ÖLÜMLE BAŞLAYAN YOLCULUK _ M. HASAN NECEFİ
ÖLÜMDEN SONRA
...Ve öldüm işte... Ayakta durmuş, etrafımı seyrediyorum... Has-talıktan kurtulduğumu ve sapasağlam olduğumu hissediyorum... Ya-kınlarım cenazemin etrafını sarmış, ağlıyorlar. Onların ağlaması beni üzüyor. Kendilerine, ölmediğimi, sadece hastalıktan kurtulduğumu haykırıyorum... Kimse beni dinlemiyor... Beni görmüyor, sesimi işit-miyor gibiler. Benden çok uzak olduklarını ve onlarla iletişim kura-madığımı anlıyorum...
Cenazeye, özellikle de çıplak olan sol yanına yakın bir ilgi duy-duğumu hissediyorum...
Cenazeyi yıkayıp kefenledikten sonra mezarlığa doğru götürmek-teler. Ben de onlarla birlikteyim. Aralarında kimi vahşi ve yırtıcı hay-vanların da var olduğunu, benim dışımda kimsenin onlardan korkma-dığını, onların da kimseye zarar vermediğini görmekteyim. Evcilleş-miş gibiler...
İşte mezarlık; cenazeyi baş tarafından kabre indirdiler. Ben kab-rin kenarında, olup bitenleri seyrediyorum. Bir korku ve dehşettir, sarmış her yanımı... Kabirde bazı hayvanların ortaya çıkıp cenazeye saldırdığını görünce bu korku daha da arttı. Cenazeyi kabre koyan adam da hiç onları görmüyormuşçasına davranıyordu. Adam kabirden çıktıktan sonra, cenazeye duyduğum yakınlıktan dolayı ben kabre indim ve hayvanları dışarı çıkarmaya çalıştım. Hayvanlar öylesine çoktu ki, hiç bir şey yapamıyordum. Aynı zamanda bütün uzuvlarım korkudan titriyordu. Halktan yardım istedim. Kimse yardıma gelmedi. Kabrin içinde olup bitenleri görmüyor gibiydiler. Bir anda mezarın içinde beliren kişiler yardımıyla hayvanları kovabildik. Kendilerine kim olduklarını sormak istedim. Sormama fırsat vermeden: "Hiç şüphe yok, iyilikler kötülükleri giderir." dedi ve kayboldular.
O korkunç hayvanlardan kurtulduktan sonra bir de baktım ki, kabrin üstünü kapatmışlar, beni o dar ve karanlık yerde yalnız bıraka-rak evlerine doğru yola koyulmuşlar. Hatta yakın dostlarım ve gece-gündüz demeden refahları için çalıştığım çoluk çocuğum da beni yal-nız bırakmıştı. Bu vefasızlıktan duyduğum üzüntüyü anlatmam kabil değil. Mezarın ve yalnızlığın verdiği dehşetle, neredeyse yüreğim ağzıma gelecekti.
NEKİR, MÜNKER VE KABİR SORGUSU
Büyük bir yalnızlık ve dehşet içinde, Allah'tan başka herkesten ve her şeyden ümit keserek cenazenin yanı başında oturdum... Bir anda kabir sallanmaya, duvarlarından ve tavanından toprak dökülmeye başladı. Kabrin ayak ucunun alt kısmındaki sarsıntı daha şiddetliydi. Sanki bir hayvan orayı yarıp kabre girmek istiyordu… Nihayet orası yarıldı ve oldukça heybetli ve asık suratlı iki kişi kabre girdi. Dev gibi iri ve korkunçtular. Ağızlarından, burunlarından ateş ve duman çıkı-yordu. Ellerinde de etrafa kıvılcımlar saçan ateşli gürzler vardı. Yer ve göğü titreten gök gürültüsüne benzer bir sesle cenazeye: "Rabbin kimdir?" diye sordular. Korkudan yüreğim hoplamış, dilim tutul-muştu. Kendi kendime, "Şu ruhsuz cenazenin, sorulara cevap vereme-yeceğini ve onların da ateşli gürzleriyle cenazeye vurarak kabri ateşle dolduracaklarını düşünüp, iyisi mi ben cevap vereyim de bu yakıcı ateşe duçar olmayayım." dedim.
