Duyuru

Daraltma
Henüz duyuru yok.

İmam Ali'nin (a.s) Ashabı

Daraltma
X
 
  • Filtre
  • Zaman
  • Göster
Hepsini Temizle
yeni gönderiler

    İmam Ali'nin (a.s) Ashabı

    Rahman ve Rahim Olan Allah’ın Adıyla

    Hamd Allah’a mahsustur ki övenler onu hakkıyla övemez, sayanlar nimetlerini sayamaz, çalışıp çabalayanlar hakkını eda edemezler. Salât ve selam âlemlere rahmet ve ümmete nimet olarak gönderilen Muhammed b. Abdullah’a olsun. Yine Allah’ın salât ve selamı ümmetin imamı ve mürşidi, Mustafa’nın (Sallallahu Aleyhi ve Alihi ve sellem) vasisi Ali b. Ebu Talib ve onun on bir hak halifesi ve özellikle âlemin kurtarıcısı, Kaim-i Al-i Muhammed (s.a.a) İmam Mehdi’ye (Aleyhisselam) olsun!
    Yıllardan beri kitap, dergi, dini sohbetler ve televizyon gibi çeşitli yazılı ve görsel dokümanlar aracılığı ile Hz. Ali'nin (Aleyhisselam) fedakâr ve samimi ashabının ismini hepimiz duymaktayız.
    Emirü’l-Müminin Hz. Ali (Aleyhisselam) yer yer övgüyle anlatıp görmeyi arzuladığı ashabının hayatı ve onları İmam Ali (Aleyhisselam) nezdinde değerli kılan özellikleri bende derin bir merak uyandırdı. Sonra Hz. Ali (Aleyhisselam) dostları ve Şia’larının da benim gibi o büyük mücahit ve kahraman ashabın hayatını okuyup ibret verici dersler almak istediklerini düşündüm. Bu düşünceyle Hz. Ali’nin (Aleyhisselam) ashabı hakkında yazılmış Şia ve Ehlisünnet kaynaklı Arapça, Farsça ve Türkçe kitaplara müracaat ettim.
    Hz. Ali’nin (Aleyhisselam) hayat ve siresine dikkatlice baktığımızda Resul-i Ekrem (Sallallahu Aleyhi ve Alihi ve sellem) döneminden hemen sonra ve zahiri hilafetinden önce ve sonraki dönemlerinde etrafında toplanan ashabının genel manada üç gruptan oluştuğunu görmekteyiz;
    1-Emirü’l-Müminin Hz. Ali’nin(Aleyhisselam) sadık, vefalı, imanlı ve bilinçli bir şekilde imamet ve velayetine boyun eğmiş, sıcak, soğuk, hastalık ve yorgunluk demeden gece gündüz o yüce zatın emrine amade olanlar. (Malik, Ammar, Salman, Ebuzer...)
    2-İkinci grup bir müddet İmam Ali’nin (Aleyhisselam) yanında bulunup daha sonra çeşitli nedenlerden dolayı inzivaya çekilmiş o hazretin ne lehine ne de aleyhinde faaliyet göstermeyenler.
    3-Üçüncü grup ise bir dönem Hz. Ali’yle (Aleyhisselam) cihat meydanlarında savaş ve barış meydanlarında irtibat halinde olup fakat bir müddet sonra şeytan vesveselerine kapılıp dünya makam ve ziynetlerine aldanarak ciddi bir şekilde Hz. Ali'ye (Aleyhisselam) muhalif olanlardır. (Talha, Zübeyr, Şimr...)
    Hz. Ali (Aleyhisselam) Nehcü'l-Belağa‘da bu üç gruptan bahsetmiştir.
    Emirü’l-Müminin (Aleyhisselam) hayatının son günlerinde Malik Eşter ve Ammar Yasir gibi vefalı ve sadık dostlarını methederek şöyle buyurdu: “Nerede doğru yolda yürüyüp hak üzere giden kardeşlerim? Ammar nerede? İbni Teyhan nerede? Nerede iki şahadet sahibi (Huzeyme b. Sabit)? Nerede onlar gibi ölüm için ahitleşen ve başları zalimlere gönderilen kardeşlerim?“
    Sonra eliyle mübarek sakalını tutup uzun bir müddet ağladıktan sonra şöyle devam etti: “Ah olsun Kur’an’ı okuyup hükümlerini uygulayan, farzlarını düşünüp ifa eden, sünnete hayat verip bidati öldüren, cihada çağrıldığında icabet eden, imamlarına bağlanıp itaat eden kardeşlerim!“
    Bir başka hutbesinde de ikinci ve üçüncü grup ashabının iman, itikat ve samimiyetlerinden rahatsızlığını şöyle dile getiriyor: “Ey mertlere benzeyen namertler, çocuklar gibi gelgeç akıllılar, gerdekteki kadınlar gibi akılları fikirleri tam olmayanlar ve daldan dala konanlar! Keşke sizi görmeseydim ben, keşke sizi tanımasaydım. Vallahi sizi tanıyışım pişmanlıkla, gam ve hüzünle sonuçlandı.
    Allah sizi öldürsün! Kalbimi kan, göğsümü de öfkeyle doldurdunuz, her nefeste bana yudum yudum kan içirdiniz...“

    Saygı değer okuyucular hizmetinize sunulan bu eserde Hz. Ali’nin (Aleyhisselam) o üç grup ashabından sadece birinci grubun hayat ve sirelerini değerli üstatların kalemlerinden aktarmaya çalıştık.
    Bu kitabın hazırlanmasında müracaat ettiğimiz kitaplar arasında üzerinde uzun yıllar çalışılmış zahmetler çekilmiş, Kum İlimler Havzası üstatlarından, üstat Seyyid Asker Nazimzade Kummi‘nin Ashab‘u İmam Ali (Aleyhisselam) adlı eseri esas alınmıştır.
    Minnet sahibi Allah’tan hidayet ve hoşnutluğunu temenni ederim.
    Saygıdeğer okuyucular! Bu kitap, garip ve mazlum Ehlibeyt (Aleyhisselam) dostlarının, İmam Ali'nin (Aleyhisselam) ashabını kısaca da olsa tanımaları gibi bir hayra vesile olması ümidiyle kaleme alınmıştır.
    Bu kitabın hazırlanmasında bizleri teşvikleriyle ve dualarıya yardımcı olan değerli âlim arkadaşlarıma ve müminlere canı gönülden teşekkür eder, hepsine Yüce Allah'tan bereketli ömürler niyaz ederim.
    Okuyucularımızın kitabı hiçbir önyargı taşımaksızın okuduktan sonra yapacağı her türlü yapıcı eleştirilerine açık olduğumuzu ve bunların hizmet azmimiz ve kalitesine yansıyacağını ifade ediyoruz.
    Hz. Ali (Aleyhisselam) ashabının o yüce ve güzide ahlâki vasıflarıyla süslenme ümidiyle...

    Kerim Uçar
    1 Ramazan 1429
    2 Eylül 2008

    1-AMMAR YASİR

    Ammar, Yasir b. Kenabet b. Kays Enbes’in oğlu olup Mezhec Kabilesi’ne mensuptu. Künyesi Ebu Yakzan‘dır.
    O, Peygamber efendimizin (Sallallahu Aleyhi ve Alihi ve sellem) ve Hz. Ali’nin (Aleyhisselam) büyük sahabelerinden ve Erkan’ı Erbea’dandı.
    Ammar’ın babası Yasir ve annesi Sumeyye, İslamiyeti ilk kabul edenlerdendi. Oysa Kureyş’in işkencelerine maruz kalarak İslam yolunda ilk şehadet derecesine ulaşanlardı.
    Ammar 34 yaşında Müslüman oldu ve annesi ile birlikte Müslüman olduklarını ilk açıklayanlardandı.
    Ammar, İslam’ın ilk başlangıcında Kuba Mescidi’ni yaptı. Resul-i Ekrem (Sallallahu Aleyhi ve Alihi ve sellem) Müslümanlar arasında kardeşlik akti okurken Ammar ile Huzeyfe Yemani’yi kardeş etti.
    Bu temiz ve pak hanedan, İslam yolunda Mekkelilerin işkencelerine ve zulümlerine maruz kaldı. Babası ve annesi bu yolda şehid oldu ve kendisi ise takiye ederek canını kurtardı.
    Ammar, Habeşe ve Medine’ye hicret etmiş, iki kıbleye namaz kılan Müslümanlardandı. O, Peygamberin (Sallallahu Aleyhi ve Alihi ve sellem) tüm savaşlarına katılmış ve Yemame Savaşı’nda kulağı koparak gazilik şerefine nail olmuştur.
    Abdullah b. Ömer şöyle diyor: Yemame Savaşı’nda Ammar’ın yüksek bir tepeye çıkarak: “Ey Müslümanlar! Cennetten mi kaçıyorsunuz! Ben Ammar’ı Yasir’im, yanıma gelin, sözlerini dinleyin.” Bu esnada kulağının kopmuş ve yerde hareket ettiğini gördüm.
    İbni Ömer sonra şöyle devam etti: Ammar uzun boylu, geniş omuzlu biriydi. O, ağarmış saçlarını boyardı.
    Ammar, üçüncü halife Osman’ın muhaliflerindendi. Osman’ın muhaliflerine yardım ederdi. Hz. Ali’nin (Aleyhisselam) sadık ve fedakâr yaranlarındandı. Cemel ve Sıffin savaşlarına katılmıştı. Sıffin Savaşı’nda 90 küsür yaşlarındayken Muaviye tarafından şehit edildi.
    Hz. Ali (Aleyhisselam) Ammar’a gusül vermeden elbisesiyle defnetti. Hadis kitaplarından Ammar Yasir’in Said ve Muhammed adlarında iki oğlunun olduğu ve onlarda 62 hadis rivayet edildiği nakledilmiştir.

    AMMAR’IN MÜSLÜMAN OLUŞU

    Ammar, Müslüman oluşunu şöyle anlatır: “Resul-i Ekrem (Sallallahu Aleyhi ve Alihi ve sellem) ile görüşmek üzere Erkam’ın evine gittim. Mushab b. Senani Rumi’yi evin önünde beklerken gördüm. Ona niçin buraya geldiğini sordum. O da bana aynı soruyu sordu.
    Bunun üzerine ona, Peygamberin (Sallallahu Aleyhi ve Alihi ve sellem) sözlerini dinlemeye geldim diye cevap verdim.
    O da, ben de Peygamberin (Sallallahu Aleyhi ve Alihi ve sellem) sözlerini dinlemek için buraya geldiğini söyledi. Birlikte Peygamberin (Sallallahu Aleyhi ve Alihi ve sellem) huzuruna çıktık. Resul-i Ekrem (s.a.a) bizi Müslümanlığa davet etti. Bizde davetini kabul ederek İslam dinini seçtik. O gün akşama kadar Peygamberin (s.a.a) yanından ayrılmadık, karanlık çöktükten sonra korku ve endişe içinde evlerimizin yolunu tuttuk.”

    AMMAR VE AİLESİNİN İŞKENCELERE KARŞI SABIRLARI

    Ammar’ın, babası ve annesi zikredildiği gibi İslam yolunda büyük işkence ve zulümlere maruz kalmış ve bu uğurda saberederek imanlarından ve inançlarında bir an bile taviz vermediler.
    Ammar’ın anne ve babası yüce İslam yolunda kahramanlık ve fedakârlıklarıyla şehadet şerbetini içerek isimlerini tarihin iftiharat dolu sayfalarına yazdırdılar. Kureyşliler Mekke’de yeni Müslüman olanlara, akrabası olmayanlara ve kimsesizlere fiziki ve psikolojik işkenceler uygulayarak onları İslam ve inançlarından vazgeçmeye zorluyorlardı. Ammar hanedanı da Mekke’de kimsesiz ve yanlız oldukları için ruhi ve fiziki işkencelere maruz kalıyorlardı.
    Ammar’ın anne ve babası Mekke’nin kavurucu yaz sıcağında sıcak kumların üzerine yatırılarak çeşitli fiziki işkencelere maruz bırakılıyorlardı.
    Resul-i Ekrem (s.a.a) yanlarından geçerken onları bu büyük işkence karşısında sabra davet eder ve Allah’ın sadık vaadiyle cennetle müjdeleyerek şöyle buyuruyordu: “Ey Yasir hanedanı! Sabredin, vaat edilen cennet sizin içindir.” Bir başak rivayette şöyle nakledilmiştir: Vaktiyle Peygamber efendimiz (Sallallahu Aleyhi ve Alihi ve sellem) Ammar’ın yanından geçerken müşriklerin onu ateşe atmak istediklerini gördü. Bu durum Peygamberi (Sallallahu Aleyhi ve Alihi ve sellem) derinden etkiledi, gaybi güçle Ammar’a inayet ederek şöyle buyurdu: “Ey ateş! Hz. İbrahim’i (Aleyhisselam) yakmadığın gibi Ammar’ı da yakma ve ona serin ol.” Hazretin duasıyla ateş Ammar’ı yakmadı.
    Kur’an-ı Kerim‘de Ammar hakkında birçok ayet nazil olmuştur; “Ateşte yanacak olan kâfirler mi hayırlı? Yoksa ahiretten sakınarak, Rabbinin rahmetini umarak, geceleri secde ederek, kıyamda durarak, gönülden ibadet eden mi daha hayırlı?”

    AMMAR YASİR PEYGAMBER EFENDİMİZİN (S.A.A) YANINDA

    Abdullah b. Abbas Resul-i Ekrem’den (Sallallahu Aleyhi ve Alihi ve sellem) şöyle nakleder: “Ammar, tepeden tırnağa imanla doldurulmuş, eti ve kanı imanla yoğrulmuştur.”
    Hz. Ali (Aleyhisselam) Resul-i Ekrem’den (Sallallahu Aleyhi ve Alihi ve sellem) şöyle nakleder: “Allah Ammar‘ı baştan ayağa imanla donatmış, eti ve kanını imanla yoğurmuştur. Ammar hakkın peşinden giderdi. Asla ateş Ammar’ı yakmaz… “
    Yine Ayşe Allah Resulünden (Sallallahu Aleyhi ve Alihi ve sellem) şöyle nakleder: “Ammar hak ile hakta Ammar iledir, hak nerede olursa Ammar’da oradadır. Ammar’ın katili ebedi cehennemde kalacaktır.”
    Resul-i Ekrem’den (Sallallahu Aleyhi ve Alihi ve sellem) şöyle nakledilmiştir: “Cennet üş kişi görmeye müştakır.” Bu sırada Ebubekir içeri girdi, adamın biri Ebubekir’e dedi: “Sen ümmetin sıddıkı ve Pegamberin (Sallallahu Aleyhi ve Alihi ve sellem) mağara arkadaşısın, cennetin müştak olduğu o üç kişiyi Peygambere sen sor.”
    Ebubekir sormaktan çekindi, kendi kendine; “Eğer ben o üç kişiden bir olmazsam rezil olurum” diye düşündü. Bu sırada Ömer içeri girdi, adamın biri Ömer’e şöyle dedi: “Ey Eba Hafsa! Sen ümmetin farukusun, melekler senin ağzın ile konuşur, Allah Resulü’ne cennetin müştak olduğu o üç kişinin kimler olduğunu sen sor!” Ömer, o üç kişiden bir olmayacağından korktuğu için sormaya cesaret edemedi.
    Bu sırada Hz. Ali (Aleyhisselam) içeri girdi. Aynı adam Hz. Ali’ye (Aleyhisselam) dedi: “Ya Ebal Hasan! Resul-i Ekrem (Sallallahu Aleyhi ve Alihi ve sellem) buyurdu ki: Cennet üç kişiyi görmeye müştaktır. O üç kişinin kimler olduğunu Allah Resulü’ne sorar mısın?” dedi.
    Hz. Ali (Aleyhisselam); “Sorarım, dedi ve eğer o üç kişiden biri olursam yüce Allah’a şükredeceğim.”
    Hz. Ali (Aleyhisselam) Peygamberin (Sallallahu Aleyhi ve Alihi ve sellem) yanına gelerek şöyle arz etti: Cennetin müştak olduğu o üç kişi kimlerdir? Resul-i Ekrem (Sallellahu Aleyhi ve Alihi ve sellem) şöyle buyurdu: “Ey Ali (Aleyhisselam) sen onların ilkisin, ikincisi Salman, üçüncüsü Ammardır.”

    AMMAR MEDİNE VE KUBA MESCİTLERİNİN YAPIMINDA

    Ammar Yasir, büyük bir ciddiyetle dini ve toplumsal faaliyetlerde bulunuyordu. Peygamber (Sallallahu Aleyhi ve Alihi ve sellem) Kuba’ya varınca şöyle buyurdu: “Resulullah’ın (Sallallahu Aleyhi ve Alihi ve sellem) namaz vakitlerinde cemaatı bir araya toplayacak ve çalışmalar yapabileceği bir mekân yapmamız gerekir.” Ammar yalnız başına etraftan taşlar toplayarak Kuba mescidinin inlasını başlattı. Böylece Ammar İslam’ın başlangıcında ilk mescidi bina eden şahıs unvanını aldı.
    Ammar Medine mescidinin yapımında herkesten daha çok zahmet çekerek büyük bir aşk ve istekle çalışıyordu. Ebu Said Hudri şöyle naklediyor: “Medine mescidi yapımında biz taşları tek tek taşıyorduk. Ancak Ammar iki kişinin işini yapıyordu ve Resul-i Ekrem’de (Sallallahu Aleyhi ve Alihi ve sellem) onun mübarek yüzünün tozunu ve toprağını temizler ve hakkında şöyle buyururdu: “Ey Sümeyye’nin oğlu! Kendine dikkat et! Sen azgın ve zalim bir topluluk tarafından öldürüleceksin!”

    AMMAR KUFE VALİSİ

    Ammar, halifelerin de saygı duyduğu bir şahsiyetti. İkinci halife Ömer b. Hattab Ammar’ı Kufe valiliğine atayarak şöyle bir mektup yazdı: “Ben Ammar’ı vali ve İbni Mesud’u da size öğretmen olarak gönderiyorum. Bu ikisine uyun ve itaat edin. Zira bu ikisi Resulullah’ın en büyük sahabelerindendirler.” Fakat Ömer bir müddet sonra Ammar‘ı görevden alarak başkasını yerine atadı. Bir grup Ammar’a şöyle sordu: Valilikten alındığın için rahatsız oldun mu? Ammar şöyle cevap verdi: “Allah’a yemin ederim ki valiliğe atandığıma hiçbir zaman sevinmemiştim ki azledildiğimde de üzüleyim.”

    AMMAR’IN OSMAN’A İTİRAZI

    Osman’ın dönemi bidatlerin ve yolsuzlukların çoğaldığı bir dönemdi. Bu dönemde bidatler ve yolsuzluklar had safhaya ulaşmış ve liyakatsiz kişiler vali olarak atanmıştı. Ne yazık ki bu iş normal bir hale gelmişti. Öyle ki halk Osman’ın aleyhine ayaklandı. Osman’a karşı ayaklananların en başında gelenlerinden biri de Ammar Yasir’di. O bu yolda çok işkence gördü. Allame Emini Ensabu’l Eşraf adlı eserden şöyle nakleder: Devlet bütçesinde az miktarda altın vardı. Osman onu bütçeden alarak akrabalarına ve yakın dostlarına paylaştırdı. Bunun üzerine halk bu olayı duyunca Osman’a itirazda bulunarak suçladılar. Gördükleri haksızlıktan dolayı onu ağır bir dil ile eleştirerek tepkilerini dile getirdiler. Osman bu durum karşısında sinirlenerek şöyle dedi: “Bu mallar Allah’ındır, insanlar isteselerde istemeselerde o maldan ihtiyacım kadarını alır ve istediğim kimselere veririm.”
    Orada İmam Ali‘de (Aleyhisselam) bulunuyordu. İmam (Aleyhisselam) ayağa kalkarak şöyle buyurdu: “Eğer durum söylediğin gibiyse bunu yapmana müsaade etmeyiz ve sana engel oluruz.”
    İmam Ali’den (Aleyhisselam) hemen sonra Ammar ayağa kalktı ve şöyle dedi: “Allah’a andolsun ki, bu işe ilk ben karşı çıkarım.”
    Osman, İmam Ali’nin (Aleyhisselam) ve Ammar’ın bu sözlerinden rahatsızlık duyunca Ammar’a şöyle dedi: “Ey çirkin kadının oğlu! Bana karşı küstahça davranıyorsun!”
    Daha sonra askerlerine emir verdi ve Ammar’ı Daru’l İmare’ya götürdüler. Daru’l İmare’de Ammar’a işkence ettiler ve o kadar dövdüler ki cansız bedeni yere yığılıverdi. Ardından onu Peygamberin (Sallallahu Aleyhi ve Alihi ve sellem) hanımı Ümmü Seleme’nin evine götürdüler.
    Ammar kendine gelince öğle, ikindi ve akşam namazları kaza olmuştu. Kaza olan namazlarını kıldıktan sonra şöyle dedi: “Yüce yaratan Rabbime şüküreler olsun! Bu Allah yolunda gördüğüm ilk işkence değil.”

    HALKIN AMMAR’IN SÜRGÜN EDİLİŞİNE İTİRAZI

    Ammar’ın Osman’ın adaletsiz tutumlarına karşı itirazları devam ediyordu. Osman ise Ammar’a ne kadar işkence etse de itirazlarının devam edeceğini görünce onu sürgün etmekten başka çaresinin kalmadığını gördü. Fakat bu çirkin emelini uyguladığı zaman halkın itirazlarıyla karşı karşıya kalacağından habersizdi. Osman Ebuzer’in Rebeze’de şehadet haberini alınca onu rahmetle andı. Ammar bunu duyunca şöyle dedi: “Evet, Allah Ebuzer’e rahmet etsin, bizim elimizden kurtuldu.”
    Ammar’ın bu sözü Osman’a ağır gelince Ammar’ın ensesine vurdu ve şöyle dedi: “Onu Rebeze’ye sürdüğüm için pişman olduğumu zannetme! Seni de Rebeze’ye göndereceğim.”
    Bunun üzerine Beni Mahzum kabilesi Hz. Ali’nin (Aleyhisselam) yanına giderek Osman’ın Ammar’ı sürgün etmemesi için onunla konuşmasını ve ona engel olmasını istediler. Hz. Ali‘de (Aleyhisselam), Osman ile görüşürek şöyle dedi: “Ey Osman! Allah’tan kork! Ümmetin en salih ve iyilerinden birini sürgün etmiştin, o da sürgünde öldü ve şimdi de onun gibi birini mi sürgün edeceksin?”
    Osman ve Hz. Ali’nin (Aleyhisselam) arasında şiddetli tartışma geçti. Osman, Hz. Ali’ye (Aleyhisselam) şöyle dedi: “Sen herkesten daha çok sürgün edilmeyi hak ediyorsun!”
    Bunun üzerine Hz. Ali (Aleyhisselam) şöyle buyurdu: “Beni sürgün edebilirsin, önemli değil.”
    Ammar’ın sürgün haberini Ensar ve Muhacir duyunca Osman’ın etrafına toplanarak şöyle dediler: “Böyle ahlak dışı bir davranış olmaz, sana kim itiraz etmeye kalkışıyorsa onu hemen sürgün ediyorsun! Bu zulümün ve tutumun böyle devam etmez!”
    Osman halkın şiddetli itirazlarıyla karşı karşıya kalınca bu tutumundan ve Ammar’ı sürgün etmekten vazgeçti.

    AMMAR, İBNİ MES’UD’UN VASİYETİNE AMEL ETTİĞİ İÇİN İŞKENCE GÖRÜYOR!
    Tarih kitaplarında şöyle nakledilmiştir: Ammar üçüncü halife Osman’ın emriyle defalarca işkencelere maruz kalmıştır.
    Yakub-i şöyle nakleder: Ammar, Peygamberin (Sallallahu Aleyhi ve Alihi ve sellem) büyük sahabesi Abdullah İbni Mesud’un vasiyeti üzerine İbni Mes’ud’un ölümünü Osman’dan gizlemek zorunda kaldı.
    Osman, Medine’de yeni bir mezar görünce “bu kimin mezarıdır?” diye halka sordu. “Bu mezar İbni Mes’ud’un mezarıdır” dediler.
    Bunun üzerine Osman sinirlenerek şöyle dedi: Benim haberim olmadan onu nasıl defnedebilirler.
    İbni Mesud, bunu sizden gizlemesi için Ammar’a vasiyet etmiştir. Bu yüzden Ammar’da sizden habersiz onu defnetti.
    Belazuri şöyle naklediyor: Osman, Ammar‘ı İbni Mes’ud’un vefatını gizlediği için o kadar dövdü ki Ammar sonunda fıtık oldu.

    VELAYET VE İMAMET SAVUNUCUSU AMMAR

    Ammar Yasir’in mücadelesi, çabaları ve hizmetleri Resulullah’ın (Sallallahu Aleyhi ve Alihi ve sellem) dönemiyle sınırlı kalmamıştır. O, Peygamber efendimizin (Sallallahu Aleyhi ve Alihi ve sellem) vefatından sonra canı pahasına İmam Ali’nin (Aleyhisselam) yanında yer almış ve ihlâs ile hizmet etmiştir.
    Üç halife döneminde Hz. Ali’nin (Aleyhisselam) yanında yer alarak konuşmalarıyla Hz. Ali’yi (Aleyhisselam) destekliyordu. Hiçbir zaman Hz. Ali’nin (Aleyhisselam) emirlerine itaat etmekte bir an olsun kusur etmedi.
    Ammar, Hz Ali’nin (Aleyhisselam) hilafet döneminde Cemel ve Sıffin savaşlarına katılarak Muaviye tarafından şehit edildi.
    Bu yüce şahsiyet Sıffin savaşında Şam ordusunun arasında şüpheye düşmesine neden olduğu için Şam ordusundan bir kısım Hz. Ali’nin (Aleyhisselam) ordusuna katıldılar.
    Ammar’ın mübarek kanı Sıffinde hakkı batıldan ayırdı.
    Muaviye’nin batıl olduğunu ve İmam Ali’nin (Aleyhisselam) ise hak olduğunu gelecekteki nesillere ulaştırmış oldu.

    1-Ebubekir’in Hilafetine İtirazı

    Resul-i Ekrem’den (Sallallahu Aleyhi ve Alihi ve sellem) sonra hile ve zorla iktidara geçen Ebubekir’e, Peygamberin (Sallellahu Aleyhi ve Alihi ve sellem) en yakın ve önde gelen 12 sahabesi itiraz etti.
    O on iki kişiden biri de Ammar’dı. Ebubekir’e şöyle itirazda bulundu: “Ey Kureyşliler! Ey Müslümanlar! Eğer biliyorsanızsa ne mutlu size yok eğer bilmiyorsanızsa iyi dinleyin! Peygamberinizin (Sallallahu Aleyhi ve Alihi ve sellem) Ehlibeyt‘i (a.s) onun hak vasisi ve halifesidir. Onun yerine geçmeye başkalarından daha çok layıktırlar. Onlar dinin eminleri, koruyucuları ve ümmetin hayrını isteyenlerdir.
    Sahibiniz Ebubekir‘e deyin ki, birliği bozmadan ve parçalanmadan, gücünüzü kaybetmeden, fitneler başgöstermeden, ihtilaf çıkmadan hakkı sahiplerine geri versin. Ey cemaat! Çok iyi biliyorsunuz ki Haşim oğulları, Allah ve Resulünden sonra sizin veliniz ve önderiniz ancak ve ancak Hz. Ali’dir. (Aleyhisselam) Ali’nin (Aleyhisselam) yiğit, züht, takva, ilim ve zamanın şartlarına bilgelik yönünden herkesten daha üstün olduğunu Resul-i Ekrem (Sallallahu Aleyhi ve Alihi ve sellem) bildirmiştir. Peygamber (Sallallahu Aleyhi ve Alihi ve sellem) Hz. Ali’nin (Aleyhisselam) kapısı dışında mescide açılan kapıların tamamını kapattı. Sizler onun aziz kızını istemenize rağmen o kızını Hz. Ali’yle (Aleyhisselam) evlendirdi.
    Peygamber (Sallallahu Aleyhi ve Alihi ve sellem) şöyle buyurdu: “Ben ilmin şehri Ali’de onun kapısıdır. O halde ilim ve hikmet öğrenmek isteyen o kapıdan içeri girsin. Sorununuz olunca onun yanına gidiyorsunuz, o da sorunlarınızı çözüyor, onun size hiçbir zaman ihtiyacı olmadı ve kıyamete kadarda olmayacaktır. Şüphesiz ki o sizden üstündür. Size ne oldu da o hazreti yapayalnız bıraktınız, onun hakkını zayi ettiniz ve ahiretinizi dünyanıza tercih ettiniz.
    Ey insanlar! O hazret Allah tarafından halife seçilmiştir. Onun hakkını geri verin.”

    2-Ammar Şurada Hz. Ali’yi (Aleyhisselam) Savunuyor

    İkinci halife Ömer b. Hattab ölümünden önce hilafet konusunu yakın müşavirleriyle konuştuksan sonra şöyle dedi: Peygamber (Sallallahu Aleyhi ve Alihi ve sellem) dünyadan göçerken altı ashabından razıydı. Bu altı kişi Ali, Osman, Talha, Zübeyr, Sad b. Ebu Vakkas ve Abdurrahman b. Avf’ı idi. Ömer, halife seçimi için bu altı kişinin kurulacak olan şurada yer almasını istedi. Ömer, Ebu Talha Ensari’yi huzuruna çağırdı ve ona şöyle dedi: “Beni defnettikten hemen sonra Şura’da olan altı kişi senin evinde toplansınlar halife seçsinler. Eğer beş kişi ittifak eder de bir kişiyi seçerlerse ve içlerinden biri de muhalefet ederse o bir kişinin boynunu vur. Ama dört kişi ittifak eder ve iki kişi de muhalefet ederse o iki muhalifin boynunu vurdur. Eğer üç kişi kabul eder üçü de karşı çıkarsa Abdurrahman b. Avf’ın olduğu tarafı tercih edin diğerlerinin boynunu vurun.”
    Ammar Yasir Şurada Hz. Ali’nin (Aleyhisselam) halife olması için çok zahmet çekti. Ancak her ne kadar İmam Ali’nin (Aleyhisselam) halife olması için uğraştıysa da halife muhaliflerden seçildi.

    3-Hz. Ali’ye (Aleyhisselam) Edilen Biatte Ammar’ın Rolü

    Ebu Muğnif El-Cemal kendi eserinde şöyle naklediyor: Osman öldürüldükten sonra Ensar ve Muhacir Mescidi Nbevi’de toplanmış, halifenin kimin olacağı konusunu tartışıyorlardı. Ammar, Ebul Heysem Teyhan, Rafaet b. Malik, Malik b. Eclan ve Ebu Eyyub Ensari gibi önde gelen sahabeler Hz. Ali’yi (Aleyhisselam) halife seçmek istiyorlardı.
    Bu esnada Ammar Yasir halka şöyle hitap etti: “Ey Ensar topluluğu! Dün Osman’ın ne kadar hatalar yaptığına yakından şahit oldunuz, bu gün aynı hataya düşmeyin. Allah’a andolsun ki, Hz. Ali’nin (Aleyhisselam) geçmişi herkesten daha parlak ve bu işe herkesten daha layıktır.”
    Orada hazır bulunan kalabalık halk şöyle dedi: Hz. Ali’nin (Aleyhisselam) halife olmasına biz de razıyız.
    Halkın hepsi bir ağızdan İmam Ali’nin halife olmasına razıyız diye bağırmaya başladılar. Hep birlikte İmam Ali’nin (Aleyhisselam) evine doğru hareket ettiler. Halk İmam Ali’ye (Aleyhisselam) topluca biat ettiler.

    Hz. Ali’nin (Aleyhisselam) Hilafetinden Sonra Ammar’ın Rolü

    Hz. Ali (Aleyhisselam) iktidara gelince Ammar Yasir İmam Ali’nin (Aleyhisselam) iktidar başında kalması için olağanüstü çaba gösteriyor ve canla başla çalışıyordu. Bunun kanıtı Cemel ve Sıffin savaşlarında gösterdiği büyük fedakârlıklar örneğiydi.
    Hz. Ali (Aleyhisselam) Cemel savaşından önce Kufe valisi Ebu Musa Eş’ari’ye iki defa mektup yazarak Kufe halkının savaşa kaltılmasına engel olmamasını istedi. Ebu Musa Hz. Ali’nin (Aleyhisselam) mektuplarını umursamadan halkın savaşa katılmasına engel oldu. İmam Ali (Aleyhisselam), İmam Hasan (Aleyhisselam) ve Ammar Yasir’i Kufe‘ye gönderdi. İmam Hasan (Aleyhisselam) babası Emirü’l-Mümin Ali’yi (Aleyhisselam) öven bir konuşma yaptı. Ardından da Ammar Yasir ayağa kalkarak Allah’a hamd-ü sena, Peygambere (s.a.a) selat ve selam gönderdikten sonra şöyle dedi: “Ey Kufe halkı! Peygamberinizin (Sallallahu Aleyhi ve Alihi ve sellem) kardeşi ve amcasının oğlu sizleri Allah’ın dinine yardım etmeye çağırıyor. Allah sizleri iki şeyle imtihan etti; bir defasında dini inancınız ile sonra da anneniz Ayşe ile sınadı sizleri. Dini inancınız farzdır ve her şeyden önde gelir. Cemel savaşında Ammar Yasir yaşlı olduğundan dolayı fiziki olarak olarak askerlerin en güçsüz ve zayıflarındandı.
    Hz. Ali’nin (Aleyhisselam) ordusundan Elba b. Heysem, Hind b. Amr-ı Cemeli, Zeyd b. Suham gibi müminleri şehit eden Ayşe’nin ordusunda yer alan yiğit ve cesur Amır b. Yesrib-i Ayşe’nin devesinin yılarını bıraktı ve Hz. Ali’nin (Aleyhisselam) ordusundan kendisine karşı koyacak rakip istedi. Ammar onun karşısına karşısına çıktı. Ammar ile Yesrib sıkı bir savaşa başladı. Yesrib’in kılıncı Ammar’ın kalkanına sıkıştı. Ammar bunu değerlendirerek onu bir kılınç darbesiyle yere serdi. Yesrib, yaralanıp yere düşünce Ammar ayağından tuttu ve sürükleyerek Hz. Ali’nin (Aleyhisselam) huzuruna getirdi ve Hz. Ali’nin (Aleyhisselam) emriyle de onu öldürdü.
    Hz. Ali (Aleyhisselam) Ayşe‘nin ordusundan insanların öldürüldüğünü görünce Malik ve Ammar’ı çağırarak onlara şöyle buyurdu: “İkiniz gidin, Ayşe’nin devesini öldürün, o deve hayatta olduğu müddetçe fitne ateşi sönmeyecektir. Çünkü onlar o deveyi kendilerine kıble edindiler.”
    Ammar ve Malik Eşter Ayşe’nin bindiği devenin yanına yaklaşarak deviyi öldürdüler. Devenin öldürüldüğünü gören askerler Ayşe’yi yalnız bırakıp firar ettiler. İmam Ali (Aleyhisselam) fitnenin tekrar baş göstermemesi için Muhammed b. Ebubekir’i Ayşe‘nin yanına gönderdi. Muhammed b. Ebubekir ablası Ayşe’yi Abdullah b. Half Hazai’nin evine götürdü.

    Ammar Yasir’in Sıffin Savaşındaki Rolü

    Ammar Sıffin savaşında da İmam Ali’nin (Aleyhisselam) yer aldı. O İslam ordusuna yaptığı ateşli konuşmalarla askerleri ruhi ve manevi olarak savaşa hazırlıyor, düşman ordusundaki askerleri ise ruhi ve manevi olarak çökertiyordu.
    Hz. Ali (Aleyhisselam) Sıffin savaşından önce Ensar ve Muhacirlerle meşveret etti. Onlar düşüncelerini ve görüşlerini İmam Ali’ye (a.s) bildirdiler. Ammar Şam ordusuyla savaşmayı destekleyerek şöyle dedi: “Ey Emirü’l-Müminin! Hiç vakit kaybetmeden, fitne ateşi alevlenmeden önce onlarla savaşmamız için izin ver. Ancak önce onları saadet ve hidayete davet edelim, eğer kabul ederlerse kurtuluşa erenlerden olurlar, kabul etmeyip savaş yolunu seçerlerse o zaman Allah’a andolsun ki, onlarla cihat etmek bizi Allah’a yaklaştırır ve bize keramet bahşeder.”
    Ammar Sıffin’de Hz. Ali’nin (Aleyhisselam) ordu komutanlarından biriydi. O savaşta adamın biri Ammar’a şöyle dedi: Ey Ebul Yakzan! Peygamber (Sallallahu Aleyhi ve Alihi ve sellem) şöyle buyurmamış mıydı; İnsanlar İslamiyeti kabul edinceye kadar onlarla savaşın, Müslüman olduktan sonra kanları, malları ve canları güvence altına alınmış olur. Artık onlara dokunulmaz.”
    Ammar ona şöyle cevap verdi: “Evet, Peygamber (Sallallahu Aleyhi ve Alihi ve sellem) naklettiğin hadisi buyurmuştur. Ancak Allaha yemin ederim ki onlar müslüman olmadılar, onlar sadece görünüşte Müslüman oldular, güç ve asker toplayana kadar küfürlerini kalplerinde gizlediler.”
    Keşşi ve diğer meşhur tarihçiler Ebul Bahtari’den şöyle naklederler: Sıffın savaşında bir kâse süt getirip Ammar Yasir’e verdiler. Ammar tebessüm ederek sütü aldı ve şöyle dedi: “Resulullah (Sallellahu Aleyhi ve Alihi ve sellem) bana şöyle buyurmuştu k dünyada en son içeceğin bir kâse süt olacaktır.”
    Ammar bu hadisi naklettikten hemen sonra savaş meydanına gitti ve savaşta Muaviye ordusu tarafından hicri 38 yılında 94 yaşında şehit edildi.

    Hak Ve Batılın Ölçüsü Ammar

    Ammar’ın şehadetinden sonra, Hz.Ali’nin (Aleyhisselam) hakkaniyetinde şüphesi olanlar bu olaydan sonra İmam Ali’nin (Aleyhisselam) safına katıldılar.
    Huzeyme b. Sabit’in oğlu Amare Cemmal Sıffın savaşlarına katılmıştı. Ancak bu savaşta tarafsız kalmıştı. O, sürekli şöyle diyordu: “Bu savaşta Ammar Yasir şehit düşene kadar elime kılıç almayacağım, Ammar’ın şehadetiyle hangi grubun hak olduğu anlaşılacak ve hüccet tamamlanacaktır. Zira Peygamber’den (Sallallahu Aleyhi ve Alihi ve sellem) Ammar’ın zalim, azgın ve sapık bir grup tarafından şehit edileceğini duydum.”
    Huzeyme, Ammar’ın şehadetinen sonra şöyle dedi: “Şimdi hakkı ve batılı çok iyi tanıdım.” Huzeyme kılıcını eline alarak savaş meydanına gitti, büyük bir cesaret örneği gösterdi ve kahramanca çarpışarak yüce şehadet derecesine ulaştı.

