyla beyan edememiştir. Bazıları sadece tarihi bir inanç olarak beyan etmekten öteye geçememişler, tarihte Mehdilik adına yapılan kıyamlardan ibaret olduğunu açıklamakla yetinmişler ve konunun özüne inememişlerdir. Bazıları ise konunun sadece ideolojik, teorik yönü üzerinde yoğunlaşmış, toplumsal ve pratik yönünü beyan etmekten kaçınarak bu inancın sadece zihinsel bir dini inançtan ibaret kalmasına sebep olmuşlardır.

    Bu konuda kendilerini daha uzman görenler ise, Mehdiliği ispat etmek için ayet ve hadislere müracaat ederek meselenin sadece itikadi yönünü ispattan öteye götürememişlerdir.

    Mehdilik konusunun tarihi fenomenini, felsefi, siyasi ve edebi kavramlar ile anlatmaya çalışanlar kavramlar karmaşası içinde boğulmaktan kendilerini kurtaramamış ve konunun özünü açıklamak yerine insanları ve toplumları ümitsizliğe sürüklemişlerdir.

    Bu konu üzerinde görüş ileri süren herkes meseleye kendi ideolojisi penceresinden bakmış, ideolojisinin temeli olan dünya görüşü perspektifinden değerlendirmiştir. Mehdilik konusunu bütün detaylarıyla ele alan, günümüze kadar canlı kalmasını sağlayan, dini kaynakların yanısıra bilimsel ve akli delillerle beyan eden ve Mehdiliğin hedefinin tahakkuk bulması için mücadele veren sadece Ehlibeyt mektebi olmuştur.

    Bu araştırmadan maksadımız Mehdilik konusundaki görüşleri aktarmak ve sadece İslam inancındaki yerini ayet ve rivayetelerle açıklamakla yetinmek değildir. Mehdilik inancı insanın var oluş hikmetiyle iç içe olduğundan dolayı tarihin her kesitinde üzerinde en çok konuşulan husus olduğunu söylemek en isabetli görüştür kuşkusuz.
    Amaç Mehdilik konusunun hakikat ve hikmetinin derinliğine inmek , bu inancın insanların bireysel ve toplumsal hayatında rolünün boyutlarını ortaya çıkarmak , nasıl güncelleşmesi gerektiğini ve evrensel bir inanç olduğunu açıklamaya çalışmaktır.

    Mehdilik konusunun ne kadar önemli ve ne kadar hayati bir mesele olduğu araştırmamızın ileriki bölümlerinde görülecektir. Özellikle Şia’da, inancın temeli olan velayet ve imametin mihenk taşı, odak noktasının Mehdilik olduğu anlaşılacaktır.

    Mehdilik konusu en azından Müslümanlar arasında 1400 senedir gündemde olan bir mesele olup bir kaç yazıda özetlememiz beklenilmemelidir. İtikadın özü bu noktada odaklandığından her söylenen söz ve işlenen konu ciddi bir şekilde beyan edilirse ancak bir sonraki konunun anlaşılmasına basamak oluşturabilir. Eğer temel niteliğinde olan öğretiler anlaşılmazsa üzerine kuracağımız bina da sağlam olmayacaktır. Yani temel sağlam olmazsa bina da sağlam olmaz, bundan dolayı açıklanan görüşler ve temel bilgileri, insan kendi içinde çok iyi bir şekilde analiz ederek kafasında yoğurması gerekir. İnsan hem düşüncesinde, hem de kalbinde bunu gerçekleştiği takdirde ilahi evrensel adalet hükümetini idrak etmiş olur, aksi takdirde sorun ve sorular hiç bir zaman yakamızı bırakmaz.

    Mehdilik inancı tahkiki bir şekilde öğrenilmezse, tarihte olduğu gibi son zamanlarda yapılan hürafe ve tahrife dayalı sözler tamamen inanca girecek ve Mehdilik inancının gerçek çehresi ortaya çıkmayacak, insanın bireysel, toplumsal ve evrensel hayatındaki maarifler, öğretiler gizli kalacaktır.

    Mehdilik inancını idrak ve anlamada ciddi bir ıslahata ihtiyaç vardır ve bu düşünce doğrultusunda- mehdilik inancıyla birlikte- dinin gerçek bir anlamda anlaşılması ve yorumlanması doğrultusunda - dinde reform değil- dini düşüncede bir ıslahatın, iyileştirmenin gerektiği hususuna da bu konunun içinde inşALLAH değineceğiz.

    Konunun özünde dini maarifin, öğretilerin tamamının ciddi bir şekilde anlaşılması için kaynağından, menkul( bize ulaşan, aktarılan) maarifin ma’kul( akla dayalı) hale getirilmesi gerekiyor. Din eğer bu bağlamda gerçek manasıyla idrak edilemezse hiç birşey idrak edilemez. Nitekim günümüzdeki dini anlayış, dinin ve öğretilerinin halk arasında gerçek manada idrak edilemediğinin bir göstergesidir kuşkusuz.

    İnancın temelleri ciddi bir şekilde beyan edilirken birkaç noktaya dikkat edilmesi gerekir: Birincisi, dini inancı insan önce kendisi için öğrenir, birilerine ispat etmek için değil, “benim şuna inanmam gerekiyor” ve “buna inanmam gerektiği için dini kaynaklardan öğrenmem gerkir” düşüncesinde olunmalıdır. Birilerine isbat etmek için dini maarif öğrenilmez, aksi takdirde bu sadece ilmi münazara, kavga ve ihtilaftan öteye gitmez.

    Biz inancımızın özünü öğrenerek inancımızın temelini oluşturmamız gerekir; kendimiz anlayalım, kendimiz inanalım, kendimiz inancımızı yaşayalım. Bu inanca sahip olmanın önem ve ehemmiyetini öğrenmemiz lazım, bu inancın insanın günlük hayatındaki rolü nedir, bunu bilmemiz gerekir, bu inancın ideolojik, teorik alt yapısı nedir ve ameli yönü nedir ve bunu nasıl pratize ederiz ve nazari-teorik mertebesinden çıkıp ameli-pratik yönünü nasıl gerçekleştirmeliyiz, hedef bu olmalıdır. Mehdilik inancı da bu konulardan biridir.

    Bu kısa açıklamadan sonra Mehdilik konusunu, ALLAH’ın inayet ve lütuflarıyla incelemeye çalışacağız.

    Hidayet Güneşinin Doğması Ümidiyle.


    "Haksızlık edenler, hangi dönüşe (hangi akibete) döndürüleceklerini yakında bileceklerdir." (Şuara 227)

    Yorum


      #17
      Ynt: Hz. Mehdi'nin (a.f) Hayatı, Fazileti, Siresi ve Sözleri


      İmamet ve Velayetin mihveri '' Mehdilik''

      Kur’an açısından imamet ve velayet, nübuvvet ve risaletin devamı konumundadır. İlahi mesajı insanlığa getiren peygamberlerin hepsi birbirinin peşi sıra gelmişlerdir. Yani bir peygamber bir mesaj getirmiş ve ondan sonra gelen peygamber onun mesajını devam ettirerek bir sonraki aşamasını beyan etmiştir. Bir peygamberin nebiliği, nübüvveti biter diğer bir peygamberin nübuvveti başlar. Hz. Adem (a.s) ile başlayan bu süreç Rasulullah (s.a.a.) in nübuvveti ve risaletine kadar devam ede gelmiştir.

      Resulullah’ın (s.a.a) risaleti, Hz. İsa’dan (a.s) sonra başlamış kıyamete kadar devam edecektir. Bu noktaya özellikle dikkat edilmesi gerekir. Çünkü konuyu anlamadaki temel taşlardan biri budur. Yani 124 bin peygamberin nübuvvetleri bitmiş ve en son peygamber olarak gelen Resul-u Ekrem (s.a.a.) ALLAH Teala’nın indirdiği ilahi hükümleri insanlara bildiriyor, kendisine Kur’an-ı Kerim veriliyor ve böylece ilahi hükümler menzumesi tamamlanmış oluyordu.

      Rasulullah’ın (s.a.a.) risaleti neden kıyamete kadar devam ediyor?
      Rasulullah’ın (s.a.a) üç önemli makamı vardır; Nübüvvet, Risalet ve İmamet.

      Birinci makamı: “Nübüvvet”, peyagamberin, ALLAH’tan vasıtasız olarak veya Cebrail aracılığıyla ilahi vahyi almasına denir.

      İkinci makam: “Risalet”; ALLAH tealadan almış olduğu vahyi koruyup bütün insanlara tebliğ etmek, ulaştırmak ve öğretmek görevi.

      Üçüncü makam: “ İmamet”; yani almış olduğu vahyi tebliğ etmek, insanlara öğretmek ve tüm dünyaya yaymakla birlikte tatbik etmek ve bu hükümleri tüm dünyaya hakim kılmak için ALLAH Teala tarafından görevlendirilmesidir.
      Nübüvvet makamında “Nebi”, Risalet makamında “Resul” ve İmamet makamında ise “İmam’dir”.

      Rasulullah’ın ( s.a.a) nübuvvetinin bittiğini ALLAH-u Teala şöyle beyan ediyor: ” MUHAMMED , sizin erkeklerinizden hiçbirinin babası değildir. Ancak o ALLAH’ın Resulü ve peygamberlerin sonuncusudur”. Ahzab / 40
      O peygamberlerin sonuncusudur, ondan sonra vahiy gelmeyecek, mesaj gelmeyecek, din gelmeyecek, peygamber gelmeyecektir artık. Ama Resullullah’ın (s.a.a.) ilahi görevlerinden imamet ve velayetinin devamı söz konusudur. Çünkü kıyamete kadar vahyi koruma, kıyamete kadar tefsir, tebliğ ve uygulama görevlerinın devam etmesi gerekiyor. İmametin hedefi olan ve aslında bütün ulûlazm peygamberlerin de hedefi olan ilahi hükümleri yeryüzüne tamamen hakim kılma görevi bitmemiştir. Çünkü ilahi hükümler henüz tahakkuk etmemiştir, uygulamada tamamen yeryüzüne hakim kılınmamıştır. Bunun sebebi elbette peygamberlerden özellikle Resulullah’tan (s.a.a) kaynaklanmıyor. Bu ilahi hedefin gerçekleşmemesinin sebebi, henüz beşeri toplumun olgunluğa ulaşamamış, toplumun ilahi adaletin hakım kılınması konusunda bunu kabullenme olgunluğuna erişememiş olmasıdır. Bunun gerçekleşmesi için insan aklının tekamule ulaşması, toplumsal olgunluğun gerçekleşmesi ve evrensel din medeniyetinin gerçekleşmesi gerekiyor. Ancak bu aşamada dinin gerçek çehresi ortaya çıkacak ve peyamberlerin hedefi tahakkuk bulacaktır. Peygamber gelmeyecek, ilahi vahyin tamamını içinde barındıran Ku’ran nazil olmuş, din kemale ulaşmıştır artık. Bundan sonra vahiy ve hüküm de gelmeyecek, din de. “.... Bugün küfre sapanlar sizi dininizden etmekten umutlarını kesmişlerdir, onlardan korkmayın benden korkun. Bugün size dininizi kemale erdirdim.....“ Maide / 3

      Ayet-i celilede din, “hakim kıldım” demiyor, “kemale erdirdim” buyuruyor. Öyleyse din hakim kılınmamış ve hakim kılınması gerekir. Yani Rasulullah’ın ( s.a.a) imamet ve velayetinin devamı şarttır. Resulullah’ın ( s.a.a) rihletinden sonra velayet ve imametin devam etmesi gerekir. Bunun gerekçesi oldukça açıktır : Dinin hakim olması gerekir. Aksi takdirde 124 bin peygamberin getirdiği ilahi vahiy ve ilahi hedef eksik kalacak ve tamamlanmamış olacaktır.

      Velayet ve imametin hakikat ve işlevliği anlaşılırsa, devamının gerekliliği ve İslam’ın evrenselliği de daha kolay anlaşılacaktır.

      Rasulullah ın (s.a.a) İmameti ve velayetinin pratikte işlevliği O hazretin ALLAH’ın rahmetine kavuşması ile son bulmuş ama toplumda velayet ve imametin devamlılığının gerekliği son bulmamıştır. Bundan dolayıdır ki, ALLAH-u Teala buyurmaktadır: “ Sizin veliniz ALLAH, O’nun resulü ve namaz kılıp ruku halinde zekat veren müminlerdir.” Maide / 55
      Ayette üç tür velayetten bahs ediliyor; ALLAH’ın velayeti, Resulullah’ın velayeti ve iman edip namaz kılan ve rukuda sadaka veren kişinin velayeti. Aynı şekilde:” Ey iman edenler! ALLAH’a itaat edin, peygambere ve sizden olan emir sahiplerine itaat edin...” Nisa / 59. Ayette üç tür itaatten bahs ediyor; ALLAH’a itaat, Resulüne itaat ve Ulul Emr’e itaat. Bunlara itaat etmeyi herhangi bir şart ve kayda bağlı kılmıyor, mutlak itaatı öngörüyor, itaat kayıtsız şartsız farzdır. ALLAH’ın velayeti mutlak velayettir ama rasulünün ve ulul emrin velayeti ALLAH’ın emri ve izniyledir. Bu velayet, onların insanların üzerindeki velayetidir. ALLAH Tealanın izni olmadan itaat zaten farz olmaz. Ayet-i kerime bunu da beyan etmiştir: “ Biz her peygamberi ancak ALLAH’ın izniyle itaat olunması için gönderdik...” Nisa / 64. Peygamberlere itaat ALLAH’ın izniyle farzdır. Yani ALLAH emrettiyse onlara itaat farzdır, eğer ALLAH onlara itaatı farz kılmamış olsaydı hiç birisine kayıtsız şartsız itaat farz olmayacağı gibi caiz de olmazdı.

      ALLAH-u Teala kendi velayetinden sonra Resul’ün ve Ulul Emr’in velayetini teşri etmiş ve insanlara da itaati emr etmiştir. İmamet ve velayetin hakikatı Kur’an’da, nebevi sünnette, aklî ve naklî delillerle ispat edilmiştir.

      Resulullah’tan (s.a.a) sonra velayet makamına kimin geçeceği konusundan ziyade bu makamın kendisi konusunda sorun yaşanmıştır. Sakife’de bir şahsın velayeti değil, ilahi hüküm devre dışı bırakılmış oldu. Yani “Resulullah’tan sonra imamet ve velayet makamı tayin edilmiş ama bu makamda oturacak şahısta ihtilafimiz var” görüşü dile getirilmiyor, “ALLAH’ın tayin etmiş olduğu bir velayet ve imamet makamı yoktur” mantığı ile haraket edilmiştir. ALLAH’ın, imamet ve velayeti Kur’an’da beyan ettiği inkar edildi. Dikkat edilirse mesele sadece Hz. Ali’nin (a.s) hakkının gasbedilmesi değildir. Velayete, imamete gerek yok diyerek, ALLAH-u Tealanın emri devre dışı bırakılmış oldu. Bunlar ALLAH’ın emrine karşı geldiler. Yani makam engellendi, dolayısıyla bu makama tayin edilen şahıs da devre dışı bırakılmış oldu. Hz. Ali (a.s) ve bazı sahabenın Sakife’de yapılanlara itirazları; “neden Ali halife olmuyor”,değildi sadece, “neden imamet ve velayet devre dışı bırakılıyor” düşüncesiydi, “neden ilahi iradenin tayin ettiği sistem devre dışı bırakılıyor” idi.

      Diğer masum imamlar da aynı mantıkla engellendiler; dediler ki, ALLAH Teala bu konuda bir şey söylememiştir. ALLAH-u Tealaya iftira attılar, onun emrini reddettiler, inkar edilen ilahi emirdi. Eğer Kur’an bu konuyu beyan etmemiş ise o zaman velayeti ve itaatı belirten ayetler nasıl yorumlanacak ve tefsir edilecektir?

      Şu konunun açıklığa kavuşması gerekir: Yeryüzünde insanları yönetmek kimin yetkisindedir? İnsanlara önderlik ve liderlik etme makamını kim belirler? İnsanlar üzerinde “velayet hakkı olan makamı” kim tayın eder? Temel sorun budur işte. Sakife’de, bu makamı belirlemek insanların elindedir, dediler. Yani demokrasi ,halk seçer dediler, bu konuda ayet yok dediler. Ama ALLAH-u Tealanın emri ise tam aksineydi. İstişare ayetini getirip, ALLAH’ın velayeti içinde yer alan “veli”, “imam” tayin etme hakkının, kendilerine ait olduğunu iddia ettiler. Halbuki istişare ayeti, insanların kendi işlerinde istişare etmeleri gerektiğini beyan ediyor, ALLAH’ın velayet sınırları içinde olan işler hakkında değil.
      İnsanları idare ve yönetme sistemi olan imamet ve velayet – hilafet de bunun içinde yer alır,- ALLAH’ın belirlemesi gereken bir makamdır ve Kur’an’da “ilahi ahid” olarak belirtilmiştir.

