Duyuru

Daraltma
Henüz duyuru yok.

ÜLKÜCÜ ŞEHİDİM

Daraltma
X
 
  • Filtre
  • Zaman
  • Göster
Hepsini Temizle
yeni gönderiler

    ÜLKÜCÜ ŞEHİDİM

    Mustafa Pehlivanoğlu

    Ankara'nın Balgat semtinde oturuyor olup 22 yaşındaydı. Ülkücülük suçundan ceza evine girmiş ve idam cezasına mahkum edilmişti. Mamak askeri Cezaevi'nde yatarken bir fırsatını bularak kaçmayı başardıysa da kısa bir müddet sonra tekrar yakalandı. 12 eylül cuntası tarafından, idam edilmesi için verilen emir, 7 Ekim 1980 tarihinde Ankara merkez kapalı Cezaevi'nde yerine getirildi ve sabahın erken saatlerinde asılmak suretiyle şehit edildi. Cenazesi, Ankara Karşıyaka Mezarlığına defnedildi
    ---------------------------------------------------------------------------

    MUSTAFA PEHLIVANOGLU'NUN IDAMINDAN ÖNCE ANASINA VE BABASINA YAZDIGI MEKTUP

    Sevgili annecigim ve babacıgım, sizler beni bu yasa kadar büyüttünüz ve yetistirdiniz. Benim sizlere karsı islemis oldugum hataları ve suçlarımı affedin. Hakkınızı helal edin. Ben sizlerin bir evladınız olarak, bugüne kadar Cenab-ı Hakkın ve Onun Resulünün, Yüce Peygamberimizin yolundan ayrılmadım. Alın yazımız böyle yazılmıs. Kader ne ise onu çekecegiz. Ben de kardesim Haydar gibi bir an önce Allah'ın huzuruna çıkacagım. Eger benim günahım varsa Cenab-ı Allah'ın huzurunda çekmeye hazırım. Yok, bir yanlıslık sonucu ölümüme karar verenler, idam edenler Allah'tan bulsunlar. Sunu hiç bir zaman unutmasınlar ki, Mustafa'lar ölür, Allah davası ölmez, milliyetçilik yasar. Kellemi verdigim bu yolun zaferi yakındır. Zafer her zaman Allah'a inananlarındır.
    Bunun için hiç üzülmeyin. Cenazemin arkasından aglamayın, günahtır. Sizden ricam aglamayın. Anne, sizlerle helallesmek isterdim, fakat olmadı. Hakkım varsa, hepinize helal olsun, siz de helal edin.
    Son olarak, abime, yengeme, yiyenime, bacıma selam eder, haklarını helal etmelerini dilerim. Nisanlıma da selam eder, Cenab-ı Allah'ın mutlu bir yuva kurması için ona yardımcı olmasını dilerim.
    Oglunuz Mustafa
    7 Ekim 1980

    #2
    Ynt: ÜLKÜCÜ ŞEHİDİM

    Ertuğrul Dursun Önkuzu

    '' İnsandan murad onlar, ölümü öldürenler;Ötenin ötesinde sonsuz hayat sürenler..." (Necip Fazıl KISAKÜREK)