    Hz. Ali (Aleyhisselam) Ammar’ın Naaşı Başında

    Ammar’ın şehadet haberi Hz. Ali’ye (Aleyhisselam) ulaştı. Bunun üzerine Hz. Ali (Aleyhisselam) savaş meydanında Ammar’ın mübarek naaşını aramaya koyuldu. Hazret, Ammar‘ın cansız mübarek naaşını yerde görünce yere oturdu ve bağrına basarak ağladı. Ardından üzüntüsünü şu şiir ile dile getirdi: “Ey ölüm! Beni beni terk etmeyeceksin, beni rahatlat, tüm azizlerimi benden aldın. Sanki sen dostlarıma zarar vermek için gönderilmişsin.”
    Ammar şehadetinden önce şöyle vasiyet etti: “Beni kanlı elbiselerimle defnedin ki kıyamette bu zalim cemaate hücceti tamamlayacağım.”
    Emirü’l-Müminin Ali (Aleyhisselam) Ammar’ın mübarek naşına kanlı elbiseleriyle namaz kıldıktan sonra defnetti.


    #2
    Ynt: İmam Ali'nin (a.s) Ashabı

    2-ESBAĞ B. NUBATE NECCAŞİ TEMİMİ

    Esbağ, Kufeli Nubate b. Haris’in oğlu ve Neccaşi Temim kabilesine mensup olup Hz. Ali’nin (Aleyhisselam) samimi ve sadık dostlarındandı. O, Hz. Ali’nin (Aleyhisselam) Şurtetu'l-Hamis ve yüzde yüz güvendiğin dostlarındandı. O, İmam Ali’nin (Aleyhisselam) vefalı, zahit ve büyük komutanlarından biriydi. Hz. Ali’nin (Aleyhisselam) şehadetinden sonra İmam Hasan’a (Aleyhisselam) biat etti ve o hazretin sadık ve vefalı dostlarından oldu.
    Medain’de hastalayan Peygamberin (Sallallahu Aleyhi ve Alihi ve sellem) güzide sahabesi olan Hz. Selman’ı ziyaret etmiş ve onu kabristana götürerek onun kabirde yatan ölülerle konuşmasını sağlamıştı. O, mevlası Hz. Ali’nin (Aleyhisselam) Selman’a gusül, kefen ve defin işlerine yardım etmiştir.

    Esbağ Cemel Savaşında

    Esbağ, Cemel savaşında Hz.Ali‘nin (Aleyhisselam) safında yer almış ve büyük kahramanlıklar göstermiştir. Esbağ şöyle naklediyor: Basr’a ordusu bozguna uğrayıp firar ettikten sonra Hz. Ali (Aleyhisselam) Peygamberin (Sallallahu Aleyhi ve Alihi ve sellem) bineğine binip meydanda cesetlerin yanından geçiyordu. Basr’a kadısı, Talha ve Zübeyr’in yanlarından geçerken Ka’b b. Sur’un cesedini gördü ve şöyle buyurdu: Onu oturtun, ashabı onu oturttu. Hz. Ali (Aleyhisselam) cesede şöyle hitap etti: “Ey Ka’b b. Sur! Sana ve annene yazıklar olsun! Bilge bir şahıstın, keşke bu ilminin sana bir faydası olsaydı, şeytan seni aldattı ve ateşe sürükledi.”
    Asbağ şöyle devam ediyor: Sonra İmam Ali (Aleyhisselam) Talha’nın cansız cesedinin yanında durdu ve şöyle buyurdu: “Ey Talha! Yazıklar olsun sana ve annene! Sen İslam’ın öncülerindendin, keşke bu öncülüğünün sana bir faydası olsaydı, şeytan seni aldattı ve cehenneme sürükledi.”

    Esbağ Sıffin Savaşında

    Esbağ, Hz. Ali’nin (Aleyhisselam) yolunda her şeyi göze almış ve canı pahasına da olsa vefalı kalcağına ahdetmişti. Bu ahdini ispatlamak için Sıffin savaşında canını verme pahasında da olsa o hazretin emrine amadeydi. Hz. Ali‘de (Aleyhisselam) bu vefalı ve sadık dostunu önemli ve hassas günler için saklıyordu.
    Sıffin savaşında Muaviye, Irak ordusunun savaş meydanında yarıştığını görünce Şam ordusuna şöyle hitap etti: “Bu gün imtihan günüdür, sakın sizleri güçsüz ve kararsız görmeyeyim.”
    Bu esnada Hz. Ali’de (Aleyhisselam) askerlerini Muaviye’ye karşı savaş hazırlığına teşvik ediyordu. Asbağ, İmam Ali'nin (Aleyhi Selam) huzuruna gelerek şöyle dedi: Ey Emirü'l-Müminin, sen bizi Şurtetu’l-Hamis olarak seçtin, bize güvenerek bizleri başkalarına üstün kıldın, şimdiye kadar yapılan savaşlarda bizim sabrımıza ve cesaretimize tanık oldununuz. Şam ordusu yenilgiyle karşı karışıyadır, izin verin de var gücümüzle son nefesimize kadar savaşalım.” Hz. Ali (Aleyhisselam) Asbağ’ın bu sözlerine; “Allah’ın adıyla savaş meydanına git!” diye cevap verdi.
    Esbağ bayrağı alarak savaş meydanına gitti, düşman ordusuna saldırarak onlara ağır darbeler indirdi. Savaş meydanından döndüğünde kılıcından kandamlaları dökülüyordu.

    Esbağ Hz. Ali’den (a.s) Hadis Naklediyor

    Esbağ Hz. Ali’ye (Aleyhisselam) yakınlığından dolayı o hazretten birçok hadis nakletmiştir:

    1-Hz. Ali’nin (a.s) Şehadet Haberi: Emirü’l-Müminin (Aleyhisselam) buyurdu: “Kim bedbahtı baki bıraktı? Allah’a yemin olsu ki bu (sakalım) onunla (başımın kanına) boyanacaktır.”
    2-Dünyayı Üç Defa Boşama Hadisi: Esbağ şöyle naklediyor: İmam Ali’ye (Aleyhisselam) bir şeyler getirdikleri zaman onu devlet hazinesine bırakırdı. Beytul malı Müslümanlar arasında eşit bir şekilde dağıtmadan dışarı çıkmazdı, hak sahiplerinin hakkını verdikten sonra yerleri süpürmeyi emrederdi. İki rekât namaz kıldıktan sonra şöyle buyururdu: “Ey dünya! Kendini bana sunma, beni aldatmaya yeltenme, beni aldatamazsın ben seni üç defa boşamışım artık bana dönemezsin.”
    3-Esnaflara Nasihat: Esbağ, Hz. Ali’den (Aleyhisselam) şöyle naklediyor: Hz. Ali (Aleyhisselam) minberde şöyle buyuruyordu: “Ey tacirler! İlk önce fıkıh öğrenin sonra ticaretle uğaşın, ilk önce fıkhınızı öğrenin sonra ticaretle uğraşın, ilk önce fıkhınızı öğrenin sonra ticaretle uğraşın. Allah’a andolsun ki ümmet içinde faiz, karıncanın siyah taş üzerinde yürümesinden daha gizlidir. Doğru olsa bile yemini terk edin, tacirin günahı ateşin içinde kalmasına neden olur. Ancak başkalarının hakkını verenler bundan istisnadır.”
    4-Toplu Zina: Senedi doğru bir rivayette Esbağ b. Nubâte’den şöyle nakledilmiştir: “Beş kişiyi zina suçuyla Ömer’in yanına getirdiler. Ömer, onların her birine şer'î hükmün uygulanması için emir verdi. Orada hazır bulunan Hz. Ali (Aleyhisselam) şöyle buyurdu: Ey Ömer, bu onların hakkında verilmesi gereken hüküm değildir. Ömer; O halde (uygun) haddi onlara siz uygulayın” dediğinde, Hz. Ali (Aleyhisselam) onlardan birini öne çıkararak boynunu vurdu, bir diğerini recm etti; başka birine kırbaç vurdu, dördüncüsüne bir haddin yarısı olan elli kırbaç vurdu, beşincisini ise mazur gördü ve serbest bıraktı. Bunu gören Ömer, hayrete düştü. Orada hazır bulunan herkes bu hazretin uygulamasında şaşırıp kalmışlardı. Ömer şöyle dedi: “Ey Ebu’l Hasan! Tek bir olayda suçlu olan beş kişiye ayrı ayrı beş hüküm uyguladın ki hiçbirisi diğerine benzemiyor, bunun sebebi nedir?” diye sorunca Hazret şöyle buyurdu: “Bunlardan birincisi zimmî (İslam devletinde yaşayan kitap ehli) bir kâfirdi; (işlediği suç ile) zimmîlik vasfını kaybettiği için haddi kılıçtan başka bir şey değildi. İkincisi evli bir kişi olduğu için cezası recmdi. Üçüncüsü bekâr olduğu için haddi yüz kırbaçtı, dördüncüsü köle olduğu için cezası kırbaç haddinin yarısıydi. Beşincisi ise akılsız bir deli olduğundan her hangi bir cezayı hak etmemişti.”

    Esbağ Hz. Ali’nin (a.s) Mateminde

    Daha öncede belirtildiği üzere Esbağ, Hz. Ali‘nin (Aleyhisselam) sadık dostlarındandı. O hazretin şehadetinde derinden etkilenmiş ve gözlerinden oluk oluk yaşlar akıyordu. Esbağ b. Nubat‘e der ki: Hz. Ali (Aleyhisselam) mübarek kafasına kılınç darbesi alınca ben, Haris ve Süveyd kalabalık bir grupla o hazretin ziyaretine gittik. Hazretin evine yaklaşınca evden ağlama ve inleme sesleri geliyordu. Biz de kendimizi tutamadık ağlamaya başladık. Hz. Hasan (Aleyhisselam) evden dışarı çıkarak şöyle buyurdu: Emirü’l-Müminin Hz. Ali (Aleyhisselam) evlerinize gitmenizi emretti. Bunun üzerine kalabalık topluluk dağıldı ben yanlız kaldım, birden içeriden ağlama sesleri yükseldi. Ben de dayanamayıp ağlamaya başaldım. Hz. Hasan (Aleyhisselam) tekrar dışarı çıktı. Evlerinize gitmenizi emretmedim mi? buyurdu. Ey Allah Resulünün oğlu dedim Allah’a andolsun ki Emirü'l-Müminin Ali’yi görmeden ayaklarım gitmiyor dedim. Gözyaşlarıma hâkim olamadım hüngür hüngür ağlamaya başladım. Hz. Hasan (Aleyhisselam) içeri girdi. Fazla geçmeden tekrar dışarı çıktı ve ey Esbağ içeri gel buyurdu.
    Emirü’l-Müminin Hz. Ali’nin (Aleyhisselam) huzuruna gittim. O hazret başını sarı bir bezle bağlamış bir halde yatağına uzanmıştı. Çok kan kaybetmişti, benzi solmuş ve yüzünün rengi sararmıştı. Yüzümü daha sarı yoksa bez mi daha sarı fark edemedim. Eğildim yüzünü ve ayağını öptüm, mevlamı bu şekilde görünce ağlamaya başladım. Mevlam bana: “Ey Esbağ! Ağlama, Allah’a andolsun ki bunun ötesi cennettir!” buyurdu. Canım sana feda olsun dedim, cennete gideceğini biliyorum fakat senin ayrılığına ağlıyorum ey Müminlerin emiri!”

    Yorum


      #3
      Ynt: İmam Ali'nin (a.s) Ashabı

      3-ADİY BİN HATEMİ TAİ

      Adiy, meşhur şâir Hatem b. Tai’nin oğludur. Lakabı Ebu Tureyf veya Ebu Vahab‘tır. Gerek cahiliye ve gerekse İslamiyet döneminde kabile reisi olmasına rağmen cömertliğiyle ün salmıştı. Adiy, 9-10 hicri yıllarında Müslümanlığı seçti. O, Peygamber efendimizin (s.a.a) önde gelen sahabelerinden biriydi. Irak seferine katılmış ve bu seferin sonunda Kufe’ye yerleşti. Yiğitliği ve cömertliği dillere destandı. Hz. Ali’nin (Aleyhisselam) sancaktarlığını da yapıyordu.
      Adiy Hz. Ali’nin (Aleyhisselam) hilafeti döneminde Cemel, Sıffin ve Nehrivan gibi önemli savaşlara katılmıştır. Oğlu Cemel savaşında şehit oldu ve kendiside gözünden yaranlandı. Adiy’nin diğer bir oğlu da Sıffin savaşında şehit olmuştur.
      Muhaddisler ondan 66 hadis nakletmişlerdir. Adiy, hicri 68‘de, 120 yaşındayken vefat etti. Bu yüce şahsın kabri Kufede’dir.

      ADİY’NİN MÜSLÜMAN OLUŞU

      Adiy, hicretin 9. yılı Şaban ayında Medine’ye Peygamberin (Sallellahu Aleyhi ve Alihi ve sellem) huzuruna gelerek Müslüman oldu.
      İbni Hişam ve diğer tarihçiler Adiy’nin nasıl Müslüman olduğunu kendi dilinden şöyle naklederler:
      Ben kabile reisiydim. Medine’de Hz. Muhammed’in (Sallallahu Aleyhi ve Alihi ve sellem) Peygamber ve İslam devleti kurduğunu işittim. İslam ordusu kabilemize saldıracak diye çok korkardım ve canımı kurtarmak için develer yetiştirdim. Sonunda korktuğum başıma geldi. İslam ordusunun şafak vakti Tay kabilesine saldırdığı haberini duydum. Tay kabilesinin askerleri İslam askerleri karşısında fazla direnemediler ve bozguna uğradılar. Tay kabilesi savaşçıları mallarını ve kadınlarını geri de bırakarak kaçtılar. Bunun üzerine kadınları Müslümanlara esir düştü, esirlerin arasında kız kardeşim de bulunuyordu. Ben de Hıristiyan olduğum için Şam’a kaçtım.

      ADİY’NİN KIZ KARDEŞİ ESİR DÜŞÜYOR!

      Adiy’nin yakınları, akrabaları ve kız kardeşi diğer esirlerle beraber Medine’ye getirildiler.
      Adiy şöyle anlatıyor: Kız kardeşim bana şöyle nakletti: Bizi diğer esirlerle birlikte Medine’de mescidin yakınlarında bir yere hapsettiler. Allah Resulü (Sallallahu Aleyhi ve Alihi ve sellem) esirlerin yanından geçerken ayağa kalktım ve şöyle arzettim: Ey Allah'ın Resulü! Şimdi babam öldü, kılavuzum kayboldu, bana bir iyilikte bulunun ve sizden beni serbest bırakmanızı rica ediyorum.“ dedi.
      Hz. Muhammed (Sallallahu Aleyhi ve Alihi ve sellem): “Senin kılavuzun kimdir?” diye sordu.
      O: “Adiy İbni Hâtem” dedi.
      Resûl-i Ekrem (Sallallahu Aleyhi ve Alihi ve sellem): “Allah ve Resulü’nden kaçan şu Adiy b.Hâtem mi?” buyurdular ve oradan ayrıldı.
      Ertesi gün Resûlullah (s.a.a) mescitten dışarı çıktığında yine esirlerin toplandığı yerden geçtiği bir sırada Seffâne binti Hâtie tekrar ayağa kalktı ve şöyle dedi: “Ya Resulullah! Babam vefat etti, elçi ortadan kayboldu, bana yardım et, lütfen beni serbest bırak, beni vatanıma geri gönder.“
      Resul-i Ekrem (Sallallahu Aleyhi ve Alihi ve sellem) Seffane’nin bu isteğini yerine getirmek için şöyle cevap verdi: “Tamam, seni vatanına yollayacağım ancak gitmek için acele etme. Kabilenden güvenli bir kimse şehrine gideceği zaman bana haber ver!“ buyurdu.
      Bunun üzerine Seffane binti Hatem özgürlüğüne kavuşacağı için çok seviniyor ve gideceği günü dört gözle bekliyordu. Nihayet kendi şehrinden bir kervanın geldiğini duydu. Onlarla güven içerisinde gidebileceğini düşünerek hemen Peygamberin (Sallallahu Aleyhi ve Alihi ve sellem) huzuruna çıktı ve şöyle dedi: “Ey Allahın elçisi! Beni götürecek, güvendiğim insanlardan bir kervan geldi.”
      Allah Resulü Seffâne için bir deve hazırlattı. Ona yiyecek, içecek ve giyecek verdi. Çok güzel hediyelerle onu uğurladı. Seffâne Şam‘a kardeşi Adiy b. Hâtem’in yanına gitti.
      Başından geçen bütün olayı tek tek kardeşine anlattı. Kız kardeşinin anlattıklarını dikkatle dinledi. İşittikleri Adiy b.Hatem’de merak uyandırdı. Seffane sözüne şöyle devam etti: Resulullah çok şefkatli, merhametli, bağışlayan ve yüce bir şahihsiyetti. O hazretin davranışına, cömertliğine hayran kaldığını söyledi. Kendisine karşı çok nazik davrandığını ve kendisini hediyelerle uğurladığını anlattı.
      Seffâne akıllı ve zekî bir hanımefendi olduğu için kardeşi Adiy b. Hâtem ona güvenirdi. Onun sözlerine değer verirdi. Allah Resulünü görmüş birisi olarak kardeşine özel bir soru yöneltti: “Şu zatın hakkında düşüncen ve görüşün nedir?”
      Seffâne kardeşinin bu sorusundan kalbinin İslam’a karşı yumuşadağını anladı. Adiy b. Hâtem’in onurunu okşayarak, güzel bir üslup ve tatlı bir dille onun aklına hitap ederek şöyle dedi: “Ey kardeşim yemin ederim ki, çabucak ona iman etmeni ve onun safına katılmanı uygun görüyorum. Eğer o gerçekten Peygamber (Sallallahu Aleyhi ve Alihi ve sellem) ise onun yanına daha çabuk davranıp giden için bir fazilet vardır. Ona itaat etmek senin için bir üstünlüktür. Eğer o bir hükümdar ise, onun sâyesinde Yemen’deki saltanatını kaybetmez, seçkin insanlar arasında yerini korumuş olursun, aşağılanmaz, horlanmaz ve dışlanmazsın! Artık karar sana aittir dedi.
      Adiy b. Hâtem’in kalbine işleyen bu sözler adeta onun zihnine kazındı. Kızkardeşinin sözleri onu düşünmeye sevk etti. İslâm’a yönelişini sağladı. İman nurunun kalbine girmesine ve gönlünde güzel ufuklar açılmasına vesîle oldu. Kız kardeşi Seffâne’ye cevap olarak şöyle dedi: “Yemin ederim ki söylediklerin çok doğru ve yerinde bir düşüncedir. Ben bu zâtın yanına gideceğim. O bir yalancı ise bana zarar vermez. Eğer doğru ise söylediklerini dinler, ona itaat ederim” dedi.

      ADİY’NİN MEDİNE'YE GİDİŞİ

      Adiy sözlerine şöyle devam ediyor: Kız kardeşimin sözleri üzerine zaman kaybetmeden yola çıkarak Medine’ye gittim. Mescitte Peygamberin huzuruna çıkarak selam verdim. Peygamber bana ismin nedir diye sordu. Ben, Adiy b. Hatemi Tai’dir dedim.
      Peygamber (Sallallahu Aleyhi ve Alihi ve sellem) ayağa kaltı ve beni evine davet etti. Peygamberle birlikte o hazretin evine giderken yolda yaşlı bir kadın Peygamberle konuşmaya başaldı. Kadın tek tek isteklerini ısrarla Peygambere (Sallallahu Aleyhi ve Alihi ve sellem) anlatıyor, hazrette sabırla o yaşlı kadını dinliyordu. Bu manzara karşısında donup kaldım ve kendi kendime şöyle düşündum: Bunun sokaklarda ve pazarda dolaşan bir padişah olması imkânsızdır, bu güzel ahlak ancak peygamberlerin ahlakıdır. Peygamberin evine geldiğimizde o kendi elleriyle küçük bir halıyı yere serdi ve beni üzerine oturttu. Kendiside dizüstü karşımda yere oturuverdi. Onun son derece alçak gönüllülüğü beni kendisine hayran bıraktı. Onun gerçek peygamber olduğuna kesinlikle yakin ettim.
      Resul-i Ekrem (Sallallahu Aleyhi ve Alihi ve sellem) bana İslam dini hakkında genişçe bilgi verdi. Bu açıklamalardan sonra ona iman ettim ve Müslüman oldum.

      ADİY B. HATEM’İN HZ. ALİ’YE (A.S) OLAN SADAKATİ

      Osman halkın ve sahabelerin nasihatlerini duymazlıktan geliyordu. Zulmü ve yolsuzlukları halkı tamamen çileden çıkarmıştı. Adiy b. Hatem’de muhaliflerin safında yer alarak Osman’ın hilafetten derhal azledilmesi için tüm gücüyle mücadele ediyordu.
      Adiy b. Hatem Hz. Ali'nin (Aleyhisselam) vefalı ve samimi Şialarından idi. Cemel, Sıffin ve Nehrevan savaşlarında sergilediği kahramanlık ve yiğitlikler, Ehlibeyt (Aleyhisselam) hakkında okuduğu şiirler ile gerçek Ehlibeyt aşığı ve velayet dostu olduğunu kanıtlamıştır.
      İbni Mezahim şöyle der: Sıffin savaşında şiddetli çatışmalarında birinde Adiy b.Hatem savaş meydanında Hz. Ali'yi (Aleyhisselam) aramaya koyuldu. Hz. Ali'yi (Aleyhisselam) Bekr b. Vail kabilesi bayrağı altında gördü ve yanına giderek şöyle arz etti: Ya Emirü'l-Müminin (Aleyhisselam) ölümüne savaşalım mı?
      Hz. Ali (Aleyhisselam) buyurdu: Yaklaş, Adiy b. Hatem iyice Hz. Ali'nin (Aleyhisselam) yanına sokulunca İmam Ali (Aleyhisselam) ona şöyle buyurdu: “Yazıklar olsun! Askerlerimin çoğu bana itaat etmiyor, ancak Maviye‘nin askerleri ona itaat ediyor.”
      Tarihin bu nakliyle Hz. Ali’nin (Aleyhisselam) başkalarının bilmesini ve duymasını istemediği sırrını ona buyuruması onun samimi sırdaşı olduğunun açık bir nişanesidir.
      Adiy b. Hatem velayet ve imamet yolunda canla başla mücadelet ettiği gibi evlatlarını da Cemel ve Sıffin savaşlarında şehit vermiştir.

      ADİY B. HATEM’İN HZ. ALİ’YLE (A.S) KONUŞMASI

      Tai kabilesi Abdullah b. Halife komutasında Hz. Ali’ye (Aleyhiselam) yardım için hazırlık gördüler. Tai kabilesi Kadide denen yerde Hz. Ali’yle (Aleyhisselam) karşılaştılar. Kabilenin her bir ferdi güzel sözlerle Hz. Ali’yi (Aleyhisselam) övdüler. Adiy b. Hatem’de ayağa kalkarak Allah’a hamd ve senadan sonra halka şöyle hitap etti: “Ben Resulullah (Sallallahu Aleyhi ve Alihi ve sellem) döneminde Müslüman oldum, o günden beri kabilemin zekâtını veriyorum. Resulullah’ın (Sallallahu Aleyhi ve Alihi ve sellem) vefatından sonra da mükâfat ve sevap ümidiyle Ridde ehliyle savaştım. Yenilerde Mekkeliler sana karşı biatlerini bozmuş ve önderliğine karşı koymuşlardır. Biz senin yaranlarındanız ve emirlerine itaat etmek için buraya toplandık.”
      Adiy b. Hatem Hz. Ali’yle (Aleyhisselam) birlikte Basra’ya gitti. İmam Ali’nin (Aleyhisselam) ordusunda yer alarak Cemel ehline karşı cihat etti. Hz. Ali (Aleyhisselam) gösterdiği kahramanlık ve cesaret örneğinden sonra onu ordu komutanlığına atadı. Adiy Cemel savaşında iki oğlunu şehit verdi ve bir gözünüde kaybetti.

      ADİY B. HATEM'İN SIFFİN SAVAŞINDAKİ ROLÜ

      Adiy b. Hatem Sıffin savaşında her zaman İmam Ali’nin (Aleyhisselam) hizmetindeydi. Bir an bile olsun İmam Ali’nin (Aleyhisselam) yanından ayrılmıyor ve hazreti yalnız bırakmıyordu. Savaşta gösterdiği büyük kahramanlıklarının yanı sıra yaptığı konuşmalarla da düşmana saldırıyordu. Adiy b. Hatem bu savaşta Tureyf, Terif ve Turfe adlarında üç oğlunu velayet ve imamet yolunda feda etti.
      Hz. Ali (Aleyhisselam) tüm savaşlarda olduğu gibi askerlerini ayırarak Kazae ve Tai kabilesine Adiy b. Hatem’i komutan olarak atadı.
      Şam ordusu Kur’an‘ı mızrakların başına takarak Allah’ın kitabı aramızda hakem olsun sloganları atmaya başlayınca Adiy b. Hatem Hz. Ali'nin (Aleyhisselam) huzuruna gelerek şöyle arz etti: “Ey Emirü’l-Müminin! Muaviye’nin askerlerinin çoğu hezimete uğramış, yenilgiyi tatmalarına ramak kalmıştır. Hedefimize ulaşmamıza çok az kalmıştır, onları savaşa davet et.” Daha sonra Malik Eşter ve Amr b. Humk Hazai ayağa kalakarak Hz. Ali’nin (Aleyhisselam) hak olduğunu haykırdılar. Tam bu sırada münafıkların önde gelenlerinden Eş’as b. Kays ayağa kalkarak şöyle dedi: Halkın da isteği göz önünde bulundurulmalı ve Kur’an aramızda hakem olmalıdır.
      Ne yazık ki ahmak halkın ağızlarından barış sesleri yükselmeye başladı. Kalabalık halk Osmanı’ı ölümle tehdit ettikler gibi Hz. Ali’yi de (Aleyhisselam) öldürmekle tehdit ederek barışa zorladılar.
      Adiy b. Hatem Sıffin’de Hz. Ali'nin (Aleyhisselam) Muaviye‘ye elçi olarak gönderdiği dört kişiden biriydi.

      ADİY B. HATEM‘İN İMAM HASAN’A BİATI

      Adiy b. Hatem, Ehlibeyt’in (Aleyhisselam) hakkaniyetine yürekten inanmıştı. Gerçek İslam dinini Ehlibeyt’ten (Aleyhisselam) daha iyi açıklayacak birilerinin olamayacağını çok iyi biliyordu. Bu yüzden onlara itaatı farz biliyordu. Bu inancı üzerine Hz. Ali’nin (Aleyhisselam) şehadetinden sonra İmam Hasan’a (aleyhisselam) biat etti. Adiy, İmam Hasan (Aleyhisselam) ile Muaviye arasında Nuheyle denen bölgede cereyan eden savaşta İmam Hasan’ın (Aleyhisselam) ordusuna katılan ilk kişiydi. Adiy, İmam Hasan’ın (Aleyhisselam) maslahat gereği Muaviye ile barış yapmasından sonra da Ehlibeyt’e olan sadakat ve sevgisinde baki kaldı, konuşmalarıyla velayet savuculuğunu yapmaya devam etti.
      Muaviye, Adiy b. Hatem’e Hz. Ali'nin (Aleyhisselam) nasıl bir şahsiyet olduğunu sorunca şöyle cevap verdi: “Ey Muaviye! Allah'a yemin ederim ki, Ali kâmil bir insan, yüce görüşlü, sağlam iradeli, konuşurken adalet saçardı. O, ilim ve hikmet kaynağıdır. İmam Ali (Aleyhisselam) dünya süslerinden uzak, gecenin karanlıklarında rabbiyle münacat eden bir âşıktı. Çok düşünür ve çok ağlardı, yanlızken nefsini hesaba çekerdi. Ali, fakirane bir yaşantı sürerdi ve eski elbise giyerdi. Ey Maviye! O hazret bizim aramızda bizlerden biri gibi olurdu. Ondan bir şey istediğimizde verirdi, huzuruna gitmek istediğimizde ise bizi huzuruna kabul ederdi. O kadar alçak gönüllü olmasına rağmen öylesine bir vakar ve azamete sahipti ki huzurunda konuşmaktan çekinirdik. Konuşurken ağzından hikmetli sözler ve inciler dökülürdü. Fakirleri ve kimsesizleri çok severdi. Güçlü insanlar onun zulmünden korkmaz, zayıflar da adaletinden ümit kesmezdi.
      Allah’a yemin ederim ki bir gece kendi gözlerimle o hazreti gece karanlığında ibadet ederken gördüm. Mihrapta kıyam halinde yılan sokmuş gibi ağlıyordu, sanki mübarek sesini duyar gibiyim. O hazret dünyaya hitaben şöyle buyurdular: Ey dünya! Bana yönelme, git başkalarını aldat, ben seninle uğraşmam, seni üç talakla boşadım ve artık bana dönme imkânın kalmamıştır. Senin lezzetin geçicidir, ah! Ah yolun uzunluğundan azığın azlığından.”
      Adiy b. Hatem bunları söylerken Muaviye gayri ihtiyari bir şekilde ağlamaya başaldı. Gözyaşlarını silerek şöyle dedi: Allah Hz. Ali’ye (Aleyhisselam) rahmet etsin! Gerçekten de anlattığın gibi yüce bir şahsiyetti. Sonra muaviye şöyle sordu: “Şimdi söyle, Ali’nin (Aleyhisselam) ayrılığına nasıl tahammül edebiliyorsun?”
      Adiy b. Hatem şöyle dedi: “O hazretin ayrılık acısı tıpkı oğlunun başı eteğinde kesilen bir annenin acısı gibidir. Hiçbir zaman gözyaşları kurumamış ve hüznüde son bulmamıştır.”
      Muaviye şöyle sordu: “Hiç Ali'yi unuttuğun gün oldu mu?”
      Adiy şöyle dedi: “Dünya Hz. Ali’nin (Aleyhisselam) cilvelerini hatıralarımdan silebilir mi?”

      ADİY B. HATEM'İN VEFATI

      Adiy b. Hatem Hz. Ali’ye (Aleyhisselam) her zaman vefalı kalmış gereçek dostlarındandı. O, hazrete bir ömür hizmet ve fedakârlık yaptıktan sonra hicri 68-69 yıllarında Kufe’de 120 yaşlarında Hakkın rahmetine kavuştu. Allah o yüce şahsiyetin ruhunu şad ve mekânını cennet eylesin.

      Yorum


        #4
        Ynt: İmam Ali'nin (a.s) Ashabı

        4-CABİR B. ABDULLAH ENSARİ

        Cabir, Hacrec kabsilesinden Abdullah b. Amr b. Hirman Ensari‘nin oğludur. Lakabı Ebu Abdullah’tır. Peygamber’in büyük ashabından ve Ehlibeyt’in (Aleyhisselam) gerçek âşıklarındandı. Annesi, Abdurrahman Ukbe b. Adyi’nin kızı Nesibe’dir.
        Cabir küçük yaşta babasıyla birlikte ikinci akabede 70 kişilik bir grupla Mekke‘de Peygamberin huzuruna müşerref olarak biat etti. Zehebi'nin nakline göre Cabir Peygamberle (Sallallahu Aleyhi ve Alihi ve sellem) Bedir, Uhud olmak üzere topkam 18 savaşa kaltıldı ve 94 yaşında vefat etti. Cabir ashap içerisinde imanı, takvası ve zühtüyle dillere destan ve herkes tarafından saygı gören büyük şahsiyetti. Resul-i Ekrem’den (Sallallahu Aleyhi ve Alihi ve sellem) birçok hadis nakletmiştir. Cabir, Resul-i Ekrem’in vefatından sonra imam Ali’nin (Aleyhisselam) Peygamberin gerçek vasisi ve halifesi olduğu için İmam Ali’nin (Aleyhisselam) tarafına geçmiştir. Nitekim Sıffin savaşında İmam Ali’nin (Aleyhisselam) ordusunda yer almış ve Muaviye’nin ordusuna karşı savaşmıştır. Cabir çok uzun bir ömür sürmüştür ve Peygamberin (s.a.a) selamını beşinci İmam Muhammed Bakır’a (a.s) iletmiştir. O, İmam Hüseyi'nin (Aleyhisselam) şehadetinden sonra Kerbela‘da İmam Hüseyin’in (Aleyhisselam) mezarını ziyaret eden ilk şahsiyettir.
        Cabir 94 yaşında hicri 74-77‘de Medin‘de vefat etti ve Medine valisi Aban b. Osman tarafından Medine’de defnedildi.

        Cabir’in Peygamberin (s.a.a) Duasıyla Babasının Borçlarını Ödemesi

        Babası Cabir’e borçlarını ödemesi için vasiyette bulundu. Cabir, babasının borçlarını nasıl ödüyeceğini düşünüyordu.
        Vaktiyle Allah Resulü (Sallallahu Aleyhi ve Alihi ve sellem) Cabir‘e; “babanın borçlarını ne yaptın diye sordu. Cabir: Henüz babamın borçlarını ödüyemedim dedi.”
        Resul-i Ekrem (Sallallahu Aleyhi ve Alihi ve sellem) şöyle buyurdu: “Peki, babanın borcunu kime ve ne zaman ödüyeceksin?”
        Cabir şöyle arz etti: “Falanca Yahudi’ye, mahsulleri (hurma) toplama vaktinde ödemem gerekir.”
        Allah Resulü (Sallallahu Aleyhi ve Alihi ve sellem) şöyle buyurdu: “Hurmaları toplarken bana haber ver.”
        Cabir hurmaların toplanma vakti gelince Peygambere (Sallallahu Aleyhi ve Alihi ve sellem ) haber verdi. Peygamber (Sallallahu Aleyhi ve Alihi ve sellem) Cabir‘in hurma bahçesine geldi ve bir avuç dolusu hurma aldıktan sonra o hurmaları tekrar yerine bıraktı ve şöyle buyurdu: “Alacaklına (Yahudi) söyle gelsin.” Yahudi borcunu almak için geldi. Peygamber efendimiz (Sallallahu Aleyhi ve Alihi ve sellem) ona şöyle buyurdu: “Borcunun karşılığında istediğin hurmadan alabilirsin.” Yahudi bahçedeki hurmalara şöyle bir baktıktan sonra şöyle dedi: “Bu hurmaların hepsini alsam dahi benim borcumu karşılamaz, ancak siz bir cinsten almamı istiyorsunuz.”
        Peygamber efendimiz (Sallallahu Aleyhi ve Alihi ve sellem) şöyle buyurdu: “Siz istediğiniz cinsten alın, borcunuzu karşılıyacaktır.”
        Yahudi şöyle dedi: “Seyhani hurmasından almak istiyorum.”
        Peygamber efendimiz (Sallallahu Aleyhi ve Alihi ve sellem) Allah'ın adını anarak Yahudi‘nin borcu karşılığında hurmayı tartmaya başladı. Yahudi‘nin borcu ödendikten sonra hurmadan hiçbir şey eksilmedi.
        Sonra Resulullah (Sallallahu Aleyhi ve Alihi ve sellem) Cabir’e: “Ey Cabir başka borcun varmı?” diye sordu.
        Cabir: hayır diye arz etti.
        Peygamber (Sallallahu Aleyhi ve Alihi ve sellem) şöyle buyurdu: “Hurmaları eve götür, Allah bereketini inayet etti.”
        Cabir şöyle naklediyor: Hurmayı eve götürdüm. O hurmalarla bir yıl boyunca sadaka verdim ve bütün ihtiyaçlarımı karşıladım. Bir dahaki yıl hurma vaktine kadar o hurmalardan yararlandık.”

        Cabir Ve Peygamber (s.a.a) Hanedanı

        İmam Sadık (Aleyhisselam), Cabir'in nübüvvet hanedanına olan muhabbet ve alakası hakkında şöyle buyuruyor: “De ki: Ben tebliğim karşılığında sizden akrabalarıma sevgi ve muhabbetten başka hiçbir ücret istemiyorum.“ Bu ayet nazil olunca Allah‘a andolsun ki Salman, Ebuzer, Ammar, Mikdad, Cabir b. Abdullah Ensari, Peygamberin (Sallellahu Aleyhi ve Alihi ve sellem) kölesi ve Zeyd b. Erkam’dan başka kimse itaat etmedi. Merhum Allame Emini şöyle naklediyor: Haccac b. Yusuf Sakafi, Zübeyr'in oğlunu öldürdü ve ardından Mekke’yi işgal etti. Abdurrahman b. Nafi'yi vali tayin ettikten sonra Medine’ye hareket etti. Haccac Medin’de Hz. Ali (Aleyhisselam) dostlarına ve yakınlarına işkence ediyordu. Kızgın demirlerle Ali (Aleyhisselam) dostlarını dağlıyordu. Bu işkencelerle başkalarını korkutup onlara gözdağı veriyordu. Haccac, Cabir b. Abdullah Ensari‘yi de kızgın demirle yakarak işkence etti.

