Duyuru

Daraltma
Henüz duyuru yok.

islam medeniyetinin bilim ve tekonolojiye katkilari

Daraltma
X
 
  • Filtre
  • Zaman
  • Göster
Hepsini Temizle
yeni gönderiler

    islam medeniyetinin bilim ve tekonolojiye katkilari

    İslam medeniyeti; bugün bile kullanılan modern ilim metodlarının, Müslümanlar tarafından bilinçli olarak kullanılmasıyla ortaya çıkan, parlak bir medeniyet sarayıdır. "İlmin ilk şartı şüphedir", diyen bu ışıklı medeniyetin mimarları, bugün bile düşündücü ve hayranlık uyandırıcı bilimin anahtarlarını keşfetmişlerdir. Tekniğin ve bilimin bu kadar geliştiği çağımızda, sıfırın keşfi, kağıdın icadı, astronominin bugünkü postülatları olan dünya ve gök cisimleriyle ilgili temel prensipler vs., oldukça önemli buluşlardır. Bugünün bilim ve teknolojisi, kendisini orta zaman İslam medeniyetinin ektiği tohumlara borçludur. Dr. Sigrid Hunke, "Avrupa'nın Üzerine Doğan İslam Güneşi" eserinde şunları yazar:

    "Frederik, Albertus Magnus, Roger Bacon, Leonardo da Vinci, Francis Bacon ve Galile gibi mütefekkirler silsilesi, birinci halkayı teşkil eder. Başlangıç mı? Yoksa İslam fikir dünyasından buraya uzanan zincirin bir halkası mı? Zira, Albertus Magnus, Roger Bacon ve Leonardo dahi, doğrudan doğruya Müslümanların omuzlarına dayanırlar. İslam ilmi, ayrıca 'Sicilya Sarayı'ndan, bilhassa II. Frederik vasıtasıyla onlara ulaşır."

    Daha 1000 yıllarında, yani Kopernik'ten 500 sene önce, İslam bilgini El-Biruni(973-1048) tarafından; "gündüz ve gece değişikliği"nin; diğer gezegenler gibi Dünya'nın, Güneş etrafında dönmesiyle meydana geldiği ortaya atılmıştı. Bu görüşün, değil o devirde İncil tarafından hoş karşılanması ve Avrupa'nın anlaması; 500 yıl sonra Kopernik bile bu ilmi tezi cesaretle savunamamıştır.

    Müslümanlar, hiçbir dogmatizme sapmadan, özgürce ve cesaretle ilmî çalışmalarını sürdürdüler. H. G. Wells, "Kısa Dünya Tarihi"in de bunu şöyle ifade eder:

    "(Müslümanlar), yapabilecekleri keşiflerin, kendilerine ne büyük faydalar sağlayacağını ve insanların hayatında ne kadar kapsamlı etkiler yapacağını başlangıçta anlamışlardı. Metal sanayii ve teknik aletler alanlarında, son derece değerli keşifler yaptılar. Metal karışımları ve boyaları keşfettiler. Damıtma, esans çıkarma ve optik camlar yapma usullerini keşfettiler."


    Biliyorsan buyur konus...konusta feyiz alsinlar...bilmiyorsan tut dilini seni bir adam saysinlar

    #2
    Ynt: islam medeniyetinin bilim ve tekonolojiye katkilari

    KAĞIT, MATBAACILIK VE PUSULA

    Asırlarca denizcilere, donanmalara kılavuzluk eden ve onları "belirsizlik"ten kurtaran pusula, hiç şüphesiz ki, Müslümanların icadıdır. Medeniyetler tarihi araştırmacıları, Çinliler'in ilk önce mıknatıs ibresinin kuzeyi gösterdiğini bildiklerini kaydetmekle beraber; pusulanın deniz yolculuğunda kullanılmasını ve pusula aletini, ilk defa Müslümanlar'dan öğrendiklerini bildirmektedirler. Yani, tüm dünya denizcileri gibi Çinliler de bu aleti, Müslüman denizcilerle olan ticarî münasebetleri esnasında öğrenmişlerdir. İslam kaynakları da bu durumu, tesbit etmektedir. Dr. Sigrid Hunke, bu durumu şöyle tespit eder:

    "Amalfili Flavio Gioja, bizde pusulanın mucidi olarak tanınır. Halbuki, bu aleti, Filavio Gioja ilk önce Müslümanlar'dan öğrenmiştir.."

    "Haçlı Seferleri" sırasında bir savaş uzmanı olan Maricourtlu Petrus, mıknatıs ve pusulaya ait bilgileri, doğrudan doğruya Müslümanlar'dan alır. Ve sefer dönüşünde Fransa'ya götürür. Bundan 50 yıl sonra, yani 1320'de ise Amalfi'li İtalyan Filavio Gioja, sözde pusulayı ilk defa keşfetmiş görünür. Amalfi, Venedik'in yanında önemli bir ticaret ve deniz şehri olduğu için, Müslüman limanları ile çok yakın ticari münasebeti vardır.

    Kağıdın, asırların ötesinden ilim ve medeniyet mahsullerini taşıması, ne kadar hayatidir. Kağıt, beşer aleminin asırlarca hizmetinde bulunan en büyük vasıtalardan biridir. O, olmasaydı, dünü bilemezdik, yarını etkileyemezdik. Kağıdı icat ve imal etmek suretiyle Müslümanlar, tarihi bir miras bırakmışlardır insanlığa. Aynı şekilde, barutu ilk defa ateşli silâhlarda kullanmak suretiyle, harp tekniğini hızla geliştiren de, Müslümanlar olmuştur. Jacques Risler, "La Civilisation Arabe"de bu meseleyi şöyle dile getirir:

    "İslamiyet'in, Avrupa'ya getirdiği en hayırlı nimetlerden birinin de; kağıt olduğunda hiç şüphe yoktur... Keten dövme sanatını Araplar'ın, Semerkand'ta öğrenmiş oldukları malumdur. Ondan sonra, ketenin yerine; el-Cezire ile Mısır'da pek bol yetişen pamuğun ikamesini düşündüler. İşte bunun üzerine kağıtçılık sanayii, süratli ve fevkalade bir inkişaf gösterdi. İlk imalâthane, ancak 794 tarihinde Bağdat'da. kurulabildi. XII. asırda Batı Avrupa'nın kağıt ihtiyacını, Endülüs Xativa fabrikası temin ediyordu..."

    Pamuktan, kağıdın bol miktarda Müslümanlar tarafından üretilmesinden önce, son derece elverişsiz ve pahalı olan maddeler; "kağıt" olarak kullanılıyordu. Mısır'da, kamıştan "papirüs" ve diğer ülkelerde, koyun ve keçi derisinden yapılan "parşömen" kullanılmaktaydı. Çin'de ise, "İpek kağıdı" kullanılıyordu. İpek ise, her yerde yetişmiyor ve çok pahalıya mal oluyordu. Müslümanlar'ın, keten ve daha sonra da pamuk kağıdını icadı, ilmi çalışmaları etkilediği gibi, kağıt sanayiinin gelişmesini de doğurmuştu. Kağıdın icadı ile beraber matbaacılık doğmuş ve kısa zamanda bir sanayi dalı haline gelmiştir.