      “ Hani Rabbi İbrahim’i bir takim kelimelerle denemiş, o da onları tamamlamıştı da ALLAH, “Seni insanlara imam kılacağim” demişti. O “ soyumdan da” dedi. ALLAH, Ahdim zalimlere erişmez” demişti. Bakara / 124

      ALLAH Teala, Hz.İbrahim’i (a.s) nübuvvet makamına seçtikten sonra O’nu risalet makamına getiriyor, ama imamet makamına tayin etmeden önce Hz. İbrahim’i (a.s) bir çok imtihanlara tabi tutuyor ve Hz. İbrahim (a.s) bu imtihanları başardıktan sonra ALLAH, O’na: “ Ben, seni insanlara imam tayin ettim” buyuruyor. Hz. İbrahim (a.s) “ilahi benim soyumdan da karar kıl” deyince, ALLAH-u Teala, imam tayin etmek benim yetkimdedir senin isteğinle olmaz, buyurmuştur.
      Ayette dikkat edilmesi gereken hususlar şunlardır:
      - İmamet ( imam, önder, halife tayin etmek) ALLAH’ın yetkisindedir.
      - İmamet ALLAH’ın ahdidir.
      - İmamet makamı zalim olanlara ulaşmaz, Hz. İbrahim’in soyundan olsa da.
      - Hz.İbrahim’in (a.s) soyundan hem zalim, hem de adil olanlar gelecektir ama sadece zalim olmayanlara imamlık makamı verilecektir.
      - İmamı seçmek insanların yetkisinde değildir.
      - Hz. İbrahim’in isteğinden de anlaşılıyor ki, bu yetki ALLAH’ın elindedir, aksi takdirde Hz. İbrahim böyle bir istekte bulunduğunda isteği reddedilmezdi.
      - “Ahdim zalimlere ulaşmaz” buyuruyor, “zalimler ahdime ulaşmaz” demiyor. Yani zalimler bu makamı ele geçirirlerse, onların oturduğu makam artık benim ahdim olmaktan çıkar ve benim halifem, imamım ve temsilcim olamazlar.
      - ALLAH, ahdini kime vermişse ancak o hak halife, insanlara önder ve imam olur.
      Sadece bu ayet-i kerime net bir şekilde beyan ediyor ki, İmamet, hilafet ve velayet ALLAH’ın yetkisinde olan bir emirdir. Sakife’de yürütülen “insanları yönetecek sistemi belirlemek insanların elindedir” mantığı, nassın karşısında görüş belirtmektir. Velayet ve imamet ALLAH’ın ahdidir ve bu makama kimi isterse onu seçer.

      Öyleyse Resulullah’ın (a.s) risaletini koruyacak, beyan edecek, tefsir edecek, tebliğ edecek olan “İmamet ve velayet” makamıdır. İmamet, Resulullah’ın (a.s) risaletinin kıyamete kadar devam etmesini sağlayacak ilahi sigorta, ilahi güvence, ilahi sığınak ve ilahi makam konumundadır.

      İmamet ve Velayet makamına kimin seçilmesi gerektiğini, bu makama kimin layık olduğunu da ALLAH-u Teala vahiy aracılığıyla beyan buyurmuştur. Gadir Hum olayı bu makamın insanlara açıklanması, beyan edilmesi ve tescili için vuku bulmuştur. Bu makamın ilk halkasını, ALLAH, vahiy yoluyla Hz.Ali’nin oluşturduğunu ve geri kalan halkalarını da Resulullah’ın (s.a.a) aracılığıyla beyan buyurmuştur. Dolayısıyla İmamet ve Velayet makamının kıyamete kadar bütün halkaları hiç bir boşluk bırakılmadan beyan edilmiştir. Birinci halkadan sonuncuya kadar herhangi birisini inkar etmek veya yerine başka birşey ikame etmek, ALLAH’ın irade ettiği makamı inkar ve devredışı bırakmak manasına gelir.

      Emevi ve Abbbasi sultanları bu ilahi makama sahip olan imamlara zülm ederek, ALLAH’a karşı gelmiş ve Kur’an’a ihanet etmişlerdir. ALLAH’ın velilerine zülm edilmesiyle aslında insanlara zülm edilmiş, insanların kıyamete kadar bu ilahi önderlerden yararlanmaları ve risaletin hedeflerine ulaşmaları engellemiş oldu. Hakkı gasb edilen sadece imamlar değil, imamet ve velayet nurundan yararlanması gereken beşeriyet alemidir.

      Velayet makamına sahip masum imamlardan onbir tanesi peygamberin risaletinin ikinci boyutunu yani vahyi koruma, beyan etme, tebliğ etme ve insanlara ulaştırma görevini gerektiği gibi yerine getirmiş hepsi de bu yoldu şehadet şerbetini içmişlerdir. Ancak risaletin nihayi hedefi olan ilahi hükümlerin dünyaya tamamen hakim olması görevini yerine getirememişlerdir. İlahi hükümleri yeryüzüne tamamen hakim kılamamalarının sebebi, insanların bireysel ve toplumsal alanda aklî, siyasî, toplumsal ve evrensel manada tekamüle erişememiş olmalarıydı, adaleti bireysel ve toplumsal alanda kaldıracak güce sahip değillerdi.

      Velayetin son halkası, ALLAH’ın yeryüzündeki son hücceti, nübuvvet, risalet ve velayetin hedefini hakim kılacak son hüccet ve son velayet sahibi Hz. Mehdi inancının bir mektep, bir doktirin olarak ortaya çıkmasının önemi burdan kaynaklanıyor.

      Velayetin son halkası zincirleme Rasulullah’ın (s.a.a) imamet ve risaletine bağlanmakta ve Rasulullah’ın (s.a.a) velayeti de direk olarak ALLAH’ın velayetine bağlanıyor. Buradan anlışılıyor ki, İmam’a itaat, Resul’e itaattir ve Resul’e itaat de ALLAH’a itaattir.

      Resulullah (s.a.a) ile son hüccet arasında zincirleme bir bağ var. Bu zincir halkalarından biri devre dışı bırakılırsa Velayetullah’a zarar verilmiş olacaktır. Ayrı bir ifadeyle ALLAH’ın imamet ve velayeti tayin etme yetki alanına müdahale edilmiş olunacaktır.

      Emevi ve Abbasiler, İmamları şehid ederek ALLAH’ın hükmüne ihanet etmişlerdir. Bu ilahi hüccet halkaları ve velayet silsilesi aralarında hiçbir kopukluk olmadan 11.İmam Hasan-ul Askeri’ye kadar gelmiş ve ilahi hüccetlerin hepsi ilahi hedefi hakim kılma uğrunda şehadet şerbeti içmişlerdir. Son hüccet İmam Mehdi (ALLAH zuhurunu yaklaştırsın.) dünyaya gelmeden önce hassas bir dönem yaşanıyordu. ALLAH-u Teala son hüccetini saklayacaktı. 124 bin peygamberin gelmesinde, varlık aleminin yaratılış felsefesinde yatan asıl neden ilahi iradenin tamamen yeryüzüne hakim kılınmasıydı. ALLAH’ın irade ettiği sistem, yeryüzüne bu son hüccet eliyle hakim kılınacaktır. Bu gerçekleşmezse peygamberlerin tamamının getirmiş oldukları heba olacaktı.

      İmamet ve velayetin mihverini Mehdilik oluşturmaktadır. Çünkü risaletin hedefini yeryüzüne hakim kılacak makam olan imamet ve velayetin son halkasını Hz. Mehdi oluşturmaktadır. Mehdilik olmazsa, imamet ve velayetin üstlenmiş olduğu risaletin hedefini hakim kılma gerçekleşmeyecektir. İlahi evrensel adalet devleti kurulamayacak yaratılışın hikmeti tahakkuk bulmayacaktır.

      Velayet Güneşinin Doğması Ümidiyle....



      "Haksızlık edenler, hangi dönüşe (hangi akibete) döndürüleceklerini yakında bileceklerdir." (Şuara 227)

      Yorum


        #18
        Ynt: Hz. Mehdi'nin (a.f) Hayatı, Fazileti, Siresi ve Sözleri

        Mehdilik İnancı Nedir?

        Mehdilik konusunda dikkat edilmesi gereken hususlardan biri şudur: Konunun başlangıcında hemen konuyu şahısa indirgeyip “Hz. Mehdi” diye bir şahıştan bahsetme yanlışlığıdır. Mehdilik konusu işlenirken bir kişiye odaklanıp orda tartışma başlatmak veya konuyu o şahısda beyan etmeye çalışmak yapılan yanlışlıklardan biridir. Konu, temelden incelenmesi gerektiğinden direk olarak şahıs konuşulmamalıdır; Hz.Mehdi kimdir? Dünyaya gelmiş midir? Dünyaya gelmiş ise nerede yaşıyor? Neden onu görmüyoruz? Gaybette midir?, gibi soruların cevabını vermeye çalışmak, temel konular işlenmeden yanlış olduğu gibi insanı çıkmaza sokar ve sahte mehdilerin ortaya çıkmasına ve bu inancın tahrif edilmesine sebebiyet verir. Şimdiye kadar Mehdiliğin gerçek çehresinin ortaya çıkmamasının sebeplerinden biri de bu gibi yanlış alanda konuyu ele almaktır.

        Mehdiliğin manası, ISLAMi literatürlerdeki yeri, Kur’an’da beyan ediliş şekli, Mehdiliğin felsefesi, gibi konular işlendikten sonra şahıs üzerinde konuşulması gerekir.

        Dikkat edilmesi gereken diğer bir konu da, Mehdilik inancı, İslam’ın bir iç meselesi ve mezhebi bir konu olarak ele alma yanlışlığı ve geçmişe yönelik bir tarihi mesele olarak algılamasıdır. Bu inanç anlatılırken, hem delillere, hem de beyan ediliş şekline bakılınca, İslam’ın iç meselesi gibi algılanabilir ama hakikatine bakıldığında müslümanları ilgilendiren itikadi bir mesele oluşunun yanısıra bütün insanlığı ilgilendiren bir konu olduğu görülecektir. Mehdilik inancı birçoklarının algıladığı gibi Müslümanlar içinde Şii -Sünni aralasındaki farklılıklardan bir değildir.

        Mehdilik doktrini adı altında arzettiğimiz bu inancın bir açıdan İslam’ın iç meselesi olduğu doğrudur ama bu konu üç alanda ele alınması gerekiyor.

        1- Mehdilik inancına evrensel bir inanç olarak bakan ve tarihin her sayfasında canlı tutup günümüze kadar dinamik bir şekilde gelmesini sağlayan Şia mektebine mensup olanlara tanıtmak. Yani konuyu beyan ederken muhatabınız, şialar ve yararlanılacak kaynaklar, Kur’an, Nebevi sünneti, masum imamların rivayetleri, müctehidlerimizin, ariflerin, alimlerin siresi ve mütefekkirlerin görüşleridir.

        2- Müslümanların iç meselesi olarak incelemek; yani ehli sünnetle veya şia dışındaki ISLAMi inanca sahip olanlara karşı ele almak. Mehdilik konusunda, ISLAM içi mezhepler arasında faklılıklar olduğu ve farklı düşünceye sahip oldukları ISLAMi literatürlerde kayd edilmiştir. Dolayısıyla Mehdilik konusu bu alanda incelendiği zaman daha doğrusu muhatap şia olmayınca ve şia olmayanlara beyan edilmek istendiğinde, bu inancın ISLAMi bir inanç olduğu isbat edilmeli ve kaynak Kur’an ve Sünnet olmalıdır; deliller sunulurken ortak kabul edilen kaynaklardan yararlanılmalıdır. Bunun dışında her hangi bir kaynak; masum imamların rivayetleri ve müctehidlerin görüşleri pek fayda sağlamayacağından ortak kaynaklardan sağlam deliller sunulması gerekiyor ki İslam’ın bu konudaki inancı ortaya çıksın. Çünkü aksi takdirde şia olmayanlarla bu konu konuşulduğu zaman kaynakların sağlamlığı tartışmaya açılacaktır, bu da konunun farklı alanlara çekilmesine ve sonuca gidilememesine sebep olacaktır.

        3-Mehdiliği evrensel ve bütün insanları ilgilendiren bir konu olarak ele almak; gayri Müslimlere karşı nasıl beyan edilmesi gerektiğidir. Bu alanda muhatab, İslam’ın zaruretlerini kabul etmediğinden, Kur’an, Nebevi sünnet veya Şia imamlarının, ulema, araştırmacı veya alimlerimizin görüşleri de kaynak ve delil olarak kullanılamaz, bu alanda akli deliller, ilmi ve bilimsel yöntemler, sosyal ilimler delil olarak sunulmalıdır. Elbette Kur’an ayetlerinin, nebevi sünnetin ve masum imamların konu hakkındaki sözlerinin ilmi ve aklı delillerle zamanın şartlarına göre beyan etmek gerektiği de gözardı edilmemelidir.

        Mehdilik konusunda bu üç alanın birbirine karıştırılmaması gerekiyor. Önemli olan her alandaki muhatapların ortak delillerin değerlendirilmesidir. İslam dışındakilere Kur’an ve nebevi sünnet, şia kaynaklı rivayetler veya arif, müctehid ve alimlerin görüşleri -kaynak olarak kabul etmedikleri için- delil olarak sunulamaz.

        Üç tane kaynak; aklı deliller, ilmi deliller ve bilimsel deliller. Bu deliller onların kendilerinin kabul ettikleri yollarla beyan edilmelidir. Öyleyse biz herkese aynı şekilde anlatamayız dolayısıyla kaynak çok önemlidir. Asrımızda ilim, bilim, teknoloji, medeniyetler ve kültürler arası savaşı yaşıyoruz. Karşıdaki muhatabın kim olduğunun iyi bilinmesi gerekir.

        Muhatapların içinde inatçılar, mulhidler, inkarcılar yok mudur, elbetteki vardır, her konuda olduğu gibi böyle önemli bir konuda da olacaklardır muhakkak; tarih boyunca var oldular, şimdi de var olacaklardır. Ama onlar var diye inancımızı, dinin temel konularından birini kenara bırakamayız. İspat edilmesine rağmen, inat edip kabul etmeyenler tarih boyunca var oldular ve şimdi de varlar, inancımızdan ve onu beyan etmekten vaz geçecek de değiliz.

        Biz bu konuyu işlerken sadece Şia alemi veya Ehli sünnet dünyası için ele almıyoruz. Belli zümre için beyan edilirse, farklı düşüncelere sahip olanlar olayı hurafe, efsane olarak değerlendirecek dolayısıyla Mehdilik mektebinden yararlanma yollarını insanlara kapatmış olacaklardır. Dolayısıyla hem inanan, hem de inanmayan bütün insanları ilgilendiren böyle hayati bir konuyu hakkıyla beyan edip açıklamayı ilahi ve insani bir görev olarak algılamamız gerekir.

        Mehdiliğin Tanımı

        Mehdiliğin tanımı, en önemli meselelerden biridir ve konunun temel taşı, odak noktasıdır. Çünkü Mehdiliğin ne olduğu ortaya çıkmazsa neyin üzerinde konuşduğumuz belli olmayacaktır. Belki de Mehdilikten farklı manalar kast ediliyor ve herkes kendi içinde onun savunuculuğunu yapıyordur dolayısıyla ihtilafa düşülerek inkara yöneliniyor.

        “Mehdilik inancı, kıyamet kopmadan önce dünyanın sonu gelmeden ilahi vaad olan “ilahi evrensel adaletin” yeryüzüne, “ilahi bir hüccet” tarafından hakim kılınmasıdır.”

        Tanımın her bir kelimesi önemli olup birçok hadis ve ayet-i celilenin mana ve mefhumlarından yararlanılarak ortaya konulmuş bir tanımdır. Mehdilikten bahs ederken maksadımız bu tanımdır.

        Yapılan tanımda bir kaç noktanın açıklanması gerekir;

        1- Dünyanın geleceğinin ve geleceğin dünyasının nasıl olacağı hakkında ilahi vaadlar
        2- İlahi vaadların kıyamet kopmadan önce gerçekleşeceği
        3- Bu ilahi vaadın, ilahi bir hüccet tarafından gerçekleşeceği
        4- Bu ilahi vaadı gerçekleştirecek şahısın kim olduğu ve özellikleri

        Bu tanımdan sonra Mehdilik dediğimiz zaman neyi kast ettiğimiz ve ISLAM’daki mehdiliğin ne manaya geldiği anlaşılmış oluyor. Mehdilikten farklı bir mana kast ediliyorsa, o mana bizim konumuzun dışındadır. Veya kendi çıkarları doğrultusunda Mehdiliğe zoraki başka manalar yükleyenler, ISLAM düşmanlığı yapanlardan başkası değildir.

        Bu inanca delilimiz nedir?


