Duyuru

Daraltma
Henüz duyuru yok.

TAKİYYE NEDİR ? NE DEĞİLDİR?

Daraltma
X
 
  • Filtre
  • Zaman
  • Göster
Hepsini Temizle
yeni gönderiler

    TAKİYYE NEDİR ? NE DEĞİLDİR?

    Islam tarihi boyunca mezhepler arasında uzun uzadıya tartısılmıs ve ihtilaf
    konusu olmus birçok mesele vardır. Bizim bu çalısmada ele alacagımız “takiyye”
    konusu da bu meselelerden biridir. Taraflar, savundukları anlayıs istikametindeki
    açıklamalarını en dogru hükümler olarak ileri sürmüslerdir. Ileride, yeri geldikçe
    üzerinde durulacagı üzere, meselenin o günkü sartları, insanların alıskanlıkları ve
    psikolojik tezahürleri açısından ele alınarak degerlendirilmesi yoluna pek
    gidilememistir.
    Itikadî-siyasî Islam ekolleri ele alınırken onların gelisim ve degisim süreçlerini
    iyi anlayabilmek için, her ekolün dogdugu ve yerlesip gelistigi çevredeki, bilhassa siyasî
    faktörler ve sartlardan baslamak suretiyle tarihî, ictimaî, cografî, kültürel ve iktisadî
    sartları iyice tahlil etmek gerekmektedir. Eger “halife seçimi” problemi ve Hz.
    Peygamber’in (s.a.v.) vefatından sonraki meseleler iyi bilinmez, hadiseler iyi
    degerlendirilmez, Emevî Hanedanının Ehl-i Beyt’e ve kendilerinin tarafında olmayan
    diger Müslümanlara karsı zulme varan baskıları ortaya konmazsa, bu zulme karsı
    olusmus farklı çevrelerdeki muhalif hareketler ile Sîa ve onun ismi ile es anlamlı hale
    gelmis olan imâmet, rec’at, bed’a, takiyye vb. görüslerin anlasılması güç olacaktır.
    Öte yandan, bir mezhebin herhangi bir hususla ilgili görüsü incelenirken
    haklılık ya da haksızlık gibi degerlendirmeler bir yana, o görüsün kendi sistemi
    açısından hangi sorulara cevap ya da hangi problemlere çözüm olarak ortaya
    konuldugunu arastırmak gerekecektir. Bu açıdan her bir itikadî fırkalasmanın kendi
    olusum süreci içerisinde maruz kaldıgı degisikliklerin ve dönüsümlerin o mezhebin iç
    dinamigi açısından ele alınması da bir zaruret olarak karsımıza çıkmaktadır.
    Bütün bunlar muvacehesinde, dönemin sartlarına da bakmak gerekecektir. O
    zamanın olaylarıyla ilgili rivayetler hakkındaki ilk yazılı vesikalar, olaylardan en erken
    bir asır sonradır. Hülefâ-i Râsidîn devrinden sonra, bu müddet içerisinde Emevî Devleti
    hükümranlıgını yitirip Abbâsîler isbasına geçmistir. Bu ise Arap tarihinde fevkalade
    önemli olan bir soy degismesi, Ümeyye ve Hasim ogulları çekismesinin yeni bir
    tezahürüdür. Bu bakımdan, tarihte bin yıldan fazla bir zaman önce cereyan etmis ve
    sekillenmis olaylara yaklasırken, o olaylara karısan insanların tavırlarını, içinde
    yasadıkları cemiyetin sartları ve alıskanlıklarını, gelenek ve göreneklerini göz önünde
    bulundurmaksızın, sırf eldeki kuru vesikalara istinad ederek çözümlemeye veya
    açıklamaya çalısmak, insanı küçümsenemeyecek yanlıslara düsürüp, birtakım faydasız
    polemiklere sevkedebilir.
    Takiyye, hemen her Islam mezhebinde su veya bu sekilde kabul edilmistir. Ilk
    devirdeki fevkalâde asırı birkaç Haricî Hareketini ve her türlü tehlikeye ragmen inancını
    açıklamaktan çekinmeyen sahsiyetleri istisnâ edersek, tarih boyunca da bu böyle kabul
    ve tatbik edilmistir. Aralarındaki tartısmalar ise, takiyyenin gerçekte dini bir prensip
    olup olmadıgı konusu ile sadece kavlen mi yoksa kavlin yanında fiilen de takiyye’nin
    caiz olup olmadıgı konularında yogunlastıgı görülmektedir.
    Takiyye ile irtibat kurulan ve özellikle Ehl-i Sünnet tarafından Sîa’ya
    yöneltilen elestirilerin basında, bu anlayısın nifak olarak nitelendirilmesidir. Ancak
    nifak ile takiyye arasında teknik açıdan bir fark oldugu da gözden kaçmamalıdır. Söyle
    ki, inkarcılar, Müslümanları kandırmak için onlardan görünürlerse buna "münafıklık",1
    Müslümanların kafirleri kandırmak için onlardan görünmesine "takiyye" denmistir2.
    Takiyye zaruret sayılmıs ve sartları olustugunda kullanımına cevaz verilmistir. Nifak’ın
    hiçbir durum karsısında müsamaha ile karsılandıgına rastlanılmamıstır.
    Ayrıca bazı tasavvufi anlayıslarda “sırların ifsasından sakınmak” diye
    özetleyebilecegimiz prensiplerin bulundugu bilinmektedir. Kültür ve bilgi seviyesi
    yeterli olmayanlara kavranılması güç hususların aktarılmaması, baska bir deyisle
    akademik seviyeli tartısmaların avamî bilgi sahipleri arasında yapılmaması elbette
    zarurîdir ve bu husus sadece mutasavvifeye de ait degildir.3 Tasavvuf erbabının bu tür
    uygulamalarını bizim islemeye çalısacagımız “inançların gizlenmesi” ile karıstırmamak
    lazım geldigini düsünmekteyiz.
    Can tehlikesi söz konusu oldugunda kisinin derûnundaki imanını, inancını
    gizleyebilecegine ruhsat verildigi, hemen her mezhepte kabul edilmis bir vakıadır.4 Söz
    konusu ruhsatın delili de Hz. Peygamber’in, Ammar b. Yâsir’in davranısını tasvip
    etmesidir. Bu manada bir baskı ve tehlike karsısında inancın gizlenmesinde ayıplanacak
    bir taraf olmadıgı açıktır ve esasen buna itiraz eden de yoktur. Si’a ile diger mezhepler
    arasında bu konuda bir fark oldugu da söylenemez.
    Elestirilen ve tenkit edilen husus, Si’a’nın, takiyyeyi diger mezheplerden farklı
    ve önemli bir prensip olarak alması, bir ruhsat olmaktan öte bir azimet olarak telakki
    etmesi hatta akide olarak kabul etmesidir.5 Sia bu ilkeyi zamanla ana ilkelerinden biri
    haline getirerek, yalnız hayatın dogrudan dogruya ve açıkça tehlikeye düstügü
    zamanlarda degil, genel olarak düsmanca tutumun görüldügü her yerde uygulama
    yoluna gitmistir.

    #2
    Ynt: TAKİYYE NEDİR ? NE DEĞİLDİR?

    BIRINCI BÖLÜM
    TAKIYYE TANIM VE UYGULAMALARI

    I. TAKIYYENIN ETIMOLOJISI VE TANIMI


    Sözlükte korunmak, sakınmak ve çekinmek anlamındaki “ittekâ” ;
    veya korumak, saklamak anlamındaki “vikâye” ’den gelen takiyye,
    “korunmak ve sakınmak” demektir. Arapça’da “tevakkaytü, ittekaytü”
    ifadesi, sakındım, çekindim veya korudum anlamına gelir.6
    Takiyye kelimesinin “takva” ile kök ve anlam bakımından irtibatı vardır.
    Takva kurtulus manasına gelen ‘ittika’ kelimesinden türemistir. Yani bu duruma göre
    takiyye muayyen bir kuvvete karsı nefsi korumaktır. Bu da diger taraftan korku ile
    irtibatlıdır. Çünkü hem takvanın hem de takiyyenin temelini korku ve korunma
    olusturur. “Islam” kelimesinde de teslim olmak ve muayyen kuvvete inkiyadla, o
    kuvvetin gazabından ve satvetinden selamete çıkmak manaları oldugu gibi, “Iman”
    kelimesinde de korkudan ve tehlikeden emin olmak, kurtulmak manaları vardır. Takva,
    büyük bir kuvvete, Allâh’ın gücüne boyun egerek azabından korkup bütün yasaklardan
    kendini korumaktır. Dolayısıyla takva –ki takiyye o köktendir- kelimesiyle, Islam ve
    iman kelimelerinin derinliginde manalar birlesmektedir.7


    Yorum


      #3
      Ynt: TAKİYYE NEDİR ? NE DEĞİLDİR?

      II. TAKIYYENIN TERIM ANLAMI VE ÇESITLI TANIMLARI

      Ilim adamlarının takiyye konusunda ittifakla kabul ettikleri bir terim anlamı
      yoktur denebilir. Çünkü Hicrî I. asırdan itibaren kitleler, içinde bulundukları siyasî
      ortam ve toplumsal yapıya uygun olarak bu kavramı degerlendirmislerdir.8
      Can tehlikesi söz konusu oldugu zaman kisinin derûnundaki imanını, inancını
      gizleyebilecegine ruhsat verildigi hemen her mezhepte kabul görmüstür. Üzerinde
      münakasa edilen, takiyye’nin ruhsat olmaktan öte bir azimet; dinde bir prensip olarak
      alınmasıdır.9
      Tarih boyunca hakim zümreyi olusturan Ehl-i Sünnet, takiyye’yi, ölüm ve
      iskenceden kurtulmak amacıyla, zor durumda kalanın (mükreh) faydalanabilecegi bir
      ruhsat (izin) olarak görmüstür. Dolayısıyla konuyu bir inanç meselesi olarak
      görmedikleri için akaid kitaplarına almamıs, sadece ilgili ayetlerin tefsirinde ve fıkıh
      kitaplarının “Kitâbu’l-Ikrâh” bölümünde ele almıslar, sartlarını ve hükümlerini
      açıklamakla yetinmislerdir.10
      Mesela el-Cassâs (v. 370/980) “Ahkâmu’l-Kur’ân” adlı eserinde takiyyeyi,
      “Canından olmaktan veya sakat kalmaktan korktugunda kisinin, öyle olmadıgı halde
      kafirlere dost görünmesi”11 olarak tanımlarken sartlarını da belirgin bir sekilde ele alır.
      es-Serahsî (v. 490/1096), “takiyye, bir kimsenin ölüm veya iskenceden
      kurtulmak, kendini korumak amacıyla, oldugundan baska türlü görünmesi ve
      davranmasıdır”12 diye tarif etmistir.
      Ibn Kesîr (v. 774/1372), “kisinin ölüm korkusundan dolayı inancını gizleyip,
      bu duruma sebep olan halin ortadan kalkmasını ümit ederek zalimlerle zahiren iyi
      geçinmesidir”13 diye benzer bir tarif yapmıstır.
      el-Kurtubî (v. 671/1272) ise, “takiyye, kafirlerin arasında bulunan müslümanın
      hayatından korkması halinde, kalbindeki inancını gizleyerek, onlara karsı yumusak
      davranması ve onlarla hos geçinmesidir”14 seklinde tarif etmektedir.
      Son dönem arastırmacılarından bazıları takiyyenin ıstılah manasını, “açık veya
      muhtemel tehlikeden korunmak maksadıyla inancın saklanması ve gizlenmesi” seklinde
      özetledikleri15 gibi, “kendilerine yardım etmemekle birlikte muhaliflerle hos geçinmek ,
      öldürülme, esir edilme veya eziyet çekme sartları altında, korunmak için gerçek inancı
      açıga vurmamaktır” seklinde de tarif etmislerdir.16
      Her ne kadar Abdullah Feyyâz, “Imâmiyye’ye göre takiyye’nin, bir izin ve
      ruhsat oldugu için, akaid konuları içinde yer almadıgını ve bu sebepten Imâmiyye
      Si’a’sının takiyye’yi furû’u’d-dîn içinde mütalaa ettigini söylese de,”17 takiyye’yi
      azimet olarak benimseyen Si’a’nın, tarihi seyir içerisinde taraftarlarının dısındakilerden
      gelebilecek mutlak veya muhtemel bir tehlike anında uygulanması gereken bir
      zorunluluk olarak gördükleri ve meseleyi bu açıdan ele aldıkları görülmektedir.18
      Imam Seccâd’a (Zeynelâbidîn) “takiyye nedir” diye soruldugunda, o su cevabı
      vermistir: “Takiyye, bir zalimin tecâvüz ve tugyanından dolayı kendisinden
      korkmandır.”19
      Bu zümrenin önde gelen alimlerinden Seyh Müfîd (v. 412/1021) takiyyeyi,
      “gerçegi gizlemek, inancı saklamak, muhaliflerinden gizlenmek, din ve dünya islerinde
      zarar getirecek seyi açıklamamaktır”20 diye tarif etmektedir. Genel manada takiyyenin
      her türlü tehlikeden korunmak veya sakınmak demek oldugunu belirten Allâme
      Tabatabâî ise, “bir insanın kendi dinini veya bazı dini davranıslarını düsmanlarının
      hareketlerinin neticesi olarak, mutlak veya muhtemel bir tehlikeye sebebiyet verecek
      durumlarda saklaması, gizlemesi”21 seklinde tanımlamaktadır.
      Takiyye ile ilgili rivayetlere yer veren Rıza el-Muzaffer, “V-k-y” kökünden
      gelen takiyye’nin anlamını; “bir toplumdan, yahut birinden, çesitli suretlerle korunmak,
      mensup oldugu zümreyi, o zümrenin malını, canını ve inancını zarardan emin etmektir.”
      diye tarif eder. Ehlibeyt imamları ve onlara uyanlar da, hemen her an, düsmanlarının
      çesitli saldırılarına karsı bu zarureti duymuslar, inançlarını, ibadetlerini gizlemisler, bu
      yüzden de öbür insanlardan, baska mezhep ehlinden ziyade takiyye ile ün
      kazanmıslardır, demektedir.22
      Çagdas Si’î bilginlerce de “takiyye” kavramı ele alınmıs ve degerlendirilmistir.
      Pek çok konuda klasik Siîligi elestiren Dr. Ali Seraiti, takiyye konusunda da
      elestirmekten geri durmaz. Açıkça, “takiyye fikrinin abes oldugunu, artık bu sözlerin bir
      anlamının ve mantıgının bulunmadıgını” ifade ederken, 23 Âyetullâh el-Humeynî de
      takiyye ile ilgili olarak söyle der: “Takiyye, insanın kan, namus ve malını korumak için,
      gerçegin dısında konusması veya din terazisiyle çelisen bir is yapmasıdır. Mesela
      abdest, su dirsekten dökülüp parmak ucuna kadar akıtılmalı ve ayaklar meshedilmelidir.
      Sünnîler bunun tersini yapıyorlar, suyu parmak uçlarından döküyorlar ve ayaklarını
      yıkıyorlar. Iste Sünnîlerin bulundugu yerde, kisinin mal, can ve namusunu koruması
      için takiyye yapması vaciptir. Bu, akılla çelismez.”24
      Bütün bu tariflerden anlasıldıgına göre takiyye; “zor durumda kalan kisinin,
      belli bir gaye için can, mal ve ırzını kaçınılmaz bir tehlikeden korumak ve gerekli
      tedbirleri almak üzere asıl inancını gizleyip, düsmanı ve muhalifi ile aynı fikirde imis
      gibi görünmesidir” denebilir.

