Yüce Allah'ın son elçisi Hz. Muhammed (s), tüm engel ve zorluklara karşın, 23 yıl gibi bir sürede İslâm dinini Arap yarımadasının büyük bir bölümüne yaymaya ve cahiliye Araplarından örnek bir toplum oluşturmaya muvaffak oldu.
Müslüman toplumun ilk yöneticisi Hz. Ebu Bekir; bu kazanımları başarılı ve kararlı politikalarıyla, yerinde ve zamanında müdahaleleriyle korudu. Hz. Ebu Bekir'den sonra devlet başkanı olan Hz. Ömer; hem adaleti önceleyerek hem de sürekli genişleyen bir coğrafya içinde teşkilatlanmaya önem vererek, devlet ve ümmet yapısının kök salmasını sağladı ve sınırları genişletti.
Hz. Ömer'in şehid edilmesinden sonra yerine geçen Hz. Osman döneminde fetih hareketleri devam etti ve devlet, 4 Halife Devri'nin en geniş sınırlarına ulaştı. Bu dönemin özellikle sonlarına doğu yaşanan çeşitli problemler; zamanında, soğukkanlılıkla ve geniş bir katılımla çözülemedi. Söz konusu dönem, bir ihtilal hareketiyle ve halifenin öldürülmesiyle sonuçlandı. Bazı araştırmacı ve yorumcuların "fitne dönemi" olarak adlandırdıkları ve etkileri uzun yıllar devam eden, ayrıca günümüzde de önemli tartışma konularından birini oluşturan bu süreç; düşünsel ve siyasal bölünmeleri de getirdi.
Muaviye b. Ebî Süfyan, Amr b. Âs, Mugire b. Şu'be ve Ziyad b. Ebih gibi fitne dönemindeki birçok hadisede öne çıkan ve olaylarda belirleyici bir rol oynayan şahsiyetler; sonradan "Arap / İslâm dâhileri" olarak nitelendirildiler.
İslâm tarihi dediğimiz devasa kanon içinde değerlendirilen birçok kişi ve olay, siyasi çekişmelerin yaşandığı dönemlerde ve doğruluğu oldukça tartışmalı aktarmalar eşliğinde anlatıldı. Yorumlama, analiz etme, çıkarımda bulunma, sorgulama, neden-sonuç ilişkisini gözetme gibi ilkelere ilk zamanlarda ulaşması beklenmeyen ve daha çok rivayetçi / aktarımcı bir mantıkla kaleme alınan siyer, megazi ve tarih kitapları; süreç içerisinde yanlı değerlendirmelerin etkisinden de kurtulamadı. İlk dönemlerden sonra gelen müellifler ise; kendilerine ulaşan malzemeyi bu kez de soğukkanlı bir araştırmacı ve hakikat arayıcısından çok, artık büyük ölçüde kemikleşmiş kendi anlayış ya da hiziplerinin bir mümini olarak yorumlayıp aktardılar. Belki bu, kısmen kaçınılmaz özellikler taşıyan bir psikolojiyi de içkin bir durumdu. Sonuçta, her iki tutumda da tarih, hiç değilse asgari koşulları gözeterek açımlanan ilmi bir disiplin haline gelemedi.
Genel tarihi panoramanın ötesinde, İslâm tarihinin ilk dönemleri ve şahsiyetleri de, daha çok toptancı bir iyimserlikle ve günaha düşmeme korkusuyla ele alındı. İçi boşaltılarak geniş tutulmaya çalışılan ve kendi dinî bağlamında kopartılan "sahabe algısı"nın da bunda önemli bir etkisi olduğu açıktır. Müslüman olduğunu söyleyip Hz. Peygamber'i bir kere görenler bile sahabi sayıldı sözgelimi. Sahabilerin adeta günahsızlığını savunan, onları bir vesileyle kutsallaştıran yaklaşımlar oluştu. Peygamber döneminde İslâm'a giren insanların ölünceye kadar hata işlemeyecekleri, kötülük yapmayacakları ya da dinden çıkamayacakları gibi tuhaf ön kabuller geliştirildi. Mekke'nin fethiyle, "kılıç korkusu" ile ve "dünyevi çıkarlar"ı gözeterek Müslüman olanlar, Yüce Allah tarafından Bedir ve Uhud'daki yararlılıkları dolayısıyla ve başka faziletleri bağlamında övülen kişilerle bir tutuldu. Suya yol açanlarla, suyun başına oturup onu kirletenler aynı kefeye kondu. Oysa Hz. Peygamber döneminde Medine'de yaşayan ve yapıp ettikleri Kur'an âyetleri ile de teyit edilen onlarca, yüzlerce, belki de binlerce münafığın varlığı; etraflıca düşünüldüğünde çok önemli çıkarımlarda bulunmamıza yardımcı olabilecektir. Yine Hz. Peygamber (s)'in vefatıyla, kaynakların belirttiğine göre irili ufaklı yüze yakın yerleşim biriminde patlak veren irtidat hareketlerinin tarihin biçimlenmesindeki rollerine yönelik ciddi hiçbir değerlendirmenin bulunmaması da en azından şaşırtıcıdır.
Göz ardı etmelerle, korkularla, yanlış sahabe algılarıyla üstü örtülen ilk dönem olayları ve şahsiyetleri; günümüzde yaşanan önemli birçok sorunun da kaynağı durumundadırlar. Aksi halde "asr-ı saadet" diye bilinen bir dönemi oldukça geniş tutarak ve hatadan neredeyse vareste kılarak aktarmak, aynı dönemin hiç küçümsenmeyecek bir kan gölü içinde biçimlendiğini sonradan görüp fark eden insanları şoka uğratmakta ve iç kırılmalara yol açmaktadır. Tarihe, iktidar merkezli bir bakıştan soyutlanarak bakmak bile, karşımıza başka bir manzara çıkarmakta zorlanacaktır. İbn Arabi'nin, Kur'an'daki anlatımlara rağmen, Firavun'u kurtarmaya hatta cennetlik yapmaya yeltenen kitaplar yazması gibi, tarihi süreç içerisinde, ismi bile kendiliğinden ortadan kalkmasına rağmen Yezid'i savunan, onun faziletleriyle ilgili rivayetler aktaran kişilerin çıkması, eğer alçaklık değilse, izahı kolay kolay mümkün olmayan marazî bir psikolojiyle ilintili olmalıdır.
Kabul ederiz ki hiçbir insan robot ya da melek değildir ve imtihan, kişi ölünceye kadar süreklilik içeren bir olgudur. Hz. Peygamber (s) zamanında bile Mekke'den kaçıp kurtularak İslâm'la şereflenen, Rasulullah'ın en yakınlarından biri olma konumuna ulaşan; hatta vahiy kâtipliği yapan insanların bile daha sonradan irtidat ettikleri görülmüştür. Bu nedenle tarihin akışında önemli etkileri olan kişilerin biyografileri, hakkaniyete bağlı kalmanın yanı sıra bir bütünlük gözetilerek çıkarılmalıdır. Nitekim Hz. Peygamber (s)'in öz kızı Fâtıma'ya yönelik uyarısı, bu konuda temel ve çağlarüstü bir ikaz mesabesindedir.
Zamanında tartışılıp değerlendirilemeyen tarihi olgu ve kişilikler, kriz zamanlarında sorunların çoğalmasında ve ayrışmaların / husumetlerin derinleşmesinde sürekli öne çıkarılmakta ve tarihin koynunda yatmalarına izin verilmeyerek aramızda konuşmaya devam etmektedirler. Halbuki tarihten korkmak yerine onunla zamanında yüzleşmek, onu anlamlandırıp ders almak gerekmektedir. Kur'an'ın sunduğu perspektif de budur. Mümkünse tarihle bir kere ve olması gerektiği şekilde konuşulmalı, gerekli ders ve ibretler ilmi ve soğukkanlı bir tutumla çıkarılmalı ve geleceğe yönelik tasarımlar kompleks ve ezikliklerden arınmış bu özgüvenle pekiştirilmelidir. Geriye dönüp bakmamız, ileriye daha muhkem sıçrayışları gerçekleştirmek için olmalıdır.
Amr b. Âs, İslam tarihinin erken dönemlerinin en önemli simalarından biridir kuşkusuz. Hem bir yeryüzü konuğu / bir birey olarak ilginç bir biyografiye sahiptir hem de tutumları, müdahaleleri ve yapıp ettikleriyle geleceği biçimlendiren aktörlerden biri olmuştur. Giriş bölümüne seçtiğimiz başlığın da bunu yansıttığını düşünüyor ve genel bir değerlendirmeyi yazının son bölümünde yapmayı daha uygun buluyoruz.
AİLESİ, ÇOCUKLUĞU VE GENÇLİĞİ
Mekke'de doğan Amr, Kureyş'in Sehm kabilesine mensuptu.
Amr'ın soyu Sehmoğulları ile Hz. Peygamber (s)'in kabilesi Haşimoğulları, çeşitli nedenlerle karşı karşıya gelen, çekişen kabilelerdi. Bu çekişmelerin en ünlüsü "Hılfu'l fudûl" hadisesiyle yaşananıydı. Rivayetlere göre, Hılfu'l fudûl adı verilen bu organizasyon da Amr'ın babası Âs'ın, Yemenli bir tüccara borcunu ödememesi nedeniyle kurulmuştu. Bu anlaşma, Haşimoğulları ile Sehmoğulları arasındaki husumetin büyümesine yol açmıştı. Kabilesi, Mekke'de önemli bir ağırlığı olan Ümeyyeoğulları ile de ittifak halinde bulunan Amr'ın babası Âs b. Vâil, ticaret ve haksız kazanç sayesinde Mekke'nin en zengin insanları arasında yer alıyordu. Sehmliler yalnızca ticarette değil, sosyal hayatta da Kureyş içinde önemli bir yere sahiptiler. Ticaret amaçlı kış ve yaz seferlerinin çoğunu onlar düzenliyor, şehrin politikasının belirlenmesinde öne çıkıyor, çok sayıda şairi himaye ediyor, sahip oldukları güç ve şöhretle gurur duyuyorlardı.
Ölüm tarihinde bile farklı rivayetler bulunan Amr b. Âs'ın, doğal olarak ne zaman doğduğu da kesin olarak bilinmemektedir. Son yıllarda, kendisiyle ilgili olarak yayımlanan çalışmalara bakarak, onun 573 – 577 yılları arasında doğmuş olduğunu kabul edebiliriz.
Tüccar, baytar, üzüm yetiştiricisi, dokumacı, eczacı olarak tanınan Âs b. Vail; onca zenginliğine karşın aç gözlü ve tamahkâr bir kişiydi. Ölünceye kadar Hz. Peygamber (s)'le alay eden, Müslümanları aşağılayan bu adam, en azılı İslâm düşmanları arasında gösterilmekteydi. Babasına büyük bir hayranlık besleyerek büyüyen Amr, onu her alanda örnek almış ve onun elde ettiği şöhret ve zenginliğe ulaşmayı temel hedefi haline getirmişti. Babasını sık sık metheder, onun şöhret ve zenginliğini öne çıkarak muhataplarını alt etmeye çalışırdı. O, bu huyundan kolay kolay vazgeçmeyecek; ileride Hz. Ömer ve Hz. Osman gibi halifelere karşı dahi bu davranışını devam ettirecektir. Hz. Peygamber (s)'in davetine karşı çıkan Âs b. Vâil, hicretten yaklaşık bir ay sonra çıktığı Taif yolculuğunda bindiği hayvandan düşerek yaralandı. İbn İshak ve İbn Hişam'ın siretlerinde, bu düşme sırasında ayağına batan bir dikenin yol açtığı bir yara yüzünden öldüğü rivayet edilmektedir.
Amr'ın annesi, bir savaşta cariye olarak alınıp satılmış, en sonunda bir arkadaşı onu Âs b. Vâil'e vermiştir. Babasıyla daima gurur duyan Amr, bir cariye olan annesi yüzünden daima utanmış ve üzülmüştür. Ona hakaret etmek isteyenler de sürekli bu özelliğini dile getirmişlerdir. Arap toplumunun nesebe aşırı düşkün olduğu ve hatta bu adla anılan bir ilim dalının da geliştirildiği dikkate alındığında, yabancı ve üstelik cariye statüsündeki bir annenin çocuğu olmak, Amr'da büyük bir mahcubiyet ve eksiklik duygusu yaratmıştır. Bizzat kendisinin, kardeşiyle olan tartışmalarında bunu dile getirdiği görülmektedir. Kimi rivayetlerde annesinin, hafifmeşrep bir şarkıcı hatta çok sayıda insanla zina eden kötü bir kadın olduğu ayrıntılarıyla aktarılmaktadır. Bunların bir kısmında abartma olduğu muhakkaktır; ancak Amr bu durumu ateşten bir gömlek gibi hep üstünde taşıyacak ve bitimsiz bir eziklik hissedecektir. Hukuken ve ahlâken bir insanı değerlendirmede asla bir değeri olmayan bu olgunun; bir takıntı hâline geldiği ve Amr'ın kişiliğinin oluşmasında çok büyük bir rol oynadığı anlaşılmaktadır.
Kaynaklar, Amr'ın çok sayıdaki kardeşinden sadece Hişam hakkında bilgi vermektedirler. Amr'dan küçük olan Hişam, ilginçtir ki ilk Müslümanlardandır. Babası tarafından hapsedilmiş, Medine hicretinde bulunamamış, babası ölünce de akrabaları tarafından gözetim altında tutulmuştur. Hendek savaşından sonra hapisten kurtulduğu ve Medine'ye ulaştığı; Bizanslılarla yapılan ve Müslümanların kesin zaferiyle sonuçlanan ünlü Ecnâdeyn savaşında şehid olduğu rivayet edilmektedir.
Dört hanımı olan Amr b. Âs'ın, kaynaklarda, Muhammed ve Abdullah adlı iki oğlundan söz edilmektedir. Abdullah, babasından önce Müslüman olmuş; takvası ve ibadete düşkünlüğüyle ün salmıştır. Ebu Hureyre'nin "Benden sonra en çok hadis bilen kişi Abdullah b. Amr'dır." sözünü kaydeden Zehebî; onun yedi yüz civarında hadis rivayet ettiğini de nakletmektedir. Ashab arasında "Abâdile" olarak bilinen dört Abdullah'tan biri olarak kabul edilen Abdullah b. Amr; babasıyla birlikte Muaviye tarafında Sıffin savaşına katılmış fakat çarpışmalara katılmamıştır. İbn Sa'd'ın Tabakat'ında, bundan dolayı hayatının sonuna kadar pişmanlık duyduğu bilgisi yer almaktadır.
AMR'IN MÜSLÜMANLARA KARŞI FAALİYETLERİ
Amr'ın bu başlık altında zikredilmesi gereken ilk faaliyeti, Habeşistan'a hicret eden Müslümanları geri alma girişimidir.
Mekke'nin müşrik ileri gelenleri, bir grup Müslümanın Habeşistan'a gittiğini haber alınca, Amr b. Âs ile Abdullah b. Ebî Rebia'yı Habeşistan'a gönderdiler. Amr, daha önceden, ticari ilişkileri ve Mekke diplomasisinde önemli bir yeri olması nedeniyle Necaşi'yle tanışan biriydi. Çeşitli hediyeler de takdim ettiği kralla görüşerek, gelen Müslümanları kötüledi ve kendilerine teslim edilmelerini istedi. Bu teklifi kabul etmeyen Necaşi, muhacirler adına Cafer'in ünlü konuşmasını da dinledi ve etkilendi. Kaynakların belirttiğine göre, Amr ikinci bir girişimde daha bulundu. Bu görüşmesinde, Müslümanların Hz. İsa hakkında da iyi şeyler düşünmediklerini ileri sürerek, kralı ve yakınlarını, dini hassasiyetlerini kışkırtarak etkilemeye çalıştı. Cafer b. Ebû Talib'in, Kur'an âyetleri eşliğinde Hz. İsa ve Hz. Meryem hakkında kısa ve özlü açıklamalar yapması, yine Necaşi'nin hoşnutluğunu kazandı ve Amr'ın bu ikinci çabası da boşa çıkmış oldu.
Amr'ın, daha hicretten önce Medine'de etkin olmaya başlayan İslamî daveti boğmak amacıyla, Evs ve Hazrec'in ileri gelenleriyle görüşmeye giden heyette de yer aldığı görülmektedir. Babası iyice yaşlandığı ve hastalandığı için, Sehmoğulları'nı tek başına temsil etmeye başlayan Amr'ın, Darünnedve'de Hz. Muhammed (s)'in öldürülmesiyle ilgili kararın alındığı sırada, ticaret nedeniyle şehir dışında bulunduğu için yerine temsilci bıraktığı rivayet edilmektedir.
Amr b. Âs, hicretten sonra yapılan savaşlarda da etkin bir rol oynamıştır. Ebû Sufyan başkanlığındaki ticaret kafilesinde bulunduğu için Bedir Savaşı'na iştirak edememiştir. Uhud ve Hendek savaşlarında, Kureyş ordusunun süvari birliklerine kumanda etmiştir. Kimi tarihçiler, Halid b. Velid ile Amr b. Âs'ın bu savaşlarda en etkili görevler üstlenen iki komutan olduklarını nakletmektedirler.
AMR BİN ÂS'IN MÜSLÜMAN OLUŞU VE İLK BAŞARILARI
Bedir, Uhud ve Hendek savaşlarında Müslümanlara karşı kesin bir üstünlük sağlayamamak, Mekkelileri kaygılandırmaya başladı. Bütün gücünü Müslümanlara karşı kullanarak tüketen ve kararsızlık içinde bocalayan Mekke'nin reislerinden biri de Amr idi. Amr; rüzgârın artık Medine lehine esmeye başladığını ve bunun önüne geçilemeyeceğini anlamaya başlamış olmalıydı ki Mekke siyasetinden uzaklaşarak Taif yakınlarında babasından kalan bir çiftliğe gidip orada olayların seyrini beklemeye başlamıştı. Önde gelen biri olmasına karşın, Hudeybiye'de bulunmaması da bu bağlamda düşünülebilir.