        Cabir’in İmam Hasan (Aleyhisselam) ve Hüseyin’e (Aleyhisselam) Sevgisi

        İmam Seccad (Aleyhisselam) şöyle buyurmaktadır: Bir gün Cabir, Hasan ve Hüseyi‘nin (Aleyhimasselam) ellerini ve ayaklarını öpmüyordu. Bu durumu gören Kureyşli adamın biri Cabir’e itiraz ederek şöyle dedi: “Sen ki Resulullah’ın (Sallallahu Aleyhi ve Alihi ve sellem) en büyük ve önde gelen ashabından biri ve ayrıca yüce makama sahip olduğun halde yaşça da onlardan çok çok büyüksün. Niçin bu ikisinin (Hasan ve Hüseyin) ellerini ve ayaklarını öpüyorsun?”
        Cabir şöyle cevap verdi: “Ey zavallı! Benden uzak dur. Sen de bu iki cihan efendisinin yüce makamlarını ve üstünlüklerini benim kadar bilseydin beni kınamazdın. Bilakis onların bastığı toprağı öper ve koklardın.”
        Cabir sonra Enes b. Malik'e dönerek şöyle dedi: “Ey Ebu Hamza! Allah Resulü bu ikisi hakında bana öyle şeyler buyurdular ki hiç kimse hakkında söylediğini zannetmiyorum.”
        Enes şöyle dedi: “Ey Ebu Abdullah! Allah Resulü (s.a.a) bu ikisi hakkında ne buyurdu?”
        İmam Seccad (a.s) şöyle devam etti: Bu esnada babam İmam Hüseyin (Aleyhisselam) ve amcam İmam Hasan (Aleyhisselam) oradan ayrıldılar. Ben de Cabir’in ne söylüyeceğini duymak için yanlarında kaldım.
        Cabir, Enes‘e şöyle dedi: “Vaktiyle mescitte Peygamberin (Sallallahu Aleyhi ve Alihi ve sellem) huzurundaydım, cemaat dağıldıktan sonra Peygamber (s.a.a) Hasan ve Hüseyin‘i getirmemi emretti, ben de hemen Hasan ve Hüseyin’in yanlarına gittim ve onları bağrıma basarak Allah Resulünün (Sallallahu Aleyhi ve Alihi ve sellem) huzuruna getirdim. Resul-i Ekrem (Sallallahu Aleyhi ve Alihi ve sellem) İmam Hasan ve İmam Hüseyin‘e olan sevgi ve alakamı görünce sevindi ve tebessüm ederek bana şöyle buyurdu: “Ey Cabir bu iki aziz evladımı seviyor musun?”
        Cabir şöyle cevap verdi: “Anam babam sana feda olsun ey Allah’ın Resulü! (Sallallahu Aleyhi ve Alihi ve sellem) ben onları çok seviyorum.”
        Resulullah (Sallallahu Aleyhi ve Alihi ve sellem) şöyle buyurdu: “Bunların makamı ve üstünlüklerini sana anlatmamı ister misin?”
        Cabir: Evet, isterim anam ve babam sana feda olsun ey Allah’ın Resulü (s.a.a) dedi.
        Resul-i Ekrem (Sallallahu Aleyhi ve Alihi ve sellem) şöyle buyurdu: “Yüce Allah beni yaratmayı dilediğinde onu Hz. Âdem’in (Aleyhisselam) temiz sulbüne yerleştirdi. Bu temiz nutfeyi Hz. Nuh (Aleyhisselam) ve Hz. İbrahim’e (Aleyhisselam) intikal ettirdi. Onlardan sonra da Hz. Abdülmuttallib‘e (Aleyhisselam) intikal etti. Yüce Allah o uzun cahiliye yıllarında beni ve dedelerimi tüm çirkinliklerden korudu.
        Yüce Allah o pak nutfeyi Abdülmutallip ile ikiye böldü. Yarısını babam Abdullah'a ve diğer yarısını da amcam Ebu Talib (Aleyhisselam) sulbüne yerleştirdi. Abdullah'tan beni yarattı ve pegamberlerin sonuncusu olarak seçti. Ebu Talip’ten ise vasim ve halifem olan Ali’yi (Aleyhisselam) yarattı. Bu iki temiz nutfeden beni ve Ali‘yi bir araya getirdi, daha sonra Hasan ve Hüseyin‘i yaratarak onları benim tertemiz soyumdan kıldı.”

        Cabir’in İmam Bakır’ı (a.s) Ziyareti

        Cabir b. Abdullah Ensari’nin, İmam Muhammed Bakır’ı (Aleyhisselam) mülakat etmesi Şia ve Ehlisünnet’in hadis kaynaklarında tevatür haddinde nakledilmiştir.
        Cabir şöyle naklediyor: “Ey iman edenler, Allah'a itaat ediniz, Resulüne itaat ediniz ve sizden olan emir sahiblerine itaat ediniz.” Bu ayet nazil olunca Peygambere (Sallallahu Aleyhi ve Alihi ve sellem) şöyle arz ettim: “Ey Allah Resulü! Bu emir sahipleri kimlerdir ki yüce Allah onlara itaat etmeyi Resulü’nün yanında zikretmiştir? Resul-i Ekrem (Sallallahu Aleyhi ve Alihi ve sellem) şöyle buyurdu: “Ey Cabir, onlar benim halifelerim ve Müslümanların önderleridir. Onların ilki Ali b. Ebu Talip, ondan sonra oğlu Hasan, ondan sonra oğlu Hüseyin, ondan sonra Ali b.Hüseyin, ondan sonra Muhammed b. Ali; o Tevrat’ta Bakır olarak zikredilmiştir. Ancak sen onu görme saadetine erişeceksin, onu gördüğünde selamımı ona ilet. Ondan sonra Cafer b. Muhammed, ondan sonra Musa b. Cafer, ondan sonra Muhammed b. Ali, ondan sonra Ali b. Muhammed, ondan sonra Hasan b. Ali ve ondan sonra ismi benim ismim künyesi benim künyem Allah‘ın yeryüzündeki kullarına hücceti ve halifesi Muhammed'tir, (Mehdi) o, Hasan Askeri'nin oğludur.
        Yüce Allah doğu ve batıyı onun eliyle fethedecektir. Onun uzun bir gaybet dönemi olacaktır ve Allah‘a iman edenler dışında kimse onun imametinde baki kalmayacaktır.”
        Cabir: “Ya Resulullah (Sallallahu Aleyhi ve Alihi ve sellem) onun gaybet döneminde Şiaları ve dostları ondan yararlanabilecekler mi?”
        Resul-i Ekrem (Sallallahu Aleyhi ve Alihi ve sellem) şöyle buyurdu: “Evet, beni peygamberliğe seçen Allah‘a andolsun ki insanlar bulutun arkasında saklı olan güneşten yararlandıkları gibi Şialarda onun nurundan, bereketinden, varlığından ve velayetinden yararlanacaklalrdır.”
        Sonra Resulullah (Sallallahu Aleyhi ve Alihi ve sellem) şöyle buyurdu: “Ey Cabir! Sana anlattığım bu sır Allah’ın gizli sırlarındandır, bu sırrı sakla ve liyakati olmayan kimselere anlatma!”

        Cabir Ve Erbain Ziyareti

        Cabir’in Peygamber hanedanına olan sevgi, aşk ve muhabbetinin kanıtlarından ve nişanelerinden biri de Resul-i Ekrem’in (s.a.a) evladı İmam Hüseyin‘i (Aleyhisselam) Erbain‘de ziyaret etmesidir.
        Cabir‘in Erbain ziyatretini A’meş, Atiye-i Kufi‘den şöyle naklediyor: “Cabir b. Abdullah Ensari ile beraber Kerbela‘ya İmam Hüseyi‘nin ziyaretine müşerref olduk. Mübarek topraklara vardığımızda Cabir ziyaret adabını yerine getirdi. İlk önce Fırat nehrinde gusül aldı, en güzel ve temiz elbiselerini giyindi, güzel koku sürdü. Sonra yavaş ve küçük adımlarla zikir söyleyerek İmam Hüseyin’in (Aleyhisselam) kabrine doğru hareket ettik. Mübarek kabre iyice yaklaştık. Cabir’in gözleri görmediği için elini mübarek mezarın üzerine koymak için benden yardım istedi. Cabir elini İmam Hüseyin‘in (Aleyhisselam) mübarek mezarının üzerine koyduktan sonra Peygamber (Sallallahu Aleyhi ve Alihi ve sellem), Ali (Aleyhisselam), Fatıma (Selamullahi Aleyha) ve evlatlarına yapılan zulüm ve işkenceleri zikretti ve kendinden geçerek mezarın üzerine yığılı verdi.
        Cabir’in bayıldığını görünce koşarak su getirdim ve yüzüne serptim. Cabir kendine gelince hüzünlü bir sesle şöyle seslendi: “Ey Hüseyin, ey Hüseyin, ey Hüseyin! Dost dostun cevabını vermez mi?” Daha sonra Cabir tüm dünyayı mateme boğan hüzünlü bir edayla şöyle seslendi: “Ey Hüseyin! Nasıl cevap verebilirsin ki tüm damarların doğranmış, boğazın kesilmiş ve kanlara bulanmışsın! Çünkü başını bedeninden ayırmışlar, tabi ki cevap veremezsin. Ey Hüseyin! Şahadet ederim ki sen Peygamber ve vasisi Ali’nin oğlusun, Al-i Abanın beşincisi ve iki cahan hanımefensi Hz. Fatıma’nın (Selamullahi Aleyha) oğlusun!
        Cabir şöyle devam etti: Neden böyle olmayasın ki sen Resulullah‘ın (Sallallahu Aleyhi ve Alihi ve sellem) elinden yemek yedin, velayet kucağında yetiştin, imanın göğsünden süt içtin, İslam‘la büyüdün! Sen tertemiz yaşadın ve Hakk’ın rahmetine kavuştun, ancak senin ayrılğında müminlerin kalpleri hüzün ve kederle doldu. Üstünlüğün, temizliğin ve yüceliğinde hakkında kimsenin zerre kadar şüphesi yoktur.
        Allah’ın selamı ve rahmeti senin üzerine olsun. Ey Hüseyin! Şahadet ederim ki kardeşin Yahya b. Zekariya’nın takip ettiği yol üzere şehit oldun!
        Cabir İmam Hüseyin‘in (Aleyhisselam) mezarını ziyaret ettikten sonra Kerbela’da şehit olan diğer kahramanların mezarına yönelerek şöyle hitap etti: “Allah’ın selamı sizlere olsun! Temiz ve pak Hüseyin‘e (Aleyhisselam) canlarınızı feda ettiniz ve hazretin mezarının yanında definedildiniz. Şahadet ederim ki, kanınızla namaz ve zekâtı ihya ettiniz, en güzel biçimde emri maruf ve nehyi anil münkeri amelinizle gösterdiniz, kâfirlere karşı cihat ettiniz, kulluk görevinizi en güzel şekilde yerine getirdiniz ve itaatte kusur etmediniz. Hz. Muhammed‘i (Sallallahu Aleyhi ve Alihi vesellem) peygamber olarak gönderen Allah’a andolsun ki bizde bu saadet yolunda yaptıklarınıza ortağız!”
        Atiyye şöyle diyor: Cabir‘e dedim ki, ey Cabir ne demek isityorsun, bizler bu kahramanların ve yiğitlerin ameline nasıl ortak olabiliriz? Onlar evlerini yurtlarını terk ederek Allah yolunda cihat ettiler ve Kerbela’da canlarını İmam Hüseyin (Aleyhisselam) yolunda feda ettiler, çocukları yetim kaldı ve kadınları da esir düştü. Ey Cabir onların amellerine biz nasıl ortak olabiliriz?
        Cabir şöyle cevap verdi: “Ey Atiyye, habibim Resulullah‘tan (Sallallahu Aleyhi ve Alihi ve sellem) şöyle buyurduğunu duydum: Herkes iyi ya da kötü sevdiği kişiyle haşrolur. İnsan sevdiğin kişinin iyi veya kötü ameline razı olursa onun amellerine ortak sayılır. Ey Atiyye, Muhammed’i elçi olarak gönderen Allah’a yemin ederim ki Kerbela’da Hüseyin’le birlikte şehit olmak isterdim. Benim ve yaranlarının arzusu da buydu. İşte bu yüzden bizde Allah’ın izniyle Kerbela şehitlerinin sevaplarına ve mükâfatlarına ortağız.
        Atiyye şöyle der: Kerbela şehitlerini ziyaret ettikten sonra vatanımıza doğru hareket ettik. Cabir yolda bana şöyle dedi: “Ey Atiyye! Sana bir vasiyet edebilir miyim? Çünkü bu beni son görüşün olabilir. Atiyye; evet, elbette edebilirsin dedi.
        Cabir şöyle dedi: “Ey Atiyye! Al-i Muhammed (s.a.a) dostlarını sev ve onlarla dost ol. Eğer Al-i Muhammed‘in (s.a.a) düşmanları namaz kılan ve oruç tutan kimseler olsalar bile onlara düşman ol.
        Ey Atiyye, Muhammed’i (s.a.a) sevenler günahkâr olsalar bile onlarla iyi geçin, onların hayır işleri hatalarının üzerini örtmektedir, dostları cennet düşmanları da cehennem ehlidirler.”

        Cabir Muaviye Huzurunda

        Cabir, Muaviye’nin saltanatı döneminde maddi sıkıntılardan dolayı ailesinin geçimini sağlamak için Şam’a Muaviye’nin yanına gitti.
        Muaviye Ehlibeyt (Aleyhimusselam) dostlarına derin bir kin ve nefret beslediğinden dolayı Cabir’i küçük düşürmek ve aşağılamak için üç gün boyunca huzuruna kabul etmedi.
        Cabir üç gün sonra Muhaviye’nin huzuruna çıktı ve ona şöyle dedi: “Resul-i Ekrem’in (s.a.a) şöyle buyurduğunu işitmedin mi? İhtiyaç sahiplerine kapıları kapatana ve ona cevap vermeyenlere Allah kıyamet günü rahmet kapılarını kapatacaktır.”
        Muaviye Cabir‘in itiraz dolu sözlerine öfkelenerek şöyle dedi: “Peygamberden (Sallallahu Aleyhi ve Alihi ve sellem) şöyle işittim: “Benden sonra sizlere zulüm ve işkence edilecektir, bunlara sabredin ki kıyamet günü Kevser havuzu başında bana geleceksiniz. Ey Cabir! Neden sabretmedin ve niçin buraya geldin?”
        Cabir, unuttuğum bir hadisi hatırlattın sabredeceğim dedi ve sonra bineğine binerek Medine’ye döndü.
        Daha sonra Muaviye pişman oldu ve hatasını telafi etmek için Cabir’e 600 dinar (altın) gönderdi. Ancak Cabir Muaviye‘nin gönderdiği altınlarını geri çevirerek şöyle dedi: “Ey ciğer yiyenin oğlu! Allah’a andolsun ki amel defterine hiç hayır işlenmemiş ve ben de senin hayır işlemene vesile olmam.”

        Cabir Ve Hadis Nakli

        1-Cabir b. Abdullah Ensari şöyle naklediyor: “Resul-i Ekrem (Sallallahu Aleyhi ve Alihi ve sellem) ölüm döşeğindeyken kızı Hz. Fatıma (Selamullahi Aleyha) babasının yanına geldi ve babasının göğsüne kapanarak ağlamaya başladı. Resulullah (Sallallahu Aleyhi ve Alihi ve sellem) gözlerini açtı ve şöyle buyurdu: “Ey aziz kızım! Benden sonra mazlum olacaksın, sana zulüm edecekler, seni inciten beni incitmiş, sana düşman olan bana düşman olmuştur, seni sevindiren beni sevindirmiş ve sana iyilik eden bana iyilik etmiştir. Ey kızım! Sana haksızlık eden bana haksızlık etmiştir, seninle irtibat kuran benimle irtibat kurmuş ve seninle bağını kesen benimle bağını kesmiştir. Sana iyi davranan bana iyi davranmış ve sana zulüm eden bana zulüm etmiştir. Çünkü sen bendensin ben de sendenim. Sen parçam, ruhum ve göğsümdeki canımsın!”

        Ey Cabir! Allah’ın nimetleri kimin üzerine çoğalırsa, insanların ona ihtiyacı da artar. O halde kendisine verilenleri Allah için harcarsa, nimetleri çoğalır ve kalıcı olur, kim de üzerine düşen vazifeyi yerine getirmezse, elindeki her şeyini kaybeder ve fakirliğe düşer.”

        Yorum


          #5
          Ynt: İmam Ali'nin (a.s) Ashabı

          5-EBU EYYUB ENSARİ HALİD B. ZEYD HAZRECİ

          Hazrec Boyundan Fedakâr Bir Yiğit

          Resulullah Medine’ye hicret etmeden önce, Medine’de Avs ve Hazrec isminde iki güçlü kabile vardı.
          Hicretten yaklaşık yirmi yıl önce, Medine’de Hazrec boyundan bir çocuk dünyaya geldi, ismini Halid koydular. Ancak sonraları halk onu Ebu Eyyubi Ensari diye tanıdı. Bu künye onun hakkında o kadar kullanıldı ki asıl ismi olan Halid unutuldu.
          Babasının adı Zeyd, annesinin adı ise Hind’dir. Tarih yazarları onun soyunu şöyle kaydetmişlerdir: Halid b. Zeyd b. Kuleyb b. Sa'leb b. Abdumenaf b. Ganem b. Malik b. Neccar. Bu kayda göre o, Hazrecoğulları kollarından olan Neccar soyundandır.

          Ebu Eyyub’un Müslüman Oluşu Ve İlk Biate Katılması

          Resulullah (Sallallahu Aleyhi ve Alihi ve sellem) peygamber olarak gönderilişinin üçüncü yılında, Mekke’de peygamberliğini açıkça ilan etti ve halkı İslam’a davet etmeye başladı. Fakat müşrikler çeşitli eziyet ve işkencelere başvurarak Resul-i Ekrem’e (s.a.a) engel olmaya çalışıyorlardı. Bu durum birkaç yıl böyle devam etti. Resulullah, müşriklere göre bile serbestlik ayları olan haram aylarda (Recep, Zilkade, Zilhicce ve Muharrem aylarında) fırsattan yararlanarak İslam’ı tebliğ ediyor ve hac mevsiminde Medine’den gelen ziyaretçiler ve diğer gruplarla irtibat kurarak onları İslam'a davet ediyordu. Bu tebliğler sonucu Hazrec boyundan sayıları on kişiyi aşmayan bir grup bi’setin onuncu yılında Mina çölünde bulunan bir boğazda Resulullah’ın huzuruna gelerek Müslüman oldular. Bu grup iki büyük kabile olan Evs ve Hazrec kabilesinin arasını bulması ve aracı olup ihtilaflarını gidermesi için Resulullah'i Medine'ye davet ettiler ve Medine’ye gelirse, Peygamberin (s.a.a) etrafına toplanıp İslam'ı tebliğ edeceklerine dair söz verdiler.
          Bu grup Medine’ye dönerek İslam’ı tebliğ etmeye başladı, Kur’an ayetlerini okuyarak insanları İslam’a çekmeye çalıştılar. Öyle ki, bütün Medine evlerinde Resulullah’tan (Sallallahu Aleyhi ve Alihi ve sellem) bahsediliyordu. Nihayet bir yıl sonra yani bi'setin 11. yılında Evs ve Hazrec kabilesinden on iki kişi hac merasimine katıldıktan sonra Mina’da geceleyin Resulullah’ın huzuruna çıkarak resmen biat edip Medine’ye döndüler. Bu biat Akabe-i Ula (İlk Akabe) olarak adlandırıldı.
          Resul-i Ekrem (Sallallahu Aleyhi ve Alihi ve sellem) zeki bir hatip olan Mus’ab b. Umeyr’i onlarla birlikte Medine’ye gönderdi. Onların Medine’deki etkili tebliğleri sonucu Avs ve Hazrec kabilesinden ikisi kadın yetmiş beş kişi hac mevsiminde yani bi'setin 12. yılında Mekke’de hac merasimine katıldılar ve Mina’da Resulullah’a ulaşarak biat ettiler. Bu biat belirleyici bir biatti. Müslümanlar, orada, ölünceye kadar İslam’ı savunacaklarına dair biat etmişlerdi. Bu biat, “İkinci Akabe” biati diye adlandırıldı.
          Tarihçiler bu 75 kişinin isimlerini kaydetmişlerdir. Ebu Eyyub Ensari’de bunların içinde yer almaktadır. Buna binaen, Ebu Eyyub bi’setin 12. yılında yani hicretten bir yıl önce Mina’daki boğazda Akabe-i Sani (İkinci Biat) biatinde açıkça Müslüman olduğunu dile getirerek İslam uğruna canını feda edeceğine dair söz vermiş ve biat etmişti.
          Resulullah (s.a.a) “İkinci Akabe” biatinde kendisine biat edenlere, “Kendi aranızdan on iki sorumlu seçin” buyurdu. Onlar on iki kişiyi seçince Resulullah (s.a.a) onları Medine’de insanların işlerini ıslah ve tebliğ etmeleri ve Hz. İsa’ın (Aleyhisselam) havarileri gibi bu vazifeyi ellerine almaları için görevlendirdi.
          Böylece, aralarında Ebu Eyyubi Ensari’ninde bulunduğu İslam’ın bu öncüleri aracılığıyla bütün Medine halkı İslam’ı kabul etmeye hazır oldu.

          Hz. Resulullah’ı (s.a.a) İlk Ağırlayan Ensari

          Mekke müşriklerinin Resulullah’a (Sallallahu Aleyhi ve Alihi ve sellem) baskısı çoğalıyor, muhasara çemberi gittikçe daralıyordu. Nihayet geceleyin evini basarak Peygamberi (s.a.a) öldürmeye karar verdiler.
          Resulullah aynı gece, müşriklerden habersiz evinden çıkarak Medine’ye hicret etti.
          Medine coşku ve neşeyle Resulullah’ı (Sallallahu Aleyhi ve Alihi ve sellem) karşılamaya hazırlanmıştı. Halk, gruplar nalinde o hazreti karşılamak için şehir dışına çıkmış ve Peygamberlerinin yolunu gözlüyorlardı. Resulullah ihtişamlı ve görkemli bir şekilde devenin üzerinde Medine’ye girdi. Yol üzerinde uğradığı menzillerin ileri gelenleri o hazreti evlerine davet ediyorlardı. Anne tarafından akrabaları da davet edenler arasındaydı. Ancak Resulullah bu davetleri kabul etmedi ve “Bu deve Allah tarafından görevlendirilmiştir, nerede durursa ben de orada konaklayacağım” diye buyurdu.
          Medine ahalisi devenin yolundan çekildiler; deve yoluna devam ederek Neccaroğulları mahallesinde Malik b. Neccar’ın (Ebu Eyyub’un) evinin önünde, hurma kurutma yerinde durdu. Bu yerde daha sonraları Mescidu’n-Nebi inşa edildi.
          Bazılarının dediğine göre, deve oradan kalkarak tekrar ilerledikten sonra geri dönüp aynı yere oturdu ve ondan sonra artık yerinden hareket etmedi; boynuyla göğsünü iyice yere yapıştırdı ve ne yaptılarsa da oradan kalkmadı. Bunun üzerine halk devenin etrafını sardı. Herkes o hazreti evlerine davet ediyordu. Bu arada Ebu Eyyub Ensari’nin annesi o hazretin devesinin üzerinden heybesini alarak evine götürdü. Resulullah (s.a.a), “Hurcunum nerede?” diye sorunca, “Ebu Eyyub Ensarinin annesi eve götürdü” dediler.
          Bunun üzerine Resulullah (Sallallahu Aleyhi ve Alihi ve sellem), “İnsan yükünün yanında olur” buyurarak Ebu Eyyub’un evine misafir oldu.

          Neden Ebu Eyyub’un Evi?

          Burada şöyle bir soruyla karşılaşmaktayız: Resulullah kendisini davet eden o kadar insanın arasından neden Ebu Eyyub’un evini seçti ve bu işteki ilahi hikmet neydi?
          Bu sorunun cevabında dört noktaya değinebiliriz:
          1-Ebu Eyyub, toplumda hiç bir sorunu olmayan hayırsever ve salih bir Müslümandı.
          2-Medine’de ondan daha fakir biri yoktu. Ebu Eyyub’un evini seçmekle birinci olarak zenginlerin ona yaklaşarak fakirleri etrafından uzaklaştırma fikrini ilk baştan yok etti; ikinci olarak Allah yanında zenginliğin üstünlük ölçüsü olmadığı mesajını verdi.
          3-O evde sadece Ebu Eyyub ile annesi yaşıyordu. Ebu Eyyub’un çoluk çocuğu yoktu. Ayrıca annesi de Resulullah’ı ağırlamayı ve ona ikram etmeyi çok arzuluyordu; o hazretin heybesini de bu nedenle evine götürmüştü.
          4-Resulullah’ın (s.a.a) Ebu Eyyub’un evine misafir olması hakkında bazı tarih kitapları şöyle bir kıssa nakletmiştir:
          Cahiliye döneminde Yemen hükümdarlarından olan “Tuba” Mekke’ye sefer etti; fakat Mekke halkının kendisini karşılamaya gelmemesinden rahatsızlık duyarak Kâbe’yi tahrip etti. Bu olaydan sonra ağır bir hastalığa yakalandı. Vaktiyle yakınlarından biri ona “Hastalığının sebebi Kâbe’yi harap etmendir” dedi. Tuba bu söz üzerine tövbe ederek Kâbe’yi yeniden tamir ettirdi ve çok değerli bir kumaştan da Kâbe’ye örtü diktirdi. Sonra Medine'ye gitti. Bu yolculukta dört yüz Yahudi bilgini de ona eşlik etmekteydi. En üstünleri Semul adındaki Yahudi bilginiydi. Semul, son peygamberin Medine'de zuhur edeceğine inanmaktaydı. Bu nedenle o peygamberle görüşebilmek için Medine’ye yerleşmeye karar verdi. Yemen hükümdarı yanındakilerle birlikte Yemen’e dönünce Semul Medine’de kaldı. Yemen hükümdarı her yıl onun için bir miktar para ve eşya gönderiyordu. Bu hükümdar, peygamberlerin sonuncusu Resulullah’a bir mektup yazdı. O mektubu Semul’a gönderip Resulullah’ı (Sallallahu Aleyhi ve Alihi ve sellem) görmeye muvaffak olursa onu şahsen o hazrete vermesini, aksi durumda oğulları ve torunlarından biri vasıtasıyla o hazrete ulaştırmasını bildirdi.
          Bu olayı nakleden tarihçiler, Ebu Eyyub Ensari’nin, Semul’un torunlarından olduğunu ve Semul’un, Ebu Eyyub’un yirmi birinci dedesi olduğunu yazarlar.
          Her halukarda, bu tarihi olayın doğruluğu kabul edilirse döneminin hakka tapan bilginlerinden olan ve Resulullah (Sallallahu Aleyhi ve Alihi ve sellem) ile görüşebilmek için vatanını terkederek Medine’ye yerleşen “Semul” gibi bir dedesi olan Ebu Eyyub’un soy bakımından yüceliğini göstermektedir.

          Ebu Eyyub’un Annesinin Sevince Dönüşen Hasreti

          Selman Farisi der ki: Resulullah Medine’ye girince halk devesinin yularını tutup ısrarla o hazreti evlerine davet ediyorlardı. Ama o hazret, “Deve kimin evinin önünde oturursa onun misafiri olacağım” buyuruyordu. Deve süratle ilerliyordu, nihayet Ebu Eyyubi Ensari’nin evinin önünde oturdu. Bunun üzerine Ebu Eyyub, “Anneciğim! Aç kapıyı, insanların efendisi ve en değerlisi Muhammed Mustafa (s.a.a) ve Allah’ın seçkin elçisi geldi” diye seslendi.
          Gözleri görmeyen Eyyub’un annesi kapıyı açarak dedi ki: “Keşke gözlerim görseydi de Allah Resulünün nurlu yüzünü bir görseydim” diyerek yakındı.
          Bunun üzerine Resulullah (s.a.a) mübarek elini onun gözlerine sürdü ve gözleri görmeye başladı böylece Resulullah’ın cemalini görme arzusuna da ulaştı. Bu, Resulullah’ın (s.a.a) Medine'deki ilk mucizesiydi.
          Böylece Ebu Eyyub’un yaşlı anasının hasreti sevince dönüştü.

          Resulullah’ın (s.a.a) Alt Katta Oturması

          Ebu Eyyub’un çamurdan olan sade evi iki odalıydı. Bir odası aşağı katta, diğeriyse yukarıdaydı. Resulullah (s.a.a) alt kattaki odada oturmaktaydı. Ebu Eyyub der ki: “Resulullah’ın (s.a.a) huzuruna giderek dedim ki: Benle annem yukarı kattayız siz ise aşağı kattaki odada oturmaktasınız; oysa siz aşağıda otururken bizim yukarıda oturmamız yakışmaz. Siz isterseniz yukarı katta oturun.”
          Resulullah (s.a.a) Ebu Eyyub’a şöyle cevap verdi: “İnsanlar benimle görüşmeye geldikleri için alt kat benim için daha uygundur; insanların gelip gitmesi için aşağı kat daha münasiptir.”
          Ebu Eyyub’un Evinde Resulullah’tan (s.a.a) Tatlı Hatıralar

          Resulullah (Sallallahu Aleyhi ve Alihi ve sellem) bir ay Ebu Eyyub’un misafiri oldu. Daha sonra mescit ve mescidin etrafına sade ve gösterişsiz evler yapılınca Resulullah (s.a.a) o evlerden birine yerleşti. Bu bir ay içerisinde, Ebu Eyyub’un evinde güzel hatıralar vuku buldu. Biz de onlardan bir kaçına değinelim:
          1-Ebu Eyyub der ki: “Annemle yukarı kattaki odaya çıktığımızda veya oradan aşağı indiğimizde Resulullah’ın sesimizi işitmemesi için çok yavaş hareket etmeye çalışıyorduk. Resulullah (s.a.a) dinlendiğinde de yukarıdaki odada ses yapmamaya ve o hazreti rahatsız etmemeye gayret ediyorduk. Çoğu zaman odamızda yemek yaptığımızda ateşin dumanı aşağı giderek hazreti rahatsız etmesin diye odamızın kapısını kapatıyorduk.
          2-Yine Ebu Eyyub der ki: “Annemle birlikte Resulullah’a (s.a.a) akşam yemeği hazırlayıp huzuruna götürüyorduk. Resulullah (s.a.a) ondan birkaç lokma yiyordu; geri kalanını getirip Resulullah’ın (s.a.a) parmaklarının değdiği yerler mübarektir diye annemle birlikte yiyor ve bu büyük iftihardan feyiz alıyorduk.”
          3-Bir akşam bir yemek yaparak içine soğanla sarımsak döküp Resulullah’ın (s.a.a) huzuruna götürdük. Resulullah (s.a.a) o yemekten hiç yemedi. Ben hemen o hazretin huzuruna çıkarak dedim ki: “Annem, babam size feda olsun! Neden yemekten yemediniz?”
          Resulullah buyurdu ki: “Bu günkü yemekte sarımsak vardı. Ben halkla görüşüyorum, halk yakından benimle irtibat kurup konuştukları için bunu yemem uygun olmaz, fakat sizin o yemeği yemenizde herhangi bir sakınca yoktur.”
          Biz o yemeği yedik ve ondan sonra Resulullah (s.a.a) için öyle bir yemek yapmadık.”
          4-Vaktiyle Ebu Eyyub Resulullah (s.a.a) ile bir sofrada yemek yiyordu. Her zaman olduğu gibi ekmekten bir miktarı sofranın dışına dökülmüştü. Ebu Eyyub onları toplayarak yiyordu. Bunun üzerine Resulullah (s.a.a): “Allah her taraftan bereketlerini sana göndersin!” buyurdu. Ebu Eyyub: “Allah başkalarına da bu bereketleri verir mi?” diye sordu. Resulullah (Sallallahu Aleyhi ve Alihi ve sellem): “Evet, buyurdu; Senin gibi sofranın dışına dökülenleri yerse bu dua onu da kapsamına alır ve Allah Teâlâ onu delilik, cüzam, çiçek ve sarılık hastalıklarından korur.”
          5-Selmani Farsi der ki: “Resulullah (s.a.a), Ebu Eyyub’un evine misafir olduğunda Ebu Eyyub’un bir oğlak ve üç kilo arpadan başka bir şeyi yoktu. Ebu Eyyub o oğlağı keserek yemek yaptı, arpayı da öğüterek ekmek yapıp ikisini Resulullah’ın (s.a.a) huzuruna götürdü. O hazret Ebu Eyyub’a, yüksek sesle; “Yemek yemek isteyen herkes bizim evimize gelsin” diye halkı davet et, buyurdu. Ebu Eyyub Resul-i Ekem’in (s.a.a) isteği üzerine halkı yemeğe davet etti. Halk gruplar halinde gelerek o yemekten yiyip karınlarını doyurdular...”

          Ebu Eyyub Ensari İle Mus’ab b. Umeyr’in Kardeşlik Akti

          Resulullah (s.a.a) hicretten elli gün veya sekiz ay sonra Müslümanlar arasında daha fazla bir bağlılık ve samimiyet oluşturmak için onlar arasında ikişer ikişer kardeşlik akdi okudu. Bu konuda şahısların uyumluluğunu da göz önünde bulunduruyordu. Bu arada Ebu Eyyub Ensari’yi, Mus’ab b. Umeyr’e kardeş etti.
          Mus’ab b. Umeyr, Mekke halkından yiğit bir gençti. Müslüman olarak Medine’ye hicret etmişti. O, Resulullah’ın (s.a.a) hicretinden önce Medine’de güçlü bir İslam mübelliği olarak faaliyet göstermekteydi. Daha sonra Uhud savaşında şehit düştü.

          Ebu Eyyub’un Hz. Zehra’ya (s.a) Düğün Hediyesi

          Ebu Eyyub Ensari fakir bir kişi olmasına rağmen hicretin ikinci yılında Hz. Zehra (s.a), Hz. Ali (a.s) ile evlenince, Hz. Zehra’ya (s.a) düğün hediyesi olarak bir koyun hediye etti. Resulullah (s.a.a) ilk başta o koyunu kesmek istemediyse de Ebu Eyyub kırılmasın diye bu hediyeyi kabul etti ve Ebu Eyyub hakkında dua ettiler.

          Ebu Eyyub Ensari’nin Katıldığı Savaşlar

          Ebu Eyyubi Ensari’nin özelliklerinden biri de İslam’ın aktif ve direnişçi bir mücahidi olmasıdır. Buna göre, Resulullah’ın (s.a.a) döneminde ve o hazretten sonra bütün İslam savaşlarına katılmış ve İslam uğruna bütün gücüyle savaşmıştır. Bedir ve Uhud savaşlarında da İslam ordusunun yiğit savaşçılarındandı. Halkı savaşa teşvik etmek için Tevbe suresinin “Hafif ve ağır olarak savaşa kuşanıp çıkın ve Allah yolunda mallarınızla ve canlarınızla cihad edin” mealindeki 41. ayetini okuyordu.
          Yani yoksul ve zengin, genç ve yaşlı, yaya ve süvari, evli ve bekâr, sorunu olan veya olmayan herkes savaşa çıksın ve hiç bir bahane getirmeyin.
          Ebu Eyyub, Bedir savaşında, Mutellib b. Hanteb adında düşman savaşçılarından birini esir almıştır.
          Hicretin yedinci yılı İslam ordusunun Yahudilerle yaptığı Hayber savaşında, Hayber kalesi Hz. Ali (a.s) tarafından fethedildi. Bunun üzerine Yahudi kadınlarından bir grup İslam ordusuna esir düştü.
          Hayber savaşından dönerken geceleyin İslam ordusu bir menzilde konakladı. Resulullah (s.a.a) o menzilde bir çadır kurdu ve geceyi o çadırda geçirdi. Sabahleyin Resulullah (s.a.a) birinin çadırın dışında bekçilik yaptığını hissederek “Kimsin?” diye sordu.
          Bekçi: “Ben Ebu Eyyub Ensari’yim” cevabını verdi.
          Resulullah: “Burada ne arıyorsun?” diye sordu.
          Ebu Eyub: “Burada size muhafızlık yapıyorum. Ben Yahudilerin gizlice bir plan kurarak size saldırmasından endişelendiğim için uyumadım ve burada sizi korumak için bekledim.”
          Bunun üzerine Resulullah (s.a.a): “Allah sana rahmet etsin Ey Ebu Eyyub” buyurdu.
          Ebu Eyyub Ensari, Hz. Ali (Aleyhisselam) dönemindeki bütün savaşlara katılmış ve savaş meydanlarında büyük kahramanlıklar göstermiştir.

          Ebu Eyyub’un İki Yahudi Münafığı Mescitten Kovması

          Bir grup Yahudi bilgini görünüşte İslam’ı kabul edip Müslümanların safına katılmışlardı, fakat gerçekte nifaklarını gizleyen Yahudiydiler. Bu grup mescitte Resulullah’ın (s.a.a) hadislerini dinliyor, sonra kendi aralarında Peygamberin (s.a.a) sözleriyle alay ediyorlardı.
          Vaktiyle Resulullah (s.a.a) onlardan bir grubun mescitte bir arada oturup fısıldaştıklarını gördü. Resulullah (s.a.a) Müslümanlara onları mescitten dışarı çıkarmalarını emretti.
          Ebu Eyyub Ensar’i, onlardan Amr b. Kays ve Rafi b. Vedia ismindeki iki yahudiyi mescitten dışarı attı.
          Ebu Eyyub, Amr b. Kays’ın bir ayağından tutarak çeke çeke götürdü ve mescitten dışarı attı. Daha sonra Rafi’nin yanına gelerek onun suratına sertçe vurdu. Onu mescitten dışarı atınca şöyle dedi: “Ey çirkef münafık! Geldiğin gibi, Resulullah’ın (s.a.a) mescidinden dışarı çık!”


          Resulullah’ın Ebu Eyyub Ensari’ye Vasiyetlerinden Bir Bölüm

          Emiru‘l-Müminin Ali (a.s) der ki: “Vaktiyle Ebu Eyyub Ensari, Resulullah’ın (s.a.a) huzuruna çıkarak; Ey Allah’ın Resulü! Bana kısa bir vasiyette bulunun, öğüdünüzü koruyacağıma söz veriyorum” dedi.
          Bunun üzerine Resul-i Ekrem (s.a.a) ona şöyle buyurdu: “Sana şu beş özelliği vasiyet ediyorum:
          1-Sana, insanların elindekinden ümidini kesmeni vasiyet ediyorum; bu özellik zenginliğe sebep olur.
          2-Tamahtan sakın; çünkü tamah peşin fakirliktir.
          3-Namaz kılarken dünyadaki son namazınmış gibi (sonra hemen ölecekmişsin gibi) namaz kıl.
          4-Özür dilemene sebep olacak şeylerden sakın (çünkü özür dilemek bir nevi zillettir).
          5-Din kardeşine kendin için beğendiğin şeyi beğen.”