      Yorum


        #4
        Ynt: TAKİYYE NEDİR ? NE DEĞİLDİR?

        III. TAKIYYE ILE IRTIBATLANDIRILAN AYETLER

        Bu kelime Kur'ân-ı Kerîm’de takiyye seklinde geçmemekle birlikte Âl-i Imrân
        suresinin, “ancak onlardan sakınmanız müstesnadır...” ...25 ayetinde
        aynı kökten gelen “tuqah” (sakınma) kelimesi geçmektedir.26 Kaynaklarda belirtildigine
        göre, kıraat imamlarından çogu bu kelimeyi “tuqah” seklinde okurken27, bir kısmı da
        “taqiyye” tarzında okumustur.28 Fakat gerek dil kurallarına uygunlugu, gerekse naklinin
        saglamlıgı bakımından tercih edilen ve Arapça’da yaygın olanı, “tuqah” seklindeki
        okuyustur.29
        Bu ayetten anlasıldıgına göre: tehlike sırasında canı korumak ve korkmak
        takiyyenin iki esasını teskil etmektedir. Süphesiz Kur’an, canlarından korkan
        Müslümanlara -bilhassa ilk müslümanlara- “tuqah” tarzında bahsedilen zaruretin
        gerektirdigi durumun ortadan kalkması maksadıyla kafirleri dost kabul etmek
        hususunda ruhsat vermistir. Bilindigi gibi zaruretler mahzurları mubah kılar.30
        Takiyye düsüncesinin var oldugu kabul edilen ayetlerden biri de Nahl
        suresinde, “...kalbi imanla dopdolu oldugu halde, zorlukla karsılasan müstesna”
        seklinde gelen ayettir.31
        Bu ayetin nüzul sebebi olarak kaynaklarda iki hadiseye yer verilmistir. Rivayet
        edildigine göre Kureys, Ammar’ı, babası Yasir’i ve annesi Sümeyye’yi mürted olmaya
        zorladılar. Onlar mürted olmayı kabul etmediler. Bunun üzerine Sümeyye’nin ayaklarını
        iki devenin ayagına bagladılar ve, “Sen erkekler için Müslüman oldun.” diyerek bir
        mızrak ile karnından destiler. Develere sürükletip parçalatarak öldürdüler. Arkasından
        Yasir’i de öldürdüler ve Islam’da ilk sehitler bunlar oldu.32
        Annesini ve babasını bu durumda gören Ammar ise, kendisini zorladıkları seyi
        hemen diliyle söyledi. Bunun üzerine, “Ey Allâh’ın elçisi! Ammar dinden çıkmıs!”
        denildi. Rasûlullâh (s.a.v.) buyurdu ki; “Hayır, Ammar bastan ayaga imanla dolmus,
        iman, onun etine, kanına karısmıstır.” Daha sonra Ammar aglayarak Rasûlullâh’a geldi.
        Rasûlullâh da gözlerini silmeye basladı ve buyurdu ki, “Neyin var? Tekrar ederlerse sen
        de dedigini tekrar et.” 33
        Yine aynı ayetin nüzûl sebebi olarak kaynaklarda geçen diger olay da söyledir:
        Müseylimetü’l-Kezzâb iki kisiyi tutmustu. Birisine, “Muhammed hakkında ne dersin?”
        dedi. O, “Allâh’ın elçisidir.” dedi. “Benim hakkımda ne dersin?” dedi. O, “Sen de.”
        dedi. Bunun üzerine bu adamı hemen serbest bıraktı. Öbürüne “Muhammed hakkında
        ne dersin?” dedi. “Allâh’ın elçisidir.” dedi. “Benim hakkımda ne dersin?” dedi. O,
        “Dilsizim.” diye cevap verdi. Üç defa tekrar etti, O yine aynı cevabı verdi. Bunun
        üzerine onu öldürdü. Rasûlullah (s.a.v.) olayı haber alınca, söyle buyurdu: “Birincisi
        Allâh’ın ruhsatını tuttu, ikincisi hakkı açıga vurdu.”34
        Yukarıdaki ayetin nüzul sebebi ile ilgili bir diger rivayet de Mükatil b.
        Süleyman’dan nakledilmistir: Mekke fethinden önce Hz. Peygamberin Mekke’ye
        hareketini, bir zenci kadınla Mekke müsriklerine bildiren bir mektup göndermek
        gafletinde bulunan, bunda da basarılı olamayan ve sonra tevbe eden Hâtıb b. Beltea
        hakkında nazil oldugudur.35
        Takiyye ile irtibatlandırılan bir diger ayet de Mü’min Suresi 28 inci ayettir.36
        Bu ayette “Fir’avn ailesinden olup, imanını gizlemekte bulunan bir mü’min adam
        (söyle) dedi: siz bir adamı, Rabbim Allah’tır, demesiyle öldürür müsünüz?.....”37 Iste bu
        ayette mü’min bir adamın imanını gizlemesinden bahsedilmistir. Fir’avn ailesinden
        imanını gizleyen bu kisinin, Fir’avn’ın amcazâdesi oldugu söylenmis, ismi hakkında da
        ihtilaf edilmistir.38
        En’âm Suresi 119 uncu ayette ifade edilen “…Allah, çaresiz kalıpta islediginiz
        seyler dısında haram kıldıklarını size açıklamıstır” ayetinden yola çıkarak takiyye
        mefhumunun bu ayette de varlıgından söz edilmistir. Söyleki, takiyye zorda
        kalındıgında kullanılan bir ruhsattır. Iste bu ayeti kerimede; Allah, zorda kalanın haram
        olan seylerden yemesinin istisna edildiginden bahseder, seklinde yorumlara gidildigi de
        görülmüstür.39
        Bakara Suresinin 195 inci ayetinde geçen “… kendi ellerinizle kendinizi
        tehlikeye atmayın…” ifadesinin de takiyye ile anlam yakınlıgı olan ayetlerden oldugu
        ileri sürülmüstür.40 Söyleki dine, dindasına zarar gelmesi kesin bir durum söz konusu
        olunca, kendini korumak suretiyle dinini ve dindaslarını korumak da açıkca bu anlamın
        içerigine dahil olur diye yorumlandıgı görülmüstür.41
        Baska ayetlerden de uzak teviller yapan Si’a alimleri, takiyye’ye Kur'ân-ı
        Kerîm’den delil bulma gayretine girmislerdir. Mesela Ra’d Suresi 22. ayette ve Kasas
        Suresi 54. ayetteki “... kötülügü iyilikle giderirler” seklindeki ifadeyi Imam Ca’fer
        Sâdık’ın, “iyilik” takiyye, “kötülük” de takiyye’ye riayet etmemek seklinde tefsir ettigi
        nakledilmistir.42
        Yeniden dirilmenin imkanının ispatlandıgı Ashab-ı Kehf olayını nakleden Kehf
        suresinin 19 ve 20 inci ayetleri de takiyye’ye delil olarak gösterilmistir.43 “…simdi siz,
        içinizden birini su gümüs parayla sehre gönderin de , baksın (sehrin) hangi yiyecegi daha temiz ise size ondan erzak getirsin; ayrıca, nâzik davransın (gizli hareket etsin) ve
        sakın sizi kimseye sezdirmesin.”44 Yüce Allah’ın bu ayette Ashab-ı Kehf’in inandıktan
        sonra yaptıkları takiyye’ye isaret buyurdugu nakledilmistir.

        Yorum


          #5
          Ynt: TAKİYYE NEDİR ? NE DEĞİLDİR?

          IV. TAKIYYE ILE IRTIBATLANDIRILAN HADISLER

          “Takiyye kavramı ile anlam bakımından irtibat kurulan bir terim de
          “müdâraât”tır. Müdâraa; bir gerçegi örtme veya bâtıla geçerlilik saglama amacı
          tasımaması, iki yüzlülük (nifak) olarak nitelenebilecek biçim ve ölçüde olmaması
          kaydıyla “aynı ortamı paylasan insanlarla hos geçinip onlara güler yüz gösterme ve
          durumu idare etme” anlamında bir adâb-ı muâseret kuralı olarak kabul edilir.
          Muhaliflerle hos geçinmek için onların fikirlerine uyarcasına hareket etmek anlamına da
          gelen bu kelime, çogu zaman takiyye yerine kullanılmıstır. Kafirlerin veya fasıkların
          eziyetlerinden korunmak ve onların seslerini kesmek için onların yüzlerine gülerek
          yumusak konusmak bu kabilden sayılmıstır.45
          Nitekim Hz. Âise’nin (v. 58/687) Hz. Peygamber’den naklettigi su hadis buna
          örnek gösterilmistir: “Bir adam, Peygamber’in (s.a.v.) yanına girmek için izin istemis, o
          da: “Ona izin verin, asiretin ne kötü ogludur!” veya “ne kötü kardesidir!” buyurmus,
          adam yanına girince Rasûlullah (s.a.v) onunla yumusak konusmustur. Bunun üzerine,
          Hz. Âise: “Yâ Rasûlallah! Onun hakkında bir seyler söylediniz, sonra da kendisiyle
          yumusak konustunuz?” dedim. Cevaben buyurdular ki: “Yâ Âise! Süphesiz ki kıyamet
          gününde Allâh nezdinde mertebe bakımından insanların en düsügü, zararından
          korkularak terk edilen veya insanların kendisini bıraktıgı kisidir.” Hz. Peygamber’in bu
          davranısıyla, insanları bu kisinin kötülüklerinden korumayı gerekçe olarak gösterdigi
          rivayet edilmistir. 46
          Takiyye’ye sünnetten delil olarak “zarar vermek ve zarar görmek yoktur”
          hadisine de yer veren Muhammed Cevad’ın “Zaruretlerin bazı yasakları mübah
          kılacagı” genel kuralını da takiyye’ye delil olarak zikrettigi görülmektedir.47
          Ayrıca çagdas arastırmacılardan bazıları, Hz. Peygamber (s.a.v.)’in,
          “ümmetimden yanılarak, unutarak ve zorlanarak yaptıkları seylerden dolayı ortaya
          çıkan suç bagıslanmıstır”48 mealindeki hadisine de takiyye’ye delil olarak eserlerinde
          yer vermislerdir.49
          Takiyye’nin nereden kaynaklandıgı konusunda farklı rivayetler vardır. Seyh
          Müfîd, Hz. Ali’nin imâmetinin ilk dönemindeki faaliyetlerini takiyye kapsamında
          degerlendirmistir. Müfîd’e göre; Hz. Peygamberden sonra Hz. Ali’nin imâmeti otuz yıl
          sürmüstür. Bunun yirmi dört sene altı ayı takiyye’den dolayı tasarruftan uzak geçmistir.
          Bes yıl altı ayı ise, sözünden dönenler (nâkisîn), dinden çıkanlar (mârika) ve
          zalimlerden olusan münafıklarla mücadeleyle geçmistir. Bu durum tıpkı Hz.
          Peygamber’in nübüvvetinin on üç yılını gizli ve kapalı, ahkamı uygulamadan uzak,
          kafirlerle cihat olmaksızın geçirmesine benzer.50
          Bununla beraber yine Si’î kaynaklarda Hz. Peygamber’in üç yıl süren gizli
          daveti, Medine’ye hicret sekli ve Ali b. Ebî Tâlib’i yatagına yatırması gibi bir çok olay
          ve amel, ayrıca Hz. Alinin, kendi imâmeti hakkında nass bulundugu halde ilk üç
          halifeye ses çıkarmamıs olması, Muaviye ile tahkime gitmeye karar vermis olması
          inançların gizliligi olarak takiyye’ye örnek gösterildigi belirtilmektedir.51

          Yorum


            #6
            Ynt: TAKİYYE NEDİR ? NE DEĞİLDİR?