        Birinci delil, fıtrı delildir . Yani ALLAH taala insanların yaratılışında bu inancı koymuştur, insanların yaratılışında bu inanç vardır. Buna fıtrı delil denir. Nasıl ki, tevhid inancı yaratılışta varsa; “kullu mevludin vulede alettevhid illa ebevahu yunassiranahu ve yuhivvidaneh”.
        “Her doğan çocuk tevhid fıtratı üzerine dünyaya gelir anne babaları onları hırıstiyan veya Yahudi yapar”.

        A- Bütün ilahi ve beşeri ideolojilerde bu görüş ve inanç vardır. İnsanlık tarihi var olduğundan beri bütün asırlarda her kavim, inanç, milliyette bu inanç var olmuştur. Yani dünyanın geleceğinin ve gelecek dünyanın parlak olacağı, adaletin bütün dünya hakim olacağı inancı her kavim ve millette var olmuştur.


        1 – Hinduizm, 3-4 bin yıllık geçmişi olan bir inançtır, dünyanın sonu hakkında şöyle diyor: “Dünya bu şekilde bitmeyecektir, dünya ömrü 14 asırdan, devreden oluşur, 13 tanesi geride kalmış, biz de 14.deyiz, bu dönemde “Kalki” adında bir şahıs gelecek ve dünyaya adaleti hakim kılacaktır. Yer yüzünden fakirliği, cahaleti, kargaşayı yok edip dünyaya düzen ve nizam getirecek.”

        2 - Budizm inancında da dünya bu şekilde bitmeyeceğine inanılır ve şöyle açıklar: “Bir çok mektepler, ideolojiler gelip geçecek ama “Mayt-rea” adında bir şahıs tarafından zulumler yok edilip adalet gelecek, dünya gerçek yaratılış maksadına, hikmetine ulaşmış olacak, huzur ve emniyet gelecektir.”

        3- Zerdüşt inancında bin yıl devrelerine inanırlar. üçüncü bin yıl “Suşiyant” veya “Suşiyanus” isimli şahıs gelecek dünyaya adaleti hakim kılacaktır, diye inanılır.

        4 -Yahudi inancında da aynı şekilde kıyamet kopmadan önce yeryüzünün tamamen adaletle dolacağına ve Mesihin geleceğine inanırlar. Bu şahısın Hz. Davud’un soyundan olacağı, İsrailoğullarını eski gücüne kavuşturacağı ve Yehova'nın saltanatını yeniden kuracak olan tanrısal kişi olarak gösterilmektedir. Elbette beklenen bu kurtarıcı Meryem oğlu İsa değildir.

        5- Hırıstıyanlık inancında da “Meryem oğlu Hz. İsa (a.s)’ın” tekrar yeyüzüne geleceği ve yeryüzünü adaletle dolduracağına inanılır. Mesih inancına göre, tanrının oğlu Mesih yeniden dünyaya gelecek, kötülükler içinde yüzen insanları bu kötülükten kurtaracak ve bağışlanmaları için çaba gösterecektir.

        6- Asyada inançalar arasında bu kurtarıcının “Çin lihunk” olacağı ve gelerek dünyayı adaletle dolduracağı inancı da vardır.

        7- Japonların inancında ise, “Şiminitu” denilen şahısın geleceğine inanılmakta ve kıyamet kopmadan önce bu kurtarıcının yeryüzünü adaletle dolduracağı söylenmektedir.

        Hindistan, Çin, Japon, Avrupa, Afrika ve dünyanın her yerinde insanların ortak inançları olduğunu görmekteyiz, bu da inancın evrenselliğini, kurtarıcı beklentisinin evrensel olduğunu göstermektedir.
        Dünyanın her yerinde, her kültürde ve inançlarının ömrü 3-4 bin yıllık olan millet ve medeniyetler tarihinde herkes bu inança sahipse, bu inancın insan fıtratından kaynakladığı gerçeğini ortaya koyuyor. Ama toplumlar bu inancı farklı şahıslar, farklı isimle dile getirmektedirler, isimler ne olursa olsun değişen bir şey yok, asıl olan özün bir olması, aynı mananın kast edilmesi ve dünyanın heryerinde bu fıtri inancın beyan edilmesidir. Kıyamet kopmadan önce dünyanın sonu gelmeden, ilahi evrensel vaadın, bir şahıs tarafından hakim kılınacak olmasıdır.

        B ) Psikolojik yönden: İnasanın fıtraten adalet aşığı olması ve mutlak adaleti isteme duygusunun varlığı, fıtri olarak onu bu mutlak adaletin bir gün yeryüzüne hakim kılınacağı inancına yöneltmektedir. Psikolojik olarak insan bulunmuş olduğu toplumda; nerde bulunuyorsa bulunsun, insanın ruhiyatını incelendiğinde adalet peşinde olduğunu, adalete aşığı olduğu görülmektedir. İnsan fıtratından kaynaklanan bu ilahi sıfatı asla terk etmeyi düşünmez, asla zulmü, kargaşayı, emniyetsizliği ve cehaleti tercih etmez. İlim, kemal, adalet, ve bilimi sever. Bu fıtrı değerler bütün insanlarda vardır.
        İnsanın fıtratında adalete aşık olma duygusu bireysel midir, toplumsal mıdır yoksa bütün dünya için midir? Yani insan kendisi için mi, toplum için mi, yaşamış olduğu dünya için adaleti ister? İnsanın ruhunun derinliklerinde evrensel olan bu değerleri sadece kendisi, toplumu ve ülkesi için değil bütün dünya için istemesi, bu inancın evrenselliğini isbat etmektedir.

        C ) Dini Açıdan: Dini kaynaklar bu inancın fıtrı olduğunu belirtiyor, mehdilik inancı, ALLAH tealanın vaadıdır, ilahi vaad, evrensel adaletin yeryüzüne hakim olmasıdır.
        ALLAH-u teala insanları fıtratlarının gereği olan dine yönelmelerini istemektedir.
        “Yüzünü o dine hanif olarak çevir ki, ALLAH teala insan fıtartını o din üzere yaratmıştır. ALLAH’ın yaratışında ( fıtrat ve dinde) değişme yoktur...” Rum / 30
        Mehdilik inancı da dini bir inanç olduğuna göre demek ki, insanın fıtratında vardır.
        Dolayısıyla fıtrı ve psikolojik olarak bütün insanlarda, sosyolojik olarak her toplumda ve dini olarak kutsal metinlerde beyan edilen inanca sahip her muvahhidde bu inanç mevcuttur.



        Velayet Güneşinin Doğması Ümidiyle......


        "Haksızlık edenler, hangi dönüşe (hangi akibete) döndürüleceklerini yakında bileceklerdir." (Şuara 227)

        Yorum


          #19
          Ynt: Hz. Mehdi'nin (a.f) Hayatı, Fazileti, Siresi ve Sözleri

          Mehdilik ve Küreselleşme

          Mehdilik doktrininde, Mehdilik konusu bütün yönleriyle ele alınıp incelenmeli ve çeşitli alanlarıyla ilgili çok dikkatli araştırmalar yapılmalıdır. Gündeme taşınması gereken önemli konulardan biri, “toplumsal dinamikleri yapılandırma” veya “toplumsal kurumları oluşturma” meselesidir. Bu alan Mehdilik konusunda gerektiği gibi ele alınmamış ve diğer alanlarda olduğu gibi kendi kaderine terk edilmiştir. Halbuki bu konu Mehdilik doktrininin mihverini, eksenini oluşturmaktadır.

          İnsanoğlunun bilimsel dallarda ilerleme kaydetmesi, teknoloji ve iletişimde bunu zirveye ulaştırması dünyayı küçülterek bir şehir belki de ileride bir köy halini almasını sağlayacaktır. Küreselleşme diye adlandırılan bu süreç düşünürlerin araştırma yaptıkları en önemli konulardan biridir.

          Küreselleşen bir dünyada inancın ekseni konumundaki Mehdilik doktrininin bireysel inanç yönünden ziyade toplumsal ve evrensel yönü beyan edilmeli, insanlığa armağan edilen bu ilahi idare sisteminin itikadi ve inanç kaynaklarının yanı sıra bilimsel ve günümüz şartlarına göre İslam medeniyeti diliyle açıklanmalıdır.

          Küreselleşme, zatında olumlu bir gelişme ve kaçınılmaz bir gerçektir. Globalizm veya küreselleşmeye sadece bir teori olarak bakmak yanlıştır. İlim ve teknolojinin gelişmesi, topluma sunduğu imkanlar ve insanoğlunun akli yeteneklerini kullanma yönünden tekamüle ermesi, küreselleşmeyi zorunlu hale getiriyor. Küreselleşmeyi insanlık adına ileriye yönelik ümit verici bir adım olarak algılamak gerekir.

          Mehdilik doktrini küreselleşmiş bir dünyada gerçekleşebilir ancak. Evrensel bir adalet devleti kurma hedefine sahip Mehdilik doktrini, bu adalet sistemini bütün bir yeryüzüne hakim kılma hedefini gütmektedir, belli bir ülkeye veya sadece İslam ülkelerine değil. Öyleyse küreselleşmenin, Mehdilik doktrininin ön şartı ve mukaddimesi olarak gerçekleşmesi gerekiyor denilebilir. Globalleşmeye bu açıdan bakıldığında olumlu bir gelişme, gerçekleşmesi gereken bir aşama olduğu söylenebilir.

          Batı dünyası küreselleşmeyi gündeme getirirken bazı Müslüman düşünürler buna karşı çıkmakta ve bunun savunulmaması gerektiğini dile getirmekte, küreselleşmeyle dünyanın tek kutuplu olacağı ve Batı dünyasının sultasını kabullenmek anlamına gelebileceği vehmine kapılmakta ve küreselleşme karşıtı düşünceleri yaymaktadırlar. Böyle bir endişenin oluşmasında Batı’nın mevcut askeri , ekonomik ve medya dalındaki üstünlüğünün etkili olduğu söylenebilir.

          Ancak Müslüman düşünürlerin yaptıkları hata küreselleşme ile neyin küreselleşeceği konusudur. Maalesef küreselleşmeyi Batı kültürünün dünyaya hakim olması olarak algılamaktadırlar. Küreselleşme eşittir Batı kültürü olarak değerlendiriyorlar. Halbuki dikkatli incelenirse küreselleşmenin ortaya çıkması engellenemez ve kaçınılmaz bir gerçek olduğu anlaşılacak ve küreselleşme alanında çaba sarf edilmesi gerektiği görülecektir. Birinci aşamada küreselleşmenin ne olduğu ve kaçınılmazlığı incelenmeli ikinci aşamada ise neyin küreselleştirilmesi gerektiği ele alınmalıdır. Birinci aşama çok açık, gerekli ve kaçınılmaz olduğundan ona değinmeye gerek görmüyoruz. Çünkü İslam’ın asıl hedefi din medeniyetini, dinin evrensel hüküm ve söylemlerini dünyaya hakim kılmak ve küresel bir sistem kurmaktır. Böyle bir sistemin gerçekleşeceğine inanmayan veya bunu bir ütopya olarak gören Müslüman düşünürler, kendi acizliklerini örtbas etmek için küreselleşmeyi Batı kültürünün hakimiyetiyle eş değerde görmekte ve küreselleşmeye karşı çıkmaktadırlar.

          İkinci aşama ise neyin küreselleşmesi gerektiği konusu olup bu alanda iki proje kendisini hissettirmekte ve bu hedef doğrultusunda hızla ilerlemektedir.

          Birinci proje: Dünyayı batılılaştırma, yani Batı kültürünü küreselleştirip dünyaya hakim kılma projesidir. Bu proje en tanınmış proje olarak bilinir. Bu proje, globalleşmeyi sağlayacak bütün imkanlardan ve potansiyel bütün güçlerden yararlanarak dünyayı batılılaştırma yolunda hızla ilerlemektedir. Üzerinde bir iradenin var olduğu hissedilen bu proje, toplumların tabii seyri ile arzuladığı bir proje değil, bir dayatma ile kabullendirilmeye çalışılan ve dünyayı istedikleri gibi şekillendirmek isteyen, istediklerinde değiştirme hakkını kendilerinde bulundurmak isteyenlerin düşünce ve projesidir.

          İkinci proje: Mehdilik doktrini, dünyaya „ilahi iradenin“ hakim olmasını ve beşeri toplumun ilahi irade ile idare edilmesini isteyen projedir. Mehdilik, dünya toplumlarını ilahileştirme, ilahi çizgiye yönlendirme hedefini taşımaktadır.

          Batılı birçok düşünür ve bilim adamı bu ikinci projeden, yani İslam’ın projesinden habersiz olduklarından, dünyanın geleceğinin ve gelecekteki dünyanın şekillenmesini sağlayacak yegane sistem ve kurtuluş reçetesi olarak birinci projeyi görmekteler. Buna karşılık bazı Müslüman düşünür ve ilahiyyatçıları da İslam’ın dünyanın geleceği ve gelecek dünya için bir proje, plan ve sistemi olmadığını düşünerek toplumlara empoze edilmek istenen birinci projeyi destekleme acizliğine düşmekteler. Bazıları ise birinci projenin tehlikesini sezdiklerinden ve alternatif bir düşünce, reçete ve sistem ortaya koyamadıkları için küreselleşmeye karşı çıkmaktalar.

          Her iki projeyi kısaca karşılaştırdığımızda aralarındaki fark ortaya çıkacak ve Müslümanlar olarak ne kadar büyük bir nimete sahip olduğumuz görülecektir.

          Her iki projenin ortak yanları da vardır; Çünkü her ikisi de dünyanın küreselleşmesini istemekte, global bir dünya oluşmasını beklemektedirler. Ayrı bir ifadeyle dünyadaki gelişmeler ve ilerlemeler sayesinde, iletişim ve haberleşmenin hızla ilerlemesiyle, yeni buluşlar, gelişmeler sayesinde dünyanın daha da küçülerek bir köy haline gelmesini dört gözle beklemekte ve bunun için de uğraş vermektedirler. Her iki projenin de ortak noktası dünyayı kendisine vatan seçmiş olması, kendisini milli ve coğrafi sınırlarla sınırlandırmamış olmasıdır.

          Globalleşme yolunda bu iki farklı projeyi birbirinden ayıran özellikler, onların mahiyet ve hakikatını ortaya koyuyor; „batılılaştırmak“ ( beşerleştirmek ) ve „ilahileştirmek“.

          Birinci ayrılık noktaları: Batılalıştırma projesinde eksen „insan“dır, İlahileştirme projesinin mihverinde ise „ALLAH“ vardır.

          İkinci ayrılık noktaları : Öğretilerinin kaynağı, hakikati tanıma yöntemi, varlık alemini ve gerçeklerini tanıma araç ve vesilesidir.

          İnsan eksenli batılılaştırma projesi, duyu ve tecrübe, tahlil, analiz ve akıl gibi temellere oturtulan bilim ile sınırlıdır ( Posivitizm, Rasyonalizm, Realizm v.s.). Bu projeye göre, gayb alemi diye bir şey olmadığı gibi ona iman da söz konusu değildir. Bu projenin manevra alanı maddi âlem olduğundan, mevcut, görünen, hissedilen varlıklar üzerinde uğraşır .Dolayısıyla duyu, tecrübe ve pozitif ilim ile her şeye ulaşılacağına inanılır. Dünyaya bakış açısı „maddi dünya görüşü“ olduğundan her şeyi onunla ölçer. Öğretilerinin kaynağı maddi âlemdir. Varlık âlemini ve gerçeklerini tanıma araç- gereçleri duyu organları ve akıl, hakikatı tanıma metodu tecrübe ve deneydir.

          Ama Mehdilik doktrininin maarifet binasında, kuru aklî bilgilerin, duyu organlarıyla elde edilen hissi ve deneysel ilmlerin yanısıra gayb ve şuhud âlemi de varlığını hissettirmektedir. İnsanın batınında var olan ilm-i huzuri ve kalbi şuhudlar hakikatlere ulaşmak için insanı hem âlim ve bilim adamı yapan, hem de hakim ve kerim kılan maarife sahiptir. Bu ikinci projenin öğretilerinin kaynağı maddi âlem ve gayb âlemi, hakikatları tanıma ve anlama araç gereçleri ise duyu organları, akıl, fitri ve batınî bilgiler ( ilm-i huzurî) ve kalb ( kalbi şuhudlardır).

          Üçüncü ayrıldıkları nokta: İnsan eksenli batılılaştırma projesi, modernite ekseninde dönmektedir. “Modernite” henüz insanlara tam olarak anlatılamayan ve ne olduğu netlik kazanmamış bir kavram olsa da hakikatında “geleneksellik” demektir. Ama Mehdilik doktrininde herşey “Şer’e” dayalıdır.Oluşturulmak istenen toplum dini ve ilahi renkli olacağından mukaddes şeriat yönlendirici ve tayin edicidir. Hükümleri, kanunları ve kırmızı çizgileri din belirler.