          Ebu Eyyub, Hz. Ali’nin (Aleyhisselam) Has Şiilerindendir

          Resulullah’ın (s.a.a) ashabı arasında Ebu Eyyub Ensari’nin özelliklerinden biri de Resulullah’ın (s.a.a) vefatından sonra bir an bile onun gerçek halifesinin hattından sapmayıp itikadi ve siyasi alanda onun azimli şiilerinden olması ve hayatının sonuna kadar da böyle yaşamasıdır. Burada konunun açıklık kazanması için aşağıdaki noktalara dikkat edilmesi rica olunur:

          1-Ebu Eyyub’un İlk Halife Ebubekir’in Hilafetine İtirazı

          Resulullah (s.a.a), defalarca çeşitli münasebetlerde Hz. Ali’yi (a.s) kendisinden sonraki halife ve önder olarak belirlemiş ve Gadir-i Hum olayında da resmen onu bu makama atamıştır ancak insanlardan bir grup bundan yüz çevirmiştir. Hatta henüz o hazretin (s.a.a) pak cenazesi teşyi edilip defnedilmeden bir grup kendini bilmez insan Beni Saide Sakifesi’nde toplanarak Hz. Ali, Haşimoğulları, Selman, Ebuzer, Mikdad, Ammar, Ebu Eyyub gibi şahısların gıyabında Ebubekir’i Resulullah’in (s.a.a) halifesi olarak seçtiler. Sonra da korku ve dehşet yaratarak diğerlerinden zorla biat aldılar; öyle ki Hz. Ali’yi (a.s) zorla ve boynuna ip takıp çekerek biat almak için mescide götürdüler.
          Böyle bir ortamda, içlerinde Ebu Eyyub Ensari’nin de bulunduğu on iki kişi mescide gidip Ebubekir’e itiraz etmeye karar verdiler. Fakat daha önce Hz. Ali (a.s) ile müşavere ederek aldıkları kararı ona bildirmek istediler.
          Emirü’l-Müminin Ali (a.s) onlara şöyle buyurdu: “Ben sadece Ebubekir’in yanına (mescide) giderek Resulullah’tan (s.a.a) benim hakkımda duyduklarınızı ona söylemenize, böylece hücceti tamamlamanıza ve onların Resulullah’ın (s.a.a) emrinden uzaklaştığına daha bir açıklık kazandırmanıza müsaade ediyorum.”
          Muhacir ve Ensar’dan oluşan bu on iki kişi mescide gittiler. Günlerden Cuma’ydı. Ebubekir Cuma hutbesi için minbere çıkınca on iki kişi teker teker kalkarak birer konuşma yaptılar. İlk önce Muhacirler kalkarak konuştular, onları Ensar izledi. İlkin Halid b. Sa’d söz aldı, sonra sırayla Ebuzer, Miktad, Bureyde ve Ammar konuştu. Son konuşmacı olarak sıra Ebu Eyyub’a gelince ayağa kalktı ve şöyle dedi: “Ey Allah kulları! Peygamberinizin Ehlibeyt'i (a.s) hakkında Allah'tan korkun ve çekinin! Resulullah’ın (s.a.a) onlara bıraktığı haklarını onlara geri verin. Sizler çeşitli yerlerde defalarca Resul-i Ekrem'in (s.a.a) kardeşçe şöyle buyurduğunu duymuşsunuzdur: Ehlibeyt’im (a.s) benden sonra sizin imamlarınız ve önderlerinizdir. (Hz. Ali’ye işaretle); Bu adam iyi insanların emir ve önderi ve kâfirleri öldürendir. Onu yalnız bırakan kimse Allah tarafından yalnız bırakılır, ona yardım eden ise Allah tarafından yardım edilir.”
          Ebu Eyyub sonra şöyle devam etti: “Nübüvvet ailesine karşı yapmış olduğunuz zulümden dolayı tövbe edin. Allah Teâlâ şefkatli ve tövbeleri kabul edendir; Allah’ın yoluna sırt çevirmeyin!”

          2- İmam Rıza’nın (a.s) Dilinden Ebu Eyyub’un Gerçek Şiiliği

          İmam Rıza (a.s), Abbasi Halifesi Memun’un isteğiyle ona yazılı olarak beyan ettiği gerçek İslam’ın özetinde şöyle buyurur: “Emirü’l-Müminin Ali’nin (a.s) velayetini, Selman, Ebuzer, Mikdad, Ammar b. Yasir, Huzeyfe... ve Ebu Eyyubi Ensari gibi peygamberin yolunu izleyip, bu yolda sebat gösteren ve asla doğruluktan sapmayanlar gibi kabul etmek gerekir..."
          İmam Rıza’nın (a.s) bu yüce buyruğunda Ebu Eyyubi Ensari’den tam bir azimle İslam peygamberinin (s.a.a) yolunu izleyen ve onun emirlerini yerine getirmekte (aynı zamanda Hz. Ali’nin önderliği meselesinde) asla geri kalmayan sebatlı yüce bir şahıs olarak söz ettiğini görmekteyiz.

          3- Ebu Eyyub’un Osman Döneminde Hz. Ali’nin (a.s) İmametine Tanıklık Etmesi

          Üçüncü Halife Osman’ın hilafeti döneminde, Resulullah’ın (s.a.a) ashabından büyük bir grup mescitte toplanarak imamet ve hilafet meseleleri hakkında konuşuyorlardı. Mescitte iki yüzü aşkın insan vardı. Emiru’l-Müminin Ali ve Ebu Eyyub-i Ensari’de orada bulunuyordu.
          Hz. Ali (a.s) bu topluluğa konuşarak hücceti onlara tamamladı. Bu arada Gadir-i Hum olayını beyan ederek Resulullah’ın (s.a.a) şöyle buyurduğunu hatırlattı: “Ben kimin mevslasıysam Ali’de onun velisi ve önderidir. Allah’ım! Ona dost olana dost, düşman olana düşman ol!”
          Oradakilerin hepsi (özellikle Ebu Eyyub) “Evet, biz bunu Resulullah’tan (s.a.a) duyduk ve şimdi senin söylediklerine tanıklık ediyoruz dediler.”

          4- Ebu Eyyub’un Kufe’de Gadir-i Hum Olayına Tanıklık Etmesi

          Emiru’l-Müminin Ali (a.s) kendi hilafeti döneminde halkı bilinçlendirmek için Resulullah’ın ashabından Gadir-i Hum olayı hakkında tanıklık etmelerini isteyerek onlara yemin ettirdi.
          Hz. Ali (a.s) hicretin 35. yılında Kufe’ye ettiği seferlerin birinde Kufe meydanında bir konuşma yaptı. Bu konuşmasında; “Aranızdan Gadir-i Hum olayını duyanlar kalkarak tanıklık etsinler!” buyurdu.
          O toplulukta aralarında Ebu Eyyub-i Ensari’nin de bulunduğu on iki kişi kalkarak buna tanıklık ettiler.
          Riyah b. Haris-i Nehai der ki: “Vaktiyle bir grupla Kufe meydanında Hz. Ali’nin (Aleyhisselam) huzurundaydık. O sırada develere binmiş bir grubun bize doğru geldiğini gördük. Yanımıza vardıklarında develerinden inerek Emiru’l-Müminin Ali’nin (a.s) huzuruna giderek: Esselamu Aleykum Ya Emiru’l-Müminin ve rahmetullahi ve berekatuh (Allah’ın selamı, rahmet ve bereketi senin üzerine olsun ya Emiru’l-Müminin!) dediler.
          Hz. Ali (a.s); “Siz kimsiniz?” diye sordu.
          Onlar; “Biz senin köleleriniz!” dediler.
          Bunun üzerine Hz. Ali (a.s) gülerek; “Arap olduğunuz halde nasıl benim kölelerim olabilirsiniz!” buyurdu.
          Onlar dediler ki: “Biz Gadir-i Hum’da Resulullah’ın (Sallallahu Aleyhi ve Alihi ve sellem) senin elini tutarak; “Ey insanlar! Acaba ben size kendinizden daha evla değil miyim?” buyurduğunu duyduk. Bizde hep bir ağızdan “Evet ya Resulullah!” dedik.
          Bunun üzerine Resulullah (s.a.a); “Ben kimin mevlası ve önderiysem, Ali’de onun mevlası ve önderidir” buyurdu.
          Hz. Ali (a.s) onların bu sözünü duyunca; “Buna tanıklık ediyor musunuz?” buyurdu.
          Onlar; “Evet, ediyoruz” dediler.
          Hz. Ali (Aleyhisselam); “Hak üzere tanıklık ettiniz” buyurdu. Daha sonra onlar gittiler, ben de peşlerinden koşarak onlardan birine; “Siz kimsiniz?” diye sordum.
          Adam; “Biz Ensardanız ve (aralarından birine işaret ederek) bu da Ebu Eyyub’tur” dedi.
          Diğer bir hadiste ise şöyle geçer; Ebu Eyyub dedi ki: Ben bizzat Resulullah’tan (s.a.a) şöyle buyurduğunu duydum: “Ben kimin mevla ve emiri isem Ali’de onun mevlası ve emiridir. Allah’ım! Onu seveni sev, ona düşman olana düşman ol.”
          Emirü’l-Müminin Ali (a.s) Sıffin’de kendi ordusuna yaptığı konuşmasında da parlak geçmişini ve Gadir-i Hum olayını beyan etmiş ve bu konuda tanıklık etmelerine dair halka yemin ettirmişti. Orada Ebu Eyybi Ensari gibi Bedir savaşına katılan on kişi kalkarak o hazretin söylediklerinin doğruluğuna tanıklık etmişlerdir.

          Ebu Eyyub-i Ensari’nin On İki İmam’ın İmametine Tanıklığı

          Osman’dan sonra kendilerini Osman’ın taraftarları diye tanıtan bir grup, halkı Muaviye'’in hilafetine davet ediyordu. Buna karşı, Ammar Yasir ile arkadaşları kıyam edip Resulullah’ın Hz. Ali’yi (a.s) kendi halifesi olarak tayin ettiğini Müslümanlara açıklıyorlardı. Bir defasında Hz. Ali (Aleyhisselam) Kufe’de ordusuna yemin verdirerek onlardan beyan ettiği bir takım konulara tanıklık etmelerini istedi ve Gadir-i Hum olayını hatırlattı onlara.
          Bunun üzerine yetmiş kişi kalkarak Emirü’l-Müminin Ali’nin (a.s) sözlerinin doğruluğunu tastik ettiler. Daha sonra onlardan dört kişi, Ammar, Ebu’l Heysem, Ebu Eyyub ve Hüzeyfe kalkarak şu şekilde tanıklık ettiler:
          “Şehadet ediyoruz ki bu sözleri Resulullah’tan (s.a.a) duyduk ve beynimize yerleştirdik. O gün Ali (a.s) Resulullah’ın yanında durmuştu. Resulullah buyurdu ki: Ey insanlar! Allah Teâlâ bana, Kur’an’da itaatini müminlere farz kıldığı halifemi ve sizin imamınızı tanıtmamı emretmiştir...
          Ey İnsanlar! Şehadet ederim ki velayet ve imamet Ali b. Ebi Talib’e mahsustur. Onun halifeleri evlatlarım ve halifem olan kardeşimin evlatlarıdır. Onların ilki Ali (Aleyhisselam), ikincisi Hasan (Aleyhisselam), üçüncüsü Hüseyin (Aleyhisselam) ve sonra da Hüseyin’in evlatlarından gelen dokuz imamdır. Onlar Kevser havuzu başında bana ulaşıncaya kadar Kur’an’dan ayrılmazlar.”

          Ebu Eyyub’un On İki İmam’ın (a.s) İmameti Konusundaki Rivayeti

          Ebu Eyyubi Ensari, Resulullah’tan (Sallallahu Aleyhi ve Alihi ve sellem) şöyle nakleder; O hazret (s.a.a) buyurdular: “Ben peygamberlerin efendisiyim, Ali’de vasilerin efendisidir ve benim iki torunum (Hasan ile Hüseyin) torunların en üstünüdür. Hüseyin’in soyundan gelecek olan masum imamlar bizdendir. Bu ümmetin Mehdi’si (Hz. Kâim) bizdendir.”
          Bedevi Araplardan biri kalkarak; “Ya Resulullah!” dedi; “Sizden sonraki imamlar kaç kişidir?” Hz. Resulullah (s.a.a): “Onların sayısı Hz. Musa’nın torunları, Hz. İsa’nın havarileri ve İsrailoğulları’nın önderleri kadardır” buyurdu.”

          Osman’ın Hilafetine Muhalefeti

          Osman’ın adaletsiz tutumu, Medine halkının ve diğer İslam beldelerinin itirazına yol açtı. O sırada Medine’de oturan Ebu Eyyubi Ensari ve Ammar Yasir gibi sahabeler de açıkça itirazlarını dile getiriyorlardı.
          Ebu Eyyub, Resulullah’ın (Sallallahu Aleyhi ve Alihi ve sellem) Medine’deki diğer ashabıyla birlikte diğer beldelerdeki sahabelere şu şekilde bir mektup yazdılar: “Sizler kendi bölgelerinizde çaba gösterip cihat etmektesiniz. Fakat İslam’ın asıl merkezinde olan Medine’de Muhammed’in (s.a.a) dini halifenin yanlış tutumlarıyla alay konusu olmuştur. Medine’ye gelerek Muhammed’in (Sallallahu Aleyhi ve Alihi ve sellem) dinini kurtarın!”
          Ebu Eyyub, Osman’ın öldürülmesinden sonra okuduğu hutbelerinden birinde Osman’ın dönemindeki sapmalara işaret ederek insanları Hz. Ali’nin (a.s) hilafetine davet etmiştir.

          Muaviye’nin Tehdit Edici Mektubu

          Muaviye, Ebu Eyyub’a bir mektup yazdı. Bu mektup Ebu Eyyub’a ulaşınca Muaviye’nin ne demek istediğini anlamayınca mektubu alarak Hz. Ali’nin (Aleyhisselam) huzuruna gitti ve “Ciğer yiyen Hind’in oğlu ve münafıkların sığınağı Muaviye bana bir mektup yazmış ama bu mektupta ne demek istediğini anlayamadım” dedi. Hz. Ali (Aleyhisselam) mektubu okuyunca şöyle buyurd: “Muaviye, Osman’ın öldürülmesini unutmayacağını ima ediyor.”
          Daha sonra Muaviye mektubunun alt kısmında Ebu Eyyub’a hitaben sekiz beyitlik tehdit edici bir şiir yazmıştı. Şiirin bir mısrası şöyleydi: “Ey Ebu Eyyub! Bunu bil ki, benimle senin kavminin ilişkisi kurtla küçük bir kuzunun ilişkisine benzer.”
          Ebu Eyyub Muaviye’nin mektubuna şöyle bir cevap verdi:
          “Sen bir mektup yazarak bizleri Osman'ın katilleri olarak tanıtmışsın. Şunu bil ki, Osman’ın öldürülmesini bekleyen sendin! Yezid b. Esed ile gelen Şam halkının ona yardım etmesini engelleyen yine sendin. Onu öldürenler Ensar (Medine Müslümanları) değillerdi.”
          Ebu Eyyub mektubunun sonunda misilleme yaparak, şu şiirle Muaviye’ye cevap vermiştir:
          “Ey Harb’ın oğlu! Bizi tehdit etme. Biz öyle bir grubuz ki, kincilerden hiç biriyle dostluk etmeyiz.
          Ey küfür ve şirk partisinin oğlu! Sizin hepiniz (istediğiniz kadar) çalışın. Biz kıyamete kadar sizin hoşnutluğunuza sebep olmayız.
          Biz öyle kimseleriz ki, sapıkları, yoldan çıkanları doğru yola getirmek için ezeriz. Ali (a.s) hakkında şunu bil ki, kuşlar göklerde uçtuğu müddetçe biz ondan asla ayrılmayız.”
          Bu mektup Muaviye’ye ulaşınca onu kendisinden uzaklaştırdı.

          Ebu Eyyub, Hz. Ali’nin (Aleyhisselam) Hilafeti Döneminde Büyük Bir Komutan

          Osman’ın öldürülmesinden sonra başlarında Ammar Yasir, Malik b. Eşter ve Ebu Eyyub-i Ensari gibi seçkin sahabelerin bulunduğu bir gru toplanarak Emiru’l-Müminin Ali’nin (a.s) huzuruna gittiler ve o hazreti Müslümanların halifesi ve Emiru’l-Müminin olarak tanıyarak biat ettiler. Ebu Eyyub, Hz. Ali’nin (Aleyhisselam) şehadetine kadar İmam Ali’nin (a.s) ordusunun komutanlarından ve yakın yaranından biriydi. Bütün olaylarda Hz. Ali (a.s) ile (Aleyhisselam) omuz omuza üzerine düşen görevi yapıyordu.
          Hz. Ali’nin (Aleyhisselam) dört yıl, dokuz ay ve kaç gün süren hilafeti döneminde üç büyük iç savaş vuku buldu. Bu savaşlar sırasıyla şunlardır:
          1-Cemel Savaşı: Talha, Zübeyr ve Ayşe’nin ittifakıyla Basra’da İmam Ali’nin (Aleyhisselam) ordusuyla yapılan Nakisun (biati bozanlar) grubunun savaşı.
          2-Sıffin Savaşı: Kasitin (Hak ve adaletten uzak olanlar) diye tanınan Muaviye ile taraftarlarının Sıffin’de başlattıkları savaş.
          3-Nehrivan Savaşı: Hz. Ali’nin (Aleyhisselam) emrinden çıktıkları için Marikin diye tanınan Hariciler’in Hz. Ali’ye (Aleyhisselam) karşı açtıkları savaş.
          Ebu Eyyub, Hz. Ali’nin (Aleyhisselam) ordusunda her üç savaşa katılmış ve ordu komutanlığı yapmıştır. Fedakârlık ve yiğitliğiyle Hz. Ali’nin (Aleyhisselam) ordusunun düşman askerlerine galibiyetinde önemli bir rol oynamıştır. Burada Ebu Eyyub’un yiğitliklerinden bazı örnekler vereceğiz:

          Hz. Ali’nin (a.s) Ebu Eyyub’u Medine’de Kendi Yerine Bırakması

          Hz. Ali (Aleyhisselam) biati bozanlara engel olmak için ordusuyla Medine’den hareket etmeye hazırlanıyordu. İşte o hassas dönemde güçlü önderliğiyle Medine ve Hicaz’ı her türlü felaketten koruyabilecek güçlü birini Medine’de kendi yerine bırakması gerekiyordu.
          Bu iş için en uygun kişinin Ebu Eyyub-i Ensari olduğunu düşünerek onu kendi yerine bırakarak Irak’a doğru hareket etti.

          Ebu Eyyub Cemel Savaşında

          Hz. Ali (Aleyhisselam) ordusuyla birlikte Basra’ya doğru yola çıkınca Ebu Eyyub kendisinin de savaşa katılmasını gerekli gördü. Medine’de Ensar’dan ve diğer Müslümanlardan yardım istedi. Emri altına toplanan bin kişiyle Basra’ya doğru hareket etti. Munzir b. Car der ki: Basra çölünde, ansızın sayıları bini bulan tamamen donanmış bir ordu ortaya çıktı. Ordunun başında elinde bayrak, başında savaş miğferi, üzerinde beyaz bir elbise bulunan ve kılıcını boynuna asmış biri vardı. O bayraktarın kim olduğunu sorduğumda onun Ebu Eyyub-i Ensari olduğunu, Ensar ve diğer Müslümanlarla Hz. Ali’ye (Aleyhisselam) yardıma geldiğini söylediler.

          Ebu Eyyub, Savaş Başlamasın Diye Aracı Oluyor!

          Cemel savaşı başlamadan önce Ammar Yasir arkadaşları Ebu Eyyub Ensari, Sehl b. Huneyf ve Ebu-l Heysem ile Hz. Ali'ın (Aleyhisselam) huzuruna giderek durumun aydınlık kazanması ve her türlü şüphenin giderilmesi için minbere çıkarak halka nasihat edip aydınlatmasını istediler.
          Hz. Ali (Aleyhisselam) bu öneriyi kabul ederek minbere çıkıp savaş hakkında açıklamaşar yaptı. Sonra minberden aşağı inerek iki rekât namaz kıldı. Namazdan sonra Ammar Yasir ile Abdurrahman b. Hasel’i mescidin diğer tarafında durmuş olan Talha’yla Zübeyr’in yanına gönderdi. Onlar Talha ve Zübeyr ile biraz konuştuktan sonra onları Hz. Ali’nin (Aleyhisselam) yanına getirdiler. Hz. Ali (Aleyhisselam) Talha ve Zübeyr’le konuştu. Talha ile Zübeyr Hz. Ali’nin (Aleyhisselam) huzurunda şu iki şeyi söz konusu ettiler:
          1-Biz, hükümet konusunda bizleri de kendi müşavirlerinden etmen için sana biat elini uzattık.
          2-Beytul maldan bize verilen maaş diğerlerinden çok olmalıdır...
          İmam Ali (Aleyhisselam) onlara ikna edici cevaplar verdiyse de onlar adalete aykırı davranarak gururlarını kırmayıp inatlarına devam ettiler. Savaşın gerçekleşmemesi Ammar Yasir ile arkadaşlarının çabaları ve Hz. Ali’nin (Aleyhisselam) nasihatleri o kalp gözü kör kibirli kişilere etki etmedi. Onlar gidip savaş ateşini körüklemeye devam ettiler. (Elbette bu olaydan sonra savaş başlarken Zübeyr savaştan çekilerek Basra’yı terk etti ve sonunda namaz kılarken İbn-i Cermuz tarafından öldürüldü.)

          Ebu Eyyub’un Hz. Ali’nin (Aleyhisselam) Hakkaniyeti Hakkındaki Rivayeti

          Cemel ve Sıffin savaşında İbrahim b. Alkame b. Kays ve Esved b. Yezid isminde iki kişi Ebu Eyyub’un yanına gelerek şöyle itirazda bulundular: “Allah Teâlâ, Resulullah’ın (Sallallahu Aleyhi ve Alihi ve sellem) devesine senin evinin önünde oturmasını ilham ederek sana ikramda bulundu ve böylece Resulullah’ı (s.a.a) ağırlama iftiharı sana nasip oldu. Şimdi Ali’nin yanında yer alarak onun safında (Müslümanlarla) mı savaşıyorsun?”
          Ebu Eyyub onlara şöyle cevap verdi: “Allah’a yemin ederim ki bir gün Resulullah’ın (Sallallahu Aleyhi ve Alihi ve sellem) huzurundaydım. Ali (Aleyhisselam) o hazretin sağ tarafında ben de karşısında oturmuştum. O sırada kapının hareket ettiğini gördük. Resulullah (Sallallahu Aleyhi ve Alihi ve sellem) Enes’e; “Bak kapıda kim durmuş?” buyurdu.
          Enes, kapıyı açtı ve “Ammar Yasir” dedi. Bunun üzerine Resulullah (Sallallahu Aleyhi ve Alihi ve sellem); “Kapıyı soyu temiz ve pakzade Ammar’a açıver” dedi.
          Enes kapıyı açtı Ammar içeri girerek selam verdi. Resulullah (Sallallahu Aleyhi ve Alihi ve sellem) Ammar’ın selamını aldı ve ona hoş geldin dedi. Sonra buyurdu ki: “Ey Ammar! Yakında benden sonra ümmetin arasında ihtilaf çıkacak, çekişmeler meydana gelecektir, öyle ki kılıçlarla birbirlerine saldırıp birbirlerini öldüreceklerdir, birbirlerinden uzak duracaklardır. Bu durumda sen sağ tarafımdaki bu adamla, yani Ali’yle birlikte ol. O durumda insanların hepsi bir yolda gider de Ali tek başına başka bir yolda hareket ederse bütün insanların yolunu bırak, Ali’nin (Aleyhisselam) yolundan git. Ey Ammar! Bil ki Ali (Aleyhisselam) seni hidayet yolundan saptırmaz...
          Ey Ammar! Ali’ye (Aleyhisselam) itaat bana itaattir, bana itaat de Allah'a itaattir."

          Sıffin Savaşında Azimle Savaşması

          Ebu Eyyub-i Ensari, Cemel savaşından sonra, emrindeki orduyla (Ensar ve diğer Medineli Müslümanlarla) birlikte Hz. Ali’nin (Aleyhisselam) ordusuyla Kufe’ye döndü ve Sıffin savaşında Hz. Ali’nin (a.s) ordusunda Muaviye’ye karşı yılmaz savaşçılarından oldu.
          Bir gün Sıffin’de savaş meydanından dönerken Müslümanlardan ikisi Ebu Eyyub’un yanına gelerek dediler ki: “Ey Ebu Eyyub! Allah Teâlâ, Resulullah’ın (s.a.a) hicret ederken senin evine inmesiyle değerini yüceltti ve onun devesini senin evinin önünde oturttu. Şimdi de boynuna kılıç asmış “la ilahe illellah” diyenlerle savaşmaya mı geldin?”
          Ebu Eyyub onlara şöyle cevap verdi: “Bir önder kendi halkını aldatmaz. Resulullah bize Ali’nin (Aleyhisselam) safında üç grupla savaşmamızı emretmiştir. Onlar Nakisin, Kasitin ve Marikin’dirler. Nakisin, (biati bozanlar) Cemel savaşını meydana getiren Basra’da savaştığımız Talha ve Zübeyr’dir. Kasitin (hak ve adaletten sapanlar) şimdi kendileriyle savaştan döndüğümüz Muaviye ve Amr As’tır. Marikin ise şimdi kim olduklarını bilmediğimiz hurma, gölgelik ve nehirlerin sahipleridirler, fakat Allah’ın izniyle onlarla da savaşmak zorunda kalacağız.”
          Resulullah’ın (s.a.a) Ammar Yasir’e hitaben şöyle buyurduğunu duydum: “Ey Ammar! Zalim bir grup seni öldürecektir; sen o durumda hak ilesin ve hak da seninledir. Ya Ammar! İnsanların hepsi bir yolda hareket eder de Ali tek başına başka bir yolda hareket ederse, sen Ali’nin (Aleyhisselam) gittiği yoldan git. Ey Ammar! Bil ki Ali (Aleyhisselam) seni hidayet yolundan alıkoyup sapıklığa sürüklemez.”
          Yine buyurdu ki: “Ey Ammar! Kim kılıç kuşanarak Ali’ye (Aleyhisselam) düşmanlarına karşı yardım ederse Allah Teâlâ kıyamette onun boynuna inciden bir gerdanlık asar; kim de kılıç kuşanarak Ali’nin (Aleyhisselam) düşmanına yardım ederse Allah Teâlâ kıyamette onun boynuna ateşten bir gerdanlık (halka) asar.”

          Orduyu Düşmana Karşı Savaşa Teşvik Etmesi

          Sıffin savaşında bazen Hz. Ali’nin (Aleyhisselam) ordusu düşmana saldırıda gevşek davranıyordu. Sanki yorulmuş savaşmaktan bıkmış gibiydiler. Hz. Ali (Aleyhisselam) onları toplayarak bir hutbe okuyup nasihatte bulundu ve hutbesinin bir bölümünde şöyle buyurdu: “Ey insanlar! Sizleri düşmanla savaşa gönderdim ama gitmediniz. Söyledim ama sözümü duymadınız. Size nasihatte bulundum da kabul etmediniz. Siz hazırdaki gayıplar gibisiniz; kulağınız var ama sağırsınız. Sizleri hikmet ve aydın görüşlü olmaya davet ediyor, nasihatte bulunuyor ve azgın düşmanla savaşa çağırıyorum da daha sözüm bitmeden Seba kavmi gibi dağıldığınızı görüyorum...”
          Hz. Ali’nin (Aleyhisselam) bu sözlerinden sonra Ebu Eyyub’un yerinden kalkarak şöyle bir konuşma yaptığı rivayet edilmiştir: “Ey insanlar! Doğrusu Emirü’l-Müminin Ali (Aleyhisselam) işiten, kulakları olan ve anlayan kalpleri bulunanlara sözlerini ulaştırdı. Allah Teâlâ sizleri Hz. Ali (Aleyhisselam) gibi birinin değerli varlık nimetiyle yüceltmiştir; fakat ne yazık ki gerektiği gibi kadrini bilmemektesiniz. Bu peygamberinizin (s.a.a) amcası oğlu, Müslümanların en üstünü ve peygamberden (s.a.a) sonra Müslümanların önderidir. Sizlere dini görevlerinizi öğretir ve zalimlerle cihada davet eder. Vallahi! Sizler sağırmış gibi duymuyorsunuz, kalpleriniz körmüşcesine onun davetine icabet etmiyorsunuz.
          Ey Allah kulları! Acaba dünü (Osman’ın hilafetini) unuttunuz mu? Zulüm gölgeleri üzerinizi kaplamış, genel bir bela şehirlerinizin üzerini örtmüştü. İnsanların hakları çiğneniyordu. Kişilerin haysiyeti beş paralık oluyordu. Yüzler tokat yiyor, karınlar tekmeleniyor ve bedenler çırılçıplak yakıcı güneşin altında kızartılıyordu. Şimdi Emirü’l-Müminin Ali (Aleyhisselam) hak ve adalet bayrağını dalgalandırıp Kur’an’ın emirlerini uygulamak için gelmiştir. Allah’a bu büyük nimetinden dolayı şükredin ve suçlu olarak ondan yüz çevirmeyin. “Duyduk” diyen fakat duymayan insanlar gibi olmayın. Kılıçlarınızı bileyip savaş aletlerinizden pasları silin ve cihada hazır olun. Cihada davet edildiğinizde icabet edin ve size emir edildiğinde itaat edin ki doğrularla birlikte olasınız.”

          Nehrivan Savaşında

          Hakemlik olayı Hz. Ali’nin (Aleyhisselam) dostlarından sayılan büyük bir grubun saparak Hariciler diye tanınmalarına, Hz. Ali’yi (Aleyhisselam) tekfir etmelerine ve Hz. Ali’nin (Aleyhisselam) ordusu arasında zehirli ve yıkıcı tebliğlerde bulunmalarına sebep oldu. Hz. Ali’nin (Aleyhisselam) nasihat ve sözleri kalp gözleri körelmiş o beyinsizlere etki etmedi. Hz. Ali’ye (Aleyhisselam) karşı savaş ilan ettiler ve o hazretin ashabından bazılarını öldürdüler. Hz. Ali (Aleyhisselam) emrindeki ordusuyla Muaviye ile savaşmak için hazırlanınca ashabının önerisiyle ilk önce Haricilerle savaşıp iç düşmanları ortadan kaldırmaya, sonra Sıffin’e hareket etmeye karar verdiler.
          Nihayet “Hervera” (Kufe yakınında bulunan nehirin aşağısı) denen bir yerde Nehrivan savaşı vuku buldu ve Haricilerin dört bin kişilik ordusundan on kişiden azı ancak canını kurtarabildi. Hz. Ali’nin (Aleyhisselam) ordusundan da on kişiden azı şehit düştü. Bu olay hicretin 38. yılında vuku buldu.
          Ebu Eyyub-i Ensari, tam bir bilinçle bu savaşta etkili faaliyetlerde bulunuyor ve çeşitli sorumlulukları üstleniyordu; bu savaşta Ebu Eyyub’un bazen konuşmalarıyla Haricileri barış ve tövbeye davet ettiğini, nasihat ve kanıtlarla hücceti tamamlayarak şöyle buyurduğunu görüyoruz:
          “Ey Allah kulları! Dün sizinle bir saftaydık. Aramızda hiç bir ayrılık yoktu. O halde neden savaşıyoruz? Gelin sapıklıktan vazgeçin...”
          Bazen bayrağını elinde tutarak, Hariciler’den tövbe edenlerin onun altına gelerek kurtulmalarını sağlıyordu.
          Bazen aslanlar gibi Hz. Ali’nin (Aleyhisselam) ashabıyla birlikte kalbi katılaşmış düşmana saldırıp Zübeyr b. Hisn, Abdullah b. Veheb, Ziyad b. Hasfe ve Haricilerin önderi Hurkus b. Zuheyr gibi düşmanın önderlerini cehenneme yolluyordu.
          O bu savaşta Hz. Ali’nin (Aleyhisselam) ordusunun sağ kolunun kumandanı idi. Ebu Eyyub emrindeki bin kişiye hitaben şöyle diyordu: “Düşmana saldırın. Vallahi! Sizlerden on kişi ölmeyecek, düşmandan ise on kişi kurtulmayacaktır.”
          Ebu Eyyub’un komutasındaki ordu düşmana saldırarak onları bozguna uğrattı. Düşman askerlerinden sadece sekiz kişi kurtuldu, Hz. Ali’nin (Aleyhisselam) ordusundan ise dokuz kişi şehit oldu.
          Evet, Ebu Eyyub, bu gaybi haberi Resulullah (Sallallahu Aleyhi ve Alihi ve sellem) ve Hz. Ali’den (Aleyhisselam) duymuş, aydın görüş ve inançla düşmana karşı savaşmış ve düşmanın yenilgiye uğramasında büyük bir rol oynamıştır.

          Hariciler’in Kurucusunu Öldürmesi

          Hicretin sekizinci yılında vuku bulan Huneyn savaşında, İslam ordusu Resulullah’ın (Sallallahu Aleyhi ve Alihi ve sellem) önderliğinde düşmana galip geldi ve çok fazla ganimetler elde ettiler. Resulullah (Sallallahu Aleyhi ve Alihi ve sellem) savaştan sonra ganimetleri Müslümanlar arasında bölüştürdü. O sırada siyah bir adam ileri çıkarak küstah bir şekilde Resulullah’a; “Sen ganimetlerin taksiminde adalete uymuyorsun!” diye itiraz etti. Bunun üzerine Resulullah (Sallallahu Aleyhi ve Alihi ve sellem): “Eğer ben adalete uymazsam kim uyar?” buyurdu.
          Sonra ashaba dönerek buyurdu ki: “Bu adam Kur’an okuyan, fakat Kur’an’ın boğazlarından aşağı inmediği (Kur’an’a amel etmeyen) kimselerle birlikte isyan edecektir.”
          O adam sonraları Hariciler’in temelini atan, sonunda da Nehrivan savaşında Hz. Ali’nin (Aleyhisselam) ordusu tarafından öldürülen Hurkus b. Zuheyr-i Sa’di'dir.
          Kalp gözleri kör olan bu adam uzun boylu, siyaha çalan buğday renkli ve beli büküktü; secde izleri alnında belliydi. Temimoğullarından olan bu adamın pazularından birinin üstünde kadın göğsü gibi fazla bir et parçası olduğu için ona "Zussedye” (memeli) diyorlardı. Ashaptan bazıları onu öldürmek istiyorlardı. Fakat Resulullah (Sallallahu Aleyhi ve Alihi ve sellem) buyurdu ki: “Bırakın onu; onun yakında okun yaydan çıkması gibi dinden çıkan izleyicileri olacaktır. Benden sonra Allah Teâlâ onları yarattıklarından en sevgilisinin eliyle öldürecektir.”
          Ebu Said-i Hudri der ki: “Ben şahadet ederim ki her iki olayda (Huneyn savaşında ganimetler bölüştürülünce ve Hz. Ali (Aleyhisselam) Nehrivan’da Haricilerle savaşırken) vardım. Resulullah’a (s.a.a) itiraz eden ve Resulullah’ın (s.a.a) sıfatlarını belirttiği o adam (Hurkus) Hariciler’in savaşında Hz. Ali’nin (Aleyhisselam) ordusu tarafından öldürüldü.”
          Sözün kısası, Hurkus b. Zuheyr-i Zussedye Hariciler’in fikir babası ve bu fırkanın kurucusudur. Bu katı kalpli adam o kadar cahil ve küstahtı ki Hakemeyn olayında Hz. Ali’nin (Aleyhisselam) huzuruna gelerek o hazrete hitaben; “Yaptığın hatadan dolayı tövbe et” dedi.
          Burada dikkat çeken nokta, bazı rivayetlere göre bu katı kalpli ve küstah adamın Nehrivan savaşında Ebu Eyyub-i Ensari’nin eliyle öldürülmesidir.
          Nehrivan savaşından sonra, Hz. Ali (Aleyhisselam) ashabına şöle buyurdu: “Ölenler arasında memesi olan erkeği bulun!” Ashap aradılarsa da onu bulamadılar. Hazret: “Dikkatli arayın!” buyurdu. Onlar da giderek tekrar aramaya başladılar, aradan çok geçmeden onun öldürüldüğünü Hz. Ali’ye (Aleyhisselam) haber verdiler. Hz. Ali (Aleyhisselam) bu haberi duyunca tekbir getirerek şükür secdesine kapandı. Bunu gören yanındakiler de şükür secdesi ettiler. Sonra Hz. Ali (Aleyhisselam) ashabına şöyle buyurdu: “Vallahi! Yalan söylemiş değilim. Bilin ki sizler insanların en kötüsünü öldürdünüz.”

          Ebu Eyyub Sıffin’e Hareket Ederken On Bin Askerin Komutanı

          Nehrivan savaşından sonra, Emirü’l-Müminin Ali (Aleyhisselam) ordusuyla birlikte Kufe’ye döndü. Hz. Ali (Aleyhisselam) ordusunu tekrar Muaviye’yle savaşmak için hazırlayarak harekete hazır oldu.
          Nuf Bukali der ki: Emirü’l-Müminin Ali (Aleyhisselam) uzun bir hutbe okudu ve sonra yüksek sesle şöyle buyurdu: “Ey Allah’ın kulları! Cihat! Cihat! Ben bu gün ordumu ordugâha doğru hareket etmesi için hazırlıyorum. Allah’ın mülakatını arzulayanlar bizimle gelsinler!”
          O gün Hz. Ali (Aleyhisselam) ordusunu bir kaç gruba ayırdı. On bin askere oğlu Hüseyin’i, on bin kişinin başına Kays b. Sa’d’ı ve on bin askerde e Ebu Eyyub-i Ensari’yi komutan olarak atadı.
          Fakat bir hafta geçmeden melun İbn-i Mülcem İmam Ali’ye (Aleyhisselam) kılıç darbesi indirdi. Bunun üzerine ordugâhta hazırkıta bekleyen askerler geri döndüler. O sırada bizim durumumuz çobanı olmayan ve her taraftan kurtların saldırısına uğrayan koyun sürüsü gibiydi.”

          Ebu Eyyub-i Ensari’nin Ölümü

          Muaviye’nin hilafeti dönemiydi. Artık Ebu Eyyub yetmiş yaşını geçmiş ve yaşlanmıştı fakat genç bir kalbe sahipti. O, daima İslam savunucularının öncülerinden biri olmuştur. Rumların İslam’a darbe indirmek için fırsat kolladıklarını ve uygun bir fırsatta İslam sınırlarına saldıracaklarını haber verdiler. Rumların bu saldırısı önlenmeliydi. Çünkü her ne kadar da Muaviye İslam hilafetini gerçek sahipleri olan Ehlibeyt’ten (Aleyhisselam) gasbetmişseydi de buna rağmen o durumda İslam’ın temeli büyük bir tehlikeyle karşı karşıyaydı.
          Her halukârda Ebu Eyyub, İslam ordusuyla Rum’a doğru hareket etti, fakat İslam ordusuyla birlikte şimdiki İstanbul olarak bilinen Kostantiniye yakınlarında Rumlarla savaşırken hastalanarak vefat etti. Hayatının son anlarında arkadaşları ona: “Bir isteğin var mı?” diye sorduklarında şöyle dedi: “Dünyaya hiç bir ihtiyacım yoktur; fakat cenazemi alarak düşman topraklarında ilerleyin ve en son noktada beni toprağa verin. Çünkü ben Resulullah’ın (s.a.a): “Kostantaniye (İstanbul) surları yakınlarında benim ashabımdan salih bir kul defnedilecektir” buyurduğunu duydum ve o kişi ben olmak isitiyorum.”
          Bu sözlerden sonra Ebu Eyyub vefat etti. İslam ordusundan birkaç kişi onun cenazesini elleri üzerine alarak ilerliyorlardı. Kayser (Rum padişahı); “Bu kimin cenazesidir, onu nereye götürüyorsunuz?” diye sordu.
          Müslümanlar dediler: “Bu, peygamberimizin (s.a.a) ashabından birinin cenazesidir; o, senin topraklarında defnedilmeyi bizlere vasiyet etmiştir.”
          Bunun üzerine Rum padişahı: “Siz buradan gittiğinizde onun kabrini açarak cenazesini yırtıcı hayvanlara atacağız” dedi.
          Müslümanlar: “Bunu yapacak olursan Arap beldelerinde bir Hristiyanı sağ bırakmayız, bütün kiliseleri yerle bir ederiz” dediler.
          Böylece Ebu Eyyub’u İstanbul’un yakınlarında defnettiler ve mezarını belirlediler. Bu gün Ebu Eyyub’un İstanbul’un merkezinde yer alan türbesi bütün Müslümanların ziyaretgâhı durumundadır.
          Evet, Ebu Eyyub, cenazesinin oraya defnedilmesini vasiyet ederken bile bununla İslam ve Ehlibeyt (a.s) mektebinin tanınıp ilerlemesine bir vesile olmasını ve o bölgede İslam’ın yayılıp güçlenmesine sebep olmasını istiyordu.
          Allah’ın bütün salih kullarının, Allah yolunun şehitlerinin ve bütün İslam mücahitlerinin selamı senin üzerine olsun ey peygamberin (s.a.a) fedakâr mükrimi ve ey Hz. Ali’nin (Aleyhisselam) ihlâslı Şiisi ve ey müşriklere, münafıklara ve din düşmanlarına karşı yılmadan mücadele eden İslam kahramanı!