Çekildiği çiftlikte; hayatı, geleceği, beklentileri, İslâm dini ile ilgili bir tefekkür çabasına girmiş olması muhtemeldir. Bazı araştırmacılar, onun Kureyş'in hezimetini ve Müslümanların başarılarını görerek salt politik amaçla ve istikbal kaygısıyla Müslüman olduğunu iddia etmektedirler. Hatta kimileri; Amr'ın Habeşistan'da Necaşî'nin etkisiyle İslâm'a girdiğini aktaran rivayetleri açıkça hafife almakta, böyle bir şeyi kesinlikle ihtimal dahilinde görmemektedirler. Bu yaklaşımın, bütünüyle doğru olmadığı söylenebilir. Zira birçok rivayette şu bilgilere ulaşmamız mümkün olmaktadır: Amr, kendisini ziyarete gelenlere, İslâm'ın ilerleyişinin devam edeceğini söylemektedir. Kendisinin de Necaşî'nin yanına gitmeyi düşündüğünü, eğer Müslümanlar Mekkelilere galip gelirlerse Habeşistan'da kalmaya devam edeceğini dile getirmektedir. Nitekim Habeşistan'a giden Amr, Necaşî'nin İslâm'a çok sıcak bakışından da etkilenerek İslâm hakkında daha derinlikli düşünmüş olmalıdır. İbn Hacer, onunla birlikte Habeş'e gelen arkadaşlarının, Amr'ın Müslüman olduğunun farkına vardıklarında, üstüne saldırıp giydiği elbiselere varıncaya kadar elindeki mallarını aldıklarını, bunun üzerine Amr'ın Müslümanların temsilcisi Cafer ile birlikte Necaşî'ye giderek durumu aktardığını, kralın da Amr'ın mallarını tazmin ettiğini aktarmaktadır. Amr, bu olayların akabinde, bulduğu ilk gemi ile Habeş ülkesini terk etmiştir. Mekke'den ayrılmadan önce başlayan tereddüt ve arayışlar, Necaşî'nin sözleriyle bir anlam eğrisine oturmuş olmalıdır. Yani Amr'ın dine yönelmesi bir çırpıda ya da sadece Necaşi'nin telkinleriyle gerçekleşmiş gibi görünmemektedir.
Siyer ve tarih kitaplarının çoğunda, Amr'ın Mekke'ye ulaştıktan sonra ilk olarak Halid bin Velid'le görüştüğü bilgisine yer verilir. Halid de iman etmeye karar verdiğini, aklı başında herkesin İslâm'a girdiğini söyleyerek, kendilerinin de Müslüman olmaları gerektiğini ifade etmiştir. İkisi, yanlarına birkaç kişiyi daha alarak Medine'nin yolunu tuttular. Onların İslâm'a girişi ashabı sevindirdi. Rivayetlerde Hz. Peygamber (s)'in "Mekke, ciğerparelerini kucağınıza attı." diyerek memnuniyetini dile getirdiği de aktarılmaktadır.
Rasulullah'ın huzuruna gelen Amr, geçmiş günahlarının affedilmesi koşuluyla İslâm'a gireceğini söyledi. Rivayetlere göre, Hz. Peygamber, biat etmesini zira İslâm'ın geçmiş günahları sileceğini bildirdi. Amr'ın, 629 yılının Mayıs ayında, Mekke'nin fethinden çok kısa bir süre önce dine girdiği kabul edilmektedir. Hz. Ömer, Amr'a, müthiş zekâsına ve ileri görüşlülüğüne rağmen, İslâm'a girmekte neden bu kadar geciktiğini sorduğunda Amr şu sözlerle cevap verdi:
"Bir adam düşün ki, onun kalbi başkasının elindedir. O adam, kendi çabasıyla kalbini eline alan kişiden bir türlü kurtulamamaktadır. Kurtulsa bile yine kalbini elinde tutanın istediğini yerine getirmektedir."
Ünlü müsteşrik Keatani, İslâm Tarihi adlı kapsamlı yapıtında, Amr ve Halid'in Müslümanlıklarını yorumlarken, onların ancak Hz. Peygamber (s)'in düşmanlarına galip geleceğine kanaat getirdikleri zaman Müslüman olduklarını söylemekte ve bu iki kişinin İslâm'ın gerçekliğine inanarak değil siyasi nedenlerle; servet, şan ve şöhret kazanmak amacıyla Müslüman olmuş sayılacaklarını iddia etmektedir. Keatani'nin, onların, Hz. Peygamber (s)'in düşmanlarına galip geleceğini anladıklarında Müslüman oldukları düşüncesi doğru bir görüştür. Amr bunu bizzat kendisi ifade etmiştir. Fakat Amr ve Halid, geç de olsa Hz. Peygamber (s)'in gerçek peygamber olduğuna inanmışlar ve bu gerçekliğin onu başarıya ulaştıracağını düşünmüşlerdir. Onların Müslümanlığı, Keatani'nin iddia ettiği kadar basite indirgenmemelidir. Nitekim Rasulullah'ın vefatından sonra irtidat etmemişler, tam tersine irtidat edenlerle savaşmışlardır. Ayrıca, sonuna kadar küfürde inat edip, ancak Mekke'nin fethiyle Müslüman olmak durumunda kalan tuleka (Mekke fethi esnasında öldürülme korkusu içinde bekleyen; fakat serbest bırakılan Mekkeliler) zümresi içinde yer almayıp kendi istekleriyle Müslümanlara yönelmeleri de gözden kaçırılmamalıdır.
Amr'ın siyasi ve askeri yeteneklerini bilen Hz. Peygamber (s) Zâtüsselâsil seriyyesinde onu kumandan tayin etti. Daha sonra da İslâm'ı tebliğ etmek ve vergi toplamak üzere Umman'a gönderdi. Hz. Peygamber (s) vefat ettiği zaman Umman'da bulunuyordu. Vefat haberini alınca Medine'ye geldi. Hz. Ebû Bekir'e yapılan biat merasiminde o da bulundu. Bu dönemde, küçük bir askeri birliğin başında Güneydoğu Filistin'e gönderildi ve bölgenin fethinde rolü oldu. Ecnâdeyn ve Yermük savaşlarına katıldı. Hz. Ömer zamanında Filistin'i kesin olarak İslâm hakimiyeti altına aldı. Kudüs halkının, şehri Halife Ömer'e teslim etmesini sağladı. Amvâs'ta çıkan vebada aldığı tedbirlerle, İslâm ordusunun toptan yok olmasını önledi.
Hz. Ömer'e Mısır fethinin stratejik açıdan zaruri olduğunu, Filistin ve Suriye bölgesinde mağlup olan Bizans kumandan ve askerlerinden bir kısmının Mısır'a kaçtıklarını ve her an Mısır tarafından bir tehlike gelebileceğini söyleyerek, onu bu ülkenin fethine ikna etmeye çalıştı. Ocak 640'ta 4 bin kişilik bir süvari birliğiyle sınır kasabası Feremâ'yı aldıktan sonra Mısır içlerine ilerlemeye başladı. Bazı kaynaklar, daha ileri gitmemesi konusunda Hz. Ömer'in emrini dinlemediğini belirtmektedirler. Dışarıdan bakıldığında bu durum, çılgınlıktan başka bir şey değildi. Nitekim durumdan endişelenen Hz. Ömer, Zübeyr b. Avvâm kumandasında 5 bin kişilik bir takviye kuvvet gönderdi. Amr, bu kuvvetlerin de katılmasıyla Aynişems'te karşılarına çıkan güçlü Bizans ordusunu imha etti. İlerlemekte ısrarlıydı. Babilon Kalesi üzerine yürüdü ve yedi aylık bir kuşatmadan sonra bu müstahkem kaleyi ele geçirdi. Rumlardan bıkan Mısır'ın yerli halkının hiç direnmemesinin de fetihlerde büyük bir katkısı oldu. Amr, daha sonra İskenderiye'yi teslim alarak Mısır'a hakim oldu (642). Bu başarılarından dolayı, "Mısır fâtihi" olarak anılmaya başladı ve bu yeni eyalete vali tayin edildi.
Amr b. Âs, Mısır'daki askeri faaliyetler yanında idari ve ekonomik düzenlemeler de yaptı. Bayındırlık alanında da önemli girişimlerde bulundu. Fustat şehrini kurdu ve kendi adıyla anılan camiyi inşa etti. Firavunların yaptırdığı eski kanalı yeniden açtırdı ve Nil nehri kıyısındaki Babilon ile Kızıldeniz sahilindeki Kulzüm (Süveyş) limanını birbirine bağladı. Bu su yoluyla Hz. Ömer'e yirmi gemi yükü erzak ve eşya gönderdi.
Hz. Ömer'in yaralanması esnasında Medine'de bulunuyordu. Çok ısrar etmesine rağmen, şûraya seçilme arzusu halife tarafından uygun görülmedi. Hz. Osman devlet başkanı olduktan sonra Mısır valiliğine bir süre daha devam etti ve bir ara Bizanslılar tarafından işgal edilen İskenderiye'yi geri aldı (646). Malî işleri yürütmek üzere Mısır'a tayin edilen Hz. Osman'ın süt kardeşi Abdullah b. Sa'd b. Ebû Serh ile anlaşamadıkları için valilikten azledildi (648). Vakıdi ve Taberi gibi bazı tarihçiler, bu azlde ciddi bir güven bunalımının etkili olduğunu ileri sürmektedirler. Hatta daha Hz. Ömer zamanında Mısır haracında suistimalde bulunduğu iddiasıyla bölgeye müfettiş gönderildiği ve Amr'ın malının yarısının müsadere edildiği rivayet edilmektedir. Bu kuşkuyu Hz. Osman'ın da taşıdığı anlaşılmaktadır. Sonuçta Amr, görevden alınmasından dolayı çok üzüldü ve kızgınlığını, öfkesini her fırsatta dile getirdi. Bu olayın, şöhretine ve karizmatik kişiliğine fazlasıyla değer veren Amr'ın hayatında bir dönüm noktası olduğu, geleceğe dönük beklentilerinde de önemli bir değişime yol açtığı muhakkaktır.
Hz. Osman'ın katledilmesiyle sonuçlanan ve başını Mısır'dan gelenlerin çektiği isyan hareketlerini destekleyenler arasında Amr'ın da bulunduğuna dair birçok rivayet aktarılmaktadır. Bu aktarımlarda kısmen de olsa bir gerçeklik payının olduğu düşünülebilir. Amr, görevden alındıktan sonra, Medine'ye gelmişti. Şehirde Hz. Osman'ın uygulamalarını eleştirmeye ve valilerinin yaptıklarını aleni olarak kınamaya başladı. Hz. Osman, onu yanına çağırdı, halkı idareye karşı kışkırtmak ve bundan bir çıkar beklemekle suçladı. Amr alttan almayıp sert çıkınca tartışma büyüdü ve rivayetlere bakılırsa iş nesep kavgasına dönüştü. Amr bira ara Hz. Osman'a "Bırak bunları, ben babam Âs b. Vâil'i de senin baban Affan'ı da gördüm. Vallahi Âs, senin babandan çok daha üstündü." diye bağırdı. Birbirlerine küserek ve atışarak ayrıldılar. Amr, Hz. Ali'ye giderek onu halifeye karşı kışkırtmaya çalıştı. Taberi ve İbnü'l Esir, aynı davranışı Talha ve Zübeyr'e de yaptığını; hatta daha sonraları şehre gelen hacılara da halifeyi kötülediğini ileri sürmektedirler.
Amr b. Âs, Medine'den ayrılarak Filistin toprakları içindeki bir çiftliğe yerleşti. Burada da kışkırtıcı ve yönetimi karalayıcı sözler söylemeye devam etti. Ara sıra Medine'ye gelmesine; hatta Hz. Osman tarafından zor zamanlarda görüşü alınmak üzere davet edilmesine rağmen öfkesi bir türlü yatışmayan Amr'ın bu tutumunu, Taberi'nin Tarih'inde yer alan ve ona izafe edilen şu cümle özetlemektedir: "Allah'a yemin olsun ki, şayet bir çobanı bile görsem, onu dahi halifeye karşı kışkırtacağım."
Kuşatma akabinde gelişen olayların sonucunu tahmin eden Amr, burada kalanların, halife öldüğü takdirde suçlu olarak kabul edileceklerini iddia ederek, yakınlarını uyarmış, kendisi de iki oğlunu yanına alarak Medine'den ayrılmıştır. Onun "fitne dönemi" olaylarındaki etkinliğini inkâr etmek ne kadar taraflı bir yaklaşımsa, bütün sorumluluğu ona yüklemek de o denli haksız bir davranıştır.
HZ. ALİ VE MUAVİYE MÜCADELESİNDE AMR B. ÂS
Hz. Osman'ın katledildiği haberi kendisine ulaşınca, Amr b. Âs, devlet yönetimine kimin geçeceğini düşünmeye başladı. Taberî'nin aktardığı ilk düşünceleri şu minval üzereydi: "Eğer Talha geçerse, o burnunun dikine giden Arap gençlerinden biridir. Eğer Ali geçerse, o bu makama gelecekler arasında en sevmediğim adamdır."
Halkın Hz. Ali'ye biat ettiğine dair haberler geldikçe hoşnutsuzluğu arttı. Günlerce bekledi, olayların seyrini takip etti. Cemel Savaşı sonunda Hz. Talha ve Hz. Zübeyr'in öldürüldüklerini ve Şam valisi Muaviye'nin biat etmek istemediğini, öldürülen halifenin kanını talep niyetiyle insanları Hz. Ali aleyhine kışkırttığını öğrendi. Oğullarını çağırıp düşüncelerini sordu. Abdullah, babasına bu tür işlerden uzak durmasını ve insanlar bir imam üzere birleştiğinde, gidip ona biat etmesini tavsiye etti. Muhammed ise, onun Arap önderlerinden biri olduğunu, tüm bu işler olup biterken, kendisinin dışarıda kalmasının uygun olmayacağını söyledi. Amr; ibn Sa'd, Taberî, İbn Asâkir, İbnü'l Cevzî, İbnü'l Esir, İbn Tagriberdî gibi kaynaklarda geçtiği belirtilen şu söz ve davranışlarla değerlendirmede bulundu. Oğullarına dönerek "Abdullah, sen bana âhiretim için daha hayırlı, dinim için de en güzel olanı söyledin. Muhammed sen de bana dünyam için en şerefli, âhiretim için de en şerli olanı söyledin." diyerek kanaatini ifade etti. Onun bu sözleri, girişeceği işin dinî ve ahlâkî sonuçlarının farkında olduğunu açık bir şekilde bildiğini göstermektedir.
Oğullarından sonra çok güvendiği azatlısı Verdan'ın da görüşlerini alan Amr, kararını vermekte gecikmedi: Muaviye'ye gidecekti. Maktül halife hakkında ağıtlar yakıyormuş gibi görünerek, oğullarıyla birlikte Şam'a yöneldi. Karşılaştığı herkese dinin ve hayânın öldüğünü söylüyor, onları halifenin kanını istemeye teşvik ediyordu. Bu çabaları Şam'da da devam etti. Ancak ilk günlerde Muaviye kendisine pek iltifat etmedi. Kendisi gibi oğulları da bu ilgisizlikten rahatsız olunca Amr, Muaviye'nin yanına giderek "Vallahi sana şaşıyorum. Ben sana yaklaşıyorum, sen ise benden yüz çeviriyorsun. Peygambere yakınlığı, fazileti ve Müslümanlıkta önceliğini bildiğimiz bir adamla, halifenin kanını talep ederek savaşacağız. Osman'ın kanı hakkında konuşmaya en az hak sahibi olan iki kişi varsa o da biziz. Sen, Şamlılar yanında olduğu halde onu yardımsız bıraktın, halife senden yardım istedi, yardımı geciktirdin. Ben ise, ona yardım etmedim. Filistin'e kaçtım." dedi. Amr, bu ifadeleriyle hem Muaviye'nin hem de kendisinin, giriştikleri davadaki asıl niyetlerini özlü bir şekilde dile getirmektedir.
Gelişmeler, Amr'ın Muaviye'yi etkilediğini göstermektedir. Amr, savaş deneyimi olan ve zor durumlarda çözüm üretme becerisiyle tanınan, "diplomasi"yi de iyi bilen tuzak ehli bir adamdı. Onun katkısının çok önemli olacağını düşünen Muaviye, kendisine biat etmesini istedi. Amr, bunun karşılığında ne alacağını sordu. Muaviye "Mısır, tekrar senin olabilir." cevabını verdi. Bazı kaynaklarda, başarıya ulaştıkları takdirde, ölünceye kadar Mısır idaresinin Amr'a bırakılmasına karar verildiği ve zorunlu harcamalardan arta kalan gelirin Amr'a verileceğiyle ilgili aktarımlar bulunmaktadır. Sonuçta böyle olduğu bilinse de, bu kadar erken bir dönemde bu denli ayrıntıya giren rivayetleri kuşkuyla karşılamak gerekir. Gene de İbn Sa'd'ın, Tabakat adlı eserinde, Amr ile Muaviye arasında imzalanan konuyla ilgili bir antlaşma metnini aktarması son derece ilginçtir.
Hz. Ali ve Iraklılar, Amr için herhangi bir gelecek ve garantisi olan bir statü vaat etmiyorlardı. Oysa Muaviye'nin yanına gidip ona ortaklık önerebilir, istediğini alabilirdi. Çünkü Muaviye'nin, mücadelesini devam ettirebilmesi için, kendisi gibi adamlara ihtiyaç duyduğunu ve bu nedenle hedefine ulaşma uğrunda çok şey vermeye hazır olduğunu biliyordu. Böylece, Hz. Osman üzerinden yürütülen eski düşmanlık ve çekişmeler unutuldu ve gelecekteki hedefler için ortak hareket planları yapılmaya başlandı. Çok eskiden arkadaş olmalarına rağmen, Hz. Ömer zamanında bu iki valinin araları bozulmuştu. Kendi bölgelerinde yaptıkları hizmetleri anlatırken rekabet içinde karşılıklı atışmışlar ve bu esnada Amr, sinirlenip herkesin gözü önünde Muaviye'yi tokatlamıştı.
Amr'ın katılımıyla birlikte, Şam'da Muaviye'nin etrafında ordu komutanları, kabile reisleri ve Benî Ümeyye mensuplarından oluşan önemli bir güç meydana geldi. Muaviye, Hz. Osman'ın kanını kullanarak Şam halkını Hz. Ali ve Iraklılar aleyhine kışkırtmaya başladı. Medine'den getirilen halifenin kanlı gömleği ve hanımı Naile'nin parmakları Şam camiinde sergilenerek halk tahrik ediliyordu. İnsanlar bu propagandadan o derece etkilendiler ki, Osman'ın kanını dökenlerle savaşıncaya kadar cünüplükten kurtulmanın dışında vücutlarına su değdirmeyeceklerine ve yatağa girmeyeceklerine dair yemin edenler oldu.