Çaresizlerin çaresi, darda kalmışların ümidi olan Hak Teala'ya, Ebu Talip oğlu Ali'yi vesile kılarak yöneldim. Çünkü onu iyi tanıyor ve çok seviyordum; gücünün her âlemde ve menzilde geçerli olduğuna inanıyordum. Vasfı kabil olmayan dehşet ve korku anında, "İnsanla-rın sarhoş olmadıkları halde sarhoş göründükleri..." bir durum-da, böylesi büyük bir vesileyi hatırlamak, hiç kuşkusuz yüce Allah'ın bir lütuf ve nimetiydi. Bu büyük vesileyi hatırlayınca özgüvenim arttı ve dilim çözüldü. Suskunluğum uzun sürmüş olmalıydı ki onlar, anla-tılamayacak bir hiddet ve şiddetle tekrar "Rabbin ve mâbudun kim-dir?" diye sordular. Bu defa öncekinin yüz kat fazlası bir heybete bürünmüştü yüzleri. Öfkenin şiddetinden yüzleri simsiyah kesilmiş, gözleri ateş saçıyordu. Ellerindeki gürzler havaya kalkmış ve inmek üzereydi.
Kendimi toparlayarak kısık bir sesle: "Rabbim ve mâbudum, benzeri ve ortağı olmayan bir Allah'tır." dedim. Ardından da şu ayeti okudum:
"O, Allah'tır; O'ndan başka ilah yok. Gaybı da, görünen âlemi de bilen O'dur. O Rahman'dır, Ra-hîm'dir. O, Allah'tır; O'ndan başka ilah yok. Me-lik'tir, Kuddüs'tür, Selam'dır, Mü'min'dir, Mühey-min'dir, Aziz'dir, Cebbar'dır, Mütekebbir'-dir. Allah, onların ortak koştukları şeylerden yücedir, münezzeh-tir."
Dünya hayatında, her sabah namazından sonra okuduğum bu ayet-i kerimeyi tilavet etmekle insan oğlunun erdemini onlara göster-meyi amaçlıyordum. Çünkü onlar, daha önce insanoğlunu bozguncu-luk ve kan dökücülükle itham edip yaratılışına karşı çıkmış, hiçbir erdem ve kemali olmadığını sanmışlardı.
Cevap olarak okuduğum ayet-i kerimeden sonra öfkelerinin yatış-tığını ve asık suratlarının değiştiğini, hatta birinin, ötekine: "Görünen o ki, bir İslam alimiyle karşı karşıyayız; nazik davranmamız daha doğru olur." dediğini duydum. Fakat diğeri: "Ona karşı nasıl davran-mamız gerektiğini, son sorumuza vereceği cevap belirleyecek. Bu sorunun cevabını alıncaya kadar görevimizi yerine getirmeliyiz. Dün-yevi makam ve mevkilerin burada geçerli olmadığını sen de biliyor-sun." dedi ve "Peygamberin kimdir?" diye sordular.
Bu sırada kalbimin atışı azalmış, dilim daha bir çözülmüş, sesim titreme ve boğukluktan kurtulmuştu.
"Benim Peygamberim ve Allah'ın bütün insanlara göndermiş ol-duğu Resulü, nebilerin sonuncusu ve resullerin efendisi olan Abdullah oğlu Muhammed'dir." dedim.
Bu cevabı alınca öfke ve sinirleri tamamen yatıştı, yüzleri berrak-laştı.
Daha sonra kitabımı, kıblemi, imamımı ve Resu-lullah'ın (s.a.a) halifesini sordular.