          Yorum


            #6
            Ynt: İmam Ali'nin (a.s) Ashabı

            6-EBUZER EL-GIFÂRÎ CÜNDEB BİN CÜNÂDE

            Ebuzer el-Gıfârî’nin inişli çıkışlı yaşantısı mücadeleyle başladı ve mücadeleyle de son buldu. O, fesat ve yanlışlıkla mücadele edenlerin kahramanı; uşaklık edenlerin ve nifakçıların en büyük düşmanıdır.
            Ebuzer, Gifar kabilesindendi. Bu kabile Mekke ile Medine arasında ikamet eden ve tamamı putlara tapan müşriklerdi. Ayrıca yağmacılık ve soygunculukta dillere destan kötü bir kabileydiler.
            Ebuzer, yaşadığı çevre ve ortamın inancının tesirinde kaldığından gençliğini putperestlikle geçirdi. Ancak temiz kalpli ve aydın fikirli olduğundan Resulullah’ın huzuruna varmadan önce putperestliği bırakmış ve tek bir Allah’a inanmıştı. Temiz kalpliliği ve basireti sayesinde ruhu tevhidi kabul etmeye hazırdı. Küçük bir hadise onun tamamen inancını değiştirip putpereseliği (babalarının dinini) terk etmesine neden oldu.

            Bu Olay Neydi?

            Ebuzer, bir gün sahraya koyun otlatmak için çıkmış ve inancının gereğince putunu da yanına almıştı. Tuvalet ihtiyacı duyduğu için putu yere koyarak ondan uzaklaşmıştı. Döndüğünde karşılaştığı sahne onu çok şaşırttı! Bir tilkinin putu pislettiğini ve putunun da onun karşısında sessiz kaldığını görünce, kalbinin nurunu örten perde kenara itildi ve şöyle söyledi: “Bu nasıl bir ilahtır, sahradaki bir tilkiden kendisini koruyamayan bir ilah beni nasıl koruyacak?”
            O, bu olayı gördükten sonra puta tapmayı bırakıp, bir olan Allah’a inanarak O’na tapmaya başladı. Ebuzer, Resulullah’ı (Sallallahu Aleyhi ve Alihi ve sellem) ziyaret etmeden üç yıl önce namaz kılıyordu. Vaktiyle ona: “Namaz kıldığında hangi kıbleye yöneliyordun?” diye sorduklarında “Allah’ın yönelttiği yere doğru namaz kılıyordum”cevabını verdi.

            Ebuzer Hak Dini Arıyor!

            Yukarıda da belirttiğimiz gibi Ebuzer’in temiz ve aynın kalpli oluşu, onu tevhide ulaştırdı ve putu terk etmesine neden oldu. Ama bu kadarı ona yetmiyordu. Marifetini tamamlama ve gerçek dini bulma çabasındaydı. Onu Allah’a daha çok bağlayacak, manevi ve ruhi tekâmüle eriştirecek bir din arayışı içindeydi.
            Ebuzer, bu araştırma sırasında Mekke’de birinin kalkıp peygamberlik iddiasında bulunduğunu duydu. Daha fazla bilgi alabilmek için kardeşini Mekke’ye yolladı. Kardeşi döndüğünde kısaca şöyle bir haber getirmişti: “O, insanları iyi işlere davet ediyor, kötülükten alıkoyuyor ve yüce ahlakî erdemlere davet ediyor.”
            Bu kısa haber Ebuzer’i sevindirmiş ancak tatmin etmemişti. Kendisinin bizzat gidip yakından araştırması gerektiğini anlayınca ekmeğini, suyunu alıp, Mekke’ye doğru yola koyuldu. Mekke’ye vardığında Peygamber (s.a.a) ile görüşmenin pekte kolay olmadığını gördü. Bir taraftan onu tanımıyor, evini bilmiyor, diğer taraftan da orada baskı söz konusuydu. Eğer Kureyş, birinin gelip Muhammed’i (Sallallahu Aleyhi ve Alihi ve sellem) görmek ve O’nun getirdiklerini öğrenmek istediğini duyduklarında onun suyunu ısıtırlardı. Bu yüzden Peygamberle (s.a.a) görüşmek için akşama kadar bir çözüm yolu bulamadı. Gece karardığında Mescidü’l-Haram’da kalmak istedi. Yabancı biri olduğu, Hz. Ali’nin (Aleyhisselam) dikkatini çekmişti. Ali (Aleyhisselam) ona yaklaşarak: “Sen hangi kabiledensin?” diye sordu. O: “Gifar kabilesindenim" diye cevap verdi. Ali (Aleyhisselam) şefkat ve merhamet dolu bir dille onu evine davet etti. O, Ali’nin (Aleyhisselam) davetini kabul etti ve geceyi orada geçirdi, ama sırrını ona açmadı. Hz. Ali’de (Aleyhisselam) ona bir şey sormadı.
            Ebuzer, ertesi gün de asıl yitiğini aradı ama hiç bir netice alamadı. Akşamleyin Mescidü’l-Haram’a dönüp geceyi orada geçirmek istiyordu. Yine Ali (Aleyhisselam) ona yaklaşarak şöyle dedi: “Kendi evinin yolunu tanımanın zamanı gelmedi mi daha?”
            Hz. Ali’nin (Aleyhisselam) şefkatli daveti üzerine bir gece daha hazretin evinde uyudu. Yine ne Ali (Aleyhisselam) ona birşey sordu, ne de o. Kendi kalbindeki sözü ona açtı. Ancak evi terk ederken dedi ki: “Başkasına söylemeyeceğine söz verirsen sana bir şey söylemek istiyorum.” Ali (Aleyhisselam) ona söz verdi. Ebuzer, Mekke’ye gelmekteki hedefinin ne olduğunu hazrete söyledi; kardeşinin yeterli haberler getiremediğini, kendisinin Peygamberi (s.a.a) yakından görmek istediğini ve sözlerini duymak istediğini söyledi.
            Ali (Aleyhisselam) ona şu cevabı verdi: “Ben yarın seni, Peygamberin (Sallallahu Aleyhi ve Alihi ve sellem) olduğu yere götüreceğim, ama Resulullah’ın (s.a.a) düşmanları bu durumu bilseler sana eziyet ederler. En iyisi sen beni takip et. Eğer yolda Peygamberin (s.a.a) düşmanlarıyla karşılaşırsam bir şeyle meşgul oluyormuş gibi kendimi göstereceğim. Bu sırada sen yoluna devam et, ben sana ulaşırım. Eğer onlarla karşılaşmazsam beni takip eder, girdiğim eve sen de girersin.”
            Böylece kararlaştırdıkları bir günde Ebuzer, Hz. Ali’yi (a.s) takip ederek Peygamberi (Sallallahu Aleyhi ve Alihi ve sellem) görme şerefine nail oldu.
            Başka bir nakle göre de Ebuzer, Peygamberin (Sallellahu Aleyhi ve Alihi ve sellem) huzuruna vardığında Arap cahiliyye geleneğine “Günün hayır olsun” diye selam verdi. Peygamber (Sallallahu Aleyhi ve Alihi ve sellem) ona İslam’a göre “Aleykes Selam” diye cevap verdi. Ebuzer dedi ki: “Şiirini oku!” Resul-i Ekrem (s.a.a): “Ben şiir okumuyorum; benim söylediğim Kur’an-ı Kerim’dir, Kur’an ise Allah’ın sözünden başka bir şey değildir.” Ebuzer: “O zaman benim için biraz Kur’an’dan okuyunuz” dedi.
            Resulullah (Sallallahu Aleyhi ve Alihi ve sellem), Kur’an’ın surelerinden birini okumaya başladı. Ebuzer dikkatle O’nu dinliyordu. Bir süre sonra Ebuzer yüksek sesle şöyle dedi: “Eşhedu ella ilahe illallah ve eşhedu enne Muhammeden Abduhu ve Resuluh.”
            Peygamber (s.a.a): “Hangi kabiledensin?” diye sordu. Ebuzer cevabında: “Gifar kabilesindenim”dedi. Resulullah (Sallallahu Aleyhi ve Alihi ve sellem) tebessüm etti ve onu süzmeye başladı. Ebuzer, kendisinin Müslüman oluşundan, Resulullah’ın (Sallallahu Aleyhi ve Alihi ve sellem) hayrete düştüğünü biliyordu. Çünkü onların kabilesi yağmacılık, soygunculuk ve yan kesicilikle ün salmıştı. Henüz yeni ve zayıf olan bir dine böylesine bir kabileden birinin gelip katılması şaşılacak bir şeydi. Daha sonra Resulullah (Sallallahu Aleyhi ve Alihi ve sellem) buyurdular ki: “Allah istediğine hidayet verir. Evet, İslam dini, bütün kavimler ve milletler için gelmiştir. Bütün kabileler hidayet olabileceği gibi, Ebuzer’de Allah’ın hidayet ettiği kimselerdendir.”
            Ebuzer, Peygambare (s.a.a) iman eden dördüncü ya da beşinci kişiydi. İslam’ın zuhur ettiği ilk günlerde iman edenlerden olduğu için, İslam’ın öncülerinden sayılmaktadır.
            Kur’an-ı Kerim’in de açıkladığına göre, Resulullah’ın (Sallallahu Aleyhi ve Alihi ve sellem) peygamberliğinin ilk günlerinde iman edenlerin makamı ona sonradan iman edenlerden daha yücedir. Mekke’nin fethinden önce iman edenler, fazilet ve manevi makam bakımından Mekke’nin fethinden ve İslam’ın yayılmasından sonra iman edenlerden daha üstündür. Yine bu konuda Kur’an-ı Kerim’de şöyle okuyoruz: “...Fetihten önce mallarını harcayan ve savaşan başkalarıyla bir değildir. Onların, fetihten sonra mallarını harcayan ve savaşanlara karşı derece bakımından büyük bir üstünlükleri var...”
            O, Peygamberin (Sallallahu Aleyhi ve Alihi ve sellem) büyük sahabelerinden idi. Tarihciler şöyle naklederler: “Ebuzer Peygamberin (Sallallahu Aleyhi ve Alihi ve sellem) nübüvvetine dördüncü veya beşinci iman eden kişi olarak tarihe geçmiştir.”
            Ebuzer Giffari, arif, âlim, fazilet sahibi, hekim ve hatip biriydi. Yüz yıllardan beri onun hikmetli sözleri insanlar arasında nesilden nesile aktarılmaktadır. Onun ne kadar doğru ve sadık bir kişi olduğunu dost ve düşman herkes kabul etmiş ve onlar tarafından da övülmüştür. İbni Hacer şöyle nakletmektedir: “Ebuzer Giffari’nin üstünlükleri ve faziletleri sayılmayacak kadar çoktur.”
            Ebuzer, Resul-i Ekrem’in (Sallallahu Aleyhi ve Alihi Vesselelm) risaletini tebrik eden dördüncü Müslümandır. Ebuzer İslam’ın henüz zuhur etmediği bir zamanda Allah yolunu seçti. Öyle ki etrafındakilere “Allah’tan başkasına ibadet edilmez. Putlara tapmayınız, onlardan hiçbir şey istemeyiniz!” demeye başladı. Böylece hak yolunu bulmuş ve kendisini buna adamıştı. Bu husustaki ifadesine göre, Müslüman olmadan üç yıl evveline kadar kendine mahsus bir şekilde Allh’a ibadet etmiştir.
            Peygamberle (s.a.a) birlikte Allah yolunda mücadele etmeye başladı. O Allah’a ibadet ve kulluk etmekte Hz. İsa b. Meryem (Aleyhisselam) gibiydi. “Yeryüzü onun gibi doğru konuşanı üzerinde taşımamış ve gökyüzü de onun gibi doğru sözlü birinin üzerine gölge düşürmedi.
            Ebuzer Giffari, zahit, takvalı, ilim ve fazilet sahibi biriydi. Tüm Müslümanlar yanında özellikle de Resul-i Ekrem (Sallallahu Aleyhi ve Alihi ve sellem) ve Hz. Ali’nin (Aleyhisselam) yanında özel konum ve makama sahipti. Şeyh Tusi Rical kitabında şöyle rivayet etmiştir: “Ebuzer Giffari İmam Ali’nin (Aleyhisselam) en büyük yaranlarından, sadık dostlarından ve Erkân-ı Erbea’dendi.”

            İslam’ın İlk Davetçisi

            Ebuzer, Müslüman olduğunda Resulullah, (Sallallahu Aleyhi ve Alihi ve sellem) halkı gizli olarak İslam’a davet ediyordu. Henüz açık davet ortamı oluşmamıştı. O gün Resulullah (s.a.a) ile beraber Müslümanların sayısı beş kişiydi. Bu duruma göre Ebuzer, gizlice iman edip, kimse bilmeden Mekke’yi terk etmeliydi. Ama Ebuzer çok mücadeleci ve fanatik biriydi. Sanki bâtılı ortadan kaldırmak ve insanları doğru yola davet etmek için yaratılmıştı.
            Arapların bir takım ağaçlardan yontup yaptıkları putlara tapmalarından daha büyük yanlış ve bâtıl bir şey olamazdı. İşte Ebuzer buna dayanamayıp, bir süre Mekke’de kaldıktan sonra Resulullah’ın (Sallallahu Aleyhi ve Alihi ve sellem) huzuruna vararak vazifesinin ne olduğunu sordu. Resulullah (s.a.a) buyurdular ki: “Sen kendi kavminin arasında İslam’ı tebliğ edebilirsin. Şimdi kendi kabilene dön ve benim emirlerimi bekle!”
            Ebuzer dedi ki: “Allah'a yemin ederim ki kavmime dönmeden önce bu halka, İslam’ın sesini duyuracağım ve böylece bu yasağı çiğneyeceğim.”
            Bu karar üzerine Kureyş, Mescidü’l-Haram'da konuşmakla meşgulken Mescide girerek yüksek sesle: “Eşhedu ella İlahe illallah ve eşhedu enne Muhammeden Abduhu ve Resuluh” diye bağırdı.
            Tarihin yazdığına göre bu ses, Kureyş’i açıkça savaşa çağıran ilk sesti. Bu ses, arkası olmayan ve Mekke’de akrabası bulunmayan yabancı ve meçhul bir insanın sesiydi.
            Resulullah’ın (Sallallahu Aleyhi ve Alihi ve sellem) tahmin ettiği şey gerçekleşmişti. Bu sesi duyan Kureyş, ona saldırarak acımasızca dövdüler.
            Bu haber Resulullah’ın amcası Abbas’a ulaştı. Abbas, Mescidü’l-Haram’a gelerek kendisini Ebuzer’in üzerine attı. Onu müşriklerin şerrinden kurtarmak için şöyle dedi: “Sizin hepiniz tüccarsınız ve ticaret kervanlarınız Gifar kabilesinin yakınından geçiyor. Eğer ona bir şey yapacak olursanız Kureyş’in ticareti tehlikeye düşer ve artık hiç bir ticaret kervanı oradan sağlam geçemeyecektir.”
            Abbas’ın bu sözleri Kureyşlileri linç girişiminden vazgeçirdi ve böylece Ebuzer’i serbest bıraktılar. Ama Ebuzer çok ateşli, fevkalade cesur ve mücadeleci olduğundan ertesi günü yine aynı yere gelerek daha önce söylediği sözleri tekrarladı. Yine Kureyşliler başına üşüşerek onu şiddetli bir şekilde dövdüler. Abbas yine önceki gün söylediklerini tekrarlayarak Ebuzer’in canını kurtardı.
            Söylendiği gibi eğer Abbas olmasaydı, Ebuzer’e kurtuluş yoktu. Ebuzer, başına gelen bu olayla İslam için mücadelesinden geri adım atacak biri değildi. Birkaç gün sonra Kâbe’yi tavaf ederken bir kadının, Kâbe’nin yanına konulan “Asaf” ve “Naile” adlı iki puta hitap ederek dertlendiğini gördü ve çok üzüldü. Kadına, onların faydasız olduğunu bildirmek için şöyle dedi: “Bu ikisini birbiriyle evlendirsene!”
            Kadın, Ebuzer’in söylediğine kızarak şöyle bağırdı: “Sen Müslüman olmuşsun.” Kadının bağırmasıyla Kureyş’in gençleri Ebuzer’in başına toplanıp onu dövmeye başladılar. Ama Bekroğulları kabilesinden bir grup ona yardım ederek Ebuzer’i müşriklerin pençesinden kurtardı.

            Gifar Kabilesinin Müslüman Oluşu

            Resulullah (s.a.a), yeni gelen öğrencisinin mücadeleci ve kıyamcı ruhunu çok iyi biliyordu. Ama henüz bunun zamanı olmadığı için, onu kavminin yanına yollayarak, onları İslam’a davet etmesini emretti.
            Ebuzer, kendi kabilesine dönerek Allah tarafından peygamber geldiğini ve inanılacak olan Allah’ın bir olduğunu söylüyor ve onları güzel ahlaka, kötülüklerden korunmaya davet ediyordu. Önce Ebuzer’in kardeşi ve annesi daha sonra da kabilesinin yarısı Müslüman oldu. Resulullah’ın (Sallallahu Aleyhi ve Alihi ve sellem) Medine’ye hicretinden sonra da geri kalan yarısı Müslüman oldu. Eslem kabilesi de onların etkisinde kalarak Müslüman oldu ve Resulullah’ı (s.a.a) ziyaret ettiler.
            Ebuzer, Bedir ve Uhud savaşından sonra Medine’ye dönüp Resulullah’a (Sallsllahu Aleyhi ve Alihi ve sellem) katılarak orada ikamet etti.


            Ehlibeyt’i (a.s) Müdafası

            Ebuzer Giffari tüm işkencelere ve baskılara göğüs gererek imanından ve hak yoldan bir an bile ayrılmadı. O Müslümanlığı ilk kabul ettiğinde Peygambere (s.a.a) verdiği sözü tuttu. Ömrünün sonuna kadar Peygamberin (s.a.a) vasiyetine amel etti. Resulullah’ın (Sallallahu Aleyhi ve Alihi ve sellem) yolundan ayrılmayan fedailerdendi.
            Ebuzer, Resulullah’ın (s.a.a) en büyük yaranından ve en değerli sahabelerindendi. İman bakımından İslam’ın ilk günlerindeki en sağlam olanlardan biriydi. Gerek Resulullah’ın (Sallellahu Aleyhi ve Alihi ve sellem) hayatında gerekse dünyadan göçtükten sonra, gerçek İslam’ı yaşamaktan ve gerçekçi olmaktan taviz vermedi ve hiçbir tehdit ve vaatler onu asıl hedefinden alıkoymadı.
            O, Resulullah’ın (Sallallahu Aleyhi ve Alihi ve sellem) vefatından sonra büyük bir ihtilaf doğmasına rağmen devamlı olarak Allah Resulü’nün ve Ehlibeyt’inin yanında yer aldı ve onları savunmak için tüm gücünü sarf etti.
            Ebuzer, Resulullah’ın (Sallallahu Aleyhi ve Alihi ve sellem) sahabelerinin arasında O’nun Ehlibeyt’ini en çok seven ikinci şahıstır. Ölünceye dek Hz. Ali’den (a.s) başka kimsenin halifeliğini kabullenmedi. Onun Resulullah’ın (Sallallahu Aleyhi ve Alihi ve sellem) Ehlibeyt’ini (a.s) çok sevdiğine dair delil gerekmez. Çünkü çok açık bir şekilde kimseden çekinmeden Hz. Ali’yi (a.s) savunmuştur.

            Ebuzer’in Canı Pahasına Ehlibeyt’i (a.s) Savunması

            Ehlibeyt ve Ehlisünnet kaynaklarında nakledilen Sakaleyn hadisi başta Hz. Ali (Aleyhisselam) olmak üzere, Ehlibeyt İmamları’nın imametini açıkça kanıtlamaktadır. Allah Resulü (Sallallahu Aleyhi ve Alihi ve sellem) defalarca ashabına şöyle buyurdular: “Ben aranızda iki paha biçilmez emanet bırakıyorum; biri Allah’ın kitabı Kur‘an ve diğeri İtretim/Ehlibeytim’dir. Bu ikisine sımsıkı sarıldığınız müddetçe asla sapıklığa düşmezsiniz. Bu ikisi Kevser havuzunun başında bana varıncaya kadar birbirlerinden ayrılmazlar.”
            Resulullah (Sallallahu Aleyhi ve Alihi ve sellem) Menzilet Hadisi’ni çeşitli münasebetlerle defelarca buyurmuştur. Menzilet Hadisi’ni sadece Tebük savaşı dönemiyle sınırlandırmak mümkün değildir.
            Peygamber (Sallallahu Aleyhi ve Alihi ve sellem) şöyle buyurdular: “Sen bana oranla, Harun’un Musa’ya olan nispeti gibi olmaktan razı değil misin? Şu farkla ki benden sonra peygamber yoktur. Sen benim halifem olmadıkça benim bu dünyadan gitmem doğru değildir.”
            Zilhicce ayının 18. günü öğle üzeri Resulullah (s.a.a) veda haccından dönerken Maide suresinin 67. ayeti nazil oldu. Yüce Allah şöyle buyurmuştur: “Ey Peygamber sana Rabbinden gönderilen emri bildir. Bunu yapmazsan, onun elçiliğini yapmamış olursun.”
            Bu ayeti kerime yolda hareket halinde iken nazil oldu. Bu sırada hac kafilesi Mekke ile Medine arasında Cuhve vadisindeki Gadir-i Hum denen su birikintisinin kıyısına gelmişti. Bu bölge çeşitli bölgelere gidecek hacılar için kesişim ve ayrım noktasıydı.
            Resul-i Ekrem (Sallallahu Aleyhi ve Alihi ve sellem) önde gidenleri çağırdı ve arkadan gelenleri de bekledi. Halk tamamıyla da toplanınca namaz kıldırdı. Deve hamutlarından üç basamaklı ve yüksekçe bir minber yaptırdı. Çeşitli rivayetlere göre yüz bini aşkın Müslüman toplanmıştı. Allah’a iman ve kendi peygamberliklerine şahadet edici, birlik ve beraberlikle ilgili bir konuşma yaptı ve sonunda: “Size paha biçilmez iki emanet bırakıyorum. Biri Allah’ın kitabı Kur’an diğeri de benim Ehlibeytim’dir. Bunlara sarılırsanız asla sapıklığa düşmezsiniz. Bu ikisinin hesabı kıyamet günü sizden sorulacaktır.” buyurdu
            Resul-i Ekrem (s.a.a) daha sonra Hz. Ali’yi (Aleyhisselam) yanına alarak ellerini tutup kaldırdı, öyle ki halk her ikisinin de koltuklarının beyazlarını gördü ve “Ben kimin mevlası isem Ali onun mevlasıdır. Allah’ım ona dost olana dost, düşman olana düşman ol, ona yardım edene yardım et, onu horlayanı horla. Hakkı onunla beraber kıl!” buyurdu.
            İşte bu tebliğden sonra ise Maide suresinin 3. ayeti nazil oldu; “Bu gün sizin dininizi kemale erdirdim, nimetimi tamamladım, size din olarak İslam’ı seçtim ve hoşnut oldum.”
            Bu ayetten sonra ise orada bulunan Müslümanların tamamı Hz. Ali’yi (Aleyhisselam) kutladılar. Hz. Ali (Aleyhisselam) böylece Allah’ın emriyle Resul-i Ekrem (s.a.a) tarafından kendi yerine tayin ediliyordu. Biat merasimi tamamlandıktan sonra Resul-i Ekrem (Sallallahu Aleyhi ve Alihi ve sellem) şöyle buyurdu: “Allah’a şükürler ediyorum ki kendi dinini tamamladı. Kendi nimetlerini insanlara tamamladı. Benim risaletim ve benden sonra Ali’nin velayetine hoşnut oldu.”
            Bu muazzam tarihi olay sadece Ehlibeyt (s.a.a) kaynaklarında değil Ehlisünnet kaynaklarında da yer almaktadır.
            “Sana gelen ilimden sonra artık her kim seninle tartışmaya kalkarsa de ki: Gelin, oğullarımızı, oğullarınızı, kadınlarımızı, kadınlarınızı çağıralım, kendimiz ve kendiniz de onlarla bir araya gelelim. Sonra canı gönülden dua edip Allah’ın lanetini yalancıların boynuna geçirelim!”
            Sakife olayında halk Ebu Bekir’e biat etti. Yukarıdaki zikredilen ayet ve hadislerden Resulullah’ın (Sallallahu Aleyhi ve Alihi ve sellem) hak halifesi imam Ali’ydi. (Aleyhisselam) İmam Ali (Aleyhisselam) hakkı olan hilafetini talep etti. Geceleri Hz. Fatıma’yı (s.a) bineğine bindirerek (Hz. Fatıma (Selamullahi Aleyha) aldığı darbeler yüzünden yürümekte zorluk çektiğinden dolayı İmam Ali (Aleyhisselam) Hz. Fatıma’yı (Aleyhasselam) bineğe bindiriyordu) oğulları İmam Hasan ve Hüseyin’i (Aleyhimasselam) yanına alarak muhacir ve ensarın evlerine giderek gasp edilmiş hakkını geri almak için onlardan yardım istedi.
            İmam Ali (Aleyhisselam) 40 kişiyi etrafına topladı, o 40 kişi canları pahasına yarın sabah saçlarını traş edip, kılıçlarını kuşanıp İmam Ali’nin (a.s) yanına geleceklerine dair imam Ali’yle (Aleyhisselam) ahitleştiler.
            Sabah olunca 40 kişiden sadece Salman, Ebuzer, Mikdad ve Zubeyr saçlarını traş edip kılıçlarını kuşanarak İmam Ali’nin (a.s) huzuruna geldiler.
            İmam Ali (Aleyhisselam) halife oluncaya kadar o hazretin yanında yer aldılar. Osman öldürüldükten sonra Talha ve Zubeyr İmam Ali’nin (Aleyhisselam) yanına gelerek dünya malı ve makam istediler. İmam Ali (Aleyhisselam) onların isteklerini kabul etmedi. Bunun üzerine Ayşe’nin yanına gittiler. Ayşe, İmam Ali‘ye (Aleyhisselam) karşı Cemel savaşını başlattı ve bu ikiside Cemel savaşında öldürüldüler.
            İmam Ali (Aleyhisselam) ertesi akşam o 40 kişinin evine giderek onlardan yardım istedi. Onlar sabah şafak vakti huzurunda olacaklarını söylediler fakat sabah olduğunda birinci günkü gibi o dört kişinden başkası hazır olmadı. İmam Ali (Aleyhisselam) ücüncü gece tekrar o 40 kişinin evine gitti, onlar yardım edeceklerine dair hazrete söz verdiler fakat sabah olduğunda birinci ve ikinci günkü gibi dört kişiden başkası hazır olmadı. Dolayısıyla Ebuzer Giffari her üç gecede İmam Ali’ye (Aleyhisselam) söz verip canı pahasına ahdine vefalı kalarak davasındaki samimiyetini ispatladı.

            Hz. Ali (a.s) Ebuzer’in Vasisi

            Davud b. Ebi Avf şöyle diyor: Muaviye b. Selebi Leysi bana şöyle dedi: Sana hiçbir şüphe içinde olmayan bir hadis anlatmamı ister misin?
            Evet, isterim.
            Ebuzer Giffari hastalanmıştı, İmam Ali’yi (Aleyhisselam) kendisine vasi seçerek tüm işlerini ona havale etti. Ebuzer Giffari’nin ziyaretine gelen bir grup ona şöyle dedi: Ey Ebuzer! Emirü’l-Müminin Osman’ı kendine vasi seçseydin daha iyi olurdu? Ebuzer onlara şöyle cevap verdi: “Ben kendime hak olan kimseyi vasi seçtim. Allah’a andolsun ki, Ali kalplere hayat ve canlara huzur verir. Eğer Ali olmazsa siz ne yer ehlini ne de gök ehlini tanırsınız.”
            İbn-i Selen şöyle diyor: Vaktiyle Ebuzer’e şöyle bir soru sordum: Ey Ebuzer biliyoruz ki Resulullah’ın en çok saygı duyduğu ve sevdiği kimseye sende saygı duyuyor ve seviyorsun. O şahısın kim olduğunu bize söyler misin?
            Ebuzer şöyle cevap verdi: “Evet, doğrudur, şunu çok iyi bilin ki en çok sevdiğim ve saygı duyduğum mazlum olan ve hakkı gasp edilen Ali b. Ebu Talib’dir.”

            Ebuzer’i Giffari’nin Hz. Ali (a.s) Hakkındaki Tavsiyesi

            Ebuzer, halkı etrafına toplayıp İmam Ali’nin (Aleyhisselam) yüce şahsiyetini ve herkesten daha üstün ve faziletli olduğunu anlatıyordu. Fırsat buldukça hakkı ve gerçekleri insanlara açıklıyor ve hücceti onlara tamamlıyordu.
            İbn-i Ebi’l Hadid, Ebu Rafi’nin Resul-i Ekrem’den (Sallallahu Aleyhi ve Alihi ve sellem) şöyle hadisini rivayet ediyor: Ben Ebuzer’i ziyaret etmek için Rebeze’ye gitmiştim. Ebuzer ile vedalaşırken o, bana ve yanımdakilere şöyle buyurdu: Çok yakında fitne baş gösterecek, bu yüzden Allah’tan korkun, takvalı olun ve Hz. Ali’ye (Aleyhisselam) sarılın. Çünkü Allah Resulü’nden (Sallallahu Aleyhi ve Alihi ve sellem) şöyle işittim: “Ey Ali! Bana ilk iman eden sensin. Kıyamet günü benimle ilk tokalaşacak sensin, sen Sıddıkı Ekber ve Faruk-u Azimsin; hak ve batılı biribirinden ayıran sensin. Sen müminlerin efendisisin. Kâfirler ise dünyanın efendileridir. Sen, benim kardeşim ve vasimsin, benim en hayırlı mirasçımsın ki borcumu ödeyecek ve vadelerimi ifa edeceksin.”
            Yukarıda zikredilen konulardan anlaşıldığı üzere Ebuzer bereketli ömrünü İmam Ali’ye (a.s) itaat ederek geçirmiştir. İmam Ali’yi (Aleyhisselam) hem kendi imamı ve hem de tüm Müslümanların imamı olarak tanımıştır. O hazretin velayetinden ve hak yoldan onu hiçbir güç alıkoyamamış ve canı, malı ve her şeyi pahasına olsa bile gerçekleri anlatmaktan çekinmemiştir.

            Ebuzer’in Osman’ın Yanlışlarına İtirazı

            Osman halifeliğe geldiğinde, toplumsal adaleti çiğneyerek halkın malını kendi keyfine göre istediğine bağışlıyordu.
            İslam mücahitleri cephelerde şehitler vererek düşmanları yenip, ganimetler alıyorlar ve Osman’ın başında bulunduğu İslam devletinin merkezine gönderiyorlardı. Halife de bunları kayıtsız şartsız kendi akrabalarına ve yakınlarına dağıtıyordu. Takvalı, ilimli, faziletli şahıslar ise çeşitli bahanelerle bu ganimetlerden mahrum bırakılıyordu.
            Osman layık ve salih olmayan kişileri iş başına getiriyordu. Onların yaptığı kötü amellere Müslümanlar defalarca itiraz ettiler. Osman ise Müslamanların bu tepkilerini ve itirazlarını görmezden geliyordu. Halifenin İslam dışı yaptığı bu haksızlıklar o kadar arttı ki başta Ebuzer olmak üzere büyük sahabeler Osman’ın adeletsizliğine itirazda bulundular.
            Ebuzer, Osman’ın Beytü’l-Malın sorumluluğunu Mervan Hekem’e verdiğini duyunca sokaklarda ve pazarda yüksek sesle itirazını dile getirerek şu ayeti okudu: “Altını ve gümüşü hazineye tıkıp da onu Allah yolunda harcamayanları, acı bir azap ile müjdele!”
            Ebuzer, Osman’ın akrabalarına yaptığı yersiz harcamalara itiraz ederek onu kınıyordu. Osman’a yaptığı itirazlarından dolayı birçok kez işkence ve zulme maruz kaldı.

            Ebuzer’in Şam’a Sürgünü

            Bu olaylar, Ebuzer’in sürülmesine zemin hazırladı. Çünkü Ebuzer’in Medine’de kalması Osman tarafından tahammül edilecek bir durum değildi. Dolayısıyla Ebuzer’i Şam’a sürdü.
            Ebuzer, Şam’a vardığında oranın da Medine’den farksız olduğunu gördü. Muaviye halifelik hazırlığı yapıyor; Rum’a yakın olduğu, Rumların gelip gittiği ve onların karşısında zayıfladığımız belli olmasın bahanesiyle de kendisine saray yaptırıyordu. Yüzlerce insanı da bu sarayın ağır inşaatında çalıştırarak eziyordu.
            Ebuzer, halkın malının çarçur edilmesine ve ihanete asla göz yumamazdı. Bu sefer de Muaviye’nin bozuk işlerine karşı mücadele başlattı.
            Muaviye’nin Müslümanların ortak malı olan Beytul maldan yapılan güzel sarayını gördüğünde öfkelenerek ona şöyle dedi: “Eğer bu saray Müslümanların Beytul malından yapılmışsa bu onlara yapılan bir hıyanettir ve eğer şahsi malından yapılmışsa da israftır.”
            Resulullah’ın (Sallallahu Aleyhi ve Alihi ve sellem) yardımcısı bununla yetinmeyip, Osman’ın hükümetinin aynısı olan Muaviye hükümdarlığının gerçek yüzünü deşifre etmek için şöyle dedi: “Ben yersiz ameller ve harcamalar görüyorum ki Müslümanlar arasında bunlara asla rastlamadım. Bu işler Allah’ın kitabına ve Resulullah’ın (Sallallahu Aleyhi ve Alihi ve sellem) sünnetine aykırıdır. Bunların hükümetinde hak ayaklar altına alınıp, batıl diriltiliyor. Doğru sözlüler yalanlanıyor, liyakatı olmayan bir takım insanlar Müslümanların mallarını kendilerine tahsis ediyor, iyiler ve haklı olanlar ise mahrum bırakılıyorlar.”
            Bu sözler, Resul-i Ekrem (Sallallahu Aleyhi ve Alihi ve sellem) ve Hz. Ali’nin (a.s) sözleri gibi yıkıcıydı. Onların mektebinin öğrencisinin ağzından çıkan bu sözler batıl hükümetin temeline indirilen ağır bir dabeydi. Bu da Muaviye’nin hükümeti için çok tehlikeliydi. Muaviye, Ebuzer’in sözlerinin insnalkar üzerinde ne derece etkili olacağını bildiğinden onu susturmak için üç yüz dinar yolladı.
            Ebuzer, onun sinsi planlarını çok iyi biliyordu. Muaviye’nin temsilcisine şöyle dedi: “Eğer bu para benim bu yıl ki Beytul maldan kesilen hakkımsa kabul ediyorum, ama eğer hediye ise benim onun hediyesine ihtiyacım yoktur” diyerek parayı geri çevirdi.

            Şa’da Kıyamın Tırmanışı

            Ebuzer’in adaletsizlik ve bozgunculuğa karşı öyle bir mücadelesi vardı ki onu bu tutumumu halk derinden etkileniyor ve onları Muaviye’nin aleyhine ateşliyordu. Mesela bazen sabah namazını Şam surlarının kapısında kılardı. Beytul mal kervanları şehre geldiklerinde şöyle sesleniyordu: “Bu kervanlar ateş yüklüdür. İyiliği emredip, kötülükten sakındırdığı halde kendisi ona uymayanlara Allah lanet etsin!”
            Bazen de Muaviye’nin sarayı önünde durur aleyhine sloganlar atardı.
            Muaviye tarafından Kansereyn bölgesine hâkim olarak atanan Cellam Gifari şöyle diyor: “Vaktiyle rapor sunmak için Muaviye’nin huzurundaydım. Aniden sarayın önünden bir ses duydum ki şöyle sesleniyordu: “Bu kervanlar ateş getirdiler. Allah, başkalarına iyiliği emredip ve kötülükten sakındırıp da buna uymayanlara lanet etsin!”
            Bu sırada Muaviye’nin renginin kaçtığını ve yüz ifadesinin değiştiğini gördüm. Bana dönerek dedi ki: “Şu sesin sahibini tanıyor musun?” Hayır, tanımıyorum dedim. Muaviye: “O, Cündeb b.Cünade-i Gıfari’dir ve bu iş de onun günlük işlerinden biridir” dedi ve Ebuzer’i yanına getirmelerini emretti. Bir süre sonra Ebuzer’i çeke çeke getirdiklerini gördüm. Onu Muaviye’nin karşısına diktiklerinde Muaviye son derece sert bir üslupla şöyle dedi: “Ey Allah’ın ve Peygamberin düşmanı! Niçin her gün benim aleyhime konuşma yapıyorsun? Eğer Peygamberin sahabelerini, Osman’dan izin almadan öldürmeye yetkim olsaydı, seni bir gün bile yaşatmazdım. Ama halifeyi durumdan haberdar edip hakkında talimat isteyeceğim.”
            Cellam diyor ki: Ben, Ebuzer’i görmeyi çok arzuluyordum. Çünkü o, benim mensup olduğum kabiledendi. Onu iyice inceledim; buğday tenli, seyrek sakallı ve beli biraz bükülmüş biriydi. Muaviye’nin askerlerinin elinde tutuklu olmasına rağmen, ona karşı en küçük saygıyı bile göstermedi. Muaviye’nin cevabında şöyle dedi:“Ben Allah’ın ve Peygamberin (s.a.a) düşmanı değilim. Sen ve baban Ebu Süfyan Allah’ın ve Peygamberin (s.a.a) düşmanlarısınız. Siz gerçekte küfrünüzü gizleyip, görünüşte İslam’ı izhar ettiniz. Kaç kez Peygamber (Sallallahu Aleyhi ve Alihi ve sellem) tarafından lanetlenmiş birisin. İslam Peygamberi, (Sallallahu Aleyhi ve Alihi ve sellem) sana hiç doymaman için lanet etmiştir.
            Ben Resulullah’tan (Sallallahu Aleyhi ve Alihi ve sellem) duydum senin hükümetin hakkında: “İslam hükümeti boğazı açık ve hiç doymak bilmeyen bir ferdin eline geçerse, Müslümanlar uyanmalı ve kendilerini onun şerrinden korumalıdırlar!” buyurmuştu.”
            Ebuzer, bu sözleriyle hassas yerden darbeyi vurmuş ve Muaviye’nin çirkef yüzünü Resulullah’ın (Sallallahu Aleyhi ve Alihi ve sellem) diliyle açığa çıkarmıştı. Bu hadis meşhur hadislerden olduğu için Muaviye inkâr edemedi. Sözü geçiştirmek için şöyle dedi: “Resulullah’ın (Sallallahu Aleyhi ve Alihi ve sellem) maksadı başka biridir.”
            Ebuzer: “Hayır, yanılıyorsun, bu hadisten maksat sensin. Ben Resulullah’tan (Sallallahu Aleyhi ve Alihi ve sellem) duydum ki seni şöyle lanetliyordu: “Allah’ım ona lanet et ve onun doymak bilmeyen gözünü toprakla doyur!”
            Ebuzer, daha sonra şunları ilave etti: “Ben, Resulullah’tan (Sallallahu Aleyhi ve Alihi ve sellem) duydum ki senin öbür dünyadaki halinden şöyle haber verdiler:“Muaviye ateşte yanacaktır.”
            Ebuzer büyük bir cesaretle bu hadisleri anlatarak Muaviye’yi rezil etti. Ama o da tıpkı günümüzdeki mahkûm olan siyasetçiler gibi güç kullandı. Yalancı bir gülümsemeyle Ebuzer’i gözaltına almaları emrini verdi.

