Duyuru

Daraltma
Henüz duyuru yok.

Baş Eğmek İçin Baş Kaldırıyorum / Mahmut SEMEN (Roman)

Daraltma
X
 
  • Filtre
  • Zaman
  • Göster
Hepsini Temizle
yeni gönderiler

    Baş Eğmek İçin Baş Kaldırıyorum / Mahmut SEMEN (Roman)

    Allah'ın katındaki sicilimizle, Tağutların yanındaki Sicilimiz ters orantılıdır. Eğer, Tağutların, yanındaki sicilimiz temiz ve kirlenmemiş ise, Allah'ın katındaki sicilimiz kirlenmiş demektir... Allah'ın katına temiz bir sicil ile çıkabilmemiz için, Tağutların tuttuğu sicilimizin kirlenmesi gerekir. Mutlaka kirlenmesi gerekir. Yoksa biz kirleneceğiz...





    ÖNSÖZÜ

    Bu kitabımı özellikle lise ve üniversitede okuyan kardeşlerim için yazdım. Kitabımızda belki Beyaz Dizivari tozpembe bir hayat ve mutlu Bir son bulamayacaksınız. Sicilimiz bozulur endişesiyle halkımın yaşadıklarını tersyüz edemezdim...

    İnanıyorum ki

    Allah'ın katındaki sicilimizle, Tağutların yanındaki Sicilimiz ters orantılıdır. Eğer, Tağutların, yanındaki sicilimiz temiz ve kirlenmemiş ise, Allah'ın katındaki sicilimiz kirlenmiş demektir... Allah'ın katına temiz bir sicil ile çıkabilmemiz için, Tağutların tuttuğu sicilimizin kirlenmesi gerekir. Mutlaka kirlenmesi gerekir. Yoksa biz kirleneceğiz...

    Şanlıurfa— 1991




    — Yasemen, derse girmeyecek misin? Bak hoca sınıfa giriyor.

    — Hayır, Ali girmeyeceğim.

    — Neden? Biliyorsun ki ders önemli...

    — Öyle mi?

    — Hala girmeyecek misin?

    — Kafamı dinlendirmek istiyordum ama...

    — Senin kafan da bir türlü dinlenmedi gitti.

    — Suç benim mi? Üzerimde oynanan oyunların ağırlığı beni eziyor. Tahammül gücümü zorlayan bütün bu oyunlar rahat vermiyor bana. İşte bundandır kafamın ağrıları, bundandır bir türlü gülemeyişim, suskunluğum hep bundandır.

    — Şimdi edebiyat yapmayı bırak da derse girelim, geç kalıyoruz.

    — Dediğin olsun. Ama edebiyat mı yoksa feryat mı olduğunu göreceksin.

    ***

    Sınıfta çıt çıkmıyordu. Herkes masada oturan hocaya bakıyordu. Bu Hoca'ya sınıfın ayrı bir saygısı vardı. Okulda Öğretmen yetersizliğinden, Din dersi hocası, İnkılâp Tarihi derslerine de giriyordu. Ahmet Hoca, yoklamayı yaptıktan sonra ayağa kalktı.

    — Arkadaşlar, bu sene üniversite sınavlarına gireceksiniz. Anlatacağım konuları iyice dinlemelisiniz. Çünkü sınavda sorulan soruların büyük bir bölümü bu konulardan çıktı bugüne kadar. Hoca, bu kısa girişten sonra sınıfa bir göz gezdirdi. Herkes can kulağıyla dinliyordu.

    — Arkadaşlar, bugünkü konumuz "laiklik". Laikliğin din düşmanlığı ve dinsizlikle hiç bir ilgisi yoktur. Ancak bazı yobaz aydınlar mı diyelim, bu kelimeyi kasten "Ladini" diye tercüme etmişler. Bu da bir takım yanlış anlaşılmalara neden olmuştur. Kimi si kalkmış "laiklik dinsizliktir" diye Bağırmış kimisi de "din elden gidiyor" diye bayrak açmış kimisi de "lailahe illallah" demiş yürümüş.

    Oysa malumunuzdur on senedir din dersi hocasıyım ve ben laiklikten yanayım. Çünkü laikliğin dinsizlikle bir alakası yoktur. Tanımını, kabataslak yapacak olursak. Dinin, devletten ve siyasetten ayrılması ve her vatandaş için vicdan hürriyetinin sağlanmasıdır. Zaten İslam âlimleri de laikliğe karşı çıkmamışlardır. Meşhur âlimlerden biri laikliği açıkça desteklercesine şöyle demiyor mu: "Euzubillahiminessiyaseti". Ahmet Hoca, bir an için sustu. Onun susmasından yararlanan bir öğrenci parmak kaldırdı. Ahmet Hoca:

    — Evet Kaya,

    — Hocam, laiklik, günümüzde artık bütün halk tarafından kabul edilmiş ve aynı zamanda halka mal olmuş durumdadır. Kaya, sınıfın pencere tarafında oturuyordu. Parlak teni ve gözlüğüyle, her halinden belliydi subay veya ağa çocuğu olduğu...

    Çünkü Doğunun insanı bakımsızlıktan, açlıktan, baskıdan ve korkudan dolayı içinde biriken kin ve nefret çehresine yansımız, bu sebeple çehresi toprakvari bir renk almıştır. Şu bir gerçektir, Dünya'nın neresinde olursa olsun, zulmeden insanlar parlak ve nazik, ezilen ve mahrum bırakılan insanlar esmer ve cılız olurlar.

    İşte, Avrupa ve Afrika kıtaları,

    İşte, Sam Amca ve Kızılderililer,

    İşte, Sömürgeciler ve Sömürülenler,

    İşte, Ağalar ve Köleler

    İşte, ülkem, bölgem ve ben....

    Bundan dolayı, Kuzeydoğu'da, Ortadoğu'da, Güneydoğu'da; ne Zaman ve nerede parlak tenli birini görürseniz, onun Ağa veya Subay çocuğu olduğuna iddiaya girebilirsiniz! Ahmet Hoca memnun bir ses tonuyla,

    — Çok güzel bir konuya temas ettin. Zaten ilkelerin bir Özelliği de halka mal olmasıdır. Bugün laikliği halktan hiç kimse ayıramaz. Ön sıralarda oturan bir öğrenci söz hakkı istedi.

    — Hocam, siz bu ilkelerin halka mal olduğunu söylüyorsunuz.

    Ama ben bugün gazeteleri okudum da...

    — Gazeteler ne diyor, Hasan?

    — Genellikle hepsi aynı şeyi konu etmişlerdi. Büyük puntolarla "Laiklik elden gidiyor", diye manşet atmışlardı. Sebep olarak da üniversitelerde örtülü kızların da okumak istemelerini gösteriyorlardı. Oysa halka mal olmuş bir ilkenin, bir metrekarelik bez yüzünden elden gitmesi olacak şey mi? Anlamıyorum, eskiden din elden gidiyordu, şimdi de laiklik. Anlaşılan bu gidişle elimiz boş kalacak.

    — Neyse Hasan, konumuz ciddi, milleti başka zaman güldürürsün.

    — Evet, arkadaşlar, şimdi konunun can alıcı noktasına gelelim. Yani laikliğin dinsizlik olmadığına gelelim. Bu konuda Fikrini beyan etmek isteyen var mı? Dersin başından beri derin düşüncelere dalan Yasemen parmağını kaldırdı.

    Evet, Yasemen, söyle.

    —Hocam, izin verirseniz, ben laikliğin dinsizlik olmadığını ve Müslümanların neden laikliğe karşı çıktıklarını anlatmak istiyorum.

    — Tabi anlatabilirsin. Ama zil çaldı, ikinci derste devam edersin.


    (DEVAM EDECEK)
    La Şii , La Sunni , İlla Vahdeta İslami..!!

    #2
    Ynt: Baş Eğmek İçin Baş Kaldırıyorum / Mahmut SEMEN (Roman)

    Sınıfta herkes yerini almıştı. Ahmet Hoca da sınıfa girdi. Yoklama fişini imzaladıktan sonra,



    — Evet, Yasemen, seni dinliyoruz.



    Ahmet Hoca kalemini ceketin cebine koydu ve başka bir şey Çıkarmak ister gibi elini cebine daldırdı. Ama eli boştu, çıkardığında. Yasemen, bir şeyler anladı, Hocanın yüzündeki ifade de tahmin ettiği şeyin doğru olabileceğini Kuvvetlendirdi. O ihtimal doğru bile olsa o konudaki fikrini söylemekten vazgeçmeyecekti. Önemli olan Hocanın elinin cebinde neler aradığını fark etmiş olmasıydı. O an bir kere daha anladı. Kurtların, tilkilerin ve köpeklerin kol gezdiği bir ortamda gafil olmak tehlikeliydi. Ama hocanın hareketi sınıfta kaç kişinin dikkatini çekti? Hiçbirinin..



    Yasemen tahtaya çıktı



    — Arkadaşlar, laikliğin dinsizlik olmadığını ispatlamaya geçmeden önce dinin ne olduğunu bilmemiz gerekir. Yani aydınlığın anlaşılabilmesi için karanlığın bilinmesi şarttır. Dinin ne olup ne olmadığını anlatamaya çalışırken de bilgilerimizi: "laiklik dinsizliktir" diyen yobazlardan almayacağız.