Benim cevabım ise şöyle oldu:
"Kitabım, Rahîm Rab'den, hekîm Peygamberine nazil olan Kur'an-ı Kerim'dir. Kıblem, görünürde Kâbe ve Mescid-i Haram'dır; "Nerede olsanız yüzünüzü Mescid-i Haram yönüne döndürün." hakikatte ise Hak Te-ala'dır; "Ben bir hanîf olarak yüzümü gökleri ve yeri Yaratan'a döndürdüm ve ben ortak koşanlardan deği-lim."
İmamım ve Peygamberin halifeleri ise, Ebu Talib oğlu Ali (a.s) ile başlar ve Hasan Askeri'nin (a.s) oğlu Mehdi (a.s) ile son bulur. Asrın hücceti ve zamanın imamı da odur. Hepsinin itaati farz ve mâ-sumdurlar; fena yurdunun şahitleri ve beka yurdununsa şefaatçileridir-ler.
On iki imamın isimlerini, hasep ve neseplerini birer birer açıkla-dım.
— Bu kadar detaya inmene gerek yoktu, her soruya tek kelimeyle cevap verebilirdin.
— Aslında size daha detaylı cevaplar vermek gerekir. Çünkü siz, daha ilk günden bizim hakkımızda kötü zanda bulunmuş, yaratılma-mıza itiraz etmiştiniz. Oysa hikmet sahibi Allah'ın işine itiraz etmeme-liydiniz. Allah'ın işine itiraz ettiğinizi öğrendiğim günden beri size biraz kırgınım doğrusu. Size birkaç soru sormayı çok isterdim, yazık ki, bunu gerçekleştiremeyeceğim...
Aramızda geçen bu konuşmadan sonra soracakları soruları bek-lemeye koyuldum. Fakat onlar sadece "Bu cevapları nereden ve kim-den öğrendin?" demekle yetindiler.
Bu soru beni biraz düşündürdü. Kendi kendime şöyle dedim:
"Gaflet, cehalet, hata ve yanılgı yurdu olan dünya hayatında sıra-ladığımız delil ve burhanların yanlış olmadığı ne mâlum? Bu delillerin madde veya biçimlerinde ya da sonuç verme şartlarında bir hata ve yanılgı bulunmadığı, mantık ölçülerine uygun gerçek ölçüler olduğu ve bu ölçüleri belirleyen Aristo'nun yanılmadığı ne mâlum? Ayrıca o kanıtlar doğru olsa da sadece körlük ve bilgisizlik yurdu olan dünyada işe yarar. Çünkü o kanıtlar, körün veya karanlık bir yerde yürümek isteyen kişinin kullandığı asâya benzer. Gerçeklerin açıkça ortada olduğu ve gözlerin keskinleştiği bu âlemde besbelli ki, asâ bir işe yaramayacaktır. Peki bunlar benden ne istiyorlar?!
Allah'ım, bu aleme daha yeni adım attım ve buranın konuşma tarzına da aşina değilim. Ebu Talib oğlu Ali hakkına yardımını benden esirgeme!"
Bu düşünce ve yakarışlara dalmış gitmiştim ki, gök gürültüsünü aratmayan haykırışlarla kendime geldim. Yine aynı soru: "Bunları neye dayanarak söylüyorsun?"
Öfkelerinden yüzleri simsiyah kesilmiş, gözleri ateş saçıyordu, havaya kaldırdıkları gürzleri indirmeye ramak kalmıştı. Korku ve dehşetin şiddetinden şuurumu kaybetmiş gibiydim. Korkudan gözle-rimi kapatmış olduğum o anda, adeta bir ilham aldım ve kısık bir sesle: "Allah beni bunlara hidayet etti." deyince, "Gelin gibi rahat uyu." dediklerini duydum. Sonra onlar gitmiş ve ben o dehşet anın-dan kurtulmanın rehavetiyle derin bir uykuya dalmış ya da bayılmı-şım.