    Tokat' ın Zile İlçesinde doğdu. Yüksek öğrenimini tamamlamak için "Ankara Erkek Teknik Yüksek Öğretmen" okuluna gitti. Fakat kızıllar bunu ona çok gördüler ve 23 Kasım 1970 yılında 22 yaşındayken onu şehit ettiler. Bu nasıl kindi Allah' ım, bu nasıl kin. "Dursun, kaldığı yurtta komünistlerin rahat vermemeleri üzerine eve çıkmaya karar verir. Bir ev bulur kendine, bir bodrum katı. Memleketine gidip kilim, yatak, sandalye, perde ve bir-kaç kap kacak alır ve Ankara' ya döner. O gün kilimini serer, yatağını koyar, tek odalı evinde tek penceresine perdesini asar ve evinin güzel olduğuna karar verir.
    O akşam Dursun pek sıkıntılı uyur, erkenden uyanır, tekrar uyuyamaz. Okula gidip ders çalışmaya karar verir. Ve evden çıkar, bir simit alır, yiye-yiye yürür.Tarih 23 Kasım 1970, saat 07.30. Dursun başı önünde simit yiyerek yürüyor. Bir an bir sesle irkiliyor Dursun, bakıyor ki arkadaşları Selahaddin ve Hasan. Sohbet ederek yürümeye devam ediyorlar. Fakat peşlerine takılan 10 kızıldan haberleri yok. Bir anda çevreleri sarılıyor. Üçünün de kollarına giriliyor ve ayrı yönlere doğru götürülüyorlar.
    Dursun' u da okulun 3. katına çıkarıyorlar. Dursun kapıdan içeri girmek istemiyor, fakat 5 kişiden biri Dursun' un sırtına bir tekme indirip odaya itiyor. İşte üç gün süren işkence başlıyor. Dursun' un kırılmadık kemiği, patlamadık yeri kalmıyor ve en sonunda ağzından ciğerlerine bisiklet pompasıyla hava verilerek ciğerleri de patlatılıyor ve okulun 3. katının penceresinden aşağıya atılıyor. Ruhun Şad, Mekanın Cennet Olsun Ey Ülkü Yiğidi.

    ŞEHİT ÖNKUZUYA...

    Önkuzu hey!.. Önkuzu!..
    Önde gider Önkuzu..
    Anası Dursun demiş..
    Durmaz.. gider Önkuzu..

    Kuzu yürür.. kuzu yürür..
    Önde Önkuzu yürür.
    Kuzular meledikçe
    Gönlümü sızı bürür!..
    Önkuzu hey!..Önkuzu..
    Önde gider Önkuzu..
    Bu bayrak düşmez yere..
    Ölmedikçe son kuzu!..

    Dursun adı.. Dursun adı..
    O gitti, Dursun adı..
    Dillerde türkü olsun,
    Yürekte vursun..

    Kuzular koç olacak,
    Toy, düğün, göç... olacak,
    Bu yıl ki kuzuların
    Adları ÖÇ olacak!!!

    .................................................. .......


    Bu "ebruli" vuslatın,
    Bu "vecd" muhabbetin,
    Bu "gizemli" gidişatın,
    Ulvi hikmeti Levhi Mahfuz'da;
    Şehadet..Şehadet..Şehadet..

    Kanlı "çiğerlerden";
    Ab-ı hayat suyu damlar,
    Toprağın "dudağına"...
    Ve ufuklarda "güneş" yerine,
    Tebessümlü "umutlar" doğar,
    Alp Erenler meclisinin,
    ÖN "safında" yer alan KUZUlar adına.

    Al şafaklı gök medreselerde,
    İlim tahsil edenler;
    Evrad eylemişler, Hamza'lı "vedaları"..
    Burası "Kufe" değil; Ankara!
    Adın Dursun,Yaşamın "Hüseyin"..

    Darb-ı esma'lı "nazarın",
    Bilal'ce "direnişin",
    Güzeller güzeli Sultan'ımıza (ona selam olsun),
    Tevazu "ahvalinle" ikram eylediğin;
    Şehadetin..Şehadetin..Şehadetin..

    Yorum


      #3
      Ynt: ÜLKÜCÜ ŞEHİDİM

      İDAM SEHPALARINDAN HAK'KA YÜRÜDÜLER...

      İzmir’de Şadırvanaltı Camii’nde müezzinlik yapan Kazım Hoca, düşünce ve duygularımın örtüştüğü bir ağabeyimdi. Bir gün kendisini ziyarete gittim. Kazım Hoca müezzin odasında bulunanlarla sohbet ediyordu. Muradiye Camii imamı Abdullah Hoca da oradaymış. Kazım Hoca orada bulunanlara beni tanıştırırken, Ülkücü olduğumu, cezaevinde yattığımı söyleyince, Abdullah Hoca da Halil ile Selçuk’un infazında imam olarak bulunduğunu söyledi. Bu ne güzel bir rastlantıydı Yarabbi...