          Bu alanda Batı kültürünün oluşturmak istediği insan tipi humanist bir insan olacaktır. İnsan, mihver olup merkezde yer aldığı ve gayb aleminden ve metafizikten uzak olduğu için, diğer bir deyimle toplumu sekulerleştirmek istediklerinden, insanın kendisi kanun koyucu olacaktır. Yani yasama, yargı ve yürütme tamamen insanın yetkisinde olacaktır. Böylece dini ve şer’i hükümler tatil edilecektir. Çünkü humanizm, sekulerizm ve geleneksellik ( insanların örf, adet ve istekleri ) ile din asla bağdaşmaz. Zira ilahi eksenli, din eksenli humanist bir toplum tasavvur etmek mümkün değildir. Bu düşüncenin özellikleri; birincisi insan eksenli, yani humanizm, ikinci özelliği pozivitizm, üçüncü özelliği rasyonalizm, dördüncü özelliği sekulerizmdir.

          Mehdilik doktrini ise insanı ilahi değerlere sahip olmaya, ilahi sıfatları kazanmaya yöneltmekte ve insanın maddi yönünü değil ruhunu kemale ulaştırmak ve likaullah makamına varmasını sağlamaktır.

          Dördüncü ayrılık noktası: Mehdilik doktrininde insan ile yaratıcısı arasında manevi ve imani, diğer insanlarla ise şefkate dayalı ve duygusal bir bağ vardır. Yaratıcı ve toplum bireyleri arasındaki bu irtibat hissedilir ve zati bir irtibattır. İnsan, yaratıcısını dikkate almadan hiç bir şeyi düşünümez ve yapamaz. İnsan „ilahi mihverli“ oldu mu, yaratıcısı ile arasındaki zati olan bu manevi bağdan ve toplumun bireyleriyle arasındaki şefkate dayalı bağdan dolayı sorumluluk üstlenir ve kendisinin dışındaki insanları da düşünmek inceliğini göstererek egoistlik ve bencillik sıfatını kendisinden uzaklaşır ve evrensel düşünür. Kendisini yalnız hissetmeyen insan, kendisini ALLAH’ın muhitinde ve velayet sınırları içinde görür. Ama bu özellik batılılaştırma doktrininde yoktur. İnsan eksenli, humanist, madde ötesi alemle irtibatı önemsemeyen hatta gayb alemini inkar eden rasyonalist, gelenekselliği kabullenmiş sekuler düşünceye sahip bir doktrinde bu bağ ve sorumluluk duygusu kesinlikle söz konusu olmadığı gibi bencillik, menfaatperestlik, sömürü, tahakküm düşüncesi kendisini göstermektedir.

          Beşinci ayrılık noktaları: Mehdilik doktrininde, insan kendisini, ilahi iradenin dünyaya hakim olması için mücadeleye hazırlar ve her şeyi şeriat hükümleriyle yapar. Bütün yapacaklarını şeriat belirler; haramlar, vacipler, mekruhlar, sünnetler hepsi insanın amellerinin tümünün niteliğini tayin eder. Yani mehdilik doktrininde bir insan ilahi hükümlerden bağımsız sınırsız bir özgürlüğe- ekonomi, fikir, siyaset, kültür, ahlak v.s alanlarında - sahip değildir.

          Ama insan eksenli doktrinde bunlar söz konusu değildir. Bu düşünce tarzında her şey mubah olarak görülür, böyle bir düşüncenin hakim olduğu toplumda haram, helal, vacip, müstehab, mekruh gibi terimlerin manası yoktur ve tamamen „liberal“ bir düşünce hakimdir. Dünyanın batılılaştırılması gerektiğini düşünen doktrinde hem toplumun liberal, hem de bireylerin liberal olması öngörülür. Bu hedefe ulaşmak için her şeyi mubah görür ve her alanda sınırsız bir özgürlüğü savunur.

          Mehdeviyet doktrini, İslam medeniyetinin özüdür. Her medeniyetin, insan gibi bir doğuşu, bir gençlik ve gelişme dönemi, bir de yaşlanma ve neticede yok oluş dönemi vardır. Her medeniyet doğduğu günden itibaren her gün sona doğru bir adım daha yaklaşmaktadır.

          Resulullah’ın(s.a) getirmiş olduğu İslam medeniyeti, tarih boyunca “velayet” inancıyla garanti altına alınması ve her masum imamın bu medeniyeti bütün yönleriyle; itikadi, ilmi, ahlaki, siyasi korumuş olmaları, özellikle Şia mektebinde velayet inancının bu medeniyetin mihverini oluşturması İslam medeniyetinin günümüze kadar gelmesini sağlamıştır. Ve İslam medeniyetinin son aşaması, ahir zaman diye tabir edilen kıyamet kopmadan önceki zamanda yok oluşuyla değil kemale ulaşmasıyla son bulacaktır.

          İslam medeniyeti, "Kadir Hum Mektebi" ile garanti altına alınmış, "Kerbela Mektebi" ile korunmuş ve daha sonra gelen ilahi hüccetler bu mektebleri tebliğ edip yaşatmış ve kıyamet kopmadan öncede "Mehdilik Mektebi" ile bütün dünyaya hakim kılınacaktır. İslam medeniyetini hakim kılacak Mehdilik doktrinin ön şartı mehdevi toplumun oluşmasıdır. Mehdevi toplumun oluşması, mehdiliğin teorik ve düşünce olarak globalleşemesine, mehdevi kültürün yaygınlaşıp küreselleşmesine bağlıdır.

          Velayet Güneşinin Doğması Ümidiyle...

          "Haksızlık edenler, hangi dönüşe (hangi akibete) döndürüleceklerini yakında bileceklerdir." (Şuara 227)

          Yorum


            #20
            Ynt: Hz. Mehdi'nin (a.f) Hayatı, Fazileti, Siresi ve Sözleri

            Din Medeniyeti ve Mehdilik

            Din medeniyetinin temeli

            Yeryüzünde Hz. Adem (a.s) ile başlayan dünya hayatı ve insanlık tarihi, yaratılış hikmetinin yeryüzünde tahakkuk bulmasıyla son bulacağı, dini literatürlerde ve ilahi öğretilerde açık bir şekilde beyan edilmiştir. Ve bunun kıyamet kopmadan önce gerçekleşeceği Kur’an’ın kesin hükümlerinden olduğu şüphe götürmez bir gerçektir.

            Hz. Adem (a.s) ile bu hedefin ilk temel taşı koyularak bu hedefin sona doğru ilerleme süreci başlamış oluyordu. Aynı zamanda, insanoğlunun “Marifetullaha” ulaşmasını öngören ilahi kaynaklı din medeniyetinin karşısında, bu hedefe ulaşmayı engelleyen şeytani vesvese ve düşünce de daha ilk günlerde varlığını hissettirerek, insanlık tarihinin son merhalesine kadar sürecek savaşı başlatıyordu.

            Bir tarafta yaratanın irede ettiği ilahi maarifin hakim olması, diğer tarafta ise bu hedefin gerçekleşmemesi için mücadele veren, temelini İblis’in attığı şeytani düşünce. Aslında şeytanın hakim kılmak istediği bir hedef yoktur, onun hedefi ilahi iradenin hakim olmasını engellemektir. Dolayısıyla nerde nisbi hak varsa, orada şeytan vardır, mutlak hakkın hakim olduğu yerde veya hakkın olmadığı yerde şeytan, şeytani düşünce ve vesvese de yoktur. Çünkü mutlak hakkın olduğu yere şeytan nüfuz edemez, hakkın olmadığı yerde ise şeytanın olmasının manası yoktur.

            Şeytanın insanlar üzerinde doğrudan bir hakimiyyet ve tasallutu olmadığından kendisine yardımcı ve onun eliyle hakkın hakim olmasını engelleyecek insanlara ihtiyaç duyması hak cephesinin avantajlarından sayılır; ilahi nurdan yararlanıp hak cephesinde yer almayan bütün insanlar, ilahi hedefin tahakkukunu engelleyen şeytanın ordusu ve yardımcılarıdırlar. Dolayısıyla insanlar hidayete ulaştı mı şeytanın yanında yer alıp ilahi hedefin gerçekleşmesini engelleyecek kimse de kalmayacaktır, şerytan da tek başına zaten birşey yapma gücüne sahip değildir.

            İnasanlık tarihinin ilk gününden, ilahi hedefin tahakkukuna kadar, gelmiş ve gelecek bütün sistem ve hakim güçlerin tek hedefi, şeytanın vesvese ve aldatmasıyla, “din medeniyetinin” hakim olmasını engellemektir.

            Şeytanın, en küçük toplum olan Hz.Adem (a.s) ve Hz. Havva’dan oluşan aileye nüfuz edemiyeceği kesindi. Çünkü Hz.Adem (a.s) berzah alemindeki cennette bu tecrübeyi yaşamıştı. Dolayısıyla şeytan, kendisine yardımcı bulmak için ikinci nesli beklemek zorundaydı ve nihayetinde düşünce ve hedefini uygulayacak yardımcıyı bulmuştu; Hz. Adem’in (a.s) oğlu Kabil. İkinci neslin dünyaya gelmesiyle savaş da başlamış oluyordu ve yeryüzünde şeytan ilk başarısını kazanmış; fesad çıkarıp kan akıtmayı başarmıştı, hem de insanın eliyle.
            ALLAH-u teala, zamanın şartları ve toplumun ihtiyaçları doğrultusunda, ilahi dinin ve din medeniyetinin şeri hükümlerini peygamberler aracılığıyla peşi sıra göndermekle insan için belirlenmiş hedef doğrultusunda insanın bireysel ve toplumsal tekmulünü sağlıyordu. Diğer cephedeyse şeytan, yardımcı ve askerlerinin sayısını çoğaltıp, bu din medeniyetinin tekamulünü ve hakimiyetini engellemeye çalışıyordu.

            Din medeniyetinin sistemleşmesi

            Hz. Nuh (a.s) zamanına kadar, hak-batıl, diğer bir deyimle “ilahi kaynaklı din medeniyeti” ile şeytani düşünce arasındaki savaş; bireysel ve bölgesel, en şiddetli bir şekilde devam ediyordu; hak cephesinde insan bireysel olarak daha da tekamüle ulaşıyor, şeytan da yeni hileler, vesveseler, engeller çıkarıyor insanların hakka teslim olmalarını engelliyordu.
            Hz. Nuh (a.s) ile ilk defa bireysel hükümlerin yanısıra toplumsal hükümler şeriat kalıbında insanlara nazil oluyor, bireysel ve bölgesel mücadelenin yanısıra toplumsal ve evrensel savaş başlıyordu.

            950 yıllık mücadele ve zahmetlerin neticesinde Hz. Nuh ( a.s.), rivayetlerin belirttiğine göre sadece 80 kişinin hidayete ulaşmasına vesile olabilmiş, şeytan cephesi ise toplumun çoğunluğunu oluşturuyordu. Günümüzde olduğu gibi güç, sermaye ve çoğunluğun hak ölçüsü olduğunu düşünenler, ALLAH’tan gücünü alan ilahi cephenin zaferinin kaçınılmaz olduğunu ve bir gün onların saltanatlarını alt üst edeceğını kavrayamıyorlardı. Derken Hz.Nuh (a.s) tufanıyla şeytani cephenin yardımcıları yeryüzünden silindiği gibi, şeytani düşünce de yok oluyordu.

            Tufan sonrası savaş sekteye uğruyor, hak cephesi zaferinden sonra “din medeniyetini”, tekamule ulaştırma yolunda bu defasında bir kişi değil, şeytanın nüfuz edemediği salihlerden olan 80 kişi mücadele veriyordu. Hz. Nuh ( a.s) bu salih kulları dünyanın çeşitli bölgelerine gönderek, her bölgede toplum oluşturmalarını ve ilahi hedefi, din kültürünü, din medeniyetini yaymaları için görevlendiriyordu.
            Şeytanın, ilahi hedefin önünde engel olabilmesi için tekrar kendisine yardımcı bulabilmesi için gelecek nesli ve yeni toplumların oluşmasını beklemesi gerekiyordu. Çünkü şeytanın salih kulları vesvese edip aldatarak fesad çıkarması mümkün değildi.

            Din medeniyetinin olgunlaşması


            Hz. İbrahim (a.s) dönemi ile din medeniyeti bambaşka bir boyut kazanıyor; batıl cephesi daha güçlü ve daha değişik bir sistemle ortaya çıkıyordu. Artık bireyler, şeytan cephesinde yerini sisteme bırakmış, isyanın boyutu büyümüş, “ilahlık” iddiasi ortaya çıkmış, bireyler de bu sistemin kulları durumuna düşümüşlerdi. Batıl ve şeytani cephe, dünyaya hakim olmuş,her taraf şirk diyarına dönüşmüştü.

            Hak cephesi ise daha donanımlı, daha güçlü bir şekilde varlığını göstermesi gerekiyordu. Hz.İbrahim-i Halilullah (a.s) ortaya çıkıyor, hem de tek başına, putperestlik, şirk ve küfr ortamından uzak bir diyarda eğitilerek. Bir taraftan, en büyük silah olan akıl silahıyla, beyinleri boşaltılmış, akıllarının kullanılmasına izin verilmeyen topluma akıllarını kullanma yöntemini öğreterek, yıldıza, aya ve güneşe tapan insanları, “Tevhid-i Muhabbet” ve “Tevhid-i Nizam” metodunu kullanarak fıtrata yöneltip, din medeniyetinin zeminini oluşturuyor, diğer taraftan evlerdeki ve puthanedeki putları “Tevhid- Kudret” ve “Tevhid-i İbadet” yoluyla yıkıyordu.“Putkıran İbrahim” lakabını alması aslında bu zahiri putları devirmesinden ziyade zihinlerdeki ve kalplerdeki putları kırması olsa gerek. Yüce Yaratıcı da, kulların fıtratlarına dönmelerini ve akıllarını kullanmalarını sağlayarak insanların “Tevhid-i Fıtrata” yönelmelerini irade ediyor ve hak cephesinin gittikce güçlenmesaini sağlıyordu. Derken şeytani cephe temsilcisi, ilahlık taslayan Nemrut çareyi Hz.İbrahimi( a.s) ateşe atmakta görüyordu, ama ilahi mucizeden gafil bir şekilde. Yüce Yaratan, peygamberini küfür ordusunun elinden kurtarıyor ve hak- batıl ordusunun karşı karşıya geldiği savaşta en küçük ordusu sineklerle, şeytani cepheyi yeryüzünden siliyordu. Yine savaş, hak cephesi ve din medeniyetinin zaferiyle sonuçlanıyordu.Hz. İbrahim(a.s) gelecekte Tevhid’in, “din medeniyetinin” merkezi olacak “Kabe’nin” temelini atıyor. Hz.İbrahim’den (a.s) sonra bu din medeniyeti, Âl-i İbrahim (a.s) tarafından dünyanın her tarafına yayılırken, İblis, bu medeniyetin karşısına şeytani düşünceyi çıkarmak için kendisine yaver arıyordu. Hz.İbrahim’den (a.s) sonra Hz. İshak ( a.s), Hz.Yakup (a.s) ve Hz. Yusuf (a.s) Hz.İbrahim (a.s) şeriatını tebliğ ediyor ve din medeniyetinin hakimiyeti için mücadele veriyordu.

            Din medeniyetinin toplumsallaşması

            Tarihde ilk defa Hz. Yusuf (a.s) aracılığıyla, ilahi maarifle eğitilerek düzenli, derli- toplu bir toplum haline getirilen Hz.Yakub’un (a.s) soyunden gelen İsrailoğullarıdır. Hz.Yakub’un (a.s) oğlundan, gördüğü rüyayı kardeşlerine anlatmamasının altında yatan sebep görünürde Hz. Yusuf’un canını korumakla birlikte iki noktaya da işaret etmektedir; birincisi “sır saklama”, yani ilahi sırrı korumanın önemi diğeri ise Hz.Yusufu’un gelecekte oluşturacağı “din medeniyetinin toplumsallaşmasının” şimdiden engellenmemesi. Hz. Yusuf’un (a.s) din medeniyetini hakim kıldığı topraklarda, şeytan tekrar sahneye çıkıyor ve geçmişte yaptığı gibi kardeşler arasına fitne sokarak İsrailoğullarını birbirine düşürüyor ve bölünmelerini sağlıyordu. Hak-batıl savaşının alanı gittikce genişliyor; ilahlık, şeytani cephenin silah ve techizatının çeşitliliği ve insanların şeytanlaşması ve derken bireyesel mücadeleden toplumsal savaşa geçiş başlıyor. Bütün bunların karşısında, ilahi cephenin önderleri daha geniş ve güçlü donanımla gelerek, bir taraftan ALLAH’ın lütüf ve inayetlerini insanlara gösteriyor, diğer taraftan batılın, ne kadar güçlü olursa olsun hakkın karşısında dayanacak gücü olmadığını ispatlıyordu. Hz. Musa (a.s) zamanına kadar şeytani cephe tekrar toplumlara hakim olmuştu.

