Islam tarihi boyunca mezhepler arasında uzun uzadıya tartısılmıs ve ihtilaf
konusu olmus birçok mesele vardır. Bizim bu çalısmada ele alacagımız “takiyye”
konusu da bu meselelerden biridir. Taraflar, savundukları anlayıs istikametindeki
açıklamalarını en dogru hükümler olarak ileri sürmüslerdir. Ileride, yeri geldikçe
üzerinde durulacagı üzere, meselenin o günkü sartları, insanların alıskanlıkları ve
psikolojik tezahürleri açısından ele alınarak degerlendirilmesi yoluna pek
gidilememistir.
Itikadî-siyasî Islam ekolleri ele alınırken onların gelisim ve degisim süreçlerini
iyi anlayabilmek için, her ekolün dogdugu ve yerlesip gelistigi çevredeki, bilhassa siyasî
faktörler ve sartlardan baslamak suretiyle tarihî, ictimaî, cografî, kültürel ve iktisadî
sartları iyice tahlil etmek gerekmektedir. Eger “halife seçimi” problemi ve Hz.
Peygamber’in (s.a.v.) vefatından sonraki meseleler iyi bilinmez, hadiseler iyi
degerlendirilmez, Emevî Hanedanının Ehl-i Beyt’e ve kendilerinin tarafında olmayan
diger Müslümanlara karsı zulme varan baskıları ortaya konmazsa, bu zulme karsı
olusmus farklı çevrelerdeki muhalif hareketler ile Sîa ve onun ismi ile es anlamlı hale
gelmis olan imâmet, rec’at, bed’a, takiyye vb. görüslerin anlasılması güç olacaktır.
Öte yandan, bir mezhebin herhangi bir hususla ilgili görüsü incelenirken
haklılık ya da haksızlık gibi degerlendirmeler bir yana, o görüsün kendi sistemi
açısından hangi sorulara cevap ya da hangi problemlere çözüm olarak ortaya
konuldugunu arastırmak gerekecektir. Bu açıdan her bir itikadî fırkalasmanın kendi
olusum süreci içerisinde maruz kaldıgı degisikliklerin ve dönüsümlerin o mezhebin iç
dinamigi açısından ele alınması da bir zaruret olarak karsımıza çıkmaktadır.
Bütün bunlar muvacehesinde, dönemin sartlarına da bakmak gerekecektir. O
zamanın olaylarıyla ilgili rivayetler hakkındaki ilk yazılı vesikalar, olaylardan en erken
bir asır sonradır. Hülefâ-i Râsidîn devrinden sonra, bu müddet içerisinde Emevî Devleti
hükümranlıgını yitirip Abbâsîler isbasına geçmistir. Bu ise Arap tarihinde fevkalade
önemli olan bir soy degismesi, Ümeyye ve Hasim ogulları çekismesinin yeni bir
tezahürüdür. Bu bakımdan, tarihte bin yıldan fazla bir zaman önce cereyan etmis ve
sekillenmis olaylara yaklasırken, o olaylara karısan insanların tavırlarını, içinde
yasadıkları cemiyetin sartları ve alıskanlıklarını, gelenek ve göreneklerini göz önünde
bulundurmaksızın, sırf eldeki kuru vesikalara istinad ederek çözümlemeye veya
açıklamaya çalısmak, insanı küçümsenemeyecek yanlıslara düsürüp, birtakım faydasız
polemiklere sevkedebilir.
Takiyye, hemen her Islam mezhebinde su veya bu sekilde kabul edilmistir. Ilk
devirdeki fevkalâde asırı birkaç Haricî Hareketini ve her türlü tehlikeye ragmen inancını
açıklamaktan çekinmeyen sahsiyetleri istisnâ edersek, tarih boyunca da bu böyle kabul
ve tatbik edilmistir. Aralarındaki tartısmalar ise, takiyyenin gerçekte dini bir prensip
olup olmadıgı konusu ile sadece kavlen mi yoksa kavlin yanında fiilen de takiyye’nin
caiz olup olmadıgı konularında yogunlastıgı görülmektedir.
Takiyye ile irtibat kurulan ve özellikle Ehl-i Sünnet tarafından Sîa’ya
yöneltilen elestirilerin basında, bu anlayısın nifak olarak nitelendirilmesidir. Ancak
nifak ile takiyye arasında teknik açıdan bir fark oldugu da gözden kaçmamalıdır. Söyle
ki, inkarcılar, Müslümanları kandırmak için onlardan görünürlerse buna "münafıklık",1
Müslümanların kafirleri kandırmak için onlardan görünmesine "takiyye" denmistir2.