Muaviye, Amr'ın yardımıyla bu esnada bazı entrikalarda bulundu. Spekülasyonlar oluşturarak, Hz. Ali'nin Kays b. Sa'd gibi çok değerli valilerini azlettirmesini sağladılar. Büyük sahabilere mektuplar yazdılar, çeşitli bölgelere haberler gönderdiler, kamuoyu oluşturmaya gayret ettiler. Hz. Ali taraftarları arasında ikilik çıkarmaya çalıştılar.
Hicretin 36. yılında ( Aralık 656) iki ordu karşılaştı. Ünlü komutan Malik el-Eşter, Muaviye ordusunu bozguna uğrattı. Ammar b. Yasir, bu savaşta hayatını kaybetti. Muaviye, yenileceğini anlayınca, Amr'ın tavsiyesiyle, mızraklara mushaf sayfaları taktırdı ve çağrıda bulundu: "Allah'ın kitabı aramızda hakem olsun." Böylece, hidayet ve felaha ulaştırması için gönderilen vahyin yazıya geçirildiği sayfalar, tarihte ilk kez sapkın çıkarlara ve zulme âlet ediliyordu. Hem de şirke hiç bulaşmadan, o âyetlerin indiği evde büyüyen; o dönemde o âyetleri belki de en iyi bilen adamın karşısında.
Hz. Ali, bunun bir hile olduğunu söylediyse de sonuçta taraftarları ikiye bölündü, onu tehdit edenler bile oldu. Emrederken, emredilen konumuna düşen Hz. Ali, gelişmelerden büyük bir üzüntü ve sıkıntı duydu. Uyanıklığı ve kurnazlığıyla şöhret salan Amr, Hz. Ali'nin ordusunun homojen olmadığını biliyordu. Geçici ateşkes sağlandı. Savaşta 45 bin Şam ehli, 25 bin Irak ehli öldü. Ashabdan yaklaşık 3 bin kişi Muaviye'ye karşı savaştı. Hz. Ali, içine sinmemesine karşın tahkimi kabul etmek zorunda kaldı. Bu durumda, hiç değilse Abdullah b. Abbas ya da Malik el-Eşter'in temsilci olmasını istedi; fakat taraftarları bunu da kabul etmediler. Neticede Musa el-Eş'arî temsilci oldu.
İslâm tarihi kaynaklarında hakem olayıyla ilgili birçok rivayet bulunmaktadır. Amr b. Âs'ın tarihin gidişatını da etkileyen bir özne olarak yer aldığı bu rivayetleri tek tek ele almak yerine, olay hakkında en geniş ve detaylı bilgiler veren Mes'udî'nin rivayetini esas alıp gerektiğinde karşılaştırmalar yaparak olayı özetlemek daha yararlı olacaktır:
Hakemler, aralarında geçen konuşma ve tartışmaları yazıya geçirdiler. Herhangi bir konuda ittifak ettiklerinde bu durumu hemen kaydettiler. Amr, hazırlanan metinde Ebu Musa'nın adının öne yazılmasını istedi. O, görüşmenin başlangıcında maktül halifenin Müslümanların icmaıyla seçildiğini, onun mazlum olarak öldürüldüğünü, mazlumun velisine Allah tarafından onun hakkını alma yetkisinin verildiğini Ebu Musa'ya kabul ettirdi ve bu yazıya geçirildi. Amr, bu ön kabullerden yola çıkarak, maktül halife için Muaviye'den daha lâyık birinin olmadığını ve Muaviye'nin de katilleri isteme hakkının olduğunu söyleyip "Ben, Ali'nin Osman'ın katili olduğuna dair, delil getiririm." dedi. Ebu Musa ise kendilerinin bunun için bir araya gelmediklerini, ümmetin işini ıslah edecek kararlar vermeleri gerektiğini söyledi. Amr, bunun nasıl olacağını sorunca, Ebu Musa, Iraklıların Muaviye'yi, Şam halkının da Ali'yi sevmediklerini ileri sürerek, iksini de azledip hilafete Abdullah b. Ömer'i getirmeyi teklif etti. Amr, bu teklife karşı Sa'd b. Ebî Vakkas'ı önerdi, bunu da Ebu Musa kabul etmedi ve İbn Ömer'de ısrar etti. Bunun üzerine Amr, Müslümanların iyilik ve hayrını İbn Ömer'in hilafete getirilmesinde görüyorsa kalkıp Ali ve Muaviye'yi azlederek istediği adamın adını ilan etmesini söyledi. Ebu Musa kalktı ve "İnsanların sulhe kavuşması ve akan kanın durmasına matuf olarak, Ali ve Muaviye'nin hal'ine karar verdik, ben şu sarığı çıkardığım gibi, Ali'yi hal' ettim. Onun yerine seçtiğim kişi Abdullah b. Ömer'dir." dedi. Daha sonra Amr ayağa kalktı ve "Ebu Musa, Ali'yi azledip yerine başkasını koydu. Ben de onunla birlikte Ali'yi hal' ediyorum. Kendi üzerime ve sizin üzerinize Muaviye'yi tayin ediyorum. Bey'atımız Osman'ın kanını istediği için onadır." dedi. Ebu Musa, bu sözlere itiraz etti. Amr'ın yalan söylediğini; kendilerinin Muaviye'yi halife yapmadıklarını ileri sürdü. Mes'udî, hakemlerin görüşmesi hakkında farklı bir rivayet bulunduğunu, bu rivayete göre hakemlerin, başka bir isim üzerinde tartışmadan sadece her iki adayı da hal' edip kararı şuraya bıraktıklarını bildirmektedir.
Hakemlerin bir araya aynı niyetle gelmedikleri açıkça anlaşılmaktadır. Amr'ın kurnazlığı baştan beri bellidir. Ebu Musa'ya iyi davranmış; fakat inisiyatifi hep elinde tutmuştur. Onun zaten asıl amacı, Hz. Ali'nin imametini şüpheli bir hâle getirmek ve Muaviye'nin de isyanında haklı olduğunu kabul ettirmektir. Bu olayla, ümmetin meşru imamı, bir isyancıyla aynı konuma getirilmiştir. Birçok Müslüman müellif gibi Welhausen ve Hitti de hakem olayının bitiş kısmının (Amr'ın, Muaviye'yi halife ilan etmesinin) doğru olmadığını, bunların Abbasiler döneminde yazılan kaynaklarda uydurma rivayetlerle geldiğini ileri sürmüştür. Bu durumda şu soruyu yöneltmek kaçınılmaz olmaktadır: Eğer hakemler sadece Ali ve Muaviye'yi azletmek için bir araya gelmişlerse, o zaman Şamlıların dönüşte Muaviye'yi emir olarak selamlamaları ve ona biat etmeleri nasıl açıklanabilir? Birçok kaynakta, Muaviye'nin, Hz. Ali'nin temsilcisi Ebu Musa'ya, Şam'a gelmesi için teklifte bulunmasına ne denecektir? Amr, işin şuraya bırakılması durumunda, ashabın ve ümmetin önemli bir çoğunluğunun görevi asla Muaviye'ye vermeyeceklerini ve muhtemelen yine Hz. Ali'nin seçileceğini tahmin edemeyecek birisi midir? "Ali tarafı böyle bir kararı kabul etmeyeceği için, Amr'ın böyle bir çıkış yapmasının Muaviye'ye hiçbir yararı olmaz." diyerek Amr'ı temize çıkarmak isteyenler, Amr'ın asıl hedeflerini göz ardı etmiş olmuyorlar mı? Diğer tarafın buna itiraz etmesi ve verilen hükmü kabul etmediğini ilan etmesi; Muaviye ve Amr'ın öyle sıkıntılı bir durumda çok da umurlarında olan bir şey midir?
Konuyu biraz uzatmakla birlikte, "hakem olayı"nın başka bir boyutuna değinmekte de yarar görüyoruz. Olayı kendince değerlendiren ve bu arada konuyu "ictihad" bağlamına taşıyan, kimisi iyi niyetli kimisi art niyetli kimisi de orta yolcu yorumcuların bazılarının görüşlerine de kısaca değinelim.
İbn Teymiyye, Mecmau'l Fetâvâ adlı eserinde "Şayet onlar birer müctehid olarak bu davranışlarında bir ictihaddan hareket etmişlerse; müctehid, ictihadında isabet ederse iki ecre nail olur; yanılırsa bir ecir alır ve yanılgısı Allah tarafından bağışlanır." diyerek, yankısı asırlarca süren tarihi bir olayı ictihad mantığı içerisinde değerlendirmiştir. Benzer şekilde İbn Kesir de el-Bidâye'sinde Amr'ın, verilen kararın aksine Muaviye'yi halifeliğe getirmesini ictihada bağlamaktadır.
Bir kere İslâm tarihinin bir parçası haline gelmiş hadiseler, ictihad ve sevap-günah meselesi haline getirilmeden, tüm yönleriyle ve soğukkanlılıkla değerlendirmeye tabi tutulmalıdır. Bazı yorumcuların, Amr'ın yaptığı işi ictihad meselesi olarak değerlendirmeleri, onun bu hususta hatalı ve art niyetli davrandığını söylemeyi – Ashabdan sayılması nedeniyle- ona karşı bir saygısızlık kabul etmelerinden kaynaklanmaktadır. Bunlar, sonuçta, zorlama tevillerden başka bir şey değildir. Bazıları da ümmetin başsız kalmaması ve fitne çıkmaması için, Amr'ın, Muaviye'yi halife tayin ettiğini dile getirmektedirler. Bu çıkarım, neresinden tutulursa dökülen komik bir çıkarımdır. O zaman Amr, zaten halife olarak kabul görmüş bir adamla niye uğraşmaktadır? İhtilaf ve fitneden korkmuşsa, niye Hz. Ali'nin azledilmesine karşı çıkmamıştır? Yahut en azından neden Abdullah bin Ömer ismine razı olmamıştır?
Ashâb-ı Kiram adlı eserin müellifi, Ömer Nasuhi Bilmen de, Amr'ın Ebu Musa'ya verdiği sözden döndüğü şeklindeki rivayetleri doğru kabul etmekle birlikte, onu bu hususta mazur görmektedir. Bilmen, Amr'ın Hz. Ali'nin kadrini ve onun Muaviye'den daha faziletli olduğunu bilmesine rağmen, Ali'nin etrafındaki birtakım âsi ruhlu kuvvetlerin mevcudiyeti itibariyle, Muaviye'nin Müslümanların başında bulunmasını uygun gördüğünü ifade etmekte ve şöyle sormaktadır: "Biz şimdi Amr b. El-Âs, bunu mutlak şahsî menfaati icabatından olarak yapmıştır, diye nasıl hükmedeceğiz?"
Amr b. Âs'ın, Ebû Musa'dan sonra kararı değiştirerek açıklaması, müzakerelerin sonuçlanmasını bekleyen her iki taraf arasında tartışmalara hatta çatışmaya yol açtı. Başta hakemler birbirlerine hakaretlerde bulundular. Ebu Musa, Amr'a "Ahdi bozdun, sen yürüdüğünde de geri çekildiğinde de dilini çıkarıp hırlayan köpekten başkası değilsin!" diye hakaret ederken Amr da ona kitap taşıyan merkep olduğunu söyledi. Amr'ı tekmeleyen ve kırbaçlayanların olduğu da rivayetlerde geçmektedir.
Hakem olayı, Sıffin savaşı sonrasındaki tahkimnamenin kabulünde olduğu gibi yine Muaviye ve Amr ikilisinin istediği gibi sonuçlandı. Bu savaşta hezimete uğramak üzere olan Şamlılar, tahkimname ile Iraklılarla eşit hale gelmiş, Muaviye tarafından ikide bir ileri sürülen Hz. Osman'ın kanı meselesi resmiyet kazanmış, savaştan önce halifeye âsi bir vali olan Muaviye de yine Hz. Ali'ye denk bir adam konumuna çıkarılmıştı. Bu arada Amr, bir bakıma geleceği çizen adam oldu. Zira bu olaydan sonra Hz. Ali'nin hükümeti zaafa ve kaybetmeye, Muaviye'ninki ise güçlenmeye ve yükselmeye başladı.
AMR BİN ÂS'IN MISIR'A YENİDEN SAHİP OLUŞU
Hakem olayından sonra, siyasi gelişmeler Muaviye'nin işine yarayacak şekilde açımlandı. Irak'ta Haricilerle uğraşmak zorunda kalan ve bu konuda makul bir strateji izlemeye muvaffak olamayan Hz. Ali, süreç içerisinde Şam üzerine de yürüyemedi. Sıffin'de hezimetten hile ile son anda kurtulan ve tahkim neticesinde amacına ulaşan Muaviye, savunmayı bırakarak taarruza geçmeye karar verdi.
Muaviye'nin gözünü diktiği ilk bölge, Mısır oldu. Burası, birçok yönden stratejik bir öneme sahipti. Her şey bir tarafa, Mısır'a egemen olursa, bu büyük ve zengin ülkenin haracından elde edeceği gelir ile Hz. Ali'ye karşı üstünlük sağlayabilirdi.
Muaviye ile Amr, Mısır'la ilgilenmeye Sıffin savaşından önce başlamışlardı. Uyguladıkları politika sonucunda Mısır'ın sevilen kudretli valisi Kays bin Sa'd'ın Hz. Ali tarafından görevden alınmasını sağlamışlardı. Mısır'ın yeni valisi Hz. Ebu Bekir'in oğlu Muhammed, ülkedeki Hz. Osman yanlılarına çok sert davranmış ve onların kendisine düşman olmasına yol açmıştı. Onun bu tavırları, Mısır'daki muhalif öbeklenmeleri daha da faal bir duruma getirmişti.
Taberî, İbnü'l Cevzî, İbnü'l Esir gibi müellifler; Muaviye'nin Mısır'ı ele geçirmek için Amr başta olmak üzere, komutanlarıyla görüşüp çeşitli planlar yaptığını uzun uzun anlatmaktadırlar. Bu stratejiye bağlı olarak, Şam valisinin, taraftarlarına ve düşmanlarına ayrı ayrı yazdığı mektupların etkili olduğu dile getirilmektedir. Nitekim, Hz. Osman taraftarları mücadeleye hazır olduklarını bildirmiş ve asker gönderilirse rakiplerini kolayca alt edebileceklerini bildirmişlerdir.
Durumdan haberdar olan Hz. Ali; genç ve deneyimsiz Muhammed bin Ebu Bekir'in Mısır'da otoriteyi sağlayamayacağını anlamıştı. Yerine yeni bir vali göndermeyi düşünen halifenin, eski vali Kays bin Sa'd ile dirayetli ve güvenilir komutanı Malik el-Eşter arasında bir süre bocaladığı anlaşılmaktadır. Sonunda Hz. Ali, o sırada Nusaybin'de bulunan Eşter'i çağırıp Mısır'a gönderdi. Bu görevlendirmenin zamanı hakkında tarihçiler farklı görüşler ileri sürmüşlerdir. Bu rivayetler arasında en meşhur olanı, Eşter'in, Muhammed bin Ebu Bekir Mısır'dayken gönderildiğini kabul eden yaklaşımdır.
Hazırlıklarını tamamlayan Malik el-Eşter, Mısır'a hareket etti. Durumdan haberdar olan Muaviye, tedirgin oldu. Eşter'in deneyimli, akıllı ve celadetli biri olduğunu biliyordu. Hemen bir plan yaptı. Mısır yolu üzerinde bulunan Kulzum'da harac memuru olan Çaystar'a haber ulaştırarak, Eşter'i öldürürse, kendisinden bir daha harac almayacağını iletti. Kulzum'a gelen Eşter'i, Çaystar karşıladı ve rivayetlere göre bizzat kendisi misafir etti. Ona zehirli bal şerbeti içirerek öldürdü. Sıffin'de Muaviye ordusunu darmadağın eden Eşter'in bu kadar basit bir tertiple öldürülmesi Muaviye'yi ve Amr'ı çok sevindirdi. Tarihlerde bu ikilinin, Eşter'in ölüm biçimini, "Allah'ın baldan askerleri vardır." sözüyle karşıladıkları rivayet edilmektedir. Taberî'deki şu anekdotu aktarmakta da yarar var: Muaviye, Eşter'in ölüm haberi kendisine ulaşınca, "Ali'nin iki kolundan biri olan Ammar'ın Sıffin'de, ikinci kolu Eşter'inki de Kulzum'da kesildi." diyerek memnuniyetini ifade etmiştir.
Eşter öldürülünce Hz. Ali, Muhammed bin Ebu Bekir'e göreve devam etmesini bildiren bir mektup gönderdi.
Bu olayla birlikte, Şam ordusunun Mısır'a yönelmesi için hiçbir engel kalmamıştı. Hazırlıklar tamamlandıktan sonra Amr bin Âs, 6 bin kişilik bir orduyla 658'de Mısır üzerine yürüdü. Sınıra yaklaştığında buradaki 10 bin kişilik Hz. Osman yanlısı grubun da kendisine katıldığı rivayetler arasındadır.
Amr, önce Hz. Ali'nin valisine kendisinin ve Muaviye'nin mektuplarını iletti. Tehdit dolu mektupları alan vali, durumu hemen Hz. Ali'ye bildirerek yardım istedi. Kûfeliler, Hz. Ali'nin çağrısına pek iltifat etmediler. Zorla toplanan 2 bin kişilik bir ordu, Malik b. Ka'b el-Erhabî komutasında yola çıktı. Bu sırada, Muhammed tarafından Amr'ın üzerine gönderilen bir birlik komutanlarıyla birlikte kılıçtan geçirildi. Bu haberin yayılması üzerine adamları valiyi terk etmeye başladılar. Yanında kimsenin kalmadığını gören genç vali Muhammed bin Ebu Bekir, rivayetlere göre yakında bulunan bir mağaraya sığınmak zorunda kaldı. Şam ordusu bölgeye gelince, mağarada saklanan Muhammed'i ele geçirdiler. Muhammed'in kardeşi Abdurrahman, Amr'ın Fustat'ta bulunan bir birliğinde görevliydi. Abdurrahman, kardeşinin yakalandığını öğrenince, Amr'a giderek kardeşini öldürmemesini rica etti. Fakat Amr'ın komutanlarından Muaviye b. Hudeyc, kimseyi dinlemedi ve Muhammed'i öldürdü. Yetmiyormuş gibi cesedini bir merkep leşine koyarak ateşe verdi. Bu olay, Hz. Ali'yi derinden etkiledi. Tarihçiler; Hz. Âişe'nin de, kardeşine yapılan bu tüyler ürpertici muameleden dolayı çok üzüldüğünü ve sebep olanlara beddua ettiğini aktarmaktadırlar.