            Diğer bir Ulu-l azm peygamber olan Hz. Musa (a.s) her türlü engellemelere rağmen dünyaya geliyor. Şeytani cephede yine bir sistem var, ilahlık iddiasında bulunan Firavuni düşünce, artık evlerde kendi elleriyle yapıkları put yok, kendi istekleriyle kabul ettikleri kafalardaki put var; “Firavunun ilahlığı” var insanların beyninde. Şeytani cephe bunu öğle ustaca yapmış ki, küçük bir azınlık hariç, insanlar kendi istekleriyle bu ilahlığı kabullenmişler; Kur’an’ın beyanıyla, şeytani cephe temsilcisi Firavun, kavminin beynini boşaltmış, “ilahlık” konusunda yeni kriterler, yeni ölçüler koymuş ve kavmi de bunu kendi rızalarıyla kabullenmişdi. Müneccimler bir taraftan, sihirbazlar diğer taraftan insanların en zayıf noktası olan hakkı anlama noktasında duyu organlarının yeterli olduğu düşüncesini hakim kılmışlardı. İnsanlar, görmedikleri, dokunamadıkları, kendisiyle konuşamadıkları bir ilaha inanmakta zorluk çekiyorlardı.

            Hz. Musa (a.s), ALLAH’ın iradesiyle bu tağut ve şeytani cephenin yuvasında, onların eliyle büyütülüyor. Firavun, geleceği beklenen bu ilahi önderin dünyaya gelmemesi için toplu katliamlar, günümüz tabiriyle devlet terörü gerçekleştiriyordu ama bütün çabaları nafileydi. ALLAH, hüccetini, devlet idaresini öğrenmesi, tecrübe kazanması ve tağutun zaaflarını yakından görmesi için şeytani cephenin evinde büyütüyor. Hz. Şuayb’ın (a.s) yanında 10 yıllık çobanlıktan sonra tağuti ve şeytani güçlerle mücadeleye hazır hale geliyor. Düşmanın silahının karşısında kendisine gerktiğinde kullanması için “Asası”, “Yedi beyza” gibi mucizeler veriliyor.

            Hz. Musa (a.s) peygamberliğe başladığı anda ALLAH’tan, kardeşi Harun’u kendisine vezir ve vasiy olarak karar kılmasını istiyor, ALLAH-u teala da bu isteğinin yerine getirildiğini beyan buyuruyor. ( Taha/ 35.36).

            Hz. Musa’nın (a.s), Firavun’dan isteği, İsrailoğullarını kendisine teslim etmesi ve o diyarlardan götürmesiydi. Hz.Musa’nın (a.s) hedefi onları Mısır’dan çıkarıp Beyt-ul Mukaddes'e götürerek orda din medeniyetiyle eğitip ALLAH’a kul olmalarını sağlamaktı. Tabi ki Firavun buna razı olmayacak ve savaş başlayacaktı. Derken Hz. Musa (a.s) ile Fıravun saltanatının sihirbazları ve büyücüleri arasında bir yarış gerçekleşiyor. Hz.Musa’nın (a.s) içinde bir korku ve endişe vardı; yıllarca Firavunun saltanatında eğitilmiş, hak- batılı ayırt edemiyen bu halk sihirle mucizenin farkını anlamazlarsa ne olacak? ALLAH-u teala öyle bir plan hazırlamıştı ki, hiç bir endişeye gerek kalmadan halk iman edecekti; sihirbazlar büyülerini herkesin yanında sergilerken ALLAH, Hz. Musa’ya elindeki asasını yere atmasını emr ediyor, Hz.Musa asasını yere atar atmaz, sihirbazlarin sihirleri batıl oluyor; sihirbazların yılan olması için meydana attıkları birkaç ip parçasından başka birşey görünmüyordu meydanda. Bunu gören halk hayretler içinde kalarak, “Musa daha büyük büyücüdür” demeye fırsat kalmadan, büyü ile mucizenın farkını anlayan sihirbazlar “biz Musa ve Harun’un Rabbine iman ettik” diyerek secdeye kapanırlar ve böylece halk da gerçeği görmüş oluyordu. Hz.Musa’nın (a.s) endişesi ve korkusu da böylece yok oluyordu.

            Hz.Musa (a.s) kendisine iman eden kavmiyle birlikte Mısır’dan çıkıp hicret ediyor, Firavun buna izin veremezdi tabi ki, çünkü Firavun, Hz.Musa’nın (a.s) nereye gittiğini ve neyin peşinde olduğunu biliyordu. Hz.Musa’nın (a.s), şeytani cephenin karşısında, evrensel “din medeniyetini” toplumsal alanda da güçlendirmek için hicret ettiğini ve insanları şeytani sistemin nüfuz edemiyeceği bir yere götürdüğünün farkındaydı. Nil nehrine kadar onları takip edip yakalayarak bu hedefine ulaşmasını engellemek istiyordu. Hz.Musa (a.s), Nil nehrini yarıp israiloğullarını nehirin ortasından geçirirken, bunun bir mucize olduğunu anlayamayan ve kendi gücüne ve kudretine güvenen bu şeytani sistem temsilcisi mağrur Firavun ordusuyla birlikte Nil nehrine dalıyor ama bunun kendisi ve şeytani cephenin sonu olacağından habersizce garkolup gidiyordu.

            Hz. Musa (a.s) kavmini tağutun elinden kurtardıktan sonra uzun yıllar onların eğitimiyle meşgul oluyor ve imanlarını güçlendiriyordu. Din medeniyeti zafer kazanmış, batıl ve şeytani cephe tarihin o sayfalarından silinmişti.
            Derken tekrar şeytan, İsrailoğulları arasında fesad ve fitne çıkaracak iki yaver bulmuşdu kendisine; biri para ve servetin sembolü “Karun”, diğeri heva-heves ve şehvet sembolü “Samiri”. Samiri, günümüz sinema ve filimleri teknoloji ve bilgisayar teknikleriyle üreterek insanları aldatan siyonistler gibi israiloğullarını haktan uzaklaştırmak için altından buzağı yapıp ona tapmalarını sağlıyordu. Karun ise günümüzde siyonistlerin ellerinde bulundurdukları ve insanları kendilerine köle yaptıkları sermaye ve maddiyatı kullanarak insanları dünyaya bağlıyor ve maddi hayatı özendiriyordu.

            Tekrar şeytanın cephesine meyleden bu kavme Hz.Musa (a.s) nifrin ediyordu. Hz.Musa’nın (a.s) bedduası sonucu israiloğulları 40 yıl boyunca sefil ve avare olarak yaşıyorlar. Hz.Musa’dan (a.s) sonra şeytani düşünce güçleniyor ve topluma hakim oluyordu.
            Hz.Musa’dan (a.s) sonra Hz.Davud ve Hz.Süleyman (a.s) zamanına kadar bu savaş süre gelmiş ve hak cephesi hep azınlıkta kalmış ve şeytani düşünce topluma hakim olmuştu.

            Hz. Davud (a.s) ile tekrar güçlendirilen din medeniyeti, Hz. Süleyman (a.s) döneminde zirveye ulaşmasıyla peygamberler döneminin en parlak çağını yaşıyordu denilebilir. Şeytani cephenin en aciz kaldığı dönemlerden biri olan bu dönem, hak cephesinin ve din medeniyetinin ne kadar güçlü olduğunun bir nişanesidir. Tarihin o sayfalarında dikkat çeken diğer önemli bir nokta Süleyman mabedinin yapımında etkin olan “duvarcı veya duvar ustası” manasına gelen “masonların” da o zaman ortaya çıkmasıdır.

            Şeytanın onca dostu ve yarenlerinin varlığına ve onca hile ve sistemlerine rağmen ALLAH-u teala ilahi bir hüccet aracılığıyla tağutun bütün saltanatını yok etmeye kadir olduğunu öğretiyor insanlara. Ama bu nimetin kadrini bilmeyen hak yolcuları, Hz. Süleyman’dan (a.s) sonra kardeş kavgalarıyla bu hakimiyetin dağılmasına ve şeytani düşüncenin tekrar topluma nüfuzuna sebep oluyordu. Hz.Süleyman’dan (a.s) sonra bu saltanatın mirascısı olan israiloğulları ikiye ayrılmış; “İsrail” ve “Yahudiye” diye iki devlete bölünmüşlerdir.
            Hz.İsa (a.s) zamanına kadar bu iki devlet birbirleriyle savaşarak güçlerini yitirmiş ve neticede putperest ve müşriklerin bütün ülkeye hakim olmasına sebep olmuşlardır. Tekrar şeytani düzen hakimiyetini kurarak hak cephesinin yeni ilahi bir hüccete ihtiyacını doğurmuştu.

            Hz. İsa (a.s) dönemi, önceki peygamberlerin döneminden çok daha farklı bir zaman dilimiydi; Hz.İsa’nın (a.s) mücadele etmesi gereken insanlar, önceki peyamberlerin getirdiklerini tahrif ettikleri halde onlara inandıklarını söyleyen zahirde hak cephesinin tarftarlarıydı. Yani şeytanın yeni silahı ve taktiği, hak cephesini kendi silahıyla vurmak, dini öğretileri tahrif ederek içeriden yıkmak, dindar görünüp din medeniyetinin hakimiyetini engellemekti. Bir tarafda putperestlik ve şirki yayan hakim sistem, diğer tarafda tağutun gölgesinde dini kullanarak dünyaları için insanları kendilerine davet eden din adamları Hz.İsa’nın (a.s) düşmanlarıydı.

            Dünyaya gelişi, ölüleri diriltmesi, doğuştan körleri iyileştirmesi, gökten yemek getirmesi vb. gibi mucizelerle donatılan Hz.İsa‘ya (a.s) ilk karşı gelen, önceki peygamberlere inandıklarını söyleyen insanlardı. Hz.İsa’ya (a.s) din medeniyetinin maarifini öğretme firsatı bile tanımadılar. Halbuki, Hz.İsa’nın (a.s) onları zalimlerin, tağuti sistemlerin zülümlerinden kurtarmak için geleceği vaad edilen “Mesih” olduğunu biliyorlardı. Şeytan, insanları öyle saptırmış ve haktan uzaklaştırmıştı ki, peygamberlerin vaadı, peygamberin sözü ve mucizesi de tesir etmiyordu. Ve neticede, dini kullanarak dünyalarını düzene koyan sözde bu inananlar Hz. İsa’nın (a.s) idam edilmesi gerektiğini zamanın zalimine telkin ediyorlar.

            Din medeniyetinin kemale ulaşması

            Hz.İsa’dan (a.s) sonra yüzlerce yıl boyunca inananların yüzü gülmedi, hak cephesinin yolcuları cefalara ve zülümlere maruz kaldılar. Şeytan ve dostları istedikleri gibi hakimiyetlerini sürdürüp şeytani düşünceyi yaygınlaştırdılar.
            ALLAH-u teala, dünyanın farklı bir bölgesinde, gözlerden ırak, zalimlerin, tağutların istila etmeye tenezzül etmedikleri bir yerde “din medeniyetini” kemale ulaştıracak son peygamberini gönderiyordu. Hz.İbrahim’in (a.s) oğlu İsmail’in soyundan gelen Hz.MUHAMMED (s..a.a) idi bu son ululazim peygamber.

            Resul-u Ekrem’in (s.a.a) “din medeniyetini” Kur’an’ın tabiriyle “İslam medeniyetini” nasıl kemale ulaştırdığı hakkında bu kısa makalede birşeyler yazmayı o din medeniyetine haksızlık olarak gördüğümüzden, tahkikat ehline ve araştırmacılara bırakıyoruz.

            Bu aşamada söylenecek tek birşey vardır, 124 bin peygamberin getirdiği ve temelini oluşturup olgunlaştırarak kemale ulaşması için uğraştıkları din medeniyetinin adı “İslam medeniyeti”dir. Resul-u Ekrem (s.a.a) bu din medeniyetini kemale ulaştırmış ama hakimiyetini sağlayamamıştır. Bunun sebebi ise Resulullah’tan (s.a.a) kaynaklanmıyor bilakis insanların bireysel ve topumsal olarak İslam medeniyetinin hakim olmasını kavrayacak ve kabullenecek düzeye gelmemiş olmalarından ve akli tekamülde olgunluğa ulaşamamış olmalarından kaynaklanıyordu. Bunların yanısıra, bireysel tekamül ve imana sahip olsalar da toplumsal tekamule ulaşamamış olmaları, hatta toplumsal alanda belli dönemlerde tekamüle ulaşmış olsalar da evrensel manada henüz ulaşmamış olmalarıdır. “İslam medeniyeti” evrensel manada yeryüzüne tamamen hakim olduğu zaman ancak hak cephesinin mutlak hakimiyetinden ve ilahi hedefin tahakkukundan, şeytanın ve şeytani düşüncenin mağlup olup mutlak olarak yeryüzünden silindiğinden söz edilebilir.

            Mehdilik ve İslam Medeniyeti

            İlahi hedef olan “Marifetullah’a” toplumsal ve evrensel manada ulaşmak, Hz.Adem ile başlayan, “din medeniyetinin” hakimiyeti ile gerçekleşebilir. Bu hedefin gerçekleşmesini engelleyen Şeytan ve şeytani cephenin yaptığı cehalet ve bilgisizlikten değildi, çünkü cehalet olsaydı bu, fitrata yönelerek, akıl kullanılarak veya enbiyanin öğretilerine sarılarak bertaraf edilebirdi. Tarih boyunca insanın ilmi ve bilimsel alanda ilerlemesiyle bu cehalet yok edilebilir. Ama “müstekbir”, istikbar düşüncesinden vazgeçmediği sürece inad ve düşmanlığı bitmez. “İstikbar” düşüncesine sahip olan ister şeytan olsun, ister insan hiç fark etmez, batıl yoldan dönüşü yoktur. Bu “istikbar düşüncesi” Şeytan ile başlamış ve kendisine verilen “malum vakite” kadar sürekliliği sözkonusu olduğundan ve aynı düşünceye sahip insanlar aracılığıyla kesintisiz devam ettirildiğinden, hak cephesinin de sürekliliği ve devamı olması gerekir. Aksi takdirde, ilahi hedef gerçekleşmeden, batıl ve şeytani cephenin zaferi ile dünyanın biteceğini kabul etmemiz gerekecektir.

            Mehdilik, Hz.Adem ile başlayan ve bütün peygamberler aracılığıyla kemale ulaşması için çaba harcanan “din medeniyetini” hakim kılacak sistemdir. Hz. Mehdi (a.f), Hz.Adem (a.s), Hz.Nuh(a.s), Hz.İbrahim(a.s), Hz.Musa (a.s), Hz. İsa (a.s) ve Resul-u Ekrem (s.a.a) varisidir, vasisidir, hedeflerini hayata geçirecek son hüccettir. 11 masum imamın mücadeleleri “din medeniyetinin” muhafazası ve 12. Hüccete kadar sağlam gelmesi içindi. “Gadir Hum” ve “Kerbela” olayları, “Medilik Mektebinin” bu hedefi gerçekleştirmesi için meydana gelmiştir.

            Din medeniyetini, dünyaya hakim kılmanın öğle kolay olmayacağı her akıl sahibi tarafından anlaşılacak bir konudur. Çünkü medeniyet ve uygarlık ilim üretmeden mümkün değildir. Medeni bir toplum oluşturmak için ilmi alanda, bilimsel alanda üretici bir toplum olmak gerekiyor, aksi taktirde başka toplumların medeniyetini ithal etmekten başka seçenek kalmayacaktır.
            İslam medeniyeti tarih boyunca toplumları idare etmiş ve tekamüle ulaşma yolunda bütün beşeri toplumlara ışık tutmuştur. Asrımızda ISLAM alemi, ISLAM medeniyeti hazinesine sahip olmasına rağmen ilmi alanda üretici olamadıklarından medeniyetleşme ve uygarlaşma alanında batı medeniyetini ISLAMi toplumlara sunmaktan başka çare göremiyor. İslam medeniyeti varlığını somut olarak tarihin her sayfasında hissettirmiştir.

            "Haksızlık edenler, hangi dönüşe (hangi akibete) döndürüleceklerini yakında bileceklerdir." (Şuara 227)

            Yorum


              #21
              Ynt: Hz. Mehdi'nin (a.f) Hayatı, Fazileti, Siresi ve Sözleri

              Barack Obama Hz. Mehdi'nin (a.f) Zuhur Alametlerinden Mi?


              Mehdilik konusunun, insanlık tarihinin üzerinde tartışıp konuştuğu en önemli konularından biri olduğunu defalarca arz etmiş, bu konunun İslam’ın vaz geçilemez konularından olduğunu ve özellikle Şia mektebinin bu inancı bütün ayrıntılarıyla günümüze kadar canlı tuttuğunu önceki yazılarımızda ortaya koymuştuk.