    Atatürkçülüğü sahte Atatürkçülerden ziyade, Atatürk'ten öğrenmek nasıl daha doğru bir hareket ise, Dini de kendini bilmez bir kaç Bel'am ve satılmıştan değil, elbette Kur'an'dan öğrenmemiz gerek. Eğer biz bu yolu takip edersek, gerçekten laikliğin d insizlik olmadığını göreceğiz. Hoca:



    — Arkadaşlar kusura bakmayın arkadaşınızın sözünü keseceğim. Arkadaşınız çok güzel bir noktaya değindi. Her şeyi asıl kaynağından öğrenmek en doğru yoldur. Devam edebilirsin. Yasemen".



    — Dinin ne anlama geldiğini Kur'an-ı Kerim'in bir ayetiyle açıklayalım. Ayet şöyle: "İşte bu palanı Yusuf'a biz öğrettik, çünkü kralın dinine göre kardeşini alıkoyamazdı". Yusuf Suresi Ayet 76. Yani kralın kanun ve nizamına göre, görülüyor ki Kur'an -ı kerim kanun ve nizamından din diye söz etmektedir. İşte 20. yy cahiliyesinde gizli kalan apaçık Kur'an-î muhteva budur. Hem kendisine Müslüman adını takan kimselerin hem de diğer cahillerin bilmediği bir muhtevadır bu.



    Ön sıralarda oturan bir kız parmak kaldırdı. Ahmet Hoca, Yasemen'e bir işaret yapıp kıza söz hakkı verdi.



    — Hocam ben arkadaşımızın anlattıklarından pek bir şey anlayamadım. Biraz daha açık-seçik konuşsa...



    Yasemen:



    — Hocam arkadaşımız galiba baştan bizi dinleyememiş. Biz demiştik ki, laikliğe karşı çıkanlar dindarlar yani Müslümanlardır. Sebebini açıklamak için de dinin manasını bilmemiz gerek. Şöyle basitleştirsek. Diyelim ki, Ayşe arkadaşımız kendisine bir televizyon aldı. Satıcı firma ona beraberinde bir çalışma katalogu verir. Bu katalogda televizyonun çalışabilmesi için, uyması mecburi bir takım kurallar bulunmaktadır. Bu kurallara riayet etmezseniz televizyonunuz çalışmaz. Peki, bu katalog televizyonu n nesi oluyor?



    Ayşe:



    — Televizyonun çalışma kılavuzu oluyor.



    — İşte bu çalışma kılavuzu televizyonun dinidir. Yani televizyonun çalışmasını düzenleyen kurallar televizyonun dinini oluşturur. Kısacası televizyon hangi kataloga göre çalışıyorsa o, onun dinini oluşturuyor. İnsan da öyledir. Ama dini inanç ve alamet türü ibadetlerden ibaret gören bazı insanlara göre, Allah'ın birliğine, Peygamberlerine, meleklerine, kitaplarına, ahiret gününe, kaderin hayır ve şerrine inanan bir kimse, Allah'ı bırakıp itaat, bağlılık ve hâkimiyet hakkı açısından ayrı ayrı Rablere tedeyyün etse bile Allah'ın dinindedir.



    İşte Allah’ın dininden olanlarla kralın dininden olanların ayrılış noktası budur. Çünkü birinciler sadece Allah’ın nizam ve kanununu din bilirler. Diğerleri ise kralın nizam ve kanununu din diye tanırlar. Ve Allah'a sadece inanç ve alamet türü ibadetlerde, başkasına da nizam ve kanunlar hususunda ibadet ederek şirke düşerler. Din konusunda besbelli olan gerçek budur. İslam akidesinin apaçık gereği de budur.



    Ahmet Hoca:



    — Konuyu bağla artık, fazla dağıldı.



    — Kısaca toparlarsak, mevcut sistemin, bir iktisat hukuku, bir ceza hukuku, bir ticaret hukuku vs.leri ya batıdan ithal edilmiş ya da kendi Kaflarından yapılmıştır. Yani Kur'an'la bir alakası yoktur. Allah'ın diniyle hiç bir alakası yoktur. Ve laiklikte bir yaşam tarzıdır. Bir hayat sistemidir. Kısacası bir dindir. Yani dinsizlik değildir. Dinsizlerin bile dini dinsizliktir. Yani bunlar da dinsiz değillerdir. Ancak fark Allah'ın dininde veya kralın dininde olma farkıdır. Çünkü her ideoloji bir dindir. Ama kimisi beşeri, kimisi ilahidir. Kimin kanununa uyarsanız onun dinindensiniz, İslam Allah'ın dini, laiklik kralın dinidir. Ve siz hangi dine tabi olduğunuzu çok iyi biliyorsunuz.



    Ahmet Hoca:



    — Yasemen, söylediklerini netleştir ki arkadaşların anlasın. Konuyu dönüp dolaştırmadan bu budur, şu da şudur, deyip konuyu kapatsan iyi olur.



    Orta sırada kıvırcık saçla mavi gözlü bir öğrenci parmak kaldırmadan konuşmaya başladı.



    — Böyle bir şeyi kabul etmem. Yani şimdi benim dinim İslam değil mi? Değilse bu kimliğe yazılan ibare boşuna mıdır?



    Ahmet Hoca:



    — Mehmet oğlum heyecanlanma. Sen galiba yanlış anladın. Arkadaşınız laikliğin dinsizlik olmadığını açıklamaya çalıştı.



    — Hocam dediğiniz tamam da ama benim dediğim sonuç ortaya çıkmıyor mu? İsterse arkadaş biraz daha açıklık getirsin.



    Yasemen:



    — Arkadaşlar benim sözlerimi yanlışa yormayın. Ben kimseye dinden çıktın demedim. Yalnız dinin ne olduğunu söyledim. Şimdi müsaade ederseniz, bazılarının niye "din elden gidiyor" diyerek ayaklandıklarını anlatmak istiyorum.



    Daha önceki örneğimizi verelim. Ayşe arkadaşımızın bir televizyon aldığını söylemiştik. Diyelim ki, bu televizyonun markası insan olsun. Onunla beraber üretici firma, arkadaşımıza bir kılavuz, kitapçık vermişti. Buna da televizyonun dini demiştik. Şimdi bir kişi kalkıp ta o da bir çalıştırma kılavuzu hazırlayıp bu sahte kılavuzları piyasaya sürüyor ve size diyor ki, televizyonunuzu bu kılavuza göre çalıştırın. Bunun için size baskı yapıyorlar. Kılavuza bakıyorsunuz ki, 220 volt yerine "1000 volt la çalıştırın" diyor. Siz şaşırıyorsunuz. "Arkadaş, bu voltla televizyon çalışamaz. Denesek bile televizyonu yakıp kül ederiz. Ben sizin bu katalogunuzu kabul etmiyorum. Bu kılavuza göre çalıştırmaya kalksam, bu sefer ebediyen televizyon seyretmekten mahrum olacağım. Bu sebeple ben sizin kılavuz kitapçığınızı yanlış buluyor ve kabul etmiyorum", deseniz haksız mısınız?"



    Birkaç kişi birden;



    — Tabii ki haksız değiliz.



    — İşte bugün böyle cevap vermek kolay değildir. Herkes bu katalogu reddedemiyor. Ne demek reddediyorum. Kabul etmiyorum.



    Şimdi burasını iyice dinleyin. İnsanı yaratan Allah onu yaratırken nasıl yaşayacağını ve hareket edeceğini belirten bir kılavuz vermiştir beraberinde. İnsan yaratıcının verdiği kılavuza göre çalışmak zorundadır. Aynen televizyon Firmasının, onunla beraberinde verdiği çalışma kılavuzuna uymak zorunda olduğu gibi. Televizyonunuz nasıl piyasadaki sahte kılavuzlara göre çalışamıyorsa ya da çalıştırmaya kalktığınızda yanıp kül olacaksa, insan da kendisine gönderilen kılavuza uymak zorundadır. Bu kılavuza uymayanlar TV gibi yanıp kül olacaklardır. İşte insanlığın kılavuzu Kur'an-ı Kerim'dir. Eğer sen bu kılavuzu değil de kapitalizmi, faşizmi, komünizmi ve diğer izimleri kılavuz kabul edersen ki bunlar piyasadaki sahte kılavuzlardır. Ebediyen mutlu olamazsın. Bu gün, halkımın ve insanlığın gözyaşları ve sömürülmeleri, bu yanlış kılavuzlara göre hareket etmelerinden dolayıdır. Ama sen bu sahte kılavuzlardan birini kabul edersen, sonra; namaz kılsan da oruç tutsan da hacca gitsen de ve kimliğin de altın harflerle İslam yazılsa da sen Allah'ın dininde değil de kralın dinindesin. Çünkü laiklik de bir dindir. Bir kişi aynı anda iki dine giremez. Bir Müslüman laik olamaz, bir laik de Müslüman olamaz. İkisi birebirine zıt ayrı-ayrı dinlerdir.



