Duyuru

Daraltma
Henüz duyuru yok.

ÖLÜMLE BAŞLAYAN YOLCULUK

Daraltma
X
 
  • Filtre
  • Zaman
  • Göster
Hepsini Temizle
yeni gönderiler

    ÖLÜMLE BAŞLAYAN YOLCULUK

    ÖLÜMLE BAŞLAYAN YOLCULUK _ M. HASAN NECEFİ

    ÖLÜMDEN SONRA

    ...Ve öldüm işte... Ayakta durmuş, etrafımı seyrediyorum... Has-talıktan kurtulduğumu ve sapasağlam olduğumu hissediyorum... Ya-kınlarım cenazemin etrafını sarmış, ağlıyorlar. Onların ağlaması beni üzüyor. Kendilerine, ölmediğimi, sadece hastalıktan kurtulduğumu haykırıyorum... Kimse beni dinlemiyor... Beni görmüyor, sesimi işit-miyor gibiler. Benden çok uzak olduklarını ve onlarla iletişim kura-madığımı anlıyorum...
    Cenazeye, özellikle de çıplak olan sol yanına yakın bir ilgi duy-duğumu hissediyorum...
    Cenazeyi yıkayıp kefenledikten sonra mezarlığa doğru götürmek-teler. Ben de onlarla birlikteyim. Aralarında kimi vahşi ve yırtıcı hay-vanların da var olduğunu, benim dışımda kimsenin onlardan korkma-dığını, onların da kimseye zarar vermediğini görmekteyim. Evcilleş-miş gibiler...
    İşte mezarlık; cenazeyi baş tarafından kabre indirdiler. Ben kab-rin kenarında, olup bitenleri seyrediyorum. Bir korku ve dehşettir, sarmış her yanımı... Kabirde bazı hayvanların ortaya çıkıp cenazeye saldırdığını görünce bu korku daha da arttı. Cenazeyi kabre koyan adam da hiç onları görmüyormuşçasına davranıyordu. Adam kabirden çıktıktan sonra, cenazeye duyduğum yakınlıktan dolayı ben kabre indim ve hayvanları dışarı çıkarmaya çalıştım. Hayvanlar öylesine çoktu ki, hiç bir şey yapamıyordum. Aynı zamanda bütün uzuvlarım korkudan titriyordu. Halktan yardım istedim. Kimse yardıma gelmedi. Kabrin içinde olup bitenleri görmüyor gibiydiler. Bir anda mezarın içinde beliren kişiler yardımıyla hayvanları kovabildik. Kendilerine kim olduklarını sormak istedim. Sormama fırsat vermeden: "Hiç şüphe yok, iyilikler kötülükleri giderir." dedi ve kayboldular.
    O korkunç hayvanlardan kurtulduktan sonra bir de baktım ki, kabrin üstünü kapatmışlar, beni o dar ve karanlık yerde yalnız bıraka-rak evlerine doğru yola koyulmuşlar. Hatta yakın dostlarım ve gece-gündüz demeden refahları için çalıştığım çoluk çocuğum da beni yal-nız bırakmıştı. Bu vefasızlıktan duyduğum üzüntüyü anlatmam kabil değil. Mezarın ve yalnızlığın verdiği dehşetle, neredeyse yüreğim ağzıma gelecekti.