Hz. Ömer döneminde, Mısır'ı Rumların elinden alan Amr; bu kez Müslümanların elinden ve Muaviye adına ülkeyi teslim aldı. Muaviye ile daha önce yaptıkları anlaşma gereği, zorunlu harcamalar dışındaki bütün geliri kendisine ayırdı. Bu durum, Amr'ın, dış işlerinde Muaviye'ye bağlı fakat kendi idaresinde müstakil bir devlet başkanı statüsüne sahip olduğunu göstermektedir. Onu, sıradan bir vali gibi değil de ülke topraklarını yönetmede Muaviye'nin ortağı olarak değerlendirmek daha uygun olacaktır.
AMR BİN ÂS'IN ÖLÜMÜ
İbn Sa'd'da geçen bir rivayete göre, Muaviye bir süre sonra, Amr'ın hayatı boyunca Mısır gelirlerine sahip olmasını çok bulduğu, Amr'ın da Muaviye'nin, kendi yardım ve gayretiyle yönetimi ele geçirdiği düşüncesiyle, idare ettiği toprakların daha da genişletilmesi beklentisi içinde olduğu ileri sürülmektedir. Anlaşmazlık büyüyünce araya başkalarının da girmesiyle, bu durumu yedi yıl için geçerli kılan bir anlaşma yapılmış; ancak bu sürenin yarısı dolmak üzereyken Amr ölmüştür.
Bu arada, Haricilerin suikast girişiminden de söz etmek gerekmektedir. Bilindiği gibi hakem olayı bölünme ve kopmalara yol açmış; aynı zamanda hüküm konusundan hareketle dinî tartışmaların hatta tekfir edici yaklaşımların önünü açmıştı. Sıffin savaşından sonraki hac mevsimlerinde Hz. Ali'nin hac amili ile Muaviye'nin hac amili arasında hac hizmetlerinin yürütülmesi konusunda yaşanan anlaşmazlık da bunun tuzu biberi oldu. Bu durumdan rahatsız olan Hariciler, Müslümanların bu bölünmüşlüğünün sorumlusu olarak Hz. Ali, Muaviye ve Amr'ı gördükleri için, bu üç şahsın öldürülmesiyle ümmetin selamete kavuşacağını düşünmekteydiler. Ayrıca onlar daha önce öldürülen kardeşlerinin de intikamını almak istiyorlardı. Bu amaçla, üç suikastçı belirlediler. Abdurrahman b. Mülcem, Hz. Ali'yi; Haccac b. Abdillah, Muaviye'yi; Amr b. Bekir de Amr b. Âs'ı öldürecekti. Her biri kılıçlarını zehirlediler ve o yılın 17 Ramazan'ını suikast günü belirleyerek ayrıldılar.
Hz. Ali kendisine yönelik saldırıda ağır bir şekilde yaralandı ve iki gün sonra da vefat etti. Muaviye, korumalarının yardımıyla saldırıyı hafif sıyrıklarla atlatmayı başardı. Amr'ı öldürmekle görevli suikastçı, pusu kurduğu yerden fırlayarak vali konağından çıkan bir kişiyi öldürmüştü. Halbuki vali, o gün rahatsızlığı nedeniyle yerine emniyet âmiri Harice b. Huzafe'yi sabah namazını kıldırmak üzere görevlendirmişti. Katil yakalanarak valinin huzuruna çıkarıldı, Amr kendisine suikast planlayan adamın boynunu vurdu.
Tarihçiler Amr b. Âs'ın ölüm tarihi olarak farklı görüşler ileri sürmektedirler. Bunlar arasında Amr'ın Hicri 43 (663) yılında öldüğü bilgisi daha fazla tercih edilmektedir. Toplam on yıl valilik yapan Amr'ın, öldüğünde en az 80 yaşında olduğu kabul edilmektedir. Çok sayıda kaynakta, ölmeden önce oğlu Abdullah'la yaptığı bir konuşmadan söz edilmektedir. Temkinli yaklaşmak zorunda kaldığımız, bazı cümlelerine inanmakta zorlandığımız bu konuşma metninde şu sözler yer almaktadır:
"… Ben üç dönem geçirdim ve bu üç dönem sonunda kendimi tanıdım. Önce, kâfirlerden biriydim. O zaman ölseydim, yerim cehennem olacaktı. Sonra Rasulullah'a bey'at ettim, ben önceki yaptıklarımdan dolayı, insanlar arasında ondan en çok utanan kişi oldum. Ondan utandığım için, vefat edinceye kadar ona gözlerimi kaldırıp bakamadım, herhangi bir itirazda bulunamadım. … Ben, bundan sonra, iktidara karıştım, bazı işler yaptım. Bu işler, benim lehime mi yoksa aleyhime midir bilmiyorum. Ben şirk üzere değilim ki, müşrik olarak öldüğümde cehenneme atılayım; yine ben İslâm üzere değilim ki, öldüğümde cennete konulayım. … Allah'ım, sen bazı işler emrettin, bazılarını da nehyettin. Bense senin emrettiklerinin çoğunu terk ettim. Senin nehyettiklerinin çoğunu da yaptım. Allah'ım beni bunlardan ancak sen kurtarırsın. …"
Amr bin Âs'ın mezarı Mısır'dadır.
GENEL DEĞERLENDİRME
Amr bin Âs, ilk dönem İslam tarihinin en ilginç simalarından biridir kuşkusuz. Çok yönlü bir kişilik sarmalına sahip olduğu gibi, yapıp ettikleriyle de tarihin biçimlenmesinde son derece etkili olmuştur. Hakkında çok sayıda rivayet ve önemsenmesi gereken bir tarihi malzeme bulunmasına karşın, soğukkanlı değerlendirmeler yapma noktasında insanı güç durumda bırakmaktadır.
Amr'ın kişiliğinin oluşmasında en belirleyici unsur kuşkusuz babasını küçüklüğünden itibaren kendisine ideal olarak seçmesidir. Modern psikolojide bu durum özdeşleşme (identification) şeklinde ifade edilmektedir. Ayrıca Amr'ın, kötü olarak bilinen cariye bir kadının oğlu olması da onu derinden etkilemiş; üzerinden atamadığı bir mahcubiyet, eksiklik ve aşağılık duygusu meydana getirmiştir. Kimi rivayetler, onun hayatı boyunca kadınlar hakkında sağlıklı ve dengeli bir yaklaşıma sahip olmadığını; kız çocuklarını da daima aşağıladığını dile getirmektedir. Amr, kardeşi Hişam karşısında da eziklik hissetmiş ve bu durum, toplum hayatında kendisine avantaj sağlama noktasında onu sürekli kamçılamıştır.
Hayatına bir bütün olarak baktığımızda Amr'ın iyi yetişmiş, hırslı, zeki ve kurnaz biri olduğunu söylememize gerek yoktur sanırım. "Girdiğim her şeyin içinden çıktım, başımı soktuğum her işten selametle ayrıldım." diyen Amr bin Âs, bütün bu özellikleri dolayısıyla bir "dâhi" olarak takdim edilmiştir. Hırsı ve kurnazlığıyla bütünleşip gelişen yöneticilik gücü, ticaretle uğraşması, diplomasiden çok iyi anlaması, aşırı mal sevgisi gibi özelliklerinin yanı sıra kaynaklar onun çok cesur olduğundan ve şairliğinden de söz etmektedirler.
Dini bağlanmanın ötesine geçerek bakıldığında Amr bin Âs, yaşadığı dönemin en karizmatik kişilerinden biridir kuşkusuz. Müsteşarlık, elçilik, zekât âmilliği, komutanlık, hakemlik, valilik gibi görevler üstlenmesi; onun devlet adamlığı yönünü sürekli sağlamlaştırmıştır. Bunun dışında imar ve bayındırlık, iktisat ve siyaset gibi alanlarda da yetkin biri olduğu kesindir.
Sahip olduğu bu özellikler, müslümanca ve adalet eksenli bir bakışla değerlendirildiğinde, onu temize çıkarmamaktadır elbette. Aynı zamanda, hakkında anlatılanlar da sonuçta çeşitli rivayetlere dayanmakta, ister istemez sübjektif boyutlar taşımaktadır. Ne var ki iyi ya da kötü olarak bilinen herkese bu malzeme eşliğinde bakmaktan başka bir yol da yoktur. Tarih yazımının Abbasiler döneminde biçimlendiğini, Emevilerin ya da onlara yakın duranların yer yer karalanmış olabileceklerini, kimi çarpıtmaların yapılmış olabileceğini de gözden uzak tutmuyoruz bunları söylerken. Nitekim biz de olabildiğince dikkatli davranmaya, çok yönlü bir okuma ve araştırma eşliğinde değerlendirmeye, mezhep ve meşrep bağlılıklarının ötesinde yansız bir bakışı öne çıkarmaya gayret ettik. Kişilik özelliklerini kavramaya ve uzun uzun anlatmaya çalışmamızın da nedeni budur. Ancak temiz bir akıl ve vicdan sahibi bir bakış şunu kabul eder ki, Amr bin Âs'ın hayatı kendi yandaşları ya da Emeviler eliyle yazılsaydı, biyografisinin temel özelliklerinde ciddi bir değişiklik olmazdı. Zekâsı, dehası, kurnazlığı, becerikli biri oluşu; farklı görüşlere sahip bütün müelliflerin kabul ettiği noktalardır zaten. Hayatında önemli bir yeri olan olaylar da her türden kaynakta benzer şekillerde verilmektedir. Sadece yorumlar farklı olmakta ve ders çıkarma noktasında da neredeyse herkes susmaktadır. Son dönemlerde kendisiyle ilgili olarak yazılan makale ve kitaplara baktığımızda da çoğunluğunu Mısırlıların oluşturduğu yazarlar onu göklere çıkarırken, oryantalistlerin çoğu da onu sahabi hatta Müslüman olarak bile kabul etmemektedirler.
Amr bin Âs'ın Müslüman ya da sahabi olarak değerlendirilemeyeceği görüşü bizce abartılı ve yanlıştır. Sahabe algısındaki yanlışlar ve "sahabe karizması" üzerinden yapılan yorumlar sıkıntılıdır kuşkusuz. Bu konuda Müslümanların konsensüse ulaştıkları bir sahabe tanımı da tarih boyunca yapılamamıştır zaten. Ancak biz bunun da çok ciddi bir çözüm getireceğini düşünmüyoruz. Sahabe nitelemesini çok geniş tutmak da onu daraltıp minimize etmek de "furkan"a ulaşmış bir bakış açısının oluşmasında yeterli olmayacaktır. Bizce, sağlıklı değerlendirmelerin başlangıç noktası, insan gerçekliğini ve imtihan olgusunu anlamlandırmakta yatmaktadır. Deyim yerindeyse iyi sahabe – kötü sahabe tartışmasının ötesine geçerek, insan ve toplum hayatındaki değişme, bozulma, yücelme, kirlenme, arınma, düşme ve yükselme gibi değerlerin devingenliğini daha fazla dikkate almak gerekmektedir. Bütün insanlar için geçerli olabilecek insanlık durumlarının, sahabe dediğimiz insanlar için de işler kılındığını kabul etmek zorundayız. Peygamber sözü olduğu iddia edilen rivayetlerle hatta Kur'an âyetleriyle kimi tutum ve davranışları övülen insanların, mükemmellik hâlesiyle kuşatılarak hatadan vareste kılındıklarını, yaşantılarının ölünceye kadar hiç değişmeyeceğini iddia etmek hem bütüncül insanlık deneyiminin hem de vahyi bildirimin sınırlarını zorlamaktır.
Amr bin Âs, iniş ve çıkışlarla dolu bir hayat sürmüştür. Ne yaptığını bilmeyen bir adam değildir. Övgüyü hak eden niteliklerinin yanı sıra felaketlere yol açan karar ve eylemlerinin de olduğu malumdur. Onun portresine bütüncül olarak bakıldığında, yapıp ettiklerinin hepsinin Allah rızasını kazanmaya, ifsadı kaldırıp ıslahı öne çıkarmaya yönelik olduğunu, daima böyle bir bilinçle yaşadığını ona toz kondurmayanlar bile söyleyememektedir. Üstelik yaptığı bazı şeyler İslam tarihinde bir "ilk" olma özelliği taşımakta; kimi konularda kötü bir çığır açtığı için vebali, sorumluluğu da artmaktadır. Bütün bunlarda, yaşadığı dönemin genel atmosferinden etkiler bulunabilir; cahili refleksler ve kavmiyetçilik gibi temel sapmalar birçok kişide olduğu gibi onda da nüksetmiş olabilir. Ancak bireysel bir hırs, siyasi tamah ve dünyevi çıkarlar eşliğinde hareket ettiği, bu durumun zamanla kişiliğinin bir parçası haline geldiği görülmektedir. Çok yönlü bu kişilik laboratuarının günümüze uzanan izdüşümleri ve alınacak ibretler, ayrı bir yazının konusu olacak mahiyettedir.
Özellikle Hz. Osman tarafından görevden azledilmesinden sonra rol aldığı kimi olaylar, etkileri günümüze kadar uzanan tahrifat ve tahribatlara yol açmıştır. Hz. Osman aleyhine yürütülen kampanyada sorumluluğu vardır ve kimi rivayetlerde Muaviye'nin de olayın sonuçlarından kendisi kadar sorumlu olduğunu bizzat kendisi dile getirilmiştir. Hz. Ali'yi, onun yanında makam ve ikbal görmediği için sevmediği anlaşılmaktadır. Sıkıntılı olsa da ümmetin çoğunluğu tarafından imameti kabul gören Hz. Ali'ye karşı hileli yollarla başkaldırıp bagi konumuna düşen Muaviye ile iş tutması, dehasının değil egosunun yansımasıdır. Bu yüzden çıkan Sıffin savaşında binlerce müslümanın ölmesindeki rolü ve onun akabinde Tahkim'de yaptıkları ise asla müsamaha ile karşılanamayacak bir faciadır. Bu kan gölünde Amr'ın parmağını görmemek mümkün değildir. Allah'ın kitabının sayfaları yırtılarak mızraklara geçirilmesi, görüşmelerde kurnazlık nitelemesiyle geçiştirilemeyecek kirli oyunlara yönelmesi, itham ve iftiralarında Muaviye'ye yardımcı olması, Hz. Ebubekir'in oğlu Muhammed'in iğrenç bir şekilde öldürülmesine göz yumması, Mısır halkını kendi tebâsı olarak görüp bütün kazancını kendine ayırması, açgözlülük, mal sevgisi ve iktidar hırsından asla vazgeçmemesi, kimi rivayetlerde kendi ağzından da aktarıldığı gibi onun yaptığı büyük münkerlerdendir. Mısır fatihi olması, diplomatik ve askerî dehası, birçok fetih hareketinde önemli başarılara imza atması gibi olumluluklar, bu sıkletin ve ifsada yol açan tablonun ağırlığı altında birden ezilmekte ve ister istemez anlamını yitirmektedir.
İslam tarihi değerlendirmelerinde Yezid gibi, Haccac gibi, yaşayıp yaşamadığı bile tartışmalı olan Abdullah İbni Sebe gibi kişilere yüklenmek ve bütün kötülük ve bozulmaları bu tip insanlara fatura etmek neredeyse bir gelenek hâlini almıştır. Halbuki yeni yeni neşv ü nema bulan Nebevi istikametten koparak o sapmalarla dolu yolu açan, suyun başına çömelip suyu kirleten insanların sorumluluğu, vebali daha büyüktür.
Amr bin Âs'ın, Mısır valiliği görevinden azledilmesinden sonraki silueti, hâlâ o suyu kirletmeye devam etmektedir. Bunu görüp anlamlandıramayan, hakkın ve adaletin temel ve evrensel ölçütlerini arkalarına atarak ona uluorta ve her yönüyle sahip çıkanlar da ne yazık ki söz konusu vebale ortak olmaktan başka bir şey yapmamaktadırlar.
BİBLİYOGRAFYA:
1. Adem Apak, İslâm Siyaset Geleneğinde Amr b. El-Âs, Ankara Okulu Yayınları, Ankara 2001.
2. Ahmet Akbulut, Sahabe Devri Siyasi Hadiselerinin Kelami Problemlere Etkileri, Birleşik Yayıncılık, İstanbul 1992.
3. Ahmet Önkal, Amr b. Âs, TDV İslâm Ansiklopedisi, Cilt 3, s. 79-81.
4. İbnü'l Esir, el-Kâmil fi't Tarih Tercümesi, Bahar Yayınları, İstanbul 1986.
5. İhsan Süreyya Sırma, Asr-ı Saadette İslâm, Beyan Yayınları, İstanbul 1994.
6. İmadüddin Halil, İslâmın Tarih Yorumu, Risale Yayınları, İstanbul 1988.
7. İrfan Aycan, Saltanata Giden Yolda Muaviye Bin Ebî Süfyan, Fecr Yayınevi, Ankara 1990.
8. İrfan Aycan / M. Mahfuz Söylemez, İdeolojik Tarih Okumaları, Ankara Okulu Yayınları, Ankara 1998.
9. Mahmud Tezcan, Kültür ve Kişilik, Ankara 1987.
10. Mazharuddin Sıddıkî, Kur'ân'da Tarih Kavramı, Pınar Yayınları, İstanbul 1990.
11. Mehmed Sofuoğlu, Sahih-i Buhari ve Tercümesi, Ötüken Yayınları, İstanbul 1989.
12. Muhammed Âbid Cabirî, İslâm'da Siyasal Akıl, İstanbul 1997.
13. Muhammed İbn İshak, Siyer, Akabe Yayınları, İstanbul 1991.
14. Mustafa Günal, Hz. Ali Dönemi ve İç Siyaset, İnsan Yayınları, İstanbul 1998.
15. Ömer Nasuhi Bilmen, Ashâb-ı Kiram Hakkında Müslümanların Nezih İtikatları, İstanbul 1967.
16. Özcan Köknel, Kaygıdan Mutluluğa Kişilik, Altın Kitaplar, İstanbul 2003.