            V. TAKIYYENIN UYGULAMA ALANLARI

            Hicrî üçüncü asrın baslarından itibaren uyulması zorunlu bir esas olarak
            algılanmaya baslanan takiyye’nin, dönemin Siî lider ve alimleri tarafından sıkça
            vurgulandıgı anlasılmaktadır. Siî imamlar taraftarlarını takiyye’ye basvurmaları
            konusunda tesvik ederek, onun Ehl-i Beyt hükümetinin kurulması ve gayri mesru
            hilafetin yıkılması için zorunlu bir davranıs oldugunu gösteren rivayetlerde
            bulunmuslardır. Siî takiyye anlayısının mahiyetinin ne olduguna yönelik pek çok
            hususun da bu rivayetlerle birlikte sekillenmeye basladıgını söyleyebiliriz. Daha çok
            “Kat’iyye Sîa’sına mensup alimlerin eserlerinde nakledilen bu rivayetlerde bir taraftan
            takiyye’nin geregi vurgulanırken, diger taraftan da sabretme, islerinin gizli tutulması ve
            sözlerinin kasıtlı olarak yayılmasının engellenmesi gibi konulara agırlık verilmistir.52
            Onlar her konuda oldugu gibi Kur’ân âyetlerini de tevillerle yorumladıkları ve
            buna imamlarından deliller getirdikleri gözlemlenmektedir. Nitekim Ca’fer es-Sâdık’a
            “Allâh katında en degerliniz, O’na karsı gelmekten en çok sakınanınızdır”53 âyetinin
            manası soruldugunda, “Takiyye ile amel edeniniz, en müttaki olanınızdır” demistir.54
            Yine Ca’fer es-Sâdık’ın “Takiyye’yi terk eden namazı terk etmis gibi olur
            dersen dogru söylemis olursun” sözüne delil olarak Hz. Peygamberden “Takiyye’yi terk
            eden namazı terk etmis gibi olur” hadisini delil olarak getirdigi, böylece takiyye’nin
            dindeki derecesini artırarak onu “dinin onda dokuzu” saydıgı rivayet edilmistir.55
            Si’î kaynaklarda Hz. Peygamber’e “takiyyesi olmayan bir mümin, bası
            olmayan bir ceset gibidir.” sözünü isnad ettikleri gibi onlara göre ilk masum imam olan
            Ali b. Ebî Talib’in de söyle dedigi rivayet edilmistir: “Takiyye müminin en üstün
            amelidir; mümin kendini ve kardeslerini, facirlerden onunla korur.”56
            Ayrıca Hz. Ali’nin oglu Hasan’a söyle nasihat ettigi nakladelmistir: “inancını
            ve sana verdigimiz bilgiyi gizle. Sana inatla karsı gelene karsı bilgimizi açıga vurma!
            Inancın hususunda takiyye ile amel et.57 Çünkü Allah teala hazretleri söyle
            buyurmaktadır ‘“Mü’minler, mü’minleri bırakıp kafirleri dost edinmesinler; kim böyle
            yaparsa Allah katında bir degeri yoktur, ancak, onlardan sakınmanız hali müstesnâdır.
            Allah sizi kendisiyle korkutur, dönüs Allah’adır.”58
            Her hususta takiyye olabilecegine isaret için de üçüncü imam olan Hüseyin b.
            Ali’den, “takiyye olmasaydı, dostumuz kim, düsmanımız kim bilinmezdi” sözünü ilk
            dönem kaynaklarına aldıkları görülür.59
            Dördüncü imamları Ali b. Hüseyin’den sunu naklederler: “Allah, mü’minin
            bütün günahlarını affeder, onu dünyada ve ahirette temizler, ancak su iki günahı
            affetmez; takiyye’yi terk etmek ve kardeslerinin haklarına riayet etmemek.”60
            Si’îlerin inançlarına göre, bütün imamların, Allâh’ın haram kıldıgını helal,
            helal kıldıgını da haram sayabildikleri ve bunu da takiyye sebebiyle yaptıkları rivayet
            edilmistir. Mesela, “el-Kâfî”de Ebân b. Tagleb’ten söyle bir rivayet nakledilmektedir:
            “Ebû Abdillah’ın söyle dedigini isittim: Babam (Muhammed Bâkır, besinci imam)
            zamanında, takiyye geregince, dogan ve atmacanın öldürülmesinin helal olduguna dair
            fetva verirdi. Ben ise, onlar için takiyye’yi gerekli bulmuyorum, onlar haramdır.”61
            “es-Sadık” lakaplı Ebû Abdillah künyeli altıncı imamları Cafer b. Bakır’dan da
            su rivayet edilir: “Ey Habib! Allah’a yemin olsun ki, benim için yeryüzünde
            takiyye’den daha degerli hiçbir sey yoktur; takiyye yapanı Allah yüceltir, takiyye
            yapmayanı ise alçaltır.”62
            “Takiyye Allah’ın dinindendir” sözüne delil olarak Ebû Basîr yine Ebû
            Abdillah’tan su rivayeti nakleder: “Ebû Abdillah, takiyye Allah’ın dinindendir,
            dediginde gerçekten Allah’ın dininden midir? diye sordum. Söyle cevap verdi:-Evet,
            Allah’a yemin olsun ki takiyye Allah’ın dinindendir. Nitekim Yusuf (a.s) onların
            yüklerini yükletirken bir su kabını kardesinin yüküne koydurdu. Sonra bir münâdi söyle
            bagırdı; ey kervancılar siz hırsızsınız!’.63 Halbuki onlar hiçbir sey çalmamıslardı.”64
            Anlatılan olay, Hz. Yusuf’un kardesi Bünyamini yanında alıkoyabilmek için Allah
            tarafından ögretilen bir tedbirdir. Halbuki Sîa bunu takiyye’nin Allah’ın dininde
            varlıgına delil saymıstır.
            Si’îlerin dokuzuncu imamları Muhammed Ali b. Musa, kendisine Si’a’nın
            ihtilafı hakkında bir soru soruldugunda su cevabı vermistir: “Imamlar, istediklerini
            helal, istemediklerini haram kılan kimselerdir.”65
            Ancak el-Kuleynî, kitabında takiyye’nin istisnalarına deginir ve Ebû
            Ca’fer’den sunu nakleder: “Su üç seyde hiçbir kimseye karsı takiyye yapmam: Içki
            içmek, ayaklara meshetmek ve hac esnasında mut’a nikahı.”66
            Ibn Bâbeveyh (v. 381/991) de kitabında bu rivayetin bir benzerini nakleder:
            “Imam (a.s), içki içmek, ayakları meshetmek ve hac mut’ası hususunda hiç kimseye
            takiyye’de bulunmadıgını söylemistir.”67
            Seyh Sadûk diye de bilinen Ibn Bâbeveyh, “et-Tevhîd” isimli eserinde namaz
            için getirilen kâmetin manasını açıklarken naklettigi hadiste Siîlerin ezana ilave ederek
            okudukları “Hayye ale hayri’l-amel” ibaresinin bu hadisteki yoklugunu da, hadisi
            rivayet eden râvinin takiyye dolayısı ile terk ettigine hamleder.68
            Seyh Müfîd, kendinden önceki ulemaya oranla takiyye konusunda daha esnek
            bir yaklasım sergilemis; takiyye’nin sartlara baglı olarak farz veya vacip ve bazı
            durumlarda da gereksiz oldugunu açıklamıstır. Aslında Müfîd’in takiyye anlayısı
            Sadûk’tan ayrıldıgı pek çok husustan biri olarak gösterilebilir. Nitekim Müfîd, takiyyeyi
            tartısırken bunun alimler için geçerli olmadıgını, ulemanın takiyye yapması durumunda
            hakikatin kaybolacagını belirterek, söz konusu takiyyenin ancak avam için geçerli
            olabilecegini açıklamıstır.69
            Müfîd, takiyye konusundaki görüslerini söyle açıklamıstır: “derim ki, can
            korkusu oldugunda dinî konularda takiyye yapmak caizdir. Bazı durumlarda da mal
            korkusu sebebiyle caiz olur. Takiyye bazen vacip, bazen caiz, bazı hallerde ise gerekli
            degildir. Bazı durumlarda onu terk etmek daha iyidir, bazı zamanlarda ise terk etmemek
            evlâdır. Zarûret hallerinde her sözde takiyye caizdir. Bazen bir nevi lütuf ve aslah
            olması bakımından takiyye vacip olur. Ancak mü’minlerin öldürülmesine ve dinin ifsat
            edilmesine sebep olacagı bilinen islerde takiyye asla caiz degildir.”70
            Böylece Müfîd, takiyyenin sartlara baglı olarak uygulanabilecegini söyleyerek,
            Ehl-i Sünnet’in bu konudaki görüsüne yaklasmıs, bir bakıma Siî-Imâmî anlayısta daha
            ılımlı bir görüs ortaya koymustur.
            Müfîd’in takiyye konusunda daha ılımlı bir yaklasım sergilemesinin
            akılcılıgıyla yakından iliskisi oldugu gibi, dönemin siyasî yapısıyla da alakası vardır.
            Zira Büveyhîler, basta Sîa olmak üzere bütün mezheplere müsamahalı davranmıs, kendi
            inanç ve düsüncelerini ifade etmelerine imkan saglamıstır.71
            Takiyye ile ilgili rivayetlere yer veren Rıza el-Muzaffer, takiyyenin gerekli ve
            gereksiz yerleri oldugunu söyler. “Takiyye, bazılarının sandıkları gibi Imâmiyye’yi gizli
            bir yer altı toplumu haline getirmeyi amaçlamaz.”der.72
            Imam Humeynî (v.1409/1989) ise, artık olur olmaz yerde takiyye’ye
            basvurulamayacagını, takiyye’nin dinin fürûu ile ilgili yerlerde yapılabilecegini söyler.
            Onun bu konudaki görüsü söyledir; “Fakîh olmayanlar için takiyye’ye cevaz olan yerde,
            Islam fakihlerinin takiyye’ye basvurmaması gerekir. Takiyye Islamı ve mezhebi
            korumak içindi. Takiyye fürûa iliskin konularda olur. Mesala abdest almanın
            ayrıntılarında takiyye’ye basvurularak baska bir mezhebe uyulabilir. (Ayakları yıkamak
            gibi) Fakat Islamın usulü, ana ilkeleri ve haysiyeti tehlikede ise artık takiyye ve sükûtun
            zamanı ve yeri degildir. Bir fakîhi, minberden Allah’ın hükmüne aykırı bir açıklamada
            bulunmaya zorlasalar acaba ‘Takiyye yolumdur ve atalarımın yoludur’ rivâyetine
            dayanarak boyun mu egecektir? Egebilir mi? Burası takiyye yeri degildir.”73 diyerek
            takiyye konusundaki çizgileri belirginlestirmis ve bu alanla ilgili prensipler getirmistir.
            Imam Humeynî’nin “abdest almanın ayrıntılarında takiyyeye basvurularak
            baska bir mezhebe uyulabilir” ifadesinde zikredilen takiyye, Ali Seriatî’nin de dikkat
            çektigi Müslümanlar arasında uygulanması gereken tevhid takiyyesi olabilir.
            Islâm toplumu içinde daha çok Si’a’nın teskil ettigi bir kesim, tarihi seyir
            içerisinde hayatın her safhasında taraftarlarının dısındakilerden gelebilecek mutlak veya
            muhtemel bir tehlike anında takiyye’yi, uygulanması gereken bir zorunluluk (azîmet)
            olarak görmüs ve bu prensibi hem dini hem de siyasî alana alabildigince tesmil
            etmistir.74 Bu kesim, Islâm tarihi boyunca muhalefette kalma, devamlı baskı altında
            tutulma; can, mal ve inanç emniyetinden mahrum bırakılma gibi sebepleri buna gerekçe
            olarak göstermislerdir.75
            Ister ruhsat ister azîmet olarak alınsın takiyye’nin kabulünün gerisinde korku
            ve baskı vardır. Bu bakımdan hemen her insan ve cemiyet, güçlü baskılar karsısında
            varlıgını sürdürebilmek için inancını gizlemek durumunda kalınca, bunu yapmıstır.

            Yorum


              #7
              Ynt: TAKİYYE NEDİR ? NE DEĞİLDİR?

