[color=rgb(0, 0, 0)]Davutoğlu'nun bu son benzetmesine bakılırsa galiba Suriye yönetimi Sırbistan'la (veya Bosna'daki Sırplarla) karşılaştırılmış oluyor ve NATO marifetiyle bu yönetimin devrilip yerine mümkünse İstanbul'da mukim Suriyeli tüccarlardan oluşturulmuş yarı zamanlı siyaset erbabının “ulusal konseyin”in geçirilmesi umuluyor. Tabii Kahire'deki rakip konsey sabah erken kalkıp hükümeti ele geçirmezse![/color]
[color=rgb(0, 0, 0)][/size]Karşılaştırılan örneklerin bütün yönlerini tesviye edip ve benzetilen öğelerin mukayeseye konu olmayacak mahiyet farklılıklarını yoksayarak sırf benzetme edebiyatı içinde o anlık iş görmesi açısından ve NATO'nun savaş makinesini harekete geçirmek için böyle benzetmeler yapılabilir mi? Hatta Srebretnitsa örneğiyle Suriye karşılaştırılacaksa başka türlü bir benzetme çok daha mümkün gözükmüyor mu?[/color]
[color=rgb(0, 0, 0)][/size]Suriye'ye akın etmiş silahlı grupların Suriye şehirlerinde estirdiği terör, Ankara'nın “özgürlük savaşçısı” ünvanıyla selamladığı terör gruplarının Sırp çetnitsilere çok daha fazla benzediğini kanıtlamıyor mu? Keskin nişancıların Esad hükümetine destek veren ahaliye ve güvenlik görevlilerine yönelik av partisi, türlü yöntemlerle nihilist terörün çarşı pazarda uyguladığı tedhiş, Esad hükümetine taraftar olduğu gerekçesiyle insanların Irak veya Afganistan'dakine benzer vahşi yöntemlerle infaz edilmesi ve daha nice örnek acaba özgürlük savaşçısının mı, çetnitsilerin mi niteliği sayılmayı fazlasıyla hakediyor?[/color]
[color=rgb(0, 0, 0)][/size]Suriye şehirlerinde ağır silahlar, imha gücü yüksek mühimmat ve yüksek teknolojili iletişim imkanlarıyla terör estiren gruplar, yürüttükleri tedhişi tıpkı Bosna'daki gibi uluslararası toplumun gözü önünde, gözetiminde ve umursamazlığı eşliğinde gerçekleştirmiyor mu? Bosna savaşı boyunca hep BM gözlemcilerinin göz yummasıyla gerçekleştirilmiş Sırp çetnitsilere ait vahşi cinayetlerin tanıklıklarını dinlemedik mi? Hatta bizzat merhum İzzetbegoviç'in çevresine emanet ettiği bilgiye göre Sırbistan'a NATO saldırısı Boşnakların Sırp çetnitsileri püskürttüğü ve ilerleme sağladı bir sırada gelmedi mi? Sözde NATO, o da Sırbistan Rusya'nın yanında durduğundan, yakasından tutup silkeleme kabilinden bir tepkiyle ve Rusya yanlısı iktidarın devrilip yerine Atlantik ittifakına meftun yeni bir iktidarın gelebilmesi için Sırbistan'ı bombaladı da bu gerekçenin ikna edici gücüyle Boşnakları Dayton anlaşmasına mecbur etmediler mi? Tıpkı 1988'de İran'ın Saddam'ı devirme kapasitesi görüldüğü anda önce Halepçe'de 5 bin masumun Avrupa'dan gelen kimyasal zehirle öldürülmesi, ardından İran uçağının Amerikalılar tarafından Fars Körfezi üzerinde düşürülüp 290 yolcunun katledilmesi ve büyük şehirlere kimyasal bomba atmakla tehdit edip İran'ın Saddam'ı devirme hamlesinden caydırılması gibi! Nitekim Suriye'de de Bingazi oluşturma projesi Cisr el-Şuğur, Hums, Bab el-Amr ve en son Haleb'de fiyaskoyla sonuçlandığı ve Haleb'e doluşmuş binlerce çokuluslu terörist şehirden sürülüp çıkarıldığında uluslararası toplum hemen harekete geçti ve “uçuşa yasaklı bölge”den sözetmeye başladı. Davutoğlu'nun boşluğa bakarak söylemeyi tercih ettiği hilaf-ı hakikat sözlerinde bahsi geçen NATO müdahalesi, Müslüman ahaliyi kurtarmak için mi, yoksa Müslüman ahalinin kendini kurtarmaya başladığı sırada düşmanın “kazanımları”nı korumak için mi harekete geçiyor?[/color]
[color=rgb(0, 0, 0)][/size]Madem Dışişleri Bakanı Suriye meselesini Bosna savaşına benzetti, onun bu denemesini sürdürelim ve öğeleri yerli yerine koyalım: Suriye'ye saldıran çokuluslu terör ordusu Sırp çetnitsilerin tıpatıp kopyasıdır ve Türkiye bu terör gruplarının Türkiye-Suriye sınırını serbestçe kullanmasını himaye ve teşvik etmekle Sırbistan'dan farklı bir rol oynamamaktadır. Bu durumda da Suriye'de Sırp çetnitsilerin muadili olan “özgür Suriye ordusu” isimli terör örgütüyle gönül bağı ve ideolojik aidiyetiyle Davutoğlu da olsa olsa Suriye meselesinin Karadziç'i olabilir ve uluslararası toplum Suriye'deki çetnitsilerin kendilerine tanınan sürede işlerini bitiremediğini gördüğünde daha fazla beklemeyecek ve Bosna'daki sahne performansına benzer bir mizansen sergilemek isteyecektir. Belki o zaman Başbakan Erdoğan ve Dışişleri Bakanı Davutoğlu da Miloseviç'in yaşadığı şaşkınlığı tekrarlayabilir. Miloseviç, Avrupa'da İslam'ın varlığından son derece rahatsız batılılar namına İslam'ın kökünü kurutmaya çalışırken neden aynı batılılar tarafından derdest edildiğini anlamadığını mahkemede şaşkınlıkla ifade etmişti. Herhalde onun muadili Erdoğan ve Davutoğlu da, Suriye'de tedhişin en vahşisine ilişkin yaratıcı örneklerle ayırt edici bir sabıka yaratabilmiş terörist unsurlarla birlikte Direniş'i imha etmeye ramak kalmışken neden Direniş'in düşmanı batılılarca engellendiklerini, hatta belki de derdest edildiklerini anlamadıklarını söyleyeceklerdir.[/color]
[color=rgb(0, 0, 0)][/size]10. yüzyılda Basra'da ortaya çıkan “İhvan-ı Safa” isimli ünlü felsefe, bilim, edebiyat, irfan ve hikmet hareketi, hükümetleri “ehl-i hayır” ve “ehl-i şer” olarak iki gruba ayırmıştı. Ehl-i hayır hükümetinin şekillenmesinde faziletlerden doğmuş bir sözleşme mevcuttu. Bu hükümet türü, mükemmel siyasi bir toplumda egemen olması gereken kâmil siyaseti ifade ediyordu. Ehl-i hayır hükümetinde sözleşme İhvanu's-Safa için özel bir önem taşıyordu, çünkü sözleşmenin kökeni fazilete ulaşmak içindi. İhvanu's-Safa'ya göre faziletli bir reisin yönetimindeki devlet, ehl-i hayır devletiydi. Buna mukabil “ehl-i şer” hükümetinin temeli, toplumsal hayatın maddi ihtiyaçlarını temin etmekten ibaretti. Büyük ve gelişmiş bir toplumun üretebileceği çok sayıda maddi ihtiyacı giderme mecburiyeti şer devletin ortaya çıkmasının sebebini oluşturmaktaydı. Hayır devletinin aksine ehl-i şer hükümetinin ekseni fazilet değil, dünyevi maişet işleriydi. Bu devletin kurucuları da hükümetten nasibi olmayan, ama maişeti idare için gerekli bilgi ve yöneticiliğe sahip kimselerdi. İhvan-ı Safa'nın düşüncesinde şer devleti, insanın nefsani ve içgüdüsel mahiyetini temsil ediyordu, hakimiyetin siyasi yozlaşmışlığının devletleşmiş haliydi o.[/color]
[color=rgb(0, 0, 0)][/size]İhvan-ı Safa'nın 10. yüzyıldan seslenişine kulak verenler; insan hakları, özgürlükler ve reform konusundaki tutukluğuna, değişim meselesinde ayak sürümesine, baskı ve sindirme siyasetine, sansür ve kapalı rejim hevesine, ayrımcı ve kutuplaştırıcı zihin dünyasına, garpzedeliğine, Irak ve İran'a karşı hasmane tutumuna, özellikle Suriye dosyasındaki akıl almaz davranışına bakarak Erdoğan hükümetinin “ehl-i şer hükümeti” olduğunu hemen tespit edeceklerdir. Erdoğan'ın ehl-i şer hükümeti, Türkiye'de yaptığı gibi Suriye'de de çatışmayı kolluyor, destekliyor ve teşvik ediyor.[/color]
[color=rgb(0, 0, 0)][/size]Aslına bakılırsa “çatışma” kavramı Suriye'de yaşanan durumun doğru tanımı da olmayabilir. Çünkü el-Kaide ve onun onlarca türevinin oluşturduğu çokuluslu terörist ordu, ABD'nin liderliğini yaptığı 133 devletin desteğinde Suriye'ye saldırmış durumdadır. Bazı analistler Washington'ın Irak tecrübesinden sonra Suriye savaşını bu yolla ucuza getirdiğini yazıyor. Ankara ise Suriye'ye saldıran çokuluslu terörist orduya hem silah desteği sağlayarak, hem sınırdan güvenli geçiş organizasyonunu yaparak, hem de çatışmalarda yaralananlara tıbbi bakım imkanlarını seferber ederek kara savaşının cephesi rolünü oynuyor. Suriye, nüvesini ABD'nin koordinasyonunda Suud, Katar ve Türkiye'nin oluşturduğu bir koalisyonun savaşıyla yüzyüzedir. Tek fark şu ki, savaşın saha güçleri bu ülkelerin resmi orduları değil, çokuluslu lejyonerlerdir.[/color]
[color=rgb(0, 0, 0)][/size]Arap ülkelerindeki isyanların “Arap baharı” adı verilerek küresel kapitalizm tarafından devşirilmek istendiği renkli devrim projesinde Suriye zincirin altın halkasıydı. Küresel kapitalizm (veya liberal demokrasiler ya da İran'ın lideri Seyyid Ali Hamenei'nin tabiriyle kapitokrasiler), “ortadoğu” adını verdikleri Anglo-Frank bölgesel rejimi güncelleyerek koruyabilmek için Suriye halkasını zincirden çıkarmaya 2000 yılından beri büyük çaba gösteriyordu. 2011'deki Arap isyanlarının enerjisiyle Suriye'nin birkaç şehrinde düzenlenen sokak gösterilerini bir çırpıda “devrim” havasına büründürecek medyatik mizansenlerin yüzlerce örneğini gördük. Fakat bu mizansenler, gösterilerin umulan “devrim”e evrilmesini sağlayamayınca devreye el-Kaide girdi. 2011'in Mart'ında ilk reformcu gösterilerin yaşandığını hatırlarsak Nisan girmeden silahlı eylemler başlamıştı bile. Selefi terör gruplarının o sırada çoktan Lübnan ve Türkiye sınırından Suriye'ye girmiş olduğunu çok sonra öğrendik. Nihayet Haziran'da Cisr el-Şuğur faciası yaşandı. Silahlı gruplar bu şehirde 120 polisi öldürdü, öldürmekle kalmadı vahşice bedenlerini parçaladı ve halka “Esad rejiminden vazgeçmesi” için gözdağı verdi. Esas itibariyle Suriye'ye yönelik çokuluslu terör ordusunun savaşını bu tarihten başlatmak mümkündür.[/color]
[color=rgb(0, 0, 0)][/size]Sonuç itibariyle aradan geçen 17 ay boyunca yeni sömürgecilerin Suriye'de silahlı şiddet yoluyla Libya modelini uygulamaya çalıştığını görüyoruz. Birkaç kez Suriye'de Bingazi üretme denemesi yapıldı. Hums, Bab el-Amr denemeleri bu kapsamdadır. Ama başarılamadı. 18 Temmuz 2012'de Şam'a yapılan bombalı, suikastli, ağır silahlı baskın ise halk ayaklanması ve Bingazi denemelerinin sonuç vermemesi nedeniyle darbe girişimi olarak kaydedilmelidir. 18 Temmuz çok kritik bir gündü. Bir hükümet darbesi planlanmıştı ama o da olmadı. Son olarak çokuluslu terör ordusunun Halep'e yığılması olayını yaşadık. Tam olarak sayısı bilinmemekle birlikte 6 bin ile 12 bin arasında ağır silahlı, mühimmatlı, ileri seviyede iletişim teknololojileriyle donatılmış, hatta Adana'da gizli bir üsten komuta edilen lejyonerlerin Halep'i Bingazi yapma girişimidir bu. Silahlı gruplar Halep'in Türkiye güzergahı dahil birkaç bölgesini ele bile geçirmişti. Ama Suriye ordusunun Şam'daki operasyonlarını tamamlayıp bütün ağırlığını Halep'e verdiği şu günlerde (7 Ağustos haftası) Halep'in silahlı gruplardan tamamen arındırıldığı haberleri geliyor. Özgür Suriye Ordusu ve el-Kaide'nin önemli liderleri ya öldürüldü ya da tutuklandı. Geriye kalanların da Türkiye sınırına doğru kaçtığı bildiriliyor. Şam'dan sonra Halep'te de Suriye ordusu tam hakimiyet sağladı. Sonuç itibariyle ABD'nin yanına 133 devleti alarak Suriye'de giriştiği vekalet savaşında lejyonerler ağır bir yenilgiye uğradı.[/color]