Takiyye zaruret sayılmıs ve sartları olustugunda kullanımına cevaz verilmistir. Nifak’ın
hiçbir durum karsısında müsamaha ile karsılandıgına rastlanılmamıstır.
Ayrıca bazı tasavvufi anlayıslarda “sırların ifsasından sakınmak” diye
özetleyebilecegimiz prensiplerin bulundugu bilinmektedir. Kültür ve bilgi seviyesi
yeterli olmayanlara kavranılması güç hususların aktarılmaması, baska bir deyisle
akademik seviyeli tartısmaların avamî bilgi sahipleri arasında yapılmaması elbette
zarurîdir ve bu husus sadece mutasavvifeye de ait degildir.3 Tasavvuf erbabının bu tür
uygulamalarını bizim islemeye çalısacagımız “inançların gizlenmesi” ile karıstırmamak
lazım geldigini düsünmekteyiz.
Can tehlikesi söz konusu oldugunda kisinin derûnundaki imanını, inancını
gizleyebilecegine ruhsat verildigi, hemen her mezhepte kabul edilmis bir vakıadır.4 Söz
konusu ruhsatın delili de Hz. Peygamber’in, Ammar b. Yâsir’in davranısını tasvip
etmesidir. Bu manada bir baskı ve tehlike karsısında inancın gizlenmesinde ayıplanacak
bir taraf olmadıgı açıktır ve esasen buna itiraz eden de yoktur. Si’a ile diger mezhepler
arasında bu konuda bir fark oldugu da söylenemez.
Elestirilen ve tenkit edilen husus, Si’a’nın, takiyyeyi diger mezheplerden farklı
ve önemli bir prensip olarak alması, bir ruhsat olmaktan öte bir azimet olarak telakki
etmesi hatta akide olarak kabul etmesidir.5 Sia bu ilkeyi zamanla ana ilkelerinden biri
haline getirerek, yalnız hayatın dogrudan dogruya ve açıkça tehlikeye düstügü
zamanlarda degil, genel olarak düsmanca tutumun görüldügü her yerde uygulama
yoluna gitmistir.
konusu olmus birçok mesele vardır. Bizim bu çalısmada ele alacagımız “takiyye”
konusu da bu meselelerden biridir. Taraflar, savundukları anlayıs istikametindeki
açıklamalarını en dogru hükümler olarak ileri sürmüslerdir. Ileride, yeri geldikçe
üzerinde durulacagı üzere, meselenin o günkü sartları, insanların alıskanlıkları ve
psikolojik tezahürleri açısından ele alınarak degerlendirilmesi yoluna pek
gidilememistir.
Itikadî-siyasî Islam ekolleri ele alınırken onların gelisim ve degisim süreçlerini
iyi anlayabilmek için, her ekolün dogdugu ve yerlesip gelistigi çevredeki, bilhassa siyasî
faktörler ve sartlardan baslamak suretiyle tarihî, ictimaî, cografî, kültürel ve iktisadî
sartları iyice tahlil etmek gerekmektedir. Eger “halife seçimi” problemi ve Hz.
Peygamber’in (s.a.v.) vefatından sonraki meseleler iyi bilinmez, hadiseler iyi
degerlendirilmez, Emevî Hanedanının Ehl-i Beyt’e ve kendilerinin tarafında olmayan
diger Müslümanlara karsı zulme varan baskıları ortaya konmazsa, bu zulme karsı
olusmus farklı çevrelerdeki muhalif hareketler ile Sîa ve onun ismi ile es anlamlı hale
gelmis olan imâmet, rec’at, bed’a, takiyye vb. görüslerin anlasılması güç olacaktır.
Öte yandan, bir mezhebin herhangi bir hususla ilgili görüsü incelenirken
haklılık ya da haksızlık gibi degerlendirmeler bir yana, o görüsün kendi sistemi
açısından hangi sorulara cevap ya da hangi problemlere çözüm olarak ortaya
konuldugunu arastırmak gerekecektir. Bu açıdan her bir itikadî fırkalasmanın kendi
olusum süreci içerisinde maruz kaldıgı degisikliklerin ve dönüsümlerin o mezhebin iç
dinamigi açısından ele alınması da bir zaruret olarak karsımıza çıkmaktadır.