              VI.IMAMIYYE DISINDAKI MEZHEPLERDE TAKIYYE

              1.Haricîlerde Takiyye

              Haricîler, Sıffin’de Hz. Ali ile Muaviye arasında geçen zorlu savas sırasında
              ortaya çıkmıslardır. Bilindigi gibi Hakem olayı Hz. Ali’nin azli ve Muaviyenin yerinde
              bırakılması ile sonuçlandı. Ilginçtir ki hakeme gitmesi için onu zorlayan ve hakemi dahi
              ona bizzat seçtiren bu grup, daha sonra hakeme gitmeyi büyük bir suç olarak kabul
              etmisler ve Hz. Ali’den isledigi suçtan ötürü tevbe etmesini talep etmislerdir. Islam
              fırkaları arasında, mezhebini en çok savunan, görüslerine en siddetli baglılıgı gösteren,
              en fazla dindarlık yapan, en atılgan ve gözü pek grup, bu gruptur.76
              Islamî topluluklar içinde en gözüpekleri oldukları halde, dönemin baskıcı
              sartları, Hâricîleri bile, takiyye’yi uygulamaya zorlamıstır. Onlar Hz. Ali karsısında
              Nehrevan’da yenilince tükenmekten kurtulmak, hayatlarını korumak, güçlenmek,
              sayılarını artırmak için beklediler. Nâfi b. el-Ezrak (65/694)’ın hurûcuna kadar açıktan
              hareket etmediler. Nâfi, hurûc hareketine taraftarlarının tamamının katılmasını
              saglamak için, harbe gitmeyip oturanları (kaade) tekfîr ediyordu. Kader arkadası Necdet
              (69/698) ise, takiyye’yi caiz görüyor ve kaadeyi tekfîr etmiyordu. 77
              Sehristanî (v.548/1153), Haricîlerin hangi noktalarda ihtilaf ettiklerini ve
              delillerini söyle özetlemektedir: “Bu ikisinin ihtilaflarının sebebi sudur; Nâfi takiyye
              helal degildir, kıtalden ictinab edip oturmak küfürdür, diyordu. Bu görüsüne “…onlara
              savas farz kılındıgında içlerinden bir takımı hemen, insanlardan, Allah’tan korkar gibi,
              hatta daha çok korkarlar…”78 ayeti ile “…..Allah yolunda cihad eden, yerenin
              yermesinden korkmayan bir millet getirir.”79 ayetini delil olarak getiriyordu.
              Haricîlerin bir diger kolu Necedât (Necde b. Âmir el-Hanefi’nin tabîleridir),
              onun bu görüsüne karsı takiyye hem kavlen hem de fiilen caizdir, diyor ve “Mü’minler
              mü’minleri bırakıp kafirleri dost edinmesinler; kim böyle yaparsa Allah katında bir
              degeri yoktur, ancak, onlardan sakınmanız hali müstesnâdır. Allah sizi kendisiyle
              korkutur, dönüs Allah’adır.”80 ayeti ve “Firavun ailesinden olup da, inandıgını gizleyen
              bir adam dedi ki: Rabbim Allah’tır diyen bir adamı mı öldüreceksiniz?..”81 ayetini karsı
              delil olarak ileri sürüyordu. Yine o (Necdet) harbe katılmayarak bir kenarda durmak
              (kuûd) caizdir. Eger imkan bulabilmisse cihada katılması daha faziletlidir. Nitekim
              Allah Tealâ “…Allah can ve mallarıyla cihad edenleri, mertebece oturanlardan üstün
              kılmıstır. Allah hepsine de cenneti va’detmistir. Ama Allah, cihad edenleri oturanlara,büyük ecirler, dereceler, magfiret ve rahmetle üstün kılmıstır…”82 buyurmaktadır,
              diyordu. Nafi ise bu görüse “Bu (ayette bildirilen hüküm) Peygamber (s.a.v.)’in
              arkadasları hakkında geçerlidir. Çünkü onlar baskıya maruz idiler ve zayıftılar. Onların
              dısındakiler için ise imkân bulundugu halde cihada katılmayarak oturmak ‘…Allah’a ve
              Peygamberine yalan söyleyenler ise, özür bile beyan etmeksizin geri kaldılar. (harbe
              katılmadılar)’83 ayetinin açık hükmüne göre küfürdür.”84 diyordu.
              Sehristanî’den nakledilen bu pasajda her ne kadar iki haricî liderinin takiyye
              hakkında farklı görüslere sahip olmaları, tamamen Kur’an ayetlerinden mülhem gibi
              gözüküyorsa da aslında siyasî sartların onları bu anlayısa sevkettigi bilinmektedir. Daha
              sonraki haricî fırkalarında takiyye ile ilgili münakasalar devam etmis, “darü’t-takiyye”,
              “darü’l-aleniyye” gibi tabirler ortaya çıkmıstır.85
              Görüldügü gibi ilk haricî fırkalarında bile takiyyeden söz edilmis olması Dr.
              Seybî’yi, takiyye tabirini ilk kullananlar da bu anlayısı ilk benimseyenler de
              Haricîlerdir, hükmüne götürdügü anlasılmaktadır.86

              Yorum


                #8
                Ynt: TAKİYYE NEDİR ? NE DEĞİLDİR?

                2. Zeydiyye’de Takiyye

                Bunlar imamları nübüvvet
                derecesine yükseltmemisler, Hz. Peygamberin ashabından kimseyi tekfir etmemisler,
                özellikle de Hz. Ali’nin kendilerine biat ettigi ve imamlıklarını kabul ettigi sahabilere
                saygı göstermislerdir. Bu grubun lideri Zeyd bin Ali Zeyne’l Âbidin’dir. Kûfe’de Hisam
                b. Abdülmelik’e karsı baslattıgı kıyamda öldürülmüs ve asılmıstır.87
                Ancak Tevvabûn hareketini, Hz. Hüseyin’in sehadeti sırasında gerçek
                niyetlerin ortaya konmayıp takiyye uygulamak suretiyle hareketsiz kalmanın açık bir
                aksülameli olarak gören ve Siîler arasında o baskılı günlerde takiyye’nin
                uygulanmaması gerektigi görüsünde olan olmadıgı için konu münakasa edilmemistir, kanaatini tasıyan ilim adamlarına göre; Zeyd b. Ali’nin (v.122/740) isyanında
                taraftarlarını açıktan cidâle tesvik için takiyye’nin caiz olmadıgı ilk defa gündeme
                getirilmistir. Dikkat edilirse Nâfi’nin isyanında da taraftarlarının topyekûn kendisine
                katılmasını saglamak için takiyye caiz görülmemisti. Benzer hadisede benzer hüküm.
                Bütün bunlar, ilim adamlarını su neticeye ulastırmıstır: “Takiyye’ye ilk basvuran ve ona
                ilk yaklasan fırka Haricîler degildir.”88
                Imam Zeyd’in tıpkı Haricî lider Nafî b. el-Ezrâk gibi fiili idareye baskaldırmıs
                ve takiyye ile ameli caiz görmemistir. Hatta O’nun Imâmiyye ve Ismâiliyye imamlarını
                takiyyeyi benimseyip, ona tesvik ettikleri için tenkit ettigi ve onları korkaklıkla
                suçladıgı belirtilmistir.89
                Zeydiyye’nin, Imamiyye gibi takiyye konusunda itham edilmedigi, onların
                takiyyeye basvurmayıp inandıkları prensipleri kimseden korkmadan açıkça ortaya
                koydukları nakledilmistir. Fakat bu sebepten düsmanları tarafından sayısız fikri taarruza
                ugramıslar ve hiçbir zaman Imâmiyye Sîa’sının su an sahip oldugu gibi müstakil devlet
                kuramamıslardır.90

                Yorum


                  #9
                  Ynt: TAKİYYE NEDİR ? NE DEĞİLDİR?

                  3. Ismailiyye’de Takiyye

                  Ca'fer es-Sadık'ın imamet devresinde, önceleri oglu Ismail'in kendisine halef
                  olacagını kesin olarak belirtmisken daha sonra bazı sebeplerle onu halifelikten çekti.
                  Ismail babasının saglıgında vefat etti. 148/765 yılında, Ca'fer es-Sadık'ın ölümü üzerine,
                  Ismail'in taraftarları onun adına oglu Muhammed b. Ismail'e bey'at ettiler. Böylece Sîa
                  bünyesinde Ismailiyye adı ile anılan yeni bir fırka ortaya çıkmıs oldu. Asırı bir Siî
                  mezhebi olan Ismailiyye kurulusundan itibaren bir buçuk asır süre ile gizli imamlar ve
                  dâiler tarafından idâre edildi.91
                  Basra, Kûfe, Iran, Yemen, Bahreyn ve Kuzey Afrika'ya gönderilen dâiler,
                  mezhebi yaymak için büyük çaba gösterdiler. Ali b. el-Fadl ve Ibn Havseb, Yemen'de Ebu Said el-Cennâbî ve oglu Ebu Tahir el-Cennâbî Bahreyn'de, Ebu Abdulah es-Siî ise
                  Kuzey Afrika'da devlet kurmaya muvaffak oldular. III/IX. asrın sonuna dogru
                  Suriye'nin Selemiyye sehrinden Kuzey Afrika'ya intikal ederek burada mehdiligini ilan
                  eden Ismailî imamı Ubeydullah 297 (909) yılında Fatimîler Devletini kurmayı basardı.
                  Kısa zamanda Mısır'ı ele geçiren Fatımîler, burada kurdukları müesseselerle yaklasık üç
                  asır süreyle mezheplerini yaymaya çalıstılar. Fatımî halifelerinden el-Mustansır'ın 487
                  (1094) yılında ölümü ile birlikte Ismailiyye, Nizâriyye ve Müsta'liyye diye iki büyük
                  kola ayrıldı. Dogu ve Batı Ismailiyyesi diyebilecegimiz bu iki koldan birincisi Iran'da
                  Hasan Sabbah'ın sahsında büyük bir himayeci bulmus, özellikle Kazvin yakınında basta
                  Alamut kalesi olmak üzere diger kalelerde yerlesen Nizarî fedaileri Islâm hükümdar ve
                  devletleri için daima bir korku unsuru olmuslardır. Ismailiyye'nin bu kolu 1254 yılında
                  Hülagu tarafından, Suriye Nizârleri ise 1273 yılında Sultan Baybars tarafından ortadan
                  kaldırılmıstır. Ismailiyye'nin Musta'liyye kolu ise kısa bir müddet Mısır'da hâkimiyetini
                  sürdürmüs, daha sonra birbirinden farklı kollara ayrılarak Yemen'e intikal etmistir.
                  Buradan Hindistan'a geçen Müsta'liler, günümüzde Davudler ve Süleymanîler olmak
                  üzere iki kısma bölünmüslerdir. Müsta'lî Ismailîleri Hindistan'da Bohra adıyla
                  anılmaktadırlar.92
                  Takiyyenin en asırı tarzda bir prensip olarak kabulünün Ismailiyye mezhebinde
                  oldugu ileri sürülmüstür. Ismailiyye, Gizlilik devrinde teskilatlarını fevkalâde disiplinli
                  bir sekilde yürütüp Fatımî Devletini kurduktan sonra takiyyeyi, Batınî Mezhebini bütün
                  müslümanlara yayabilmek ve bütün Islam dünyasına hakim olabilmek için vazgeçilmez
                  bir prensip olarak daha da gelistirdiler. Baslangıçta takiyye, can korkusundan, hayatta
                  kalabilmek endisesinden, tamamen insanî bir kaygı neticesinde mesru görülmüs ve
                  öylece ortaya çıkmıstı. Batınîler ise, siyasî iktidarlarını, mezheplerini her yere
                  yayabilmek için ihdas ettikleri besinci kol faaliyetlerinin dinî mesruiyetini takiyye
                  prensibi ile zihinlere yerlestirdikleri gözlemlenmektedir.93
                  Bu konuda o kadar asırı davrandılar ki, Gazali (505/1111) onlar hakkında
                  “mürted’in tevbesinin kabulü gereklidir. Bâtıniyye’nin ve zındıkların tevbesine gelince; onların hepsi takiyyeyi din olarak kabul ettigi, nifak çıkarmaya, gerçekten bir korku
                  hissettigi zaman inancının aksini ortaya koymaya inandıgı için bu konuda alimler
                  arasında ihtilaf vardır” hükmüne varmıstır.94

                  Yorum


                    #10
                    Ynt: TAKİYYE NEDİR ? NE DEĞİLDİR?