ÖLÜMDEN SONRA
...Ve öldüm işte... Ayakta durmuş, etrafımı seyrediyorum... Has-talıktan kurtulduğumu ve sapasağlam olduğumu hissediyorum... Ya-kınlarım cenazemin etrafını sarmış, ağlıyorlar. Onların ağlaması beni üzüyor. Kendilerine, ölmediğimi, sadece hastalıktan kurtulduğumu haykırıyorum... Kimse beni dinlemiyor... Beni görmüyor, sesimi işit-miyor gibiler. Benden çok uzak olduklarını ve onlarla iletişim kura-madığımı anlıyorum...
Cenazeye, özellikle de çıplak olan sol yanına yakın bir ilgi duy-duğumu hissediyorum...
Cenazeyi yıkayıp kefenledikten sonra mezarlığa doğru götürmek-teler. Ben de onlarla birlikteyim. Aralarında kimi vahşi ve yırtıcı hay-vanların da var olduğunu, benim dışımda kimsenin onlardan korkma-dığını, onların da kimseye zarar vermediğini görmekteyim. Evcilleş-miş gibiler...
İşte mezarlık; cenazeyi baş tarafından kabre indirdiler. Ben kab-rin kenarında, olup bitenleri seyrediyorum. Bir korku ve dehşettir, sarmış her yanımı... Kabirde bazı hayvanların ortaya çıkıp cenazeye saldırdığını görünce bu korku daha da arttı. Cenazeyi kabre koyan adam da hiç onları görmüyormuşçasına davranıyordu. Adam kabirden çıktıktan sonra, cenazeye duyduğum yakınlıktan dolayı ben kabre indim ve hayvanları dışarı çıkarmaya çalıştım. Hayvanlar öylesine çoktu ki, hiç bir şey yapamıyordum. Aynı zamanda bütün uzuvlarım korkudan titriyordu. Halktan yardım istedim. Kimse yardıma gelmedi. Kabrin içinde olup bitenleri görmüyor gibiydiler. Bir anda mezarın içinde beliren kişiler yardımıyla hayvanları kovabildik. Kendilerine kim olduklarını sormak istedim. Sormama fırsat vermeden: "Hiç şüphe yok, iyilikler kötülükleri giderir." dedi ve kayboldular.
O korkunç hayvanlardan kurtulduktan sonra bir de baktım ki, kabrin üstünü kapatmışlar, beni o dar ve karanlık yerde yalnız bıraka-rak evlerine doğru yola koyulmuşlar. Hatta yakın dostlarım ve gece-gündüz demeden refahları için çalıştığım çoluk çocuğum da beni yal-nız bırakmıştı. Bu vefasızlıktan duyduğum üzüntüyü anlatmam kabil değil. Mezarın ve yalnızlığın verdiği dehşetle, neredeyse yüreğim ağzıma gelecekti.
NEKİR, MÜNKER VE KABİR SORGUSU
Büyük bir yalnızlık ve dehşet içinde, Allah'tan başka herkesten ve her şeyden ümit keserek cenazenin yanı başında oturdum... Bir anda kabir sallanmaya, duvarlarından ve tavanından toprak dökülmeye başladı. Kabrin ayak ucunun alt kısmındaki sarsıntı daha şiddetliydi. Sanki bir hayvan orayı yarıp kabre girmek istiyordu… Nihayet orası yarıldı ve oldukça heybetli ve asık suratlı iki kişi kabre girdi. Dev gibi iri ve korkunçtular. Ağızlarından, burunlarından ateş ve duman çıkı-yordu. Ellerinde de etrafa kıvılcımlar saçan ateşli gürzler vardı. Yer ve göğü titreten gök gürültüsüne benzer bir sesle cenazeye: "Rabbin kimdir?" diye sordular. Korkudan yüreğim hoplamış, dilim tutul-muştu. Kendi kendime, "Şu ruhsuz cenazenin, sorulara cevap vereme-yeceğini ve onların da ateşli gürzleriyle cenazeye vurarak kabri ateşle dolduracaklarını düşünüp, iyisi mi ben cevap vereyim de bu yakıcı ateşe duçar olmayayım." dedim.