[color=rgb(0, 0, 0)][/size]Bu maceranın ilk filizlerinden biri, Suriye'nin Türkiye sınırında uzun bir “kuzey Suriye” ya da daha doğru tabirle “Suriye Kürdistanı” oluşmasıdır.[/color]
[color=rgb(0, 0, 0)][/size]Suriye, İran ve Irak'taki Kürt ağırlıklı nüfusun bölgeleri (Irak ve İran'da buralara fiilen de resmen de Kürdistan deniyor, Suriye'de fiilen Kürdistan deniyor), Türkiye'dekine benzer üniter yapının parçaları değildir. O nedenle Suriye Kürdistan'ını konuşurken Türkiye'deki durumu emsal alan kavramsal çerçeveden çıkmalıyız. Suriye, İran ve Irak Kürdistanları Aryan kültür ve medeniyet havzasının üyesidir ve 19. yüzyılın nasyonalizminin peşine takılarak toprağı alıp başka bir iklime gitmeleri olacak iş değildir. Bu yüzden Suriye'de devlet çokuluslu terör savaşına karşılık verdiği sırada Kürdistan sayılabilecek bölgeden silahlı güçlerini çektiğinde burada Aryan kültür ve medeniyet havzasından kopuş anlamına gelecek bir gelişme yaşanmadı. Aksine PYD ve diğer Kürt örgütleri, ABD'nin liderliğindeki 133 devletin desteklediği çokuluslu teröristlerin Kürdistan'a giremeyeceğini en başta ilan etti ve mahalli güçlerle Türkiye sınırını korumayı üstlendi. Bu ilginç bir gelişme kuşkusuz. Ankara'nın bu gelişme karşısında derin hayal kırıklığı yaşadığı ve bu sebeple Suriye Kürtlerini tehdide başladığını söyleyebiliriz. Hatta Kürt örgütlerinin koalisyonu, Türkiye eğer tehditle kalmaz ve müdahaleye kalkışırsa çok kanlı bir direnişle karşılaşacağını bile uyardı. Bütün bu gelişmelerin “Esad'ın Türkiye'ye yönelik hamlesi” şeklinde tarif edilmesi, Ankara'nın karşılaştığı beklenmedik duruma acele tepki vermesiyle ilgilidir. Oysa Ankara, Hatay'dan sonra başta Kamışlo olmak üzere Kürt illerinden yeni bir cephe daha açmayı planlamıştı, bu plan oradaki Kürtlerin sert tepkisiyle suya düştü. Öyle anlaşılıyor ki Suriyeli Kürtler, diğer Kürdistanlardaki gibi, Aryan kültür ve medeniyet havzası içindeki geçirgenliğin mutlaka 19. yüzyıl tipi nasyonalist, bağımsız bir ulus devletle sonuçlanması gerektiğini düşünmüyor. Irak'taki örneğin kendine özgü koşulların ürünü olduğunu not etmek gerek. Orada da Irak'ın akıbeti kesinleşmediği için, yani Irak'ın bölüneceği mi, yoksa bütün olarak kalacağı mı henüz belli olmadığından Kürdistan'ın bağımsızlığı seçeneğinin elde durmasını istiyor yerel idareciler. Yoksa Irak, Avrupa ulus devlet tecrübesini asla uygulamaz, uygulayamaz, çünkü Avrupa tarihsel deneyimi buraların kültürel genetiğine aykırıdır. Türkiye'deki durumun kırılganlığı da aynı sebepten kaynaklanıyor. Türkiye'deki Kürtler ait oldukları Aryan kültür ve medeniyet havzasının geçirgenliğine katılmak istediğinde Türk ulus devletinin verdiği tepki aşırı kırılganlık yaratıyor. İran, Suriye ve Irak'tan farklı olarak Türkiye teritoryal değil etnisite devleti olduğundan başka bir etnisitenin kendi kültürel havzasıyla doğal temas içinde olma talebini bile ayrılıkçılık olarak tarif ediyor bu nedenle. Ankara galiba Suriye Kürdistan'ında yaşanan gelişmeyi bu çerçevede algılayamadığı için, mesela “kuzey Suriye” rüşveti verildiğinde Kürtlerin hemen Esad'a karşı darbe planına katılacağını sandı ve umdu. Öyle olmadı, hatta Ankara'nın rüşvetine sert tepki verdiler. Halbuki "Kuzey Suriye"nin mucidi, Şam'da hükümet darbesine katılmanın rüşvetini şöyle açıklamıştı: Kamışlı ile Musul birbirinden nasıl ayrı düşer? Suriyeli Kürtlerin -yarın ne olur bilinmez- şimdilik eski düzen “ortadoğu”ya itiraz edip “ortadünya” aidiyetine önem verdikleri kanaati haklı görüküyor.[/color]
[color=rgb(0, 0, 0)][/size]Buradaki temel soru, iki dünya savaşıyla kurulan bölgemizdeki uluslararası rejimin (ortadoğu) nasıl sürdürülebileceğiyle ilgilidir. Bu bölgesel rejimi İngilizler ve Fransızlar kurdu. Onlar kendi siyasal modellerini temel alarak bölgeyi imparatorluk nizamından çıkarıp Avrupa tecrübesine uygun 19. yüzyıl tipi nasyonalist ulus devletlere böldüler. İkinci dünya savaşından sonra bölgesel rejimi sürdürme emanetini devralan Amerikalılar ise bölgeyi daha küçük ünitelere bölerek eyalet/devlet düzenine dönüştürmeye çalışıyor. Kosova örneğini bunun için icat ettiler. Her ağızlarını açtıklarında küçücük Lübnan'da üç devletçikten bahsetmeleri veya Suriye'yi yine üç küçük devlete bölmenin harikulade fikir olduğunu savunmaları bundandır. Bu açıdan bakıldığında Amerikalıların Aryan kültür ve medeniyet havzasındaki Kürdistanları birleştirip büyük bir Kürt devleti kurulmasını arzu ettikleri fikri yanlıştır. Muhtelif yollarla böyle bir projeden sözederek ya da sözettirerek bugün için İran, Suriye, Irak ve Türkiye'ye baskı yapıyor olabilir. Fakat nihai anlamda “büyük Kürdistan” Amerikalıların Kosova tipi devletçikler modeliyle güncellenmesi hesaplanan bölgesel nizama aykırıdır. Eğer yapabilseler birden fazla Kürdistan devleti kurmak isterler. Yani İngiltere'nin Arapları binbir parçaya bölüp kurdurduğu devletlerin Kürt versiyonu gibi. O nedenle zaten Irak'taki gibi Suriye'de de Kürdistan devletine gidildiği varsayımından heyecan duydular ve Türkiye'nin tehditlerine karşı “ileri gitme” uyarısı yaptılar. Obama sopa bile teşhir etti. Amerikalıların eski dışişleri bakanı Rice'tan beri üzerinde durduğu “yeni ortadoğu” nizamı Kosova tipi devletçikler öngörüyor ve Obama kabinesine monte edilen Amerikan neoconlarının reenkarnesi Hillary Clinton da bu stratejiyi takip ediyor. ABD'nin müttefiki hükümetler bu stratejiyi gönüllü veya mecburi destekliyorlar. Burada dikkatlerden kaçan önemli detay, adına “ortadoğu” denilmiş Anglo-Frank bölgesel rejimin kurucusu İngiltere'nin, Amerikalılardan farklı olarak Araplarla oyun kurmayı tercih etmesi, kendi geleneğini sürdürmenin yollarını bulmaya çalışmasıdır. Öyle anlaşılıyor ki İngilizler yeni sömürgeciliğin “ortadoğu”sunun yine Araplar eliyle devam edebileceğine inandığından Amerikalıların, Kürtleri ve onların ulus devletlerini eksene alan modeline sıcak bakmıyor. ABD ise bölgesel rejimi güncellemenin imkanı olarak gördüğü Kürtleri “yeni ortadoğu”nun Arapları gibi varsayıyor. Bazı Kürt örgütlerinin bu yaklaşımdan haberdar olduğunu ve bu role gönüllerini kaptırdıklarını düşündürecek gelişmeler yaşanmıyor değil.[/color]
[color=rgb(0, 0, 0)][/size]Haleb'in, yeni bir Bingazi icat etmek üzere çokuluslu terörist ordunun saldırısına uğraması üzerine Suriye hükümetinin bu bölgeyi kurtarmaya yoğunlaşarak güvenlik güçlerini oraya kaydırması ve kuzeyin güvenliğini mahalli sivil güçlere bırakması sonucunda zuhur eden “kuzey Suriye”de en önemli oyuncu olarak PYD'nin ABD'ye ait bölgesel nâzım planda yeralıp almadığını veya yeralıp almayacağını şimdiden bilemeyiz. Çünkü “kuzey Suriye”de ne yaşandığı ve akıbetin nereye evrileceğine ilişkin konuşmak için vakit henüz çok erkendir. Bu bölgede PYD bir anda kendisini Suriye Kürdistanının birinci oyuncusu olarak buluverdi. PYD bu durumun şaşkınlığını üzerinden atamadı. Bölgesel nâzım planda hangi stratejiye katılacağını da henüz kestiremedi. Mesela Şam'a karşı silahlı isyan başlatmadı, aksine kendi topraklarını kendi mahalli gücüyle “Türkiye'nin saldırılarına karşı korumak” amacıyla mevzilendi. Barzani'nin Suriye Kürdistanında kontrolü ele alma denemesine de sert tepki verdi. Her ne kadar Irak Kürdistanındaki bölgesel yönetim genel olarak Kürtlerin iftiharı olarak görülüyorsa da dış Kürtlerin idari ve mali bakımlardan yönetimine katıldıkları bir siyasal varlık değildir. PYD bu nedenle Suriye'de yönetiminin tamamen kendisinde olacağı bir bölgeye ihtiyaç duyuyor. Üstelik PKK'nın Türkiye ile ilişkilenmesi bakımından Suriye Kürdistanının topoğrafik özelliği Irak-Türkiye topoğrafyasıyla kıyaslanmaz bile. Irak Kürdistanında olduğu gibi kuşkusuz Suriye Kürdistanında da politik gruplaşmalar ve Barzani ailesinin kabilevi bağları var ama PYD'nin -şimdilik- Amerikalıların “yeni ortadoğu” stratejisine katılmama yönünde irade beyan etmesinin ona sağladığı politik enerji ile diğer grupların hiçbirinin rekabet edemeyeceği anlaşılıyor. Suriye Kürdistanında tam bağımsız bir Kürt ulus devleti veya Irak'takine benzer bir yapı doğacağına dair şu anda bir işaret yoktur. Aynı zamanda Şam'ın, Suriye'ye yönelik çokuluslu terör savaşını bitirdiğinde Suriye Kürdistanından PYD'yi söküp atacağı da öngörülemez. Şu anki mevcut durum bundan böyle Suriye'nin yeni siyasal rejiminin gevşek üniterlik ve yerinden yönetim ufkuna ilişkin fikir verebilir. Suriye, halihazırdaki terör savaşının üstesinden geldiğinde ilk girişeceği reformlar arasında mutlaka yerinden yönetimin güçlendirilmesi olacaktır. Soğuk savaş yıllarının tek partici rejimine asla dönülmeyecektir. Bu da Suriye Kürdistanında PYD'nin kurucu oyuncu olma şansını yükseltiyor.[/color]