                    4. Ehl-i Sünnet’te Takiyye

                    Ehli sünnet’e göre; zaruret anında fiille degil ama dil ile takiyye yapmanın caiz
                    oldugu ve bu konuda ruhsat verildiginde icma vardır. Gazali, bir müslümanın canını
                    koruma söz konusu olursa bunu korumak için takiyye yapmasının vacip olduguna kail
                    olmustur.95 Ibni Hazm’ın da aynı görüste oldugu nakledilmistir.96
                    Takiyye’de baskasının canına, malına zarar vermemek ve yalancı sahitlik ile
                    ikinci kisileri yıpratmamak, iftira atmamak sartı kosulmustur. Ibni Abbas’ın da
                    “Takiyye dil ile olur elle degil” derken baskasına zarar vermemeyi kastettigi
                    anlasılmaktadır.97
                    Bu noktada Ehl-i Sünnet alimlerinin takiyye’ye yalnız dil ile olmak kaydı ile
                    izin verdiklerini, fiil ve amelle takiyye yapılmasının caiz olmadıgı konusunda hemfikir
                    olduklarını söylemek gerekir.
                    Imam-ı Serahsî: "Bir mü'minin ölüm ve iskenceden kurulmak için, oldugundan
                    baska türlü görünmesi ve davranmasına takiyye denir"98 hükmünü zikretmistir. Kur'ân-ı
                    Kerim'de: "Mü'minler, mü'minleri bırakıp kâfirleri dost edinmesinler; kim böyle yaparsa
                    Allah katında bir degeri yoktur, ancak onlardan sakınmanız müstesnadır..."99
                    buyurulmustur. Bu âyet-i kerimede geçen "ancak onlardan sakınmanız müstesnadır"
                    kısmını izah ederken Ebû Bekir el-Cessas; "hayatınızın veya bazı uzuvlarınızın imha
                    edilmesinden korkmanız halinde inanmayarak (kalben kötü görerek) onlara dost
                    görünmeniz müstesnadır."100 diye tefsir ettigi görülür. Hanefi fukahâsının bunun ikrah-ı
                    mülci ânında kullanılabilir bir ruhsat oldugunda müttefik oldugu anlasılmaktadır.
                    Tefsir-i Kurtubî'de: Imam Hasan el-Basrî'nin: "Müslümanlar için takiyye
                    ruhsatını kullanmak kıyamete kadar câizdir. Ancak bu ruhsatın kâfirlere müdahane
                    (dalkavukluk) ve sirin görünmek için kullanılması haram olur."101 dedigi kayıtlıdır.
                    Imam-ı Serahsî; takiyye'nin sadece kâfire karsı degil, ikrah-ı mülci ânında
                    zâlim yönetimlere de uygulanabilecegini beyan ettigi görülmektedir.102
                    Ehl-i Sünnet bilginlerince, takiyye’nin insanların arkasından gittikleri
                    peygamberler ve alimler için caiz olmadıgı ifade edilmistir. Nitekim Kur’an- Kerim’de
                    “Ey Resul! Rabbinden sana indirileni teblig et. Eger bunu yapmazsan onun elçiligini
                    yapmamıs olursun. Allah seni insanlardan koruyacaktır. Dogrusu Allah kafirler
                    topluluguna rehberlik etmez”103. Kuran-i Kerim'in yaratıldıgını varsayan (Halku’l-
                    Kur’ân) Mu'tezîli görüsün devlet eliyle zorla kabul ettirilmeye çalısıldıgı dönem, Islâm
                    mezhepleri tarihinde "mihne" olarak bilinmektedir. Basta Ahmed b. Hanbel (v.
                    241/855) olmak üzere, resmi düsünceye karsı çıkan pek çok Islâm âlimi, bu
                    tutumlarından dolayı mahkûm edilip iskenceye maruz kaldılar. Kendisini hapishanede
                    ziyaret eden amcası Ishak b. Hanbel ile aralarında su diyalog geçer;
                    “- Ebû Abdullah! (Ahmed ibni Hanbel) arkadasların seninle Allah arasında
                    olan hususta istenileni söylediler. Hapiste , zorlukta yalnız sen kaldın!.
                    -Amca! Alim takiyye tariki ile, cahil cehlinden ötürü (bu türlü) cevap verirse,
                    hakikat ne zaman ortaya çıkacak?!” Amcası der ki bu cevap üzerine ben sustum ve onu
                    ikna etmekten vazgeçtim.104
                    Muhammed Ebû Zehra su ifadelerinde alimler için takiyye’nin caiz
                    olamayacagını isabetli bir sekilde tespit etmistir: “Islam diyarında takiyye uygulamak,
                    islamî hükümlerin istikrar kazanmıs olmasından, farz olan ma’rufu emretmek ve
                    münkeri yasaklamak prensibi ile tenâkuz teskil eder. Hadis ve fetvada Ahmed’in
                    mevkiinde olan biri için, en siddetli iskencelere ugrasa bile, susmak dogru olmaz.
                    Rey’inde sebat etmesi gerekir. Takiyye arkasından gidilen imamlar için caiz olmaz.
                    Yoksa halkı yanıltabilirler. Çünkü halk imamların zahirine tâbî oldukları ve
                    derûnlarında gizlediklerini bilemedikleri için söyledikleri her seyin apaçık gerçekler
                    oldugunu düsünürler. 105demektedir.
                    Benzer düsünceyi Siî alimlerden Müfîd, “takiyyeyi tartısırken bunun alimler
                    için geçerli olmadıgını, ulemanın takiyye yapması durumunda hakikatin kaybolacagını
                    belirterek, takiyyenin ancak avam için geçerli olabilecegini açıklamıstır.106
                    Gerek sahsi korunma, gerek daha ulvi endiseleri sebebiyle içinde bulundukları
                    sartların zorlaması ile tarih boyunca bir çok alimin yazdıkları eserlerinde düsüncelerini
                    ya üstü kapalı ifade etmeye çalıstıkları veya hiç yazmamayı tercih ettikleri de bir
                    vâkıadır. Bunun en tipik örneklerinden birisi meshur Gazâli’dir. Bâtınîlerin korkunç ve
                    tahripkâr tehlikesi karsısında Abbâsî Halifesi Müstazhir’in mesrû halife oldugunu en
                    samimî tarzda müdafaa etmistir. Çünkü O, biliyordu ki Abbâsî Halifesi desteklenmezse
                    Fatimî Halifesi güçlenecekti. Abbâsî Halifesini desteklemek için yazdıgı meshur eseri
                    “Fedâihu’l-Bâtınıyye ve Fedâiletü’l-Muztazhıriyye”sinde imametin sartlarını ve
                    imamda bulunması gereken sıfatları sıralarken, Mustazhir’de bulunmayan bazı sıfatları
                    te’vil etmek zorunda kalmıstır. Mesela imamın müctehid seviyesinde alim olması sartını
                    O, imamın müracaat edebilecegi müctehidlerin bulunması seklinde yorumlamıstır. Yine
                    imamın, dini ve Müslümanları korumak için asker sevk ve idaresi ile harp ilminden
                    anlaması sartını da imamın emrinde bu islerden anlayan ehliyetli kisilerin bulunması
                    tarzında anlamıstır.107 Zamanımızda da aynı mülahazalarla ihtiyatlı davranan alimler
                    mevcuttur. Bu noktada inançların gizlenmesi anlamındaki takiyye ile ihtiyatlı ve tedbirli
                    davranmayı birbirine karıstırmamak lazım geldigi düsünülmektedir.
                    Görüldügü üzere, böyle bir baskı ve siddete maruz kalanların kullanmıs
                    oldukları ruhsatı tecviz etmeyen hiçbir mezhep yoktur. Çünkü bunların dayanakları,
                    Rasûlullah’ın (s.a.v) bizzat uygulamalarıdır.

                    Bu manada bir baskı ve tehlike karsısında inancın gizlenmesinde ayıplanacak
                    bir taraf olmadıgı açıktır ve esasen buna itiraz eden de yoktur. Si’a ile diger mezhepler
                    arasında bu konuda bir fark da yoktur. Ancak Sî’a’nın, takiyye’yi diger mezheplerden
                    farklı ve önemli bir prensip olarak alması, bir ruhsat olmaktan öte bir azimet olarak
                    telakki etmesi, muhalif mezhep mensupları ve bazı müstesriklerce kıyasıya tenkit
                    edilmistir. Bu özelliklerinden dolayı onlar yalancılıkla, secaat ve sahsiyetten
                    yoksunlukla itham edilmislerdir.108

                    Yorum


                      #11
                      Ynt: TAKİYYE NEDİR ? NE DEĞİLDİR?