Çaresizlerin çaresi, darda kalmışların ümidi olan Hak Teala'ya, Ebu Talip oğlu Ali'yi vesile kılarak yöneldim. Çünkü onu iyi tanıyor ve çok seviyordum; gücünün her âlemde ve menzilde geçerli olduğuna inanıyordum. Vasfı kabil olmayan dehşet ve korku anında, "İnsanla-rın sarhoş olmadıkları halde sarhoş göründükleri..." bir durum-da, böylesi büyük bir vesileyi hatırlamak, hiç kuşkusuz yüce Allah'ın bir lütuf ve nimetiydi. Bu büyük vesileyi hatırlayınca özgüvenim arttı ve dilim çözüldü. Suskunluğum uzun sürmüş olmalıydı ki onlar, anla-tılamayacak bir hiddet ve şiddetle tekrar "Rabbin ve mâbudun kim-dir?" diye sordular. Bu defa öncekinin yüz kat fazlası bir heybete bürünmüştü yüzleri. Öfkenin şiddetinden yüzleri simsiyah kesilmiş, gözleri ateş saçıyordu. Ellerindeki gürzler havaya kalkmış ve inmek üzereydi.
Kendimi toparlayarak kısık bir sesle: "Rabbim ve mâbudum, benzeri ve ortağı olmayan bir Allah'tır." dedim. Ardından da şu ayeti okudum:
"O, Allah'tır; O'ndan başka ilah yok. Gaybı da, görünen âlemi de bilen O'dur. O Rahman'dır, Ra-hîm'dir. O, Allah'tır; O'ndan başka ilah yok. Me-lik'tir, Kuddüs'tür, Selam'dır, Mü'min'dir, Mühey-min'dir, Aziz'dir, Cebbar'dır, Mütekebbir'-dir. Allah, onların ortak koştukları şeylerden yücedir, münezzeh-tir."
Dünya hayatında, her sabah namazından sonra okuduğum bu ayet-i kerimeyi tilavet etmekle insan oğlunun erdemini onlara göster-meyi amaçlıyordum. Çünkü onlar, daha önce insanoğlunu bozguncu-luk ve kan dökücülükle itham edip yaratılışına karşı çıkmış, hiçbir erdem ve kemali olmadığını sanmışlardı.
Cevap olarak okuduğum ayet-i kerimeden sonra öfkelerinin yatış-tığını ve asık suratlarının değiştiğini, hatta birinin, ötekine: "Görünen o ki, bir İslam alimiyle karşı karşıyayız; nazik davranmamız daha doğru olur." dediğini duydum. Fakat diğeri: "Ona karşı nasıl davran-mamız gerektiğini, son sorumuza vereceği cevap belirleyecek. Bu sorunun cevabını alıncaya kadar görevimizi yerine getirmeliyiz. Dün-yevi makam ve mevkilerin burada geçerli olmadığını sen de biliyor-sun." dedi ve "Peygamberin kimdir?" diye sordular.
Bu sırada kalbimin atışı azalmış, dilim daha bir çözülmüş, sesim titreme ve boğukluktan kurtulmuştu.
"Benim Peygamberim ve Allah'ın bütün insanlara göndermiş ol-duğu Resulü, nebilerin sonuncusu ve resullerin efendisi olan Abdullah oğlu Muhammed'dir." dedim.
Bu cevabı alınca öfke ve sinirleri tamamen yatıştı, yüzleri berrak-laştı.
Daha sonra kitabımı, kıblemi, imamımı ve Resu-lullah'ın (s.a.a) halifesini sordular.