      Bir müddet sonra, Abdullah Hoca bana, “Ne mutlu onlara. Allah’ın izniyle onlar şehittir... Her hareketlerine şahit oldum. Ruhlarını nasıl teslim ettiklerine şahit oldum. Tekbir getirerek, Kelime-i şahadet çekerek, ölüme yürüdüler...” dedi. Bir müddet nefeslendikten sonra, olayı başından itibaren anlatmaya başladı:

      “Daha önce de din görevlisi olarak idam edilen solcu gençlerin infazında bulunmuştum. Onlar infaz sırasında

      -Allah’a ve dine inanmıyoruz, deyip, telkinde bulunmamı kabul etmemişlerdi. Son arzuları sorulduğunda, kimi kahve, kimi sigara istemişti. Sehpaya giderken de slogan atmışlardı. Onlarda bizim insanlarımızdı. İnancı düşüncesi ne olursa olsun, cezayı hak etsin veya etmesin, gencecik insanların ölümünü seyretmek beni üzüyordu. Solcular, ahiret hayatına inanmıyorlardı ama inandıkları fikirler uğuruna hayatlarını feda ediyorlardı. Bu sebeple fikirlerini benimsemesem de, idealistliklerini taktir ediyordum. Onlar infaz edilirken

      -Bunların yerinde imanlı bir insan olsa, acaba nasıl davranır?, diye içimden geçirmiştim...

      Yine bir akşam, sivil memurlar ellerinde telsizlerle evime gelip,

      -Hocam, bir nikahımız var. Nikah kıymaya gelir misin?, dediler. Otomobillerine binip, Buca Cezaevi’nin önüne gelmiştik. Her taraf asker doluydu. Cezaevinin kapısından girince, infaz yapılacağını anladım. İnfaz heyetinin bulunduğu salona götürüldüm. Savcılar, hakimler, komutanlar, doktorlar, infaz görevlileri oradaydı. Orada bulunanların bir kısmı, heyecanlı bir telaş içindeyken, bir kısmı da üzüntülüydü.

      Bir müddet sonra, görevliler elleri arkadan kelepçeli olan iki genci getirdiler. Üzerilerinde ayak bileklerine kadar uzanan kolsuz beyaz bir giysi, başlarında beyaz namaz takkesi, ayaklarında beyaz çorap ve terlik vardı.

      -Selamün Aleyküm, diyerek içeri girmişlerdi. O an çok şaşırmıştım. Onları sanki çok eskiden beri tanıyordum...

      Orada bulunanların çoğu onlarla helallaştı. Hücrelerinde yazdıkları Vasiyet Mektuplarını İnfaz Savcılığı’na teslim ettiler. Heyet huzurunda doktor,

      -Sağlık şikayetiniz var mı?, diye sorduğunda ikisi de,

      -Elhamdülilah taş gibiyiz. Hiç bir şikayetimiz yok, demişti. Son arzuları sorulduğunda, ikisi de cenazelerinin ailelerine teslim edilmesini istemişti. Telkinde bulunmak için yanlarındayken bana çok saygılı davrandılar. Kendilerine,

      -Kardeşlerim, her insan bu dünyada farklı bir kaderi yaşamaktadır. Dünya bir imtihan koridorudur. Ölüm, ahret hayatına açılan bir kapıdır. Ne mutlu Allah’a iman ederek bu imtihanı tamamlayanlara, dediğimde gözlerine bakmıştım. Gözleri sevinçle parlıyordu.

      -Az sonra Allah’a kavuşacaksınız, dedim.