17. Ramazan Can, Yönetimde Meşruiyet Tartışmaları, Tablet Yayınları, Konya 2007.
18. Sabri Hizmetli, İslâm Tarihi, Ankara Okulu Yayınları, Ankara 1995.
19. Taberî, Milletler ve Hükümdarlar Tarihi, MEB Yayınları, Ankara 1991.
20. W. Montgomery Watt, İslam'da Siyasal Düşüncenin Oluşumu, Birey Yayıncılık, İstanbul 2001.
21. Yaşar Kutluay, İslamiyette İtikadi Mezheblerin Doğuşu, Pınar yayınları, İstanbul 2003.
Müslüman toplumun ilk yöneticisi Hz. Ebu Bekir; bu kazanımları başarılı ve kararlı politikalarıyla, yerinde ve zamanında müdahaleleriyle korudu. Hz. Ebu Bekir'den sonra devlet başkanı olan Hz. Ömer; hem adaleti önceleyerek hem de sürekli genişleyen bir coğrafya içinde teşkilatlanmaya önem vererek, devlet ve ümmet yapısının kök salmasını sağladı ve sınırları genişletti.
Hz. Ömer'in şehid edilmesinden sonra yerine geçen Hz. Osman döneminde fetih hareketleri devam etti ve devlet, 4 Halife Devri'nin en geniş sınırlarına ulaştı. Bu dönemin özellikle sonlarına doğu yaşanan çeşitli problemler; zamanında, soğukkanlılıkla ve geniş bir katılımla çözülemedi. Söz konusu dönem, bir ihtilal hareketiyle ve halifenin öldürülmesiyle sonuçlandı. Bazı araştırmacı ve yorumcuların "fitne dönemi" olarak adlandırdıkları ve etkileri uzun yıllar devam eden, ayrıca günümüzde de önemli tartışma konularından birini oluşturan bu süreç; düşünsel ve siyasal bölünmeleri de getirdi.
Muaviye b. Ebî Süfyan, Amr b. Âs, Mugire b. Şu'be ve Ziyad b. Ebih gibi fitne dönemindeki birçok hadisede öne çıkan ve olaylarda belirleyici bir rol oynayan şahsiyetler; sonradan "Arap / İslâm dâhileri" olarak nitelendirildiler.
İslâm tarihi dediğimiz devasa kanon içinde değerlendirilen birçok kişi ve olay, siyasi çekişmelerin yaşandığı dönemlerde ve doğruluğu oldukça tartışmalı aktarmalar eşliğinde anlatıldı. Yorumlama, analiz etme, çıkarımda bulunma, sorgulama, neden-sonuç ilişkisini gözetme gibi ilkelere ilk zamanlarda ulaşması beklenmeyen ve daha çok rivayetçi / aktarımcı bir mantıkla kaleme alınan siyer, megazi ve tarih kitapları; süreç içerisinde yanlı değerlendirmelerin etkisinden de kurtulamadı. İlk dönemlerden sonra gelen müellifler ise; kendilerine ulaşan malzemeyi bu kez de soğukkanlı bir araştırmacı ve hakikat arayıcısından çok, artık büyük ölçüde kemikleşmiş kendi anlayış ya da hiziplerinin bir mümini olarak yorumlayıp aktardılar. Belki bu, kısmen kaçınılmaz özellikler taşıyan bir psikolojiyi de içkin bir durumdu. Sonuçta, her iki tutumda da tarih, hiç değilse asgari koşulları gözeterek açımlanan ilmi bir disiplin haline gelemedi.
Genel tarihi panoramanın ötesinde, İslâm tarihinin ilk dönemleri ve şahsiyetleri de, daha çok toptancı bir iyimserlikle ve günaha düşmeme korkusuyla ele alındı. İçi boşaltılarak geniş tutulmaya çalışılan ve kendi dinî bağlamında kopartılan "sahabe algısı"nın da bunda önemli bir etkisi olduğu açıktır. Müslüman olduğunu söyleyip Hz. Peygamber'i bir kere görenler bile sahabi sayıldı sözgelimi. Sahabilerin adeta günahsızlığını savunan, onları bir vesileyle kutsallaştıran yaklaşımlar oluştu. Peygamber döneminde İslâm'a giren insanların ölünceye kadar hata işlemeyecekleri, kötülük yapmayacakları ya da dinden çıkamayacakları gibi tuhaf ön kabuller geliştirildi. Mekke'nin fethiyle, "kılıç korkusu" ile ve "dünyevi çıkarlar"ı gözeterek Müslüman olanlar, Yüce Allah tarafından Bedir ve Uhud'daki yararlılıkları dolayısıyla ve başka faziletleri bağlamında övülen kişilerle bir tutuldu. Suya yol açanlarla, suyun başına oturup onu kirletenler aynı kefeye kondu. Oysa Hz. Peygamber döneminde Medine'de yaşayan ve yapıp ettikleri Kur'an âyetleri ile de teyit edilen onlarca, yüzlerce, belki de binlerce münafığın varlığı; etraflıca düşünüldüğünde çok önemli çıkarımlarda bulunmamıza yardımcı olabilecektir. Yine Hz. Peygamber (s)'in vefatıyla, kaynakların belirttiğine göre irili ufaklı yüze yakın yerleşim biriminde patlak veren irtidat hareketlerinin tarihin biçimlenmesindeki rollerine yönelik ciddi hiçbir değerlendirmenin bulunmaması da en azından şaşırtıcıdır.
Göz ardı etmelerle, korkularla, yanlış sahabe algılarıyla üstü örtülen ilk dönem olayları ve şahsiyetleri; günümüzde yaşanan önemli birçok sorunun da kaynağı durumundadırlar. Aksi halde "asr-ı saadet" diye bilinen bir dönemi oldukça geniş tutarak ve hatadan neredeyse vareste kılarak aktarmak, aynı dönemin hiç küçümsenmeyecek bir kan gölü içinde biçimlendiğini sonradan görüp fark eden insanları şoka uğratmakta ve iç kırılmalara yol açmaktadır. Tarihe, iktidar merkezli bir bakıştan soyutlanarak bakmak bile, karşımıza başka bir manzara çıkarmakta zorlanacaktır. İbn Arabi'nin, Kur'an'daki anlatımlara rağmen, Firavun'u kurtarmaya hatta cennetlik yapmaya yeltenen kitaplar yazması gibi, tarihi süreç içerisinde, ismi bile kendiliğinden ortadan kalkmasına rağmen Yezid'i savunan, onun faziletleriyle ilgili rivayetler aktaran kişilerin çıkması, eğer alçaklık değilse, izahı kolay kolay mümkün olmayan marazî bir psikolojiyle ilintili olmalıdır.
Kabul ederiz ki hiçbir insan robot ya da melek değildir ve imtihan, kişi ölünceye kadar süreklilik içeren bir olgudur. Hz. Peygamber (s) zamanında bile Mekke'den kaçıp kurtularak İslâm'la şereflenen, Rasulullah'ın en yakınlarından biri olma konumuna ulaşan; hatta vahiy kâtipliği yapan insanların bile daha sonradan irtidat ettikleri görülmüştür. Bu nedenle tarihin akışında önemli etkileri olan kişilerin biyografileri, hakkaniyete bağlı kalmanın yanı sıra bir bütünlük gözetilerek çıkarılmalıdır. Nitekim Hz. Peygamber (s)'in öz kızı Fâtıma'ya yönelik uyarısı, bu konuda temel ve çağlarüstü bir ikaz mesabesindedir.
Zamanında tartışılıp değerlendirilemeyen tarihi olgu ve kişilikler, kriz zamanlarında sorunların çoğalmasında ve ayrışmaların / husumetlerin derinleşmesinde sürekli öne çıkarılmakta ve tarihin koynunda yatmalarına izin verilmeyerek aramızda konuşmaya devam etmektedirler. Halbuki tarihten korkmak yerine onunla zamanında yüzleşmek, onu anlamlandırıp ders almak gerekmektedir. Kur'an'ın sunduğu perspektif de budur. Mümkünse tarihle bir kere ve olması gerektiği şekilde konuşulmalı, gerekli ders ve ibretler ilmi ve soğukkanlı bir tutumla çıkarılmalı ve geleceğe yönelik tasarımlar kompleks ve ezikliklerden arınmış bu özgüvenle pekiştirilmelidir. Geriye dönüp bakmamız, ileriye daha muhkem sıçrayışları gerçekleştirmek için olmalıdır.
Amr b. Âs, İslam tarihinin erken dönemlerinin en önemli simalarından biridir kuşkusuz. Hem bir yeryüzü konuğu / bir birey olarak ilginç bir biyografiye sahiptir hem de tutumları, müdahaleleri ve yapıp ettikleriyle geleceği biçimlendiren aktörlerden biri olmuştur. Giriş bölümüne seçtiğimiz başlığın da bunu yansıttığını düşünüyor ve genel bir değerlendirmeyi yazının son bölümünde yapmayı daha uygun buluyoruz.
AİLESİ, ÇOCUKLUĞU VE GENÇLİĞİ
Mekke'de doğan Amr, Kureyş'in Sehm kabilesine mensuptu.
Amr'ın soyu Sehmoğulları ile Hz. Peygamber (s)'in kabilesi Haşimoğulları, çeşitli nedenlerle karşı karşıya gelen, çekişen kabilelerdi. Bu çekişmelerin en ünlüsü "Hılfu'l fudûl" hadisesiyle yaşananıydı. Rivayetlere göre, Hılfu'l fudûl adı verilen bu organizasyon da Amr'ın babası Âs'ın, Yemenli bir tüccara borcunu ödememesi nedeniyle kurulmuştu. Bu anlaşma, Haşimoğulları ile Sehmoğulları arasındaki husumetin büyümesine yol açmıştı. Kabilesi, Mekke'de önemli bir ağırlığı olan Ümeyyeoğulları ile de ittifak halinde bulunan Amr'ın babası Âs b. Vâil, ticaret ve haksız kazanç sayesinde Mekke'nin en zengin insanları arasında yer alıyordu. Sehmliler yalnızca ticarette değil, sosyal hayatta da Kureyş içinde önemli bir yere sahiptiler. Ticaret amaçlı kış ve yaz seferlerinin çoğunu onlar düzenliyor, şehrin politikasının belirlenmesinde öne çıkıyor, çok sayıda şairi himaye ediyor, sahip oldukları güç ve şöhretle gurur duyuyorlardı.
Ölüm tarihinde bile farklı rivayetler bulunan Amr b. Âs'ın, doğal olarak ne zaman doğduğu da kesin olarak bilinmemektedir. Son yıllarda, kendisiyle ilgili olarak yayımlanan çalışmalara bakarak, onun 573 – 577 yılları arasında doğmuş olduğunu kabul edebiliriz.
Tüccar, baytar, üzüm yetiştiricisi, dokumacı, eczacı olarak tanınan Âs b. Vail; onca zenginliğine karşın aç gözlü ve tamahkâr bir kişiydi. Ölünceye kadar Hz. Peygamber (s)'le alay eden, Müslümanları aşağılayan bu adam, en azılı İslâm düşmanları arasında gösterilmekteydi. Babasına büyük bir hayranlık besleyerek büyüyen Amr, onu her alanda örnek almış ve onun elde ettiği şöhret ve zenginliğe ulaşmayı temel hedefi haline getirmişti. Babasını sık sık metheder, onun şöhret ve zenginliğini öne çıkarak muhataplarını alt etmeye çalışırdı. O, bu huyundan kolay kolay vazgeçmeyecek; ileride Hz. Ömer ve Hz. Osman gibi halifelere karşı dahi bu davranışını devam ettirecektir. Hz. Peygamber (s)'in davetine karşı çıkan Âs b. Vâil, hicretten yaklaşık bir ay sonra çıktığı Taif yolculuğunda bindiği hayvandan düşerek yaralandı. İbn İshak ve İbn Hişam'ın siretlerinde, bu düşme sırasında ayağına batan bir dikenin yol açtığı bir yara yüzünden öldüğü rivayet edilmektedir.
Amr'ın annesi, bir savaşta cariye olarak alınıp satılmış, en sonunda bir arkadaşı onu Âs b. Vâil'e vermiştir. Babasıyla daima gurur duyan Amr, bir cariye olan annesi yüzünden daima utanmış ve üzülmüştür. Ona hakaret etmek isteyenler de sürekli bu özelliğini dile getirmişlerdir. Arap toplumunun nesebe aşırı düşkün olduğu ve hatta bu adla anılan bir ilim dalının da geliştirildiği dikkate alındığında, yabancı ve üstelik cariye statüsündeki bir annenin çocuğu olmak, Amr'da büyük bir mahcubiyet ve eksiklik duygusu yaratmıştır. Bizzat kendisinin, kardeşiyle olan tartışmalarında bunu dile getirdiği görülmektedir. Kimi rivayetlerde annesinin, hafifmeşrep bir şarkıcı hatta çok sayıda insanla zina eden kötü bir kadın olduğu ayrıntılarıyla aktarılmaktadır. Bunların bir kısmında abartma olduğu muhakkaktır; ancak Amr bu durumu ateşten bir gömlek gibi hep üstünde taşıyacak ve bitimsiz bir eziklik hissedecektir. Hukuken ve ahlâken bir insanı değerlendirmede asla bir değeri olmayan bu olgunun; bir takıntı hâline geldiği ve Amr'ın kişiliğinin oluşmasında çok büyük bir rol oynadığı anlaşılmaktadır.
Kaynaklar, Amr'ın çok sayıdaki kardeşinden sadece Hişam hakkında bilgi vermektedirler. Amr'dan küçük olan Hişam, ilginçtir ki ilk Müslümanlardandır. Babası tarafından hapsedilmiş, Medine hicretinde bulunamamış, babası ölünce de akrabaları tarafından gözetim altında tutulmuştur. Hendek savaşından sonra hapisten kurtulduğu ve Medine'ye ulaştığı; Bizanslılarla yapılan ve Müslümanların kesin zaferiyle sonuçlanan ünlü Ecnâdeyn savaşında şehid olduğu rivayet edilmektedir.
Dört hanımı olan Amr b. Âs'ın, kaynaklarda, Muhammed ve Abdullah adlı iki oğlundan söz edilmektedir. Abdullah, babasından önce Müslüman olmuş; takvası ve ibadete düşkünlüğüyle ün salmıştır. Ebu Hureyre'nin "Benden sonra en çok hadis bilen kişi Abdullah b. Amr'dır." sözünü kaydeden Zehebî; onun yedi yüz civarında hadis rivayet ettiğini de nakletmektedir. Ashab arasında "Abâdile" olarak bilinen dört Abdullah'tan biri olarak kabul edilen Abdullah b. Amr; babasıyla birlikte Muaviye tarafında Sıffin savaşına katılmış fakat çarpışmalara katılmamıştır. İbn Sa'd'ın Tabakat'ında, bundan dolayı hayatının sonuna kadar pişmanlık duyduğu bilgisi yer almaktadır.
AMR'IN MÜSLÜMANLARA KARŞI FAALİYETLERİ
Amr'ın bu başlık altında zikredilmesi gereken ilk faaliyeti, Habeşistan'a hicret eden Müslümanları geri alma girişimidir.
Mekke'nin müşrik ileri gelenleri, bir grup Müslümanın Habeşistan'a gittiğini haber alınca, Amr b. Âs ile Abdullah b. Ebî Rebia'yı Habeşistan'a gönderdiler. Amr, daha önceden, ticari ilişkileri ve Mekke diplomasisinde önemli bir yeri olması nedeniyle Necaşi'yle tanışan biriydi. Çeşitli hediyeler de takdim ettiği kralla görüşerek, gelen Müslümanları kötüledi ve kendilerine teslim edilmelerini istedi. Bu teklifi kabul etmeyen Necaşi, muhacirler adına Cafer'in ünlü konuşmasını da dinledi ve etkilendi. Kaynakların belirttiğine göre, Amr ikinci bir girişimde daha bulundu. Bu görüşmesinde, Müslümanların Hz. İsa hakkında da iyi şeyler düşünmediklerini ileri sürerek, kralı ve yakınlarını, dini hassasiyetlerini kışkırtarak etkilemeye çalıştı. Cafer b. Ebû Talib'in, Kur'an âyetleri eşliğinde Hz. İsa ve Hz. Meryem hakkında kısa ve özlü açıklamalar yapması, yine Necaşi'nin hoşnutluğunu kazandı ve Amr'ın bu ikinci çabası da boşa çıkmış oldu.
Amr'ın, daha hicretten önce Medine'de etkin olmaya başlayan İslamî daveti boğmak amacıyla, Evs ve Hazrec'in ileri gelenleriyle görüşmeye giden heyette de yer aldığı görülmektedir. Babası iyice yaşlandığı ve hastalandığı için, Sehmoğulları'nı tek başına temsil etmeye başlayan Amr'ın, Darünnedve'de Hz. Muhammed (s)'in öldürülmesiyle ilgili kararın alındığı sırada, ticaret nedeniyle şehir dışında bulunduğu için yerine temsilci bıraktığı rivayet edilmektedir.
Amr b. Âs, hicretten sonra yapılan savaşlarda da etkin bir rol oynamıştır. Ebû Sufyan başkanlığındaki ticaret kafilesinde bulunduğu için Bedir Savaşı'na iştirak edememiştir. Uhud ve Hendek savaşlarında, Kureyş ordusunun süvari birliklerine kumanda etmiştir. Kimi tarihçiler, Halid b. Velid ile Amr b. Âs'ın bu savaşlarda en etkili görevler üstlenen iki komutan olduklarını nakletmektedirler.
AMR BİN ÂS'IN MÜSLÜMAN OLUŞU VE İLK BAŞARILARI
Bedir, Uhud ve Hendek savaşlarında Müslümanlara karşı kesin bir üstünlük sağlayamamak, Mekkelileri kaygılandırmaya başladı. Bütün gücünü Müslümanlara karşı kullanarak tüketen ve kararsızlık içinde bocalayan Mekke'nin reislerinden biri de Amr idi. Amr; rüzgârın artık Medine lehine esmeye başladığını ve bunun önüne geçilemeyeceğini anlamaya başlamış olmalıydı ki Mekke siyasetinden uzaklaşarak Taif yakınlarında babasından kalan bir çiftliğe gidip orada olayların seyrini beklemeye başlamıştı. Önde gelen biri olmasına karşın, Hudeybiye'de bulunmaması da bu bağlamda düşünülebilir.