[color=rgb(0, 0, 0)][/size]Ankara'nın mevcut kriz döneminde Şam hükümetine karşı darbe gerçekleştirmenin imkanı olarak Suriye'de Kürtleri görmesine PYD tepki gösterdi. Bu gerilim, PYD'nin Ankara ile ilişkilerinin doğasına çatışmayı yerleştirdi. Bu sorunu aşmak için de AK Parti iktidarı Barzani'den yardım istedi. Barzani'nin PYD'ye usülen Ankara'nın mesajını iletmenin ötesine geçeğini düşünmek hayaldir. Barzani Suriye'de sınırlarının farkındadır. Barzani ile PYD arasındaki politik farklılık ve ihtilafın çatışmaya dönüşeceğini uman Ankara yanılıyor. Böyle bir çatışma umuduyla Ankara'nın Suriye Kürdistanıyla ilgili siyaset üretme çabası zavallıdır. Mevcut muhafazakar rejimle Türkiye; Irak, İran ve Lübnan'la olduğu gibi Suriye ile de ileri düzeyde yabancılaşmıştır. Muhafazakar iktidar Türkiye'nin İsrailifikasyonunu emin adımlarla sürdürüyor. Türkiye, Mustafa Kemal'den bu yana hiçbir iktidar döneminde bölgesine bu kadar yabancılaşmadı. Batılı yeni sömürgecilerin eğer Türkiye'den, bölgesine yabancı ve batılı emellerin taşıyıcısı olmaktan başka hiçbir amacı olmayan ikinci bir İsrail çıkarma stratejileri vardıysa mevcut muhafazakar rejim sayesinde bu hedefe ulaşmış oldular. Muhafazakar rejimin yarattığı dışpolitika yıkımının nasıl telafi edilebileceğini kestirmek zordur. Erdoğan eğer bugüne kadar yaptıklarının tamamen yanlış olduğunu itiraf edip bu politikaların hiç yaşanmamış varsayılmasını talep eder de yeni bir başlangıç yaparsa bilemeyiz. Değilse ancak bu iktidarın yaptıklarının tümünü tersine çevirecek yeni bir hükümetle bu yıkım telafi edilebilir.[/color]
[color=rgb(0, 0, 0)][/size]Erdoğan'ın ehl-i şer hükümeti dışpolitikada yarattığı tahribatı telafi ve tamir için yol aramak yerine yıkımın boyutlarını büyüterek kendini kurtarmayı deniyor. Yani Erdoğan, Suriye terör savaşının sonunda ayağa kalkamaz hale gelmesi ve on yıllarca onarılamayacak bir tahribat yaşaması için tüm imkanlarını seferber etmiş görünüyor. Suriye'nin parçalanmasından bu kadar kolay sözetmesinin temel nedeni, terör savaşından sonra bile Suriye'nin bütünlüğünü koruması halinde Şam'a, Suriye halkına, tarihe ve Türkiye'ye hesap verme kıyametiyle yüzleşmekten duyduğu korkudur.[/color]
[color=rgb(0, 0, 0)][/size]Erdoğan'ın veya bazı batılıların “Suriye senaryoları” adı altında gündeme getirdiği herşey Esad'a karşı hükümet darbesinin öğeleridir. Mesela Lazkiye merkezli Alevi devleti fikri de bu darbenin Esad'a rüşveti sayılabilir. Yahut Esad'la aralarını açmaları karşılığında Alevilere bir sığınak lütfedilmesi gibi bir şeydir Alevi devleti. Yani kurulacak Sünni bir devlette katledilmeyecekler, kendi küçük devletçiklerinde güven içinde yaşamalarına göz yumulacaktır! Alevi devleti denilen şey getto önerisidir. Büyük bir aşağılamadır. Aleviler bunu böyle algılıyor ama Ankara'daki muhafazakar akıl bunu anlayacak yeterlilikte değildir. Halbuki Türkiye veya başka bir ülke Alevi devletinden sözettikçe Aleviler, Hıristiyan devletinden sözettikçe Hıristiyanlar, “İslam devleti”nden sözettikçe dindar/laik Sünniler Esad'ın etrafında kenetleniyor. “Ulusal konsey”in içindeki İhvan-ı Müslimin veya başka grupların “İslam devleti” fikri, Taliban'ın Afganistan'da yaptığının muadilidir. Suriyeliler medeni insanlardır; selefi/vahhabi teröristlerin dar, dışlayıcı, farklılıkları imhaya odaklı bir devlet kurma emeli Sünni, Alevi ve Hıristiyan Suriyelileri ürkütüyor, korkutuyor. Suriye'nin parçalanmasına dayalı hiçbir öneri Suriyelileri mutlu etmez. Bu yüzden olsa gerek, Esad'ın defalarca, diledikleri sayıda yabancı gözlemci huzurunda seçim düzenlenmesi ve sandıktan çıkacak iradeye herkesin rıza göstermesi teklifi hem batılı güçler ve Ankara, hem de silahlı gruplar tarafından reddedildi. Bunların dilindeki “Esad'ın gitmesi” klişesi NATO'nun Suriye karşıtı kampanyasının şifrelerindendir. Manası, hükümet darbesi yapılıp Esad'ın devrilmesi ve batı yanlısı yeni bir rejim kurulmasıdır. Böyle bir seçeneğin sözkonusu bile olmadığı birbuçuk yıllık Suriye kampanyası boyunca gözlemlendi. Kampanyanın sahibi ABD ve onun ardına dizilmiş 133 devlet, çokuluslu profesyonel teröristlerden kurduğu lejyonerlerle de, 18 Temmuz Şam saldırısı gibi doğrudan kendi istihbarat servislerinin operasyonlarından da sonuç alamadı. Suriyeliler Ürdün ve Suudilerin yanısıra Türkiye istihbaratının da Şam bombalamasında izine ulaşıldığını raporla kayda geçti. Libya'daki Bingazi modeli de işlemedi. Ne Bab el-Amr, ne Hums, ne Halep Bingazi yapılamadı. Bu girişimlerin sahibi ülkeler ikinci dünya savaşının mihver güçlerine karşılık gelir. Başını ABD'nin çektiği mihver güçlerin hegemoni savaşına, başını Rusya, Çin ve İran'ın çektiği müttefik güçler direniyor. Suriye bu savaşın Stalingrad'ıdır. “Esad gitsin” klişesi, mihver güçlerin hegemoni savaşına gösterilen direnç ve direniş nedeniyle hükümet darbesinden medet ummanın kodlanmış şeklidir. Esad'ın gitmesi ancak halkın oylarıyla olur. Mihver güçler Suriye meydan muharebesini kaybettiklerini kabul eder ve anlaşmak için masaya otururlarsa Suriye hükümeti de serbest, şeffaf, hatta istedikleri sayıda gözlemciyle seçim düzenler ve sonucuna herkes rıza gösterir. O seçimde halk Esad'ı istemezse o da iktidarı rakibine devreder. Esad her defasında "seçimde halkım istemezse tabii ki ayrılacağım, koltuk meraklısı olsam ülkeme Amerikan radar sistemi kurdururdum" demedi mi? Bunun dışında Esad'ın gitmesinden bahseden bütün ihtimaller darbeciliktir, gayri meşrudur, silah zoruyla iktidar değişikliği dayatmaktır, iç işlerine müdahaledir.[/color]
[color=rgb(0, 0, 0)][/size]Rusya, İran ve Çin triosu Suriye'de şiddetin hemen sona ererek seçim düzenlenmesi, seçilecek yeni yönetimin de siyasi reformları hayata geçirerek ülkenin hızla demokratikleştirilmesine ve ekonomik kalkınmaya yönelmesi gerektiğini Suriye krizinin başından beri söylüyor. Bu tutumun ABD'nin liderliğindeki koalisyon tarafından yoksayılarak Suriye için barış ve siyasi müzakereden sözedenlerin “Baasçı” ithamıyla itibarsızlaştırılmaya çalışan küresel bir medya kampanyası var. Bu kampanyanın Türkçe'ye tercümesi olan Türkiye'deki medyatik kampanya da doğrudan hükümetin savaş siyaseti, dili ve umutlarına propaganda katkısı sağlıyor. Bu kampanya içinde İran'a ayrılan payın epeyce büyük olduğunu NATO'nun Suriye kampanyası boyunca izledik. Muhafazakar ve laik Atlantik medyasının iddiasına göre İran, Suriye cumhurbaşkanı Esad'ın Alevi kimliği nedeniyle Atlantik havzasının Suriye'de gerçekleştirmeye çalıştığı hükümet darbesine destek vermiyor. Bu iddianın çocuksu yüzeyselliğini bir yana bırakıp aslında propaganda edilen “Alevi dayanışması” pankartının gerisinde neyin gizlendiğini incelemek gerekir.[/color]
[color=rgb(0, 0, 0)][/size]İslam devrimi sonrasında İran'ın dışpolitikasında Suriye'nin yerini iki döneme ayırmak mümkündür. Birinci dönem, Lübnan'da İsrail yayılmacılığına karşı oluşan (1982) direncin korunması ve desteklenmesi açısından Suriye'nin stratejik önemidir. Lübnanlı efsanevi lider Ayetullah İmam Musa Sadr'ın temellerini attığı bu direnç hattının veya Lübnanlıların tabiriyle “el-Mukaveme (Direniş)” hareketinin santrali olan İran'dan Lübnan'a akımın ulaşabilmesinin tek imkanı hep Suriye oldu. Fakat bu ilişkinin sadece Suriye'nin taşıyıcılık veya aktarıcılık rolünden ibaret olmadığını gözardı etmeyelim. Suriye devrimci hareketlere hep evsahipliği yaptı. Dolayısıyla İran'la Suriye arasındaki stratejik ilişki pragmatik değil, Suriye'nin stratejik tercihiyle doğru temas kurmuş üretken bir ilişki türüdür. 2003'te Irak'ın ABD tarafından işgal edilmesiyle Saddam rejimi yıkılınca bu kez Suriye, İran-Irak-Suriye-Lübnan tektonik plakasının ortaya çıkmasında temel rolü olan ülke haline geldi. Ortadünya tektoniğinde İran-Irak-Suriye-Lübnan plakası içinde Suriye'nin taşıdığı yüksek anlamı, Suriye'de oğul Esad'ın cumhurbaşkanı seçildiği 2000'den bu yana batılıların Suriye üzerinde odaklanmış baskı ve tecrit, ama aynı zamanda vaat ve ödül hareketliliğinden anlıyoruz. Hiç kuşku yok Suriye'nin bu yüksek anlamı İran'ın dışpolitikasına olduğu gibi yansıyor. Burada durum, Hizbullah lideri Seyyid Hasan Nasrallah'ın “İran Hizbullah'ın değil, Hizbullah İran'ın dışpolitikasını yönlendiriyor” dediği gibidir. Yani İran Suriye'nin değil, Suriye İran'ın dışpolitikasını belirliyor. Suriye, küresel gidişata etki eden iki önemli havzada, Lübnan ve Filistin meselelerinde karargahtır. Küresel merkez güçlerin politik dalgalanmasına yolaçan Lübnan ve Filistin merkezkaç güçleri, bu etkili rollerini Suriye sayesinde oynayabiliyorlar. İsrail yayılmacılığının 1982'de Hizbullah tarafından durdurulmasından bu yana İsrail bir karış toprak kazanamadıysa bu Suriye sayesindedir. Suriye'de hükümet darbesi için Atlantik güçlerinden yardım dilenen kimilerinin Suriye'nin bu önemli siciline gölge düşürebilmek amacıyla yaptıkları hiçbir suçlama gerçeği değiştiremez. Gerçek, Suriye'nin neden Golan'ı geri alamadığı değil (ayrıca o toprağın geri kazanılacağı gün de uzak görünmüyor), İsrail'in yayılmayı sürdürüp sürdüremediğidir. İsrail 1982'den bu yana “güvenlik hattı oluşturma” adını verdiği yayılmacılığı için bir karış yeni toprak edinemedi. 2006 ve 2009'da Suud diktatörlüğü ve Katar'ın diğer Arap sultanlarını da seferber ederek girişimde bulunmasına rağmen Suriye'nin her türlü lojistiğini sağladığı Hizbullah-Hamas-İslami Cihad mevzilenmesi İsrail'in son iki yayılma denemesini sert biçimde durdurdu. İran, işte Suriye'nin bu kök konumuna göre dışpolitikasını belirliyor ve Suriye'yi İsrail yayılmacılığının üssüne dönüştürecek hiçbir politik girişimi desteklemeyeceğini açıkça söylüyor. Ayrıca bu tür siyasi projelerin Suriye halkının iradesine aykırı olduğunu ve bunu doğrulamanın yolunun da demokratik seçimlerden geçtiğini hatırlatıyor. O nedenle mesela 2011 Mart'ında bir iki Suriye şehrinde reform talep eden gösteriler yapıldığından beri İran aynı şeyi söylüyor: Dış müdahaleye hayır, reformlara evet, demokratikleşmeye evet... İranlılar başından beri muhaliflerin de katılacağı bir koalisyon hükümeti kurulmasını ve bu geçiş hükümetinin yönetiminde seçimlere gidilip sandıktan halkın iradesinin çıkması gerektiğini söylüyor. ABD ve müttefikleri ise bugüne kadar Esad hükümetine karşı darbeden başka hiçbir seçeneği desteklemedi. Bize sergilenen medyatik mizansenler veya selefilerin nihilist terörüyle can veren masumlar, yahut güvenlik güçleri ile bu tedhiş grupları arasındaki çatışmalarda arada kalıp hayatını kaybeden masum insanlar hep Suriye'de hükümet darbesini meşrulaştırmak amacıyla kullanıldı. İran bu gibi terörizme destek girişimlerini uluslararası sözleşmelere aykırı bularak reddetti ve uluslararası toplumu kurallara uymaya çağırdı.[/color]