                      IKINCI BÖLÜM

                      IMÂMIYYE’DE TAKIYYE KAVRAMI

                      I. IMÂMIYYE’DE TAKIYYE


                      Ebû’l Hasen el-Es’ari (v. 324/936), Si’a’yı üç ana kol olarak inceler ve
                      bunlardan birincisine, “Gâliye”, ikincisine “Râfıza”, üçüncüsü de “Zeydiyye” fırkası
                      adını vermektedir. Imam Es’arî’ye göre, bunlardan herbiri de kendi içlerinde birçok
                      fırkalara ayrılmıstır. Fakat hepsinin ortak yanı, Hz. Ali ve soyunun imâmetini iddia
                      etmeleridir. Imâmiyye bu kollar içinden “Rafıza”nın bir alt kolu olarak
                      degerlendirilir.109
                      Buna karsılık elimizde bulunan en meshur Mezhepler Tarihi kaynaklarından
                      birisi olan el-Fark beyne’l Fırâk adlı eserin sahibi Ebû Mansûr Abdülkâhir el-Bagdadî
                      (v. 429/1037) ise, Si’a’yı daha çok “Ravâfız” terimi ile ifade eder. Ona göre Hz. Ali’den
                      sonra bunlar dört fırkaya ayrılmıstır. Bu fırkalar; Zeydiyye, Keysaniyye, Imâmiyye ve
                      Gulattır. Bagdadi bu fırkaları anlatırken aralarında ne kadar çok ihtilaf olduguna
                      dikkatleri çekmeye çalısır.110
                      Si’a terimini kullanan Ebû’l-Feth Muhammed es-Sehristani (v. 548/1153) ise,
                      tanıma dikkat çekmekte ve onların Hz. Ali taraftarı olduklarını, imâmetin nass ve
                      vasiyete dayalı dini bir rukün oldugunu iddia ettiklerini söyleyerek sayılarını bese
                      çıkarmaktadır: Keysaniyye, Zeydiyye, Imâmiyye, Ismailiyye ve Galiyye.111
                      Imamî olmayan heresiografik (diger fırkaların Ehl-i Sünnet anlayısından ne
                      kadar uzak oldugunu anlatan) eserlerde, “isna-aseriyye” terimi, “Kat’iyye”nin
                      esanlamlısı olarak Abdülkâhir el-Bagdâdî tarafından kullanılır. Aynı sekilde Ebu’l
                      Muzaffer el-Isferayînî de (ö.471/1078) et-Tebsîr fi’d-dîn adlı eserinde bu terimi
                      kullanır. Bu ikisinden hiçbiri “isna-aseriyye” terimini bir bölüm baslıgı yapmamıstır.
                      Bunu gerçeklestiren ilk kisi, el-Milel ve’n-Nihal adlı eserinde Muhammed b.
                      Abdülkerim es-Sehristânî’dir. O’na göre “Isnaaseriyye”, hem (orijinal) Kat’iyye’ye hem
                      de onun alt gruplarına delalet eder.112
                      Imâmiyye (isnâaseriyye), Hz. Peygamber’in vefatından sonra, Ali b. Ebî Tâlib
                      (v. 40/661) ve sırasıyla iki oglu ile torunlarını Allâh’ın emri, Peygamber’in tayini ve
                      vasiyeti ile imam kabul eden ve böylece on iki imama uymayı dinin bir ruknü olarak
                      görenler bu isimle anılırlar. Günümüzde “Si’a” denince genellikle bu fırka anlasılır. On
                      iki imam kabul ettiklerinden dolayı “Isnâaseriyye” (onikiciler); imamlara inanmayı
                      imanın sartlarından biri olarak gördüklerinden dolayı “Imâmiyye”; itikat, ibadet ve
                      muamelatta Ca’fer es-Sâdık’ın görüslerine dayandıklarını belirttikleri için de
                      “Câferiyye” denmistir.113
                      Takiyye kavramı Müslümanlar arasında ilk olarak bazı Hâricî gruplar
                      tarafından kullanılmıs ise de bu düsünceyi bir inanç esası haline getirenler Siîlerdir.114
                      Imâmiyye Si’îliginde de takiyye çok önemli bir yer tutmaktadır. Si’a’nın ana grubunu
                      olusturan imâmiyye, bu konuda en genis kaynaga sahip olan Si’a fırkasıdır denebilir.
                      Takiyye sebebiyle kıyasıya elestirilere hedef olmasına, güvensizlikle suçlanmasına ve
                      görüslerinin temelsiz, islerinin aldatmaca oldugu ileri sürülmesine ragmen,115 Si’î
                      yazarlar, eserlerinde takiyyenin Islami bir kural oldugunu ısrarla savunmuslardır.116
                      Abdullah Feyyâz, Imâmiyye’ye göre takiyyenin, bir izin ve ruhsat oldugu için,
                      akaid konuları içinde yer almadıgını ve bu sebepten Imâmiyye Si’a’sının takiyyeyi
                      furû’u’d-dîn içinde mütalaa ettiklerini söyler.117 Ancak son derece açık ve kesin bir
                      sekilde takiyyenin vücubundan söz edilmekte ve ayrıca, “takiyye benim dinimdir;
                      takiyyesi olmayanın dini de yoktur” rivayetleri gerçek olarak kabul edilmekte iken,
                      konunun itikâdî meseleler118 arasında ele alınması daha makul görünmektedir.
                      Bazı çagdas arastırmacılara göre takiyye inancı Müslümanlar arasında ilk
                      olarak Muhammed b. el-Hanefiyye (v.81/700) tarafından savunulmustur.119 Muhammed
                      Bâkır ve sonra da Câfer Sadık’ın yolundan gidenler daha çok Râfızî diye nitelenmistir.
                      Muhammmed Bâkır ve çevresindekilerin pasiflik politikası, Siî topluluk içerisinde gizli
                      teskilatlanmayı ilk faaliyete geçirdigi söylenen Cafer es-Sadık tarafından devam
                      ettirilmistir. Sadık’ın bu gayretleri, babası Muhammed Bâkır’ın gündeme getirdigi
                      takiyye’yi daha ileri seviyede temeller üzerine oturtmus ve bir inanç esası haline
                      getirmistir. Ayrıca Muhammed Bâkır’dan önce hiçbir imamdan takiyye ile ilgili
                      herhangi bir rivayetin duyulmamıs olması, bu inancın ilk defa onunla birlikte tanınmaya
                      basladıgına bir delil sayılmıstır.120 Bu dönem, gerek Emevîler’in gerekse Abbasîler’in
                      Siîler’e karsı en yogun baskıyı uyguladıkları zamana tekabül etmektedir.
                      Her ne kadar bu tür tartısmalar yapılmıssa da, Ehl-i Sünnet ile Sîa arasındaki
                      temel ayrılık gerçekte ve baslangıçta ne itikâdî ne de fıkhîdir; aksine siyasîdir. Sayet
                      zamanla Sîa, siyasî anlayısını itikâdî bir temele oturtma yönüne gitmemis olsaydı büyük
                      bir ihtimalle, siyasî ayrılıklar iki kesim arasındaki farklılıgı derinlestirmeyecek, olsa
                      olsa siyasî alanda birbirlerini yanlıslayan düzeyde kalacaktı. Ancak Sîa’nın yönetimle
                      ilgili anlayıslarını, gelistirdikleri nazariyeler çerçevesinde önce itikâdî zemine
                      oturtması, sonra da dinin merkezine yerlestirmesi ayrılıgın itikâdî ve fıkhî alana
                      kaymasına yol açmıstır. Sîa’nın imâmeti ilâhî tayin anlayısına vardırmasıyla mesele
                      daha da tehlikeli bir karakter kazanmıs, nazariye geregi -sözde- ilâhî tayine ragmen
                      imâmet makamına geçen ilk üç halifenin hilafeti gayr-i mesrû, kendileri de gâsıp
                      sayılmıs, yine nass ortada iken ashabın Hz. Ali’ye biat etmemesi onlara ta’n edilmesine
                      hatta -yaygın olmamakla beraber- küfürle nitelendirilmesine yol açmıstır. Iste bu
                      imâmet nazariyesi çerçevesinde takiyye, bedâ, rec’at gibi farklı inanç ve telakkiler
                      dogmustur.121
                      Diger yandan Sîa’nın büyük alim ve imamları, taraftarlarına, dogru davranısı
                      telkin sadedinde bazı tavsiyelerde bulunmuslardır. Bu tavsiyeler zamanla “takiyye”
                      prensibinin iyice yerlesmesine sebep olmustur. Kuleynî’deki bir rivayet bu hususu
                      açıkça ortaya koymaktadır. Taraftarlarını kendilerine yapılan baskı, zulüm ve
                      taskınlıklarından ve fevrî hareketlerden sakındırıp sükûnetle, itidâle ve islâmî davranısa
                      tesvik eden Ca’fer es-Sâdık: “Bize leke getirecek bir is islemekten sakının. Çünkü kötü
                      çocuk yaptıgı isle babasını utandırır, ayıplatır. Alâkayı kestiginiz kimselerin
                      kötülüklerini ortaya çıkarıcı, onları yerici degil; övücü, ayıplarını örtücü olun.
                      Muhaliflerinizin cenaze namazlarına katılın. Onların hastalarını ziyaret edin.
                      Cenazelerinde hazır bulunun. Yapılacak her hayırda onları geçin. Çünkü siz hayır
                      yapmaya onlardan daha layıksınız. Vallahi bana göre Allah’a “hâb” ile yapılan
                      ibadetten daha sevimli bir sey yoktur. Râvî diyor ki: “Hab” nedir? dedim. “Takiyye”
                      diye cevap verdi.”122demektedir.
                      Yukarıda da deginildigi gibi takiyye de bedâ, ric’at ve mehdîlik anlayısı gibi
                      imâmet ile dogrudan irtibatlıdır. Masum olan imamın görünüsteki izah edilemeyen
                      davranısını takiyye ile açıklamak tatmin edici olmustur. Yoksa Hz. Ali’nin imâmetinin
                      amelî yönünü Hz. Ebû Bekir, Ömer ve Osman’a bırakmasını ve Hz. Hasan’ın idareyi
                      devredisini baska türlü izah, Imâmiyye’nin imâmet anlayısı açısından mümkün
                      görünmemektedir.123
                      Iste buna göre; imam, gerek kendisi gerek kendine uyanların zarara ugraması
                      söz konusu oldugunda takiyye yapabilir. Bu durumda bile, imamı tanımak ve ona itaat
                      etmek farzdır. Nitekim Ebû Abdillah Cafer es-Sâdık (148/765) söyle der: “Biz, Allah’ın
                      itâatı farz kıldıgı kimseleriz. Ancak bizi tanıyanlar kurtulusa erer. Bizi tanımayanlar
                      mazur degildir. Bizim imâmetimize inanan mü’min, inkar eden ise kâfirdir. Bizi
                      tanımayan, ama inkar da etmeyen kimse, Allah’ın bize edilmesini farz kıldıgı itâati
                      yerine getirip hidayete kavusuncaya kadar delâlettedir.”124
                      Imâmiyye’ye göre inancı gizleme, Si’îligi saklama ve Sünnî çevrelerde Sünnî
                      gibi görünme anlamına gelen takiyye, aslında sadece Si’îler üzerinde baskıların
                      yogunlasıp can ve mal korkusu söz konusu oldugu zaman basvurabilecek bir prensip
                      olarak kabul edilmesine ragmen, onların takiyyeyi bir politika ve manevra aracı olarak
                      da kullandıkları bilinmektedir.125 Öyle ki, ileri sürdükleri herhangi bir görüsün aksinin
                      ispat edilmesi karsısında, asıl kanaatin gizlendigini ve takiyye yapıldıgını
                      söylemektedirler.126 Böyle olunca da Imâmiyye’nin nerede gerçegi izhar edip nerede
                      takiyye yaptıklarını tespit etmek hemen hemen imkansızlasmaktadır.127
                      Bunun yanında,“Takiyye mü’minle müsrikler arasında olur, müslümanla
                      müslüman arasında olmaz. Müslümanın müslümandan takiyyesine kesin olarak yol
                      aranmaz” diyen Serif er-Radiyy (406/1015) gibi alimlerin de bulundugunu zikretmemiz
                      gerekir. Yine Serif er-Radiyy’ye göre: “takiyye bir ruhsattır, efdal olan bu ruhsatın
                      kullanılmamasıdır. Kisinin ölünceye kadar Islam’da sebat etmesi, ruhsatı kullanarak
                      Islam’dan çıkmak suretiyle kurtulmasından daha faziletlidir.” Ayrıca Serif, takiyye’nin
                      amel ile olmayacagını, ancak dille söylemekten ibaret olacagını hatırlatmayı da
                      unutmaz.128
                      Tarih boyunca Sîa’nın kendi içinde takiyye konusunda farklı anlayısların
                      mevcut oldugunu hatırlatarak muhasım fırka mensuplarının takiyye ile ilgili
                      hücumlarında bütün Siîleri aynı kefeye koymanın uygun olmadıgı kanaatindeyiz.
                      Nitekim çagdas yazarlardan Abbas Ali el-Musevî bu konudaki haksız hücumları dile
                      getirirken takiyye’nin dinin fer’î meselelerinden olduguna bilhassa dikkat
                      çekmektedir.129
                      Çagdas Si’î tezahürler çerçevesinde “takiyye” kavramı bazı Si’î alimler
                      tarafından ele alınmıs ve “takiyye”nin dogru amaçları açıklanmaya çalısılmıstır. Ali
                      Seriati’nin bu konudaki tespitleri, bir Si’î alimin gözüyle130 “takiyye” gerçeginin
                      ifadesidir: “Si’a’da imâmet, adalet, takiyye, nefsi arındırma, takva, ibadet ve sefaat vardır. Bu ilkeler, daha çok bireysel, ahlaki ve ruhsal boyutlara sahiptir. Bu nedenle
                      onları daha rahat tahrif edebilir ve degistirebilirler. Nitekim bunu basardılar da. Yani
                      ilkeyi kaldırmadan anlamını degistirip bozdular. Halkı da onların aracılıgıyla toplumsal
                      hayatın sorunlarına sahip çıkmaktan, sosyal sorumlulugu yerine getirmekten, talihsizlik
                      ve mutsuzluk nedenlerini düsünmekten, geri kalmıslık faktörlerini, ayrıcalıklı insanların
                      varlıgını irdelemekten vazgeçirdiler. Takiyye ve taklid adına halkı sustururken, ibadet
                      ve tezkiye bahanesiyle kendilerine itaatkâr kıldılar.”131demektedir.
                      Çagımız Siî yazarlarından Abdülbâkıy Gölpınarlı ise, takiyye konusunda çok
                      siddetli saldırılara ugrayan Sîa’nın bu konudaki görüsünün iyi anlasılmadıgını ispatlama
                      gayreti içindedir. Bununla beraber diger Siî müelliflere göre çok daha mûnistir ve
                      hemen hemen Ehl-i Sünnet’in görüslerinin aynını benimsemistir.132 O bu görüsünü
                      desteklemek için, Sîa’nın gerekli hallerde nasıl takiyye uygulamadıgını, delilleriyle
                      sıralamakta, sonunda da su hükme varmaktadır: “Takiyye, dine, imana zarar verecek
                      yerlerde, hatta böyle bir ihtimalin bulundugu zaman, Islamın bagımsızlıgına,
                      Müslümanların özgürlügüne zarar vermesi ihtimali göz önüne alınarak terk edilir; aksi
                      halde din ve iman düsmanlarına yardım etmek, zulme, kahra boyun egerek, zalimin
                      zulmüne razı olarak onlara katılmak mahiyetini alır ki bu , küfre dek varan bir seydir.
                      Cenabı Peygamber, hiçbir vakit böyle bir harekette bulunmamıslar, hatta bu çesit
                      hareketi kınamıslar, yapılmamasını buyurmuslardır. Eimme-i Hüdâ da (oniki imam)
                      böyle bir zilleti hos görmemislerdir.”133
                      Günümüz Câferî alimlerinden Mûsa el-Mûsevî de takiyye’ye siddetle karsı
                      çıkar ve takiyye’yi imamlara nispet etmenin büyük bir hata oldugunu söyler.
                      “Rasûlullah mı takiyye yaptı? Hz. Ali mi, safındaki kuvvetli olanlara karsı çıkarak
                      Muaviye ile sulh yapan Hz. Hasan mı? Kendisinin , taraftarlarının ve çocuklarının sehid
                      olacagını bile bile Yezid’e karsı çıkan Hz. Hüseyin mi, tavaf ederken halife Abdülmelik
                      b. Mervan’a hiç ehemmiyet vermeyen, dualarında Emevî hilafetine lanet okuyan Imam
                      Seccâd mı? Ehl-i Beyt fıkhını ögretmekten çekinmeyen Muhammed Bâkır ve Câfer-i Sâdık mı takiyye yaptı? Ebû Bekir’in torunu olmakla övündügünü söylerken Câfer-i
                      Sâdık mı takiyye yaptı?134” diye de sorar.Mûsa el-Mûsevî’ye göre, diger imamlar da takiyye yapmamıslardı. Mûsa b.
                      Câfer’in Harun Resid’e muhalefet ettigi için birkaç yıl hapiste kaldıgını nazara verir.
                      Imam Rıza ve Imam Cevad’ın Imam Ali ve Imam Hasan Askerî’nin de takiyye
                      yapmadıgına dikkat çeken Mûsevî, takiyyeyi Si’a’nın afyonu olarak görür. “Takiyye
                      benim ve babalarımın dinidir” sözünün Imam Câfer’e ait olmayıp bunun o imama karsı
                      iftira ve yalandan baska bir sey olmadıgını da söyler.135

                      Yorum


                        #12
                        Ynt: TAKİYYE NEDİR ? NE DEĞİLDİR?

                        II. IMÂMIYYE’DE TAKIYYENIN DOGUSU VE YERLESMESI

                        Genel olarak Islam Mezheplerinin, takiyyenin kaynagına Kitap ve Sünnetten
                        çesitli deliller buldukları tespit edilmisti.136 Ancak burada su da belirtilmelidir ki, Hz.
                        Peygamber döneminde Ammar olayında görüldügü gibi “tuqah” tarzındaki bir korunma
                        ile Hicrî I. asırdan itibaren baskı altında kaldıklarını ileri süren çesitli mezhep veya fırka
                        mensuplarının kabul ettigi takiyye’nin birbirinden oldukça farklı oldugu
                        gözlemlenmektedir.137 Nitekim baslangıçtaki korunma; iskence ve ölümden kurtulmak
                        için müsriklerin isteklerini görünüste kabul etmek138 seklinde iken, Hicrî I. asrın
                        sonlarından itibaren mezheplerin tesekkülü ile birlikte takiyye’nin tamamen baska bir
                        anlam kazandıgı; ayrı bir siyasî olusumun güçlenmesi için fikrin, kanaat ve görüsün
                        gizlenmesi veya teskilatlanmada açıktan hareket etmeme anlamında kullanılmaya
                        baslandıgı görülmektedir.139
                        Bazı arastırmacılara göre bu manada takiyye tabirini ilk kullanan ve caiz
                        olmadıgını ileri sürenler Hâricîlerin Ezârika fırkasıdır.140 Nâfi b. el-Ezrak (v. 65/694)
                        Emevî idaresine karsı bir isyan baslatmıs ve bu ayaklanmaya bütün taraftarlarının
                        katılmasını saglamak ve gizlenmelerini önlemek için gerek söz, gerekse hareketle
                        takiyye’nin kesin olarak caiz olmadıgını ilan etmisti.141
                        Daha sonraki devirlerde de Hâricî fırkaları arasında takiyye ile ilgili
                        tartısmaların devam etmesi, “dâru’t-takiyye” ve “dâru’l-aleniyye” gibi tabirlerin ilk
                        Hâricî fırkalarında söylenir olması, takiyyeyi ilk kullanan Islam fırkasının Hâricîler
                        oldugunun yegane delili olarak gösterilmistir.142
                        “Takiyye” anlayısının dogması ile öteden beri Si’îligin temelini olusturan ve
                        siyasî bir konu olan imâmetin birbiri ile ilintili oldugu daha önce zikredilmisti. Hz.
                        Peygamber’in vefatından sonra Ali b. Ebî Tâlib’in halifelige daha layık oldugu ileri
                        sürülerek diger halifeler reddedilmisti. Ilk imam olarak kabul edilen Hz. Ali’nin basına
                        gelen olaylar ve sonunda sehadeti, onları Ehl-i Beyt taraftarlıgında daha da ileri
                        götürmüstü. Hasan b. Ali’nin Muaviye ile anlasarak hilafetten çekilmesi ise Si’îleri
                        imamlık arayısında büyük bir hayal kırıklıgına ugratmıstı. Fakat Hüseyin b. Ali’nin
                        Yezid’e biat etmeyip Mekke’ye gitmesi onlar için yeni bir ümit ısıgı olmustu. Ileri gelen
                        Si’îler kendisine biat ettiklerini ve derhal Kûfe’ye gelmesi gerektigini bildiren
                        mektuplar gönderdiler. Bu söz üzerine, Hz. Hüseyin Kûfe’ye geldigi zaman umdugunu
                        bulamamıs ve Kerbelâ’da sehit edilmisti. Buna sebep olanlar Hüseyin’e ihanet
                        ettiklerinden dolayı pismanlık duyduklarını göstermek ve onun intikamını almak üzere
                        Tevvâbûn (tevbe edenler) hareketini baslatmıslardır.143
                        Si’îlik adına sonu hezimetle biten Tevvâbûn hareketi de diger baskaldırmalar
                        gibi siyasî yönden Emevîlere olan düsmanlıklardan kaynaklanmaktaydı. Nitekim Ali
                        taraftarları, Abbasî rejiminin iktidara gelisinde Emevîler aleyhine olmak üzere büyük
                        çapta yıkıcı bir rol oynamıslardı. Fakat Abbasî idaresi altında olusan isler, bir önceki
                        rejimdekine nispetle daha iyi gittigi söylenemez. Çünkü onlar da Si’îlere Emevîlerden
                        pek farklı muamele etmemislerdi.144
                        Emevîlerin, daha önce Ehl-i Beyt’e baglanan maasları kesmesi, Si’îlerin
                        sahitliklerini kabul etmemesi, Cuma günleri minberlerde hutbenin sonunda Hz. Ali ve
                        soyuna sövmeyi ibadet haline getirmeleri, onları sevdigini söyleyenleri hapsetmeleri,
                        mallarına el koyup evlerini atese vermeleri gibi agır baskılarına bir de Abbasîlerin Si’a
                        ehline eziyet ve iskence anlamına gelen, Necef’te bulunan Ali b. Ebî Tâlib’in ve daha
                        fazla hürmet gösterilen Kerbela’daki Hz. Hüseyin’in türbelerini yıkması eklenince,
                        bütün Si’îlerin hiç son bulmayacak olan kin ve nefretini siyasî idarenin üstüne
                        çekmesine sebep oldugu belirtilmektedir.145
                        Hz. Muaviye b. Ebî Süfyan’ın Hz. Ali ve Ehl-i Beyti ile bütün Si’îlerin
                        isimlerini “Maas Divanı”ndan sildirdikten sonra onları tenkil için emirler verisi ve bu
                        durumun Ubeydullah b. Ziyâd ile Haccâc b. Yusuf’un valilikleri sırasında, bir kimsenin
                        kendisine Si’î denilecek yerde “zındık” veya “kafir” denmesinden daha memnun olacak
                        kadar tahammül edilemez bir hal alısı neticesinde, kendini gizleme, oldugundan baska
                        türlü görünme veya dinin isteyip aradıgı bir takım icaplardan kendini muaf saymak
                        (takiyye) prensibinin Si’îler tarafından benimsenmesinin en önemli sebebi olarak
                        gösterilmistir.146
                        Ayrıca Sî’a’nın, Hicrî II. asrın ortalarından itibaren yabancı bilgi ve kültürlerin
                        de tesiri ile aklî hareketin gelismesini sagladıgı diger fırka ve gruplara paralel olarak
                        hatta onlardan önce kendi prensiplerini sistematize ettigi belirtilmistir. Bu cümleden
                        olarak Sünnîlerin basında bulunan halife gibi sadece dünyevî islerde hüküm sahibi degil
                        aynı zamanda ser’î sahada hüküm ve kural koyma yetkisine sahip olan ve asla hata
                        etmez (ismet) bir ögretici durumunda olan imama uymanın farz oldugu benimsenmistir.
                        Fakat bunu gerçeklestiremeyen ve daima muhalefette kalan Sî’a’nın kendi fikir ve
                        görüslerini açıkça ortaya koyma imkanını bulamadıgı görülmektedir. Bu durumda
                        muhtemelen hakimiyetleri altında yasamak zorunda kaldıkları devletlerin halifeleri ve
                        valileri iktidarda kaldıkları ve imkan nispetinde Si’îler üzerinde baskı kurdukları
                        müddetçe onları fiilî idareciler olarak kabul etmek suretiyle takiyye esasına uygun bir tarzda hareket edip kendilerini emniyete almayı ve benimsedikleri gizli imamla isbirligi
                        yapmayı ilke edindikleri belirtilmistir.147