              Din düşmanlarının en fazla tahrif edilmesi gereken değerlerden biri olarak üzerinde ısrar etmeleri bile bu konunun, inancın temellerinden biri olduğunu ortaya koymaktadır.
              Aslında “Mehdilik ve tarih boyunca tahrifler” konusu hakkında başka bir araştırma yazımızda konuyu ele alacaktık ama emperyalistler ve siyonistler tarafından konunun gündeme getirilmesi ve tahrif çabaları, konuyu özet olarak ele almamızı zaruri kılmıştır.

              Bu yazımızda sadece“Mehdilik inancını” tahrif etmeye yönelik olarak gündeme getirilen son habere değineceğiz.
              Medyada dolaşan, bir çok insanın kasıtlı olarak yanıltılmasına, bazılarının inanmasına sebep olan veya başkalarını inandırmaya yönelik dolaşan bir haberi, kaynağını ve bu yalan haberi kimlerin, hangi hedefle yaydıklarını ortaya çıkarmaya çalışacağız.

              Haber şu: “Barack Obama, Şii Müslümanların dünyayı fethetmek için bekledikleri Kayıp İmam'ın habercisi 'Vaat edilen Savaşçı' mı?” “Bahr ul-Envar” adlı eserde nakl edilen bir hadiste Hz. Ali’ye atfedilen şöyle bir söz yer alıyor: “Kıyametten hemen önce, uzun boylu siyah bir adam Batıda iktidarı ele geçirecek. Dünyanın en büyük ordusunu komuta edecek. Üçüncü İmam’dan (Hz. Hüseyin) işaretler taşıyacak. Şiiler onun bizden olduğuna şüphe etmesin.” Buna göre, “İmam Ali bin Ebu Talib, zamanın sonunda, kıyamet yaklaştığında ve kurtarıcı Mehdi'nin dönüşünden hemen önce, 'uzun boylu, siyah bir adam' Batıda iktidarı ele geçirecek. Dünyanın en büyük ordusunu yönetecek. Batının bu yeni yöneticisi, Üçüncü İmam Hüseyin Bin Ali'den işaretler taşıyacak.”


              Farklı şekillerde bu haber yayınlanmakta ve bazıları da köşe yazılarına kadar taşımışlardır.
              Haberi yayan kaynak: Vahbilere ait http://www.alarabiya.net/articles/2008/11/04/59506.html internet sitesidir. Şiilik düşmanı olarak tanınan bu site, Amerika‘daki seçimlerde, Şii İran‘ın B.Obama’yı desteklediğini ve kazanmasından büyük mutluluk duyduğunu belirtmiş, bunun sebebinin de „Bihar-ul Envar“ hadis kitabinda geçen bir hadisten kaynaklandığını yazmıştır.

              Malum site görüşlerine teyid olarak da, bazı İran sitelerinin bu rivayeti nakl ederek : Bu şahıs, Üçüncü İmam Hüseyin Bin Ali'den işaretler taşıyacak.” Bazılarına göre 1.86 metre boyundaki Obama, “Büyük Siyah Kurtarıcı”nın tâ kendisi olduğunu ve “Barack Hüseyin” Farsça’da
              “Kutsanmış Hüseyin” anlamına geldiğini ve “Obama” ismi Fars alfabesiyle, O-BA-MA diye hecelendiğinde, “O bizden biri” anlamına geliyor, gibi tefsir ve yorumlar yaptıklarını, iddia etmektedir.

              Malum site uydurduğu haberi onaylatmak için Londra‘da yaşayan İslam devrimi muhaliflerinden İranlı gazeteci „Amir Tahiri“ ile görüşerek „Şii İranlıların B.Obama’nın seçilmesinin Hz. Mehdi’nin zuhur alametlerinden biri olduğuna inandıkları, sonucuna varmıştır.
              Malum site uydurduğu hikayesini tamlamak için „Allame MUHAMMED Hüseyin el-Emin“ ile görüştüğünü ve kendisinin „ Bu büyük kitabta ( Bihar-ul Envar) çeşitli konularda nakl edilen hadislerin hepsinin araştırılmadan kabul edilemeyeceğini, zuhur alametlerinin gaybiyyatan olduğunu, bu konuda nakl edilen hadisler doğru olsa bile çeşitli zamanlarda vuku bulan olaylara tefsir ve yorumlanabileceğini söylediğini, iddia etmektedir.

              Haberinin sonunda, şiilerin B. Obama‘nın zuhur alametlerinden olduğuna inandıkları yalanına inandırmak için tarihi bir olay da nakl etmektedir…..

              Haberin analizi: Bu rivayetin, Bihar-ul Envar kitabının 15.cildinde yer aldığı söylenmektedir, yaptığımız araştırmada, bu değerli hadis kitabının verilen adresinde böyle bir hadisin bulunmadığını gördük. Diğer bir iddia ise Şeyh Saduk’un İkmal ud-Din kitabında Bihar-ul Envar’ın 13.cildinden bu rivayeti nakl ettiğidir ama bu iddiayi da doğrulayacak bir delile rastlamadık.

              Böyle veya buna benzer bir hadis olmuş olsa bile, Şia inancına göre bir hadisin doğruluk ölçüsü Kur’an’dır, bir kitabda oluşu değil. İsrailiyat rivayetlerinin, İslam hadis, tarih ve itikat kitaplarına nasıl girdiğini bilmeyen yoktur.

              Uydurma bir hadisle Şiiliğe karşı karalama kampanyası başlatmış siyonist ve uşaklarının hedeflerinin ne olduğunu anlamayacak kadar basiretsiz olan cahil müslümanlar kime hizmet ettiklerinin farkında değiller.

              Haberin kaynağının siyonistlerin uşağı olan vahabi bir sitenin olması pek de şaşırtıcı bir olay değil, ama müslümanların, bu haberin kaynağını araştırmadan doğru bir habermiş gibi nakl etmesi, acaba bunlar da onlardan mıdır düşüncesini insanın aklına getiriyor.
              Haberi yaymakla güdülen hedefler:

              -Bu yalan haberi yayarak Şia’daki mehdilik inancının ne kadar boş bir inanç olduğunu ortaya koymak.

              - Bu yalan habere inanılmasını sağlayıp bir müddet sonra yalan olduğunu ortaya çıkararak müslümanların mehdilik inancında tahribat yaratmak.

              - Ehli sünnet camiasına Şia’nın nasıl batıl bir inanca sahip olduğuna inanmalarını sağlayıp Şiilikten uzaklaşmalarını sağlamak.

              - Emperyalist siyonistlerin hedeflerine ulaşmalarına engel olan bu dinamik inancının temellerini sarsmak.


              - Mehdilik inancına “velayet ve imametin mihveri” olarak inanan şiileri, bu inancın kendi kaynaklarında dahi hurafi bir şekilde nakl edildiğine inandırmak.

              - Hz.Mehdi’nın zuhurundan önce vuku bulacak olaylar ve zuhur alametlerinin bunun gibi yalan ve uydurma olduğu düşüncesini yaymak.

              - Mehdilik inancına yönelilerek hakikatinin öğrenilmesini engellemek.

              - Mehdilik inancının, emperyalist ve siyonistlerin oyunlarını bozacak yegane sistem olduğunun anlaşılmasını engellemek.
              Ama bu gafiller, Şia mektebinin, Kur’an’a vakıf, sünnete aşina, İmamların maarifini bilen, basiretli, şuurlu, evrensel düşünen, düşmanların oyunlarından haberdar müçtehidlerin bu gibi oyunları bozacaklarını unutmaktadırlar.
              ALLAH nurunu tamamlayacaktır; kafirler, müşrikler, fasıklar ve tağutlar istemese de...

              Velayet güneşinin doğması ümidiyle...



              "Haksızlık edenler, hangi dönüşe (hangi akibete) döndürüleceklerini yakında bileceklerdir." (Şuara 227)

              Yorum


                #22
                Ynt: Hz. Mehdi'nin (a.f) Hayatı, Fazileti, Siresi ve Sözleri

                Mehdilik ve İslam Medeniyeti

                İlahi hedef “Marifetullaha” toplumsal ve evrensel manada ulaşmak, Hz.Adem ile başlayan, “din medeniyetinin” hakimiyeti ile gerçekleşecektir. Bu hedefin gerçekleşmesini engelleyen Şeytan ve şeytani cephenin yaptığı cehalet ve bilgisizlikten değildir. Çünkü cehaletten olsaydı bu engel fitrata yönelerek, akıl kullanılarak veya enbiyanin öğretilerine sarılarak bertaraf edilebirdi. Tarih boyunca insanın bilimsel alanda ilerlemesiyle elde ettiği ilim ile bu cehalet yok edilebilirdi. Ama “müstekbir”, istikbar düşüncesinden vazgeçmediği sürece inad ve düşmanlığı bitmez. “İstikbar” düşüncesine sahip olan ister şeytan olsun, ister insan hiç fark etmez, batıl yoldan dönüşü yoktur. Bu “istikbar düşüncesi” Şetyan ile başlamış ve kendisine verilen “malum vakite kadar “sürekliliği sözkonusu olduğundan ve aynı düşünceye sahip insanlar aracılığıyla kesintisiz devam ettirildiğinden, hak cephesinin de sürekliliği ve devamı olması gerekir. Aksi takdirde, ilahi hedef gerçekleşmeden, batıl ve şeytani cephenin zaferi ile dünyanın sonunun geleceğini kabullenmemiz gerekirdi.

                Mehdilik, Hz.Adem ile başlayan ve bütün peygamberler aracılığıyla kemale ulaşması için çaba harcanan “din medeniyetini” hakim kılacak sistemdir. Hz. Mehdi (a.f), Hz.Adem (a.s), Hz.Nuh(a.s), Hz.İbrahim(a.s), Hz.Musa (a.s) Hz. İsa (a.s) ve Resul-u Ekrem’in (s.a.a) varisidir, vasisidir, hedeflerini hayata geçirecek son ilahi hüccettir. 11 Masum imamın mücadeleleri “din medeniyetinin” muhafazası ve 12. Hüccete kadar sağlam gelmesini sağlamak içindi. “Gadir Hum” ve “Kerbela” olayları, “Medilik Mektebinin” bu hedefi gerçekleştirmesi için meydana gelmiştir.
                Din medeniyetini, dünyaya hakim kılmanın öğle kolay olmayacağı her akıl sahibi tarafından anlaşılacak bir konudur. Çünkü medeniyet ve uygarlık ilim üretmeden mümkün değildir. Medeni bir toplum oluşturmak için bilimsel alanda üretici bir toplum olmak gerekiyor, aksi taktirde başka toplumların medeniyetini ithal etmekten başka seçenek kalmayacaktır.

                İslam medeniyeti tarih boyunca toplumlara ışık tutmuş ve tekamüle ulaşma yolunda bütün beşeri toplumlara yol göstermiştir.. Asrımızda İslam alemi, İslam medeniyeti hazinesine sahip olmasına rağmen bilimsel alanda üretici olamadıklarından medeniyetleşme ve uygarlaşma alanında batı medeniyetini İslam toplumlarına sunmaktan başka çare göremiyor. İslam medeniyeti varlığını somut olarak tarihin her sayfasında hissettirmiş ve İslami olmayan toplumların bu medeniyet ışığında ilerlemesini sağlamıştır ama bir kaç asırdır batı toplumundan İslam alemine gelmiş din anlayışı, batılı sosyologların görüşlerinin tercüme edilerek İslam toplumuna sunulması, batı kültür ve medeniyetinde eğitim almış müslüman aydınların ve diğer bilim adamlarının da aynı yolu takıp etmiş olmaları, İslam aleminin bilimsel alanda üretkenliğini engellemiş ve din medeniyetini, özelde de İslam medeniyetini tarihin sayfalarına gömmüştür. Tarihde İslam medeniyetinin varlığını kabullenen, dinin insani ilimler ve sosyal bilimler alanında zenginliğini ve üretkenliğini de kabullenmiş olacaktır.

                Öyleyse İslamın geçmişte toplumları medenileştirme gücüne sahip ilim üretme maharetini göstermesi, günümüzde de bu medeniyeti en üst seviyeye çıkarıp evrenselleştirme kapasitesine sahip olduğunu gösterir. Yani İslam bir zamanlar ilmi elinde bulunduruyor, dünyaya medeniyet, kültür ve sanat ihrac ediyor, batılı bilim adamları İslam aleminde eğitim görüyor ve ülkesine döndüğü zaman İslam ülkesinde öğrenim görmekle iftihar ediyor, İslami kaynakları kendi dillerine tercüme ediyorlardı. Ama malesef asrımızda ise tam tersi gerçekleşiyor, müslümanlar İslam medeniyetinin üretkenliğini kaybetmesinden günümüze kadar batı dünyasında almış oldukları öğrenimle övünüyor, hatta batıda eğitim almamış bilim adamlarına güven de gittikçe sarsılmaktadır.

                İslam dünyasının tekrar o eski gücünü ve medeniyet alanındaki önderliğini ele geçirme imkanı vardır. Çünkü o medeniyet tohumları- ilahi maarif ve öğretiler- potansiyel olarak mevcuttur. Medeniyet tohumları ve bilimsel önderlik , potansiyel güç olarak asırlarca toprak altında kalmış olsa da henüz yok olmamış ve yeşermeyi bekleyen tohum gibidir. O tohumular tarihin bir sayfasında kendisini tekrar yeşertecek şartların oluşmasını beklemektedir.

                Siyasal ve toplumsal alanlarda nisbi olarak bu tohumlar yeşerme şartlarına kavuşmuş olsa da henüz mükemmelliği ve evrenselliği yakalayamamıştır. Bir zamanlar din nerdeyse müzeye kaldırılacak, arkeologların araştırma alanına terk edilecekti. Doğunun afyon olarak gördüğü, batının ise toplumsal alandan soyutladığı, sadece bir süs olarak gördüğü ve hakkında sadece tarihi araştırma yapılması gerektiğini savunduğu din, şartların oluşmasıyla asırlarca toprak altına terk edilen tohumların tekrar yeşermeye başlamasıyla ve sahip olduğu olağanüstü siyasi- sosyal aktivitelerle dünyanın kaderini değiştirebileceğini ortaya koymuştur.

                Ama İslam aleminin asıl sorunu İslam medeniyetini beşeri toplumlara sunabilmek için ilim, alanında üretken olamamak, ilim ve medeniyet alanında tekrar liderlik ve önderlik edememek ve bunun karşısında batı medeniyetini, İslam medeniyetinin yerine yerleştirme hastalığına düçar olmasıdır. Halbuki ISLAM aleminin ilim üretme, toplumları medenileştirme alanında faal dinamikleri ve yeşermek için şartların oluşmasını bekleyen tohumları vardır.

                İslam alemi bir öze dönüş hareketi gerçekleştirmelidir, öze dönüş geriye dönüş veya tarihe dönüş değil. Öze dönüş insanoğlunun kaç asırdır elde ettiği bilimsel ve teknolojik başarıları reddetmek değildir. Öze dönüş tarihi gerçekleri reddetmek zamansal olarak geri dönme değildir.

                Öze dönüş derken, sayesinde tarihte bilimsel öncülüğe, liderliğe ulaşılmış, toplumlara medeniyet sunma gücüne sahip olunmuş, toplumun her alanında üretkenlık sağlanmış İslam medeniyetinin özünü oluşturan ilahi maarife, ilahi emanete, dini kaynaklara dönüşten bahsediyoruz.