Çekildiği çiftlikte; hayatı, geleceği, beklentileri, İslâm dini ile ilgili bir tefekkür çabasına girmiş olması muhtemeldir. Bazı araştırmacılar, onun Kureyş'in hezimetini ve Müslümanların başarılarını görerek salt politik amaçla ve istikbal kaygısıyla Müslüman olduğunu iddia etmektedirler. Hatta kimileri; Amr'ın Habeşistan'da Necaşî'nin etkisiyle İslâm'a girdiğini aktaran rivayetleri açıkça hafife almakta, böyle bir şeyi kesinlikle ihtimal dahilinde görmemektedirler. Bu yaklaşımın, bütünüyle doğru olmadığı söylenebilir. Zira birçok rivayette şu bilgilere ulaşmamız mümkün olmaktadır: Amr, kendisini ziyarete gelenlere, İslâm'ın ilerleyişinin devam edeceğini söylemektedir. Kendisinin de Necaşî'nin yanına gitmeyi düşündüğünü, eğer Müslümanlar Mekkelilere galip gelirlerse Habeşistan'da kalmaya devam edeceğini dile getirmektedir. Nitekim Habeşistan'a giden Amr, Necaşî'nin İslâm'a çok sıcak bakışından da etkilenerek İslâm hakkında daha derinlikli düşünmüş olmalıdır. İbn Hacer, onunla birlikte Habeş'e gelen arkadaşlarının, Amr'ın Müslüman olduğunun farkına vardıklarında, üstüne saldırıp giydiği elbiselere varıncaya kadar elindeki mallarını aldıklarını, bunun üzerine Amr'ın Müslümanların temsilcisi Cafer ile birlikte Necaşî'ye giderek durumu aktardığını, kralın da Amr'ın mallarını tazmin ettiğini aktarmaktadır. Amr, bu olayların akabinde, bulduğu ilk gemi ile Habeş ülkesini terk etmiştir. Mekke'den ayrılmadan önce başlayan tereddüt ve arayışlar, Necaşî'nin sözleriyle bir anlam eğrisine oturmuş olmalıdır. Yani Amr'ın dine yönelmesi bir çırpıda ya da sadece Necaşi'nin telkinleriyle gerçekleşmiş gibi görünmemektedir.
Siyer ve tarih kitaplarının çoğunda, Amr'ın Mekke'ye ulaştıktan sonra ilk olarak Halid bin Velid'le görüştüğü bilgisine yer verilir. Halid de iman etmeye karar verdiğini, aklı başında herkesin İslâm'a girdiğini söyleyerek, kendilerinin de Müslüman olmaları gerektiğini ifade etmiştir. İkisi, yanlarına birkaç kişiyi daha alarak Medine'nin yolunu tuttular. Onların İslâm'a girişi ashabı sevindirdi. Rivayetlerde Hz. Peygamber (s)'in "Mekke, ciğerparelerini kucağınıza attı." diyerek memnuniyetini dile getirdiği de aktarılmaktadır.
Rasulullah'ın huzuruna gelen Amr, geçmiş günahlarının affedilmesi koşuluyla İslâm'a gireceğini söyledi. Rivayetlere göre, Hz. Peygamber, biat etmesini zira İslâm'ın geçmiş günahları sileceğini bildirdi. Amr'ın, 629 yılının Mayıs ayında, Mekke'nin fethinden çok kısa bir süre önce dine girdiği kabul edilmektedir. Hz. Ömer, Amr'a, müthiş zekâsına ve ileri görüşlülüğüne rağmen, İslâm'a girmekte neden bu kadar geciktiğini sorduğunda Amr şu sözlerle cevap verdi:
"Bir adam düşün ki, onun kalbi başkasının elindedir. O adam, kendi çabasıyla kalbini eline alan kişiden bir türlü kurtulamamaktadır. Kurtulsa bile yine kalbini elinde tutanın istediğini yerine getirmektedir."
Ünlü müsteşrik Keatani, İslâm Tarihi adlı kapsamlı yapıtında, Amr ve Halid'in Müslümanlıklarını yorumlarken, onların ancak Hz. Peygamber (s)'in düşmanlarına galip geleceğine kanaat getirdikleri zaman Müslüman olduklarını söylemekte ve bu iki kişinin İslâm'ın gerçekliğine inanarak değil siyasi nedenlerle; servet, şan ve şöhret kazanmak amacıyla Müslüman olmuş sayılacaklarını iddia etmektedir. Keatani'nin, onların, Hz. Peygamber (s)'in düşmanlarına galip geleceğini anladıklarında Müslüman oldukları düşüncesi doğru bir görüştür. Amr bunu bizzat kendisi ifade etmiştir. Fakat Amr ve Halid, geç de olsa Hz. Peygamber (s)'in gerçek peygamber olduğuna inanmışlar ve bu gerçekliğin onu başarıya ulaştıracağını düşünmüşlerdir. Onların Müslümanlığı, Keatani'nin iddia ettiği kadar basite indirgenmemelidir. Nitekim Rasulullah'ın vefatından sonra irtidat etmemişler, tam tersine irtidat edenlerle savaşmışlardır. Ayrıca, sonuna kadar küfürde inat edip, ancak Mekke'nin fethiyle Müslüman olmak durumunda kalan tuleka (Mekke fethi esnasında öldürülme korkusu içinde bekleyen; fakat serbest bırakılan Mekkeliler) zümresi içinde yer almayıp kendi istekleriyle Müslümanlara yönelmeleri de gözden kaçırılmamalıdır.
Amr'ın siyasi ve askeri yeteneklerini bilen Hz. Peygamber (s) Zâtüsselâsil seriyyesinde onu kumandan tayin etti. Daha sonra da İslâm'ı tebliğ etmek ve vergi toplamak üzere Umman'a gönderdi. Hz. Peygamber (s) vefat ettiği zaman Umman'da bulunuyordu. Vefat haberini alınca Medine'ye geldi. Hz. Ebû Bekir'e yapılan biat merasiminde o da bulundu. Bu dönemde, küçük bir askeri birliğin başında Güneydoğu Filistin'e gönderildi ve bölgenin fethinde rolü oldu. Ecnâdeyn ve Yermük savaşlarına katıldı. Hz. Ömer zamanında Filistin'i kesin olarak İslâm hakimiyeti altına aldı. Kudüs halkının, şehri Halife Ömer'e teslim etmesini sağladı. Amvâs'ta çıkan vebada aldığı tedbirlerle, İslâm ordusunun toptan yok olmasını önledi.
Hz. Ömer'e Mısır fethinin stratejik açıdan zaruri olduğunu, Filistin ve Suriye bölgesinde mağlup olan Bizans kumandan ve askerlerinden bir kısmının Mısır'a kaçtıklarını ve her an Mısır tarafından bir tehlike gelebileceğini söyleyerek, onu bu ülkenin fethine ikna etmeye çalıştı. Ocak 640'ta 4 bin kişilik bir süvari birliğiyle sınır kasabası Feremâ'yı aldıktan sonra Mısır içlerine ilerlemeye başladı. Bazı kaynaklar, daha ileri gitmemesi konusunda Hz. Ömer'in emrini dinlemediğini belirtmektedirler. Dışarıdan bakıldığında bu durum, çılgınlıktan başka bir şey değildi. Nitekim durumdan endişelenen Hz. Ömer, Zübeyr b. Avvâm kumandasında 5 bin kişilik bir takviye kuvvet gönderdi. Amr, bu kuvvetlerin de katılmasıyla Aynişems'te karşılarına çıkan güçlü Bizans ordusunu imha etti. İlerlemekte ısrarlıydı. Babilon Kalesi üzerine yürüdü ve yedi aylık bir kuşatmadan sonra bu müstahkem kaleyi ele geçirdi. Rumlardan bıkan Mısır'ın yerli halkının hiç direnmemesinin de fetihlerde büyük bir katkısı oldu. Amr, daha sonra İskenderiye'yi teslim alarak Mısır'a hakim oldu (642). Bu başarılarından dolayı, "Mısır fâtihi" olarak anılmaya başladı ve bu yeni eyalete vali tayin edildi.
Amr b. Âs, Mısır'daki askeri faaliyetler yanında idari ve ekonomik düzenlemeler de yaptı. Bayındırlık alanında da önemli girişimlerde bulundu. Fustat şehrini kurdu ve kendi adıyla anılan camiyi inşa etti. Firavunların yaptırdığı eski kanalı yeniden açtırdı ve Nil nehri kıyısındaki Babilon ile Kızıldeniz sahilindeki Kulzüm (Süveyş) limanını birbirine bağladı. Bu su yoluyla Hz. Ömer'e yirmi gemi yükü erzak ve eşya gönderdi.
Hz. Ömer'in yaralanması esnasında Medine'de bulunuyordu. Çok ısrar etmesine rağmen, şûraya seçilme arzusu halife tarafından uygun görülmedi. Hz. Osman devlet başkanı olduktan sonra Mısır valiliğine bir süre daha devam etti ve bir ara Bizanslılar tarafından işgal edilen İskenderiye'yi geri aldı (646). Malî işleri yürütmek üzere Mısır'a tayin edilen Hz. Osman'ın süt kardeşi Abdullah b. Sa'd b. Ebû Serh ile anlaşamadıkları için valilikten azledildi (648). Vakıdi ve Taberi gibi bazı tarihçiler, bu azlde ciddi bir güven bunalımının etkili olduğunu ileri sürmektedirler. Hatta daha Hz. Ömer zamanında Mısır haracında suistimalde bulunduğu iddiasıyla bölgeye müfettiş gönderildiği ve Amr'ın malının yarısının müsadere edildiği rivayet edilmektedir. Bu kuşkuyu Hz. Osman'ın da taşıdığı anlaşılmaktadır. Sonuçta Amr, görevden alınmasından dolayı çok üzüldü ve kızgınlığını, öfkesini her fırsatta dile getirdi. Bu olayın, şöhretine ve karizmatik kişiliğine fazlasıyla değer veren Amr'ın hayatında bir dönüm noktası olduğu, geleceğe dönük beklentilerinde de önemli bir değişime yol açtığı muhakkaktır.
Hz. Osman'ın katledilmesiyle sonuçlanan ve başını Mısır'dan gelenlerin çektiği isyan hareketlerini destekleyenler arasında Amr'ın da bulunduğuna dair birçok rivayet aktarılmaktadır. Bu aktarımlarda kısmen de olsa bir gerçeklik payının olduğu düşünülebilir. Amr, görevden alındıktan sonra, Medine'ye gelmişti. Şehirde Hz. Osman'ın uygulamalarını eleştirmeye ve valilerinin yaptıklarını aleni olarak kınamaya başladı. Hz. Osman, onu yanına çağırdı, halkı idareye karşı kışkırtmak ve bundan bir çıkar beklemekle suçladı. Amr alttan almayıp sert çıkınca tartışma büyüdü ve rivayetlere bakılırsa iş nesep kavgasına dönüştü. Amr bira ara Hz. Osman'a "Bırak bunları, ben babam Âs b. Vâil'i de senin baban Affan'ı da gördüm. Vallahi Âs, senin babandan çok daha üstündü." diye bağırdı. Birbirlerine küserek ve atışarak ayrıldılar. Amr, Hz. Ali'ye giderek onu halifeye karşı kışkırtmaya çalıştı. Taberi ve İbnü'l Esir, aynı davranışı Talha ve Zübeyr'e de yaptığını; hatta daha sonraları şehre gelen hacılara da halifeyi kötülediğini ileri sürmektedirler.
Amr b. Âs, Medine'den ayrılarak Filistin toprakları içindeki bir çiftliğe yerleşti. Burada da kışkırtıcı ve yönetimi karalayıcı sözler söylemeye devam etti. Ara sıra Medine'ye gelmesine; hatta Hz. Osman tarafından zor zamanlarda görüşü alınmak üzere davet edilmesine rağmen öfkesi bir türlü yatışmayan Amr'ın bu tutumunu, Taberi'nin Tarih'inde yer alan ve ona izafe edilen şu cümle özetlemektedir: "Allah'a yemin olsun ki, şayet bir çobanı bile görsem, onu dahi halifeye karşı kışkırtacağım."
Kuşatma akabinde gelişen olayların sonucunu tahmin eden Amr, burada kalanların, halife öldüğü takdirde suçlu olarak kabul edileceklerini iddia ederek, yakınlarını uyarmış, kendisi de iki oğlunu yanına alarak Medine'den ayrılmıştır. Onun "fitne dönemi" olaylarındaki etkinliğini inkâr etmek ne kadar taraflı bir yaklaşımsa, bütün sorumluluğu ona yüklemek de o denli haksız bir davranıştır.
HZ. ALİ VE MUAVİYE MÜCADELESİNDE AMR B. ÂS
Hz. Osman'ın katledildiği haberi kendisine ulaşınca, Amr b. Âs, devlet yönetimine kimin geçeceğini düşünmeye başladı. Taberî'nin aktardığı ilk düşünceleri şu minval üzereydi: "Eğer Talha geçerse, o burnunun dikine giden Arap gençlerinden biridir. Eğer Ali geçerse, o bu makama gelecekler arasında en sevmediğim adamdır."
Halkın Hz. Ali'ye biat ettiğine dair haberler geldikçe hoşnutsuzluğu arttı. Günlerce bekledi, olayların seyrini takip etti. Cemel Savaşı sonunda Hz. Talha ve Hz. Zübeyr'in öldürüldüklerini ve Şam valisi Muaviye'nin biat etmek istemediğini, öldürülen halifenin kanını talep niyetiyle insanları Hz. Ali aleyhine kışkırttığını öğrendi. Oğullarını çağırıp düşüncelerini sordu. Abdullah, babasına bu tür işlerden uzak durmasını ve insanlar bir imam üzere birleştiğinde, gidip ona biat etmesini tavsiye etti. Muhammed ise, onun Arap önderlerinden biri olduğunu, tüm bu işler olup biterken, kendisinin dışarıda kalmasının uygun olmayacağını söyledi. Amr; ibn Sa'd, Taberî, İbn Asâkir, İbnü'l Cevzî, İbnü'l Esir, İbn Tagriberdî gibi kaynaklarda geçtiği belirtilen şu söz ve davranışlarla değerlendirmede bulundu. Oğullarına dönerek "Abdullah, sen bana âhiretim için daha hayırlı, dinim için de en güzel olanı söyledin. Muhammed sen de bana dünyam için en şerefli, âhiretim için de en şerli olanı söyledin." diyerek kanaatini ifade etti. Onun bu sözleri, girişeceği işin dinî ve ahlâkî sonuçlarının farkında olduğunu açık bir şekilde bildiğini göstermektedir.
Oğullarından sonra çok güvendiği azatlısı Verdan'ın da görüşlerini alan Amr, kararını vermekte gecikmedi: Muaviye'ye gidecekti. Maktül halife hakkında ağıtlar yakıyormuş gibi görünerek, oğullarıyla birlikte Şam'a yöneldi. Karşılaştığı herkese dinin ve hayânın öldüğünü söylüyor, onları halifenin kanını istemeye teşvik ediyordu. Bu çabaları Şam'da da devam etti. Ancak ilk günlerde Muaviye kendisine pek iltifat etmedi. Kendisi gibi oğulları da bu ilgisizlikten rahatsız olunca Amr, Muaviye'nin yanına giderek "Vallahi sana şaşıyorum. Ben sana yaklaşıyorum, sen ise benden yüz çeviriyorsun. Peygambere yakınlığı, fazileti ve Müslümanlıkta önceliğini bildiğimiz bir adamla, halifenin kanını talep ederek savaşacağız. Osman'ın kanı hakkında konuşmaya en az hak sahibi olan iki kişi varsa o da biziz. Sen, Şamlılar yanında olduğu halde onu yardımsız bıraktın, halife senden yardım istedi, yardımı geciktirdin. Ben ise, ona yardım etmedim. Filistin'e kaçtım." dedi. Amr, bu ifadeleriyle hem Muaviye'nin hem de kendisinin, giriştikleri davadaki asıl niyetlerini özlü bir şekilde dile getirmektedir.
Gelişmeler, Amr'ın Muaviye'yi etkilediğini göstermektedir. Amr, savaş deneyimi olan ve zor durumlarda çözüm üretme becerisiyle tanınan, "diplomasi"yi de iyi bilen tuzak ehli bir adamdı. Onun katkısının çok önemli olacağını düşünen Muaviye, kendisine biat etmesini istedi. Amr, bunun karşılığında ne alacağını sordu. Muaviye "Mısır, tekrar senin olabilir." cevabını verdi. Bazı kaynaklarda, başarıya ulaştıkları takdirde, ölünceye kadar Mısır idaresinin Amr'a bırakılmasına karar verildiği ve zorunlu harcamalardan arta kalan gelirin Amr'a verileceğiyle ilgili aktarımlar bulunmaktadır. Sonuçta böyle olduğu bilinse de, bu kadar erken bir dönemde bu denli ayrıntıya giren rivayetleri kuşkuyla karşılamak gerekir. Gene de İbn Sa'd'ın, Tabakat adlı eserinde, Amr ile Muaviye arasında imzalanan konuyla ilgili bir antlaşma metnini aktarması son derece ilginçtir.
Hz. Ali ve Iraklılar, Amr için herhangi bir gelecek ve garantisi olan bir statü vaat etmiyorlardı. Oysa Muaviye'nin yanına gidip ona ortaklık önerebilir, istediğini alabilirdi. Çünkü Muaviye'nin, mücadelesini devam ettirebilmesi için, kendisi gibi adamlara ihtiyaç duyduğunu ve bu nedenle hedefine ulaşma uğrunda çok şey vermeye hazır olduğunu biliyordu. Böylece, Hz. Osman üzerinden yürütülen eski düşmanlık ve çekişmeler unutuldu ve gelecekteki hedefler için ortak hareket planları yapılmaya başlandı. Çok eskiden arkadaş olmalarına rağmen, Hz. Ömer zamanında bu iki valinin araları bozulmuştu. Kendi bölgelerinde yaptıkları hizmetleri anlatırken rekabet içinde karşılıklı atışmışlar ve bu esnada Amr, sinirlenip herkesin gözü önünde Muaviye'yi tokatlamıştı.
Amr'ın katılımıyla birlikte, Şam'da Muaviye'nin etrafında ordu komutanları, kabile reisleri ve Benî Ümeyye mensuplarından oluşan önemli bir güç meydana geldi. Muaviye, Hz. Osman'ın kanını kullanarak Şam halkını Hz. Ali ve Iraklılar aleyhine kışkırtmaya başladı. Medine'den getirilen halifenin kanlı gömleği ve hanımı Naile'nin parmakları Şam camiinde sergilenerek halk tahrik ediliyordu. İnsanlar bu propagandadan o derece etkilendiler ki, Osman'ın kanını dökenlerle savaşıncaya kadar cünüplükten kurtulmanın dışında vücutlarına su değdirmeyeceklerine ve yatağa girmeyeceklerine dair yemin edenler oldu.