    Yazı yazmasını bilmeyen Batı, aradan asırlar geçtikten sonra, ilk defa onu Sicilya ve Endülüs Müslümanları'ndan öğrenir. E.F. Gautier, "Moeurs et Coutumes de Musulmans" isimli eserinde bu gerçeği dile getirir:

    "Ucuz kağıt olan pamuk kağıdını bizim Batı' ya, Müslümanlar sokmuşlardır. Miladi XII. asırda, Endülüs'ün Xativa fabrikası, Batı Avrupa'nın İhtiyacını temin etmiştir.

    "Hülasa parşömeni ortadan kaldırmış olan kitap kağıdını, Müslümanlar, icat etmişlerdi. Eğer İslam medeniyetinin kitap, barut ve pusula gibi mirasları, Batı'nın elinin altında bulunmasaydı, bizim Rönesans'ın nasıl bir şey olacağını, biraz göz önüne getirmeliyiz."

    Evet, Fransız profesör Gautier'in dediği gibi, kağıdın bir an için olmadığını düşünelim: Bu durumda; değil Avrupa, insanlık ne yapardı?

    İslam aleminde ilk kağıt imalathanesi, Miladi 794 tarihinde Bağdat'ta açıldı. Daha sonra Araplar tarafından; Sicilya ile İspanya'ya sokuldu. Ve oradan da İtalya ile Fransa'ya geçti... Bu yeni icat, her gittiği yerde kitap faaliyetini kolaylaştırdı. Will Durant, "Histoire de la Civilisation L'age de la Fol" isimli eserinde, İslam bilginlerinin kitaplarına atıfta bulunmaktadır:

    "(Meşhur tarihçi) El'-Vakidi öldüğü zaman, 600 sandık kitabı kaldı, bunların her biri, iki kişinin taşıyacağı kadar ağırdı... Sahip İbn İbad gibi bilginlerin, tekmil Avrupa kütüphanelerinde bulunanların toplamı kadar kitapları vardı."

    Ve yine Avrupa'daki matbaacılığa, İslam ülkelerindeki ilk baskı usullerinin başlangıç olduğunu söyleyebiliriz. Philip Hitti, "Pecis d'histoire des Arabes" de şunları yazar:

    "Fransa, ilk kağıt imalathanelerini... Endülüs'e borçludur. (Abdurrahman)'ın katiplerinden biri, resmî evrakı evinde yazdıktan sonra, hususi bir teksir dairesine yollamak alışkanlığındaydı. Baskı(tab) dairesi, her halde bizim, mekanizmasını bilmediğimiz iptidai bir matbaaydı: Resmi evrak, hükümet memurlarına işte oradan dağıtılırdı."

    Endülüs Müslümanları, teksir makinesi mahiyetinde, basit matbaa kullanmışlardır. Yine Cenevizliler, daha XIII. asırda, banknotların, elle dizilen harflerle basılma sırrını, İran'dan almışlardı.


    Biliyorsan buyur konus...konusta feyiz alsinlar...bilmiyorsan tut dilini seni bir adam saysinlar

    Yorum


      #3
      Ynt: islam medeniyetinin bilim ve tekonolojiye katkilari

      BARUT VE ATEŞLİ SİLAHLAR

      Dünya harp tarihini değiştiren barut ve barutun, ateşli silahlarda kullanılması, önemli bir hadisedir. Dr. Sigrid Hunke, "Avrupa'nın Üzerine Doğan İslam Güneşi" eserinde bu konuda şunları yazar:

      "İlk defa, Fan Çing muhasarasında, barutla ateşlenen silahlar kullanmaya karar verirler. Moğol Hanı Kubilay, bu silahlar yardımıyla, Çin'in son mukavemetini kırar. Acaba kimin yardımıyla? Kubilay Han'ın müracaatı üzerine; ona Şamlı ve Baalbekli bir mühendis gönderildiğini, bu mühendisin oğulları Ebubekir, İbrahim ve Muhammed'in beraberlerindeki şahıslarla birlikte, 7 büyük makine imal etikleri, ve böylece bahsi geçen şehre girildiği, İslâm Sultanı'nın sarayındaki tarihçi Reşidüddin'in ağzından hayretle öğreniyoruz..."

      Müslümanlardan barutlu silahları öğrenen Moğol Hanı Kubilay, bu ateşli silahları ilk defa Çinlilere karşı kullandı. Barutun imalini yapan Müslüman kimyagerler, onun ateşli silahlarda kullanımını da dünya tarihinde ilk defa gerçekleştirdiler. Ve barutun itici kuvvetinden istifade ederek, değişik sıcak harp vasıtaları imal ettiler. X. asırdan sonra, bugünkü ağır silahların babası sayılabilecek "barut füzeleri", nasıl imal ediliyor? Dr. Sigrid Hunke, aynı eserinde bu konuya şöyle cevap veriyor:


      Biliyorsan buyur konus...konusta feyiz alsinlar...bilmiyorsan tut dilini seni bir adam saysinlar

      Yorum


        #4
        Ynt: islam medeniyetinin bilim ve tekonolojiye katkilari

        "XII. asrın İslam alimleri, barutun formülünü kesin bir şekilde tesbit ederler. İslam hükümdarları, Batı'nın devamlı Haçlı taarruzlarına karşı savunma için, dünyaca meşhur kimyagerlerini, kimyevi bir savaş aracı olan barutun, yakıcı ve tahrip edici tesirlerini araştırmak üzere barut fabrikalarında çalıştırırlar. Müslümanların, XIII. asrın yarısında, roketler için itici bir vasıta olarak, barutu kullanacak vaziyette bulundukları muhakkaktır. Hasanü'r-Rammah'ın "Harp Tarihi Kitabı"ndan başka, bu devrin diğer harp tarihi kitaplarında, sadece 'barut ve ateşli silâhların'; 'alev püskürerek hareket eden, işleyen ve yanan yumurtalarla', 'gök gürlemesi gibi bir gürültü yapan', ilk defa füze ile atılan torpillerin dumanı tüter. Bundan sonra İtalyanca tercümeler.. Batı'da, Roger Bacon ile Bollstadtlı Alman alimi Albertus Magnus'a ulaştırırlar. Muhtemelen Albertus Magnus da, seyahatleri esnasında Freiburg'da, hayretengiz bilgisini, barutun sözde mucidi Fransız Berthold Schwarz'e nakleder."

        Daha sonra, Türkler, icat ettikleri -barut yerine gülle atan- büyük toplarla, dünya tarihini değiştirir ve "yeniçağ"ın müjdecisi olurlar. Yılmaz Öztuna, "Türkiye Tarihi"nde bu şöyle dile getirilir:

        "II. Mehmet, nihayet başarısının esasını sağlayan büyük topları döktürmüştü. Bu topların planlarını, bizzat büyük Türk Hakanı çizmişti. Bu toplar, o zamana kadar görülmemiş, hatta tasavvuru mümkün olmayan büyüklükte ve mükemmeliyette idiler. 2 tonluk gülle atabilen toplar vardı... Ortaçağ harp sanatı, II. Mehmed'in dehası ile değişiyordu. Sultan, o tarihte ilk defa olarak havan topunu icat etmişti..."