    Ahmet Hoca neye uğradığını şaşırdı. Bir sağına, bir soluna bakmaya başladı. Sınıfta çıt çıkmıyordu. Herkes hocaya taraf bakıyordu. Yasemen de konuşmaya ara vermişti. Herkes hocanın bir şeyler söylemesini bekliyor. Ama hoca, olduğu yerde çakılı kalmış başka âlemlere gitmişti, sanki yüz hatları havadaki bulutlar gibi bir koyulaşıyor bir dağılıyordu. Zilin sesi Okul bahçesinde yankılayarak yükselmeye başladı. Uykudan yeni uyanıyormuşçasına gözlerini hafifçe kısarak sınıfa baktı.



    — Çıkabilirsiniz.



    Öğrenciler yavaş-yavaş dışarı çıkarken Ahmet Hoca da dökümanlarını eline alıp dışarı çıktı. İkinci kattaki öğretmenler odasına çıkarken bile o kadar dalgındı ki bir baktı dördüncü kattaki çatıya çıkan kapının önüne gelmiş. Dalgın dalgın geri dönerek öğretmenler odasına gitti.



    Öğretmenler odasında sigara dumanından göz gözü görmüyordu. Kimi yaptığı yazılıları incelerken kimisi tek başına oturmuş sigarasını tüttürüyordu. Hele odanın sağ köşesinde bacak bacak üstüne atmış iki bayan hocanın sigara içişleri, Kahkahaları, yapma cık ve içten olmayan mimikleri mini etekleri ve badanalı suratlarıyla "ŞEY (!)" karılarını andırıyorlardı. Tombul olanı:



    — Ay Gülaycığım, bugün öğrencilerden biri bana "Ay hocam siz bu kadar mı güzeldiniz?" demesin mi? Vallahi gülmekten öldüm.



    Kahkahalar, saçmalıklar anlamsızlıklar ve diğerinin "deme kız!" deyişi, bu yapmacık konuşmalar insanın sinirden patlamasına yeterdi de artardı.



    Ahmet Hoca sigara dumanından ve gürültüden nereye oturacağını bir an şaşırdı. Sonra sol tarafta birisinin kendisini el işareti ile çağırması üzerine oraya doğru yürüdü. Hafifçe saçları kelleşen öğretmen. Ahmet Hoca'ya yer gösterdi. Ahmet Hoca yığılırcasına kendini sandalyeye bırakıverdi.

    (Devam Edecek)
    La Şii , La Sunni , İlla Vahdeta İslami..!!

    Yorum


      #3
      Ynt: Baş Eğmek İçin Baş Kaldırıyorum / Mahmut SEMEN (Roman)

      Devamını çok merak ediyorum hoşuma gitti...
      Haktır Allahım Muhammed mahım
      Ali'dir şahım efendim Allah eyvallah

      Yorum


        #4
        Ynt: Baş Eğmek İçin Baş Kaldırıyorum / Mahmut SEMEN (Roman)

        Okul bahçesi birden ana-baba gününe dönmüştü. Beş dakikalık teneffüsten faydalanan kimi öğrenciler top oynarken, kimileri de volta atıyorlardı.

        Yasemen okul bahçesinde bir taşın üstüne oturmuş bir şeyler düşünüyordu. Çok dalgındı. Dalmamak onun elinde miydi sanki. Lise öğrencilerinin çocuksu hareketleri onu üzüyordu. Başını kaldırdığında karşısında derste hiç konuşmayan ama söylenenleri can kulağıyla dinleyen Zeki'yi gördü.

        Yasemen, yanı başında bir yer göstererek Zeki'ye otur işareti yaptı.

        — Yok, biraz konuşmak istiyordum sizinle.

        — Buyur konuşalım

        — Dolaşsak daha iyi olmaz mı?

        — Nasıl isterseniz benim için fark etmez.

        Yasemen ayağa kalktı, tozlanan ceketini eliyle temizledi. Zeki, sınıfın kısa boylu öğrencisiydi. Bu biraz yaşının ufak olmasından da ileri geliyordu. Parlak, sarışın saçları, beyaz teni ve temiz elbisesiyle bu yörenin çocuklarından olmadığı hemen anlaşılıyordu. Özellikle böyle öğrenciler ile yöreden gelen öğrenciler arasında daima soğuk rüzgârlar esiyordu. Zeki'nin birden Yasemen'nin karşısına çıkıp konuşabilir miyiz demesi, Yasemen'nin biraz da tuhafına gitmişti. Yasemen, Zeki'yle beraber yürümeye başladı. Önce sessizliği bozan Zeki oldu.

        — Yasemen bilmem ki, konuya nasıl girsem?

        — Niçin çekiniyorsun ki, biz arkadaş değil miyiz?

        — Doğru arkadaşız ama bakışlarımız çok soğuk. Arkadaşız ama üç senedir aynı okuldayız hiç konuşamadık, ya da konuşturulmadık. Ne zaman konuşmak istediğimde, aramıza çekilen duvarlara takılıp kaldım. Biz sizden ayrıyız. Ayrı dünyaların insanlarıyız s anki. Hep sizlere tepeden bakmamız öğütlendi. Hep bunlar cahil ve zavallılardır. Onlarla ilgilenmeyin, konuşmayın yoksa siz de hor görülürsünüz. Dahası biz batılıydık, siz doğulu. Biz akıllı ve zeki, sizler cahil idiniz. Bizler medeni, sizler vahşi i diniz. Biz vatansever sizler vatan haini idiniz. Ve dahası... Bütün bunlar hep sizinle konuşmamı engelledi. Oysa hareketleriniz, konuşmanız, efendiliğiniz beni çok etkiledi. Genel kültürünüz de çok mükemmeldi. Ama buna rağmen, sizi, sizleri sevmemem gerekiyordu. Sevmeme rağmen.

        Ama bugün kesin karar verdim. Ben artık kendi kafamla düşünüp, karar vereceğim.

        Yasemen:

        — Zeki, inanın ki, size ne diyeceğimi şaşırdım. Bu samimi konuşmalarınız beni adeta büyüledi. Ama unutma ki, biz ayrı dünyaların insanları değiliz. Biz sizi hiç bir zaman suçlamıyoruz, yanlış anlama. Ama sizi şartlandırdılar, zehirlediler adeta. Oysa bilmen gerek, kan bağına vatan Bağına, millet bağına bakmıyoruz. Bizde akide bağı vardır. Dinimizi kabul eden, bizim kardeşimizdir. Kabul etmeyen bizden değildir. Velev ki öz kardeşimiz olsun. Bu sebeple biz bir ırkın mücadelesini değil, bir akidenin mücadelesini veriyoruz. Zaten bu mücadele için Dünya'ya gelmedik mi? Yoksa ayılara dayı demek için değil. Dayılara gerekirse ayı diyebilmek için geldik. Çünkü insanlığın karşıya geçebilmesi için köprünün inşası bize düşmüştür. Yani Müslümanlara...

        Yasemen'le Zeki'nin yürüyüşü tel örgülere kadar uzamıştı. İkisi tekrar geri dönerek, konuşmalarına devam ettiler. Zeki:

        — Yasemen, sizin inandığınız İslam bana çok değişik gibi geliyor. Siz bana biraz bu düşüncelerinizi açamaz mısınız? Ama açmadığınız için de size kızamıyorum. Biliyorum ki, benimle her şeyinizi paylaşmak istediğinizi, ama babamın soğuk elbiseleri ve rütbesi buna engel olduğunu. Biliyorum. Yasemen:

        — Şu anda ne söyleyeceğimi bilemiyorum. Çünkü şu ana kadar mesajlarını, itirazlarını iletmeye çalıştığım kuşakla ortak inancım olmadığından onların temsilcisi değilim. Bu toplumun dininin kutupları olan, özü olan kişilerin de temsilcisi değilim ki, onların adına konuşayım. Çünkü onlar, beni kendi temsilcileri olarak kabul etmedikleri gibi benim gibileri Allah'ın gidermesini arzuladıkları bir bela bilirler. Öyleyse konumuma varın siz bir isim koyun.

        Ders arkadaşlarıma, hocalarıma, sanatçılara, entelektüellere, değişik ideoloji mensuplarına, hümanizm, demokrasi, özgürlük felsefelerine ilişkin çeviri kitapları okuyanlara, adalet taraftarlarına insanlığın özgürlük ve kurtuluşunun sorumluluğunu hissedenlere ve benim sınıfımdan olanlara şunu demek istiyorum; İslam sizin sandığınız gibi değildir. Benim bu dinle ilişkimi sürekli kılan ve koruyan, insani sorumluluk ve bilimsel bir akidedir. Yoksa ne dinin sırtından rızkımı temin ediyor, ne itibar sahibi oluyor ve ne de sosyal bir mevki sahibi oluyorum. Belki dini akidem hatırına bunların tümüne tekme vurmuşum. Ben iş, toplum ve ekonomik maslahat adına değil, bir gerçek adına bu dine inanmışım. Sizin gibi bilgili arkadaşların hedef ve şiarlarına da inanıyorum. Ben de zulüm ve adaletsizlikleri, ayrılıkları, dengesizlikleri kökten kaldırmanın çabasındayım. Özgür insanın oluşması yolundadır gayretim.