Muaviye, Amr'ın yardımıyla bu esnada bazı entrikalarda bulundu. Spekülasyonlar oluşturarak, Hz. Ali'nin Kays b. Sa'd gibi çok değerli valilerini azlettirmesini sağladılar. Büyük sahabilere mektuplar yazdılar, çeşitli bölgelere haberler gönderdiler, kamuoyu oluşturmaya gayret ettiler. Hz. Ali taraftarları arasında ikilik çıkarmaya çalıştılar.
Hicretin 36. yılında ( Aralık 656) iki ordu karşılaştı. Ünlü komutan Malik el-Eşter, Muaviye ordusunu bozguna uğrattı. Ammar b. Yasir, bu savaşta hayatını kaybetti. Muaviye, yenileceğini anlayınca, Amr'ın tavsiyesiyle, mızraklara mushaf sayfaları taktırdı ve çağrıda bulundu: "Allah'ın kitabı aramızda hakem olsun." Böylece, hidayet ve felaha ulaştırması için gönderilen vahyin yazıya geçirildiği sayfalar, tarihte ilk kez sapkın çıkarlara ve zulme âlet ediliyordu. Hem de şirke hiç bulaşmadan, o âyetlerin indiği evde büyüyen; o dönemde o âyetleri belki de en iyi bilen adamın karşısında.
Hz. Ali, bunun bir hile olduğunu söylediyse de sonuçta taraftarları ikiye bölündü, onu tehdit edenler bile oldu. Emrederken, emredilen konumuna düşen Hz. Ali, gelişmelerden büyük bir üzüntü ve sıkıntı duydu. Uyanıklığı ve kurnazlığıyla şöhret salan Amr, Hz. Ali'nin ordusunun homojen olmadığını biliyordu. Geçici ateşkes sağlandı. Savaşta 45 bin Şam ehli, 25 bin Irak ehli öldü. Ashabdan yaklaşık 3 bin kişi Muaviye'ye karşı savaştı. Hz. Ali, içine sinmemesine karşın tahkimi kabul etmek zorunda kaldı. Bu durumda, hiç değilse Abdullah b. Abbas ya da Malik el-Eşter'in temsilci olmasını istedi; fakat taraftarları bunu da kabul etmediler. Neticede Musa el-Eş'arî temsilci oldu.
İslâm tarihi kaynaklarında hakem olayıyla ilgili birçok rivayet bulunmaktadır. Amr b. Âs'ın tarihin gidişatını da etkileyen bir özne olarak yer aldığı bu rivayetleri tek tek ele almak yerine, olay hakkında en geniş ve detaylı bilgiler veren Mes'udî'nin rivayetini esas alıp gerektiğinde karşılaştırmalar yaparak olayı özetlemek daha yararlı olacaktır:
Hakemler, aralarında geçen konuşma ve tartışmaları yazıya geçirdiler. Herhangi bir konuda ittifak ettiklerinde bu durumu hemen kaydettiler. Amr, hazırlanan metinde Ebu Musa'nın adının öne yazılmasını istedi. O, görüşmenin başlangıcında maktül halifenin Müslümanların icmaıyla seçildiğini, onun mazlum olarak öldürüldüğünü, mazlumun velisine Allah tarafından onun hakkını alma yetkisinin verildiğini Ebu Musa'ya kabul ettirdi ve bu yazıya geçirildi. Amr, bu ön kabullerden yola çıkarak, maktül halife için Muaviye'den daha lâyık birinin olmadığını ve Muaviye'nin de katilleri isteme hakkının olduğunu söyleyip "Ben, Ali'nin Osman'ın katili olduğuna dair, delil getiririm." dedi. Ebu Musa ise kendilerinin bunun için bir araya gelmediklerini, ümmetin işini ıslah edecek kararlar vermeleri gerektiğini söyledi. Amr, bunun nasıl olacağını sorunca, Ebu Musa, Iraklıların Muaviye'yi, Şam halkının da Ali'yi sevmediklerini ileri sürerek, iksini de azledip hilafete Abdullah b. Ömer'i getirmeyi teklif etti. Amr, bu teklife karşı Sa'd b. Ebî Vakkas'ı önerdi, bunu da Ebu Musa kabul etmedi ve İbn Ömer'de ısrar etti. Bunun üzerine Amr, Müslümanların iyilik ve hayrını İbn Ömer'in hilafete getirilmesinde görüyorsa kalkıp Ali ve Muaviye'yi azlederek istediği adamın adını ilan etmesini söyledi. Ebu Musa kalktı ve "İnsanların sulhe kavuşması ve akan kanın durmasına matuf olarak, Ali ve Muaviye'nin hal'ine karar verdik, ben şu sarığı çıkardığım gibi, Ali'yi hal' ettim. Onun yerine seçtiğim kişi Abdullah b. Ömer'dir." dedi. Daha sonra Amr ayağa kalktı ve "Ebu Musa, Ali'yi azledip yerine başkasını koydu. Ben de onunla birlikte Ali'yi hal' ediyorum. Kendi üzerime ve sizin üzerinize Muaviye'yi tayin ediyorum. Bey'atımız Osman'ın kanını istediği için onadır." dedi. Ebu Musa, bu sözlere itiraz etti. Amr'ın yalan söylediğini; kendilerinin Muaviye'yi halife yapmadıklarını ileri sürdü. Mes'udî, hakemlerin görüşmesi hakkında farklı bir rivayet bulunduğunu, bu rivayete göre hakemlerin, başka bir isim üzerinde tartışmadan sadece her iki adayı da hal' edip kararı şuraya bıraktıklarını bildirmektedir.
Hakemlerin bir araya aynı niyetle gelmedikleri açıkça anlaşılmaktadır. Amr'ın kurnazlığı baştan beri bellidir. Ebu Musa'ya iyi davranmış; fakat inisiyatifi hep elinde tutmuştur. Onun zaten asıl amacı, Hz. Ali'nin imametini şüpheli bir hâle getirmek ve Muaviye'nin de isyanında haklı olduğunu kabul ettirmektir. Bu olayla, ümmetin meşru imamı, bir isyancıyla aynı konuma getirilmiştir. Birçok Müslüman müellif gibi Welhausen ve Hitti de hakem olayının bitiş kısmının (Amr'ın, Muaviye'yi halife ilan etmesinin) doğru olmadığını, bunların Abbasiler döneminde yazılan kaynaklarda uydurma rivayetlerle geldiğini ileri sürmüştür. Bu durumda şu soruyu yöneltmek kaçınılmaz olmaktadır: Eğer hakemler sadece Ali ve Muaviye'yi azletmek için bir araya gelmişlerse, o zaman Şamlıların dönüşte Muaviye'yi emir olarak selamlamaları ve ona biat etmeleri nasıl açıklanabilir? Birçok kaynakta, Muaviye'nin, Hz. Ali'nin temsilcisi Ebu Musa'ya, Şam'a gelmesi için teklifte bulunmasına ne denecektir? Amr, işin şuraya bırakılması durumunda, ashabın ve ümmetin önemli bir çoğunluğunun görevi asla Muaviye'ye vermeyeceklerini ve muhtemelen yine Hz. Ali'nin seçileceğini tahmin edemeyecek birisi midir? "Ali tarafı böyle bir kararı kabul etmeyeceği için, Amr'ın böyle bir çıkış yapmasının Muaviye'ye hiçbir yararı olmaz." diyerek Amr'ı temize çıkarmak isteyenler, Amr'ın asıl hedeflerini göz ardı etmiş olmuyorlar mı? Diğer tarafın buna itiraz etmesi ve verilen hükmü kabul etmediğini ilan etmesi; Muaviye ve Amr'ın öyle sıkıntılı bir durumda çok da umurlarında olan bir şey midir?
Konuyu biraz uzatmakla birlikte, "hakem olayı"nın başka bir boyutuna değinmekte de yarar görüyoruz. Olayı kendince değerlendiren ve bu arada konuyu "ictihad" bağlamına taşıyan, kimisi iyi niyetli kimisi art niyetli kimisi de orta yolcu yorumcuların bazılarının görüşlerine de kısaca değinelim.
İbn Teymiyye, Mecmau'l Fetâvâ adlı eserinde "Şayet onlar birer müctehid olarak bu davranışlarında bir ictihaddan hareket etmişlerse; müctehid, ictihadında isabet ederse iki ecre nail olur; yanılırsa bir ecir alır ve yanılgısı Allah tarafından bağışlanır." diyerek, yankısı asırlarca süren tarihi bir olayı ictihad mantığı içerisinde değerlendirmiştir. Benzer şekilde İbn Kesir de el-Bidâye'sinde Amr'ın, verilen kararın aksine Muaviye'yi halifeliğe getirmesini ictihada bağlamaktadır.
Bir kere İslâm tarihinin bir parçası haline gelmiş hadiseler, ictihad ve sevap-günah meselesi haline getirilmeden, tüm yönleriyle ve soğukkanlılıkla değerlendirmeye tabi tutulmalıdır. Bazı yorumcuların, Amr'ın yaptığı işi ictihad meselesi olarak değerlendirmeleri, onun bu hususta hatalı ve art niyetli davrandığını söylemeyi – Ashabdan sayılması nedeniyle- ona karşı bir saygısızlık kabul etmelerinden kaynaklanmaktadır. Bunlar, sonuçta, zorlama tevillerden başka bir şey değildir. Bazıları da ümmetin başsız kalmaması ve fitne çıkmaması için, Amr'ın, Muaviye'yi halife tayin ettiğini dile getirmektedirler. Bu çıkarım, neresinden tutulursa dökülen komik bir çıkarımdır. O zaman Amr, zaten halife olarak kabul görmüş bir adamla niye uğraşmaktadır? İhtilaf ve fitneden korkmuşsa, niye Hz. Ali'nin azledilmesine karşı çıkmamıştır? Yahut en azından neden Abdullah bin Ömer ismine razı olmamıştır?
Ashâb-ı Kiram adlı eserin müellifi, Ömer Nasuhi Bilmen de, Amr'ın Ebu Musa'ya verdiği sözden döndüğü şeklindeki rivayetleri doğru kabul etmekle birlikte, onu bu hususta mazur görmektedir. Bilmen, Amr'ın Hz. Ali'nin kadrini ve onun Muaviye'den daha faziletli olduğunu bilmesine rağmen, Ali'nin etrafındaki birtakım âsi ruhlu kuvvetlerin mevcudiyeti itibariyle, Muaviye'nin Müslümanların başında bulunmasını uygun gördüğünü ifade etmekte ve şöyle sormaktadır: "Biz şimdi Amr b. El-Âs, bunu mutlak şahsî menfaati icabatından olarak yapmıştır, diye nasıl hükmedeceğiz?"
Amr b. Âs'ın, Ebû Musa'dan sonra kararı değiştirerek açıklaması, müzakerelerin sonuçlanmasını bekleyen her iki taraf arasında tartışmalara hatta çatışmaya yol açtı. Başta hakemler birbirlerine hakaretlerde bulundular. Ebu Musa, Amr'a "Ahdi bozdun, sen yürüdüğünde de geri çekildiğinde de dilini çıkarıp hırlayan köpekten başkası değilsin!" diye hakaret ederken Amr da ona kitap taşıyan merkep olduğunu söyledi. Amr'ı tekmeleyen ve kırbaçlayanların olduğu da rivayetlerde geçmektedir.
Hakem olayı, Sıffin savaşı sonrasındaki tahkimnamenin kabulünde olduğu gibi yine Muaviye ve Amr ikilisinin istediği gibi sonuçlandı. Bu savaşta hezimete uğramak üzere olan Şamlılar, tahkimname ile Iraklılarla eşit hale gelmiş, Muaviye tarafından ikide bir ileri sürülen Hz. Osman'ın kanı meselesi resmiyet kazanmış, savaştan önce halifeye âsi bir vali olan Muaviye de yine Hz. Ali'ye denk bir adam konumuna çıkarılmıştı. Bu arada Amr, bir bakıma geleceği çizen adam oldu. Zira bu olaydan sonra Hz. Ali'nin hükümeti zaafa ve kaybetmeye, Muaviye'ninki ise güçlenmeye ve yükselmeye başladı.
AMR BİN ÂS'IN MISIR'A YENİDEN SAHİP OLUŞU
Hakem olayından sonra, siyasi gelişmeler Muaviye'nin işine yarayacak şekilde açımlandı. Irak'ta Haricilerle uğraşmak zorunda kalan ve bu konuda makul bir strateji izlemeye muvaffak olamayan Hz. Ali, süreç içerisinde Şam üzerine de yürüyemedi. Sıffin'de hezimetten hile ile son anda kurtulan ve tahkim neticesinde amacına ulaşan Muaviye, savunmayı bırakarak taarruza geçmeye karar verdi.
Muaviye'nin gözünü diktiği ilk bölge, Mısır oldu. Burası, birçok yönden stratejik bir öneme sahipti. Her şey bir tarafa, Mısır'a egemen olursa, bu büyük ve zengin ülkenin haracından elde edeceği gelir ile Hz. Ali'ye karşı üstünlük sağlayabilirdi.
Muaviye ile Amr, Mısır'la ilgilenmeye Sıffin savaşından önce başlamışlardı. Uyguladıkları politika sonucunda Mısır'ın sevilen kudretli valisi Kays bin Sa'd'ın Hz. Ali tarafından görevden alınmasını sağlamışlardı. Mısır'ın yeni valisi Hz. Ebu Bekir'in oğlu Muhammed, ülkedeki Hz. Osman yanlılarına çok sert davranmış ve onların kendisine düşman olmasına yol açmıştı. Onun bu tavırları, Mısır'daki muhalif öbeklenmeleri daha da faal bir duruma getirmişti.
Taberî, İbnü'l Cevzî, İbnü'l Esir gibi müellifler; Muaviye'nin Mısır'ı ele geçirmek için Amr başta olmak üzere, komutanlarıyla görüşüp çeşitli planlar yaptığını uzun uzun anlatmaktadırlar. Bu stratejiye bağlı olarak, Şam valisinin, taraftarlarına ve düşmanlarına ayrı ayrı yazdığı mektupların etkili olduğu dile getirilmektedir. Nitekim, Hz. Osman taraftarları mücadeleye hazır olduklarını bildirmiş ve asker gönderilirse rakiplerini kolayca alt edebileceklerini bildirmişlerdir.
Durumdan haberdar olan Hz. Ali; genç ve deneyimsiz Muhammed bin Ebu Bekir'in Mısır'da otoriteyi sağlayamayacağını anlamıştı. Yerine yeni bir vali göndermeyi düşünen halifenin, eski vali Kays bin Sa'd ile dirayetli ve güvenilir komutanı Malik el-Eşter arasında bir süre bocaladığı anlaşılmaktadır. Sonunda Hz. Ali, o sırada Nusaybin'de bulunan Eşter'i çağırıp Mısır'a gönderdi. Bu görevlendirmenin zamanı hakkında tarihçiler farklı görüşler ileri sürmüşlerdir. Bu rivayetler arasında en meşhur olanı, Eşter'in, Muhammed bin Ebu Bekir Mısır'dayken gönderildiğini kabul eden yaklaşımdır.
Hazırlıklarını tamamlayan Malik el-Eşter, Mısır'a hareket etti. Durumdan haberdar olan Muaviye, tedirgin oldu. Eşter'in deneyimli, akıllı ve celadetli biri olduğunu biliyordu. Hemen bir plan yaptı. Mısır yolu üzerinde bulunan Kulzum'da harac memuru olan Çaystar'a haber ulaştırarak, Eşter'i öldürürse, kendisinden bir daha harac almayacağını iletti. Kulzum'a gelen Eşter'i, Çaystar karşıladı ve rivayetlere göre bizzat kendisi misafir etti. Ona zehirli bal şerbeti içirerek öldürdü. Sıffin'de Muaviye ordusunu darmadağın eden Eşter'in bu kadar basit bir tertiple öldürülmesi Muaviye'yi ve Amr'ı çok sevindirdi. Tarihlerde bu ikilinin, Eşter'in ölüm biçimini, "Allah'ın baldan askerleri vardır." sözüyle karşıladıkları rivayet edilmektedir. Taberî'deki şu anekdotu aktarmakta da yarar var: Muaviye, Eşter'in ölüm haberi kendisine ulaşınca, "Ali'nin iki kolundan biri olan Ammar'ın Sıffin'de, ikinci kolu Eşter'inki de Kulzum'da kesildi." diyerek memnuniyetini ifade etmiştir.
Eşter öldürülünce Hz. Ali, Muhammed bin Ebu Bekir'e göreve devam etmesini bildiren bir mektup gönderdi.
Bu olayla birlikte, Şam ordusunun Mısır'a yönelmesi için hiçbir engel kalmamıştı. Hazırlıklar tamamlandıktan sonra Amr bin Âs, 6 bin kişilik bir orduyla 658'de Mısır üzerine yürüdü. Sınıra yaklaştığında buradaki 10 bin kişilik Hz. Osman yanlısı grubun da kendisine katıldığı rivayetler arasındadır.
Amr, önce Hz. Ali'nin valisine kendisinin ve Muaviye'nin mektuplarını iletti. Tehdit dolu mektupları alan vali, durumu hemen Hz. Ali'ye bildirerek yardım istedi. Kûfeliler, Hz. Ali'nin çağrısına pek iltifat etmediler. Zorla toplanan 2 bin kişilik bir ordu, Malik b. Ka'b el-Erhabî komutasında yola çıktı. Bu sırada, Muhammed tarafından Amr'ın üzerine gönderilen bir birlik komutanlarıyla birlikte kılıçtan geçirildi. Bu haberin yayılması üzerine adamları valiyi terk etmeye başladılar. Yanında kimsenin kalmadığını gören genç vali Muhammed bin Ebu Bekir, rivayetlere göre yakında bulunan bir mağaraya sığınmak zorunda kaldı. Şam ordusu bölgeye gelince, mağarada saklanan Muhammed'i ele geçirdiler. Muhammed'in kardeşi Abdurrahman, Amr'ın Fustat'ta bulunan bir birliğinde görevliydi. Abdurrahman, kardeşinin yakalandığını öğrenince, Amr'a giderek kardeşini öldürmemesini rica etti. Fakat Amr'ın komutanlarından Muaviye b. Hudeyc, kimseyi dinlemedi ve Muhammed'i öldürdü. Yetmiyormuş gibi cesedini bir merkep leşine koyarak ateşe verdi. Bu olay, Hz. Ali'yi derinden etkiledi. Tarihçiler; Hz. Âişe'nin de, kardeşine yapılan bu tüyler ürpertici muameleden dolayı çok üzüldüğünü ve sebep olanlara beddua ettiğini aktarmaktadırlar.