Benim cevabım ise şöyle oldu:
"Kitabım, Rahîm Rab'den, hekîm Peygamberine nazil olan Kur'an-ı Kerim'dir. Kıblem, görünürde Kâbe ve Mescid-i Haram'dır; "Nerede olsanız yüzünüzü Mescid-i Haram yönüne döndürün." hakikatte ise Hak Te-ala'dır; "Ben bir hanîf olarak yüzümü gökleri ve yeri Yaratan'a döndürdüm ve ben ortak koşanlardan deği-lim."
İmamım ve Peygamberin halifeleri ise, Ebu Talib oğlu Ali (a.s) ile başlar ve Hasan Askeri'nin (a.s) oğlu Mehdi (a.s) ile son bulur. Asrın hücceti ve zamanın imamı da odur. Hepsinin itaati farz ve mâ-sumdurlar; fena yurdunun şahitleri ve beka yurdununsa şefaatçileridir-ler.
On iki imamın isimlerini, hasep ve neseplerini birer birer açıkla-dım.
— Bu kadar detaya inmene gerek yoktu, her soruya tek kelimeyle cevap verebilirdin.
— Aslında size daha detaylı cevaplar vermek gerekir. Çünkü siz, daha ilk günden bizim hakkımızda kötü zanda bulunmuş, yaratılma-mıza itiraz etmiştiniz. Oysa hikmet sahibi Allah'ın işine itiraz etmeme-liydiniz. Allah'ın işine itiraz ettiğinizi öğrendiğim günden beri size biraz kırgınım doğrusu. Size birkaç soru sormayı çok isterdim, yazık ki, bunu gerçekleştiremeyeceğim...
Aramızda geçen bu konuşmadan sonra soracakları soruları bek-lemeye koyuldum. Fakat onlar sadece "Bu cevapları nereden ve kim-den öğrendin?" demekle yetindiler.
Bu soru beni biraz düşündürdü. Kendi kendime şöyle dedim:
"Gaflet, cehalet, hata ve yanılgı yurdu olan dünya hayatında sıra-ladığımız delil ve burhanların yanlış olmadığı ne mâlum? Bu delillerin madde veya biçimlerinde ya da sonuç verme şartlarında bir hata ve yanılgı bulunmadığı, mantık ölçülerine uygun gerçek ölçüler olduğu ve bu ölçüleri belirleyen Aristo'nun yanılmadığı ne mâlum? Ayrıca o kanıtlar doğru olsa da sadece körlük ve bilgisizlik yurdu olan dünyada işe yarar. Çünkü o kanıtlar, körün veya karanlık bir yerde yürümek isteyen kişinin kullandığı asâya benzer. Gerçeklerin açıkça ortada olduğu ve gözlerin keskinleştiği bu âlemde besbelli ki, asâ bir işe yaramayacaktır. Peki bunlar benden ne istiyorlar?!
Allah'ım, bu aleme daha yeni adım attım ve buranın konuşma tarzına da aşina değilim. Ebu Talib oğlu Ali hakkına yardımını benden esirgeme!"
Bu düşünce ve yakarışlara dalmış gitmiştim ki, gök gürültüsünü aratmayan haykırışlarla kendime geldim. Yine aynı soru: "Bunları neye dayanarak söylüyorsun?"
Öfkelerinden yüzleri simsiyah kesilmiş, gözleri ateş saçıyordu, havaya kaldırdıkları gürzleri indirmeye ramak kalmıştı. Korku ve dehşetin şiddetinden şuurumu kaybetmiş gibiydim. Korkudan gözle-rimi kapatmış olduğum o anda, adeta bir ilham aldım ve kısık bir sesle: "Allah beni bunlara hidayet etti." deyince, "Gelin gibi rahat uyu." dediklerini duydum. Sonra onlar gitmiş ve ben o dehşet anın-dan kurtulmanın rehavetiyle derin bir uykuya dalmış ya da bayılmı-şım.
Yorum