        Öyle bir dinin izindeyim ki, yoksulluğu ve sınıf çatışmasını kaldırır.

        Öyle bir dine inanıyorum ki, insanlara bu dünyada kurtuluş ve Özgürlük bağışlar.

        Öyle bir sorumluluk yüklenmişim ki, bu sorumluluk, hemen herkese bu dünyada dirilik ve olgunluk kazandırır.

        Öyle bir akideye inanıyorum ki, adalet terazisini ölümden önce çağdaş toplumda ikame eder. Müslüman oluşum bundandır işte.

        İki arkadaşın okul bahçesindeki dolaşmaları epeyce sürdü. Yasemen'le Zeki'nin bahçede beraber dolaştıklarını gören kimilerinin canı şimdiden sıkılmaya başlamıştı bile.

        Güneş kaybolmak üzereydi, şehri kuşatan dağların arkasında. Öğrencilerin toplu olarak dışarıya çıktığını gören Yasemen:

        — Aaa, Zeki bugün Cuma!

        — Evet, Cuma, niye şaşırdın?

        — Bak sana bayrak töreni var, sıraya girmemiz gerekiyor.

        — Öyleyse gidelim?

        İki arkadaş törenin yapılacağı taş duvarın yanına yaklaştıklarında, öğrenciler de yavaş yavaş sıraya giriyorlardı. İki arkadaş da sıraya girdiler. Elinde taşıdığı büstü taş duvarın üstüne bırakan öğrenci de sıraya girdi.

        Nihayet müdürün gelmesiyle konuşmalar kesildi. Müdür öğrencilere biraz soğukça bakınca fısıltılar da kesildi. Bayrağı göndere çekecek arkadaş da hazırdı. Müdür önünü ilikledikten sonra bir iki öksürdü.

        — Arkadaşlar törene geçmeden evvel bir kaç hususu sizlere bildireyim. Öncelikle kömürümüzün geldiğini haber vereyim. Yatılı öğrencilerimize şimdiye kadar veremediğimiz sıcak suyu bu hafta sonu veriyoruz. Önemli bir hususta ikinci yazılılarınızın haftaya başlıyor olması. Bunun için şimdiden çalışmaya başlayın. Havalar epeyce soğumaya başladı, gündüzlü öğrencilerimizin giyimlerine dikkat etmeleri gerekir.

        Müdür konuşmasını bitirdikten sonra ön sırada duran müzik öğretmenine işaretle.

        — Hoca hanım buyur başlayınız.

        Müzik öretmeni olan bayan, daha yeni okula atanmıştı. Herkes onun da yakında istifa edeceğini söylüyordu. Çünkü burası doğu, ulaşım yok, imkân yok. Daha doğrusu diskotekler, barlar yoktu. Buranın insanları yapmacık hareketler yapmasını bilmiyorlardı. Ve en önemlisi maksi-minisiyle dikkatleri üzerine çekmeye çalışırken, geleneklere fazla bağlı olan şehir halkının soğuk bakışları onu rahatsız ediyordu. Ama bereket versin ki, beden hocası onu kafaya takmıştı. Yoksa o da çoktan istifa ederdi.

        Müzik öğretmeni, öğrencilere dikkat çektikten sonra bir-iki-üç diye elini yukarı kaldırdığında, bütün öğrenciler beraber okumaya başladılar.

        Korkma, sönmez bu şafaklarda...

        Tören bittikten sonra okul müdürü Cemal Bey, öğrencilere iyi tatiller diledi. Öğrenciler de dağılmaya başladılar.

        Zeki, Yasemen'nin yanına gelerek ona iyi tatiller diledi. Görüşmek üzere, iki yeni arkadaş vedalaştılar.



        (Devam Edecek)
        La Şii , La Sunni , İlla Vahdeta İslami..!!

        Yorum


          #5
          Ynt: Baş Eğmek İçin Baş Kaldırıyorum / Mahmut SEMEN (Roman)

          Hava epeyce kararmıştı. Zeki tek başına eve doğru ilerlerken, kafası çok değişik düşüncelerle meşgul idi. Yolu nasıl kat ettiğinin farkına bile varmadı. Kapıya vardığında vakit epeyce geç olmuştu. Annesi onu merakla kapıda bekliyordu. Zekilerin ailesi fazla kalabalık değildi. Onun dışında bir de küçük kız kardeşi vardı.

          Zeki'nin babası emniyet sarayında görevliydi. Ama görevinin ne olduğunu Zeki de pek fazla bilmiyordu. Annesi ise evde günlük işlerle uğraşıyordu. Ütü, temizlik, yemek, pasta ve makyaj tazelemek derken gün bitiyordu. Zeki, kapıya vardığında,
          — İyi akşamlar anne.
          — İyi akşamlar küçük bey, nerede kaldın öyle merak ettim ki, baban da hala gelemedi.
          — Biliyorsun bugün bayrak töreni vardı. Bir de müdür biraz nasihat edince geç kaldık. Peki, babam neden gelemedi hala?
          — Biraz evvel telefon etti. İşi uzadığı için yemeğe gelemeyeceğini söyledi.
          — Lanet olsun, işi uzamış, bu uzatmalar da hep bizi buluyor.
          — Neden oğlum, vatanımız içindir. Biliyorsun bizim özgürlüğümüzü kıskanan komşularımız bizim başımızı sürekli derde sokmak istiyorlar. Babanı bir özgürlük bekçisi olarak bilmeli ve iftihar etmelisin.
          Zeki defterlerini masaya bıraktıktan sonra kanepeye uzanıverdi. Daha ceketini ve kravatını çıkarmamıştı bile. Annesi yemek odasına gitmişti. Çatal kaşık sesleri yemeğin hazırlandığını haber veriyordu. Zeki iyice uzanmıştı, Uyumuyordu. Düşünüyordu. Doğru dürüst babasıyla bir akşam yemeğini beraber yememişlerdi. Anası da çoğu kez kız kardeşi ile meşgul olduğu için, zeki akşam yemeklerini çoğunlukla tek başına yeniyordu.
          Kapı açıldı. Sabiha Hanım içeri girdi. Oğlunun uzanmış olduğunu görünce;
          — Uyuyor musun?
          — Hayır, biraz düşünüyordum da.
          — Yorgun gibisin
          — Doğru ilk sefer olduğu için insan yoruluyor.
          — Ne iş yaptın ki?
          — Sadece biraz düşündüm, o kadar.
          — Şaka yapmayı bırak da yemek soğuyor.

          Zeki, ayağa kalktı. Kravatını boyundan çözdükten sonra, askılığa doğru fırlattı, tutmadı yere düştü. Sanki bir şeyler kırmak, parçalamak istiyordu. Bir eksiklik hissediyordu, ama neydi? Oysa okulda Yasemen'le konuşurken çok rahattı. Hem de huzurluydu. Her hareketinde samimiydi, içtendi. Yapmacık değildi. Daha doğrusu onda aradığı ama yıllardır göremediği bazı şeyler görmüştü. Ceketini de çıkarıp kanepeye fırlattı "Lanet olsun bu dünyaya ve yaşamaya" diye geçirdi içinden. Mutfakta yemek odasına g iden annesinin sesi yükseldi.
          — Hayda oğlum soğuyor.
          — Geliyorum anne.

          Zeki yemek odasına geçtiğinde annesi ile küçük kız kardeşi oturmuşlardı. Kız kardeşi beş yaşına daha yeni girmişti. Ama fazla afacan bir çocuktu. Zeki masaya oturup, bir kaç lokma yedikten sonra kalktı.
          — Eline sağlık anneciğim.
          — Aaa. Yemedin oğlum
          — İştahım yok.

          Zeki oturma odasına gidip uzandı. Bir şeyle meşgul olmak istiyordu. Ama neyle? Bir ara Televizyonu açtı. Reklâmlar oynuyordu, kapayıverdi. Elini telefona uzattı. Nedense vazgeçmek zorunda kaldı. Çünkü Yasemen'e telefon edecekti sonra farkına vardı, onun pansiyonda kaldığını.

          Zeki, Yasemen'nin derste anlattıklarını düşünüyordu. Kendi kendine demek din bizim anladığımız şekilde değilmiş. Kimliklerimizde yazılanlar insanları kandırmak için midir? Yoksa... Gece yarısına kadar düşündü. Farkında olmadan düşünceler içinde yüzme sine rağmen kapanıvermişti. Gözkapakları.


          (Devam Edecek)
          La Şii , La Sunni , İlla Vahdeta İslami..!!

          Yorum


            #6
            Ynt: Baş Eğmek İçin Baş Kaldırıyorum / Mahmut SEMEN (Roman)

            Bütün ışıklar sönmüş, pansiyonda hemen herkes uykuya dalmıştı. Bu geceki nöbetçi öğretmen matematik hocasıydı. Bu hoca namazında, niyazında olan birisiydi.