            Ebuzer Medine Yolunda

            Belirttiğimiz gibi Muaviye, Ebuzer’in açıklamalarının ne kadar etkili olduğunu biliyordu. Ebuzer, tebliğine bu şekilde devam edecek olursa çok geçmeden halkın aleyhine ayaklanacak ve bu kıvılcım Medine’ye kadar sıçrayacaktı.
            İbn-i Battal şöyle diyor: “Muaviye’nin ordusu, Ebuzer’in sözlerinden etkilenmiş ve ona meyillenmişlerdi. Dolayısıyla Ebuzer’in Şam’da kalmasından büyük bir endişe duyuyorlardı.”
            Diğer taraftan da Ebuzer gibi Resulullah’ın (Sallallahu Aleyhi ve Alihi ve sellem) büyük sahabesini tutuklamak genel olarak halkın zihninde kötü intibalar bırakacaktı. Muaviye, Osman’a mektup yazarak, Ebuzer’in Şam’da kalmasının kendileri için bir tehlike oluşturacağını ve halkın ayaklanmasına neden olabileceğini yazdı ve şöyle rapor etti:
            “Halk, Ebuzer’in etrafına toplanıyor. Halkı, senin aleyhine kışkırtmasından korkuyorum. Bu bölgenin halkına ihtiyacın varsa Ebuzer’i buradan uzaklaştır!”
            Osman ona, cevabında şöyle yazdı: “Ebuzer’i zayıf, çıplak ve vahşi bir deveye bindirerek Medine’ye doğru gönder.”
            Muaviye hiç beklemeden halifenin emrini icra etti. Ebuzer’e olan kini yüzünden onu kötü bir halde Medine'ye doğru yola çıkardı.
            Mes’udi şöyle yazıyor: “Muaviye, onu yalısı kuru ağaçtan olan bir deveye bindirdi ve çok vahşi ve acımasız beş kişiyi de onu Medine’ye götürmeleri için görevlendirdi. Deveyi çarparak götürdüklerinden Ebuzer, devenin üzerinden zıplayıp düşüyordu. Öyle ki Medine’ye vardıklarında Ebuzer’in paçalarının eti dökülmüştü ve az kalsın bu acıdan ölecekti.”

            Rebeze’ye Sürgün

            Osman bir daha Ebuzer’i çağırıp, yumuşatmaya çalıştı. Ama ümidi suya düştü. Zira Ebuzer, onu görür görmez şöyle dedi: “Resulullah, (Sallallahu Aleyhi ve Alihi ve sellem) Ebu Bekir ve Ömer’in nasıl davrandıklarını görmedin mi? Acaba sen onlar gibi mi davranıyorsun? Sen kaba bir şekilde davranıyor, işkence ediyorsun.”
            Bu sözler Ebuzer’in, davasından vazgeçmeyeceğinin açık göstergesiydi. Osman’ı her türlü antlaşmadan ümitsiz bıraktı ve Ebuzer’i sürgün etme kararında sabit kıldı. Onun için çekinmeden şöyle dedi: “Medine’den çıkmalısın!”
            Ebuzer: “Ben de senden bıkmışım ve seninle bir şehirde kalmak istemiyorum, ama nereye gideyim?”
            Osman: “Nereye istersen gidebilirsin!”
            Ebuzer: “Şam’a döneyim; zira orası Allah’ın düşmanlarıyla cihat yeridir.”
            Osman: “Ben seni orayı da karıştırmayasın diye Şam’dan buraya getirttim. Bir daha nasıl seni oraya göndereyim?”
            Ebuzer: “Irak’a gideyim mi?”
            Osman: “Hayır, Irak’a gidecek olursan bir toplumun içine gitmiş olursun ki onlar halifeliği kabul etmiyorlar.”
            Ebuzer: “Mısır’a gideyim mi?”
            Osman: “Hayır, olmaz.”
            Ebuzer: “Peki, nereye gideyim?”
            Osman: “Çöle gitmelisin ki halk ile ilişkin kesilsin.
            Ebuzer: “Çölden İslam merkezine hicret ettikten sonra yine sahraya mı döneyim?”
            Osman: “Evet!”
            Ebuzer: “O halde Necd sahrasına gidiyorum.”
            Osman: “Hayır, Medine’nin uzak doğusundaki Rebeze çölüne gideceksin ve oradan bir tarafa ayrılmayacaksın!”
            Ebuzer, Rebeze’nin ismini duyunca dedi ki: “Allahu Ekber! Allah Resulü doğru haber vermiştir. Resulullah (Sallallahu Aleyhi ve Alihi ve sellem) önceden başıma gelecek her şeyi bana haber vermişti.”
            Osman: “Ne haber vermişti?”
            Ebuzer: “Beni, Mekke ve Medine’de bırakmayacaklarını ve sonunda Rebeze çölünde öleceğim haberini vermişti.”
            Burada hamiyet sahibi her Müslümanın düşünmesi ve sorması gerekmez mi; acaba ilahi bir kimsenin ve Resulullah’ın (Sallallahu Aleyhi ve Alihi ve sellem) mücahit yarenlerinden olan birinin mükâfatı bu mudur? Necd sahrasında bile kalmasına izin verilmezken, Müslümanların Beytul malını çarçur eden dünyaperestlerin halifenin göz bebeği olmaları ve hizmete layık görülmeleri ve Resulullah’ın (Sallallahu Aleyhi ve Alihi ve sellem) gerçek dostlarının ıssız çöllere sürgün edilmesi reva mı? Acaba İslam mantığı buna izin veriyor mu? Ebuzer’in doğruyu söylemek, fesat ve adaletsizlikle mücadele etmekten başka ne suçu vardı ki?

            Haşimoğulları’nın Ebuzer’i Uğurlaması

            Ebuzer’in sürgün hükmü kesinleşti ve halife, Ebuzer’i Rebeze’ye kadar götürmesi için bir muhafız görevlendirdi.
            Osman, halkın ayaklanmasını önlemek için, Ebuzer ile konuşmayı ve onu uğurlamayı yasakladı. Halk, halifenin korkusundan onu uğurlamaya cesaret edemedi. Ama Haşimioğulları ve Ebuzer’in sadık dostları Ali (Aleyhisselam), Hasaneyn (Aleyhisselam), Ammar ve Akil halifenin yasağına uymayarak Ebuzer’i uğurlamaya geldiler.
            Bu sırada Hasan b. Ali (Aleyhisselam), Ebuzer ile konuşmaya başladı. Halifenin emrini icra etmekle görevlendirilen halifenin müşaviri ve damadı Mervan, uğurlamaya gelenleri engellemek için Hasan b. Ali’ye (Aleyhisselam) şöyle dedi: “Ey Hasan! Bitir artık, halifenin bu adamla konuşmayı yasakladığını bilmiyor musun?”

            Hz. Ali’nin (a.s) Sözleri

            Emirü‘l-Mü’minin Ali, (Aleyhisselam) Mervan’ın bu küstahlığına kızarak, onu kenara itti ve atını kamçılayarak şöyle buyurdu: “Çekil bakalım Allah’ın cehennemliği! Daha sonra Ebuzer’e dönerek şöyle buyurdu: “Ey Ebuzer! Sen, Allah için halifeye muhalefet ettin. Bu yüzden O’nun lütfunu ummalısın. Onlar, dünyaları için senden korktular; sen ise dinin için onlardan korkuyordun. Onların dünyalarını onlara bırak ve dinini onların tehlikesinden kurtar.
            Onlar senin kaçındığın dünyaya ne kadar da muhtaçtırlar. Hâlbuki sana yasak ettikleri şeylere senin hiçte ihtiyacın yoktur.
            Kıyamet günü kimin kârlı, kimin zararlı olduğu belli olacaktır. Eğer yerler ve gökler bir kulun üzerine kapansa, o kul takva yolunu seçerse Allah, onu kurtuluşa erdirir ve kapalı kapıları onun yüzüne açar.
            Yalnız hakka sığın ve batıldan kork. Eğer, onların dünyalarıyla işin olmasaydı, seni severlerdi; dünya malından kendine bir pay ayırsaydın, senden emin olurlar, endişeleri olmazdı.”

            Akil’in Sözleri

            Daha sonra Emirü’l-Müminin Ali (Aleyhisselam) Ebuzer’i uğurlamaya gelenlere hitap ederek şöyle buyurdu: “Amcanızla vedalaşın!” sonra Akil’e dönerek “Artık kardeşinle vedalaş!” buyurdu.
            Akil, ilerleyip şöyle dedi: “Ey Ebuzer! Bu son dakikalarda ne diyeceğimi bilmiyorum. Biliyorsun ki biz seni çok seviyoruz ve sen de bizi çok seviyorsun.
            Allah’tan kork ve sakın. Ondan sakınmak kurtuluş yoludur. Zorluklara karşı sabırlı ol. Çünkü sabır ruhun büyüklüğünün nişanesidir.
            Bilmelisin ki hedef yolunda sabır ve istikameti zor saymak acizliktir. Kurtuluşun gecikmesinden ve sıkıntıdan yorulmak bir nevi ümitsizliktir. Buna göre kesinlikle ümitsizliğe düşme!”

            Hz. Hasan B. Ali’nin (a.s) Sözleri

            Daha sonra İmam Hasan (Aleyhisselam) söz aldı ve şöyle buyurdu: “Bunların sana yaptıklarını görüyorsun. Dünya ebedi olmadığı için yapılanları unut. Meşakkat ve çektiğin sıkıntıların karşılığını ahirette almak için onlara göğüs ger. Sabırlı ol ki Resulullah (s.a.a), senden razı olduğu halde onunla buluşasın!”

            Hz. Hüseyin B. Ali’nin (a.s) Sözleri

            Hz. Hüseyin (Aleyhisselam) de söze başlayarak şöyle buyurdu: “Amcacığım! Allah bu durumu değiştirebilir. Allah, her gün yaratıp yok edendir. Bunlar dünyalarını sevdikleri için seni üzdüler ve bu şehirde kalmana izin vermediler. Ama sen dinin için onları günahtan alıkoymaya çalıştın. Onların ne kadar da senin sakındırmak istediğin mala ihtiyacı vardır. Hâlbuki sana yasak ettikleri şeyden sen ganisin.
            Allah’tan sabır isteki üzülmeyesin. Allah’a sığın, çünkü sabır dinin bir bölümü ve büyüklük alametidir. Ama üzüntü ve dargınlık, ne günü çabuk geçirir ne de ölümü uzaklaştırır.”

            Ammar’ın Sözleri

            Ammar’ın tüm vücudunu öfke kaplamış, titriyordu. Şöyle dedi Ebuzer’e: “Seni korkutanları, Allah korkutsun! Allah’a yemin ederim ki eğer sen onların dünyasıyla uyum sağlasaydın, güvende olacaktın. Onların işlerini alkışlasaydın, seni seveceklerdi. Halkı senin aleyhine yönelten şey, onların dünyaya olan bağlılıkları, ölümden korkmaları ve başta olanı sevmekti. Bunlar dinlerini halifenin yandaşlarına bağladılar. Onlar da bunun karşılığında dünyalarından onlara verdiler. Her iki grup da dünyada ve ahirette hüsrandadır.”
            Ebuzer’in yaşı ilerlemiş ve artık yaşlanmıştı. Ağlayarak şöyle dedi: “Allah’ın rahmeti üzerinize olsun Ey Resulullah’ın Ehlibeyti! Sizi gördüm Allah Resulünü (s.a.a) hatırladım. Benim, Medine’de sizden başka kimsem yoktur.
            Varlığım, Hicaz’da Osman’ı, Şam’da ise Muaviye’yi sıktı. Osman Medine’de kalmama izin vermediği gibi, Mısır’a ve Basra’ya gitmeme de izin vermedi. Çünkü halkı onların aleyhine kışkırtacağımdan korkuyordu. Beni öyle bir yere yolluyor ki orada Allah’tan başka hiç bir yardımcım yoktur. Ben, Allah’tan başka hiç bir şey istemiyorum. Rabbim benimle olduğu müddetçe hiç bir şeyden korkum yoktur.”

            Osman’ın İmam Ali’ye (a.s) Tepkisi

            Diğer taraftan Mervan halifenin yanına gelerek durumu anlatıp, Hz. Ali’yi (Aleyhisselam) şikâyet etti. Osman, Emirü’l-Mü’minin Ali’ye (a.s), verdiği emre uymamasına kızarak şöyle dedi: “Ey müslümanlar! Ali, emirlerime karşı geliyor. Benim temsilcimi geri çevirip, işini yapmasına mani olmuştur. Allah’a yemin ederim ki bu yaptıklarının cezasını vereceğim.”
            Emirü’l-Mü’minin Ali (Aleyhisselam), Ebuzer’i uğurlayıp döndüğünde, halk hazreti karşılamaya giderek, halifenin kendisine öfkelendiğini bildirdi.
            Hazret şöyle buyurdu: “Onun kızması atın ağzındaki gemine kızması gibidir. Onu, dişleriyle o kadar sıkar ki, sonunda yorulup bırakır. Yani onun, bana kızması hiç bir şey ifade etmez, sadece kendisini üzecektir.”
            Ali (a.s), Osman ile karşılaştığında Osman, şöyle dedi: “Bana karşı çok cüretkâr olmuşsun. Artık benim temsilcimi geri çeviriyorsun!”
            Hazret şöyle buyurdu: “O, benim uğurlamama mani olmak istedi. Ben de onu kovdum. Ama sana karşı muhalefet etmedim.”
            Osman: “Ben Mervan’a, kimsenin Ebuzer’i uğurlamaması için emir vermiştim.”
            İmam Ali (a.s): “Senin her emir verdiğin şeylere İlahi emrin hilafına olsa bile uymaya mecbur muyuz? Yemin ederim ki böyle bir emre asla uymayacağız.”
            Osman: “Mervan’a had cezası ödemelisin. Çünkü ona küfretmişsin. O da sana küfredecek ve atını kamçılayacak.”
            İmam Ali (a.s): “Atım onun ihtiyarında, ama bana kötü laflar sarfedecek olursa, ben de sana gerçek olan kötü şeyler söylerim.”
            Osman: “Sen, ona kötü laflar söylemişsin, o neden sana söylemesin? Allah’a yemin ederim ki sen bana Mervan’dan daha iyi değilsin!”
            Ali (Aleyhisselam), bu cümleyi duyduğunda çok sinirlendi ve şöyle buyurdu: “Bana bunları söyleyerek beni Mervan’la bir mi tutuyorsun? Allah’a and olsun ki ben senden üstünüm. Babam, babandan, annemde annenden üstündür. İşte ben kılıcımı çektim, sende kendini hazırla.”
            Sinirden Osman’ın yüzü kızardı, ama bir tepki gösteremedi. Olayın kendi zararına sonuçlanacağını bildiği için yerinden kalkıp evine gitmek zorunda kaldı. Hz. Ali’de (Aleyhisselam) meclisi terk etti. Haşimoğulları, Ensar ve Muhacirler, Hz. Ali’nin (Aleyhisselam) tarafında yer aldılar.
            Ertesi gün Osman, Hz. Ali'yi (Aleyhisselam) halka şikâyet ederek, şöyle dedi: “Ali, beni eleştiriyor ve eleştirenlere destek oluyor.”
            Sonunda bir grup Müslümanın arabuluculuğuyla halife ile Hz. Ali’nin (Aleyhisselam) ihtilafı azaldı. Ali (Aleyhisselam) şöyle buyurdu: “Ben, Ebuzer’i uğurlamakla, hakkımı eda etmekten başka hiç bir şey yapmadım.”

            Ebuzer’in Rebeze Çölün’de Vefat Etmesi

            Ebuzer, çok açık konuşurdu. Hiç bir zaman hakkı gizlemezdi. Korkusuz ve mücadeleci bir ruha sahip olmasına rağmen, Resulullah’ın (s.a.a) sözleri onu daha fazla korkusuz ve mücadeleci kılıyordu. Gerçekleri söylediğinden dolayı halife Osman tarafından susuz ve ıssız Rebeze çölüne sürüldü. Ebuzer ıssız ve susuz çölde binbir musibet çekiyordu, oğlu Zer’i orada kaybetti.
            Resul-i Ekrem‘in (Sallallahu Aleyhi ve Alihi ve sellem) buyurduğu gibi Ebuzer Rebeze’de tek başına hakkın rahmetine kavuştu.
            Peygamber (Sallallahu Aleyhi ve Alihi ve sellem) Ebuzer hakkında şöyle buyurmuştu: “O yalnız yaşadı; yalnız ölecek, mahşer günü de yalnız kalkacak ve cennete yalnız girecektir!”
            Allah Resulü’nün (s.a.a) Tebûk gazvesinde Ebuzer hakkında söylediği bu söz, tam 23 üç yıl sonra gerçekleşmiş oldu. Tek suçu hak ve hakikati söylemek ve adalete davet etmek olan Ebuzer, bu suçundan dolayı sürgünde bulunduğu Rebeze çölünde, günden güne zayıflıyordu ve sonunda da vücut bütün direncini kaynederek ağır bir hastalığa yakalandı. O, artık iniş ve çıkışlarla dolu ömrünün son saatlerini geçiriyordu. Vefalı eşi bir taraftan onun nurlu ama çilekeş simasına bakarak ağlıyor bir taraftan da kocasının alnından akan ter damlalarını siliyordu. Ebuzer, ona: “Niçin ağlıyorsun?" diy sordu.
            Hanımı: “Çünkü şimdi sen ölürsen yanımda seni kefenleyecek bir elbise bile yokt!” dedi.
            Güneşin ufuktaki batışı gibi hüzün dolu bir tebessüm sardı dudaklarını ve şöyle dedi vefalı eşine: “Sakin ol; ağlama! Vaktiyle bir grup sahabeyle birlikte Allah Resulü’nün (Sallallahu Aleyhi ve Alihi ve sellem) huzurundaydım. Resulullah (s.a.a) yüzünü bize çevirerek şöyle buyurdu: “İçinizden biri ıssız bir çölün düzünde, insanlardan uzak bir şekilde ölecek ve bir grup mümin (gelerek) onu defnedeceklerdir.” O gün o toplantıda benimle birlikte bulunanların hepsi, insanların bulunduğu ve yaşadığı yerlerde dünyadan göçmüşlerdir. Onlardan henüz yaşayan bir tek ben kaldım. Bu yüzden Allah Resulü’nün (s.a.a) haber verdiği kimse, hiç şüphesiz benim. Ben öldükten sonra, Irak hacılarının yolu üzerinde otur; çok geçmeden müminlerden bir grup gelecektir. Benim ölümümü onlara haber ver, onlar gerekeni yapacaktır.”
            Eşi: “Artık kervanların geçme zamanı sona ermiştir!” deyince, şu cevabı verdi Ebuzer: “Sen yolu gözetle; Allah’a and olsun ki ne ben yalan söylüyorum, ne de bana haber veren yalan söylemiştir.” İşte bu Ebuzer’in son cümlesiydi. Bunu söyledikten sonra, aziz ve yüce ruhu melekût âlemine göçtü.
            Evet, Ebuzer’in söylediği gibi, çok geçmeden, Abdullah b. Mes’ud, Hucr bin Adiyy ve Mâlik Eşter gibi büyük şahsiyetlerin de içinde bulunduğu bir kafile uzaktan belirdi. Onlar yaklaştıklarında, ilginç bir manzarayla karşılaştılar. Abdullah dikkatle baktığında, cansız bir bedenin yerde yattığını ve yanında da yalnız bir kadın ve çocuğun ağladığını gördü.
            Abdullah bineğinin yularını onlara doğru çevirdi. Kafile de onu takip etmeğe başladı. Abdullah yakından cansız bedeni görünce şaşırıp kaldı; bu dostu ve İslam’daki kardeşi Ebuzer’di!
            Gözlerinden akan yaşlara engel olamadı. O pak bedenin başucunda durdu. Aniden Resulullah’ın Tebûk seferinde kardeşi Ebuzer hakkında buyurduğu sözü hatırladı ve şöyle dedi: “Evet, Allah Resulü (s.a.a) doğru söylemiştir; sen yalnız yaşar, yalnız ölür ve yalnız dirilirsin mezarından!”
            Daha sonra Abdullah, onun pak bedenine namaz kıldı ve yanındaki arkadaşlarıyla beraber defnettiler Ebuzer’i. Defin işlemlerinin ardından Mâliki Eşter mezarının başında durup şöyle dedi: “Allah’ım! Bu, Resulullah’ın (s.a.a) dostu ve arkadaşı Ebuzer’dir. O ömrü boyunca sana ibadet etti. Senin yolunda müşriklerle cihat etti ve hak yolunu takip etmede asla şaşmadı. Ancak dili ve kalbiyle fesat ve münkerle mücadele ettiği için, haksızlığa, mahrumiyet ve tahkire uğradı. Sürgün edildi ve bilahare gurbet ve yalnızlık diyarında can verdi!”
            Allah’ın selamı, rahmet ve bereketi ona ve hak ve hakikat yolunun bütün sadık yolcularına olsun! Âmin!

            Yorum


              #7
              Ynt: İmam Ali'nin (a.s) Ashabı


              7-EBU’L-ESVED ED-DUALİ

              Tâbiîn’in büyüklerinden, fıkıh ve hadîs âlimlerindendir. İsmi Zâlim bin Amr’dır.
              O, Peygamberi (s.a.a) görme şerefine ulaşmamış, Tabii’nin büyük edebiyatçılarından ve ayrıca şâir bir zât idi
              Ebu Ubeyd, onun Bedir savaşına katıldığını savunsada tarihciler bu görüşü reddetmektedirler.
              Ebu’l Esved, İmam Ali (a.s), İmam Hasan(a.s), İmam Hüseyin (a.s) ve İmam Seccad’ın (a.s) sadık ve vefalı yaranlarındandı.
              O, Ömer, Osman ve Hz. Ali’nin (a.s) hilafeti dönemlerinde çeşitli bölgelerde valilik görevini üstlenmiştir.
              Ebu’l Esved Sıffin savaşından sonra Hz. Ali (Aleyhisselam) tarafından Basra’ya vali olarak atandı.
              O, Arapçada nahiv ilminin temelini atan kişi olarak tarihe geçmiştir. Kendi kızından Arapça kurallarına aykırı bir söz işitince Arapça’ya başka şeyler karıştığını ve bozulduğunu görünce Hz. Ali’ye (Aleyhisselam) durumu Hz. Ali’ye (Aleyhisselam) anlattı. Hazret, Nahiv (cümle yapısı) ilminden asıl olarak kendisine bir iki genel kural ve kaide öğretti. O da bunları genişleterek, nahiv ilmini ortaya çıkardı. Ona bu ilmi kimden öğrendin diye sorduklarında “Hz. Ali’den (Aleyhisselam)” diye cevap verirdi.
              Ebu’l Esved Kur’an-ı Kerim’e noktaları koyan ilk kimsedir.
              Hz. Ali (Aleyhisselam) yanında yer alarak valilerin ve görevlilerin hatasını ve ihanetini Hz.Ali’ye (a.s) haber verirdi.

              NAHİV KİTABININ YAZILMASI

              Ebu’l Esved nahiv ilminde ilk kitabı yazan kimsedir ve bu ilimde ona edebiyatın piri denilmektedir.
              O, üstadı Hz. Ali’den (a.s) bu ilmi öğrenerek genişletmiştir. Ona “Bu ilmi kimden öğrendin?” diye sorduklarında, “Hz. Ali'den” diye cevap veriyordu.
              Vaktiyle Hz. Ali’nin (Aleyhisselam) yanına gittim, hazreti çok düşünceli görünce şöyle arz ettim: “Ya Emirü’l-Müminin! Neden böyle düşünceye dalmışsınız?”
              Hz. Ali (Aleyhisselam) şöyle buyurdu: “Sizin bölgede Kur’an-ı Kerim’i yanlış okuduklarını duydum Arapça ilminde bir kitap yazmayı düşünüyorum.”
              Bunun üzerine ben şöyle dedim: “Ya Ali! Eğer böyle güzel bir iş yaparsanız bizi ihya ettiğiniz gibi Arapça’nında korunmasını sağlayacaksınız? Birkaç gün sonra tekrar Hz. Ali’nin (a.s) huzuruna vardım bana bir mektup verdi. Mektupta şöyle yazmaktaydı: “Rahman ve Rahim Olan Allah’ın Adıyla; Kelme Üç Kısımdan Oluşmaktadır.
              1-İsim, Fiil ve Harf
              İsim: Bir şeyin varlığını bildirir.
              Fiil: Bir işin yapılmasını bildirir.
              Harf: İsim ve Fiil olmayan bir şeyden haber verir.
              Daha sonra İmam Ali (Aleyhisselam) buyurdu: “Bu kuralı gözetleyerek aklına gelen her şeyi buna ekle!”
              Birkaç gün içerisinde nahiv ilminde aklıma gelen her şeyi yazarak İmam’ın (a.s) huzuruna götürdüm.
              Vakidi şöyle naklediyor: Ebu’l Esved nahiv konusunda yazıdıklarını Hz. Ali’ye (Aleyhisselam) verdi. Hz. Ali (a.s) onun yazdıklarını okuduktan sonra şöyle buyurdu: Nahv ilmini ne kadar güzel yazmışsın ve o günden sonra nahiv ilmi yaygınlaşarak meşhur bir ilim dalı haline geldi.

              HZ. ALİ (A.S) EBU’L ESVED’E KUR’AN HAREKELERİNİ ÖĞRETİYOR

              Bir gün göçebe Arab’ın biri Hz. Ali’ye (a.s) gelerek Hâkka Suresi’nin otuzyedinci âyeti olan “Lâ ye’kuluhu ille’l-hâtiun” (İrin ve kan karışımını, bilerek ve ısrarla hata edenlerden başkası yemez) ayetini “Lâ ye’kulu ille’l-hatûn (İrin ve kan karışımını, adım atanlardan başkası yemez)” şeklinde okudu ve “Ey Mü’minlerin Emiri! Hangimiz adım atmıyoruz ki! Şimdi hepimiz bu kan ve irinden içecek miyiz?” dedi. Bunun üzerine Hz. Ali (a.s) tebessüm ederek “Sen onu yanlış okuyorsun. Doğrusu şçyledir buyurdu: “Lâ ye’kuluhu ille’l-hâtiun (İrin ve kan karışımını, bilerek ve ısrarla hata edenlerden başkası yemez) O zaman göçebe “Evet, ey Mü’minlerin Emiri! Doğrusu senin dediğin gibidir. Allah Teâlâ kullarına asla zulmetmez” dedi. Bu olay üzerine Hz. Ali (a.s) orada bulunan Ebu’l-Esved ed-Dueli’ye dönerek “Son zamanlarda acemlerden (Arap olmayan) birçok kavim İslam’a girmiştir. Bunlar Arap dilini iyi bilmiyorlar. Bunun için sen okumada kolaylık olmak üzere bazı işaretler koy!” buyurdu. O da Hz. Ali’nin (a.s) bu tavsiyesine uyarak yazıya üstün, ötre ve esre işareti koyma usulünü getirdi.

              EBU’L ESVED’İN NAKİSİN’İN ÖNCÜLERİYLE KONUŞMASI

              Hz. Ali’nin (Aleyhisselam) Basra’daki valisi Osman b. Huneyf, Cemel ehlinin Ayşe, Talha ve Zübeyr’in Basra yakınlarına ordu yığıp savaş ilan ettiği haberini alınca Basra’’ın iki büyük şahsiyeti Ebu’l Esved ve İmran b. Hasini Cemel ehline elçi gönderdi.
              Esved ve İmran Ayşe’nin yanına giderek Basra’ya gelişlerinin nedeni sordular.
              Ayşe: “Osman’ın intikamını almak için buraya geldik.”
              Ebu’l Esved: “Osman’ın katilleri burdad değil.”
              Ayşe: “Doğru söylüyorsun, Osman’ın katilleri Medine’de Hz. Ali'nin (Aleyhisselam) etrafındadır. Ben Basra halkını Hz. Ali’ye (Aleyhisselam) karşı savaşmalarını teşvik etmeye geldim. Osman’ın size karşı kırbaçlarından rahatsız olduğum gibi sizin de kılıçlarınızdan rahatsızlık duyuyorum.”
              Ebu’l Esved: “Kılıç ve kırbaç meseleleri seni ilgilendirmez! Sen Peygamberin (s.a.a) emrine itaat et, evinde otur ve Kur’an okumakla meşgul ol! Savaşmak, cihat etmek ve intikam almak kadınlara farz değildir. Akraba bağı göz önüne alınırsa Osman Hz. Ali’ye (Aleyhisselam) senden daha yakındır. Çünkü her ikiside Abdul Menaf soyundandır.”
              Ayşe: “Ben bu yola baş koymuşum bu işimden asla geri dönmeyeceğim. Benimle savaşacaklarını mı zannediyorsun?”
              Ebu’l Esved: “Evet, bu savaşın çok şiddetli olacağından hiç kuşku etme!” Ebu’l Esved, Ayşe’ye her ne kadar nasihat ettiyse de öğütlerinin hiçbir faydası olmadı. Ebu’l Esved İmranı’da alarak Zubeyr’e nasihat etmek için yanına gitti.
              Ebu’l Esved: “Ey Zubeyr! Peygamber (Sallallahu Aleyhi ve Alihi ve sellem) vefat ettikten sonra halk Ebu Bekir’e biat ederken sen de kahraman ve yiğitçe ilk ona karşı kılıç çekenlerden biriydin. O gün şöyle diyordun: Hilafet, İmam Ali b. Ebu Talib’in (a.s) hakkıdır, kendi canın pahasına gerçekleri o gün ifade etmekten çekinmiyordun. O gün söylediklerini unutmadık o günkü sözlerinle bu günkü davranılına bir bak?”
              Zübeyr‘de Ayşe gibi Osman’ın intikamını öne sürdü. Ebu’l Esved: “Osman Basra’da öldürülmediğini çok iyi biliyorsun? Sen Osman’ın katillerini de çok iyi tanıyorsunuz. O zaman biz, senin, Talha’nın ve Ayşe’nin halkı Osman’ı öldürmek için teşvik ettiğinizi duyduk. Şimdi neden onun katillerini arıyorsun?
              Sen kendi isteğinle Hz. Ali’ye biat etmedin mi? Şimdi neden ahdine vefa etmiyorsun?”
              Daha sonra Ebu’l Esved ve İmran Talha’yla görüştüler. Talha’nın Ayşe ve Zübeyr’den daha ateşli ve savaş yanlısı olduğunu görünce Basra valisi Osman b. Huneyf’in yanına gelerek Nakisin karşısında savaşa hazırlanmalarını söylediler.
              Osman b. Huneyf Mekke ve Medine’ye yemin ederek halka kılıçlarını kuşanıp cihada hazır olmalarını emretti.

              EBU’L ESVED VE BASRA BEYTUL MALI

              Ebu’l Esved şöyle naklediyor: “Nakisin öncüleri Basra valisi Osman b. Huneyf’i zorla Basra’dan çıkardıktan sonra Talha ve Zübeyr devlet hazinesinin bulunduğu odaya girdiler. Etraftaki altın ve gümüşleri görünce sevinçten mutluluk çığlıklar atarak şöyle dediler: “Bu ganimetler Allah’ın bizlere vaat ettiği maldır ve şimdi onları bize nasip etti.”
              Ebu’l Esved daha sonra şöyle devam etti: “Talha ve Zübeyr’in bu konuşmalarını duydum.”
              Cemel savaşı Hz. Ali’nin (Aleyhisselam) zaferiyle sonuçlandı. Hz. Ali (Aleyhisselam) benim de aralarında bulunduğum bir grupla Basra’nın hazine odasına girdi. Hazret etraftaki altın ve gümüşleri görünce şöyle buyurdu: “Ey Altın ve gümüşler! Başkalarını aldatın, mal-mülk zalimlerin önderidir ben ise müminlerin önderiyim.”
              Ebu’l Esved şöyle diyor: “Allah’a yemin ederim ki, taş ve toprak İmam Ali’nin (Aleyhisselam) yanında ne kadar değersizse altınlar ve gümüşler onun yanında daha değersizdi. İmam onlara teveccüh bile etmedi.”
              Hz. Ali’nin (Aleyhisselam) bu sözleri beni çok derinden etkiledi ve kendi kendime onların ve İmam Ali’nin (Aleyhisselam) söyledikleri sözleri düşündüm. Onlar dünya malı ve lezzetlerinin peşindeydiler. İmam Ali (Aleyhisselam) ise ahiret yurdunun peşindeydi. Bu olaydan sonra Hz. Ali’ye (Aleyhisselam) olan basiretim daha da çoğaldı.

              EBU’L ESVED KADILIK MAKAMINDA

              İbni İhva şöyle naklediyor: Hz. Ali (Aleyhisselam) hilafeti döneminde Ebu’l Esved’i kadı olarak bir bölgeye atadı. Kısa bir süre sonra onu atadığı bu görevden azletti. Ebu’l Esved Hz. Ali’nin (Aleyhisselam) onu görevden aldığı haberi duyunca Hz. Ali’nin (Aleyhisselam) yanına giderek kendisini neden görevden alındığını sordu.
              Hz. Ali (Aleyhisselam) şöyle buyurdu: “Ey Ebu’l Esved! Sen davanda haklı ve görevinde sadık biriydin. Fakat memurlarım bana senin mahkeme ve karar vermende sinirlendiğini haber verdiler. Bende bu nedenle seni görevden aldım.”
              Ebu’l Esved hatasını kabul ederek Hz. Ali’ye (Aleyhisselam) hiçbir şekilde itirazda bulunmadı.

              EBU’L ESVED HZ. ALİ’NİN (A.S) YASINDA

              Hz. Ali’nin (Aleyhisselam) şehadetinden sonra Ebu’l Esved minbere çıkarak halka şöyle hitap etti: “Ey millet! Allah’ın bir düşmanı Emirü’l-Müminin Hz. Ali’yi (Aleyhisselam) mescitte şehit etti. O hazret ne kadar yüce azametli bir şehittir ki yüce Allah onun ruhunu aziz etti. Ruhu imanla dolu, takva ve ihsan sahibiydi. Nihayet Rabbinin mülakatına kavuştu. Onun nurunun sönmesiyle Allah’ın yeryüzündeki nuru bir daha yanmamak şartıyla söndü. Onun yıkılmasıyla Allah’ın erkânlarından biri yıkıldı. Bu acı musibet mukabilinde yüce Allah’tan sabır ve inayet diliyorum. Allah’tan geldik ve tekrar ona döneceğiz. Allah’ın selamı ve rahmeti onun doğduğu, şehit olduğu ve tekrar haşr olacağı güne olsun!”

              EBU’L ESVED ZİYAD B. REBİ’İN YANINDA

              Vaktiyle Ziyad b. Rebi, Ebu’l Esved’e Hz. Ali’ye (Aleyhisselam) olan muhabbet ve sevgisini sordu. Ebu’l Esved şöyle dedi: “Senin kalbinde Muaviye’nin sevgisi çoğaldığı gibi benim de kalbimde Hz. Ali’nin (Aleyhisselam) sevgisi çoğalarak korlaşmaktadır. Sen Muaviye sevgisinden dünya ve ziynetini arzuladığın gibi bende Hz. Ali’nin (Aleyhisselam) sevgisinden Allah ve ahireti arzuluyorum.”

              EBU’L ESVED’İN MUAVİYE’NİN HELVASINA TEPKİSİ

              Muaviye Ebu’l Esved’i elde etmek için bir tepsi çok güzel helva pişirtti ve ona gönderdi.
              Ebu’l Esved’in beş yaşındaki kızı tepsideki helvayı görünce bir lokma alıp ağzına koydu.
              Ebu’l Esved kızına şöyle dedi: “Ey kızım ağzına koyduğun lokmayı çıkar çünkü zehirlidir. Muaviye bizi aldatmak için bu tatlıyı gönderdi. Onun asıl amacı bizi Ehlibeyt (a.s) sevgisinden soğutmak ve kendi sevgisini bize aşılamaktır.” Ebu’l Esvedi’in küçük kızı şöyle cevap verdi: “Allah Muaviye’ye lanet etsin, bu tatlı ve güzel helvayla bizi mevlamız ve imamımızdan ayırmak mı istiyor? Allah’ın laneti bu helvayı gönderene binlerce kez olsun!”
              Ağzına koyduğu lokmayı dışarı çıkardıktan sonra şu şiiri okudu:
              “Ey ciğer yiyen Hindin oğlu!
              Bu helva karşılığında İslam ve dinimizi mi almak istiyorsun?
              Allah’a sığınırım nasıl böyle bir işe kalkışabilirim!
              Bizim mevlamız Emirü’l-Müminin Ali’dir.”

              EBU’L ESVED’İN VEFATI

              Ebü’l-Esved, dünya hayatının geçiciliğini bir şiirinde şöyle dile getirir:
              “Zaman içerisinde olup bitenlerin hücumu gençliğimi yok etti.
              Üzerine titrediğim hiçbir şeyi bırakmadı.”
              Ebu’l Esved bir ömür velayet ve imamet yolunda mücadele ve cihattan sonra hicri 69 yılında Basra’da 85 yaşında veba hastalığından öldü.