[color=rgb(0, 0, 0)][/size]Ankara'nın Suriye dosyasında barışçı yol ve siyasi müzakereyi savunan tercihe değil, ABD'nin savaş ve hükümet darbesi yöntemine katılmasını Atlantik ittifakındaki mecburiyetlerine bağlayanlar, aynı mecburiyetlerle hep karşı karşıya olmuş geçmiş hükümetlerin hiç bugünkü gibi davranmadıklarına dair hafızayı gözden geçirmelidirler. Muhafazakar Ankara, Atlantik ittifakının mecburiyetlerinden çok fazlasını yapıyor görünüyor. Bu sebeple mevcut dışpolitika doktrininden ve onun Türkiye'nin başına açtığı gailelerden Davutoğlu'nu sorumlu tutanlar haklı olabilir. Erdoğan kuşkusuz başbakandır ve Davutoğlu ile aynı söylemi kullanıyor ama Davutoğlu'nun politik ufkunu, niyetini ve öngörülerini hükümetinin politik tercihi yaptığı için ona uygun davranıyor olmalıdır. Fakat görünen o ki Davutoğlu'nun dışpolitika doktrini yanlışlandı. Dahası dışpolitikada kelimenin tam anlamıyla bir yıkım yarattı. Ankara'nın muhafazakar hükümeti tarihsel anlamı, toplumsal dokusu ve iktisadi büyüklüğüyle hiç bağdaşmayacak biçimde komşusu Suriye'ye karşı “özgür Suriye ordusu” isimli terör örgütünü destekliyor. Bu örgütün ve onun yan kollarının Türkiye topraklarını serbestçe kullanmasını sağlıyor. Egemen bir ülkenin (Suriye) aleyhine kendi topraklarında yarı zamanlı politikacılara konsey falan kurdurup onlar için hükümet darbesi yapmaya kalkışıyor. İstanbul'daki tüccar Suriyeliler, eğer ABD'nin liderliğindeki koalisyon güçleri hükümet darbesini başaramazsa işlerine güçlerine dönecek ve onların isimlerini bile hatırlamayacağız ama Ankara'nın bu süreçte bulaştığı her türlü şaibe, kirli ilişkiler, karanlık operasyonlar baki kalacaktır. Bunları Türkiye'nin dışpolitika sicilinden silip atabilmek için keskin bir redd-i mirasa hep ihtiyaç duyacağız. Bütün bunların baş sorumlusu Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu'dur. Türkiye'nin muhafazakar rejim döneminde bulaştığı Suriye kampanyasının yıkımını telafi etmek için belki de 1914'teki tenkil ve tehcirin sorumlularının yargı önüne çıkarılması boyutunda seçenekleri düşünmek gerekir.[/color]
[color=rgb(0, 0, 0)][/size]Aklı eren herkes başından beri Türkiye'nin Suriye'de ne yapmak istediğini soruyor. Bu sorunun cevabı yoktur. Ankara'nın özgürlük, demokrasi, insan hakları edebiyatı 20 bin insanın canına malolmuş bir macerayı denemesini aklayabilir mi? Erdoğan hükümetinin insan hakları ve özgürlükler bahsindeki ilkesizliği Bahreyn, Yemen, Suud diktatörlükleri konu olduğunda Suriye için söylediklerini tamamen unutmasıdır. Erdoğan, Bahreyn olayları sorulduğunda orada bir sorun görmediğini, birilerinin ülkeyi karıştırdığını bile söyleyebilmişti. Dahası başka bir ülke için insan hakları, özgürlük ve demokrasi mücadelesine soyunan Türkiye'nin demokrasi sabıkasında kayıt düşülecek sayfa kalmadı. İktidarda olduğu 10 yıldır 12 Eylül askeri rejimine dokunmamış muhafazakar rejim, Suriye'deki siyasi rejimi tartışma konusu yaparken tam anlamıyla ikiyüzlüdür. Kendi darbe rejiminde aldatıcı makyajla yetinip iktidarı korumayı herşeyden üstün tutan muhafazakar rejim, Suriye'de hükümet darbesi için terörü araç olarak kullanıyor. Bu illegaldir, gayri ahlakidir, insanlık dışıdır. Suriye'de çokuluslu teröre verilen destek yüzünden 20 bine yakın insan hayatını kaybetti ve bunun birinci derecede sorumlusu, Erdoğan'ın Davutoğlu doktrinini hükümet siyaseti olarak benimsemesidir. Türkiye'nin 70'li yıllarını karanlık yıllar olarak tarif eden muhafazakarlar, aynısını Suriye'ye yaşatıyor. Türkiye'de darbeyle, gayri meşru ve siyaset dışı yollarla hükümeti devirmek isteyen karanlık odaklardan bahseden muhafazakar rejim ve tüm ilişikleri, Suriye'de tam da bunu destekliyor. Türkiye'nin acilen bu anormal durumdan çıkıp normalleşmesi gerekir.[/color]
[color=rgb(0, 0, 0)][/size]Suriye, Temmuz (2012) sonunda BM ve Güvenlik Konseyi'ne mektup göndererek Suriye'de faaliyet gösteren terörist grupların Türkiye, Katar ve Arabistan tarafından alenen desteklendiğini şikayet etti. Türkiye, Katar ve Arabistan'ın BM'ye teröre destek suçlamasıyla resmen şikayet edildi mektupta bu ülkelerin Şam ve Halep'te korkunç cinayetlere sebep oldukları söylendi. Suriye'nin BM'ye şikayet mektubunda Türkiye'nin kendi sınırını teröristlere açtığı ve çok sayıda teröristin yerleşim yerlerinde dehşet saçtığı, halkı canlı kalkan yaptığı belirtildi. Mektupta, Türkiye'den giren teröristlerin onlara yardım etmeyenleri öldürdüğü ve çatışma bölgesinden çıkmak isteyen halkı silah zoruyla evinde tuttuğu söylendi. Suriye dışişleri bakanlığının BM'ye şikayet mektubunda, belirtilen herşeyin BM özel temsilcisi Annan'ın 8 Temmuz 2012'deki ziyaretinden sonra gerçekleştiğine dikkat çekildi ve BM'den görevini yerine getirerek teröristlerin ve onları destekleyen ülkelerin canice eylemlerine son vermelerini sağlaması istendi.[/color]
[color=rgb(0, 0, 0)][/size]Batı medyasında Ağustos'un sonuna yaklaşırken örtük biçimde Türkiye'yi teröristlerle ilişkili gösteren, hatta Türkiye'yi “teröre destek veren ülke” olarak kayda geçmeye çalıştığı dikkatten kaçmayan haberlerin ardı ardına yayınlandığı not edilmelidir. Suriye kampanyasının sahiplerinin, kampanyanın sonuç almadığını gördüklerinden, müzakereye dönüş manevrasına imkan tanıyacak kıvraklıkla Suriye'de yaşanan herşeyi Türkiye'nin üzerine yıkmaya hazırlandıkları izlenimi ediniliyor. Şam'ın Türkiye, Katar ve Suudileri teröre destek verme suçlamasıyla BM'ye şikayet etmesinin zamanlaması bu nedenle manidardır. Batılı güçler açısından herşeyin pazarlığa tabi olduğu uluslararası siyasette eğer önümüzdeki günlerde BM Güvenlik Konseyi'nde teröre ve teröristlere yardım suçlamasıyla Türkiye aleyhinde bir kararın oylamaya sunulduğunu görürsek hiç şaşırmamalıyız. ABD böyle bir kararı veto etse bile Türkiye büyük bir utançla karşı karşıya kalacaktır. Ayrıca Suriye krizi sona erdiğinde çokuluslu terörist lejyonerlerin savaşında yakınlarını kaybetmiş Suriyeli ailelerin Davutoğlu ve Erdoğan'a yüzlerce tazminat davası açma ihtimaline de hazırlıklı olmak gerekir![/color]
[color=rgb(0, 0, 0)][/size]Türkiye, muhafazakar kapalı rejimin ağır sansürü altında Suriye kriziyle son sahnesini oynayan bir dışpolitika macerası yaşadı. Bu macera boyunca, Amerikan neoconlarının Amerika'ya yaptığı kötülüğün ve verdiği zararın aynısını Davutoğlu ve onun neocon kadrosu Türkiye'de gerçekleştirdi. Davutoğlu'nun 2009'da bakan olmasıyla birlikte bu zarar kurumsal ve sistematik nitelik kazandı. Bunun sürdürülebilir olmadığını bir yıldır söylüyoruz. Gecikmeksizin Davutoğlu ve neocon kadrosunun tasfiye edilmesi ve Türkiye'nin normalleşmeye başlaması gerekir. Davutoğlu döneminin yolun sonuna geldiği ve onun artık “topal ördek” olduğu görüşümüz AK Parti içinde dışa taşmayan fokurdamayken şimdilerde anamuhalefet partisinde ve başka çevrelerde konuşulur hale geldiyse Türkiye adına sevinebiliriz.[/color]
[color=rgb(0, 0, 0)][/size]Davutoğlu, ABD'nin “yeni ortadoğu” nâzım planının şemsiyesi altında yeni osmanlıcılığın icra edilebileceğini muhafazakar ana gövdeye de, İslamcılığın marjinal radikalizmine de kabul ettirebildi. Suriye macerası bunun sonucudur. NATO'nun yeni Gladyosu olmaya istekli İslamcılık da Davutoğlu'nun kendine özgü reelpolitisizmi sayesinde mümkün olabildi. Selefiliğin, yani Vahhabiliğin etkisi altındaki bugünkü İslamcılık, 1969'da Amerikan 6. filosunu protesto etmeye giden sosyalistlere saldırmış güruhun reenkarnasyonudur. İslamcılık, Davutoğlu'nun dışpolitika doktrininin milis gücü gibi faaliyet gösteriyor. Sokaklarda Suriye karşıtı NATO kampanyasında her göründüklerinde veya görünmediklerinde bu misyonun gereğini yerine getiriyorlar. Galiba bu şaibe nedeniyle NATO'nun Suriye kampanyası boyunca hiçbir zaman dindar kitleleri sokağa dökemediler. Her defasında 20 küsur İslamcı STK, iktidara ilişik medyanın yoğun propagandayla desteklemesine rağmen kendi mensupları sayısınca insanı bile sokağa çıkaramadı. Devlet aygıtına ilişmiş bu örgütler Davutoğlu doktrininin propagandasından başka bir işle uğraşmıyorlar. O sebeple Suriye krizi Davutoğlu kadar onların da tükenişinin fotoğrafıdır.[/color]
[color=rgb(0, 0, 0)][/size]Başbakan Erdoğan, Dışişleri Bakanı Davutoğlu ile yola devam edemeyeceğinin farkındadır. Bu nedenle Atlantik dünyasının Suriye kampanyasının hız kestiğini gördüğünde Davutoğlu'ndan vazgeçecektir. Partisinin ilçe kongrelerinde bile BOP eşbaşkanı olmakla övünmüşken Bush iktidarı bittiğinde “BOP kötü fikirdi” demiş bir siyasetçidir Erdoğan. Kendi siyasi kaderini Davutoğlu'nunkiyle asla özdeşleştirmez. Erdoğan'ın Davutoğlu ile ortak bir politik geçmişi yok ve başka isimlerle kıyaslandığında Davutoğlu siyaseten yabancıdır, dolayısıyla kolay vazgeçilebilir bir isimdir. Türkiye'nin normalleşme sürecinin başlangıcı Davutoğlu'nun ve neocon kadrosunun tasfiyesiyle olacaktır ve Erdoğan bu gerçeği görmektedir. Hatta bununla da yetinmemeli, Davutoğlu'nun yarattığı tahribatı tamir için bir de “komşularla ilişkileri onarmadan sorumlu bakanlık” ihdas etmelidir. Davutoğlu'nun batıcı/batılı stratejik yürüyüşe çıpalı yeni osmanlıcı doktrininin dışpolitikada yıkım yarattığı kanaatindeyiz ve onun görevden alınmasını bu tahribatın tamiri için gerekli görüyoruz. Bu değerlendirme, Atlantik dünyasına sadık bilimadamı, yazar ve gazetecilerin Davutoğlu'na itirazından paradigma ve mahiyet bakımından farklıdır.[/color]
[color=rgb(0, 0, 0)][/size]Davutoğlu'nun doktrini, Türkiye'yi “yeni Sünnilik” ideolosiyle bir Sünni ulus devlete dönüştürmek ve küresel güçlerin himayesinde bölgesel hegemoni kurmaktır. Davutoğlu garpzede muhafazakarlığa ideoloji kazandırma çabasındaydı. Adına “dışpolitika hamlesi” denilen şey, onun bu çabasının kızıl elmasıdır. Bu maceraperestlik iflas etmiştir. İflasın müflis sorumlusunun behemehal görevden alınması gerekir. Davutoğlu'nun bu kadar çok konuşması zamanının tükenmesinin yarattığı iç bunalımın göstergesidir. Her cümlesi kum saatinden düşen tanecikler mesabesindedir.[/color]