        Biliyorsan buyur konus...konusta feyiz alsinlar...bilmiyorsan tut dilini seni bir adam saysinlar

        Yorum


          #5
          Ynt: islam medeniyetinin bilim ve tekonolojiye katkilari

          Fizikteki "itme" (impulus) ve "eğik atış" prensip ve formüllerine göre çalışan bu toplar; dünyanın en müstahkem surlarını yığın haline getirmiş ve insanlığı hayrete düşürmüştü. Yine bizzat, büyük deha Fatih Sultan Mehmed'in ilk defa îcat etmiş olduğu "alev füzeleri" veya "yürüyen zırhlı kuleler" İstanbul'un fethinde kullanılmıştı.

          1868'de Almanlar'ın kullandığı yivli topları, ilk defa Yavuz Sultan Selim'in. kullandığını kaydetmek, yerinde olur. Yılmaz Öztuna, aynı eserinde, Yavuz'un, Mısır seferinde ilk defa içi yivli toplar kullandığını, böyle topların, ancak 1868'de Batı'da Almanlar tarafından yapılabildiği ifade edilmektedir.

          XIII. yüzyılda İslam bilginleri, barutu, roketlerle kullanabilecek kadar teknik bilgiye sahiptiler. İslam bilgini Hasan ar-Rammah Nacm ad-Din al-Ahdab'ın yazdığı; "Kitap Alfurusiya val-Munasab Al-Harbiya" ve "Niyahat Al-Su'ul val-Umniya fi Ta'allum A'mal Al-Furusiya" isimli eserlerinde, patlayıcı maddelerden, ateşli silahlardan ve ilk olarak roket sistemi ile çalışan torpidolardan bahseder.

          Hasan ar-Rammah, Türk Memlukluları devrinde, Sultan Baybars'ın zamanında, Suriye'de yaşadı ve 1294'de öldü. Arapça eserinin bir el yazma nüshası, Topkapı Sarayı Kütüphanesi'nde bulunmaktadır.


          Biliyorsan buyur konus...konusta feyiz alsinlar...bilmiyorsan tut dilini seni bir adam saysinlar

          Yorum


            #6
            Ynt: islam medeniyetinin bilim ve tekonolojiye katkilari

            MEKANİK ALETLER VE DİĞER İCATLAR

            Genelleşmiş icatlardan ibarettir. Her ilim dalına has, oldukça hayati olan buluş ve keşifler vardır. İslam medeniyetinin fizik, matematik ve mekanik gibi bilim dallarına ait prensipler ve bu alanlardaki teknik buluşları da, oldukça önemlidir. Dr. Sigrid Hunke, şu tespitleri yapar:

            "Ahmed İbn Musa'da görüldüğü üzere Müslümanlar, ani buluşlar yapan; tekniker ve usta mekanisyenlerdi. Keskin zekalarıyla kendilerini, hayatlarının şiddetle bağlı bulunduğu suya verdiler. Toprağın sulanması için her nevi su çeken çarklar, pompalar, su yükselten manivelalı makineler; yangın söndürmede kullanılan, suyu yukarı çekmeye mahsus cihazlar meydana getirdiler."

            Ortaçağda, daha 880 yılında Müslümanlar, henüz meçhul bulunan havaya, hakimiyeti denerler. Dr. Hunke, bu konuya da şöyle atıf yapar:

            "880 yılında İspanya'da İbn Fırnas, üzerine tüy ve kumaş geçirdiği ilk uçağı imal etti. Bir gün yeryüzüne düşüp parçalanıncaya kadar, uzun zaman havada kalmaya, süzülme uçuşu denemeleri yapmaya muvaffak oldu."

            Batı medeniyetinin alt yapısını hazırlayan İslam medeniyeti ve İslam bilginleri, ne hazindir ki uzun bir zaman söz konusu bile edilmemiş ve hatta unutulmuştur. Nitekim Dr. Hunke, bu konudaki haksızlığı şöyle dile getirir:

            "Şu kadarı var ki, Müslümanlar'ın öncülük ettikleri şeylerden mesela; Arap rakamları, cebir, usturlap gibi şeylerden hemen hemen hiçbirinin İslami patent hakkı, Batı'da tanınmamıştır. Aksine birçok Müslüman icadı, günümüzde İngiliz, Fransız veya Alman malı sayılmaktadır."


            Biliyorsan buyur konus...konusta feyiz alsinlar...bilmiyorsan tut dilini seni bir adam saysinlar

            Yorum


              #7
              Ynt: islam medeniyetinin bilim ve tekonolojiye katkilari

              ASTRONOMİ

              Çağımız insanını en çok meşgul eden ve merakını tahrik eden meselelerden birisi de, Astronomi çalışmalarıdır. Diğer ilimler, genellikle belirli zümrelerin ve bilginlerin mevzuu olurken; uzayla ilgili çalışmalar, herkesi yakından ilgilendirmektedir.

              Gerçekten insanoğlu, dünyaya geldiğinden beri, bu muazzam kainatın içerisinde, gözüne ilişebilen bütün gök cisimlerini merakla incelemiş ve sırrına vakıf olmayı arzulamıştır. İşte astronomi ilmi, insan tabiatında bulunan böyle bir meraktan doğmuştur.

              İnsan zekasının çalışmaya başladığı; ilk devirlerden beri; ilim binaları, büyük bir zaman dilimi içinde inşa edilmeye başlanmıştır. Bütün medeniyetlerin, bu büyük eserlerde, az veya çok katkıları vardır.

              Bugün artık bilinmektedir ki, İslam medeniyeti, bütün ilim dallarında olduğu gibi, astronomi sahasında da, temel bilgilerin kaynağı olmuştur. Dünya üzerinde, astronomi ile en çok meşgul olan ve gök cisimlerinin hareketlerini inceleyen Müslümanlar, astronomide en üst seviyeye ulaşmışlardır. X. ve XIV. asırlarda, İslam aleminde büyük astronomlar yetişmiştir. Batı'da, astronomi çalışmalarının mevcut olmadığı bir zamanda, İslam aleminde astronomi ilmi, en parlak devrini yaşamaktaydı. En büyük İslam astronomlarından el-Battani, bu gerçeği şöyle açıklıyordu:

              "Yıldızlar ilmi, her insanın, eşyanın kanunlarını öğrenmeye çalışması gibi; dinin de, kanun ve nizamlarını bilmek ihtiyacından doğmuştur. Beşer, yıldızlar ilmi sayesinde, Allah'ın birliğini ispata; O'nun emsalsiz büyüklüğünü, yüce hikmetini, muazzam kudretini ve eserinin mükemmeliyetini idrake muvaffak olur."