      -Biliyoruz Hocam, biliyoruz; dostlarımıza söyleyin, ölümümüze üzülmesinler, demişlerdi. İkişer rekat namaz kıldılar. Ellerini kaldırıp, son dualarını yaptıkları o anı unutamıyorum... Yüzleri o kadar nurlanmıştı ki...

      Az sonra görevlilerle infazın yapılacağı bahçeye çıktık. Bahçe projektörlerle aydınlatılmış, ortalık gündüz gibiydi. Sehpalar kurulmuş yağlı urgan parlıyordu. Ürpertici bir manzara vardı... Az sonra iki genç insanın dünyaları değişecekti. Bir an, kendimi onların yerine koydum... Altmışı geçmiş yaşımda, dünyadan alacağım fazla bir lezzet de kalmadığı halde, çok korkmuştum... Heyecandan elimin, ayağımın titrediğini hissediyordum. Böyle bir anda korkmadan, heyecanlanmadan normal olabilmek, kamil bir imana sahip olmayı gerektirirdi...

      İnfaza önce Selçuk’tan başlandı. Selçuk’un yaftası boynuna asılmıştı. Sehpaya yürümeden göz göze gelmiştik.

      -Allah’a gidiyorsun Selçuk!, demiştim. Tebessümle başını salladı... Tekbir getiriyordu. Sehpanın altındaki tabureye çıktı. Cellat, boynuna urganı geçirirken, Selçuk Cellat’a bir şeyler söyleyince Cellat, bir an durakladı. Selçuk, sürekli Kelime-i şahadet getiriyordu. Cellat, tabureye vurduğunda, Selçuk urganda asılı olarak bir sağa, bir sola sallanıp, kıbleye doğru boynu bükük bakar halde ruhunu teslim etti. Bir müddet asılı bekletildikten sonra, Savcı askerlerin de yardımıyla, Selçuk’un boynundan urganı çıkardı... Selçuk’u bir masaya yatırdılar. Gözleri bir başka aleme bakıyordu. Gözlerini kapatıp ona Yasin okudum... Daha sonra Halil’i getirdiler. Onun da boynuna yafta takılmıştı. Ona da,

      -Halil, Allah’a gidiyorsun, dedim. O da, tebessümle başını sallayarak,

      -Biliyorum Hocam!, diyerek karşılık verdi ve tekbir getirerek sehpaya yürüdü. Urgan boynuna geçirilirken o da, Cellat’a bir şeyler söyledi. Cellat, aynı tavrı göstermişti. Kelime-i şahadet getirirken Cellat, tabureyi ayağının altından çekti. Halil de, Selçuk gibi boynu bükük kıbleye bakar halde, ruhunu teslim etti. Halil’in de boğazından urganı Savcı çıkardıktan sonra, masaya yatırdılar. Halil’in de gözleri açıktı; sevinçle uzaklara bakıyordu… Gözlerini kapatıp, ona da Yasin okudum.

      Mesleğim gereği nice ölü görmüştüm; fakat bunlar hiç ölüye benzemiyordu... Onlarda yorgun bir müminin uyku hali vardı. Selçuk ile Halil’in, Cellat’a ne söylediklerini merak ediyordum. Duvarın kenarında çömelip, önüne bakan Cellat’ın yanına gittim. Halil ile Selçuk’un, ne söylediğini sorduğumda,

      -Ben böyle insanlar görmedim. Öncekiler bana küfür ediyordu; bunlar ise,

      -Hakkını helal et, dediler... diyerek, içini çekiyordu…”

      Yorum


        #4
        Ynt: ÜLKÜCÜ ŞEHİDİM

        hangi ideolojiye sahip olursa olsun çoğu gencimizin; kukla kenan evreni kullanarak amerika, yağlı ilmeği boynuna geçirmiştir.
        ne yazık onlara sahip çıkmayanlara...
        "var olan bir gün, yok olan bir ömre bedeldir; o gün şehâdet günüdür..." H.A.

        Yorum

        YUKARI ÇIK
        Çalışıyor...
        X