Bütün bunlar muvacehesinde, dönemin sartlarına da bakmak gerekecektir. O
zamanın olaylarıyla ilgili rivayetler hakkındaki ilk yazılı vesikalar, olaylardan en erken
bir asır sonradır. Hülefâ-i Râsidîn devrinden sonra, bu müddet içerisinde Emevî Devleti
hükümranlıgını yitirip Abbâsîler isbasına geçmistir. Bu ise Arap tarihinde fevkalade
önemli olan bir soy degismesi, Ümeyye ve Hasim ogulları çekismesinin yeni bir
tezahürüdür. Bu bakımdan, tarihte bin yıldan fazla bir zaman önce cereyan etmis ve
sekillenmis olaylara yaklasırken, o olaylara karısan insanların tavırlarını, içinde
yasadıkları cemiyetin sartları ve alıskanlıklarını, gelenek ve göreneklerini göz önünde
bulundurmaksızın, sırf eldeki kuru vesikalara istinad ederek çözümlemeye veya
açıklamaya çalısmak, insanı küçümsenemeyecek yanlıslara düsürüp, birtakım faydasız
polemiklere sevkedebilir.
Takiyye, hemen her Islam mezhebinde su veya bu sekilde kabul edilmistir. Ilk
devirdeki fevkalâde asırı birkaç Haricî Hareketini ve her türlü tehlikeye ragmen inancını
açıklamaktan çekinmeyen sahsiyetleri istisnâ edersek, tarih boyunca da bu böyle kabul
ve tatbik edilmistir. Aralarındaki tartısmalar ise, takiyyenin gerçekte dini bir prensip
olup olmadıgı konusu ile sadece kavlen mi yoksa kavlin yanında fiilen de takiyye’nin
caiz olup olmadıgı konularında yogunlastıgı görülmektedir.
Takiyye ile irtibat kurulan ve özellikle Ehl-i Sünnet tarafından Sîa’ya
yöneltilen elestirilerin basında, bu anlayısın nifak olarak nitelendirilmesidir. Ancak
nifak ile takiyye arasında teknik açıdan bir fark oldugu da gözden kaçmamalıdır. Söyle
ki, inkarcılar, Müslümanları kandırmak için onlardan görünürlerse buna "münafıklık",1
Müslümanların kafirleri kandırmak için onlardan görünmesine "takiyye" denmistir2.
Takiyye zaruret sayılmıs ve sartları olustugunda kullanımına cevaz verilmistir. Nifak’ın
hiçbir durum karsısında müsamaha ile karsılandıgına rastlanılmamıstır.
Ayrıca bazı tasavvufi anlayıslarda “sırların ifsasından sakınmak” diye
özetleyebilecegimiz prensiplerin bulundugu bilinmektedir. Kültür ve bilgi seviyesi
yeterli olmayanlara kavranılması güç hususların aktarılmaması, baska bir deyisle
akademik seviyeli tartısmaların avamî bilgi sahipleri arasında yapılmaması elbette
zarurîdir ve bu husus sadece mutasavvifeye de ait degildir.3 Tasavvuf erbabının bu tür
uygulamalarını bizim islemeye çalısacagımız “inançların gizlenmesi” ile karıstırmamak
lazım geldigini düsünmekteyiz.
Can tehlikesi söz konusu oldugunda kisinin derûnundaki imanını, inancını
gizleyebilecegine ruhsat verildigi, hemen her mezhepte kabul edilmis bir vakıadır.4 Söz
konusu ruhsatın delili de Hz. Peygamber’in, Ammar b. Yâsir’in davranısını tasvip
etmesidir. Bu manada bir baskı ve tehlike karsısında inancın gizlenmesinde ayıplanacak
bir taraf olmadıgı açıktır ve esasen buna itiraz eden de yoktur. Si’a ile diger mezhepler
arasında bu konuda bir fark oldugu da söylenemez.
Elestirilen ve tenkit edilen husus, Si’a’nın, takiyyeyi diger mezheplerden farklı
ve önemli bir prensip olarak alması, bir ruhsat olmaktan öte bir azimet olarak telakki
etmesi hatta akide olarak kabul etmesidir.5 Sia bu ilkeyi zamanla ana ilkelerinden biri
haline getirerek, yalnız hayatın dogrudan dogruya ve açıkça tehlikeye düstügü
zamanlarda degil, genel olarak düsmanca tutumun görüldügü her yerde uygulama
yoluna gitmistir.
Yorum