              Biliyorsan buyur konus...konusta feyiz alsinlar...bilmiyorsan tut dilini seni bir adam saysinlar

              Yorum


                #8
                Ynt: islam medeniyetinin bilim ve tekonolojiye katkilari

                1. Astronomi Aletleri

                Asrımızı doğrudan doğruya etkileyen İslam alemindeki astronomi çalışmaları geliştikçe, bu ilim dalına paralel olarak pratik astronomi aletleri yapılmış ve teknik bir hüviyet kazanmıştır. Ortaçağın teleskop ve dürbünleri olan bu aletler, İslam bilginlerinin gözlem vasıtalarının sınırını, biraz daha genişletmiş oluyordu. Dr. Sigrid Hunke, "Avrupa'nın Üzerine Doğan İslam Güneşi" kitabında bu gerçeği şöyle dile getiriyordu:

                "Müslümanlar... yeni aletler imal ettiler. Duvar ve açı kadranından başka, on sekiz çeşit taşınabilir kadran vücuda getirdiler. El-Biruni, 7.5 metre çaplı bir kadrandan faydalanmıştı. Uluğ Bey, rasathanesine yerleştirdiği 40 metre çaplı duvar kadranı ile onu geçmişti. Müslümanlar, bunlardan başka sekstant ve oktant aletlerini de buldular. Batı'nın ilk rasathanesinde, İslam aletleriyle karşılaşmaktayız. Bu da, Müslüman aletlerini Batı'ya ilk defa tanıtan Hermann'ın hizmet ve gayretiyle olmuştu."

                Ortaçağda en büyük modern rasathaneler, Bağdat, Kurtuba, Semerkand, Maragha ve diğer İslam şehirlerindeydi. Astronomi cihazları da buralarda yapılmaktaydı. Bunların dışında, Avrupa'da görülen birkaç rasathanenin, yine İslam astronomları tarafından, daha sonraki asırlarda kurulduğunu görüyoruz. Dr. Sigrid Hunke, şunları yazar:

                "Onların bu sahadaki en orijinal icadı, silindir şeklinde, taşınabilen bir güneş saati idi. Müslüman alet yapıcıları, bu arada zil vasıtasıyla her tarafa öğle zamanını hatırlatan çalar güneş saatlerini, bir madeni kupanın içine her saat başı küreler düşüren su saatlerini; zodyaklar sayesinde gezegenleri izleyen veya Ay'ın yarım devresinde, geceleyin saat 12'de bir pencereye tesbit edilince; yarım ayın geçişini, mütevali parıldamalarla belirten devvar aynaları buldular."

                Astronom Musa'nın oğullarından üçü de, kendilerini ilme vermişlerdi. Matematik, fizik ve astronomi sahasında kıymetli eserler ortaya koymuşlardır. Bu üç kardeş, beraber büyük bir bakır saat imal ettikten sonra, yıldızların hareketini incelemek için yeni bir alet yaparlar. Dr. Sigrid Hunke, aynı eserinde:

                "Muhammed, önemli yıldızların gerek günlük, gerek doğuş ve batışlarındaki değişikliklerini hesaplayınca; Ahmed, kardeşinin bu muadil hesaplarını, tekniğin emsalsiz bir şaheseri olan, bu sebeple o devir insanlarının kendinden geçercesine hayranlığını çeken, son derece doğru çalışan bir cihaza intikal ettirir... İbn Rabban et-Tabari, alet hakkındaki müşahedelerini şöyle belirtmektedir: 'Samarra'daki rasathanenin önünde, Musa'nın astronom ve mekanisyen oğulları Muhammed ile Ahmed kardeşlerin yapmaya muvaffak oldukları cihazı gördüm. Küre şeklindeki bu alet, zodyak ların sinyalleri ile yıldız resimlerini tesbit ediyordu. Su ile çalışıyordu. Sema'da bir yıldız batınca, aynı anda resmi de, cihazın içinde ufku gösteren dairenin altına doğru batarak kayboluyordu. Aynı yıldız tekrar doğunca, altta ufuk çizgisinin üzerinde resmi görünüyordu.' "

                "Pratik astronomi" aletlerini bizzat kendileri yapan astronomlar, mümkün olduğu kadar büyük ve geniş çaplı aletler yapmaya gayret ediyorlardı. Zira, kainatın azameti karşısında, daha büyük aletlerin gerekli olduğunu biliyorlardı.

                Maragha rasathanesinde; meridyen, ekvator, ekliptik (Dünya'nın yıllık hareket düzlemi), arz dairesi ve ekinoks (gece-gündüz eşitliği) daireye ait, bakır daireden müteşekkil usturlablar bulunmaktaydı. Ayrıca, yıldızların yüksekliği ve açıklığını(azimut) ölçmek için, azimut dairesi bulunduğu kaydedilmektedir.


                Biliyorsan buyur konus...konusta feyiz alsinlar...bilmiyorsan tut dilini seni bir adam saysinlar

                Yorum


                  #9
                  Ynt: islam medeniyetinin bilim ve tekonolojiye katkilari

                  2. Pratik Astronomi

                  Astronomi çalışmaları, XV. yüzyıldan itibaren Kopernik veya Galile ile başlatılmış olup, bu asra kadar hiç astronomi çalışmaları yokmuş gibi geçiştirilmiştir. Bu arada büyük bir astronom olarak takdim edilen ve kitaplarda geniş yer verilen Batlamyus, Dünya'yı, gezegen sisteminin merkezi zannetmekteydi. Ne hazindir ki, Kopernik ve Batlamyus arasında kalan 8-10 asırlık devrede oluşan, dünya bilim tarihinin ender kaydettiği astronomi ilim ve kültür mahsulleri yok sayılır. Güneş'i ve tüm gezegenleri, hareket kanunlarıyla inceleyen Biruni, Fergani, Vefa ve Uluğ Bey'den her nedense bahsedilmez.

                  Eserlerinin bir kısmı Rusya'ya kaçırılmış olan Uluğ Bey, Semerkand'daki rasathanesi ile çağımıza ışık tutmuştur. Ayrıca, Uluğ Bey'in beş asır önce yapmış olduğu astronomik hesapların, bugün yapılan hesaplara uygun çıkması, bilim adamlarını şaşırtmaktadır. Nitekim Prof. Dr. W. Barthold, "İslam Medeniyeti Tarihi"nde bu konuda şunları yazar:

                  "Duvarına 'İlim tahsil etmek, erkek ve kadın her müslümana farzdır' hadîsi yazılı olan Buhara'daki medrese ile, Semerkand'daki medrese, bu cümledendir. Uluğ Bey tarafından yaptırılmış olan rasathane, büyük işler görmüştür... Astronomi cetveli ve yıldızların fihristi de, onun adına tanzim edilmiştir. Bu eser, orta zamandaki astronominin en son sözü ve ilmin teleskop icat edilinceye kadar erişmiş olduğu en son derecesidir. Uluğ Bey'in sarayındaki talebelerden biri de, Ali Kuşçu'dur."