Hz. Ömer döneminde, Mısır'ı Rumların elinden alan Amr; bu kez Müslümanların elinden ve Muaviye adına ülkeyi teslim aldı. Muaviye ile daha önce yaptıkları anlaşma gereği, zorunlu harcamalar dışındaki bütün geliri kendisine ayırdı. Bu durum, Amr'ın, dış işlerinde Muaviye'ye bağlı fakat kendi idaresinde müstakil bir devlet başkanı statüsüne sahip olduğunu göstermektedir. Onu, sıradan bir vali gibi değil de ülke topraklarını yönetmede Muaviye'nin ortağı olarak değerlendirmek daha uygun olacaktır.
AMR BİN ÂS'IN ÖLÜMÜ
İbn Sa'd'da geçen bir rivayete göre, Muaviye bir süre sonra, Amr'ın hayatı boyunca Mısır gelirlerine sahip olmasını çok bulduğu, Amr'ın da Muaviye'nin, kendi yardım ve gayretiyle yönetimi ele geçirdiği düşüncesiyle, idare ettiği toprakların daha da genişletilmesi beklentisi içinde olduğu ileri sürülmektedir. Anlaşmazlık büyüyünce araya başkalarının da girmesiyle, bu durumu yedi yıl için geçerli kılan bir anlaşma yapılmış; ancak bu sürenin yarısı dolmak üzereyken Amr ölmüştür.
Bu arada, Haricilerin suikast girişiminden de söz etmek gerekmektedir. Bilindiği gibi hakem olayı bölünme ve kopmalara yol açmış; aynı zamanda hüküm konusundan hareketle dinî tartışmaların hatta tekfir edici yaklaşımların önünü açmıştı. Sıffin savaşından sonraki hac mevsimlerinde Hz. Ali'nin hac amili ile Muaviye'nin hac amili arasında hac hizmetlerinin yürütülmesi konusunda yaşanan anlaşmazlık da bunun tuzu biberi oldu. Bu durumdan rahatsız olan Hariciler, Müslümanların bu bölünmüşlüğünün sorumlusu olarak Hz. Ali, Muaviye ve Amr'ı gördükleri için, bu üç şahsın öldürülmesiyle ümmetin selamete kavuşacağını düşünmekteydiler. Ayrıca onlar daha önce öldürülen kardeşlerinin de intikamını almak istiyorlardı. Bu amaçla, üç suikastçı belirlediler. Abdurrahman b. Mülcem, Hz. Ali'yi; Haccac b. Abdillah, Muaviye'yi; Amr b. Bekir de Amr b. Âs'ı öldürecekti. Her biri kılıçlarını zehirlediler ve o yılın 17 Ramazan'ını suikast günü belirleyerek ayrıldılar.
Hz. Ali kendisine yönelik saldırıda ağır bir şekilde yaralandı ve iki gün sonra da vefat etti. Muaviye, korumalarının yardımıyla saldırıyı hafif sıyrıklarla atlatmayı başardı. Amr'ı öldürmekle görevli suikastçı, pusu kurduğu yerden fırlayarak vali konağından çıkan bir kişiyi öldürmüştü. Halbuki vali, o gün rahatsızlığı nedeniyle yerine emniyet âmiri Harice b. Huzafe'yi sabah namazını kıldırmak üzere görevlendirmişti. Katil yakalanarak valinin huzuruna çıkarıldı, Amr kendisine suikast planlayan adamın boynunu vurdu.
Tarihçiler Amr b. Âs'ın ölüm tarihi olarak farklı görüşler ileri sürmektedirler. Bunlar arasında Amr'ın Hicri 43 (663) yılında öldüğü bilgisi daha fazla tercih edilmektedir. Toplam on yıl valilik yapan Amr'ın, öldüğünde en az 80 yaşında olduğu kabul edilmektedir. Çok sayıda kaynakta, ölmeden önce oğlu Abdullah'la yaptığı bir konuşmadan söz edilmektedir. Temkinli yaklaşmak zorunda kaldığımız, bazı cümlelerine inanmakta zorlandığımız bu konuşma metninde şu sözler yer almaktadır:
"… Ben üç dönem geçirdim ve bu üç dönem sonunda kendimi tanıdım. Önce, kâfirlerden biriydim. O zaman ölseydim, yerim cehennem olacaktı. Sonra Rasulullah'a bey'at ettim, ben önceki yaptıklarımdan dolayı, insanlar arasında ondan en çok utanan kişi oldum. Ondan utandığım için, vefat edinceye kadar ona gözlerimi kaldırıp bakamadım, herhangi bir itirazda bulunamadım. … Ben, bundan sonra, iktidara karıştım, bazı işler yaptım. Bu işler, benim lehime mi yoksa aleyhime midir bilmiyorum. Ben şirk üzere değilim ki, müşrik olarak öldüğümde cehenneme atılayım; yine ben İslâm üzere değilim ki, öldüğümde cennete konulayım. … Allah'ım, sen bazı işler emrettin, bazılarını da nehyettin. Bense senin emrettiklerinin çoğunu terk ettim. Senin nehyettiklerinin çoğunu da yaptım. Allah'ım beni bunlardan ancak sen kurtarırsın. …"
Amr bin Âs'ın mezarı Mısır'dadır.
GENEL DEĞERLENDİRME
Amr bin Âs, ilk dönem İslam tarihinin en ilginç simalarından biridir kuşkusuz. Çok yönlü bir kişilik sarmalına sahip olduğu gibi, yapıp ettikleriyle de tarihin biçimlenmesinde son derece etkili olmuştur. Hakkında çok sayıda rivayet ve önemsenmesi gereken bir tarihi malzeme bulunmasına karşın, soğukkanlı değerlendirmeler yapma noktasında insanı güç durumda bırakmaktadır.
Amr'ın kişiliğinin oluşmasında en belirleyici unsur kuşkusuz babasını küçüklüğünden itibaren kendisine ideal olarak seçmesidir. Modern psikolojide bu durum özdeşleşme (identification) şeklinde ifade edilmektedir. Ayrıca Amr'ın, kötü olarak bilinen cariye bir kadının oğlu olması da onu derinden etkilemiş; üzerinden atamadığı bir mahcubiyet, eksiklik ve aşağılık duygusu meydana getirmiştir. Kimi rivayetler, onun hayatı boyunca kadınlar hakkında sağlıklı ve dengeli bir yaklaşıma sahip olmadığını; kız çocuklarını da daima aşağıladığını dile getirmektedir. Amr, kardeşi Hişam karşısında da eziklik hissetmiş ve bu durum, toplum hayatında kendisine avantaj sağlama noktasında onu sürekli kamçılamıştır.
Hayatına bir bütün olarak baktığımızda Amr'ın iyi yetişmiş, hırslı, zeki ve kurnaz biri olduğunu söylememize gerek yoktur sanırım. "Girdiğim her şeyin içinden çıktım, başımı soktuğum her işten selametle ayrıldım." diyen Amr bin Âs, bütün bu özellikleri dolayısıyla bir "dâhi" olarak takdim edilmiştir. Hırsı ve kurnazlığıyla bütünleşip gelişen yöneticilik gücü, ticaretle uğraşması, diplomasiden çok iyi anlaması, aşırı mal sevgisi gibi özelliklerinin yanı sıra kaynaklar onun çok cesur olduğundan ve şairliğinden de söz etmektedirler.
Dini bağlanmanın ötesine geçerek bakıldığında Amr bin Âs, yaşadığı dönemin en karizmatik kişilerinden biridir kuşkusuz. Müsteşarlık, elçilik, zekât âmilliği, komutanlık, hakemlik, valilik gibi görevler üstlenmesi; onun devlet adamlığı yönünü sürekli sağlamlaştırmıştır. Bunun dışında imar ve bayındırlık, iktisat ve siyaset gibi alanlarda da yetkin biri olduğu kesindir.
Sahip olduğu bu özellikler, müslümanca ve adalet eksenli bir bakışla değerlendirildiğinde, onu temize çıkarmamaktadır elbette. Aynı zamanda, hakkında anlatılanlar da sonuçta çeşitli rivayetlere dayanmakta, ister istemez sübjektif boyutlar taşımaktadır. Ne var ki iyi ya da kötü olarak bilinen herkese bu malzeme eşliğinde bakmaktan başka bir yol da yoktur. Tarih yazımının Abbasiler döneminde biçimlendiğini, Emevilerin ya da onlara yakın duranların yer yer karalanmış olabileceklerini, kimi çarpıtmaların yapılmış olabileceğini de gözden uzak tutmuyoruz bunları söylerken. Nitekim biz de olabildiğince dikkatli davranmaya, çok yönlü bir okuma ve araştırma eşliğinde değerlendirmeye, mezhep ve meşrep bağlılıklarının ötesinde yansız bir bakışı öne çıkarmaya gayret ettik. Kişilik özelliklerini kavramaya ve uzun uzun anlatmaya çalışmamızın da nedeni budur. Ancak temiz bir akıl ve vicdan sahibi bir bakış şunu kabul eder ki, Amr bin Âs'ın hayatı kendi yandaşları ya da Emeviler eliyle yazılsaydı, biyografisinin temel özelliklerinde ciddi bir değişiklik olmazdı. Zekâsı, dehası, kurnazlığı, becerikli biri oluşu; farklı görüşlere sahip bütün müelliflerin kabul ettiği noktalardır zaten. Hayatında önemli bir yeri olan olaylar da her türden kaynakta benzer şekillerde verilmektedir. Sadece yorumlar farklı olmakta ve ders çıkarma noktasında da neredeyse herkes susmaktadır. Son dönemlerde kendisiyle ilgili olarak yazılan makale ve kitaplara baktığımızda da çoğunluğunu Mısırlıların oluşturduğu yazarlar onu göklere çıkarırken, oryantalistlerin çoğu da onu sahabi hatta Müslüman olarak bile kabul etmemektedirler.
Amr bin Âs'ın Müslüman ya da sahabi olarak değerlendirilemeyeceği görüşü bizce abartılı ve yanlıştır. Sahabe algısındaki yanlışlar ve "sahabe karizması" üzerinden yapılan yorumlar sıkıntılıdır kuşkusuz. Bu konuda Müslümanların konsensüse ulaştıkları bir sahabe tanımı da tarih boyunca yapılamamıştır zaten. Ancak biz bunun da çok ciddi bir çözüm getireceğini düşünmüyoruz. Sahabe nitelemesini çok geniş tutmak da onu daraltıp minimize etmek de "furkan"a ulaşmış bir bakış açısının oluşmasında yeterli olmayacaktır. Bizce, sağlıklı değerlendirmelerin başlangıç noktası, insan gerçekliğini ve imtihan olgusunu anlamlandırmakta yatmaktadır. Deyim yerindeyse iyi sahabe – kötü sahabe tartışmasının ötesine geçerek, insan ve toplum hayatındaki değişme, bozulma, yücelme, kirlenme, arınma, düşme ve yükselme gibi değerlerin devingenliğini daha fazla dikkate almak gerekmektedir. Bütün insanlar için geçerli olabilecek insanlık durumlarının, sahabe dediğimiz insanlar için de işler kılındığını kabul etmek zorundayız. Peygamber sözü olduğu iddia edilen rivayetlerle hatta Kur'an âyetleriyle kimi tutum ve davranışları övülen insanların, mükemmellik hâlesiyle kuşatılarak hatadan vareste kılındıklarını, yaşantılarının ölünceye kadar hiç değişmeyeceğini iddia etmek hem bütüncül insanlık deneyiminin hem de vahyi bildirimin sınırlarını zorlamaktır.
Amr bin Âs, iniş ve çıkışlarla dolu bir hayat sürmüştür. Ne yaptığını bilmeyen bir adam değildir. Övgüyü hak eden niteliklerinin yanı sıra felaketlere yol açan karar ve eylemlerinin de olduğu malumdur. Onun portresine bütüncül olarak bakıldığında, yapıp ettiklerinin hepsinin Allah rızasını kazanmaya, ifsadı kaldırıp ıslahı öne çıkarmaya yönelik olduğunu, daima böyle bir bilinçle yaşadığını ona toz kondurmayanlar bile söyleyememektedir. Üstelik yaptığı bazı şeyler İslam tarihinde bir "ilk" olma özelliği taşımakta; kimi konularda kötü bir çığır açtığı için vebali, sorumluluğu da artmaktadır. Bütün bunlarda, yaşadığı dönemin genel atmosferinden etkiler bulunabilir; cahili refleksler ve kavmiyetçilik gibi temel sapmalar birçok kişide olduğu gibi onda da nüksetmiş olabilir. Ancak bireysel bir hırs, siyasi tamah ve dünyevi çıkarlar eşliğinde hareket ettiği, bu durumun zamanla kişiliğinin bir parçası haline geldiği görülmektedir. Çok yönlü bu kişilik laboratuarının günümüze uzanan izdüşümleri ve alınacak ibretler, ayrı bir yazının konusu olacak mahiyettedir.
Özellikle Hz. Osman tarafından görevden azledilmesinden sonra rol aldığı kimi olaylar, etkileri günümüze kadar uzanan tahrifat ve tahribatlara yol açmıştır. Hz. Osman aleyhine yürütülen kampanyada sorumluluğu vardır ve kimi rivayetlerde Muaviye'nin de olayın sonuçlarından kendisi kadar sorumlu olduğunu bizzat kendisi dile getirilmiştir. Hz. Ali'yi, onun yanında makam ve ikbal görmediği için sevmediği anlaşılmaktadır. Sıkıntılı olsa da ümmetin çoğunluğu tarafından imameti kabul gören Hz. Ali'ye karşı hileli yollarla başkaldırıp bagi konumuna düşen Muaviye ile iş tutması, dehasının değil egosunun yansımasıdır. Bu yüzden çıkan Sıffin savaşında binlerce müslümanın ölmesindeki rolü ve onun akabinde Tahkim'de yaptıkları ise asla müsamaha ile karşılanamayacak bir faciadır. Bu kan gölünde Amr'ın parmağını görmemek mümkün değildir. Allah'ın kitabının sayfaları yırtılarak mızraklara geçirilmesi, görüşmelerde kurnazlık nitelemesiyle geçiştirilemeyecek kirli oyunlara yönelmesi, itham ve iftiralarında Muaviye'ye yardımcı olması, Hz. Ebubekir'in oğlu Muhammed'in iğrenç bir şekilde öldürülmesine göz yumması, Mısır halkını kendi tebâsı olarak görüp bütün kazancını kendine ayırması, açgözlülük, mal sevgisi ve iktidar hırsından asla vazgeçmemesi, kimi rivayetlerde kendi ağzından da aktarıldığı gibi onun yaptığı büyük münkerlerdendir. Mısır fatihi olması, diplomatik ve askerî dehası, birçok fetih hareketinde önemli başarılara imza atması gibi olumluluklar, bu sıkletin ve ifsada yol açan tablonun ağırlığı altında birden ezilmekte ve ister istemez anlamını yitirmektedir.
İslam tarihi değerlendirmelerinde Yezid gibi, Haccac gibi, yaşayıp yaşamadığı bile tartışmalı olan Abdullah İbni Sebe gibi kişilere yüklenmek ve bütün kötülük ve bozulmaları bu tip insanlara fatura etmek neredeyse bir gelenek hâlini almıştır. Halbuki yeni yeni neşv ü nema bulan Nebevi istikametten koparak o sapmalarla dolu yolu açan, suyun başına çömelip suyu kirleten insanların sorumluluğu, vebali daha büyüktür.
Amr bin Âs'ın, Mısır valiliği görevinden azledilmesinden sonraki silueti, hâlâ o suyu kirletmeye devam etmektedir. Bunu görüp anlamlandıramayan, hakkın ve adaletin temel ve evrensel ölçütlerini arkalarına atarak ona uluorta ve her yönüyle sahip çıkanlar da ne yazık ki söz konusu vebale ortak olmaktan başka bir şey yapmamaktadırlar.
BİBLİYOGRAFYA:
1. Adem Apak, İslâm Siyaset Geleneğinde Amr b. El-Âs, Ankara Okulu Yayınları, Ankara 2001.
2. Ahmet Akbulut, Sahabe Devri Siyasi Hadiselerinin Kelami Problemlere Etkileri, Birleşik Yayıncılık, İstanbul 1992.
3. Ahmet Önkal, Amr b. Âs, TDV İslâm Ansiklopedisi, Cilt 3, s. 79-81.
4. İbnü'l Esir, el-Kâmil fi't Tarih Tercümesi, Bahar Yayınları, İstanbul 1986.
5. İhsan Süreyya Sırma, Asr-ı Saadette İslâm, Beyan Yayınları, İstanbul 1994.
6. İmadüddin Halil, İslâmın Tarih Yorumu, Risale Yayınları, İstanbul 1988.
7. İrfan Aycan, Saltanata Giden Yolda Muaviye Bin Ebî Süfyan, Fecr Yayınevi, Ankara 1990.
8. İrfan Aycan / M. Mahfuz Söylemez, İdeolojik Tarih Okumaları, Ankara Okulu Yayınları, Ankara 1998.
9. Mahmud Tezcan, Kültür ve Kişilik, Ankara 1987.
10. Mazharuddin Sıddıkî, Kur'ân'da Tarih Kavramı, Pınar Yayınları, İstanbul 1990.
11. Mehmed Sofuoğlu, Sahih-i Buhari ve Tercümesi, Ötüken Yayınları, İstanbul 1989.
12. Muhammed Âbid Cabirî, İslâm'da Siyasal Akıl, İstanbul 1997.
13. Muhammed İbn İshak, Siyer, Akabe Yayınları, İstanbul 1991.
14. Mustafa Günal, Hz. Ali Dönemi ve İç Siyaset, İnsan Yayınları, İstanbul 1998.
15. Ömer Nasuhi Bilmen, Ashâb-ı Kiram Hakkında Müslümanların Nezih İtikatları, İstanbul 1967.
16. Özcan Köknel, Kaygıdan Mutluluğa Kişilik, Altın Kitaplar, İstanbul 2003.
17. Ramazan Can, Yönetimde Meşruiyet Tartışmaları, Tablet Yayınları, Konya 2007.
18. Sabri Hizmetli, İslâm Tarihi, Ankara Okulu Yayınları, Ankara 1995.
19. Taberî, Milletler ve Hükümdarlar Tarihi, MEB Yayınları, Ankara 1991.
20. W. Montgomery Watt, İslam'da Siyasal Düşüncenin Oluşumu, Birey Yayıncılık, İstanbul 2001.
21. Yaşar Kutluay, İslamiyette İtikadi Mezheblerin Doğuşu, Pınar yayınları, İstanbul 2003.
Yorum