                İşte bu öğretileri zamanın diliyle beyan edecek, kaynaklardaki engin maarifi günümüz şartlarına göre yorumlayacak, bu öğretilerin bir kültür halini almasını sağlayarak üretken bir medeniyet olmasını sağlayacak bir sistem ve programa ihtiyac olduğu inkar edilemez bir gerçektir. Bu öğretileri olduğu gibi beyan etmek; zamanın gereksinimleri ve şartları gözönünde bulundurulmadan, bu kaynaklara müracaat etmeden dünya toplumlarına sunmak mümkün değildir.
                "Haksızlık edenler, hangi dönüşe (hangi akibete) döndürüleceklerini yakında bileceklerdir." (Şuara 227)

                Yorum


                  #23
                  Ynt: Hz. Mehdi'nin (a.f) Hayatı, Fazileti, Siresi ve Sözleri

                  İBRETLİ ÖYKÜLER

                  1- İmam Mehdi (a.s) ile Mülakat

                  Allame Meclisi (r.a) babasından şöyle naklediyor:
                  Bizim zamanımızda Emir İshak Esterabadi (r.a) isminde çok mümin ve salih bir şahıs vardı. Kırk defa yaya olarak hacca gitmişti. Halk arasında tayy'ül arz (bir anda kaç fersah yolu kat eden) lakabıyla meşhur olmuştu. Bir yıl İsfahan'a geldi. İsfahan'a geldiğinden haberim olunca görüşüne gittim. Hal hatır sorduktan sonra ona; "Acaba gerçekten sizin tayy'ül arz'ınız mı vardır? Çünkü halk arasında böyle meşhur olmuştur" dedim.
                  Cevaben şöyle dediler:
                  Bir yıl Mekke'ye azim oldum, hac kafilesiyle bir konağa vardık, o konaktan Mekke'ye yedi veya dokuz konak (elli fersahtan fazla) bir mesafe vardı. Ben bazı sebeplerden dolayı kafileden geriye kalmıştım, yavaş-yavaş tamamıyla onlardan ayrı düştüm. Asıl caddeyi kaybettiğimden dolayı şaşkınlık içerisinde kalmıştım. Susuzluk beni öyle etkilemişti ki, diri kalacağımdan artık ümidimi kesmiştim. Birkaç defa; "Ey Salih! Ey Eba Salih! (Ey İmam-ı Zaman!) Beni caddeye hidayet et" diye feryat ettim.
                  Bu sırada uzaktan bir şebeh (karartı) gördüm, düşünceye daldım! Kısa bir süreden sonra o şebeh yanımda hazır oldu. Buğday renkli, güzel simalı ve temiz elbiseli bir genç olduğunu gördüm. Siması büyük bir şahsiyet olduğunu gösteriyordu, bir deveye binmişti, yanında da bir su kabı vardı. Ona selam verdim, o da selamın cevabını verdikten sonra; "Susuz musun?" diye sordu. Ben de; Evet susuzum dedim. Su kabını bana verdi, ben de o sudan içtim. Sonra; "Kafileye yetişmek istiyor musun?" dedi. Ben de, "evet" dedim.
                  Sonra beni devenin arkasına bindirdi, birlikte Mekke'ye doğru hareket ettik. Ben her gün "Hırz-i Yemani" duasını okurdum, yine o duayı okumakla meşgul oldum. Duanın bazı cümlelerinin yanlış olduğunu tezekkür verip şöyle oku diyordu.
                  Birkaç dakika geçmeksizin bana; "Burayı tanıyor musun?" diye sordu. Bakınca Mekke olduğunu gördüm. "İniniz!" diye emrettiler. İndiğimde geri dönüp gözlerden kayboldu. Bu esnada onun İmam Mehdi (a.s) olduğunun farkına vardım.
                  Ondan ayrılmama ve onunla birlikte olup da onu tanımadığımdan dolayı çok üzüldüm. Yedi gün geçtikten sonra, bizim kafilemiz Mekke'ye ulaştı.
                  Kafilemizde olanlar, benim sağ kalmamdan ümitlerini kestikten sonra birden beni Mekke'de gördüler. İşte bu yüzden halk arasında tayy'ül arz sahii olmakla meşhur oldum.
                  Allame Meclisi (r.a) bu hikayeyi nakl ettikten sonra, babasının şu sözünü de ekliyor: "Hırz-ı Yemani" duasını onun yanında okudum, yanlış yerlerini düzeltti, onu nakil ve tashih etmeyi bana icazet verdiğinden dolayı da ALLAH'a şükür ediyorum.

                  (Bihar'ul-Envar, c. 52, s. 175)

                  "Haksızlık edenler, hangi dönüşe (hangi akibete) döndürüleceklerini yakında bileceklerdir." (Şuara 227)

                  Yorum


                    #24
                    Ynt: Hz. Mehdi'nin (a.f) Hayatı, Fazileti, Siresi ve Sözleri

                    2- Hamamcı Ebu Racih ve İmam Zaman (a.s)

                    Necef'ul-Eşref''in yakınlarında yer alan "Hille" şehrinin muhlis şiilerinden olan Ebu Racih, o şehrin umumi hamamlarından birisinin sorumlusu idi. Bundan dolayı o şehrin halkının çoğu onu tanıyorlardı. O zaman "Hille" şehrinin valisi Mercan Sağir isminde bir şahıs idi. Bazı kimseler, Ebu Racih-i Hemmami'nin Resulullah (s.a.a)'in münafık ashabından bazılarına dil uzattığını ona söylediler. Vali o şahısın ihzar edilmesini emretti.

                    Onu getirdiklerinde onun suratına o kadar yumruk ve tekme vurdular ki, dişleri yerinden çıktı! Dilini çıkarıp çuvaldızla deldiler, (bıçakla) burnunu kestiler, onu çok vahim bir halde bir grup gaddar kimselere teslim ettiler. O zalimler de onun boynuna bir ip atıp Hille şehrinin sokak ve caddelerinde dolaştırdılar!

                    Bedeninden o kadar kan aktı ki, artık yürümeye gücü kalmadı, onun yaşayabileceği ümit edilmiyordu. Vali onu öldürmek isteğinde, orada hazır olanlardan bazıları şöyle dediler:
                    "O yıpranmış yaşlı bir kişidir, yeterince cezalandırılmıştır, ister istemez çok geçmeksizin ölecektir, siz onu öldürmekten vazgeçiniz."

                    Ama ertesi günü halk, onun namaz kılmakla meşgul olduğunu görünce şaşırıp kaldılar; her açıdan salimdi, dişleri kendi yerinde idi, bedeninin yaraları iyileşmişti, o yaralardan hiçbir eser göze çarpmıyordu. Hayretle şöyle dediler:
                    "Nasıl kurtuldun, sanki sana hiç dayak atmamışlar?!"

                    Ebu Racih cevaplarında şöyle dedi:
                    "Ben ölüm yatağına düştüğümde, hatta dilimle mevlam Hz. Veliyy-i Asr (a.s)'dan yardım dileyecek bir gücüm bile kalmamıştı; bundan dolayı kalbimde O Hazrete tevessül ettim, O'ndan yardım diledim. Gece tam karanlık çöktüğünde, aniden evim aydınlandı! O anda gözüm mevlam İmam Zaman (a.s)'ın cemalına ilişti, İmam (a.s) öne gelip mübarek elini yüzüme çekerek şöyle buyurdu:
                    "Kalk! Ailenin geçimini temin etmek için dışarı çık; ALLAH Teala sana şifa verdi!"
                    Şimdi sağlığımın yerinde olduğunu sizler de görüyorsunuz.

                    Onun sağlık ve bu ilginç durumunun haberi çok geçmeksizin her tarafa yayıldı. Hille'nin valisi kendi memurlarına, Ebu Racih'i onun yanına ihzar etmelerini emretti. Onu getirdiklerinde vali, Ebu Racih'in kıyafetinin tamamiyle değişmiş olduğunu, yüzü ve bedenindeki onca yaralardan hiçbir eser kalmadığını gördü; dünkü Ebu Racih ile bugünkü Ebu Racih kesinlikle kıyas edilemezdi!
                    Vali bu durumu görünce, onun kalbine bir korku düştü; o bu olaydan o kadar etkilendi ki, artık ondan sonra (çoğu Şia olan) Hille halkına karşı tavırları tamamen değişmiş oldu.

                    Hille valisi önceleri, Hille'de İmam Zaman (a.s)'ın Makamı'yla meşhur olan yere geldiğinde, o kutsal mekana saygısızlık yapması için alay edercesine kıbleye sırt çeviriyordu. Ama bu olaydan sonra, o kutsal mekana gelip kıbleye doğru dizleri üstünde oturuyordu ve Hille halkına saygılı davranıp onların yanlışlıklarını görmezlikten geliyor, iyi iş yapanlara da yardımcı oluyordu. Bununla birlikte ömrü çok uzun sürmedi.

                    (Bihar'ul-Envar, c. 52, s. 70)

                    "Haksızlık edenler, hangi dönüşe (hangi akibete) döndürüleceklerini yakında bileceklerdir." (Şuara 227)

                    Yorum


                      #25
                      Ynt: Hz. Mehdi'nin (a.f) Hayatı, Fazileti, Siresi ve Sözleri

                      3- Gizli Bir Görev

                      Ebu Eyyub-i Ensari’nin oğullarından ve İmam Ali Naki (a.s) ile İmam Hasan Askeri (a.s)’ın Şii ve komşularından olan Buşr b. Süleyman şöyle diyor:
                      Bir gün İmam Ali Naki (a.s)’ın hizmetçilerinden olan Kufur, benim yanıma gelerek; “İmam (a.s) seni huzuruna çağırıyor” dedi. Ben İmam (a.s)’ın huzuruna varıp karşısında oturduğumda Hazret şöyle buyurdular:

                      “Ey Buşr! Sen Ensari’nin oğullarındansın; öyle bir aileden ki, Medine’de Hz. Peygamber’e yardım etmeye kalktılar ve biz Ehl- i Beyt’in sevgisi sizin ailenizde devam etmiştir; işte bu yüzden siz bizim güvendiğimiz insanlardansınız. Şimdi, fazilet sayılacak olan ve onu yapmakla da diğer Şiilerden üstün olacağın tamamıyla gizli bir iş ile seni görevlendiriyorum.”
                      Daha sonra İmam (a.s), Rumi yazısı ve diliyle bir mektup yazıp (ağzını) mühürleyerek bana verdi ve içerisinde iki yüz yirmi altın bulunan sarı bir kese de çıkarıp şöyle buyurdular:

                      “Bu altın keseyi al ve Bağdat’a doğru hareket et, filan günün sabahı Fırat köprüsünün kenarında hazır ol. Esirleri taşıyan kayıklar oraya yetiştiğinde, bir grup cariyeleri satmak için getirdiklerini göreceksin.
                      Beni Abbas ordusunun vekillerinden bir grup insanlar ve Arap gençlerinden de birkaç kişi, cariye almak için oraya toplanmış olacaklar, onlardan her biri cariyelerden en iyisini almaya gayret edecektir.

                      Bu esnada sen de, Ömer b. Zeyd (köle satan) isminde olan bir şahısı gözetim altında tut. Bu şahıs, şu özellikte olan bir cariyeyi, satmak için müşterilere sunacaktır; onun bir özelliği de; iki ipek elbise giymiş olması, namahremlerden şiddetle kaçınması ve hiçbir kimsenin ona yaklaşarak yüzüne bakmasına izin vermemesidir. O sırada onun perde arkasından ağlayarak Rumca şöyle dediğini duyacaksın: “Vay benim halime! İsmet örtüm yırtıldı ve şahsiyetim yok oldu.”
                      Müşterilerden biri köle satana; “Ben onu üç yüz dinara alıyorum; çünkü onun iffet ve hicabı beni, onu almaya daha çok teşvik etti” diyecektir.

                      Cariye de ona diyecek ki: “Benim sana rağbetim yoktur, Hz. Süleyman’ın kıyafetine girsen, onun haşmet ve saltanatına sahip olsan dahi ben seni istemiyorum; kendi malına acı, paranı boşuna harcama!”
                      Köle satan adam da diyecek ki: “Sen hiçbir müşteriye razı olmuyorsun, öyleyse ne yapmak gerekir? Ben seni satmaya mecburum.”
                      Cariye de diyecek ki: “Neden acele ediyorsun? Bırak kalbimin istediği bir alıcı bulunsun.”
                      Bu sırada köle satanın yanına giderek şöyle de: “Büyüklerden biri, Rumi hattı ve diliyle bir mektup yazmıştır; o mektupta asalet, necabet, sahavet ve diğer ahlaki özelliklerini açıklamıştır. Şimdi bu mektubu cariyeye ver de o mektubu yazanın ahlaki özelliklerinden haberdar olsun. Eğer razı olursa, ben bu mektup sahibinden taraf, bu cariyeyi onun için almaya vekaletim vardır.”
                      Buşr şöyle diyor: Ben İmam (a.s)’ın huzurundan ayrılarak Bağdat’a doğru hareket ettim ve İmam (a.s)’ın emirlerinin hepsini yerine getirdim. Mektup cariyenin eline geçince mektubu okudu ve sevinçten şiddetle ağladı. Sonra Ömer b. Zeyd’e dönerek şöyle dedi:

                      “Beni bu mektup sahibine satmalısın, benim ona alakam vardır. ALLAH’a and olsun ki, eğer beni ona satmazsan kendimi öldürürüm ve sen de benim ölümümden sorumlu olursun.”
                      İşte bu durum, benim onun fiyatı hakkında fazla konuşmamama sebep oldu. Nihayet mevlamın bana verdiği miktara anlaştık. Ben paraları ona verdim, o da çok sevinmiş olan cariyeyi bana teslim etti. Ben o hanım efendiyle birlikte, onun için Bağdat’ta kiraladığım eve gittik.

                      Cariye sevinçten rahat edemiyordu, İma (a.s)'ın mektubunu cebinden dışarı çıkarıp sürekli öpüyordu; onu gözlerinin üzerine bırakıp yüzüne sürüyordu.
                      Bu halini görünce dedim ki: “Ey hanım efendi! Ben senin bu hareketine şaşırıyorum; sahibini görmediğin ve tanımadığın bir mektubu nasıl öpüyorsun?”
                      Şöyle dedi: “Ey Peygamber’in oğlunun makamı hakkında ilmi az olan zavallı! Hakikatin sana aşikar olması için sözümü canı gönülden dinle:

                      Mutlu Bir Kızın İlginç Macerası

                      “Benim ismim Meleke’dir, Yuşua’nın kızıyım, babam Rum şahının oğludur; annem ise Hz. İsa’nın vasisi olan Şem’un Safa’nın evlatlarından ve İsa peygamberin yarenlerinden sayılmaktadır. Çok ilginç maceramı şimdi sana anlatacağım:
                      Ben on üç yaşında iken büyük babam (Rum şahı), beni kardeşi oğluyla evlendirmek istedi. Hz. İsa (a.s)’ın havarilerinin neslinden olan üç yüz dini lider ve ruhbanı, ülkenin büyükleri ve ileri gelenlerinden yedi yüz kişiyi, ordu komutanları ve yüksek makamlardan ise dört bin kişiyi evlilik töreni için davet etti.

                      Rum İmparatorunun sarayında, davet edilenlerin katılımıyla benim görkemli evlenme törenim başlamış oldu. Bu sırada, cevahirlerle süslenen şaha mahsus bir taht, sarayın ortasında kırk sütun üzerine yüksek bir yere bırakıldı. Damadı özel bir törenle tahtın üzerine oturttular, onun baş kısmına salipler (haçlar) taktılar, hizmetçiler hizmet etmeye başladılar, oskoflar da damadın çevresini bir halka gibi sardılar. Hıristiyan inançlarına, dinine uygun bir şekilde evlilik akdini okumak için İncilleri açtılar. Bu esnada aniden salipler yukarından aşağı döküldüler, tahtın ayakları kırılmış oldu. Şanssız damat yere yıkılıp bayıldı; oskofların yüzlerinin rengi kaçtı, bedenleri titremeye başladı. Oskofların büyüğü babama dönerek şöyle dedi.
                      “Şahım! Bu hadise, Hıristiyan mezhebinin ve İmparatorluk dininin yok olmasının bir belirtisidir. Böyle bir işi yapma; bizi de bu uğursuz merasimi yapmaktan mazur gör.”

                      Büyük babam da bu vakıayı, uğursuzluğa yorumladı. Bununla birlikte tekrar tahtın ayaklarının yapmalarını, salipleri (haçları) yerlerine asmalarını, şansı dönmüş damadın kardeşini tahtın üzerinde oturtmalarını emretti. Her nasıl olursa olsun beni evlendirerek bu uğursuzluğun onların ailesinden yok olması için tekrar akit merasiminin düzenlenmesini istedi.

                      Düğün Töreni Tekrar Bozuldu

                      Rom İmparatorunun emriyle tekrar meclisi süslediler; haçlar yerine asıldı; mücevherlerle süslü taht, ayakları üzerine konuldu; yeni damat tahtın üzerine oturtuldu; ordu ve ülke büyükleri bu evlilik merasiminin yapılması için hazırlandılar. Ama Hıristiyanlık dinine göre evlilik akdini okumaları için İncilleri açtıklarında aniden önceki vahşetli hadise tekrarlanmış oldu; haçlar yere döküldü, tahtın ayakları kırıldı, kötü şanslı damat tahttan yere düşerek bayıldı, konuklar dehşete uğrayarak dağıldılar, düğün meclisi, yine evlilik akdi okunmaksızın bozulmuş oldu, büyük babam da üzgün bir şekilde saraydan çıkıp kendi haremine giderek perdeleri çekti.

                      Kader Belirleyici Rüya

                      Ben de kendi odama gittim, gece olunca uyudum. O gece gördüğüm rüya benim gelecek kaderimi belirledi. Rüyamda gördüm ki; Hz. İsa (a.s), Şem’un Safa ve havarilerden bir grup kimseler, büyük babamın köşkünde toplanmışlardı, tahtın yerinde de kendisinden nur saçan çok yüksek bir minber vardı.