                  İlk defa İslam bilginleri, Dünya'nın yuvarlak olup, ekseni etrafında döndüğü teorisini iddia ve ispat ettiler. Will Durant, "Histoire de la Civilisation L'age de la Fol" eserinde bu konuya ışık tutar:

                  "Biruni, Dünya'nın yuvarlaklığını hiç tereddüt etmeden kabul etmekle beraber, her şeyi arzın merkezine doğru çeken kuvveti de tesbit etti. Astronomi esaslarının; hem Arz küresinin, her gün kendi ekseni ve her sene Güneş etrafında döndüğünü, aksini tasavvur ederek açıklayabileceğini ileri sürer."

                  Zira, onlar Kur'an'dan, Arz'ın, sabit olmayıp, hareket ettiğine şahit olmuşlardı.

                  "Sen dağları görür, onları yerinde sabit sanırsın. Halbuki onlar, bulut gibi hareket ederler. Bu, Allah'ın sanatıdır ki; O, her şeyi sağlam yapar. Şüphesiz O, yaptıklarınızdan haberdardır."

                  [NEML(27)/88]

                  İslam astronomları, Güneş'in ve bütün gezegenlerin, kendilerine mahsus özel ve genel hareketlerinin olduğu hipotezinden hareket ederek; astronominin esaslarını tesbit ederler. Will Durant, "Histoire de la Civilisation L'age de la Fol"da şöyle yazıyordu:

                  "Arz'ın küreselliğinden emin olan bu alimler, Arz derecesini ölçtüler; bunların ölçüsü 56 2/3 mil çıktı: İşte bu suretle elde ettikleri neticelere göre, Arz'ın çevresini; 35.000 kilometre hesap ettiler. Bu astronomlar tamamiyle ilmî esaslarla hareket ediyorlardı."

                  Matematikte teoremleri ile tanınan ve astronomik buluşlarıyla haklı bir ün yapmış olan Sabit b. Kurre ise, ekliptiğin, ekvatorla yaptığı açıyı, isabetli bir şekilde hesaplar. Dilgan, "Matemetiğin Tarih ve Tekamülüne Bir Bakış" çalışmasında;
                  Fransız astronomu Bigourdan; Sabitin ekliptikle, Ekvator arasındaki açıyı tayin ettiğini ve bu açı için 23° 30' 30" bulduğunu söyler.

                  Bugünkü astrometrinin temel tesbitleri mesabesinde olan bu buluş ve hesaplar, son derece hassas yapılıyordu. Bu çalışmaların, zamanımızdaki hassas aletlerin ve hatta son yıllarda geliştirilen Radyo Astronomi'nin imkanlarından mahrum bir çalışma olduğunu unutmamak gerekir. Dr. Sigrid Hunke, şu tespiti yapar:

                  "El-Fergani, Arz derecelerinin uzunluklarını hesapladı; Güneş'in de, gezegenler gibi, ancak ters istikamette seyreden bir yörüngesi bulunduğunun, ilk defa farkına vardı. Ortaçağda Alfranganus adı ile anılan el-Fergani'nin, 'Astronominin Unsurları' isimli eseri, birçok defalar Latince'ye çevrildi."

                  Matematik ve astronomi alimi olan Nasired-din et-Tusi de, yine kendi zamanına kadar gezegenlerin hareketini izah için kabul edilmiş "gezegen sistemi" (eksantrik ve episikl) yerine, daha sistematik ve gök cisimlerinin hareketlerini, basit bir surette izaha elverişli bir teori ortaya atmış ve geliştirmiştir.

                  Ebu'l-Vefa, Ay'ın, en büyük enlemindeki intizamsızlığını müşahede etmiştir. Bunun için "Üçüncü sapma kaidesi" denilen kaideye, Vefâ'nın ismi verilmiştir. Bugün Avrupa dillerinde ve astronomi literatüründe kullanılan birçok yıldız isimleri ve kavramlar, Müslümanlar'dan geçmiştir. Mesela, Azimut (gök cisminin yerini tayine yarayan açıklık), Zenit (baş ucu), Nadir (ayak ucu) gibi tabirler, Müslüman astronomların kullandığı terimlerdir.

                  XV. yüzyılda bile Kopernik ve Galile gibi bilginlerin, Avrupa'da nasıl engizisyon mahkemelerinin zulmü altında, sessiz sedasız kaldıklarına biliyoruz. Dr. Sigrid Hunke; İslam medeniyetiyle, Batı arasındaki bu ilmi anlayış farkını şöyle seslendirir:

                  "Tarihin, isimlerini tesbit edebilip, pek az medeni milletlerde bir benzerini bulabileceği 534 İslam astronomu arasında; gerek ilmin inkişafını, gerekse Batılı mühim şahsiyetlerin yetişmelerini sağlayan, daha birçok önemli bilim adamı mevcuttur."


                  Biliyorsan buyur konus...konusta feyiz alsinlar...bilmiyorsan tut dilini seni bir adam saysinlar

                  Yorum


                    #10
                    Ynt: islam medeniyetinin bilim ve tekonolojiye katkilari

                    T I P

                    İslam medeniyetinin, en çok geliştirdiği üç ilim dalından birisi, kesin olarak ifade edebiliriz ki, Tıp ilmidir. Yedinci asırdan sonra tamamen araştırma ve ihtisas branşı halinde tıp, çok kısa zamanda büyük ilerlemeler kaydeder. Böylece bu ilim dalı, kendi arasında doktorluk, eczacılık ve hastalık çeşitlerine göre dallara ayrılırlar. Ve tamamen modern bir hüviyet kazanır. Son derece sıhhi klinikler ve hastaneler açılır. Tıp okulları ve hastaneler, ihtisas sahibi, ehliyetli profesörlerin himayesinde çalışır. Tıbbi sahadaki çalışmalar, tamamen pratiktir. Bilhassa hastaneler, birer laboratuvar ve okul mahiyetindedir.

                    Tıbbın, İslam medeniyetinde, müstesna bir gelişme göstermesi; İslam inancının, insan yaşayışı, temizliği ve sağlığına verdiği önemden kaynaklanır.

                    Eski Yunan medeniyetinden intikal eden tıbbî bilgiler ise; İslam tıp otoriteleri tarafından kritik edilmiş, denenmiş ve birçok prensiplerin yanlış olduğu ortaya konmuştur. Jacques Risler, "Civilisation Arabe" adlı eserinde:

                    "Müslümanlar, tababette en yüksek mevkii işgal edip, beş asırdan fazla, dünya tıp ilminin başında bulunmuşlardır. Hazret-i Muhammed'den intikal eden tıbbî hadisler, takriben üç yüzü bulmaktadır. 622'den, 661 tarihine kadar süren Hicret ve Hulefa-yı Raşidin devirlerindeki hekimler, daha o zamandan yaralara pansuman yapma sanatını, dağlamayı, kan almayı ve hacamat tatbikatını biliyorlardı."

                    İşte İslam tıp ilmi, başlangıçta böyle bir ivme ile başlamıştı.