                        Imamiyye’de takiyye anlayısının ortaya çıkıs sebeplerinden biri de,
                        imamlarından gelen aynı konuyla ilgili birbirine zıt farklı rivayetleri uyusturma çabası
                        oldugu ifade edilir. Önceleri Cafer Sadık’ın taraftarları arasında olup ta daha sonra
                        ayrılan Süleyman b. Cerîr “Râfizî imamların uydurdugu iki görüs sebebiyle taraftarları
                        onların yalanlarını ebediyen fark etmezler; birisi bedâ, digeri de takiyye’dir” der.
                        Süleyman b. Cerîr’e göre takiyye; taraftarlarının degisik zamanlarda imamlarına
                        sordukları sorulara farklı cevaplar almalarından kaynaklanmaktadır. Çünkü taraftarları
                        sorularına verilen cevapları kaydediyorlardı. Imamlar ise, soruların farklı zamanlarda
                        sorulması yüzünden verdikleri cevapları ezberleyememislerdi. Bu sebeple, bazı
                        konularla ilgili birbirine zıt farklı görüsler ortaya çıkmıstır. Çeliskilerin farkına varan
                        taraftarları da bu meseleleri tekrar imamlarına götürdüler ve cevaplardaki bu
                        tutarsızlıgın ve karısıklıgın sebebini sordular. Imamlar, onlara verdikleri cevaplarda,
                        takiyye icabı böyle davrandıklarını, faydalarına olan seyi kendilerinin daha iyi
                        bildiklerini iddia ettiler.148
                        Takiyye’nin, düsündüklerini egemen otoritenin yada Müslüman çogunlugun
                        önünde söylemekten çekinen herkesin uygulaması gereken ser’î bir ödev olarak
                        algılanmaya baslanması – muhaliflerinin “Rafızî”, erken dönem fırak kitaplarının ise
                        “Kat’iyye” olarak tanımladıgı – Siîlerin gizli faaliyetlerini artırmalarıyla aynı tarihlere
                        denk gelir.149 Bu dönem, aynı zamanda imametin nass ve vasiyetle olması gerektigi
                        seklindeki Siî inancın tesekkülünden hemen sonraya , yani hicrî III. asrın baslarına
                        tekabül etmektedir. Sia’nın söz konusu anlayıstan dolayı mevcut yönetimleri gayri
                        mesru veya gâsıp görme düsüncesi ve hakim toplumun idaresini kabul etmeden yasama
                        mecburiyeti onları gerçek niyetlerini gizlemeye itmis150gözükmektedir. Maglubiyet
                        psikolojisi içerisinde bulunan bu kitlenin özellikle imamet inancını temellendirme
                        yönündeki gayretleri, takiyye’ye basvurmalarını daha da tesvik etmistir.

                        Hicri V. yüzyılın baslarında orta asyadan gelen Türk boyları Büveyhîler
                        hanedanına son verdi. Iste bu dönem, Siîlik için özellikle Vezir Nizâmülkmülk’ün
                        öldürülmesine kadar bunaltıcı olmustur. Zira Siîlik Horasan camilerinde kötülenmis,
                        Sünnîlik yüceltilmistir. Bagdat’taki sert tutum yüzünden Ebû Ca’fer et-Tusî, Necef’e
                        kaçmak zorunda kalmıstır. Genelde bu dönem Siîlik için takiyye dönemi olarak
                        görülürse de Selçuklular’ın hakimiyetinden uzak kalan bölgelerde bazı güçlü sahsiyetler
                        de yetismistir.151
                        Böylece baskı altında tutulan bir azınlık durumundaki Si’îler, yerlesik düzene
                        karsı bazen ayaklanma suretiyle bazen de Ali soyundan gelen ve onlara gerçek velayetin
                        verildigi imama gösterdikleri baglılık geregince takiyye örtüsü altında ancak
                        dayanabildikleri ve direnislerini sürdürebildikleri sonucuna varılmıstır.152
                        Öte yandan takiyye anlayısının bilhassa Si’î halk arasında yerlesmesinde ve
                        müzmin bir hal almasında siyasî çalkantıların rolünün de unutulmaması gerekir.
                        Örnegin Sah Ismail’in siyasî gayesini gerçeklestirmek için giristigi hareket takiyye’yi
                        kullanarak olmustur ve bu, takiyye’nin Siî halk arasında daha da yaygın olarak
                        benimsenmesine sebep oldugu zikredilmistir. Buna mukabil Yavuz Sultan Selim’in
                        devletini korumak için giristigi tenkîl hareketi de yine Siîler arasında aynı hizmeti
                        görmüs ve takiyye’nin yaygın olarak benimsenmesine sebep oldugu ifade edilmistir.153
                        Gelip geçen iktidarların mezhep anlayıslarını istismar edip, siyasetlerine alet
                        etmeleri sürdükçe Sî’a üzerinde baskılar artarak devam etmis ve sonunda takiyye
                        anlayısının bilhassa cahil Si’î halk arasında “sövmeyi gizlemek” sekline dönüstügü
                        tespit edilmistir. Fakat gerçek bir idareci sıfatıyla onlarla aradaki kavga ve kırgınlıgı
                        giderecek bir tutum karsısında halkın her zaman samimi ve barıstan yana oldugu da
                        belirtilmistir.154
                        Binaenaleyh, yukarıdan beri anlatılan takiyye’nin ortaya çıkmasındaki en
                        büyük amilin, korku ve baskılar karsısında korunmaya yönelik duyguların yanında bu defa siyasî davranısların önemli âmillerden biri olarak karsımıza çıktıgını görüyoruz.
                        Esasen bu tatbikat, Fatımîler döneminde hep görülegelen olaylardandır. Bir taraftan
                        dâîlerin hareketi takiyye anlayısı ile takviye edilirken, diger taraftan bu yıkıcı unsurlara
                        karsı sert tedbirler alan Selçuklu hükümdarlarının davranıslarının da yine Siîler
                        tarafından takiyye’nin yaygınlastırılması için elverisli fırsatlar olarak degerlendirildigini
                        söylemek mümkündür.
                        Takiyye’nin ortaya çıkmasında her ne kadar bu tür konular etkili olmussa da
                        aslında bu düsüncenin temeli daha çok zamanın sartlarından kaynaklanmıs
                        gözükmektedir. Insan haklarına riayet edilmedigi, düsünce ve vicdan özgürlügünün
                        yeterince genis tutulmadıgı ve yasakların fazla oldugu toplumlarda takiyye ahlakı bir
                        siyaset haline gelir. Yasaklar nedeniyle gerçek inancını toplumla paylasamayan bireyler,
                        gerçek kimligini gizler ve kendinden istenilen ölçülerde davranır.
                        Siîlik, özellikle Islamın ilk asırlarında sürekli iktidar emelleri tasıyıp muhalif
                        kesimi temsil ettigi için ilk dönemden itibaren takip ve baskıya maruz kalmıstır. Bunun
                        sebep oldugu karamsarlık ve korku bu kitleleri büyük ölçüde yer altına itmis, onlar da
                        kendilerini koruma gayesiyle gerçek inançlarını saklamaya çalısmıslardır.155

                        Yorum


                          #13
                          Ynt: TAKİYYE NEDİR ? NE DEĞİLDİR?

                          III.TAKIYYE’NIN ÇESITLERI

                          Oldukça karısık bir yapıya sahip olan takiyye prensibinin Imâmiyye
                          Si’îligindeki konumunun tam tespit edilebilmesi için iki yönden ele alınması
                          gerekmektedir:

                          1. MÜCADELE (SAVASIM) TAKIYYESI

                          Müminin degil, imanın korunması için gizli mücadelenin özel kosullarına
                          uymak savasım takiyyesidir. Yani Si’a’nın düsünceye dayalı olarak faaliyet göstermesi,
                          toplumsal ve siyasal bir savasımda bulunması ama kendini belli etmemesi, fitne
                          nedeniyle hilafet odagı karsısında ortaya çıkmaması, bos yere kayba ugramaması, kendi
                          örgütünü, gücünü ve canını tehlikeye atmamasıdır. Bu durumda takiyye, hilafet
                          karsısında güç odaklarını koruma, mücadelenin sürmesi için düsman karsısında bozguna ugramama yolunda bir güvencedir. Hz. Peygamber’in ilk üç yılda takiyye ile hareket
                          ettigi belirtilmis ve Emevî-Abbasî rejimlerinde imamların hayatı buna örnek olarak
                          gösterilmistir.156
                          Ali Seriatî, “Ve Cevap Veriyorum” isimli eserinde bu tür takiyye ile ilgili
                          görüsünü söyle nazara verir; “Takiyyeye inanırım. Inandıgım takiyye, korku nedeniyle
                          degil de imanı korumak gayesiyle olan bir sakınma ve inancı gizlemedir. Yoksa
                          sorumsuz ve aylak, issiz bir kimsenin korku sakınması olan takiyye degildir. Oysa, iman
                          yolunda, hakkın, adaletin ve imametin gerçeklesmesi ve zafere ulasması gayesiyle
                          tutumlarını gizliden gizliye sürdürerek düsmana karsı savasım verenlerin bu ugurda
                          takip ettikleri takiyyedir. Yani, gerek savas alanlarında sır saklama, gerekse Ehl-i
                          Sünnet kesimine mensup olan Müslümanların karsısında mezhebî bir kavgaya engel
                          olmak, fraksiyonel ve parçalanmıslık saplantılarına meydan vermemek için ve müsterek
                          düsmanların karsısında, Islamî bir sevgi ve birlik olusturmak gayesiyle Sia ekolünün
                          büyük Islam toplumu içindeki takiyyedir.”157
                          Bu durumu, Imâmiyye Si’a’sınca en muteber kaynaklarda açıkça görmek
                          mümkündür. Nitekim besinci imam olarak kabul edilen Muhammed b. Ali el-Bâkır (v.
                          114/732), Emevîler’in takibi altında veya idarenin manevi baskısından korunmak
                          amacıyla gayet net ve kesin bir ifadeyle, “Bizim takiyye hakkındaki inancımız sudur:
                          Takiyye vaciptir ve onu terk eden namazı terk edenle aynı durumdadır” dedigi
                          nakledilmistir.158 Yine aynı imamın, “Takiyyeden daha degerli ne vardır! Takiyye,
                          mü’minin cennetidir, eger basınızda adaletsiz ve zalim bir idare varsa onlarla zahiren
                          kaynasın, içinizden de onlara karsı çıkın.” dedigi de nakledilmistir.159
                          Ebû Abdillah künyeli altıncı imamları Ca’fer b. el-Bâkır’dan da su rivayet
                          edilir: “Takiyye benim ve atalarımın dinidir; takiyyesi olmayanın dini de yoktur,
                          Allah’a yemin olsun ki benim için yeryüzünde takiyyeden daha degerli hiçbir sey
                          yoktur, takiyye yapanı Allah yüceltir, takiyye yapmayanı ise, alçaltır. el-Kâim ortaya
                          çıkıncaya kadar takiyye yapmak vaciptir ve asla terki caiz degildir. Takiyyeyi el-
                          Kâim’in ortaya çıkısından önce terk eden kimse Yüce Allâh’ın dininden ve Imâmiyye
                          mezhebinden çıkmıs, Allâh’a, Rasûl’üne ve imamlara muhalefet etmis olur” seklindeki
                          sözleri konuya daha genis boyutlar katmaktadır.160
                          Yedinci imamları olan Musa b. Ca’fer, talebesi olan Ali b. Suveyd’e söyle
                          yazmıstır: “Bizim söyledigimiz veya bize nispet edilen bir sey duydugun zaman
                          hilafının dogru oldugunu bilsen de sakın hiçbir sey söyleme; çünkü sen, onu niçin
                          söyledigimizi ve hangi sebeple vaz’ ettigimizi bilemezsin. Sana bildirdigimize inan,
                          gizlemeni istedigimizi ise, ifsa etme.”161
                          Zamanla Si’a üzerindeki baskılar kalkıp kendi devletlerini kurduklarında, artık
                          bu tür takiyyeye ihtiyaç azaldıgı, öyle ki son devir Si’î alimlerin görüsleriyle Ehl-i
                          Sünnet’in görüsü neredeyse aynı noktaya geldigi tespit edilmistir. Allâme Nâsıruddîn
                          et-Tûsî’nin (v. 490/1069) “Takiyyeye ancak can korkusu ve dinde büyük bir fesada
                          sebep olacak durumlarda izin verilir, bunun dısında ise yasaklanır” dedigi
                          belirtilmistir.162
                          Tarihi akısı içinde nakledilmeye çalısılan bu tür takiyye, aslında Imâmiyye
                          Si’ası’nda, dostla bütünlesme ve muhaliflerle mücadele yolu olarak kabul edilir. Aynı
                          zamanda bir “amelî taktik” olup sartlara ve durumlara baglıdır. Bu yüzden dini
                          otoritenin emriyle kimi zaman yasaklanır ve haram kılınır. Nitekim Imam Humeynî,
                          “Takiyye su anda küfürdür. Onun bir kenara bırakılması ve zalim yöneticilere karsı
                          çıkılması gerekir.”163 demektedir.
                          Idari baskılar, zulüm ve iskence arttıkça kendilerini korumak için en faydalı bir
                          araç olarak bunu kullanmıslardır.Tarih boyunca bu tür takiyye, siyasî ortama göre
                          degiskenlik göstererek kullanılmıstır. Isnâaseriyye Siîligi, ilk defa Büveyhîler sayesinde
                          akidesini serbestçe yayma ve yazma imkanına sahip olmustur.164 Sii Safevî döneminde Si’a’nın idareye hakim olmasıyla bu nevi takiyye, önemini kaybetmis ve hatta
                          yasaklanmıstır.165