                      Bu sırada Hz. MUHAMMED (s.a.a), O Hazretin damat ve halifesi (Hz. Ali -a.s-) ve evlatlarından bir grup kimseler, köşke girdiler. Hz. İsa (a.s), O Hazreti karşıladı, bağrına basarak birbirlerine sarıldılar. O anda Hz. MUHAMMED (s.a.a) şöyle buyurdular:
                      “Ey Resulullah! Senin vasin Şem’un’un kızı Meleke’yi oğlum (İmam Hasan Askeri –a.s-) için istemeye gelmişim.”
                      Hz. İsa (a.s) Şem’un’a bakarak şöyle dedi:
                      “Ey Şem’un! Mutluluk sana yönelmiş, bu mübarek evlilik için olumlu cevap ver; kendi soyunu Âl-i MUHAMMED (s.a.a)’in soyu ile aşıla!”
                      Şem’un; “İtaat ederim” dedi.

                      Daha sonra Hz. MUHAMMED (s.a.a), minberin üzerinde oturup nikah akdinin hutbesini okudu ve beni oğluna (İmam Hasan Askeri’ye) nikahladı.
                      Hz. İsa, havariler ve Hz. MUHAMMED (s.a.a)’in evlatlarının hepsi bu evliliğe tanık oldular. Uykudan kalktığımda, canımdan korkarak uykumu babama ve dedeme anlatmadım; zira beni öldürmelerinden korktum. İşte bu yüzden rüyamdaki bu macerayı bir sır olarak sakladım.
                      Bu rüyadan sonra, İmam Hasan Askeri (a.s)’a olan sevgi ateşi, kalbimde öyle alevlendi ki, artık yemek ve içmekten kesildim. Yavaş yavaş zayıf ve takatsiz oldum, sonuçta hastalandım. Büyük babam, Rum memleketinde var olan doktorları, beni tedavi etmeleri için getirdi, ama hiçbirisinin bir yararı olmadı. Büyük babam, tedavilerden ümidini kesince şefkatle şöyle dedi: “Ey gözümün nuru! Kalbinde yerine getirebileceğim bir arzun var mıdır?”

                      Dedim ki: “Şefkatli babam! Kurtuluş kapılarını yüzüme kapalı görüyorum. Ama eğer senin zindanında bulunan Müslüman esirlere işkence etmekten vazgeçip onları hapisten serbest bırakırsanız, ümit ederim ki, Hz. İsa (a.s) ve annesi Meryem bana şifa verirler.”
                      Babam benim isteğimi kabul etti, ben de zahirde biraz iyileştiğimi izhar ettim, yavaş-yavaş yemeğe başladım. Babam çok sevindi, eskiye oranla Müslüman esirlere daha iyi davranmaya çalıştı.

                      On Dört Geceden Sonra İkinci Rüya

                      On dört geceden sonra şu rüyayı gördüm: Hanımların hanım efendisi Hz. Fatımat’üz- Zehra (a.s), Hz. Meryem ve cennet hurilerinden yetmiş bin kişi gelerek şeref verdiler. Hz. Meryem bana bakarak; “Dünya kadınlarının hanım efendisi olan bu kadın, senin eşinin (büyük) annesidir.” dedi.

                      Ben Hz. Fatıma (a.s)’ın eteğinden tutarak ağladım ve İmam Hasan Askeri (a.s)’ın beni görmeye gelmemesinden dolayı şikayet ettim.
                      Hz. Fatıma (a.s) şöyle buyurdular:
                      “Sen Hıristiyan dininde olduğun müddetçe, oğlum seni görmeye gelmeyecektir; bu bacım Meryem, senin dininden ALLAH’a sığınıyor. Eğer

                      ALLAH-u Teala, Hz. İsa ve Meryem’in senden razı olmalarını ve oğlumun seni görmeye gelmesini istiyorsan, ALLAH’ın birliğine ve babam Hz. MUHAMMED’in risaletine ikrar et ve şehadeteyni (yani eşhedu en lâ ilahe ilellah ve eşhedu enne MUHAMMED’en resulullah) söyle.”
                      Bu kelimeleri söylediğimde Hz. Fatıma (a.s) beni bağrına bastı; böylece ruhum rahatladı, sağlık durumum düzeldi.
                      Sonra şöyle buyurdu: “Şimdi oğlum Hasan Askeri’yi bekle; yakında onu senin yanına göndereceğim.”

                      Üçüncü Rüya ve Maşuku Görme

                      O gün çok geç sona erdi, akşamın ulaşmasıyla, sevgiliyi görmeye muvaffak olabilmem için çabuk uyudum. Şansın iyiliğinden İmam Hasan Askeri (a.s)’ı rüyamda görünce şikayet edercesine şöyle dedim: “Ey kalbimin mahbubu! Neden bana cefa ettin, bu müddet içerisinde beni görmeye gelmedin? Ben canımı senin muhabbetin uğrunda telef ettim.”
                      Buyurdular ki: “Benim seni görmeye gelmememin tek nedeni, senin Hıristiyan mezhebinde olman ve müşriklerin dini üzere yaşamandı. Şimdi İslam’ı kabul ettiğinden dolayı, ben her gece, ALLAH Teala bizi zahirde birbirimize kavuşturana dek seni görmeye geleceğim.”
                      O geceden şimdiye kadar, hiçbir gece beni kendisini görmekten mahrum etmemiştir; sürekli rüya aleminde onu görmeye muvaffak oluyorum.”

                      Rum İmparatoru Kızının Esir Olma Macerası

                      Buşr şöyle diyor:
                      Meleke hanıma; “Nasıl esaret tuzağına düştünüz?” diye sorduğumda şöyle cevap verdiler:
                      Gecelerin birinde, İmam Hasan Askeri (a.s) rüya aleminde bana şöyle buyurdular:
                      “Senin büyük baban, bugünlerde bir orduyu Müslümanlara karşı savaşa gönderecektir; kendisi de orduyla birlikte savaş cephesine gidecektir. Sen de cephe arkasında hizmet için savaşa katılan kadınların elbisesini giy, tanınmayacak bir şekilde hizmetkar kadınlarla birlikte, muradına ermen için cepheye doğru hareket et.”

                      Birkaç günden sonra Rum ordusu, savaş cephesine doğru hareket etti, ben de İmam (a.s)’ın buyurduğu şekilde kendimi cephe arkasına ulaştırdım. Çok geçmeksizin savaş ateşi alevlendi. Nihayet İslam’ın ön sıradaki askerleri bizi esir aldılar. Daha sonra kayıklarla Bağdat’a doğru hareket ettik. Gördüğün gibi Fırat nehrinin kıyısında kayıklardan indik. Şimdiye kadar benim Rum İmparatorluğu şahının torunu olduğumu, senden başka hiçbir kimse bilmiyor; sana da ben söyledim.
                      Savaş ganimetlerini böldüklerinde, ben yaşlı bir adamın payına düştüm. O ismimi sordu; tanınmak istemediğimden dolayı ismim Nercis’tir dedim.”

                      Buşr sözünün devamında şöyle diyor:
                      Nercis’e; “Sen Rumlu olduğun halde, nasıl Arapça’yı böyle güzel biliyorsun?” diye sordum.
                      Cevaben şöyle dedi:

                      “Büyük babam, benim eğitimime çok özen gösteriyordu; çeşitli millet ve kavimlerin adap ve dillerini öğrenmemi istiyordu. Bundan dolayı, kendi tercümanı olan Arapça bilen bir kadına, Arapça’yı gece- gündüz bana öğretmesini emretti. İşte bu yüzden Arapça dilini iyice öğrendim ve bu dille konuşmaya muvaffak oldum.”

                      Meleke Hatun ve Semavi Hediye

                      Buşr şöyle devam ediyor:
                      Kısa bir bekleyişten sonra Bağdat’tan Samirra’ya hareket ettik. Onu, İmam Ali Naki (a.s)’ın yanına götürdüm. İmam (a.s) kısaca hal-hatır sorduktan sonra şöyle buyurdular:
                      “ALLAH-u Teala, İslam’ın izzetiyle Hıristiyanlığın zilletini ve Hz. MUHAMMED ile Ehl- i Beyti’nin azametini nasıl size gösterdi?”
                      Cevaben şöyle dedi:

                      “Ey Peygember’in oğlu! Sizin benden daha iyi bildiğiniz şey hakkında ben ne diyeyim!”
                      İmam (a.s) daha sonra şöyle buyurdular:
                      “İhtiram için sana hediye vermek istiyorum; On bin altın mı, yoksa ebedi övünç ve şeref mayası olan sevindirici müjdeyi mi vereyim; hangisini seçiyorsun?”
                      Meleke: “Bana evlat müjdesi veriniz.”

                      İmam (a.s): “Dünyanın doğu ve batısına malik olacak; yeryüzü zulüm ve adaletsizlikle dolduktan sonra onu adaletle dolduracak olan bir evladı sana müjdeliyorum.”.
                      Meleke: “Bu çocuğun babası kimdir?”
                      İmam (a.s): “Resulullah (s.a.a) falan zaman rüya aleminde, seni torunu için istemiştir.”

                      Daha sonra İmam (a.s) şöyle bir soru sordu:

                      “O gece Hz. Mesih (İsa -a.s-) ve O’nun vasisi, seni kimle evlendirdi?”
                      Meleke: “Senin oğlun İmam Hasan Askeri ile evlendirdi.”
                      İmam (a.s): “Onu tanıyor musun?”
                      Meleke: “Hz. Fatıma (a.s)’ın vesilesiyle Müslüman olduğum geceden itibaren her gece beni görmeye geliyordu.”

                      Vuslat İçin Bekleyişin Sona Ermesi

                      Söz buraya yetiştiğinde İmam Naki (a.s) hizmetçisine; “Bacım Hakime’nin buraya gelmesini söyleyin” buyurdular.
                      Hakime Hatun İmam (a.s)’ın yanına geldiğinde Hazret: “Bacı! Beklediğim değerli hanım budur” dediler.
                      Hakime, İmam (a.s)’ın bu sözünü duyur duymaz, Meleke’yi kucaklayarak yüzünden öptü ve çok sevindi.
                      Sonra İmam (a.s) şöyle buyurdular:
                      “Bacı! Bu hanımı eve götür ve dini meseleleri ona öğret. Bu yeni gelin, İmam Hasan Askeri (a.s)’ın eşi ve Kâim- i Âl- i MUHAMMED (s.a.a)’in annesidir.”

                      (Bihar’ul-Envar, c. 51, s. 4-10)


                      "Haksızlık edenler, hangi dönüşe (hangi akibete) döndürüleceklerini yakında bileceklerdir." (Şuara 227)

                      Yorum


                        #26
                        Ynt: Hz. Mehdi'nin (a.f) Hayatı, Fazileti, Siresi ve Sözleri

                        4- Hz. Mehdi (a.s)’ın Doğumu

                        Hz. Hüccet b. Hasan İmam-ı Asr (Hz. Mehdi -a.s-) Hicretin 255. yılı Şaban ayının on beşinde “Samerra”da gözlerini dünyaya açtı.
                        İmam MUHAMMED Taki (a.s)’ın kızı Hekime şöyle naklediyor: İmam Hasan Askeri (a.s) beni çağırıp şöyle buyurdu: “Hala ! Bu gece Şaban ayının yarısıdır, bu gece bizim yanımızda iftar et! ALLAH Teala bu gece kendi hüccetini aşikar edecektir (dünyaya getirecektir.)"
                        Hekime; “Doğacak oğlun annesi kimdir?”diye sordu.
                        İmam (a.s); “Nercis’tir” dedi.
                        Hekime, “Fedan olayım ! Ben onda hamilelikle ilgili hiçbir eser görmüyorum!”dedi.
                        İmam (a.s); “Maslahat budur; dediğim gibi olacaktır” diye buyurdu.
                        Hekime şöyle ekliyor: Eve girdim, selam verip oturdum. Nercis hatun geldi, ayakkabılarımı çıkarıp şöyle dedi:
                        - “Benim banum (hanım efendi)! İyi geceler.”
                        Hekime- “Bizim ailenin banusu sensin!”dedi.
                        Nercis- “Hayır! Ben nerede, bu yüce makam nerede!”dedi.
                        Hekime- “Kızım! Bu gece ALLAH-u Teala sana öyle bir evlat verecek ki, dünya ve ahiretin efendisi olacaktır” dedi.
                        Hekime diyor ki: Nercis bu sözü benden duyunca utanarak oturdu. Ben namazımı kıldım, iftar edip uyudum. Gece yarısı uyandım, gece namazını kıldım, Nercis’in de uyumuş olduğunu gördüm, onda doğum alametlerinden hiçbir şey gözükmüyordu. Namazın takibinden (dua ve zikirden) sonra tekrar yattım. Çok geçmeksizin ıstırapla kalktım, Nercis’in de uyanmış olduğunu gördüm; namaz kılıyordu. Ama yine de doğum nişanelerinden hiçbir şey onda gözükmüyordu. Biraz şüpheye düştüm.
                        Bu esnada İmam Hasan Askeri (a.s) kendi yerinden yüksek bir sesle: “Halacığım! Acele etme, doğum vakti yaklaşmıştır” buyurdular.
                        İmam’ın sesini duyduktan sonra, Elif lam Mim (Bakara), Secde ve Yasin surelerini okumakla meşgul oldum. Aniden Nercis ıstırapla uykudan uyandı ve ayağa kalktı. Ben ona yaklaştım, ALLAH’ın ismini dile getirdim (söyledim), "kendinde bir şey hissediyor musun?" diye sordum.
                        Nercis- “Evet, halacığım!” dedi.
                        Hekime- “Mustarip olma, güçlü ol; işte bu sana verilen müjdedir” dedi.
                        Daha sonra beni ve Nercis’i uyku bastı. Uyananca, o göz nurunun doğmuş olduğunu gördüm, yedi uzvuyla secde halinde idi. Onu kucağıma aldım, onun doğum pisliğinden tertemiz olduğunu gördüm.
                        Bu sırada İmam Hasan Askeri (a.s) bana seslenerek: “Halacığım! Oğlumu yanıma getir” diye buyurdular.
                        Ben de o çocuğu İmam’ın yanına götürdüm. İmam (a.s) onu bağrına bastı, dilini onun ağzına bıraktı, elini gözü ve kulağına sürerek; “Oğlum! Benimle konuş” buyurdu. O bebek de şöyle dedi:
                        “Eşhedu en la ilahe illellah, vahdehu la şerike leh ve eşhedu enne MUHAMMED’en Resulullah.”
                        Daha sonra Hz. Ali’den babası İmam Hasan Askeri’ye kadar diğer İmamlara salat ve selam gönderdi. Sonra sustu.
                        İmam (a.s); “Halacığım! Onu annesinin yanına götür, ona da selam versin; sonra tekrar yanıma getir!” buyurdu.
                        Onu annesinin yanına götürdüm, selam verdi, annesi de onun cevabını verdi. Tekrar onu babasının yanına götürdüm..."

                        kaynak

                        (Bihar’ul-Envar, c. 51, s. 2)
                        "Haksızlık edenler, hangi dönüşe (hangi akibete) döndürüleceklerini yakında bileceklerdir." (Şuara 227)

                        Yorum


                          #27
                          Ynt: Hz. Mehdi'nin (a.f) Hayatı, Fazileti, Siresi ve Sözleri

                          5- Hz. Ali (a.s)’ın Düşüncesinde Hz. Mehdi (a.s)

                          Esbeğ b. Nebate şöyle diyor:
                          Bir gün Emir’ul-Muminin Hz. Ali (a.s)’ın yanına vardım. O Hazret düşünceye dalarak (bir ağaçla) yere vuruyordu. Bundan dolayı: “Ey Emir’el-Muminin, neden düşünceye dalmışsınız ve niçin yere vuruyorsunuz; acaba o yere bir rağbetiniz mi vardır?” diye sordum.
                          İmam (a.s) cevaben şöyle buyurdular:
                          “ALLAH’a and olsun ki, hayır! Ne bu yere ve ne de bu dünyaya hiçbir zaman rağbet etmedim. Sadece benim soyumdan gelecek olan 12. İmam hakkında düşünüyordum. Onun ismi Mehdi’dir; O, dünyayı zulümle dolduğu gibi adaletle dolduracaktır.”
                          Arzettim ki: “Ey Emir’el-Muminin! Buyurduğunuz bu söz gelecekte gerçekleşecek mi?”
                          İmam (a.s) cevaben: “Evet, söylediğim bu söz gerçekleşecektir; ben bunları ilim üzere diyorum. Ey Esbeğ! Onlar (Hz. Mehdi (a.s)’ın ashabı) bu ümmetin iyileridirler ve onlar bu ailenin iyileriyle birlikte olacaklardır” buyurdu.
                          Arz ettim ki: “Ondan sonra ne olacaktır?”
                          Buyurdular ki: “Daha sonra ALLAH Teala dilediğini yapacaktır. Şüphesiz O’nun bir takım irade ve maksatları vardır.”
                          kaynak
                          (Bihar, c. )

                          "Haksızlık edenler, hangi dönüşe (hangi akibete) döndürüleceklerini yakında bileceklerdir." (Şuara 227)

                          Yorum

                          YUKARI ÇIK
                          Çalışıyor...
                          X