[color=rgb(0, 0, 0)][/size][/color]
[color=rgb(0, 0, 0)][/size]Karşılaştırılan örneklerin bütün yönlerini tesviye edip ve benzetilen öğelerin mukayeseye konu olmayacak mahiyet farklılıklarını yoksayarak sırf benzetme edebiyatı içinde o anlık iş görmesi açısından ve NATO'nun savaş makinesini harekete geçirmek için böyle benzetmeler yapılabilir mi? Hatta Srebretnitsa örneğiyle Suriye karşılaştırılacaksa başka türlü bir benzetme çok daha mümkün gözükmüyor mu?[/color]
[color=rgb(0, 0, 0)][/size]Suriye'ye akın etmiş silahlı grupların Suriye şehirlerinde estirdiği terör, Ankara'nın “özgürlük savaşçısı” ünvanıyla selamladığı terör gruplarının Sırp çetnitsilere çok daha fazla benzediğini kanıtlamıyor mu? Keskin nişancıların Esad hükümetine destek veren ahaliye ve güvenlik görevlilerine yönelik av partisi, türlü yöntemlerle nihilist terörün çarşı pazarda uyguladığı tedhiş, Esad hükümetine taraftar olduğu gerekçesiyle insanların Irak veya Afganistan'dakine benzer vahşi yöntemlerle infaz edilmesi ve daha nice örnek acaba özgürlük savaşçısının mı, çetnitsilerin mi niteliği sayılmayı fazlasıyla hakediyor?[/color]
[color=rgb(0, 0, 0)][/size]Suriye şehirlerinde ağır silahlar, imha gücü yüksek mühimmat ve yüksek teknolojili iletişim imkanlarıyla terör estiren gruplar, yürüttükleri tedhişi tıpkı Bosna'daki gibi uluslararası toplumun gözü önünde, gözetiminde ve umursamazlığı eşliğinde gerçekleştirmiyor mu? Bosna savaşı boyunca hep BM gözlemcilerinin göz yummasıyla gerçekleştirilmiş Sırp çetnitsilere ait vahşi cinayetlerin tanıklıklarını dinlemedik mi? Hatta bizzat merhum İzzetbegoviç'in çevresine emanet ettiği bilgiye göre Sırbistan'a NATO saldırısı Boşnakların Sırp çetnitsileri püskürttüğü ve ilerleme sağladı bir sırada gelmedi mi? Sözde NATO, o da Sırbistan Rusya'nın yanında durduğundan, yakasından tutup silkeleme kabilinden bir tepkiyle ve Rusya yanlısı iktidarın devrilip yerine Atlantik ittifakına meftun yeni bir iktidarın gelebilmesi için Sırbistan'ı bombaladı da bu gerekçenin ikna edici gücüyle Boşnakları Dayton anlaşmasına mecbur etmediler mi? Tıpkı 1988'de İran'ın Saddam'ı devirme kapasitesi görüldüğü anda önce Halepçe'de 5 bin masumun Avrupa'dan gelen kimyasal zehirle öldürülmesi, ardından İran uçağının Amerikalılar tarafından Fars Körfezi üzerinde düşürülüp 290 yolcunun katledilmesi ve büyük şehirlere kimyasal bomba atmakla tehdit edip İran'ın Saddam'ı devirme hamlesinden caydırılması gibi! Nitekim Suriye'de de Bingazi oluşturma projesi Cisr el-Şuğur, Hums, Bab el-Amr ve en son Haleb'de fiyaskoyla sonuçlandığı ve Haleb'e doluşmuş binlerce çokuluslu terörist şehirden sürülüp çıkarıldığında uluslararası toplum hemen harekete geçti ve “uçuşa yasaklı bölge”den sözetmeye başladı. Davutoğlu'nun boşluğa bakarak söylemeyi tercih ettiği hilaf-ı hakikat sözlerinde bahsi geçen NATO müdahalesi, Müslüman ahaliyi kurtarmak için mi, yoksa Müslüman ahalinin kendini kurtarmaya başladığı sırada düşmanın “kazanımları”nı korumak için mi harekete geçiyor?[/color]
[color=rgb(0, 0, 0)][/size]Madem Dışişleri Bakanı Suriye meselesini Bosna savaşına benzetti, onun bu denemesini sürdürelim ve öğeleri yerli yerine koyalım: Suriye'ye saldıran çokuluslu terör ordusu Sırp çetnitsilerin tıpatıp kopyasıdır ve Türkiye bu terör gruplarının Türkiye-Suriye sınırını serbestçe kullanmasını himaye ve teşvik etmekle Sırbistan'dan farklı bir rol oynamamaktadır. Bu durumda da Suriye'de Sırp çetnitsilerin muadili olan “özgür Suriye ordusu” isimli terör örgütüyle gönül bağı ve ideolojik aidiyetiyle Davutoğlu da olsa olsa Suriye meselesinin Karadziç'i olabilir ve uluslararası toplum Suriye'deki çetnitsilerin kendilerine tanınan sürede işlerini bitiremediğini gördüğünde daha fazla beklemeyecek ve Bosna'daki sahne performansına benzer bir mizansen sergilemek isteyecektir. Belki o zaman Başbakan Erdoğan ve Dışişleri Bakanı Davutoğlu da Miloseviç'in yaşadığı şaşkınlığı tekrarlayabilir. Miloseviç, Avrupa'da İslam'ın varlığından son derece rahatsız batılılar namına İslam'ın kökünü kurutmaya çalışırken neden aynı batılılar tarafından derdest edildiğini anlamadığını mahkemede şaşkınlıkla ifade etmişti. Herhalde onun muadili Erdoğan ve Davutoğlu da, Suriye'de tedhişin en vahşisine ilişkin yaratıcı örneklerle ayırt edici bir sabıka yaratabilmiş terörist unsurlarla birlikte Direniş'i imha etmeye ramak kalmışken neden Direniş'in düşmanı batılılarca engellendiklerini, hatta belki de derdest edildiklerini anlamadıklarını söyleyeceklerdir.[/color]
[color=rgb(0, 0, 0)][/size]10. yüzyılda Basra'da ortaya çıkan “İhvan-ı Safa” isimli ünlü felsefe, bilim, edebiyat, irfan ve hikmet hareketi, hükümetleri “ehl-i hayır” ve “ehl-i şer” olarak iki gruba ayırmıştı. Ehl-i hayır hükümetinin şekillenmesinde faziletlerden doğmuş bir sözleşme mevcuttu. Bu hükümet türü, mükemmel siyasi bir toplumda egemen olması gereken kâmil siyaseti ifade ediyordu. Ehl-i hayır hükümetinde sözleşme İhvanu's-Safa için özel bir önem taşıyordu, çünkü sözleşmenin kökeni fazilete ulaşmak içindi. İhvanu's-Safa'ya göre faziletli bir reisin yönetimindeki devlet, ehl-i hayır devletiydi. Buna mukabil “ehl-i şer” hükümetinin temeli, toplumsal hayatın maddi ihtiyaçlarını temin etmekten ibaretti. Büyük ve gelişmiş bir toplumun üretebileceği çok sayıda maddi ihtiyacı giderme mecburiyeti şer devletin ortaya çıkmasının sebebini oluşturmaktaydı. Hayır devletinin aksine ehl-i şer hükümetinin ekseni fazilet değil, dünyevi maişet işleriydi. Bu devletin kurucuları da hükümetten nasibi olmayan, ama maişeti idare için gerekli bilgi ve yöneticiliğe sahip kimselerdi. İhvan-ı Safa'nın düşüncesinde şer devleti, insanın nefsani ve içgüdüsel mahiyetini temsil ediyordu, hakimiyetin siyasi yozlaşmışlığının devletleşmiş haliydi o.[/color]
[color=rgb(0, 0, 0)][/size]İhvan-ı Safa'nın 10. yüzyıldan seslenişine kulak verenler; insan hakları, özgürlükler ve reform konusundaki tutukluğuna, değişim meselesinde ayak sürümesine, baskı ve sindirme siyasetine, sansür ve kapalı rejim hevesine, ayrımcı ve kutuplaştırıcı zihin dünyasına, garpzedeliğine, Irak ve İran'a karşı hasmane tutumuna, özellikle Suriye dosyasındaki akıl almaz davranışına bakarak Erdoğan hükümetinin “ehl-i şer hükümeti” olduğunu hemen tespit edeceklerdir. Erdoğan'ın ehl-i şer hükümeti, Türkiye'de yaptığı gibi Suriye'de de çatışmayı kolluyor, destekliyor ve teşvik ediyor.[/color]
[color=rgb(0, 0, 0)][/size]Aslına bakılırsa “çatışma” kavramı Suriye'de yaşanan durumun doğru tanımı da olmayabilir. Çünkü el-Kaide ve onun onlarca türevinin oluşturduğu çokuluslu terörist ordu, ABD'nin liderliğini yaptığı 133 devletin desteğinde Suriye'ye saldırmış durumdadır. Bazı analistler Washington'ın Irak tecrübesinden sonra Suriye savaşını bu yolla ucuza getirdiğini yazıyor. Ankara ise Suriye'ye saldıran çokuluslu terörist orduya hem silah desteği sağlayarak, hem sınırdan güvenli geçiş organizasyonunu yaparak, hem de çatışmalarda yaralananlara tıbbi bakım imkanlarını seferber ederek kara savaşının cephesi rolünü oynuyor. Suriye, nüvesini ABD'nin koordinasyonunda Suud, Katar ve Türkiye'nin oluşturduğu bir koalisyonun savaşıyla yüzyüzedir. Tek fark şu ki, savaşın saha güçleri bu ülkelerin resmi orduları değil, çokuluslu lejyonerlerdir.[/color]
[color=rgb(0, 0, 0)][/size]Arap ülkelerindeki isyanların “Arap baharı” adı verilerek küresel kapitalizm tarafından devşirilmek istendiği renkli devrim projesinde Suriye zincirin altın halkasıydı. Küresel kapitalizm (veya liberal demokrasiler ya da İran'ın lideri Seyyid Ali Hamenei'nin tabiriyle kapitokrasiler), “ortadoğu” adını verdikleri Anglo-Frank bölgesel rejimi güncelleyerek koruyabilmek için Suriye halkasını zincirden çıkarmaya 2000 yılından beri büyük çaba gösteriyordu. 2011'deki Arap isyanlarının enerjisiyle Suriye'nin birkaç şehrinde düzenlenen sokak gösterilerini bir çırpıda “devrim” havasına büründürecek medyatik mizansenlerin yüzlerce örneğini gördük. Fakat bu mizansenler, gösterilerin umulan “devrim”e evrilmesini sağlayamayınca devreye el-Kaide girdi. 2011'in Mart'ında ilk reformcu gösterilerin yaşandığını hatırlarsak Nisan girmeden silahlı eylemler başlamıştı bile. Selefi terör gruplarının o sırada çoktan Lübnan ve Türkiye sınırından Suriye'ye girmiş olduğunu çok sonra öğrendik. Nihayet Haziran'da Cisr el-Şuğur faciası yaşandı. Silahlı gruplar bu şehirde 120 polisi öldürdü, öldürmekle kalmadı vahşice bedenlerini parçaladı ve halka “Esad rejiminden vazgeçmesi” için gözdağı verdi. Esas itibariyle Suriye'ye yönelik çokuluslu terör ordusunun savaşını bu tarihten başlatmak mümkündür.[/color]
[color=rgb(0, 0, 0)][/size]Sonuç itibariyle aradan geçen 17 ay boyunca yeni sömürgecilerin Suriye'de silahlı şiddet yoluyla Libya modelini uygulamaya çalıştığını görüyoruz. Birkaç kez Suriye'de Bingazi üretme denemesi yapıldı. Hums, Bab el-Amr denemeleri bu kapsamdadır. Ama başarılamadı. 18 Temmuz 2012'de Şam'a yapılan bombalı, suikastli, ağır silahlı baskın ise halk ayaklanması ve Bingazi denemelerinin sonuç vermemesi nedeniyle darbe girişimi olarak kaydedilmelidir. 18 Temmuz çok kritik bir gündü. Bir hükümet darbesi planlanmıştı ama o da olmadı. Son olarak çokuluslu terör ordusunun Halep'e yığılması olayını yaşadık. Tam olarak sayısı bilinmemekle birlikte 6 bin ile 12 bin arasında ağır silahlı, mühimmatlı, ileri seviyede iletişim teknololojileriyle donatılmış, hatta Adana'da gizli bir üsten komuta edilen lejyonerlerin Halep'i Bingazi yapma girişimidir bu. Silahlı gruplar Halep'in Türkiye güzergahı dahil birkaç bölgesini ele bile geçirmişti. Ama Suriye ordusunun Şam'daki operasyonlarını tamamlayıp bütün ağırlığını Halep'e verdiği şu günlerde (7 Ağustos haftası) Halep'in silahlı gruplardan tamamen arındırıldığı haberleri geliyor. Özgür Suriye Ordusu ve el-Kaide'nin önemli liderleri ya öldürüldü ya da tutuklandı. Geriye kalanların da Türkiye sınırına doğru kaçtığı bildiriliyor. Şam'dan sonra Halep'te de Suriye ordusu tam hakimiyet sağladı. Sonuç itibariyle ABD'nin yanına 133 devleti alarak Suriye'de giriştiği vekalet savaşında lejyonerler ağır bir yenilgiye uğradı.[/color]