                          Yorum


                            #14
                            Ynt: TAKİYYE NEDİR ? NE DEĞİLDİR?

                            2. VAHDET (BIRLIK) TAKIYYESI

                            Büyük Islâm toplumunda Si’a’nın basvurdugu takiyye, kendine ait ihtilaflı
                            konuları açarak Islâm birliginde tefrikaya neden olmama amacını tasır. Öyleyse takiyye,
                            Si’a’nın kendi inancını korudugu, ama bunu Islâm toplumu içinde tefrikaya,
                            parçalanmaya ve düsmanlıklara meydan vermeyecek biçimde yaptıgı bir örtü oldugu
                            ileri sürülmüstür.166 Bu nedenle Ca’fer es-Sâdık’ın, “dogrusu mümine karsı riya ile
                            davranmak sirktir; evinde münafıga (Sünnî) karsı riyakar olmak ibadettir”167 dedigi
                            rivayet edilmistir.
                            Ayrıca Si’î alimler, ayrıcalık yapmamak için Mekke ve Medine’deki cemaat
                            imamının arkasında takiyye icabı namaz kılmanın mümkün oldugunu, çünkü
                            imamlarının Si’î olmayanlarla birlikte takiyye icabı birinci safta namaz kılan bir
                            kimsenin sanki Allâh Rasûlü ile ilk safta namaz kılan biri gibi oldugunu168 söylerler.
                            Ihtilaflı konulara dayanmak ve iç bünyede karısıklıga sebep olan durumları
                            gündeme getirmekten kaçınmak, aynı safta bulunanların muhalif görüslerine katlanmak,
                            birbirinin düsünce ve islerine saygı göstermek, düsman karsısında ortak hedeflerin ve
                            toplumun korunması için azınlıgın uyguladıgı takiyye’nin bu nevi takiyye kapsamına
                            girdigi belirtilmektedir.169 Ali b. Ebî Tâlib’in iç karısıklıklar karsısındaki tutumu buna
                            örnek gösterilirken, Ca’fer es-Sâdık’ın aynı amaçla Si’îlere, Si’î olmayanların
                            hastalarını ziyaret etmelerini, cenazelerinde bulunmalarını ve mescidlerinde namaz
                            kılmalarını söyledigi170 rivayet edilir.
                            Takiyye, ne bir gizli teskilatı amaçlayan inançtır, ne miskince bir boyun egis.
                            Takiyye, dini, dindasları, hatta fürûda ihtilaf olsa bile iman bakımından tevhide,
                            nübüvvete, meada (öldükten sonra dirilmeye) inanan Müslümanların vahdetini korumak
                            için mü’minin zorda kalınca kullanacagı bir kalkan oldugu171 da ifade edilmistir.
                            Imam Humeynî’nin “abdest almanın ayrıntılarında takiyyeye basvurularak
                            baska bir mezhebe uyulabilir” ifadesinde zikredilen takiyye, Ali Serîatî’nin de dikkat
                            çektigi Müslümanlar arasında uygulanması gereken tevhid takiyyesi olabilir.172
                            Aslında Islam birligini koruma gerekçesiyle yapıldıgı iddia edilen bu tür
                            takiyye, Imâmiyye Si’asına ters düsen bazı tarihi olayların haklı gösterilme aracı
                            durumunda oldugu da göz ardı edilmemelidir. Mesela, Ali b. Ebî Tâlib’in kendinden
                            önceki halifelere karsı tutumu, takiyye olarak yorumlanmıstır. Oysa ki, Imâmiyye’ye
                            göre; Allâh’ın emri, Peygamberin tayini ve vasiyeti ile mesru imam, hatadan korunmus
                            bir kimse, kendi hakkını istemeli, hakkını alanlara karsı susması ve açıkça imamlıgını
                            ilan edip bu ugurda savasmayıp uzun yıllar beklemesi açık bir zıtlık teskil etmektedir.
                            Imamların muhalif zümrelere takiyye uygulamaması, Imâmiyye’nin bu
                            konudaki görüsünü nakzetmektedir. Hz. Ali’nin Cemel ve Sıffin’de muhalifleriyle
                            savasması, oglu Hüseyin’in güçsüz olmasına ragmen Emevîlerle mücadele etmesi,
                            Musa Kâzım’ın Abbasiler’e muhalefet ederek senelerce Bagdat hapishanesinde kalması
                            Imâmiyye’nin izahta güçlük çektigi konulardır.173
                            Imâmiyye’nin, imâmet inancından kaynaklanan bu açmaz, ancak takiyye ile
                            asılarak bir çözüm yolu bulunabilmistir. Bunun yanında yine Hasan b. Ali’nin (v.
                            50/670) hilafetten vazgeçip Muaviye ile anlasması, Imâmiyye için ayrı bir problem
                            teskil etmektedir. Olaylar bu sekilde gelisince, Si’a yine problemini takiyye ile
                            çözümlemeye yönelmektedir.174
                            Ayrıca Si’a’yı takiyye yapmaya zorlayan sebepler arasında imamlardan aynı
                            konuda çeliskili birkaç rivayetin geldigi de unutulmamalıdır. Bu konuya temas eden
                            Rıza el-Muzaffer, çeliskili rivayetlerin takiyye icabı söylenmis sözler oldugunu belirtmektedir.175 Belki de bu sebeplerden dolayı takiyye, Si’a için rahmet sayılmıs,
                            takiyyesi olmayanın imanı da olmayacagı sık sık tekrarlanmıstır.176

                            Yorum


                              #15
                              Ynt: TAKİYYE NEDİR ? NE DEĞİLDİR?

                              IV. IMAMIYYE’YE GÖRE DINDE VE MEZHEPTE TAKIYYE’NIN HÜKMÜ

                              Bazı Siî alimler, Kur’an’ın sarahatinde görüslerini destekleyen ifadelerin
                              bulunmaması nedeniyle usûl’üd-dîn’i, usûl’üd-dîn ve usûl’ül-mezhep seklinde ikiye
                              ayırmıslardır. Daha çok son birkaç asırda yasayan alimlerce gelistirilen bu anlayıs, her
                              ne kadar bütün Siî alimlerince benimsenmis degilse de zaman zaman atıflara konu teskil
                              etmektedir.177
                              Seyh Müfîd, kendinden önceki ulemaya oranla takiyye konusunda daha esnek
                              bir yaklasım sergilemis; takiyye’nin sartlara baglı olarak farz veya vacip ve bazı
                              durumlarda da gereksiz oldugunu açıklamıstır.178
                              Takiyyenin hükmü, durum ve sartlara göre vâcip, müstehap, mübah, mekruh
                              yada haram olabilir.179
                              Imam Muhammed Bâkır’ın “canını korumak, kan dökülmesine engel olmak
                              için takiyye caizdir; kan dökülmesine sebep olacak hallerde takiyye olamaz” dedigi
                              nakledilmistir.180
                              “Takiyye” isimli müstakil eser telif eden Murtazâ el-Ensârî (H.1214-1282),
                              konuyu teklifî hükümler açısından degerlendirerek takiyye’nin bes hükmünün oldugunu
                              söyler181;Birincisi: fiilî bir müdahale sonucu olasacak zararın uzaklastırılması için
                              basvuralan takiyye ki bu vacip takiyye’dir. Ikincisi; düsmanların saldırısından kendini
                              koruma seklindeki takiyye’dir ki bu müstehap olan takiyye’dir. Bu tür takiyye’ye örnek olarak düsmanların memleketinde yasayıp da onlarla sosyal münasebete devam etmeyi
                              gerektiren takiyyedir. Bu tür takiyye’yi terk etmek hemen degil ama tedricî bir zararın
                              ortaya çıkmasına sebep olur. Üçüncüsü: Mübah olan takiyye’dir. Islenmesi veya terki
                              Sâri’ nazarında esittir. Dördüncüsü: Mekruh olan takiyye’dir. Burada takiyye’yi terk
                              edip azimetle amel edilmesi daha evladır. Zor durumda kalanın Islam kelimesini
                              yüceltip küfür kelimelerini teleffuzdan kaçınması gibi. Besincisi: haram olan takiyye’dir
                              ki, sonunda bir müslümanın canına, malına veya namusuna bir zarar gelecekse orada
                              takiyye yapmak haramdır.182
                              Kâsifü’l-Gıta da: “Her insanın en aziz seyi ve en aziz varlıgı olan hayatını
                              korumak için gerektiginde takiyye’ye basvurması zarurîdir. Seref için, hakkı korumak
                              için, bâtılı yok etmek için insanın tehlikeye atılması da gerekir, fakat böyle bir zaruret
                              bulunmadıgında nefsini korumak için gerçegi gizlemesi lazımdır. Nitekim Ammâr bin
                              Yâsir böyle yapmıstır. Takiyye ile amel, faydası yokken nefsini telef ettirmemek için
                              vâciptir. Nefsi korumaya hakkı takviyeye yaradıgında takiyye ruhsattır. Fakat batıl
                              revaç bulacaksa, halk sapıklıga düsecekse, zulüm devam edecekse, takiyye hiçbir zaman
                              caiz degildir. Böyle yerdeki takiyye kınanmalıdır.”183diyerek takiyyenin nerede vacip,
                              nerelerde caiz ve nerede de haram olduguna isaret etmektedir.
                              Ali Seraîtî de Ali Sîa’sında takiyyenin, bir “amelî taktik” olup kosullara ve
                              durumlara baglı oldugunu, bu yüzden rehberin teshisiyle kimi zaman
                              yasaklanabilecegini, hatta haram kılınabilecegini ifade eder.184
                              Çagdas siî alimlerden Gölpınarlı da “takiyye, dine imana zarar verecek
                              yerlerde, hatta böyle bir ihtimalin bulundugu zaman, Islâm’ın bagımsızlıgına,
                              Müslümanların özgürlügüne zarar vermesi ihtimali göz önüne alınarak terk edelir.”185
                              diyerek takiyyenin her zaman ve zeminde kullanılabilir bir ruhsat olmadıgına isaret
                              etmektedir. Her insan canına, malına yahut yakınlarına bir zarar geleceginden endise
                              ederse, tabiî olarak bu zararı gidermek için inancını gizlemek durumunda kalabilir. Iste
                              böyle bir zorunluluktan dogan takiyye’nin nerelerde farz nerelerde de haram oldugu
                              konusunda bilginler arasında ihtilaf olmustur.
                              Rıza el Muzaffer bu durumu söyle degerlendirir: “Takiyye'nin gerekli ve
                              gereksiz yerleri vardır ve her hususta, herhalde vacib degildir; hatta sırasında, gerçegi
                              belirtmek, dine yardım etmek, Allah yolunda savasmak gibi hallerde Takiyye'yi terk
                              etmek vacibdir; bu gibi hallerde mala-cana bakılmaz. Kanlarının dökülmesi haram olan
                              kisilerin öldürülmesi ihtimali, yahut batılı tervic, yahud da dinin esasının bozulması,
                              müslümanların sapıklıga sevki, zulüm ve cevrin açıkça icra edilmesi gibi hallerde, hasılı
                              temeli sarsan hususlarda takiyye haram olur.186

                              Yorum

                              YUKARI ÇIK
                              Çalışıyor...
                              X