            Yasemen'le bir kaç kez konuşmuştu. Anlaşılan kafaları birbirine uymamıştı. Bunu ikisinin karşılıklı soğuk bakışlarından çıkarmak mümkündü. Ama Mustafa Hoca onu bırakmak istemiyordu. Eline geçen her fırsatı bu yönde değerlendiriyordu. Ve bu gece nöbetçiydi işte. Öğrencilerle arası çok iyiydi onu seven ve sevmeyen herkes ona saygı gösterirdi. Matematik zor bir ders idi. Hoca istese istediğini bırakabiliyordu. Kim matematik gibi bir dersten kalmak isterdi ki,

            Mustafa Hoca, pansiyonda ranzaları kontrol etti. Son koğuşlarda sigara içen birisini suçüstü yakalamıştı. Öğrencinin hocaya yalvarmasına Yasemen uyuyamadığı için, ister istemez kulak misafiri olmuştu. Öğrenci adeta ağlarcasına yalvarıyordu.

            — Hocam beni idareye vermeyin, inanın ki bundan böyle içmeyeceğim.
            — Fazla gürültü etmeden uyu, seninle sonra konuşuruz.
            — İdareye vermeyeceksiniz değil mi Hocam?
            — Sana yat dedim, sonra konuşuruz.
            Mustafa Hoca, Yasemen'nin kaldığı koğuşa geldi. El feneriyle ranzaları kontrol etti. Herkes yatıyordu. Yasemen'nin uyumadığını fark eden hoca, yatağın yanına yanaşıp, bir köşesine oturdu.
            — Hayrola yatmamışsın, yoksa sende mi içiyordun.
            — Arada bir oluyor işte. Şaşırmıştı Mustafa Hoca, Yasemen'nin alın terini yakamayacağını, biliyordu ve Yasemen'nin sigaraya sığınamayacağını biliyordu. Anlamıştı baştan savma bir cevap olduğunu.
            — Yasemen, sigara içmediğini biliyorum, şaka yapmak istedim.
            — Teşekkür ederim.
            — Öyleyse bu saate kadar yatmadığına göre, cananı sıkan bir şeyler olmuş. Yoksa bu saate kadar yatmış olman gerekiyordu.
            — Yok, canımı sıkan bir şey olmadı. Yarın cumartesi ders de yok. Sonra hafta içinde yaptığım işlerin muhasebesini yapıyordum; acaba ne gibi hatalar yaptım. Kimlerin kalbini kırdım, kırdımsa nasıl onarabilirim, diye düşünüyorum.

            — Anladığım kadarıyla senin uyuyacağın yok. Ben sabaha kadar nöbetçiyim. Benim odama gidelim. Hem çay demleriz hem de sohbet ederiz. Ha, az kalsın unutuyordum, bir de sana çok önemli bir haberim olacak.

            — Ya! Öyle mi?

            — Vurdumduymazlığa vurma, hiçbir şey gözümden kaçmaz. Diğer tarafları kontrole çıkıyorum. Ayakkabılarını giy gel, eşofmanla da gelebilirsin. Etrafı dolaşıyorum, odamda buluşuruz.

            — Olur Hocam.
            Mustafa Hoca koğuştan ayrıldıktan sonra Yasemen yataktan kalktı. Kendisi de bir şeyler konuşmak istiyordu ama Hocanın ne diyeceğini tahmin ediyordu. Bu sebeple fazla konuşmak istemiyordu. Çünkü konuşmalar dönüp dolaşıp aynı noktaya geliyordu. Kısır b ir döngü içinde konuşmak istemiyordu. Ama yine de Hocanın ona söyleyeceği önemli haberi merak ediyordu. Yasemen dolabını açtı. İçinden çoraplarını çıkarıp giydi. Spor ayakkabılarını da giydikten sonra dolabını kapattı. Anahtarlarını ranzanın altına atıp koğuştan çıktı, nöbetçi öğretmenin odasına doğru yürüdü. Kendi kendine "bu adam galiba kafayı bana t aktı. İlla da benim gibi düşüneceksin diyor. Keşke deseydi illa da benim gibi inananacaksın. Bakalım bu sefer eline ne koz vermişiz. Yasemen kapının önüne yaklaştığında hoca içerdeydi. Zile ilk dokunuştan sonra kapı açıldı. Mustafa Hoca:
            — Buyur şu sandalyeye otur.
            — Teşekkür ederim hocam.
            Yasemen gösterilen yere oturduktan sonra etrafına bakmaya başladı. Odanın içi çok sadeydi. Çünkü hiç kimse sürekli oturmuyordu. Yalnız gece nöbetçilerinin kalabilmeleri için bir kaç sandalye, iki yatak, çaydanlık gibi bir iki eşyanın dışında başka bir şey yoktu. Sessizliği ilk bozan Hoca oldu.
            — Biliyor musun? Bugün kiminle konuştum.
            — Hayır, nerden bilebilirim ki?
            — Öyleyse ben söyleyeyim. Bugün Ahmet Hoca ile biraz dertleştik. Zavallı epeyce dalgındı.
            — Neden, yoksa başına bir şey mi geldi?
            — Yok, canım anlaşılan derslerde onu fazla kızdırmışlardı.
            — Bilmem ki, olabilir.
            — Zavallı o kadar etkilenmişti ki, öğretmenler odasına girdiği zaman bir an nereye oturacağını şaşırdı.
            — ?!!
            — Sonra onu yanıma çağırdım. Geldi oturdu. Epeyce sohbet ettik. Doğrusunu söylemek gerekirse dertleştik.
            — Ortak yanlarınız üzerinde mi konuştunuz?
            — Yok, canım, biraz senin hakkında konuştuk.
            — Benim hakkımda mı? (Eliyle kendini işaret ederek).
            — Tabi, herif seni kafaya takmış haberin ola...
            — Ne diye?
            — Derste onu biraz fazla hırpalamışsın.
            — Ne hırpalaması, güzel-güzel ders anlattık.
            — Sen öyle zannet.
            — Boş ver, kafaya takmaya değmez.
            —Boş verilecek bir mesele değil bu. Tahmin ettiğim kadarıyla konuşmalarını kayda da almıştır. Seni mahkemeye vereceği kesin... Birde herifin görevinin yalnız öğretmenlik olmadığını unutmaman lazımdır.
            — Öyle mi... Yani siz bu kanaate vardınız.
            — Tabi. Adamın dolabına, cebinden walkmanı çıkarıp yerleştirirken gördüm.
            — Cebinde walkman olması sesimi kayda aldığına delalet etmez. Etse bile konuşmam gerekiyorsa, konuşmamaktan Allah'a sığınırım. Bu sebeple ben hiç bir konuşmam için hesaba çekilmekten korkacak değilim. Ben Allah'a vereceğim hesaba göre konuşurum.
            — Yasemen tamam haklısın da, senin sınıftaki konuşmalarını biraz önce dinledim. Cidden çok tehlikeli, resmen adama "Sen Müslüman değilsin" demişsin. Adam "ben laik bir müslümanım" diyor. Sen kalkıp laikliğin başka bir din olduğunu söylüyorsun. Adamacağızı itham etmişsin adeta.
            — Yoksa sizin de sınıfa yerleştirilmiş özel alıcınız mı var?
            — Yok, beni yanlış anlama. Bu gece nöbetçi olduğumu sende biliyorsun. Ve yine adın gibi biliyorsun ki, okulun bütün anahtarlarının bende olduğunu.
            — Evet biliyorum.
            — O zaman nasıl böyle düşünebilirsin benim için. Seni çok sevdiğimi, sen de biliyorsun. Senin için, iyiliğini düşündüğüm için, gidip okulun kapısını açtım. Öğretmenler odasına gittim. Ahmet Bey'in dolabını bir türlü açamadım. Sonra müdürün odasına gittim. Şifreli bir çantası var. Oradaki çekmecelerin bütün anahtarların yedekleri vardır. Şifreyi bildiğim için pek zorlanmadım.
            — Hocam anlaşılan fazla macera filmleri seyrediyorsunuz.
            — Şaka yapmayı bırak, sonra oradan Ahmet Bey'in yedek anahtarlarını aldım. Gidip öğretmenler odasındaki dolabını açtım. Kayıt yaptığı kaseti aldım ama aynı marka boş bir kaset yerine bıraktım. Sonra mendille bütün izleri sildim. Anahtarları gene yeri ne koydum. Her tarafı eskisi gibi kapattım. Kaseti alarak buraya getirdim. Az evvel de bir sefer dinledim...

            — Mademki, bütün bunları benim için, beni sevdiğiniz için ve daha doğrusu Allah rızası için yaptığınıza göre bu kaseti imha etmiş olmalısınız değil mi?

            — Yok. Onu sonrada imha edebilirim, önemli değil. Yalnız yarın kahvaltıdan sonra seninle şu parti meselesini bir daha konuşsak diyorum. İnanıyorum ki, bu sefer bir noktaya varacağız.
            — Bir noktaya varacağımızı zannetmem. Matematikçi olmanız münasebetiyle dersinizle ilgili bir teoriyi size hatırlatayım. Bir noktada sonsuz tane doğru geçer, ama hepsinin yönü birbirinden farklıdır. Yani biri tek doğru yöndedir. Bilmem anlatalabiliyor muyum?
            — Her neyse çayımızı içelim. Yarın konuşuruz.
            — Tabi her zaman konuşmaya hazırım ama bir fayda verecekse. Yoksa gereksiz buluyorum.
            Yasemen nöbetçi hocanın yanından ayrılırken gecenin yarısı çoktan geçmişti. Ama gene de uykusu gelmiyordu Yasemen'nin...