[color=rgb(0, 0, 0)][/size]Bu maceranın ilk filizlerinden biri, Suriye'nin Türkiye sınırında uzun bir “kuzey Suriye” ya da daha doğru tabirle “Suriye Kürdistanı” oluşmasıdır.[/color]
[color=rgb(0, 0, 0)][/size]Suriye, İran ve Irak'taki Kürt ağırlıklı nüfusun bölgeleri (Irak ve İran'da buralara fiilen de resmen de Kürdistan deniyor, Suriye'de fiilen Kürdistan deniyor), Türkiye'dekine benzer üniter yapının parçaları değildir. O nedenle Suriye Kürdistan'ını konuşurken Türkiye'deki durumu emsal alan kavramsal çerçeveden çıkmalıyız. Suriye, İran ve Irak Kürdistanları Aryan kültür ve medeniyet havzasının üyesidir ve 19. yüzyılın nasyonalizminin peşine takılarak toprağı alıp başka bir iklime gitmeleri olacak iş değildir. Bu yüzden Suriye'de devlet çokuluslu terör savaşına karşılık verdiği sırada Kürdistan sayılabilecek bölgeden silahlı güçlerini çektiğinde burada Aryan kültür ve medeniyet havzasından kopuş anlamına gelecek bir gelişme yaşanmadı. Aksine PYD ve diğer Kürt örgütleri, ABD'nin liderliğindeki 133 devletin desteklediği çokuluslu teröristlerin Kürdistan'a giremeyeceğini en başta ilan etti ve mahalli güçlerle Türkiye sınırını korumayı üstlendi. Bu ilginç bir gelişme kuşkusuz. Ankara'nın bu gelişme karşısında derin hayal kırıklığı yaşadığı ve bu sebeple Suriye Kürtlerini tehdide başladığını söyleyebiliriz. Hatta Kürt örgütlerinin koalisyonu, Türkiye eğer tehditle kalmaz ve müdahaleye kalkışırsa çok kanlı bir direnişle karşılaşacağını bile uyardı. Bütün bu gelişmelerin “Esad'ın Türkiye'ye yönelik hamlesi” şeklinde tarif edilmesi, Ankara'nın karşılaştığı beklenmedik duruma acele tepki vermesiyle ilgilidir. Oysa Ankara, Hatay'dan sonra başta Kamışlo olmak üzere Kürt illerinden yeni bir cephe daha açmayı planlamıştı, bu plan oradaki Kürtlerin sert tepkisiyle suya düştü. Öyle anlaşılıyor ki Suriyeli Kürtler, diğer Kürdistanlardaki gibi, Aryan kültür ve medeniyet havzası içindeki geçirgenliğin mutlaka 19. yüzyıl tipi nasyonalist, bağımsız bir ulus devletle sonuçlanması gerektiğini düşünmüyor. Irak'taki örneğin kendine özgü koşulların ürünü olduğunu not etmek gerek. Orada da Irak'ın akıbeti kesinleşmediği için, yani Irak'ın bölüneceği mi, yoksa bütün olarak kalacağı mı henüz belli olmadığından Kürdistan'ın bağımsızlığı seçeneğinin elde durmasını istiyor yerel idareciler. Yoksa Irak, Avrupa ulus devlet tecrübesini asla uygulamaz, uygulayamaz, çünkü Avrupa tarihsel deneyimi buraların kültürel genetiğine aykırıdır. Türkiye'deki durumun kırılganlığı da aynı sebepten kaynaklanıyor. Türkiye'deki Kürtler ait oldukları Aryan kültür ve medeniyet havzasının geçirgenliğine katılmak istediğinde Türk ulus devletinin verdiği tepki aşırı kırılganlık yaratıyor. İran, Suriye ve Irak'tan farklı olarak Türkiye teritoryal değil etnisite devleti olduğundan başka bir etnisitenin kendi kültürel havzasıyla doğal temas içinde olma talebini bile ayrılıkçılık olarak tarif ediyor bu nedenle. Ankara galiba Suriye Kürdistan'ında yaşanan gelişmeyi bu çerçevede algılayamadığı için, mesela “kuzey Suriye” rüşveti verildiğinde Kürtlerin hemen Esad'a karşı darbe planına katılacağını sandı ve umdu. Öyle olmadı, hatta Ankara'nın rüşvetine sert tepki verdiler. Halbuki "Kuzey Suriye"nin mucidi, Şam'da hükümet darbesine katılmanın rüşvetini şöyle açıklamıştı: Kamışlı ile Musul birbirinden nasıl ayrı düşer? Suriyeli Kürtlerin -yarın ne olur bilinmez- şimdilik eski düzen “ortadoğu”ya itiraz edip “ortadünya” aidiyetine önem verdikleri kanaati haklı görüküyor.[/color]
[color=rgb(0, 0, 0)][/size]Buradaki temel soru, iki dünya savaşıyla kurulan bölgemizdeki uluslararası rejimin (ortadoğu) nasıl sürdürülebileceğiyle ilgilidir. Bu bölgesel rejimi İngilizler ve Fransızlar kurdu. Onlar kendi siyasal modellerini temel alarak bölgeyi imparatorluk nizamından çıkarıp Avrupa tecrübesine uygun 19. yüzyıl tipi nasyonalist ulus devletlere böldüler. İkinci dünya savaşından sonra bölgesel rejimi sürdürme emanetini devralan Amerikalılar ise bölgeyi daha küçük ünitelere bölerek eyalet/devlet düzenine dönüştürmeye çalışıyor. Kosova örneğini bunun için icat ettiler. Her ağızlarını açtıklarında küçücük Lübnan'da üç devletçikten bahsetmeleri veya Suriye'yi yine üç küçük devlete bölmenin harikulade fikir olduğunu savunmaları bundandır. Bu açıdan bakıldığında Amerikalıların Aryan kültür ve medeniyet havzasındaki Kürdistanları birleştirip büyük bir Kürt devleti kurulmasını arzu ettikleri fikri yanlıştır. Muhtelif yollarla böyle bir projeden sözederek ya da sözettirerek bugün için İran, Suriye, Irak ve Türkiye'ye baskı yapıyor olabilir. Fakat nihai anlamda “büyük Kürdistan” Amerikalıların Kosova tipi devletçikler modeliyle güncellenmesi hesaplanan bölgesel nizama aykırıdır. Eğer yapabilseler birden fazla Kürdistan devleti kurmak isterler. Yani İngiltere'nin Arapları binbir parçaya bölüp kurdurduğu devletlerin Kürt versiyonu gibi. O nedenle zaten Irak'taki gibi Suriye'de de Kürdistan devletine gidildiği varsayımından heyecan duydular ve Türkiye'nin tehditlerine karşı “ileri gitme” uyarısı yaptılar. Obama sopa bile teşhir etti. Amerikalıların eski dışişleri bakanı Rice'tan beri üzerinde durduğu “yeni ortadoğu” nizamı Kosova tipi devletçikler öngörüyor ve Obama kabinesine monte edilen Amerikan neoconlarının reenkarnesi Hillary Clinton da bu stratejiyi takip ediyor. ABD'nin müttefiki hükümetler bu stratejiyi gönüllü veya mecburi destekliyorlar. Burada dikkatlerden kaçan önemli detay, adına “ortadoğu” denilmiş Anglo-Frank bölgesel rejimin kurucusu İngiltere'nin, Amerikalılardan farklı olarak Araplarla oyun kurmayı tercih etmesi, kendi geleneğini sürdürmenin yollarını bulmaya çalışmasıdır. Öyle anlaşılıyor ki İngilizler yeni sömürgeciliğin “ortadoğu”sunun yine Araplar eliyle devam edebileceğine inandığından Amerikalıların, Kürtleri ve onların ulus devletlerini eksene alan modeline sıcak bakmıyor. ABD ise bölgesel rejimi güncellemenin imkanı olarak gördüğü Kürtleri “yeni ortadoğu”nun Arapları gibi varsayıyor. Bazı Kürt örgütlerinin bu yaklaşımdan haberdar olduğunu ve bu role gönüllerini kaptırdıklarını düşündürecek gelişmeler yaşanmıyor değil.[/color]
[color=rgb(0, 0, 0)][/size]Haleb'in, yeni bir Bingazi icat etmek üzere çokuluslu terörist ordunun saldırısına uğraması üzerine Suriye hükümetinin bu bölgeyi kurtarmaya yoğunlaşarak güvenlik güçlerini oraya kaydırması ve kuzeyin güvenliğini mahalli sivil güçlere bırakması sonucunda zuhur eden “kuzey Suriye”de en önemli oyuncu olarak PYD'nin ABD'ye ait bölgesel nâzım planda yeralıp almadığını veya yeralıp almayacağını şimdiden bilemeyiz. Çünkü “kuzey Suriye”de ne yaşandığı ve akıbetin nereye evrileceğine ilişkin konuşmak için vakit henüz çok erkendir. Bu bölgede PYD bir anda kendisini Suriye Kürdistanının birinci oyuncusu olarak buluverdi. PYD bu durumun şaşkınlığını üzerinden atamadı. Bölgesel nâzım planda hangi stratejiye katılacağını da henüz kestiremedi. Mesela Şam'a karşı silahlı isyan başlatmadı, aksine kendi topraklarını kendi mahalli gücüyle “Türkiye'nin saldırılarına karşı korumak” amacıyla mevzilendi. Barzani'nin Suriye Kürdistanında kontrolü ele alma denemesine de sert tepki verdi. Her ne kadar Irak Kürdistanındaki bölgesel yönetim genel olarak Kürtlerin iftiharı olarak görülüyorsa da dış Kürtlerin idari ve mali bakımlardan yönetimine katıldıkları bir siyasal varlık değildir. PYD bu nedenle Suriye'de yönetiminin tamamen kendisinde olacağı bir bölgeye ihtiyaç duyuyor. Üstelik PKK'nın Türkiye ile ilişkilenmesi bakımından Suriye Kürdistanının topoğrafik özelliği Irak-Türkiye topoğrafyasıyla kıyaslanmaz bile. Irak Kürdistanında olduğu gibi kuşkusuz Suriye Kürdistanında da politik gruplaşmalar ve Barzani ailesinin kabilevi bağları var ama PYD'nin -şimdilik- Amerikalıların “yeni ortadoğu” stratejisine katılmama yönünde irade beyan etmesinin ona sağladığı politik enerji ile diğer grupların hiçbirinin rekabet edemeyeceği anlaşılıyor. Suriye Kürdistanında tam bağımsız bir Kürt ulus devleti veya Irak'takine benzer bir yapı doğacağına dair şu anda bir işaret yoktur. Aynı zamanda Şam'ın, Suriye'ye yönelik çokuluslu terör savaşını bitirdiğinde Suriye Kürdistanından PYD'yi söküp atacağı da öngörülemez. Şu anki mevcut durum bundan böyle Suriye'nin yeni siyasal rejiminin gevşek üniterlik ve yerinden yönetim ufkuna ilişkin fikir verebilir. Suriye, halihazırdaki terör savaşının üstesinden geldiğinde ilk girişeceği reformlar arasında mutlaka yerinden yönetimin güçlendirilmesi olacaktır. Soğuk savaş yıllarının tek partici rejimine asla dönülmeyecektir. Bu da Suriye Kürdistanında PYD'nin kurucu oyuncu olma şansını yükseltiyor.[/color]
[color=rgb(0, 0, 0)][/size]Ankara'nın mevcut kriz döneminde Şam hükümetine karşı darbe gerçekleştirmenin imkanı olarak Suriye'de Kürtleri görmesine PYD tepki gösterdi. Bu gerilim, PYD'nin Ankara ile ilişkilerinin doğasına çatışmayı yerleştirdi. Bu sorunu aşmak için de AK Parti iktidarı Barzani'den yardım istedi. Barzani'nin PYD'ye usülen Ankara'nın mesajını iletmenin ötesine geçeğini düşünmek hayaldir. Barzani Suriye'de sınırlarının farkındadır. Barzani ile PYD arasındaki politik farklılık ve ihtilafın çatışmaya dönüşeceğini uman Ankara yanılıyor. Böyle bir çatışma umuduyla Ankara'nın Suriye Kürdistanıyla ilgili siyaset üretme çabası zavallıdır. Mevcut muhafazakar rejimle Türkiye; Irak, İran ve Lübnan'la olduğu gibi Suriye ile de ileri düzeyde yabancılaşmıştır. Muhafazakar iktidar Türkiye'nin İsrailifikasyonunu emin adımlarla sürdürüyor. Türkiye, Mustafa Kemal'den bu yana hiçbir iktidar döneminde bölgesine bu kadar yabancılaşmadı. Batılı yeni sömürgecilerin eğer Türkiye'den, bölgesine yabancı ve batılı emellerin taşıyıcısı olmaktan başka hiçbir amacı olmayan ikinci bir İsrail çıkarma stratejileri vardıysa mevcut muhafazakar rejim sayesinde bu hedefe ulaşmış oldular. Muhafazakar rejimin yarattığı dışpolitika yıkımının nasıl telafi edilebileceğini kestirmek zordur. Erdoğan eğer bugüne kadar yaptıklarının tamamen yanlış olduğunu itiraf edip bu politikaların hiç yaşanmamış varsayılmasını talep eder de yeni bir başlangıç yaparsa bilemeyiz. Değilse ancak bu iktidarın yaptıklarının tümünü tersine çevirecek yeni bir hükümetle bu yıkım telafi edilebilir.[/color]