              Yorum


                #8
                Ynt: İmam Ali'nin (a.s) Ashabı

                8-MALİK B. TEYHAN (EBU’L HEYSEM)

                Malik, Evs kabilesinin meşhur çehrelerinden olup Peygamberin (s.a.a) ve Emirü’l-Müminin Hz. Ali’nin (Aleyhisselam) samimi ve vefalı yaranlarındandır. O İslamiyetten önce putlardan nefret etmiş ve Allah’ın birliğine inandığını da hiç korkmadan ve çekinmeden açıkça söylüyordu.
                Ebu Heysem, Hz. Peygamber (s.a.a) ve Hz. Ali’yi (Aleyhisselam) öven çok güzel ve anlamlı şiirler söylemiştir. Resul-i Ekrem’in (s.a.a) tüm savaşlarına katılmış ve Gadir-i Hum hadisini nakleden raviler arasında yer almıştır.

                EBU HEYSEM’İN MÜSLÜMAN OLUŞU

                Birçok tarih kitabı onun Müslüman oluşunu şöyle nakletmektedir: Müslümanlar içinde Esed b. Zurare ile Medine’den Mekke’ye gidip Peygamberin (s.a.a) huzurunda kelime-i şahadet getirerek Müslüman oldular ve Medine’ye döndüler.
                Daha sonra Medine’den 70 kişilik bir grupla Peygamberin (s.a.a) huzuruna varıp İslam dinini kabul ettiğini açıklamıştır.
                Ebu Heysem, ilamın kefil olduğu ve garanti verdiği 12 Nukabadan biriydi. O Allah yolundaki cihadıyla İslam ve Müslümanlara büyük hizmetlerde bulundu.
                Resul-i Ekrem (s.a.a) Medine’ye hicret ettikten sonra Bedir savaşı başlamadan önce Müslümanlar birbirlerine karşı samimi ve yardımcı olmaları için ashap arasında kardeşlik akti gerçekleştirdi. Peygamber efendimiz (s.a.a) sahabe arasında denk olmalarını gözeterek Ali b. Ebutalib’i (Aleyhisselam) kendi kardeşi seçtikten sonra Ömer ile Ebubekir, Ebu Heysem ile Osman b. Maz’un arasında kardeşlik bağı oluşturdu.

                EBU HEYSEM’İN EBU BEKİR HİLAFETİNE MUHALEFETİ

                Peygamberin (s.a.a) ashabından Burra b. Azim şöyle naklediyor: Sakife olayından sonra çok rahatsız oldum ve kendime hâkim olarak çare aramaya başladım. Gecenin geç saatlerinde Salman, Mikdad, Ebuzer, Ammar ve Ebu Heysem gibi büyük şahsiyetlerin yanına gittim. Hilafetin Peygamber (s.a.a) hanedanına geri verilmesi için istişare ettik. Bu olaydan anlaşıldığı üzere Ebu Heysem’de Peygamberin (s.a.a) diğer sahabeleri gibi Ebu Bekir’in iktidar başına gelmesine muhalefet edenlerdendi.
                Şeyh Saduk şöyle naklediyor: Ebu Bekir hilafet makamına oturunca on iki kişi Cuma günü mescitte toplandı. O sırada Ebu Bekir’de mescitte bulunuyordu. On iki kişi ayağa kalakarak Ebu Bekir’e itiraz etmeye başladılar. İtiraz edenlerden biri de Ebu Heysem’di. O, Huzeyme b. Sabit’ten sonra ayağa kalkıp şöyle dedi: “Ey Ebu Bekir! Bu gözlerimle şahit oldum ki Resul-i Ekrem (s.a.a) Gadir-i Hum’da İmam Ali’nin (Aleyhisselam) elini yukarı kaldırarak şöyle buyurdular: Ehlibeytim (a.s) gökteki yıldızlar gibidir. Onlardan ne öne geçin ne de geri kalın!”
                Ebu Heysem bu hadisi naklettikten sonra yerine oturdu. Daha sonra diğerleri Ebu Bekir’e itirazlarını dile getirmeye başladılar.

                EBU HEYSEM’İN HZ. ALİ’Yİ HALİFE ÖNERİSİ

                Osman öldükten sonra Peygamberin (s.a.a) sahabeleri mescitte toplanarak kimin halife olacağı hakkında konuşmaya başladılar. Ammar Yasir, Ebu Eyyubi Ensari, Malik b. Eclan, Rufaa b. Malik ve Ebu Heysem b. Tahan gibi Resulullah’ın (s.a.a) güzide sahabeleri halka İmam Ali’nin (a.s) üstünlüklerini ve makamını anlattılar. İmam Ali’nin (Aleyhisselam) herkesten daha çok hilafet ve önderlik makamına layık olduğunu ifade ederek şöyle dediler: “Bizler Hz. Ali’nin (Aleyhisselam) hilafetine razıyız! Ey muhacir ve ensar! Sizler hakkında hayırdan başka bir niyettimiz yoktur. İmam Ali (Aleyhisselam) öylesine yüce bir şahsiyettir ki sizler onu çok iyi tanıyorsunuz, biz Ali’den daha üstün bir kimseyi tanımıyoruz. Hiç kimse o hazretten daha iyi bu görevi yerine getiremez. Ancak Hz. Ali (Aleyhisselam) bu vazifeyi en güzel şekilde ifa edebilir.” Halk hep bir ağızdan şöyle dediler: “Biz de sizin dediklerinize katılıyoruz ve onun hilafetine razıyız. Hz. Ali (Aleyhisselam) sizin söylediklerinizden daha üstün ve fazilet sahibi biridir.”
                Sonra hep birlikte Hz. Ali’nin (Aleyhisselam) evine doğru gittiler ve o yüce hazrete biat ettiler.
                Ammar Yasir, Ebu Heysem ve Ebu Eyyub gibi Peygamberin (s.a.a) büyük sahabeleri halkın İmam Ali’ye (Aleyhisselam) biat etmeleri için onları teşvik ettiler. Halk İmam Ali’ye (Aleyhisselam) biat etmek için gittiklerinde onların arasından ilk biat edenler Talha ve Zübeyr oldu. Onlar biat ettikten sonra ensar ve muhacirlerle beraber diğer insanlar da İmam Ali’ye (Aleyhisselam) biat ettiler. Ammar Yasir ve Ebu Heysem İmam Ali’ye (Aleyhisselam) biat ederken şöyle diyorlardı: “Size biat ediyoruz ama Allah Resulü’nün sünneti üzerine eğer Allah Resulü’nün sünneti üzerine amel etmezsen biatlarımıza vefa etmeyiz ve itaatin bizlere farz olmaz...”

                EBU HEYSEM SIFFİN SAVAŞI AREFESİNDE

                Hz. Ali (Aleyhişsselam) Talha ve Zübeyr’in biatlarını bozduklarını Ayşe ile birlikte Basra’ya hareket ettiklerini duyunca halkı mescitte topladı. Hazret Allah’a hamd-ü senadan sonra mescitte bulunan sahabelere ve yaranlarına Peygamberi (s.a.a) medhederek hilafete herkesten daha layık olduğunu ve Talha ve Zübeyr’in Basra’ya gidip fitne ve fesat çıkaracaklarını söyledi ve halkı biat bozanlarla savaşa davet etti.
                Bu esnada Ebu Heysem ayağa kalkıp şöyle arz etti: “Ey Emirü’l-Müminin! Kureyşin sana duydukları kin ve kıskançlıklar iki türlüdür; Kureyşin büyükleri ve salihleri makamına ve menziletine gıpta ediyorlar, senin fazilet ve maneviyatına varmak için çalışıyorlar. Ancak Kureyşin fasık ve alçakları amellerini batıl ederek günahlarınıda çoğaltıyor. Onlar senin Allah ve Resulü’nün (s.a.a) yanındaki makamı ve menziletini çekemiyorlar ve seni bu yüce makamda görmek istemiyorlar. Onların hedefi seni bu makamdan aşağı indirmektir. Allah onları bu hedeflerine muvaffak etmeyecektir.” Daha sonra konuşmasına şu sözlerle devam etti: “Biz senin Kureyşin en üstünü ve herkesten daha çok hilafete layık olduğunu biliyoruz. Çünkü sen Peygamber (s.a.a) hayatteyken onun yardımcısıydın ve o hazretin ölümünden sonra hakkını kusursuz bir şekilde eda ettin. Allah’a yemin olsun ki, Kureyşin tutuşturduğu fitne ateşleri kendilerini yakacaktır. Bu davranışları ve hareketleriyle amellerini yok edeceklerdir. Ey Emirü’l-Müminin! Bizler senin dostları ve yardımcılarınız, istediğin emri verebilirsin!”
                Ebu Heysem bu konuyla ilgili şiir okuyarak konuşmasına noktayı koydu.
                Hz. Ali’de (Aleyhisselam) onun hakkında hayır duasında bulundu..
                Ebu Heysem’in konuşması bittikten sonra diğerleri de ayağa kalkarak ona benzer konuşmalar yapmaya başladılar ve hep birlikte biat bozanlarla savaşa hazır olduklarını söylediler.

                EBU HEYSEM'İN SIFFİN SAVAŞINDAKİ ATEŞLİ KONUŞMASI

                Sıffin savaşında Ebu Heysem Hz. Ali’nin (Aleyhisselam) komutanlarındandı. Sıffin’de Irak ordusunu düzene soktuktan sonra askerlere şöyle hitap etti: “Ey Irak ahalisi! Zafere ulaşmanız çok yakındır ve cennetteki yerlerinize bir günlük yol mesafesinden daha yakındır. Güçlü ve sağlam adımlarla cennete doğru hareket edin. Kendinizi Allah’a teslim edin. Ondan medet ve yardım isteyin. Allah’ın düşmanları ve kendi düşmanlarınızla savaşın. Onları öldürün ve Allah onları helak edecektir. Düşmanınız karşısında sabırlı olun. Yeryüzü Allah’ındır. Dilediği herkes onun varisi olabilir ama hayırlı akıbet, takvalı ve sabırlıların olacaktır.”

                EBU HEYSEM'İN ŞEHADETİ VE HZ. ALİ'NİN HÜZNÜ

                Ebu Heysem Peygamber efendimizin (s.a.a) büyük sahabelerindendi. O, Hz. Ali’nin de (Aleyhisselam) vefalı ve samimi dostlarındadı. Sıffin savaşında Muaviye tarafından şehit edildi.
                Şeyh Tusi, İbni Ebil Hadid, Nasr b. Mezahim gibi güvenilir tarihciler ve muhaddisler tarafından Ebu Heysem’in Sıffin’de Muaviye tarafından şehit edildiği nakledilmiştir.
                Bu tarihçilerin mukabilinde az da olsa İbni Kuteybe gibi bazı bağnaz tarihçiler şöyle nakletmektedirler: Ebu Heysem Hz. Ali’nin (Aleyhisselam) hilafeti döneminden önce şehit olmuştur.
                Bunların asıl amacı Peygamberin (s.a.a) önde gelen sahabelerinin Hz. Ali’nin (Aleyhisselam) yanında yer almadılarını göstermektir. Bu yüzden İmam Ali’nin (Aleyhisselam) yanında olmasını gizlemeye çalışıyorlar. Bu zihniyetteki bağnaz insanlar Hz. Ali’nin (Aleyhisselam) hakkaniyetinin üzerini örtmek istiyorlar. Ama güneş ışığını nasıl söndürebilirler ki!
                Ancak genel olarak tüm tarihçiler ve muhaddisler Ebu Heysem’in Sıffin’de şehit olduğu konusunda ittifak etmişlerdir.
                İmam Ali (Aleyhisselam) İbni Mülcem tarafından yaralanmadan birkaç gün önce büyük fitne ve fesadı yeryüzünden yok etmek için Kufelileri Muaviye’ye karşı savaşa davet ettiğinde okuduğu hutbede şehitleri anarak şöyle buyurdu: “Nerede doğru yolda yürüyüp hak üzere giden kardeşlerim? Ammar nerede? İbn’i Teyhan nerede? Nerde iki şahadet sabibi Huzeyme b. Sabit? Nerede onlar gibi ölüm için ahitleşen ve başları zalimlere gönderilen kardeşlerim?”
                Sonra eliyle mübarek sakalını tutup uzun bir müddet ağladıktan sonra şöyle devam etti: “Ah Kur’an’ı okuyup hükümlerini uygulayan, farzlarını düşünüp ifa eden, sünnete hayat verip bidatı öldüren, cihada çağrıldığında icabet eden ve imamlarına bağlanıp itaat eden kardeşlerim!”
                Sonra yüksek sesle şöyle nida etti: ”Cihat edin, cihat edin ey Allah’ın kulları! Bugün ordu hazırlamadayım, Allah’a gitmek isteyenler çıkıp gelsin!”
                Hz. Ali’nin (Aleyhisselam) bu hutbesinden de anlaşıldığı gibi Hz. Ali (a.s) Ebu Heysem’i Ammar Yasir’le beraber zikrediyor ve onların hasretinde ağlıyor.

                Yorum


                  #9
                  Ynt: İmam Ali'nin (a.s) Ashabı

                  9-HABİB B. MEZAHİR (MUZAHHAR) ESEDİ

                  Habib, Mezahir b. Riab Esed-i Kindi’nin oğludur. Künyesi Ebu’l Kasım’dır, Tabiin’den olup, hafız, hatip, muhaddis, mümin, erdemli, âlim ve takvalı biriydi. İmam Ali (Aleyhisselam), İmam Hasan (Aleyhisselam) ve İmam Hüseyin’in (a.s) değerli ashabındandı.
                  Habib b. Mezahir’in Pegamber (Sallallahu Aleyhi ve Alihi ve sellem) sahaberlerinden olduğu hakkında ihtilaf vardır. Bazılarına göre o Peygamberi (s.a.a) görmüş ve hazretten hadisler öğrenmiştir. Eğer Habib Peygamberin (Sallallahu Aleyhi ve Alihi ve sellem) sahabeleri arasında yer almasa bile Tabiin’nden âlim, arif ve büyük bir şahsiyet olduğu Müslümanlar arasında kesindir.
                  Habib, Hz. Ali (Aleyhisselam) ve diğer Masum İmamlara (a.s) yakınlığıyla tanınır. Ehlibeyt’ten (Aleyhisselam) öğrendiği ilim ve maneviyatla büyük makamlara ulaşmıştır. Habib’in babaları ve dedeleri Kufe’nin asil ve soylu ailesindendiler. Hanedanı saygın şahsiyetleri ve cesurluklarıyla tanınırlardı. Habib’in hanedanı Şialar tarafından sevilip sayılmaktaydı.
                  Muaviye’nin ölümünden sonra Kufe halkı İmam Hüseyin’e (Aleyhisselam) 18 bin mektup yazıp göndererek İmam Hüseyin’i (a.s) Kufe’ye davet ettiler.
                  Habib, Kerbela’ya İmam Hüseyin’in (Aleyhisselam) yanına gitti ve canını İmamı için feda etti.
                  Yezid, Habib’e büyük makam ve yüklü miktarda para vermek istedi ancak o Yezid’in bu teklifini kabul etmedi. İmam Hüseyin’in ordusuna katıldı, bir an bile İmam Hüseyin’i (Aleyhisselam) yalnız bırakmadı ve son nefesine kadar imamını savundu.
                  Habib, Yezid’in ordusuna şöyle dedi: “İmam Hüseyin (Aleyhisselam) öldürülürse, bizde yaşarsak Peygamberin (Sallallahu Aleyhi ve Alihi ve sellem) yanında hiçbir mazeretimiz olmayacaktır. İşte bu yüzden bizde imamızla öldürülelim.”
                  Habib, İmam Hüseyin’in (Aleyhisselam) diğer sadık ve vefalı dostları gibi Kerbela’da savaşarak Hicri 61’de şehit oldu.

                  Habib’in Ehlibeyt (a.s) Yolundaki Fedakârlıkları

                  Habib b. Mezahir, Cemel, Sıffin ve Nehrivan savaşlarında İmam Ali’nin (Aleyhisselam) safında yer alarak düşmanla savaşmıştır. İmam Ali’ye (Aleyhisselam) olan sevgisi ve bağlılığı dost ve düşman tarafından kabul edilmektedir.
                  Hz. Ali’den (Aleyhisselam) sonra İmam Hasan’a (Aleyhisselam) biat etti ve İmamın sadık yaranlarından oldu.
                  Ancak o büyük zat her ne kadar tanınmış olsa da tarih onu Kerbela’da İmam Hüseyin’in (Aleyhisselam) yanında yer alarak gösterdiği büyük fedakârlıklarla tanımıştır.

                  Kufe Halkının İmam Hüseyin’i (Aleyhisselam) Daveti

                  Küfe halkı İmam Hüseyin’in (Aleyhisselam) Mekke’ye geldiğini ve Yezid’e biat etmediğini duyunca Süleyman b. Surad-i Hüzaî’nin evinde toplandı. Süleyman, bir takım konuları hatırlattıktan sonra şu cümlelerle sözünü noktaladı: “Ey Şiiler! Hepiniz biliyorsunuz ki Muaviye öldü ve hesap vermek için Allah’ın huzuruna gitti, yaptıklarının hesabını orada verecektir. Şimdi oğlu Yezid onun yerine geçmiştir. Şunu da biliyorsunuz ki Hüseyin b. Ali (Aleyhisselam) ona biat etmedi ve zalim Ümeyyeoğulları’nın şerrinden korunmak için Allah’ın evine sığındı. Sizler onun babasının Şiilerisiniz, bugün Hüseyin’in (Aleyhisselam) sizin yardımlarınıza ihtiyacı vardır. Eğer ona yardım edeceğinize ve düşmanlarıyla savaşacağınıza inanıyorsanız hazır olduğunuzu yazıp ona bildirin. Şayet tembellik ve gevşeklik edecekseniz onu kendi hâline bırakın ve en azından aldatmayın!”
                  Bu konuşmadan sonra şöyle bir mektup yazdılar:
                  “Rahman ve Rahim Olan Allah’ın Adıyla
                  Süleyman b. Surad-i Hüzai, Musayyib b. Necibe, Rüfaa b. Şeddad, Habib b. Mezahir, Abdullah b. Vâil, müminlerden ve Şiîlerinden taraf Hüseyin’in (Aleyhisselam) huzuruna arz ederler:
                  Selamun Aleykum!
                  Senin ve babanın düşmanını helak eden Allah’a hamdolsun! O zalim ve hunhâr ki ümmetin idaresini onlardan alıp zulüm ve haksızlıkla tasarrufta bulundu; Müslümanlara ait olan beytül malı gasbetti; onların rızasını almadan kendini yetki sahibi ilan etti. İyileri katletti ve kötüleri güvende kıldı. Allah’ın malını zalimlerin ve serkeşlerin serveti haline getirdi. Semud, Allah’ın rahmetinden uzak olduğu gibi o da uzak olsun! Şimdi bizim senden başka imam ve önderimiz yoktur. Zahmete katlanıp bizim şehrimize gelmeniz çok uygun olacaktır. Sizin vesilenizle Allah’ın bizi saadet yoluna hidayet etmesi tarafımızca ümit edilmektedir. Kûfe valisi Numan b. Beşir emirlik konağındadır; fakat biz onun Cuma ve cemaat namazlarına katılmıyor ve bayram günleri onunla birlikte namaz kılmıyoruz. Eğer bize gelecek olursanız, onu Kûfe’den çıkarıp Şam’a göndeririz.
                  Selam olsun sana ve babanın pak ruhuna ey Peygamberin evladı! Allah’ın selam, rahmet ve bereketi üzerinize olsun! Şanı yüce Allah’tan başka hiçbir güç ve kudret yoktur.”
                  Kufe büyüklerinin yazdığı bu mektubu Abdullah b. Sa’b Hemdani ve Abdullah b. Vail ile İmam Hüseyin’e (Aleyhisselam) gönderdiler. Mektubu götüren elçiler Hicri 60 yılının mübarek Ramazan ayında İmam Hüseyin’in (Aleyhisselam) huzuruna çıkarak mektubu verdiler.
                  Kufe halkı iki gün bekledikten sonra yeniden her biri birkaç kişinin imzasını taşıyan yüz elliye yakın mektubu Kasys b. Musahhar Seydevi, Abdurrahman Erhabi ve Ubeyd Seluli ile İmam Hüseyin’e (Aleyhisselam) gönderdiler.
                  Birkaç gün sonra Kûfe halkının en son mektubu, Hâni b. Hâni Sebiî ve Said b. Abdullah Hanefî tarafından İmam Hüseyin’e (Aleyhisselam) takdim edildi. Mektup şöyle yazılıydı:
                  “Rahman ve Rahim Olan Allah’ın Adıyla
                  Hüseyin (Aleyhisselam) ve babası Emirü‘l-Müminin Ali (Aleyhisselam) Şiilerinden taraf Hüseyin b. Ali’nin (Aleyhisselam) huzuruna:
                  Selamun Aleykum!
                  İnsanlar sizi beklemekteler ve sizden başkasını istemiyorlar. Ey Peygamberin (s.a.a) evladı! Derhal ve zaman kaybetmeden bize doğru hareket et. Çünkü bahçeler yeşile bürünmüş, meyveler olgunlaşmış, bitkiler yeşermiş ve yeşil yapraklar ağaçların güzelliğine güzellik katmıştır. Bize gel, çünkü tetikte bekleyen ve donanımlı orduna gelmiş olacaksın!”

                  Habib’in Müslim B. Akil’e Biatı

                  Kufe halkının büyüklerinin ard arda yazdıkları mektuplardan sonra İmam Hüseyin (Aleyhisselam) amcası oğlu Müslim b. Akil’i özel vekili olarak Mekke’den Kufe’ye gönderdi.
                  Kufeliler öncelikle Muhtar b. Ebi Ubeyde-i Sakafî'nin evini hazırlayarak Müslim’i orada ağırladılar. Daha sonra Şiilerin Müslim ile görüşmesini sağladılar. Müslim grup grup gelen Şiilere İmam Hüseyin’in (Aleyhisselam) mektubunu okuyor, onlar da sevinç gözyaşları dökerek biat ediyorlardı. Nitekim biat edenlerin sayısı on sekiz bine ulaştı.
                  Kufeliler İmam Hüseyin’e (Alehisselam) itaat edeceklerini bir kez daha ilan ettiler.
                  Abbas Şakiri ayağa kalktı ve ateşli bir konuşma yaptı: “Ben bu haktan sana haber vermiyorum, bu halkın biatinden haberim yok, seni onlarla aldatmıyorum, fakat ben kalbimden haber veriyorum. Allah’a yemin ederim ki, çağırdığında her zaman yardımına koşarım, düşmanlarınızla gözünüzün önünde son nefesime kadar savaşırım, bu yolda Allah’ın rızasından başka bir şey gözetmiyorum.”
                  Abbas, verdiği sözün arkasında durarak Kerbela’da büyük bir kahramanlıkla savaştı. O, Ömer Sa’d’ın emriyle taşlandı ve başı kesilerek şehit edildi. Abbas’ın konuşmasından sonra Habib b. Mezahir ayağa kalktı ve Abbas’a dönerek şöyle dedi: “Allah sana rahmet etsin ey Abbas! Kısa ve manalı bir konuşma yaptın, borcunu ve görevini yerine getirdin. Allah‘a yemin ederim ki bende senin gibi düşünüyorum ve senin yanında yer alacağım!”

                  Habib’in İmam Hüseyin’e Edilen Biatteki Rolü

                  Habib b. Mezahir ve Müslim b. Avsace İmam Hüseyin (Aleyhisselam) Kufe’ye gelmeden önce halktan İmam Hüseyin (Aleyhisselam) için biat toplayarak hazırlıklar yapıyorlardı. Ancak Ubeydullah b. Ziyad Kufe’ye gelerek halkı ölümle tehdit etti. Böylece halk Müslim b. Akil’in etrafından dağıldılar. Nitekim yalnızlığa terk edilen Hani b. Urve ve Müslim’de İbni Ziyad tarafından şehit edildiler. İbni Ziyad’ın adamları İmam Hüseyin’in (a.s) taraftarlarını tutuklayarak zindana attılar.
                  Habib b. Mezahir ve Müslim b. Avsace’yi kabileleri gizlediği için onlar canlarını kurtarabildiler. İmam Hüseyin (Aleyhisselam) Kerbela’ya geldiği zaman Müslim b. Avsece ve Habib b. Mezahir Aşura gününe yakın bir zamanda İmam’a katılmayı başardılar.”
                  Habib b. Mehzahir İmam Hüseyin’in (a.s) huzuruna vardı. Daha sonra İmam Hüseyin’in (Aleyhisselam) yaranlarının az olduğunu ve düşman ordusununda kalabalık olduğunu görünce İmam Hüseyin’e (Aleyhisselam) şöyle arz etti: “Ey Resulllah’ın oğlu! Bu yakınlarda Beni Esed kabilesi var bana izin verin, onları size yardıma çağırayım, şayet Allah onları hidayet eder ve bu belaları sizden uzaklaştırır.”
                  İmam Hüseyin (Aleyhisselam) Habib b. Mezahir’e izin verdi. Bunun üzerine Habib b. Mezahir Beni Esed kabilesine doğru hareket etti. Habib onların yanına varınca önce kendisini tanıttı, sonra onlara nasihat etti ve onların İmam Hüseyin’in (Alehisselam) ordusuna katılmalarını ve o hazrete yardım etmelerini istedi.
                  Habib’in yaptığı anlamlı ve ateşli konuşmadan sonra Abdullah b. Beşir ayağa kalkarak şöyle dedi: “Ey Habib! Allah sana mükâfat versin, Allah’a andolsun ki sen bize en büyük hediyeyi getirdin. Çünkü insan en büyük hediyeyi aziz ve yakınlarına verir, ben davetine lebbeyk diyorum ve İmam Hüseyin (Aleyhisselam) yolunda canımı vermeye hazırım.”
                  Abdullah’ın bu konuşmasından hemen sonra 90 kişilik bir grup Fatıma evladı İmam Hüseyin’e (Aleyhisselam) yardım etmek için Kerbela’ya hareket etti.
                  Fakat İbni Ziyad’ın casusları gizlice Ömer Sa’d‘ın yanına giderek Beni Esed kabilesinden kalabalık bir grubun Kerbela’ya doğru haraket ettiğini haber verdiler. Ömer Sa’d, Arzak adlı birinin komutasında 400 kişilik bir ordu göndererek gece karanlığından yararlanıp onlara saldırmalarını emretti. Arzak, Beni Esed kabilesini bozguna uğrattı, onlardan bir kısmını öldürdü. Geriye kalanlar ise canlarını kurtarmak için firar ederek evlerine döndüler.
                  Habib b. Mezahir yalnız İmam Hüseyin’in (Aleyhisselam) huzuruna geldi. Başından geçen olayı İmam Hüseyin’e (Aleyhisselam) anlattı. İmam Hüseyin Habib b. Mezahir’e şöyle buyurdu: “Sizin istekleriniz gerçekleşmeyecektir ancak Allah’ın istediği gerçekleşecektir.”

                  Habib’in Ömer Sa’d’ın Elçisiyle Konuşması

                  Taberi ve diğer tarihçiler Ebu Mihnef’ten şöyle naklederler: Ömer Sa’d 4 bin kişilik ordusuyla birlikte Kerebla’ya geldi. İmam Hüseyin’in (Aleyhisselam) Irak’a neden geldiğini sormak için Uzrat b. Kays Ahmesi’yi elçi seçti. Çünkü Uzrat b. Kays Ahmesi İmam’ı Irak’a davet edenlerden biriydi, utancından gitmek istemedi. Kesir b. Abdullah Şe’bi ahlaksız, alçak ve şahsiyetsiz biriydi. O elçi olarak İmam Hüseyin’in (Aleyhisselam) yanına gitmek için öne çıktı. İmam’ın (a.s) vefalı yaranı Kesir’i tanıdığı için emniyet açısından İmam’ın (a.s) yanına kılıçla girmesine izin vermedi. Kesir’de kılıçsız girmek istemediğinden dolayı İmam ile görüşmesine izin verilmedi. Ömer Sa’d, Kurra b. Kays Hanzeli’yi elçi olarak İmam Hüseyin’in (Aleyhisselam) yanına gönderdi. Hanzeli İmam’ın yanına geldiğinde İmam ashabına “bu adamı tanıyan var mı?” buyurdu. Habib b. Mezahir “Ey Peygamberin oğlu! Ben onu tanıyorum, Hanzale Temim kabilesindendir, annesi bizim kabilemizden ve kız kardeşimizin oğludur, o ahlaklı biridir” dedi.
                  Kurra İmam’ın (a.s) huzuruna varınca selam verdi ve daha sonra Ömer Sa’d’ın mesajını iletti. İmam Hüseyin (a.s) cevabında şöyle buyurdu: “Kufe halkı bana mektup yazdılar ve beni şehirlerine davet ettiler. Ben onların daveti üzerine buraya geldim ancak geldiğim için rahatsızlık duyuyorsanız geri dönebilirim. Kurra, İmam’ın (a.s) cevabını Ömer Sa’d’a iletmek için İmam’ın (a.s) huzurundan ayrılırken Habib b. Mezahir ona şöyle dedi: “Ey Kurra yazıklar olsun sana nereye gidiyorsun? Zalim kavmin içinemi? Gel bu yüce şahsiyete yardım et ki Allah bu hanedanın hürmeti hatırına sana ve bizlere inayet etsin!”
                  Kurra b. Kays “İmam’ın cevabını Ömer Sad'a ilettikten sonra söylediklerini düşüneceğim” dedi. Kurra, Ömer Sa’d’ın yanına gitti ve bir daha da dönmedi. O, dünya ve ahiret saadetinden mahrum oldu.
                  Ömer Sa’d İmam Hüsyin’in (Aleyhisselam) cevabını alınca şöyle dedi: “Hüseyin’le savaşmaktan Allah’a sığınırım!” İbni Ziyad’a mektup şöyle bir mektup yazdı: Hüseyin (Aleyhisselam) Kufelilerin daveti üzerine gelmiş ve şimdi geri dönmek istiyor ne yapalım?”
                  İbni Ziyad cevabında şöyle dedi: “Hüseyin b. Ali, Yezid’e biat etmek zorundadır, emirlerimizi bekle! Yani biat etmedikçe bir yere ayrılmasına izin verme!”

                  Habib’in Tasua Akşamı Konuşması

                  Dokuz Muharrem Tasua akşamı Ömer Sa’d’ın askerleri İmam Hüseyin’in (Aleyhisselam) çadırlarına saldırmak için hazırlandılar. Hz. Ebulfazl Abbas (Aleyhisselam), İmam Hüseyin’in (Aleyhisselam) emriyle Habib b. Mezahir, Zuheyr b. Kiyn’de aralarında bulunduğu yaklaşık yirmi kişiyle birlikte düşman ordusunun yanına gitti ve onlara şöyle sordu: “Bu aceleniz nedir? Neden hazırlık yapıyorsunuz? Çadırlara saldırmak mı istiyorsunuz?”
                  Ömer Sa’d’ şöyle bir emir verdi; ya Yezid’e biat edeceksiniz ya da savaşa hazır olacaksınız!”
                  Hz. Ebulfazl Abbas (Aleyhisselam): “Acele etmeyin durumu kardeşim Hz. Hüseyin’e (Aleyhisselam) haber vereyim!” dedi ve sonra İmam Hüseyin’in (Aleyhisselam) yanına gelerek düşmanın mesajını iletti.
                  Habib ve yanında bulunanlar düşman ordusunun karşısında beklerken Habib düşman ordusuna şöyle seslendi: “Ey topluluk! Allah’a andolsun ki sizler kötü kavimsiniz, kıyamet günü Peygamberinizin (s.a.a) oğlu ve ailesini öldürmüş olarak Allah’ın huzuruna çıkacaksınız! Allah’a ibadet eden, âlim ve müminleri şehit edeceksiniz ve bu şekilde Allah’ı mülakat edeceksiniz!”

                  Habib’in Aşura Gecesi Sevinci

                  Rical-i Keşşi’de şöyle nakledilmiştir: Habib b. Mezahir Aşura gecesi yüzünde tebessüm ve sevinçli bir halde çadırdan dışarı çıktı. Yezid b. Hasin Hemdani, Habib’i böyle neşeli görünce şöyle dedi: “Ey kardeşim şimdi sevinmek ve tebessüm etmenin sırası değil, neden gülüyorsun?”
                  Habib şöyle cevap verdi: “Bu günden daha mutlu bir gün ne zaman olabilir ki? Allah’a andolsun ki bu olay bir şey değildir. Yarın zalim kavim ve günahkârlar bize kılıçlarıyla saldıracak ve bizleri hurilerin kucaklarına gönderecekler!”
                  Aşura günü İmam Hüseyin (Aleyhisselam) son kez düşman ordusuna hücceti tamamlamak için herkesin duyacağı bir şekilde uzun bir hutbe okudu. Şimr küstahça İmam Hüseyin’in (Aleyhisselam) sözünü kesti. İmam Hüseyin’in (Aleyhisselam) yaşlı, vefalı, takvalı ve mümin arkadaşı Habib b. Mezahir Şimr’in bu küstahlığına şöyle cevap verdi: “Hayır, Allah’a diliyle ibadet eden ve tam bir sapıklık içerisinde olan sensin. Ben çok iyi biliyorum ki sen mevlam Hüseyin’in (Aleyhisselam) buyurmuş olduğu şeyden korkmuyorsun. Çünkü Allah, senin gibi bir çirkefin kalbini mühürlemiş ve taş gibi yapmıştır!”
                  Şimr, Habib’in bu ezici cevabı karşısında yerine oturdu ve İmam Hüseyin (Aleyhisselam) komuşmasını tamamladı.

                  Habib, Müslim b. Avsece’nin Başucunda

                  Tarihi Taberi şöyle naklediyor: “Kerbela’da İmam Hüseyin’in (a.s) ashabından ilk şehit olan Müslim b. Avsece’dir. Müslim b. Avsece, Müslim b. Abdullah ve Abdurrahman b. Beceli’den aldığı darbelerle ağır yaralandı. İmam Hüseyin (a.s) ve Habib b. Mezahir, Müslim b. Avsece’nin başucuna geldiler. İmam ona şöyle buyurdu: “Ey Müslim! Allah sana rahmet etsin! Bir grup ağır vazifelerine en güzel şekilde amel ederek şehit oldular ve bir grupta vazifelerini ifa etmek için beklemekteler. Her iki grupta sözlerine ve ahitlerine vefa ettiler.”
                  İmam’ın (a.s) buyruğundan sonra Habib, Müslim b. Avsece’nin yanına geldi ve şöyle dedi: “Ey Müslim! Senin ölümün bana çok ağır geldi. Seni cennetle müjdeliyorum!” Müslim zafıy bir ses tonuyla: “Ey Habib! Allah sana rahmet etsin!” dedi.
                  Habib ardından şöyle dedi: “Eğer senden sonra öleceğim haber verilmeseydi bana vasiyet etmeni ve vasiyetine amel etmeyi çok isterdim.”
                  Müslim son nefesinde şöyle dedi: “Sana son vasiyetim şu (İmam Hüseyin’i göstererek) şahıstan ayrılma, Allah sana rahmet etsin, ondan önce kendini ona feda et ve ondan önce öl!”
                  Habib şöyle cevap verdi: “Ey Müslim! Kâbe’nin Rabbine yemin olsun ki vasiyetine amel edip, ondan önce canımı feda edeceğim.”
                  Bu karşılıklı konuşmadan sonra Müslim b. Avsece yüce şahadet mertebesine erişti.
                  İmam Hüseyin’in (a.s) vefalı ve samimi yaveri Ebu Samame Saidi savaşın tam şiddetli anında namaz vaktinin girdiğini fark etti. İmam’ın yanına gelerek: “Canım sana feda olsun Ya Hüseyin! Düşman sana çok yaklaştı Allah’a yenim olsun ki ben hayatta olduğu sürece düşmanı sana yaklaştırmam, fakat bu namazı vaktinde kılıp artık Allah’a kavuşmayı istiyorum!” dedi.
                  İmam güneşe bakarak şöyle buyurdu: “Ey Ebu Samame! Namazı bana hatırlattın, Allah’ta seni namaz kılanlardan etsin, evet namazın vaktidir.”
                  İmam Hüseyin (a.s) sonra buyurdu: “Bu kavme söyleyin namaz kılmamız için fırsat versinler.” Bu esnada düşman ordusundan Hasin b. Temim büyük bir küstahlıkla “Sizin namazınız Allah katında kabul olmaz” dedi.
                  Habib b. Mezahir yüksek sesle şöyle dedi: “Ey alçak ve küstah adam! Al-i Muhammed’in (s.a.a) namazı kabul omayacakta sizin namazınız mı kabul olacak!”
                  Hasin, Habib’in bu sözünden rahatsız olunca ona saldırdı. Habib elindeki kılıçla Hasin’in atına vurunca Hasin attan yer düştü askerleri yardımına koşarak kurtardılar.
                  Habib savaşa devam etti yaşlı ve güçsüz olmasına rağmen düşman ordusundan 63 kişiyi cehenneme yolladı.
                  Habib savaş esnasında şu şiiri okuyordu:
                  Ben Mezahir oğlu Habib’im! aAlı-piyade düşmanla savaşıyorum.
                  Siz düşmanlar sayıca çok olsanızda bizler sabırlı ve vefalıyız!
                  Bizim delilimiz yücedir ve hak!
                  Sizden takvalıyız ve mazeretimiz de geçerlidir!”
                  Habib uzun bir mücadele ve savaştan sonra Beni Temim kabilesinden bir grubun kılıç darbeleriyle yere düştü. Bu esnada Hasin b. Temim Habib’in başına kılıç darbesi vurarak şehit etti.
                  Düşman ordusundan biri Habib’in başını kesti. Hasin, Habib’in kesik başını atının boynuna asarak ordu içerisinde iftiharla dolaştırdı.

                  Habib’in Oğlu Babasının Başını Arıyor!

                  Habib’in katili onun kesik başını Kufe’ye Daru’l İmare’ye götürürken Habib’in oğlu Kasım babasının kesik başını gördü. Kasım babasının katilini takip etmeye başladı. Katil öfkelenerek şöyle dedi: “Ey çocuk neden beni takip ediyorosun?”
                  Kasım: “Bir şey yok efendim” dedi.
                  Katil: “Hayır, benden bir şeyler saklıyorsun!” dedi.
                  Kasım: “Doğrusu, bu kesik baş babamın başıdır onu bana verin defnedeyim!” dedi.
                  Katil: “Yavrum, vali babanızın kesik başının defnedilmesini istemiyor. Ben babanı öldürdüğüm için validen öldül alacağım!” dedi.
                  Kasım şöyle cevap verdi: “Ey katil! Allah sana en kötü ödülü ve cezayı verecektir. Allah’a yemin ederim ki sen kendinden daha üstün ve faziletli birini öldürdün!”
                  Kasım ağlayarak katilin yanından ayrıldı.

                  Kasım Babasının İntikamını Alıyor!