                    Biliyorsan buyur konus...konusta feyiz alsinlar...bilmiyorsan tut dilini seni bir adam saysinlar

                    Yorum


                      #11
                      Ynt: islam medeniyetinin bilim ve tekonolojiye katkilari

                      1. Çalışma ve Tedavi Metodları

                      Müslüman tıp bilginleri, oldukça kıymetli çalışma prensiplerine sahiptiler. Diğer ilimlerde olduğu gibi, tıp ilminin çalışma sınırını biliyor ve sonuçlarını daima kontrol ediyorlardı. Böylece, bu çalışmalarla asrımız tıp alemine, orta zaman medeniyetinden kıymetli müşahede ve bilgiler hediye edilmiştir. Jacques Risler; yukarıda alıntı yaptığımız eserinde aşağıdaki tespitleri yapar:

                      "Eski Yunanlılar'ın hiç bilmedikleri yollara koyuldular. Sabırlı, sebatkar ve inceden inceye tetkikçi oldukları için, tıbbi müşahedelerini hiç yorulmadan biriktirdiler. O devirden itibaren tıp, artık tecrübi bir mahiyet aldı: 'Ali İbn Abbas' kendi tetkiklerini, kitaplarda yazılı ananelerden değil; hastanelerden toplamış olduğunu açıklamaktadır. İşte o devirden itibaren; medreselere Fen Fakülteleri'yle, Tıp Fakülteleri ve laboratuvarlar ilave edildi."

                      Aynı zamanda bir devlet adamı olan Ali ibn Abbas, büyük bir tıp alimi idi. Tıbbi çalışmaları, objektif ve deneysel mahiyette idi. O devirde tıp laboratuvarları bulunduğu gibi, hastaneler de laboratuvarları bünyesinde yaşatmaktaydı. Dr. Sigrid Hunke; adı geçen eserinde bu meseleyi şöyle kaydeder:

                      "Dünya'nın neresinde, eczacılık ve sağlık işleri, Müslümanlar kadar olgun ve kapsamlı bir şekilde gelişmişti. Dünya'nın herhangi bir yerinde, İslam şehirlerindeki modern hastanelerin benzerleri var mıydı? Tedavi metodları, araştırmalarının seviyesine uygun; hijyenleri ise, örnek teşkil edecek durumdaydı. Fransızların, onlardan tıbbi yardım istemelerinde, bilmem hala şaşılacak bir cihet var mıdır?"

                      Klinik müşahedelerini sistemli olarak biriktiren ilim adamları, bu bilgilerini, cerrahi bilgileri ile bütünlüyorlardı. Arthur Pellegrin, "L'Islam dans Le mond" isimli eserinde, bu konuda şunları söyler:

                      "Bütün ortaçağ boyunca Müslümanlar, bilhassa tıp sahasında, inkarına imkan olmayan bir üstünlük göstermişlerdir. Hakiki ilim adamları olan İslam hekimleri, hastalıkların menşeiyle, seyrini, klinik müşahedeleri ve hatta cerrahi ameliyatlarıyla derinden derine tetkik etmişlerdir. Cerrahlar ve göz mütehassısları, ekseriya sanatlarında üstad adamlardı. Batı'daki 'Salerno' ve 'Montpellier' tıbbiyeleri, uzun zaman ve doğrudan doğruya İslam tıp nazariyelerinin tesir ve nüfuzu altında kaldı."

                      İspanya'da yetişen bilginlerden İbn Züher, tıbba, "ilmi düşünme prensiplerini" getirdi. İbn Züher'in tedavi metodunda keşfettiği en mühim husus; "insan vücudunun muayyen hastalıklarda, kendi kendini iyileştirmeye muktedir olduğu" prensibidir. Cerrahi ve eczacılık hususunda da tam malumat sahibi olan bu bilgin, nefes borusunun ameliyatı hususunda makaleler yazmıştır. Rasyonel tedavi usullerini ortaya koyan İbn Züher; hastayı, kan ve suni yollarla besleme sisteminin geliştirilmesi ve mide kanserinin veya bir uzuvdaki kanserin, uzuvda umumi bir hastalığa delalet edeceği tezini ortaya atar.


                      Biliyorsan buyur konus...konusta feyiz alsinlar...bilmiyorsan tut dilini seni bir adam saysinlar

                      Yorum


                        #12
                        Ynt: islam medeniyetinin bilim ve tekonolojiye katkilari

                        2. Tıbbi Buluşlar ve Hastalıklar

                        XIV. ve XV. yüzyıllarda yaşamış, Osmanlılar zamanında müderrislik yapmış olan Akşemseddin, kendisinden üç-dört asır önce yaşamış İslam bilginlerinin de tereddütsüz bildikleri ve yine İbn Sina'nın anlatmaya çalıştığı mikrobu şöyle tarif ediyor.

                        "Hastalıkların insanlarda teker teker peyda olduğunu sanmak hatadır. Hastalık, insandan insana bulaşmak suretiyle geçer. Bu bulaşma ise, gözle görülemeyecek kadar küçük, ancak canlı tohumlar vasıtasıyla olur."

                        Bulaşıcı hastalıklar uzmanı olan Akşemseddin, en küçük canlı varlıklar olarak kabul edilen mikropların fonksiyonunu Batı'dan asırlarca önce tayin ve tesbit etmiştir. Böylece, Müslüman ilim adamlarının, mikroba ve hastalıklara karşı tesirli olan ilaçları keşfetmeleri, tıp tarihinde önemli bir yer işgal etmektedir. Bugün dahi izlerini görebileceğimiz bu ilaçlar, eczacılıkta antibiyotik olarak kendisini göstermektedir. Halen halkımızın kullandığı antibiyotik mahiyetteki çeşitli ilaçlar, tarihi bir miras olarak zamanımıza intikal etmiştir. Dr. Sigrid Hunke, yukarıda söz ettiğimiz eserinde şunları yazar:

                        "Penisilin ve aspergeliusun küf maddesini; yük eşeklerinin koşum takımlarıyla, mandalardan elde ediyorlar, bunları işleyerek iltihabi yaralarda kullanıyorlardı. Boğaz iltihabında ise; küflü ekmeğin yeşilimsi tozunu, hastanın boğazına kuvvetle üflüyorlardı. Mikroorganizmanın, iltihapları durdurucu tesirlerinin, Müslümanlar tarafından bu derece erken öğrenilmesinin hayranıyız."

                        Beyin gibi gevşek ve kemik gibi kesif dokuların, iltihaplanamayacağı zannediliyordu. İbn Sina bu düşüncenin yanlışlığını göstererek, kemiklerin de iltihaplanacağını ortaya atar. Bugüne kadar daha iyisi mümkün olmayan bir izahla; menenjit, sekonder iltihap ve menenjizmin ilk defa ayrı ayrı teşhisini yapar. İbn Sina aynı şekilde; plörezi, pnomoni ve interkostal nevralji ve karaciğer apsesi ile, peritonitin de önemli bir şekilde açıklamasını yapar. Böylece akciğer hastalıklarını tespit ve teşhis eder. Barsak ve böbrek koliklerinin semptomlarını ayırır. Yüz felçlilerinin merkezi ve mahalli sebeblerini belirtir. Şarbon'un da, açık ve tam bir yorumunu yapar.