[color=rgb(0, 0, 0)][/size]Erdoğan'ın ehl-i şer hükümeti dışpolitikada yarattığı tahribatı telafi ve tamir için yol aramak yerine yıkımın boyutlarını büyüterek kendini kurtarmayı deniyor. Yani Erdoğan, Suriye terör savaşının sonunda ayağa kalkamaz hale gelmesi ve on yıllarca onarılamayacak bir tahribat yaşaması için tüm imkanlarını seferber etmiş görünüyor. Suriye'nin parçalanmasından bu kadar kolay sözetmesinin temel nedeni, terör savaşından sonra bile Suriye'nin bütünlüğünü koruması halinde Şam'a, Suriye halkına, tarihe ve Türkiye'ye hesap verme kıyametiyle yüzleşmekten duyduğu korkudur.[/color]
[color=rgb(0, 0, 0)][/size]Erdoğan'ın veya bazı batılıların “Suriye senaryoları” adı altında gündeme getirdiği herşey Esad'a karşı hükümet darbesinin öğeleridir. Mesela Lazkiye merkezli Alevi devleti fikri de bu darbenin Esad'a rüşveti sayılabilir. Yahut Esad'la aralarını açmaları karşılığında Alevilere bir sığınak lütfedilmesi gibi bir şeydir Alevi devleti. Yani kurulacak Sünni bir devlette katledilmeyecekler, kendi küçük devletçiklerinde güven içinde yaşamalarına göz yumulacaktır! Alevi devleti denilen şey getto önerisidir. Büyük bir aşağılamadır. Aleviler bunu böyle algılıyor ama Ankara'daki muhafazakar akıl bunu anlayacak yeterlilikte değildir. Halbuki Türkiye veya başka bir ülke Alevi devletinden sözettikçe Aleviler, Hıristiyan devletinden sözettikçe Hıristiyanlar, “İslam devleti”nden sözettikçe dindar/laik Sünniler Esad'ın etrafında kenetleniyor. “Ulusal konsey”in içindeki İhvan-ı Müslimin veya başka grupların “İslam devleti” fikri, Taliban'ın Afganistan'da yaptığının muadilidir. Suriyeliler medeni insanlardır; selefi/vahhabi teröristlerin dar, dışlayıcı, farklılıkları imhaya odaklı bir devlet kurma emeli Sünni, Alevi ve Hıristiyan Suriyelileri ürkütüyor, korkutuyor. Suriye'nin parçalanmasına dayalı hiçbir öneri Suriyelileri mutlu etmez. Bu yüzden olsa gerek, Esad'ın defalarca, diledikleri sayıda yabancı gözlemci huzurunda seçim düzenlenmesi ve sandıktan çıkacak iradeye herkesin rıza göstermesi teklifi hem batılı güçler ve Ankara, hem de silahlı gruplar tarafından reddedildi. Bunların dilindeki “Esad'ın gitmesi” klişesi NATO'nun Suriye karşıtı kampanyasının şifrelerindendir. Manası, hükümet darbesi yapılıp Esad'ın devrilmesi ve batı yanlısı yeni bir rejim kurulmasıdır. Böyle bir seçeneğin sözkonusu bile olmadığı birbuçuk yıllık Suriye kampanyası boyunca gözlemlendi. Kampanyanın sahibi ABD ve onun ardına dizilmiş 133 devlet, çokuluslu profesyonel teröristlerden kurduğu lejyonerlerle de, 18 Temmuz Şam saldırısı gibi doğrudan kendi istihbarat servislerinin operasyonlarından da sonuç alamadı. Suriyeliler Ürdün ve Suudilerin yanısıra Türkiye istihbaratının da Şam bombalamasında izine ulaşıldığını raporla kayda geçti. Libya'daki Bingazi modeli de işlemedi. Ne Bab el-Amr, ne Hums, ne Halep Bingazi yapılamadı. Bu girişimlerin sahibi ülkeler ikinci dünya savaşının mihver güçlerine karşılık gelir. Başını ABD'nin çektiği mihver güçlerin hegemoni savaşına, başını Rusya, Çin ve İran'ın çektiği müttefik güçler direniyor. Suriye bu savaşın Stalingrad'ıdır. “Esad gitsin” klişesi, mihver güçlerin hegemoni savaşına gösterilen direnç ve direniş nedeniyle hükümet darbesinden medet ummanın kodlanmış şeklidir. Esad'ın gitmesi ancak halkın oylarıyla olur. Mihver güçler Suriye meydan muharebesini kaybettiklerini kabul eder ve anlaşmak için masaya otururlarsa Suriye hükümeti de serbest, şeffaf, hatta istedikleri sayıda gözlemciyle seçim düzenler ve sonucuna herkes rıza gösterir. O seçimde halk Esad'ı istemezse o da iktidarı rakibine devreder. Esad her defasında "seçimde halkım istemezse tabii ki ayrılacağım, koltuk meraklısı olsam ülkeme Amerikan radar sistemi kurdururdum" demedi mi? Bunun dışında Esad'ın gitmesinden bahseden bütün ihtimaller darbeciliktir, gayri meşrudur, silah zoruyla iktidar değişikliği dayatmaktır, iç işlerine müdahaledir.[/color]
[color=rgb(0, 0, 0)][/size]Rusya, İran ve Çin triosu Suriye'de şiddetin hemen sona ererek seçim düzenlenmesi, seçilecek yeni yönetimin de siyasi reformları hayata geçirerek ülkenin hızla demokratikleştirilmesine ve ekonomik kalkınmaya yönelmesi gerektiğini Suriye krizinin başından beri söylüyor. Bu tutumun ABD'nin liderliğindeki koalisyon tarafından yoksayılarak Suriye için barış ve siyasi müzakereden sözedenlerin “Baasçı” ithamıyla itibarsızlaştırılmaya çalışan küresel bir medya kampanyası var. Bu kampanyanın Türkçe'ye tercümesi olan Türkiye'deki medyatik kampanya da doğrudan hükümetin savaş siyaseti, dili ve umutlarına propaganda katkısı sağlıyor. Bu kampanya içinde İran'a ayrılan payın epeyce büyük olduğunu NATO'nun Suriye kampanyası boyunca izledik. Muhafazakar ve laik Atlantik medyasının iddiasına göre İran, Suriye cumhurbaşkanı Esad'ın Alevi kimliği nedeniyle Atlantik havzasının Suriye'de gerçekleştirmeye çalıştığı hükümet darbesine destek vermiyor. Bu iddianın çocuksu yüzeyselliğini bir yana bırakıp aslında propaganda edilen “Alevi dayanışması” pankartının gerisinde neyin gizlendiğini incelemek gerekir.[/color]
[color=rgb(0, 0, 0)][/size]İslam devrimi sonrasında İran'ın dışpolitikasında Suriye'nin yerini iki döneme ayırmak mümkündür. Birinci dönem, Lübnan'da İsrail yayılmacılığına karşı oluşan (1982) direncin korunması ve desteklenmesi açısından Suriye'nin stratejik önemidir. Lübnanlı efsanevi lider Ayetullah İmam Musa Sadr'ın temellerini attığı bu direnç hattının veya Lübnanlıların tabiriyle “el-Mukaveme (Direniş)” hareketinin santrali olan İran'dan Lübnan'a akımın ulaşabilmesinin tek imkanı hep Suriye oldu. Fakat bu ilişkinin sadece Suriye'nin taşıyıcılık veya aktarıcılık rolünden ibaret olmadığını gözardı etmeyelim. Suriye devrimci hareketlere hep evsahipliği yaptı. Dolayısıyla İran'la Suriye arasındaki stratejik ilişki pragmatik değil, Suriye'nin stratejik tercihiyle doğru temas kurmuş üretken bir ilişki türüdür. 2003'te Irak'ın ABD tarafından işgal edilmesiyle Saddam rejimi yıkılınca bu kez Suriye, İran-Irak-Suriye-Lübnan tektonik plakasının ortaya çıkmasında temel rolü olan ülke haline geldi. Ortadünya tektoniğinde İran-Irak-Suriye-Lübnan plakası içinde Suriye'nin taşıdığı yüksek anlamı, Suriye'de oğul Esad'ın cumhurbaşkanı seçildiği 2000'den bu yana batılıların Suriye üzerinde odaklanmış baskı ve tecrit, ama aynı zamanda vaat ve ödül hareketliliğinden anlıyoruz. Hiç kuşku yok Suriye'nin bu yüksek anlamı İran'ın dışpolitikasına olduğu gibi yansıyor. Burada durum, Hizbullah lideri Seyyid Hasan Nasrallah'ın “İran Hizbullah'ın değil, Hizbullah İran'ın dışpolitikasını yönlendiriyor” dediği gibidir. Yani İran Suriye'nin değil, Suriye İran'ın dışpolitikasını belirliyor. Suriye, küresel gidişata etki eden iki önemli havzada, Lübnan ve Filistin meselelerinde karargahtır. Küresel merkez güçlerin politik dalgalanmasına yolaçan Lübnan ve Filistin merkezkaç güçleri, bu etkili rollerini Suriye sayesinde oynayabiliyorlar. İsrail yayılmacılığının 1982'de Hizbullah tarafından durdurulmasından bu yana İsrail bir karış toprak kazanamadıysa bu Suriye sayesindedir. Suriye'de hükümet darbesi için Atlantik güçlerinden yardım dilenen kimilerinin Suriye'nin bu önemli siciline gölge düşürebilmek amacıyla yaptıkları hiçbir suçlama gerçeği değiştiremez. Gerçek, Suriye'nin neden Golan'ı geri alamadığı değil (ayrıca o toprağın geri kazanılacağı gün de uzak görünmüyor), İsrail'in yayılmayı sürdürüp sürdüremediğidir. İsrail 1982'den bu yana “güvenlik hattı oluşturma” adını verdiği yayılmacılığı için bir karış yeni toprak edinemedi. 2006 ve 2009'da Suud diktatörlüğü ve Katar'ın diğer Arap sultanlarını da seferber ederek girişimde bulunmasına rağmen Suriye'nin her türlü lojistiğini sağladığı Hizbullah-Hamas-İslami Cihad mevzilenmesi İsrail'in son iki yayılma denemesini sert biçimde durdurdu. İran, işte Suriye'nin bu kök konumuna göre dışpolitikasını belirliyor ve Suriye'yi İsrail yayılmacılığının üssüne dönüştürecek hiçbir politik girişimi desteklemeyeceğini açıkça söylüyor. Ayrıca bu tür siyasi projelerin Suriye halkının iradesine aykırı olduğunu ve bunu doğrulamanın yolunun da demokratik seçimlerden geçtiğini hatırlatıyor. O nedenle mesela 2011 Mart'ında bir iki Suriye şehrinde reform talep eden gösteriler yapıldığından beri İran aynı şeyi söylüyor: Dış müdahaleye hayır, reformlara evet, demokratikleşmeye evet... İranlılar başından beri muhaliflerin de katılacağı bir koalisyon hükümeti kurulmasını ve bu geçiş hükümetinin yönetiminde seçimlere gidilip sandıktan halkın iradesinin çıkması gerektiğini söylüyor. ABD ve müttefikleri ise bugüne kadar Esad hükümetine karşı darbeden başka hiçbir seçeneği desteklemedi. Bize sergilenen medyatik mizansenler veya selefilerin nihilist terörüyle can veren masumlar, yahut güvenlik güçleri ile bu tedhiş grupları arasındaki çatışmalarda arada kalıp hayatını kaybeden masum insanlar hep Suriye'de hükümet darbesini meşrulaştırmak amacıyla kullanıldı. İran bu gibi terörizme destek girişimlerini uluslararası sözleşmelere aykırı bularak reddetti ve uluslararası toplumu kurallara uymaya çağırdı.[/color]