                  Habib b. Mezahir’in şehadetinden yıllar geçmesine rağmen oğlu Kasım babasının intikamını alma peşindeydi. Mus’ab b. Zubeyr ile Abdülmelik Mervan arasında gerçekleşen savaşa Kasım’da katıldı. Kasım savaş esnasında babasının katilini görünce onu öldürmek için katili takip etmeye başladı. Kasım bulduğu ilk fırsatta babasının katilini öldürecekti. Katil öğle vakti dinlenmek için çadırına gitti. O uykuya daldığı bir sırada Kasım çadırdan içeri girip babasının katilini öldürdü.

                  Yorum


                    #10
                    Ynt: İmam Ali'nin (a.s) Ashabı

                    10-HUCR B. ADİY KİNDİ (HUCRU’L-HAYR)

                    Hucr, Adiy b. Muaviye b. Cebele’nin oğludur. Kinde kabilesinden ve Kufelidir. Künyesi, Ebu Abdurrahman, Hucru’l Hayr ve Hucr b. Edber olarak meşhurdur.
                    Hucr, İslam’ın başlangıcında büyük sahabelerden ve fazilet sahibi muhacirlerinden biriydi. Kardeşi Hani b. Adiy ile birlikte Medine’ye giderek Peygamberin (Sallallahu Aleyhi ve Alihi Vessellem) huzurunda İslamiyet’i kabul etiler.
                    Hucr b. Adiy faziletli, takvalı, zahit abit ve âlim biriydi. İmam Ali’ye (Aleyhiselam) ve Ehlibeyt’e (Aleyhiselam) beslediği derin sevgi ve muhabbetten dolayı duaları kabul olan ve keramet sahibi yüce bir şahsiyet olmuştur.
                    O aynı zamanda güçlü, fedakâr ve yiğit bir komutandı. Ömer b. Hattab döneminde Kadisiye, Şam ve Merci Ezra bölgesi onun komutasında fethedildi.
                    Hucr, Osman’ın öldürülmesinden sonra İmam Ali’nin (Aleyhiselam) sadık ve vefalı yaranlarından oldu. Sıffin, Cemel ve Nehrivan savaşalarında Hz. Ali’nin (Aleyhiselam) yanında yer aldı ve canla başla savaştı. İmam Ali’nin (Aleyhiselam) şehadetinden sonra İmam Hasan’ın (Aleyhiselam) yanında yer alarak Ehlibeyt (a.s) yolunda Merci Ezra denen yerde Muaviye tarafından Hicri 51 yılında bir grup Şiayla birlikte şehit edildi.
                    Hucr b. Adiy’nin Abdullah ve Abdurrahman adında iki oğlu vardı. Onlar Mus’ab b. Zubey hükümeti döneminde Ehlibeyt’i (a.s) sevdiğinden dolayı suçlanarak şehit edildiler.

                    Hucr’un B. Adiy’nin İmam’a Biatı

                    Osman öldürüldükten sonra, Muhacir, Ensar ve kabilelerinin önde gelen büyük şahsiyetleri İmam Ali’nin (Aleyhiselam) evinin etrafında toplandılar ve İmam Ali’ye (Aleyhisselam) kayıtsız şartsız itaat edeceklerini bildirdiler.
                    Şeyh Müfid el-Cemel adlı eserinde şöyle nakletmektedir: Muhacir ve Ensar’dan olanlar İmam Ali’ye (Aleyhiselam) biat edenlerin ismini zikrederken Ammar Yasir, Adiy b. Hatem ve Hucr b. Adiy gibi çok önemli büyük şahsiyetlerin isimleri göze çarpmaktadır. Bu şahsiyetler her konuda savaşta ve barışta itaat edeceklerine dair söz verenler ve ilk biat edenlerdir.

                    Hucr Ve Kufe Halkı Cemel Savaşında

                    Cemel savaşı başlamdan önce Emirü’l-Müminin Hz. Ali (Aleyhisselam) Rebeze, Zilgar bölgelerine İmam Hasan (Aleyhiselam), Abdullah b. Abbas ve Muhammed b. Ebu Bekir’i vekili olarak Kufe’ye göndererek halkı savaşa davet etti ve onlardan savaşa hazır olmalarını istedi. İmam Ali’nin (Aleyhisselam) bu emri karşısında Kufe’nin hâkimi Ebu Musa Eş’ari tarafsız kalmayı tercih etti. Fakat Kufe kahramanlarından olan Hucr b. Adiy hemen İmam Ali’nin (a.s) emrine itaat etti ve halka yönelik ateşli bir konuşma yaparak onları savaşmaya çağırdı. Hucr’un ateşli konuşmasını duyan Kufe halkı hep bir ağızdan savaşa hazır olduklarını ilan ederek silahlarını kuşanarak Kufe dışına çıktılar. Hucr b. Adiy’nin o gün yaptığı konuşma onun İmam Ali (Aleyhiselam) ve Ehlibeyt’e (a.s) ne kadar yakın olduğunu göstermektedir. O konuşmasında Kufe halkına şöyle hitap etti: “Ey millet! Bu Hasan b. Ali b. Ebu Talib’dir (Aleyhiselam). Onu çok iyi tanıyorsunuz dedesinin ümmetin Peygamberi (s.a.a) ve babasının da Peygamberin (s.a.a) vasisi olduğunu biliyorsunuz.
                    Ey insanlar! Hasan b. Ali (Aleyhisselam) ve kardeşi Hüseyin b. Ali’nin (Aleyhisselam) İslam âleminde eşi ve benzerleri yoktur. Bunlar cennet gençlerinin efendisi ve Arab’ın büyükleridirler. Bu hanedan Arapların en bilgini ve kâmilleridir.
                    Şimdi böyle bir şahsiyet Hasan b. Ali babasının vekili olarak buraya gelmiş ve sizi Hakka ve hak İmama yardım etmeye davet ediyor. Allah’a yemin ederim ki bunlara yardım eden saadete ve kurtuluşa erir, bunlardan yüz çeviren bedbaht olur. Nitekim hep birlikte son gücümüzle onun davetine itaat edelim. Allah size rahmet etsin! Bu yoldaki mükâfatınız Allah yanında yok olmaz.”
                    Başka bir rivayet göre Hucr b. Adiy ayağa kalktı ve şöyle dedi: “Ey millet! Emirü’l-Müminin Ali’nin (Aleyhiselam) davetine icabet edin, kılıçlarınızı kuşanıp Basra’ya hareket edin! Ben de şimdi haretek ediyorum.”
                    Hucr b. Adiy’nin konuşmasından sonra halk hep birlikte ayağa kalktı ve itaat edeceklerine dair söz verdiler. Hucr Cemel savaşında velayet ve imamet safında yiğitçe savaştı.

                    Hucr’un Sıffin Savaşındaki Fedakârlıkları

                    Peygamber efendimiz (Sallallahu Aleyhi ve Alihi ve sellem) daha önceleri Sıffin savaşını İmam Ali’ye (Aleyhisselam) haber vermişti: “Ya Ali benden sonra şu üç grup; Nakisin, Kasitin ve Marikin’le savaşacaksın...”
                    Kasitin Sıffin’de toplanan ve Muaviye’nin safında yer alan Şamlılardı. Bu kanlı ve korkunç savaşta Muaviye ve yandaşları İmam Ali’ye (Aleyhiselam) ağır darbeler vurdular. Peygamberin (s.a.a) Ensar ve Muhacir’den birçok sahabesi bu savaşta İmam Ali’nin (Aleyhiselam) safında yer aldılar. Peygamberin (s.a.a) sünnetleri terk edilmeye yüz tutmuştu. Bu yüzden onlar bütün güçleriyle kanlarının son damlasına kadar savaşarak yüce şehadet derecesine ulaşmışlardır.
                    Hucr b. Adiy’de Sıffin savaşında İmam Ali’nin (Aleyhiselam) safında yer alan Peygamberin (s.a.a) büyük sahabelerinden biriydi. Hucr Sıffin’de İmam Ali’nin (Aleyhisselam) ordu komutanlarından biriydi. O Sıffin’de kahramanca savaşarak gösterdiği büyük fedakârlıkla İmam Ali’ye (Aleyhisselam) bağlılığını ve samimiyetini ispatlamıştır.

                    İmam Ali’nin Hucr b. Adiy Hakkındaki Duası

                    İmam Ali’nin (Aleyhisselam) ordusu Sıffin’e hareket ettiğinde Hucr b. Adiy, Amr b. Humg ve yaranları İmam’ın (Aleyhiselam) yanına gelerek bir an önce Şam’a gidip Muaviye’nin işini bitirmek için ısrar ettiler. Hucr, İmam’a şöyle dedi: “Ya Emirü’l-Mümin! Biz savaşın çocuklarıyız, savaşı sonuçlandırmak istiyoruz. Savaş bize dişlerini gösterdi ve bizde ona dişimizi gösterdik, silah kuşanmış, yiğit ve deneyimli akrabalarımız var. Senin emrindeyiz, doğuya, batıya ve nere gidersen biz senin yanındayız ve verdiğin her emre kayıtsız ve şartsız itaat edeceğiz!”
                    Hucr konuşmasını tamamladıktan sonra İmam Ali (Aleyhiselam) ona: “Kabilen de senin gibi düşünüyor mu?” diye sordu.
                    Hucr şöyle cevap verdi: “Ya Ali! Ben onlardan iyilikten başka bir şey görmedim. Bu elim onlardan taraf sana biat etmeye hazırdır.” İmam Ali (Aleyhiselam) bu sözlerinden sonra ona dua etti.

                    İmam Ali’nin (a.s) Hucr’a Nasihati

                    Irak ordusu Şam’a hareket ederken Hz. Ali’ye (Aleyhiselam) Amr b. Humk ve Hucr b. Adiy’nin komutasındaki askerlerin Şam ordusuna lanet ve küfür ettiği haberini verdileri.
                    İmam Ali (Aleyhiselam) bu hassas zamanda iki kahraman ve yiğit komutanını huzuruna çağırarak onlara küfür ve lanet okumalarını yasakladı.
                    Onlar şöyle dediler: “Biz hak üzere değilmiyiz?” İmam Ali (Aleyhiselam) hak ve doğru yolda olduklarını söyledi. Ardından o iki kahraman komutanına şöyle buyurdu: “Siz, Ali yandaşlarının küfür ve lanet okuyanlardan olmalarını istemiyorum, küfür ve lanet etmeyin. Küfür ve lanet yerine onların kötü sıfatlarını ve ahlaksızlıklarını söylemeniz daha uygun olur. Lanet ve küfür yerine onlara şöyle söyleyin: Allah’ım! Bizim ve onların kanını koru, bizim aramızda barışı sağla, onları batıl va yanlış gidişatlarından dolayı doğru yola hidayet et ki hakkı tanımayanlar hakkı tanısınlar, onlardan zulüm edenler zulümlerinden vazgeçsinler. Buna benzer dualar etmek benim için daha sevimli ve sizler için de daha hayırlıdır.”

                    Hucr’un Sıffin Savaşında Hucaru’ş-Şer İle Savaşı

                    Hucr b. Adiy, Sıffin savaşında sağlam bir inanç ve imanla Allah yolunda mücadele ediyordu. Savaş meydanında Emirü’l-Müminin Ali’ye (Aleyhisselam) gelebilecek her türlü darbeye kendisini siper ediyordu. Muaviye, ordusundan Hucr b. Yezid amcası oğlu Hucr b. Adiy ile savaş için meydana çıktı. (Hucru’ş-Şer: Hucr b. Yezid Kufe’de yaşayan Kindi kabilesine mensup biriydi. Peygamber zamanında İslamiyet’i seçti ve daha sonra Hucru’ş-Şer olarak meşhur oldu) Hucr b. Adiy’e amcasının oğlu Hucru’ş-Şer’den ayırt edilmesi için Hucru’l-Hayr denildi. Amcasının oğlu savaş meydana çıkıp rakip istediğinde Hucr b. Adiy karşısına çıktı. İki savaşçıda birbirlerini öldürmek için mücadele ediyorlardı. Bu esnada Muaviye ordusundan Hazime b. Sabit, Hucr b. Adiy’e mızrakla saldırdı ve onu yaraladı. İmam Ali’nin (Aleyhisselam) dostları Hazime b. Sabit’ye saldırarak öldürdüler.
                    Hucru’ş-Şer, yaralı olan Hucr b. Adiy karşısından canını kurtarmak için savaş meydanından kaçtı. Fakat bu kaçışı canını kurtarmasına yetmedi, o tekrar savaş meydanına döndüğünde Rafakat b. Zalim Humeyri onu öldürdü.

                    Hucr’un Nehrivan Savaşındaki Kahramanlığı

                    İmam Ali (Aleyhiselam) Habbab b. Ert ve Haris b. Merah adlı elçileri Hariciler tarafından şehit edildiği haberini alınca elçilerinin intikamını almak ve bu azgın grubun şerrini defetmek için Şam’a hareket etmekten vazgeçti ve Nehrivan’a Haricilerin merkezi Herura’ya doğru hareket etti.
                    İmam Ali (Aleyhisselam) iki ordu karşı karşıya geldiğinde her zamanki gibi olayı barışçıl yollardan çözmek için önce onlara nasihat etti. Peygamberin (s.a.a) büyük sahabesi Ebu Eyyubi Ensari’ye güven bayrağını verdi. Haricilerden ayrılıp o bayrak altına girip Kufe’ye dönmek isteyenleri bağışlayacağını bildirdi. İmam Ali (a.s) bayrak altına sığınan yüz kişiyi affetti. Günahlarında ve hatalarında ısrar eden diğer grupla savaşa hazırlandı.
                    İmam Ali (Aleyhiselam) hücceti tamamlamak için son kez bir hutbe okuyarak onlara nasihatte bulundu.
                    İmam Ali (a.s), sözlerinin cahil, ahmak ve inatçı kavim üzerinde etkili olmadığını görünce ordunun bir bölümüne Hucr b. Adiy’i komutan olarak atadı ve böylece savaş başlamış oldu. Hucr savaşta büyük bir başarı ve kahramanlık göstererek üstlendiği görevi başarıyla ifa etti.

                    Ramazan’ın 19. Gecesinde Hucr’un Durumu

                    Hucr b. Adiy, mübarek Ramazan ayının 19. gecesi Kufe mescidinde ibadet ve münacatla meşguldü.
                    İbni Mülcem, Eş’as ve Merdan’ın mescide girip çıkmalarından onların bir şeyler peşinde olduklarını sezdi. Eş’as’a dönerek: “Ey tek gözlü adam! İmam Ali’yi mi (Aleyhiselam) öldürmek istiyorsunuz?” diyerek mescitten çıktı ve gördüklerini İmam Ali’ye (Aleyhiselam) anlatmak için hazretin evine doğru hareket etti. Fakat İmam Ali (Aleyhiselam) o gece her zamanki kullandığı yolu kullanmadı başka bir yoldan mescide geldi. Hucr mescide geldiğinde İmam Ali’nin (Aleyhiselam) mihrabında melun İbni Mülcem’in kılıç darbesiyle sakalının kanına boyanmış bir halde yere düştüğünü ve halkın “Ali (Aleyhiselam) öldürüldü” sesleriye karşılaştı. İmam Ali (Aleyhiselam), İbni Mülcem’in kılıç darbesiyle yaralandıktan sonra birkaç gün yaşadı. Bu birkaç gün içerisinde hazretin samimi ve vefalı dostu Hucr b. Adiy İmam’ın (a.s) (Aleyhiselam) başucunda hazır bulunuyordu. Vaktiyle İmam Ali (Aleyhiselam) Hucr’a: “Ey Hucr bir gün seni bana lanet ve küfür için zorladıklarından ne yaparsın?” diye sordu. Hucr şöyle cevap verdi: “Ya Emirü’l-Müminin! Allah’a yemin ederim ki beni kılıçla parça parça doğrasalar veya ateşe atıp yaksalar senin sevginden vazgeçmem, senin hakkında övgüden başka bir şey söylemem.”
                    İmam Ali (Aleyhisselam) buyurdu: “Allah sana tüm işlerinde hayır ve başarı versin! Seni Resulullah’ın (s.a.a) hanedanı tarafından mükâfatlandırsın!”

                    Hucr b. Adiy İmam Hasan’ın (a.s) İtaatinde
                    Hucr b. Adiy İmam Ali'nin (Aleyhiselam) şehadetinden sonra, İmam Hasan’a (Aleyhiselam) biat etti ve o hazretin emrinde Muaviye ile yapılan savaşa katıldı.
                    İmam Hasan (a.s), Muaviye ile yaptığı barışından sonra bir grup ashap bu barışa karşı çıktı. Ancak İmam’ın imanlı, sadık ve vefalı sahabesi Hucr b. Adiy hazretin emrinde şüphe bile etmedi. Ömrünün son nefesine kadar Allah’ın hüccetinin emrinde baki kaldı.
                    Hucr, savaşta ve barışta canını ortaya koyarak İmam Hasan’ın (a.s) yanında yer alarak Ehlibeyt’e (a.s) olan sevgisini, bağlılığını ve vefasını ispatladı.
                    Muaviye nefsi isteklerine ulaşabilmek için İslam topraklarına hâkim olabilmek için elinden gelen her hile ve zulme başvurmaktan kaçınmadı.

                    Hucr’un Kufe Valisine Tepkisi ve İtirazı

                    Hz. Ali (Aleyhiselam) döneminde Kufe adalet şehriydi. O hazretin şehadetinden bir yıl sonra Muaviye’nin atadığı satılmış ve alçak valiler sayesinde Kufe şehri can ve mal güvenliği olmayan bir şehre dönüştü.
                    Muaviye, makam ve dünyaperest, mağrur, kibirli ve zalim bir şahsiyet olan Mugayre b. Şa’b’i Kufe’ye vali olarak atadı. Muaviye ona: “Sana birkaç nasihatim olacak” dedi ve ekledi; Ali’ye (Aleyhiselam) hakaret ve lanet etmeyi asla unutma! Ali’nin (Aleyhiselam) yaran ve dostlarını suçlayarak onları lanetle! Ali’nin dostlarına güvenme, Osman taraftarlarına ve dostlarına muhabetle yaklaş ve onları kendine yaklaştır!”
                    Mugayre, Muaviye’nin bu sözlerini dinledi ve Kufe’de görev yaptığı sürece Hz. Ali’ye (Aleyhiselam) hakaretler etti ve hazreti seven dostlarına da her türlü zulüm ve işkenceden geri kalmadı. Hucr b. Adiy, Mugayre’nin bu zulüm ve İslam dışı hareketleri karşısında ona hitaben şöyle dedi: “Ey Mugayre! Hz. Ali’ye (a.s) lanet okumakla Allah’a lanet okumuş oluyorsun. Çünkü yüce Allah bizlere şöyle buyurumuştur: Ey iman edenler, kendiniz, anne-babanız ve akrabanız aleyhine de olsa Allah için şahitlik yaparak adaleti yerine getirenlerden olun. Ey Mugayre! Ben şahadet ederim ki hakaret ve lanet ettiğin şahıslar (Ali ve yaranları) övdüğün (Osman ve taraftarları) kimselerden daha üstün ve övülmeye daha layıktırlar.”
                    Mugayre öfkelenerek Hucr’a: “Yazıklar olsun sana! Emirden kork, Emir’in gazabı senin gibileri helak eder” diyerek Hucr’un yanından ayrıldı.
                    İbni Ebil Hadid şöyle naklediyor: “Mugayre, Muaviye’nin rızasını kazanmak için bizzat kendisi Hz. Ali’ye (Aleyhiselam) lanet okudu. Bununla da yetinmeyerek hatiplere minber ve kürsülerde İmamu’l Muttakin Hz. Ali’ye (Aleyhiselam) lanet okumlarını emretti ve bu emre itaet etmeyenleri de işkence ve ölümle tehdit etti.”
                    Vaktiyle Mugayre, Hucr b. Adiy‘i minberde Hz. Ali’ye (Aleyhiselam) lanet okumaya zorladı. Hucr, Mugayre’ninn istediğinin aksine tevriye ederek minberde şöyle dedi: “Ey Kufeliler! Valiniz benden Hz. Ali'ye (Aleyhiselam) lanet okumamı istiyor, sizlerde ona (Mugayre’ye) lanet okuyun!” Kufe halkı bir ağızdan Allah ona (Mugayre’ye) lanet etsin dediler. Mugayre, Hucr’un lanetten maksadının kendisi olduğunu anlamasına rağmen bir şey demeden mescitten dışarı çıktı.

                    Hucr Ve Arkadaşlarına Ambargo

                    Kufe valisi Mugayre görevinin son yıllarında Hucr ve etrafındakileri güçsüz düşürüp ezmek ve onları Beni Ümmeyye saltanatına teslim etmek için beytul maldan hak ve hukuklarının kesilmesini emretti.
                    Hucr ve arkadaşları, valinin bu tutumundan rahatsızlık duydular ve fırsat kollayarak intikam almayı planladılar. Vaktiyle Mugayre, minberde Osman’ı övdü ve Hz. Ali (Aleyhiselam) ve Şialarına lanet okuyarak hakaret etti. Orada bulunan Hucr ayağa kalktı, öfkeli ve yüksek bir sesle “Kime lanet okuduğunun ve hakaret ettiğinin farkında mısın!” diye haykırdı. “Neden beytul maldan hakkımızı kestin ve rızkımızdan men ediyorsun? Buna hakkın yoktur, senden önceki vali bizim hakkımıza göz dikmedi, sen günahkârları kollayarak Hz. Ali‘nin (Aleyhiselam) yaranlarına zulüm ediyorsun!”
                    Mugayre, Hucr’un bu tutumu karşısında başını aşağıya eğdi ve korumaları eşliğinde mescitten dışarı çıkarak hükümet konağına gitti. Mugayre’nin yanındakiler ona Hucr’a yumuşak davranmasının ve onun karşısında sessiz kalmasının yanlış olduğunu söylediler. Mugayre onlara şöyle cevap verdi: “Siz yanılıyorsunuz ona yumuşak davranmam ve göz yummam onu ölüme yakınlaştırır. Benden sonra bura gelecek vali Hucr’un bu tepkisine ve itirazlarına göz yumup sessiz kalmayacaktır. Artık ben ömrümün sonlarında şehirdeki mümin, takvalı, zahit ve yüce şahsiyetleri öldürerek onları saadete ulaştırmak ve kendimi de bedbaht etmek istemiyorum. Sonunda Muaviye dünyada servete, izzete ve dünya güzelliklerine ulaşmış olur ben de kıyamette cehennem ateşinin azabına duçar olurum.”
                    Mugayre’nin tahmin ettiği gibi kendisinden sonra Kufe valiliğine Ziyad b. Ebih atandı. O, Hucr ve yaranlarını öldürdü.

                    Hucr b. Adiy Ve Yaranlarının Tutuklanması

                    Hicri 51 yılında Mugayre öldükten sonra Ziyad b. Ebih Muaviye tarafından Basra ve Kufe valiliğine atandı. O, altı ay Basra’da ve altı ay Kufe‘de kaldı. Bu iki önemli şehrin valilik görevini yürütüyordu. Ziyad, Basra’da kaldığı süre içinde kendi yerine vekil olarak Amr b. Haris’i bırakıyordu. Hucr ve yaranları Ziyad’ın yokluğundan istifade ederek Muaviye’ye alani lanet ediyorlar ve Amr b. Haris’e de itaat etmiyorlardı.
                    Hükümet casusları durumu Kufe’de bulunan Ziyad’a haber verdiler. Ziyad vakit kaybetmeden apar topar Kufe’ye geldi. Hucr’un yaranlarının birçoğunu hileyle tutuklatarak zindana attı. Böylece Hucru yanlız ve desteksiz kaldı. Ziyad, Hucr hakkında tutuklama emri çıkarttı. Onu tutuklamak için emniyet amiri Şeddad’ı görevlendirdi. Şeddad, Hucr ve az sayıdaki yaranlarıyla çatışmaya girdi. Hucr az sayıdaki dostlarına canlarını kurtarmaları için dağılıp gizlenmelerini emretti. Hucr’u tutuklamaktan aciz kalan Ziyad, fasık, hain ve alçak bir şahsiyet olan Muhammed b. Eş’as’e Hucr’u bulup yakalamadığı takdirde kendisini öldüreceğini söyledi. Eş’as, Hucr’u yakalaması için Ziyad’dan üç gün mühlet istedi.
                    Hucr b. Adiy, Şiaların ve kendi canının tehlikede olduğunu görünce kölesini Eş’as’ın yanına göndererek Ziyad’dan can güvenliği istedi.
                    Eş’as, Hucr ve yaranalarına can güvenliği almak için Cerir b. Abdullah, Abdullah b. Haris ve Hucr b. Yezid ile beraber Ziyad’ın yanına gitti. Eş’as, Ziyad’dan Hucr ve yaranlarına güvence vererek Muaviye’ye göndermesini istedi. Ziyad onların teklifini kabul etti. Hucr’u Ziyad’ın yanına getirdiklerinde Ziyad ona şöyle dedi: “Allah'a yemin ederim ki kanına susamışım!”
                    Hucr şöyle cevap verdi: “Bana can güvenliği ver de Muaviye’nin yanın gidip inancımı ona söyleyeyim. Ziyad, Hucr’un bu isteğini kabul etti. Hucr’u Şam’a göndermek için tutuklatıp zindana attırdı. Hucr b. Adiy Ziyad’ın yanından ayrılırken yüksek sesle şöyle haykırdı: “Allah’ım! Bu benim ilk biatım, biatime sadık ve bağlıyım! Asla inancımdam vazgeçmedim ve geçmeyeceğim de, bunu böyle işitin ve bilin!”
                    Ziyad, Hucr’u tutuklatıp zindana attırdıktan sonra onun tüm arkadaşlarını tutuklatarak işkence etti ve onları Hucr’un yanına gönderdi. Bu yüzden Hucr ve on dört arkadaşı Muaviye’nin yanına gönderilmek için zindanda bir araya geldiler.

                    Hucr Ve Yalancı Şahitler

                    Kufe valisi Ziyad b. Ebih’in asıl hefedi Hucr ve yaranlarını öldürmekti. Onlara güvende olduklarına dair söz verdiği için onları öldüremiyordu. Ziyad, iğrenç ve kötü ameline ulaşmak için Hucr ve yaranaları aleyhinde yalancı şahitler satın almaya başladı. Muaviye’ye delil sunmak ve hücceti tamamlamak için işe koyuldu.
                    Ziyad, Amr b. Harid, Halid b. Arfate, Kays b. Velid ve Burade b. Ebi Musa gibi Kufe’nin önde gelen şahsiyetlerinden Hucr ve yaranlarının üçüncü halifeye lanet ve Muaviye’ye karşı itaatsizliklerini ileri sürerek onların öldürülmesi için onlardan imza aldı. Ziyad, bunların imzalarının Hucr ve yaranlarının ölümüne yetmeyeceğini bildiği için Kufe’deki Resulullah‘ın (s.a.a) hanedanına karşı kin ve düşmanlık besleyen Unak b. Şehebil Temimi, Ebu Bura, Ömer Sa’d, Şimr b. Zilcevşen, Şeys b. Rabi, Zicr b. Kays gibi görünüşleri mümin ancak kalplerinde Ehlibeyt’e düşmanlık besleyen kırk kişiden imza aldı. İmza atmayanların yerinde de kendisi imzalayarak Muaviye’ye gönderdi.
                    Hucr ve on dört yaranı Şam’a doğru hareket etmişlerdi. Meruc Ezra (Dimeşk’e 12 mil ötede yer alan bir kasaba) denen bölgede Muaviye’nin emri ile bekletilmeleri emredildi. Hucr ve yaranları Meruc Ezra’da hapse kapatıldılar.
                    Hucr ve yaranları Meruc Ezra’ya getirildiklerinde Hucr, eski bir hatırasını anarak şöyle dedi: “Ömer b. Hattab zamanında bu bölge gayri müslimdi. Bu toprakları fethettim. Tekbir getiren ve tespih eden ilk Müslümanlardandım. Buraya girdiğimde vahşi köpeklerin saldırısına maruz kalmıştım. Şimdi ise Peygamber (s.a.a) hanedanına sevgi ve muhabbetimden dolayı esir olarak getirildim.”

                    Ziyad’ın Hucr Ve Yaranlarının Öldürülmesindeki Israrı

                    Muaviye, Ziyad’ın bin bir yalan ve dolanla yazdığı ve yalancı şahitlerin imzasıyla dolu mektubu halka okudu. Muaviye mektubu okudu. Sonra halka, mektubun altındaki imzaların mahkumların kendi yakınları ve tanıdıklarının olduğunu söyledi ve halktan mahkumların hakkında ne yapılması konusunda görüş istedi. Daha sonra Ziyad’a bir mektup yazarak Hucr ve yaranlarının öldürülmelerinden şüphe duyduğunu ifade etti. Ziyad, Muaviye’nin mektubunu aldıktan sonra şöyle cevap yazdı: Basra ve Kufe’nin hâkimiyetini elinde tutmak istiyorsan, Hucr ve yaranları Kufe’ye geri dönmemeli ve öldürülmelidirler.”
                    Hucr, Muaviye’ye hücceti tamamlamak için Amr b. Esvedi Ecli’ye şöyle dedi: “Bizim mesajımızı Muaviye’ye ilet ve ona de ki: Bizim kanımız sana haramdır, Allah’tan kork! Hakkımızda iyi düşün sonra karar ver. Çünkü seninle işim yoktur.”
                    Hucr’un mesajı Muaviye’ye iletildi. Ancak aşağılık Muaviye taş kalpli, günaha gark olmuş, kör ve sağır olduğu için sonunda Hucr ve yaranlarının ölüm fermanını imzaladı.
                    Muaviye, Hudbe b. Feyyaz Kuzayi, Hasin b. Abdullah Kelbi ve Ebu Şerif Beddi gibi acımasız ve gaddar cellâtları Hucr ve yaranlarını öldürmek için Mercu Ezra bölgesine gönderdi.

                    Hucr Ve Yaranlarının Şehadeti

                    Muaviye’nin gaddar cellâtları öğleden sonra Meruc Ezra’ya ulaştılar. Zaman kaybetmeden zindana gittiler. Muaviye’nin belirlediği altı kişiyi serbest bıraktılar. Hucr ve yedi arkadaşına ise “Biz Şam’dan gelen görevlileriz! Önce size İmam Ali’ye lanet okumanızı emrettiler. Eğer lanet okursanız sizi serbest bırakacağı aksi takdirde öldürülecekseniz!” dediler.
                    Hucr ve yaranları canları pahasına İmam Ali’ye (Aleyhisselam) lanet okumaya razı olmadılar. Allah’tan uzak gafil cellâtlar Hucr ve arkadaşlarına kendi mezarlarını kazmalarını ve kefenlerini giymelerini emrettiler. Hucr ve yaranları mezarlarını kazdıktan sonra akşamın ilk saatlerinden sabaha kadar ibadet, dua ve münacatla meşgul oldular. Nihayet sabah olmuştu, cellâtlar onlara şöyle dedi: “Siz sabaha kadar ibadet, dua ve münacatla meşguldünüz. Şimdi söyleyin üçüncü halife Osman nasıl biriydi?” Hucr ve arkadaşları şöyle dediler: “Osman İslam hükümetine ilk zulüm eden kişi ve hakka amel etmeyen biridir.” Onların bu sözleri cellâtları rahatsız etti, öfkelenerek şöyle dediler: “Muaviye sizi çok iyi tanıdığı için ölüm fermanızı verdi. Şimdi Ali’ye (Aleyhisselam) lanet okursanız canınızı kurtarırsınız yoksa boynunuzu vuracağız!”
                    Hucr ve arkadaşları yine söz birliği ederek şöyle dediler: “Allah’ım! Sen şahit ol ki biz Emirü’l-Müminin Ali’ye hiçbir şekilde hakaret içeren söz söylemeyiz. Biz ancak onu severiz ve düşmanlarına lanet okuruz!”
                    Cellâtlar önce Hucr’un vefalı arkadaşlarına korkunç bir şekilde işkence ettikten sonra onları şehit ettiler. Sıra Hucr’a gelmişti, katiline şöyle dedi: “Ömrümün şu son anlarında abdest almama izin ver! Allah’a yemin ederim ki şimdiye kadar aldığım her abdesten sonra mutlaka iki rekât namaz kıldım.”
                    Cellât, Hucr’un abdest alıp namaz kılmasına izin verdi. Hucr’da abdest alıp hemen namazı kıldı ve şöyle dedi: “Ben hazırım, Allah’a yemin ederim ki şimdiye kadar bu kadar hızlı namaz kılmamıştım. Çünkü ölümden korkup namazı uzatacağımı düşünmenden korktum!”
                    Hucr’un katili Hudbe b. Feyyaz Kuzay-i acımasızca Hucr’un boynunu vurarak başını mübarek bedeninden ayırdı. Böylece Hucr ve yaranları oracıkta şehit olarak Rablerinin mülakatına kavuştular.
                    Hz. Ali’nin (Aleyhisselam) yıllar önce Kufelilere Hucr ve vefalı arkadaşları hakkında verdiği şehadet haberi gerçekleşmiş oldu. Hz. Ali Kufe halkına şöyle buyurmuştu: “Ey Kufe halkı! Sizlerin yedi büyük şahsiyetinizi Ezr’a denen bir yerde öldürecekler, onların misali Uhud ashabının misali gibidir. Hucr b. Adiy ve arkadaşları Uhdud ashabı gibilerdir, onları Allah’a olan iman ve itikatlarından dolayı öldürüleceklerdir.”

                    Hucr b. Adiy’nin Şehadetinin Halk üzerindeki Etkisi

                    Hucr ve arkadaşlarının şehadet haberi Müslümanlara ulaştı. Bu haber bir ateş gibi yürekleri yaktı. Halk birbirlerine “Hucr ve arkadaşlarının günahları ve suçları neydi ki başlarını bedenlerinden ayırdılar?” diye sormaya başladılar.
                    İmam Hüseyin de (a.s) konuşma yaparak Muaviye’yi bu insanlık dışı ve zalimce işinden dolayı kınadı. Tüm bu tepkiler ve itirazlar aslında Muaviye’nin Hucr ve arkadaşlarını öldürmekle ne kadar büyük bir günaha bulaştığının açık göstergesiydi. Muaviye hac yolculuğunda Ayşe ile görüştüğünde Ayşe ona şöyle dedi: “Neden Hucr ve arkadaşlarını öldürdün?”
                    Muaviye şöyle cevap verdi: “Ey Ayşe! Onları ümmetin maslahatı gereği öldürdüm. Onların varlığı ümmet için bir zarar ve tehlikeydi.”
                    Ayşe şöyle cevap verdi: “Resulullah’tan (s.a.a) şöyle buyurduğunu işittim: Çok yakında Ezr‘a bölgesinde bir grup öldürülecek ve onların öldürülmeleriyle yüce Allah ve gök ehli yer ehline gazap edecektir.”
                    Hasan-ı Basri şöyle der: Muaviye’nin tüm hatalarına ve günahlarına göz yumsak bile dört günah ve hatasına asla göz yumulmaz. O büyük hatalarından biri Hucr b. Adiy’i öldürmesidir. Bu cinayeti Muaviye’yi cehenneme götürecektir. Yazıklar olsun Muaviye’ye, Hucr ve yaranlarına yaptıklarından dolayı yazıklar olsun ona!”
                    Hucr, şehadetinden önce abdest alıp iki rekât namaz kıldıktan sonra şöyle dedi: “Ayağım ve yanımdaki zincirleri açmayın, kanımla gusül verin bana, elbisemi de kefen yapın! Çünkü ben savaş halindeyim ve öldürüleceğim. Kıyamette Muaviye ile tekrar savaşacağım.”

                    Muaviye’nin Anlamsız Cevapları

                    Muaviye, Hucr ve yaranlarının şehadetinden sonra halkın şiddetli tepkisine maruz kaldı. Onlara ikna edecek cevaplar veremiyordu. Bu yüzden çeşitli bahanelerle işlediği cinayeti izah etmeye çalışıyordu.

                    Muaviye’nin Anlamsız Ve Yersiz İzahlarından Bazıları

                    1-Onların öldürülmesi ümmetin yararına, varlıkları ise zararınaydı. Bu yüzden öldürülmeleri yaşamalarından daha iyidir.
                    2-Hucr ve yaranlarını ben öldürmedim, bilakis onları aleyhine şehadet edenler öldürdü.
                    3-Sümeyye’nin oğlu Ziyad beni bu işi yapmaya zorladı.
                    4-Ayşe, Muaviye’ye şöyle sordu: “Hucr’u ve yaranlarını öldürürken Muaviye b. Ebu Süfyan’ın takvası ve hilmi neredeydi?”
                    Muaviye alay ederek şöyle cevap verdi: “Hüküm verirken senin gibi takvalı biri yanımda yoktu.”
                    Allame Emin-i: Muaviye’nin cevapları Allah’a ve Resulün’e hakaret ve iftiradan öte bir şey değil. Onca ilahi emirler, Muhammed’in (s.a.a) şeriatı ve sözleri o aşağılık insanı bu cinayetleri işlemekten alıkoymaya yetmedi.
                    Muaviye o gün ilahi adalet mahkemesinde “Kim bir mümini haksız yere, kasten öldürürse, cezası ebedi cehennemdir. Allah ona gazap ve lanet etmiştir ve ona büyük bir azap hazırlamıştır.“ Ayetine nasıl cevap verebilir?
                    Evladın ve malın fayda vermediği kıyamet gününde acaba Muaviye ne yapacak? Ve acaba “Allah’ın ayetlerini inkâr edenlere, haksız yere nebileri öldürenlere, insanlardan adaleti emredenleri öldürenlere acıklı azabı müjdele.“ Ayetine göre kıyamet günü cevabında neyi bahane edebilecektir?
                    Evet, Hucr ve yaranları ellerine, ayaklarına, kollarına ve boyunlarına zincirler vurulmuş bir halde ancak huzurlu bir kalp, ihlâs ve temiz amelleriyle yüce ruhlarını Rablerine teslim ettiler.

                    Yorum


                      #11
                      Ynt: İmam Ali'nin (a.s) Ashabı

                      rabbim razı olsun inş..
                      vela hevla vela kuvvete illa billahul ALİYYUL AZİM
                      [center]

                      Yorum


                        #12
                        Ynt: İmam Ali'nin (a.s) Ashabı

                        Allah razı olsun....
                        Derdin kendindedir bilmiyorsun, derman yine sendedir görmüyorsun, içine koca bir alem yerleştirilmiş; sen hala kendini küçük bir şey zannediyorsun. / Hz. Ali (as)

                        Yorum


                          #13
                          Ynt: İmam Ali'nin (a.s) Ashabı

                          Allah razi olsun


                          Biliyorsan buyur konus...konusta feyiz alsinlar...bilmiyorsan tut dilini seni bir adam saysinlar

                          Yorum


                            #14
                            Ynt: İmam Ali'nin (a.s) Ashabı

                            Allah cümlenizden razı olsun!

                            Yorum

                            YUKARI ÇIK
                            Çalışıyor...
                            X