            Acıyordu kimisi insanlara ya da Müslümanlara.


            (Devam Edecek)
            La Şii , La Sunni , İlla Vahdeta İslami..!!

            Yorum


              #7
              Ynt: Baş Eğmek İçin Baş Kaldırıyorum / Mahmut SEMEN (Roman)

              Yemekhane salonu öğrencilerle dolmaya başlamıştı. Sabah olduğu için çoğu eşofmanla gelmişti. Cumartesi olmasaydı hocalar bırakmazdı öğrencilerin bu kıyafetle kahvaltıya gelmelerini. Kimi öğrenciler hâlâ uyudukları için bomboş yerleri göze çarpıyordu.

              Yasemen içeri girdiğinde öğrenciler kahvaltıya başlamışlardı bile. Kahvaltıda masaya bir demlik çay ve beş kişilik kahvaltı gelirdi. Herkes her gün, üç öğün aynı yerde yemek, yemek zorundaydı. Her gün bir kişi nöbetçi olurdu. Aynı masayı paylaşanlar b ile aile gibi samimi olurlardı.

              Yasemen masaya oturmadan arkadaşlarına selam verdi. Ona yer gösterdiler. Oturdu. Birisi kendisine bir bardak çay uzattı. Çayını karıştırırken karşısında oturan kıvırcık saçlı olanı "Yasemen yumurta almaz mısın?" diye karavanayı ona doğru uzattı.

              — Teşekkür ederim Mehmet. Pek iştahım yok. Yalnız bir çay içip gideceğim. Biraz kendimi rahatsız hissediyorum da... Yasemen çayını alıp içmeye başladı. Pek istekli değildi. Çayını bitirmeyi başardıktan sonra masadan kalktı.

              — Hepinize afiyetler olsun.

              Yasemen yatakhaneye tekrar çıktı. Gidip kitap okuyacağı muhakkaktı. Çünkü en sevdiği şey kitap okumaktı. Koğuşuna vardığında, baktı ki dolabını açık unutmuş. Kafasını sallayarak, dolaptan bir kitap aldıktan sonra kapısını kapadı. Ranzaya uzanıp okuma ya başladı.

              Yasemen kendisini öylesine kitaba kaptırmıştı ki, zamanın nasıl geçtiğinin farkında bile değildi. Oysa birisi en az beş-altı dakikadır başında bekliyordu onu.

              Mehmet ranzaya biraz daha yanaştı. Yasemen hala farkına varmış değildi. Okumaya devam ediyordu. Nihayet sayfayı çevirdi. Mehmet biraz daha yanaştı. Artık o da kitabı okuyabiliyordu. Yasemen hâlâ habersiz idi. Okumaya başlamıştı Yasemen’le beraber. Kit ab fazla kalın olmamakla beraber çarpıcıydı. Sayfa şöyle başlıyordu.

              UYANIK BİR FERYAD OLUNUZ!

              "Geleceğiniz karanlık, düşmanlar her taraftan ve her kesimden sizi çepeçevre kuşatmışlar. Sizleri ve ilmi kurumları yok etmek için şeytani planlar yürürlüğe konuyor. Sömürgeci güçler sizin çok derin uykulara dalmanızı uygun görmüşlerdir. İslam’ın ve Müslümanların derin uykulara dalmasını uygun görmüşlerdir. İslam'a arka çıkmanızla beraber size çok Tehlikeli planlar hazırlamışlardır. Siz yalnızca, arınmanız, düzenli olmanız ve hazırlıklı olmanız sayesinde ancak bu fesatlarla, zorluklarla baş edebilirsiniz. Onların sömürgeci planlarını etkisiz hale getirebilirsiniz. Ben şimdi ömrümün son günlerini yaşıyorum. Er geç sizin aranızdan ayrılacağım. Ancak sizi karanlık bir geleceğin ve kara günlerin beklediğini sanıyorum. Eğer kendinizi düzeltmez, mücehhez olmaz, derslerde ve hayatınızda düzenli ve tertipli olarak kendinize hâkim olmazsanız (Allah göstermesin) yok olmaya mahkûm olursunuz. Fırsat elden gitmeden, düşman tüm dini ve ilmi meselelerinize el atmadan düşününüz, uyanık olunuz. Kalkınız."

              Yasemen sayfayı çevirdi. Mehmet ikinci sayfayı da beraber okumaya başladı. Yazılanlar çok hoşuna gidiyordu. İkinci sayfa aynı akıcılıkla şöyle başlıyordu. Allah'a Giden Yolda İlk Lazım Olan Şey! Uyanık olmaktır.

              "Ne zamana kadar gaflet uykusunda kalkmak, fesat, sapıklık içinde batmak niyetindesiniz. Allah'tan korkunuz. İşlerin sonundan çekininiz. Gaflet uykusundan uyanınız. Sizler henüz uyanmış değilsiniz. Allah’a giden yolda atılması gereken ilk adım, uyanıklıktır. Ancak sizler hala kafayı vurmuş yatıyorsunuz. Gözleriniz açık, ancak gönülleriniz uykuya dalmış. Kalpler günah işlemekten kararmış ve pas tutmuş olmasıydı, böyle rahatça ve vurdumduymaz bir şekilde uygun olmayan işleri yapmaya devam etmezdiniz. Eğer Birazcık uhrevi şeyleri ve oradaki dehşetli azabı düşünmüş olsaydınız, bugün omsuzunuzda bulunan sorumluluklarınızı ve size yöneltilen tekliflere daha fazla önem verirdiniz. Gideceğiz başka bir dünya daha vardır. Aynı şekilde kıyamet ve mead da sizin için söz konusudur. (Tıpkı dirilmeleri ve dönüşleri olmayan varlıklar gibi değilsiniz siz.) Neden öğüt almıyorsunuz. Neden uyanık olmuyorsunuz?..."

              Yasemen kitabı kapayıverdi. Kitap gazete kâğıdıyla kaplı olduğu için Mehmet kitabın yazarını öğrenemedi. Doğrusu hoşuna giden bu kitabın yazarını çok merak ediyordu. Doğrulayarak Yasemen’in karşısına geçti.

              — Kolay gelsin, ne ediyorsun?
              — Biraz kitap karıştırdım, canım sıkılıyordu. Sıkıntım gider belki, ama nafile...
              — Aslında sizinle bir konuyu görüşmeye gelmiştim. Ama okuduğunu görünce rahatsız etmek istemedim. Tabi bir iki sayfayı beraber okumuş olduk. İnanın ki, çok hoşuma gitti. Özellikle yazılanlar sanki bize hitap ediyordu. Yazarını öyle merak ediyorum ki, acaba kimdir.

              — Mehmet, bak "beğendim "diyorsun ama biz öyle şartlandırılmışız ki bazı şeyleri göremiyoruz. Eğer şu anda yazarını sana söylesem inanıyorum ki, hemen bu kitabı kötülemeye başlarsın. Bu bir yana bilmem bana neci diye damga vurursun. Çünkü bunu toplum sana vermiştir. Bir şeyi çok sevsen ama o şey toplumun arzularına uymuyorsa sana onu kötülerler sen de damgalarsın. Ama neden ve niçinleri düşünmeden. Bu sebeple yazarını öğrenmende herhangi bir fayda görmüyorum. Bunda ısrar etmeseniz iyi olur. Sahi benimle bir konu hakkında konuşmaya geldiğini söylemiştin. İnsan konuşmaya dalınca unutuveriyor. Kusura bakmayasın.
              — Yok, canım ne kusuru.

              — Peki, hangi konuda konuşacaktın benimle.

              — Aslında konuşmak değil özür dilemek için gelmiştim.