                        Razi, "Çiçek ve Kızamığa Dair" eseriyle, itinalı müşahedeye dayanan izahlar yapar. Gout (damla hastalığı) ile Romatizmayı birbirinden ayırır. Batı, uzun zaman Razi'nin, mafsal romatizması ve mesane taşı hususundaki geniş müşahede ve bilgilerine dayanmıştır.

                        Birçok salgın hastalıkları, zamanında teşhis eden ve tedavi hususunda gerekli tedbirleri ortaya koyan Müslüman doktorlar ve tıbbi müesseseler, veba hastalığı gibi, bilhassa ortaçağda salgın bir şekilde görülen, bulaşıcı hastalığı da, ilmi tecrübelere dayanarak kontrol altına almayı başarmışlardır.

                        XIV. asrın başlarında Avrupa'da görülen veba hastalığı karşısında Hıristiyan alemi büyük bir korku ve dehşet içerisine düşmüşken; Müslüman doktorlar, vebanın bulaşıcı bir hastalık olduğunu ve ondan korunmanın yollarını anlatan eserler yayınlıyorlardı. Zira, İslam Peygamberi daha VI.- VII. asırlarda, vebaya karşı alınacak tedbirleri ilan etmişti:

                        "Bir yerde veba olduğunu işittiğiniz zaman o yere, onun üzerine gitmeyiniz. Ve bulunduğunuz yerde veba zuhur edince de, oradan kaçarak o yerden çıkmayınız." (Buhari: 76/30, Müslim: 39/92)


                        Evet, Avrupa bu hastalık karşısında, korkuya kapılarak; onu hurafelerle izah ediyor ve meçhulleştiriyordu. Hastalığın, yerden fışkıran gazlarla ve yıldızların tesirleriyle meydana geldiğini zannediyor, dolayısıyla hiçbir tedbir alamıyordu. O devirde yaşayan Endülüs devlet adamı ve bilgini İbn Hatib'in(1313-1374), ilmin sınırları içerisinde kalarak, vebayı nasıl algıladığını; Batı ve İslam medeniyetleri arasındaki farkı, Dr. Sigrid Hunke'den dinleyelim:

                        "Söylemesi acıdır: İleri İslam medeniyeti ile, fikren geri kalmış Hıristiyan medeniyeti arasında, bu yönden de bariz bir fark kendini gösteriyordu. Her iki medeniyeti ayıran hudut, bir kere daha uzuyordu. İslam medeniyeti, vebayı, salim bir muhakeme ile incelerken, Hıristiyan medeniyeti onu hurafelerle izaha çalışıyordu. Bir Müslüman, korkuya kapılmış beşeriyetin bakışını, semadan Arz'a, en lüzumlu tedbirlere çevirir. İbn Hatib; 'tecrübe, araştırma, akıl ve muhakeme ile otopsi ve kesin emarelere göre; sirayet, temastan ileri gelmektedir. Bunu, cerhedilmez deliller açıkça ortaya koymaktadır' der."


                        Biliyorsan buyur konus...konusta feyiz alsinlar...bilmiyorsan tut dilini seni bir adam saysinlar

                        Yorum


                          #13
                          Ynt: islam medeniyetinin bilim ve tekonolojiye katkilari

                          İslam tıbbının en gelişmiş alanlarından birisi, hiç şüphesiz cerrahidir. İlim adamları ve doktorlar, göz merceği(lens) hastalığını tedavi eder, mesanedeki taşları eritir ve akan kanın durdurulmasını bilirlerdi. Dağlayıcı aletler kullanırlar, ve fitiller vasıtasıyla, yaranın cerahatini boşaltırlardı. Yeni keşiflerden sayılan "anestezi"(hastayı uyuşturma) usulünü başarı ile uygularlardı. XIV. asırdan sonra yetişen dünyadaki cerrahlar, esas kaynak ve dayanak olarak, İslam cerrahisini almışlardır. Nitekim Ali b. İsa'nın yazdığı "Göz Hekimlerine Müzekkere" isimli eserden, XIX. asra kadar istifade edilmiştir. Gözden mavi suyu çekmeyi ve şırınga yapmayı başaran el-Muhassin'dir. Dr. Sigrid Hunke, şöyle der:

                          "Ali İbn Abbas, 'kanser' hakkında şöyle söylemekteydi: 'Doktorlar bu hususta yardımda bulunabilirler.Tümörün organdan tamamen ayrılmasına çalışılmalı, köklerinden geride bir şey kalmaması için, tümörden muayyen bir mesafe uzaklaşacak şekilde etrafı kesilmelidir."

                          Bugün dahi "kanserin tedavisi"nin, tam olarak yapılamadığı; ancak kanserli uzvun kesilip alındığı ve böylece hastalığın yayılmasının önüne geçilmek suretiyle, tedavi yoluna gidildiği dikkate alınacak olursa; İslam tıbbının, ne derece gelişmiş olduğunu anlamak mümkün olacaktır.

                          En büyük cerrahlardan biri olan Ebu'l-Kasım, kadın hastalıkları ile ilgilenir. Onuncu asırda yaşayan Ebu'l-Kasım, cerrahide ve kadın-doğumda kullanılmak üzere; bugüne kadar gelen aletleri icat eder. Açık kırıkların tedavisinde kullanılan "pencere açma metodu", ona aittir. Ve yine göz ve diş doktorlarının kullandığı birçok aletlerin ilk sahibi odur. Ebu'l-Kasım'ın kıymetli buluşlarından biri de, "arterial damarların bağlanması" ve "kat küt dikişi"dir. Bu damarların bağlanması tıbbi keşfinin, Fransız cerrahı Pare tarafından 1952'de yapıldığı iddia edilmesine rağmen; bu keşif, gerçekte Pare'den 5 asır önce yaşayan Ebu'l-Kasım'ın, tıp alemine bir hediyesidir.

                          İbn Abbas, "Hipokrat'ın nazariyesi"ni yıkarak; doğumun, rahmin kasılması ve çocuğun dışarı atmasıyla vukua geldiğini izah eder.

                          XIII. yüzyılda yaşamış olan İbn Nefis'in, "kan dolaşımı"nı izah eden ve çağımıza kadar bir ilave yapılmadan gelen eseri, biyolojide de önemli bir yer işgal eder. İbn Nefis, kalbin beslenmesini; kanın, damarlar vasıtasıyla kalbe ve akciğere gidiş gelişini, akciğerlerin fonksiyonunu, akciğerdeki kimyasal değişmeyi ve böylece kanın deveranını tamamlaması hadisesini açıklar. Halbuki, kan dolaşımının bu keşfi, haksız olarak M. Servet'e izafe edilmiştir.


                          Biliyorsan buyur konus...konusta feyiz alsinlar...bilmiyorsan tut dilini seni bir adam saysinlar

                          Yorum


                            #14
                            Ynt: islam medeniyetinin bilim ve tekonolojiye katkilari

                            3. Hastaneler

                            İslam medeniyetinin parlak devirlerinde; çalışma usul ve yöntemleri modern olan hastaneler inşa edilmiştir. Bağdat, İspanya, Türkistan ve Osmanlılar'da; hastanelerin çalışması ve yönetmelikleri incelendiğinde görülecektir ki; bugünkü modern hastanelerden, çalışma usul ve şartları bakımından hiç de aşağı değildir.