[color=rgb(0, 0, 0)][/size]Ankara'nın Suriye dosyasında barışçı yol ve siyasi müzakereyi savunan tercihe değil, ABD'nin savaş ve hükümet darbesi yöntemine katılmasını Atlantik ittifakındaki mecburiyetlerine bağlayanlar, aynı mecburiyetlerle hep karşı karşıya olmuş geçmiş hükümetlerin hiç bugünkü gibi davranmadıklarına dair hafızayı gözden geçirmelidirler. Muhafazakar Ankara, Atlantik ittifakının mecburiyetlerinden çok fazlasını yapıyor görünüyor. Bu sebeple mevcut dışpolitika doktrininden ve onun Türkiye'nin başına açtığı gailelerden Davutoğlu'nu sorumlu tutanlar haklı olabilir. Erdoğan kuşkusuz başbakandır ve Davutoğlu ile aynı söylemi kullanıyor ama Davutoğlu'nun politik ufkunu, niyetini ve öngörülerini hükümetinin politik tercihi yaptığı için ona uygun davranıyor olmalıdır. Fakat görünen o ki Davutoğlu'nun dışpolitika doktrini yanlışlandı. Dahası dışpolitikada kelimenin tam anlamıyla bir yıkım yarattı. Ankara'nın muhafazakar hükümeti tarihsel anlamı, toplumsal dokusu ve iktisadi büyüklüğüyle hiç bağdaşmayacak biçimde komşusu Suriye'ye karşı “özgür Suriye ordusu” isimli terör örgütünü destekliyor. Bu örgütün ve onun yan kollarının Türkiye topraklarını serbestçe kullanmasını sağlıyor. Egemen bir ülkenin (Suriye) aleyhine kendi topraklarında yarı zamanlı politikacılara konsey falan kurdurup onlar için hükümet darbesi yapmaya kalkışıyor. İstanbul'daki tüccar Suriyeliler, eğer ABD'nin liderliğindeki koalisyon güçleri hükümet darbesini başaramazsa işlerine güçlerine dönecek ve onların isimlerini bile hatırlamayacağız ama Ankara'nın bu süreçte bulaştığı her türlü şaibe, kirli ilişkiler, karanlık operasyonlar baki kalacaktır. Bunları Türkiye'nin dışpolitika sicilinden silip atabilmek için keskin bir redd-i mirasa hep ihtiyaç duyacağız. Bütün bunların baş sorumlusu Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu'dur. Türkiye'nin muhafazakar rejim döneminde bulaştığı Suriye kampanyasının yıkımını telafi etmek için belki de 1914'teki tenkil ve tehcirin sorumlularının yargı önüne çıkarılması boyutunda seçenekleri düşünmek gerekir.[/color]
[color=rgb(0, 0, 0)][/size]Aklı eren herkes başından beri Türkiye'nin Suriye'de ne yapmak istediğini soruyor. Bu sorunun cevabı yoktur. Ankara'nın özgürlük, demokrasi, insan hakları edebiyatı 20 bin insanın canına malolmuş bir macerayı denemesini aklayabilir mi? Erdoğan hükümetinin insan hakları ve özgürlükler bahsindeki ilkesizliği Bahreyn, Yemen, Suud diktatörlükleri konu olduğunda Suriye için söylediklerini tamamen unutmasıdır. Erdoğan, Bahreyn olayları sorulduğunda orada bir sorun görmediğini, birilerinin ülkeyi karıştırdığını bile söyleyebilmişti. Dahası başka bir ülke için insan hakları, özgürlük ve demokrasi mücadelesine soyunan Türkiye'nin demokrasi sabıkasında kayıt düşülecek sayfa kalmadı. İktidarda olduğu 10 yıldır 12 Eylül askeri rejimine dokunmamış muhafazakar rejim, Suriye'deki siyasi rejimi tartışma konusu yaparken tam anlamıyla ikiyüzlüdür. Kendi darbe rejiminde aldatıcı makyajla yetinip iktidarı korumayı herşeyden üstün tutan muhafazakar rejim, Suriye'de hükümet darbesi için terörü araç olarak kullanıyor. Bu illegaldir, gayri ahlakidir, insanlık dışıdır. Suriye'de çokuluslu teröre verilen destek yüzünden 20 bine yakın insan hayatını kaybetti ve bunun birinci derecede sorumlusu, Erdoğan'ın Davutoğlu doktrinini hükümet siyaseti olarak benimsemesidir. Türkiye'nin 70'li yıllarını karanlık yıllar olarak tarif eden muhafazakarlar, aynısını Suriye'ye yaşatıyor. Türkiye'de darbeyle, gayri meşru ve siyaset dışı yollarla hükümeti devirmek isteyen karanlık odaklardan bahseden muhafazakar rejim ve tüm ilişikleri, Suriye'de tam da bunu destekliyor. Türkiye'nin acilen bu anormal durumdan çıkıp normalleşmesi gerekir.[/color]
[color=rgb(0, 0, 0)][/size]Suriye, Temmuz (2012) sonunda BM ve Güvenlik Konseyi'ne mektup göndererek Suriye'de faaliyet gösteren terörist grupların Türkiye, Katar ve Arabistan tarafından alenen desteklendiğini şikayet etti. Türkiye, Katar ve Arabistan'ın BM'ye teröre destek suçlamasıyla resmen şikayet edildi mektupta bu ülkelerin Şam ve Halep'te korkunç cinayetlere sebep oldukları söylendi. Suriye'nin BM'ye şikayet mektubunda Türkiye'nin kendi sınırını teröristlere açtığı ve çok sayıda teröristin yerleşim yerlerinde dehşet saçtığı, halkı canlı kalkan yaptığı belirtildi. Mektupta, Türkiye'den giren teröristlerin onlara yardım etmeyenleri öldürdüğü ve çatışma bölgesinden çıkmak isteyen halkı silah zoruyla evinde tuttuğu söylendi. Suriye dışişleri bakanlığının BM'ye şikayet mektubunda, belirtilen herşeyin BM özel temsilcisi Annan'ın 8 Temmuz 2012'deki ziyaretinden sonra gerçekleştiğine dikkat çekildi ve BM'den görevini yerine getirerek teröristlerin ve onları destekleyen ülkelerin canice eylemlerine son vermelerini sağlaması istendi.[/color]
[color=rgb(0, 0, 0)][/size]Batı medyasında Ağustos'un sonuna yaklaşırken örtük biçimde Türkiye'yi teröristlerle ilişkili gösteren, hatta Türkiye'yi “teröre destek veren ülke” olarak kayda geçmeye çalıştığı dikkatten kaçmayan haberlerin ardı ardına yayınlandığı not edilmelidir. Suriye kampanyasının sahiplerinin, kampanyanın sonuç almadığını gördüklerinden, müzakereye dönüş manevrasına imkan tanıyacak kıvraklıkla Suriye'de yaşanan herşeyi Türkiye'nin üzerine yıkmaya hazırlandıkları izlenimi ediniliyor. Şam'ın Türkiye, Katar ve Suudileri teröre destek verme suçlamasıyla BM'ye şikayet etmesinin zamanlaması bu nedenle manidardır. Batılı güçler açısından herşeyin pazarlığa tabi olduğu uluslararası siyasette eğer önümüzdeki günlerde BM Güvenlik Konseyi'nde teröre ve teröristlere yardım suçlamasıyla Türkiye aleyhinde bir kararın oylamaya sunulduğunu görürsek hiç şaşırmamalıyız. ABD böyle bir kararı veto etse bile Türkiye büyük bir utançla karşı karşıya kalacaktır. Ayrıca Suriye krizi sona erdiğinde çokuluslu terörist lejyonerlerin savaşında yakınlarını kaybetmiş Suriyeli ailelerin Davutoğlu ve Erdoğan'a yüzlerce tazminat davası açma ihtimaline de hazırlıklı olmak gerekir![/color]
[color=rgb(0, 0, 0)][/size]Türkiye, muhafazakar kapalı rejimin ağır sansürü altında Suriye kriziyle son sahnesini oynayan bir dışpolitika macerası yaşadı. Bu macera boyunca, Amerikan neoconlarının Amerika'ya yaptığı kötülüğün ve verdiği zararın aynısını Davutoğlu ve onun neocon kadrosu Türkiye'de gerçekleştirdi. Davutoğlu'nun 2009'da bakan olmasıyla birlikte bu zarar kurumsal ve sistematik nitelik kazandı. Bunun sürdürülebilir olmadığını bir yıldır söylüyoruz. Gecikmeksizin Davutoğlu ve neocon kadrosunun tasfiye edilmesi ve Türkiye'nin normalleşmeye başlaması gerekir. Davutoğlu döneminin yolun sonuna geldiği ve onun artık “topal ördek” olduğu görüşümüz AK Parti içinde dışa taşmayan fokurdamayken şimdilerde anamuhalefet partisinde ve başka çevrelerde konuşulur hale geldiyse Türkiye adına sevinebiliriz.[/color]
[color=rgb(0, 0, 0)][/size]Davutoğlu, ABD'nin “yeni ortadoğu” nâzım planının şemsiyesi altında yeni osmanlıcılığın icra edilebileceğini muhafazakar ana gövdeye de, İslamcılığın marjinal radikalizmine de kabul ettirebildi. Suriye macerası bunun sonucudur. NATO'nun yeni Gladyosu olmaya istekli İslamcılık da Davutoğlu'nun kendine özgü reelpolitisizmi sayesinde mümkün olabildi. Selefiliğin, yani Vahhabiliğin etkisi altındaki bugünkü İslamcılık, 1969'da Amerikan 6. filosunu protesto etmeye giden sosyalistlere saldırmış güruhun reenkarnasyonudur. İslamcılık, Davutoğlu'nun dışpolitika doktrininin milis gücü gibi faaliyet gösteriyor. Sokaklarda Suriye karşıtı NATO kampanyasında her göründüklerinde veya görünmediklerinde bu misyonun gereğini yerine getiriyorlar. Galiba bu şaibe nedeniyle NATO'nun Suriye kampanyası boyunca hiçbir zaman dindar kitleleri sokağa dökemediler. Her defasında 20 küsur İslamcı STK, iktidara ilişik medyanın yoğun propagandayla desteklemesine rağmen kendi mensupları sayısınca insanı bile sokağa çıkaramadı. Devlet aygıtına ilişmiş bu örgütler Davutoğlu doktrininin propagandasından başka bir işle uğraşmıyorlar. O sebeple Suriye krizi Davutoğlu kadar onların da tükenişinin fotoğrafıdır.[/color]
[color=rgb(0, 0, 0)][/size]Başbakan Erdoğan, Dışişleri Bakanı Davutoğlu ile yola devam edemeyeceğinin farkındadır. Bu nedenle Atlantik dünyasının Suriye kampanyasının hız kestiğini gördüğünde Davutoğlu'ndan vazgeçecektir. Partisinin ilçe kongrelerinde bile BOP eşbaşkanı olmakla övünmüşken Bush iktidarı bittiğinde “BOP kötü fikirdi” demiş bir siyasetçidir Erdoğan. Kendi siyasi kaderini Davutoğlu'nunkiyle asla özdeşleştirmez. Erdoğan'ın Davutoğlu ile ortak bir politik geçmişi yok ve başka isimlerle kıyaslandığında Davutoğlu siyaseten yabancıdır, dolayısıyla kolay vazgeçilebilir bir isimdir. Türkiye'nin normalleşme sürecinin başlangıcı Davutoğlu'nun ve neocon kadrosunun tasfiyesiyle olacaktır ve Erdoğan bu gerçeği görmektedir. Hatta bununla da yetinmemeli, Davutoğlu'nun yarattığı tahribatı tamir için bir de “komşularla ilişkileri onarmadan sorumlu bakanlık” ihdas etmelidir. Davutoğlu'nun batıcı/batılı stratejik yürüyüşe çıpalı yeni osmanlıcı doktrininin dışpolitikada yıkım yarattığı kanaatindeyiz ve onun görevden alınmasını bu tahribatın tamiri için gerekli görüyoruz. Bu değerlendirme, Atlantik dünyasına sadık bilimadamı, yazar ve gazetecilerin Davutoğlu'na itirazından paradigma ve mahiyet bakımından farklıdır.[/color]
[color=rgb(0, 0, 0)][/size]Davutoğlu'nun doktrini, Türkiye'yi “yeni Sünnilik” ideolosiyle bir Sünni ulus devlete dönüştürmek ve küresel güçlerin himayesinde bölgesel hegemoni kurmaktır. Davutoğlu garpzede muhafazakarlığa ideoloji kazandırma çabasındaydı. Adına “dışpolitika hamlesi” denilen şey, onun bu çabasının kızıl elmasıdır. Bu maceraperestlik iflas etmiştir. İflasın müflis sorumlusunun behemehal görevden alınması gerekir. Davutoğlu'nun bu kadar çok konuşması zamanının tükenmesinin yarattığı iç bunalımın göstergesidir. Her cümlesi kum saatinden düşen tanecikler mesabesindedir.[/color]
[color=rgb(0, 0, 0)][/size][/color]