              — Niye, ne olmuş ki.
              — Anlatayım: Biliyorsun bu sabah masanın nöbetçisi bendim kahvaltıları ben hazırlamıştım.
              — Evet biliyordum.
              — Kahvaltıları hazırlarken, henüz kimse gelmeden evvel, size bir şaka yapayım diye düşündüm. Ve size verdiğim çay bardağına şeker yerine beş altı kaşık tuz attım. Sonra herkes kahvaltıya dalmaya başlamıştı ki, siz de geldiniz. Baktım, moraliniz pek ye rinde değil. O an inanın ki, çok pişman oldum, bu şakayı yaptığıma. Ama siz çayınızı içmeye başladığınızda öyle heyecanlandım ki, ya kötü bir söz söyler birbirimizi bozarız diye korkuyordum. Oysa siz beni kırmak bir yana, kırmamak için o tuzlu çay b ardağını sonuna kadar içtiniz. Neler hissettiğinizi, kimse bilemezdi benden başka, çünkü yalnız ben biliyordum içtiğinizin şekerli değil de tuzlu olduğunu. Ondan dolayı inanın, öyle üzülüyordum ki, keşke bardağı suratıma fırlatsaydınız da içmeseydin iz. Belki bu kadar üzülmezdim. Gitmiyor gözümün önünden bir türlü, zihnimden silip atamıyorum, o bardağı sonuna kadar içişinizi. Kahroluyorum. Keşke içmeseydiniz ama bana ne söyleseydiniz; kafamı kırsaydınız, suratıma dökseydiniz, tokat atsaydınız razıydım. Ama o içişiniz bunların tümünden daha ağır oldu. Unutamıyorum. Af edemiyorum kendimi.
              Yasemen yerinden kalkıp Mehmed'in yanına oturdu. Elini omzuna atarak konuştu. Mehmed'in mavi gözleri dolu-dolu olmuştu.
              — Mehmet, ben sizinle aynı fikirde değilim. Hem bana şaka yapmanız, inanıyorum ki beni sevdiğinizdendir. Yoksa niye başkalarına yapmıyorsunuz. Ama şunu aklından hiç çıkarma, ben sana asla kızmadım. Çünkü benim böyle ufak meselelere kafa yoracak zam anım yok. Bana söylemeseydiniz belki hatırlamazdım bile. Ama kalp onarmak ve kazanmak çok zordur. Ben bunu iyi biliyorum. İdeal sahibi bir insanın kalbi zor kırılır. Kırılsa bile, parçaları başkasına batmaz. Çünkü O insanlara batmaya değil, batanları batırmaya kararlıdır. Bir an önce insanlığı kan emici vampirlerin elinden kurtulması için çalışır, mücadele eder. Amerika’yla, Rusya'yla ve onların kuklalarıyla ve insanlığı ezen bütün sultalara karşı mücadelesini verir, vermelidir. İnsanlık için... Çalışmalı". Mehmet:
              — Ben sizi anlıyorum ve hak veriyorum. Ama bu bizim işimiz değil, büyük adamların işidir bu...

              — Hayır, Mehmet, biz doğunun insanları çok safız. Bütün insanları temiz kalpli, iyi niyetli biliriz. Zaten sömürgeciler bizim uyanmamızı istemiyorlar, okumamızı istemiyorlar. Onlar da biliyorlar bir cahili sömürmenin daha kolay olduğunu. Bunun için televizyonuyla, Sinamsıyla, Basınıyla, eğitim sistemiyle bizi pasiffize ediyorlar. Bu sebeple biz hâlâ kendimizi ilkokul çocuğu gibi görüyoruz. Oysa yarın dünyanın çehresini değiştirecek bizleriz. Hiç fark etmedin mi? Neden okuyan insanlardan bu kadar korktuklarını? Ve sende dün gazeteleri okudun. Bir kaç kişi başını örttü diye kıyametler koparıyorlar. Bunu Hasan dün derste de söylemişti. Aslında bunların türbandan korktukları yok. Nitekim bütün köylüler örtünüyorlar niye onlara bir şey demiyorlar. Çünkü bunlar okuyan insandan korkuyorlar. Onlar için okuyan kişi tehlikelidir. Buna engel olmak gerekir, sömürmek için...
              — Yasemen seni anlıyorum ama sorunlar insanın yakasını bırakmıyor. Bir de ailemizin bizden istek ve beklentileri ve dahası...

              — Mehmed sorunlar bizi asıl istikametimizden ayırmamalı. Biz yürümek zorundayız. Yürümememiz için elbette bizi engelleyecekler, bize logaritma, trigonometrik değerleri ve bir sürü formülü ezberletecekler; ödev notu tehdidiyle bize ayda bir defterleri baştan sona tekrar-tekrar yazdıracaklar ve daha bir sürü saçmalıklar... Bak bu kitaptan bir pasaj daha okuyayım.
              — ...

              — "Sömürgeci güçler insandan korkmaktadırlar. "Âdem" den korkmaktadırlar. Her şeyimizi yağmalamak isteyen sömürgeciler, bizim dini ve ilmi üniversitelerimizde bırakmıyorlar ki, insan yetişsin. İnsandan korkmaktadırlar. Eğer bir ülkede "İNSAN" yetişecek olsa, bu onların huzurunu kaçırmakta ve onların çıkarlarını tehlikeye sokmaktadır". Evet, budur gerçek...

              — Gerçekten hak vermemek elde değil, ama elimizden bir şey gelmiyor ki...

              — Evet, elden bir şey gelmeyebilir. Ama hiç olmazsa kitap okuyabiliriz. Bugün en büyük silah okumaktır, yazmaktır. Sen okuduktan sonra inan ki, çok kişilerin uykularını bozarsın hem de süper güçlerin. Çünkü okuyan her kişi onları havaya uçuracak canlı birer bombadır. Bu bombanın kimde olduğu bilinmez, nerede patlayacağı da. Bunun için okuyan insandan korkuyorlar.

              — Yasemen müsaade ederseniz ben gidip çamaşır yıkayacağım. Ama unutma sen gerçekten, her bakımda doğru düşünüyorsun. Bizleri fazla kafana takma birden değişmek kolay değildir...

              — Neyse canım sonra bol-bol konuşuruz. Seni alıkoyduğum için kusurumu bağışla...

              — Ne kusuru, rica ederim. Siz de çamaşır yıkamıyor musunuz? Yoksa ben gitmişken sizinkini de yıkayabilirim.

              — Teşekkür ederim kirli çamaşırım yok.
              Mehmet koğuştan ayrıldı. Yan taraftaki koğuşa gidip kirli çamaşırlarını çıkardı. Yıkamaya giderken, Yasemen de dolabını kapatıp dışarı çıkmaya hazırlandı...


              (Devam Edecek)
              La Şii , La Sunni , İlla Vahdeta İslami..!!

              Yorum


                #8
                Ynt: Baş Eğmek İçin Baş Kaldırıyorum / Mahmut SEMEN (Roman)

                Vakit öğleye yakındı. Cumartesi olduğu için bütün öğrenciler çarşıya inmişlerdi. Okul bahçesinde tek tük öğrenciler vardı. Yasemen’de bahçeye indi. Hava iyiydi, ama ağaçların çıplaklığı ve rüzgârın etkisiyle kafa sallayışları kışı haber veriyordu, in sanlara, öğrencilere ve kuşlara...
                Yasemen bahçede bir ara yalnız başına yürüdü. Düşünüyordu, tartıyordu. Ama bazı durumları izah edemiyordu. Bu sebeple daldıkça dalıyor, dalıyordu. Yoksa bazı şeylerden mi çekiniyordu? Yoksa korkuyor muydu? Ama neden korkacaktı. Onun sahip olduğu düşünce hiçbir şeyden korkmamasını söylüyordu, Allah'tan başka. Ama onu böylesine düşüncelere daldıran neydi...

                Okul ile yatakhane birbirine çok yakındı. Yasemen okula doğru yürümeye başladı. Kapıya varmaya az bir mesafe kalmıştı ki, dış kapıdaki danışman nöbetçisi koşarak arkasında yetişti Yasemen'nin. Nöbetçi:

                — Yasemen, ziyaretçilerin var, danışmada seni bekliyorlar. Yasemen yürüyerek danışmaya doğru ilerledi "Allah'ın bu dağında ziyaretime kim gelmiş olabilir ki?" diye düşündü. Danışmaya yaklaştığında içerde iki kişinin oturduğunu gördü. Birisi orta yaşlı diğeri gençti. Simalarından baba-oğul oldukları anlaşılıyordu. Yasemen yanlarına gelip ellerini sıktı.


                — Sizi tanıyamadım, dedi Yasemen.
                — Doğru seninle tanışmıyoruz. Ama sen Yasemen olmalısın.
                Evet, Yasemen benim.

                Kravatlı, takım elbiseli ve traslı adam danışma memuruna özel bir konuda konuşmak istediklerini, onları biraz yalnız bırakmasını istedi. Sonra Yasemen'e dönerek;
                — Bak aslanım, ben buralıyım ve resmi bir yerde çalışıyorum. Bu da benim oğlum, Açık öğretim Fakültesi'nde okuyor. Seninle olan meselemize gelince. Sen buralara okumak için gelmişsin kafa karıştırmak için değil. Senin düşüncenin ne olduğu bizi ilgilendirme z. Ama çocuğumun kafasına bir daha yanlış soru işaretleri bırakırsan, gelecek sefer ki tavrımız da değişik olacak. Adamın oğlum dediği genç de;
                — Hem de bambaşka, gerekirse...
                — Her neyse, biz bir daha sorun istemiyoruz, diyerek oğlunun sözünü yarıda kesti. Yasemen:
                — Beyefendi, öncelikle sizi tanımak istiyorum. Siz kimden bahsediyorsunuz. Kimin velisi oluyorsunuz.
                — Kim olduğumuz ya da kimin velisi olduğumuz önemli değil. Bir daha sorun istemiyoruz o kadar.
                — Öyleyse ben size şunu söyleyeyim. Sizin hatırınız için düşüncemden vazgeçecek değilim. Dediğiniz öğrenciye gelince, siz kafasını boş bırakmayın ki her konuşulan kafasına girmesin. Sonra biz kimsenin kafasını da karıştırmıyoruz. Yalnız karışık olan kimi kafaları düzeltmek zararlı bir şey olmasa gerek. Hem daha önce dediğim gibi hiç kimsenin hatırı için düşüncemden vazgeçmem. Çünkü ben düşüncem için, inancım için yaşıyorum.
                Adam hiddetlenerek;
                — İnancın için yaşıyorsan okulu bırak git medreseye, git bir tarikata kimin müridi ya da kimin şeyhi olursan ol bizi ilgilendirmez. Ben burada bir daha sorun istemem. Hele kızımın kafasını bir daha karıştır görürsün. O zaman neler olacağını...
                — Derdinizi anladım. Ama gene size söyleyeyim. Ben ne sizden ne de başkalarından çekiniyorum. Ve bir şey de yapamazsınız. Çekinseydim bu düşünceyi yüklenmezdim. Söyleyecek başka bir şey kalmamıştı. İkisi çıkıp gitti. Yasemen de arkalarından dışarı çıktı. Adam dönüp:

                — Böyle kalmayacak anladım mı?
                — İstediğinizi yapmakta serbestsiniz.
                Ziyaretçiler arabalarına binip hızla uzaklaştılar. Yasemen plakasını dahi okuyamadı. Doğrusu plakayı alsaydı bile değişen bir şey olmazdı. Çünkü kim oldukları anlaşılıyordu.
                Pansiyona doğru yürüdü. Vakit öğleye yakındı. Biraz sonra öğle yemeği verilecekti. Kahvaltı da yapmadığı için oldukça acıkmış hissediyordu kendini.
                Ziyaretçiler canını sıkmıştı. Tehditlerinden değil, gözleri kapalı savundukları veya ret ettikleri şeyleri hiç düşünmedikleri için canı sıkılmıştı. Cebinden küçük bir not defteri çıkarıp şu cümleyi yazdı "Hiç kimse görmek istemeyen kadar kör değildir ".

                (Devam Edecek)
                La Şii , La Sunni , İlla Vahdeta İslami..!!

                Yorum


                  #9
                  Ynt: Baş Eğmek İçin Baş Kaldırıyorum / Mahmut SEMEN (Roman)

                  Zeki'nin babası sabaha doğru eve geldi. Uykusuz olduğu için hemen yatıverdi. Zeki de kafasını geç vakitlere kadar bazı düşüncelerle meşgul ettiği için o da geç saatlerde ancak uyuyabilmişti. Bundan dolayı ikisi de öğleye yakın bir saate kadar uyudular.

                  Sabiha Hanım kahvaltıyı hazırlamıştı, kocasını ve oğlunu uyandırdı. Küçük yaramaz herkesten çok önce uyanmış oyuncaklarıyla oynuyordu.

                  Kahvaltıda Zeki'nin durumunu babası fark etmişti. Kemal Bey görmüş halden anlayan bir adamdı.
                  — Oğlum hasta mısın?

                  — Hayır, baba iyiyim. Annesi:

                  Akşam da yemek yemedin. Hem bana da öyle geliyor ki hastasın. Hasta isen doktora götürelim.
                  — Hayır, anne hasta filan değilim. Ama keşke hasta olsaydım.
                  — Allah göstermesin oğlum, niye böyle konuşuyorsun.
                  —Bu gidişle ruh hastası olacağım diye korkuyorum. Çok düşünüyorum. Artık düşünmekten korkuyorum, ama bir türlü düşünmeden de edemiyorum. Kemal Bey durumu anladı.

                  — Yoksa kafanı birine filan mı taktın ha? Benim oğlum bir kız için deli olacak kadar toy değildir. Bunlar geçici şeyler. Lise yıllarında herkesin başına gelebilir.

                  — Baba siz beni yanlış anladınız. Sizin tahmin ettiğiniz gibi kafamı kurcalayacak bir kız falan yok. Kızla ilgisi bile yok.

                  — Peki, oğlum senin derdin nedir? Bize söyle ki çaresini düşünelim. Bize söylemesen nasıl yardımcı olabiliriz ki?

                  — Yok, anne, söyleyip de rahatsız etmek istemiyorum sizi. Hiç olmazsa şimdilik anlatmak istemiyorum.

                  — Oğlum bize söylememekle bizi merakta bırakma. Asıl bu merak rahatımızı bozacak.
                  — Peki, baba söyleyeyim. Ben öncelikle kafamı meşgul eden bir kaç soru sormak istiyorum. Biz niçin yaşıyoruz? Amacımız nedir bizim? Niye bu kadar çok zorluklara katlanıyoruz? Bu kadar okuyoruz, sonra ölüyoruz. Niye insanlar birbirini sevmiyor, birbirlerini öldürüyorlar? Neyin uğruna, niçin oluyor bütün bunlar? Benim kafam almıyor. Ben artık bir şeyler için yaşamak istiyorum yaşamak için değil, anlatabiliyor muyum baba?

                  Zeki hıçkıra-hıçkıra ağlayarak masadan kalktı. Odasına kapanıp ağlamaya başladı. Babası ve annesi donup kalmışlardı. Yemekler masada kaldı, kimse yiyemiyordu artık. Onlar ne bekliyorlardı ne buldular. Oturdukları yerde taş kesilmişlerdi adeta Sabiha Hanım, yerinden kalkıp Zeki'nin odasına gitti.
                  Zeki kanepeye uzanmıştı. Onun yanına oturarak konuşmaya başladı.
                  — Oğlum bu tür sorularla kafanı niye yoruyorsun.

                  Felsefecilerin bile içinden çıkamadığı bu sorularla niye huzurunu bozuyorsun. Kendini harap etmen doğru değil. Her genç böyle buhranlar geçirir. Kafana fazla takma. Başka şeyleri düşünmen daha doğru ol ur senin için. Gençliğin tadını çıkarmaya bak. Bir daha ele geçmeyen yıllardır senin şimdi sahip olduğun yıllar. Seni bekleyen güzel geleceği düşün.

                  — Anlıyorum sizi anne, ama sizin de beni anlamanız gerek. Her şey hızla ilerliyor. Daha düne bugün, bugüne yarın demiyor muyduk? Zamanın bu hızlı akışı beni korkutuyor. Sonra etrafımda gördüğüm çarpıklıklar beni kahrediyor.
                  — Ne çarpıklığı? Her şey arzu ettiğimiz gibi değil mi? Rahat bir yaşantımız, konforumuz, arabamız, diğer eşyalarımız her şeyimiz yerinde değil mi? Oysa herkes bize özeniyor. Kimilerin rüyalarına giriyoruz. Daha ne istiyorsun.

                  — Doğru dersin anne. Lakin bunlar bana mutluluktan ziyade azap veriyor. Dikkat et anneciğim, gülenlerin mutluluğu ağlayanların gözyaşlarına bağlıdır. Niye bizim gülmemiz için başkaları ağlasın, acı çeksin. Bizim konforumuz için niye başkaları aç, susuz ve çıplak dolaşsın? Niye bizim rahatımız için başkalarının ezilmesi sürünmesi gereksin? Benim mutluluğum başkalarının gözyaşlarına bağlı olmasını istemiyorum. Bu gözyaşları bir gün beni boğabilir. Görmüyor musun gözyaşı ve alın terinden meydana gelen denizlerde yüzen gemilerin kimlere ait olduğunu? Niye denizleri meydana getirenler tek bir gemiye bile sahip değildirler. Bu alın teri ve gözyaşı böyle devam ederse dalgalar daha da büyüye bilir. Bu dalgalar gemimizi batırabilir, boğulabiliriz. Düşünmenizi istiyorum anneciğim. Ben güzel bir gelecek değil, kötü bir gelecek seziyorum.
                  — Oğlum bu fikirler sana başkaları tarafından aşılanmış olmasın?

                  — Hayır, anne, dün akşam hep bunları düşündüm. Artık inanıyorum ki düşünmekten korkanlar, düşünceye mağlup olacaklardır. Düşünmek ayrıcalıktır. Düşünmekten kaçarak, aklımızı oda hapsine alamayız. Hani anneciğim, Ortaokulda bizim bir Türkçe ödevimiz vardı. Cimriliği meşhur olan adamı anlatan parça vardı ya...

                  — Harpagonun cimrinin ziyafetinden mi bahsediyorsun?

                  — Evet, anneciğim, cimrinin ziyafetinden bahsediyorum. Hani orada cimri "Bu sözü altın yaldızlarla mutfağın kapısına yazacağım" demişti. O söz de "Yemek için yaşamamalı, yaşamak için yemeli" idi.

                  — Tabi ki oğlum, mücadelemiz yaşamak içindir. Daha güzel bir gelecek, daha güzel bir yaşama tarzı içindir. Yoksa eşkıyalarla ne alıp-veremediğimiz var ki, gece sorgula gündüz kovala...
                  — İyi de anne, ne için daha güzel bir gelecek? Bu güzel gelecekte ne için yaşayacağız.

                  — Anlaşıldı. Senin kafan karıştırılmış. Şimdi bunları konuşmayalım da sen bugün sinemaya gitmiyor musun? Ya da babanla Van gölünü gezin, açılırsınız biraz.

                  — Yalnız başıma gezmeyi tercih ederim.

                  — Sen bilirsin akşama geç kalmayasın yalnız. Ben masayı toplamaya gidiyorum geç oldu.



                  (Devam Edecek)
                  La Şii , La Sunni , İlla Vahdeta İslami..!!

                  Yorum

                  YUKARI ÇIK
                  Çalışıyor...
                  X