                            Avrupa'da o tarihlerde hastane yoktu. Daha sonra hastaneyi, İslam aleminden öğrenen Avrupa, yavaş yavaş hastaneler kurmaya başladı. Will Durant, "Histoire de la Civilisation L'age de la Fol" bu konuda şunları yazar:

                            "İlk dispanserleri ve eczaneleri, Müslümanlar tesis ettiler. Ortaçağ'ın ilk eczacı mektebini onlar kurdular ve eczacılığa ait muazzam eserler yazdılar. Bugün onların çiçek ve kızamık tedavisindeki talimatlarını, tadil etmek kolay değildir. O devirde, İslam aleminde 34 hastane tesis edilmişti. Bilhassa akıl hastaları için gayet insani bir tedavi usulü tatbik ederlerdi. 931 tarihinde Bağdat'ta 860 hekim vardı."

                            Her hastanenin bir başhekimi bulunurdu. Başhekimin, günlük işleri, ancak bugün idrak edebilecek bir modernlik göstermekteydi. Başhekim, her sabah hastaları ziyaret eder; onların düşüncelerini, arzularını, hastalıklarının seyrini öğrenir ve bu hususta çok itina gösterirdi. Başhekime, asistanlar, doktorlar ve hastabakıcılar refakat ederlerdi.

                            Hastaya yazılan ilaçlar, noksansız temin edilirdi. Başhekimlik vazifesini yapan doktorlar, boş zamanlarında kendilerini ilme verirler. Seminerler ve konferanslar düzenlerler ve tıbbi tartışmalara başkanlık ederlerdi. Doktorlar, iyi bir eğitimden geçtikleri gibi, teorik ve pratik alanda imtihanlara tabi tutulur; kendilerine, ehliyet derecelerine göre diploma ve salahiyet verilirdi.

                            Ayrıca hastanelerde, fakir-zengin ayırımı yapılmadan, herkese parasız olarak bakılırdı. Hastalar, tıbbi tedavileri esnasında, bir kuruş masraf yapmazlardı. Hatta, hastaneden taburcu olanlara, bir aylık iaşe parası ve elbise verilirdi. Temizlik, hastanelerin baş prensibi idi.

                            İslam aleminde, daha Emevîler zamanında inşa edilmeye başlayan büyük hastaneler, Batı'da 8-9 asır görülmez. Ancak XV. yüzyılda birkaç tane bakımsız, son derece pis, doktorsuz, ve her türlü hastanın; kadın-erkek beraber yattığı binalara, "hastane" denir.


                            Biliyorsan buyur konus...konusta feyiz alsinlar...bilmiyorsan tut dilini seni bir adam saysinlar

                            Yorum


                              #15
                              Ynt: islam medeniyetinin bilim ve tekonolojiye katkilari

                              4.Tıbbi Çalışmaların Batı'ya Tesiri

                              Kilise öğretmeni Tatian'ın, ilaçlar ve eczacılık hakkındaki görüşleri, o devirdeki Hıristiyan mantalitesini aksettirmeye kafi gelecektir. Tatian şöyle diyordu:

                              "Dünyevi ilaçlara, ot ve köklere inanmak, Allah'a karşı bir güvensizliği ifade eder. Eczacılık, her çeşit şekiller içinde, bu nevi iğfalkar sanat ve hareketlerden doğmuştur. İlahi kudrete başvurma yerine, neden bir köpek gibi otlar; geyik gibi yılanlar; domuz gibi istakozlar; aslan gibi maymunlarla tedavi olmayı tercih ediyorsun?"

                              Evet, Batı'nın, içine düştüğü papaz mantıksızlığı, ancak bu kadar ışık(!) verebiliyordu kendisine. Ancak Doğu'dan gelen İslam rüzgarı, Avrupalı'yı, derin uykusundan uyarmaya muvaffak olmuştu. E.F. Gautier, "Moeurs et Coutumes de Musulmans" adlı eserinde bu uyanışı şöyle özetler:

                              "Rönesans Avrupa'sı, 'Hipokrate', 'Galien'den fazla İslam hekimler mektebini takip etti. Razi ile İbn Sina'nın eserleri, XVII. asırda Louvain Üniversitesi'nin tıp eğitiminin esasını teşkil etmiştir. İbn Sina tercümeleri tam 600 sene, Avrupa üniversitelerinde ders kitapları olarak okutulmuştur."

                              VI asır önce Paris Tıp Fakültesi, Dünya'nın en küçük kütüphanesine sahipti. Ve bu kütüphane, sadece bir kitaptan müteşekkildi. Bu kitap ise, bir Müslümanın eseriydi. Beş asır boyunca kendisine hiçbir şey ilave edilmeyen bu dev eser, bütün manastırlardaki kitapların bin misline bedeldi.

                              Yine büyük tıp alimlerinden Razi'nin eserleri; özellikle "Havi"; uzun yıllar İbn Sina'nın "Tıpta Kanun" kitabı gibi, Avrupa'da el kitabı olmuştu. Bu bilginlerin eserleri, defalarca Latince ve değişik dillere çevrilmiş ve defalarca basılmıştır. Bilhassa bu iki eser, uzun asırlar "tıp anayasası" olarak kabul edilmiştir.

                              Avrupa'da kurulan ilk meşhur tıp okulu, Salerno okulu, hocaları ve herşeyi ile bir İslam mektebiydi. Dr. Sigrid Hunke; bu okulla ilgili olarak şunları söylüyor:

                              "Batı'nın yalnız bu noktasında XI. yüzyılda; yetmiş veya sekseninci senelerinde, birdenbire gözleri kamaştıran üstün bir tababet fışkırır. Kısa zamanda, Salerno'yu şöhrete kavuşturan 'Tababet', ne Antik medeniyetin, ne de Roma medeniyetinin kaynaklarıyla beslenmez. Salerno Tıp Okulu, sadece bir İslam mirasıdır. İslam Sağlık Teşkilatı, doğrudan doğruya Batı'ya örnek oldu. İslam eczacılığı ile tam ve kesin karşılaşma ve onu aynen benimseme, Sicilya adasında vukua geldi. Müslümanlar'ın, burada 250 senelik hakimiyetleri esnasında; İslam Teşkilatı ve Mevzuatı, Sicilya'da geleneksel bir hukuk şeklinde yerleşmişti."

                              Özetle, "İslam medeniyetinin tıp ilim ve gelenekleri"nin, Batı'ya, İspanya ve Sicilya kapısından; ticari, askeri ve diplomatik münasebetler yoluyla girdiği; Avrupa'yı derinden etkilediği, bilinen bir gerçektir.


                              Biliyorsan buyur konus...konusta feyiz alsinlar...bilmiyorsan tut dilini seni bir adam saysinlar

                              Yorum

                              YUKARI ÇIK
                              Çalışıyor...
                              X