    NEKİR, MÜNKER VE KABİR SORGUSU

    Büyük bir yalnızlık ve dehşet içinde, Allah'tan başka herkesten ve her şeyden ümit keserek cenazenin yanı başında oturdum... Bir anda kabir sallanmaya, duvarlarından ve tavanından toprak dökülmeye başladı. Kabrin ayak ucunun alt kısmındaki sarsıntı daha şiddetliydi. Sanki bir hayvan orayı yarıp kabre girmek istiyordu… Nihayet orası yarıldı ve oldukça heybetli ve asık suratlı iki kişi kabre girdi. Dev gibi iri ve korkunçtular. Ağızlarından, burunlarından ateş ve duman çıkı-yordu. Ellerinde de etrafa kıvılcımlar saçan ateşli gürzler vardı. Yer ve göğü titreten gök gürültüsüne benzer bir sesle cenazeye: "Rabbin kimdir?" diye sordular. Korkudan yüreğim hoplamış, dilim tutul-muştu. Kendi kendime, "Şu ruhsuz cenazenin, sorulara cevap vereme-yeceğini ve onların da ateşli gürzleriyle cenazeye vurarak kabri ateşle dolduracaklarını düşünüp, iyisi mi ben cevap vereyim de bu yakıcı ateşe duçar olmayayım." dedim.
    Çaresizlerin çaresi, darda kalmışların ümidi olan Hak Teala'ya, Ebu Talip oğlu Ali'yi vesile kılarak yöneldim. Çünkü onu iyi tanıyor ve çok seviyordum; gücünün her âlemde ve menzilde geçerli olduğuna inanıyordum. Vasfı kabil olmayan dehşet ve korku anında, "İnsanla-rın sarhoş olmadıkları halde sarhoş göründükleri..." bir durum-da, böylesi büyük bir vesileyi hatırlamak, hiç kuşkusuz yüce Allah'ın bir lütuf ve nimetiydi. Bu büyük vesileyi hatırlayınca özgüvenim arttı ve dilim çözüldü. Suskunluğum uzun sürmüş olmalıydı ki onlar, anla-tılamayacak bir hiddet ve şiddetle tekrar "Rabbin ve mâbudun kim-dir?" diye sordular. Bu defa öncekinin yüz kat fazlası bir heybete bürünmüştü yüzleri. Öfkenin şiddetinden yüzleri simsiyah kesilmiş, gözleri ateş saçıyordu. Ellerindeki gürzler havaya kalkmış ve inmek üzereydi.
    Kendimi toparlayarak kısık bir sesle: "Rabbim ve mâbudum, benzeri ve ortağı olmayan bir Allah'tır." dedim. Ardından da şu ayeti okudum:

    "O, Allah'tır; O'ndan başka ilah yok. Gaybı da, görünen âlemi de bilen O'dur. O Rahman'dır, Ra-hîm'dir. O, Allah'tır; O'ndan başka ilah yok. Me-lik'tir, Kuddüs'tür, Selam'dır, Mü'min'dir, Mühey-min'dir, Aziz'dir, Cebbar'dır, Mütekebbir'-dir. Allah, onların ortak koştukları şeylerden yücedir, münezzeh-tir."
    Dünya hayatında, her sabah namazından sonra okuduğum bu ayet-i kerimeyi tilavet etmekle insan oğlunun erdemini onlara göster-meyi amaçlıyordum. Çünkü onlar, daha önce insanoğlunu bozguncu-luk ve kan dökücülükle itham edip yaratılışına karşı çıkmış, hiçbir erdem ve kemali olmadığını sanmışlardı.
    Cevap olarak okuduğum ayet-i kerimeden sonra öfkelerinin yatış-tığını ve asık suratlarının değiştiğini, hatta birinin, ötekine: "Görünen o ki, bir İslam alimiyle karşı karşıyayız; nazik davranmamız daha doğru olur." dediğini duydum. Fakat diğeri: "Ona karşı nasıl davran-mamız gerektiğini, son sorumuza vereceği cevap belirleyecek. Bu sorunun cevabını alıncaya kadar görevimizi yerine getirmeliyiz. Dün-yevi makam ve mevkilerin burada geçerli olmadığını sen de biliyor-sun." dedi ve "Peygamberin kimdir?" diye sordular.
    Bu sırada kalbimin atışı azalmış, dilim daha bir çözülmüş, sesim titreme ve boğukluktan kurtulmuştu.
    "Benim Peygamberim ve Allah'ın bütün insanlara göndermiş ol-duğu Resulü, nebilerin sonuncusu ve resullerin efendisi olan Abdullah oğlu Muhammed'dir." dedim.

    Bu cevabı alınca öfke ve sinirleri tamamen yatıştı, yüzleri berrak-laştı.
    Daha sonra kitabımı, kıblemi, imamımı ve Resu-lullah'ın (s.a.a) halifesini sordular.
    Benim cevabım ise şöyle oldu:
    "Kitabım, Rahîm Rab'den, hekîm Peygamberine nazil olan Kur'an-ı Kerim'dir. Kıblem, görünürde Kâbe ve Mescid-i Haram'dır; "Nerede olsanız yüzünüzü Mescid-i Haram yönüne döndürün." hakikatte ise Hak Te-ala'dır; "Ben bir hanîf olarak yüzümü gökleri ve yeri Yaratan'a döndürdüm ve ben ortak koşanlardan deği-lim."

    İmamım ve Peygamberin halifeleri ise, Ebu Talib oğlu Ali (a.s) ile başlar ve Hasan Askeri'nin (a.s) oğlu Mehdi (a.s) ile son bulur. Asrın hücceti ve zamanın imamı da odur. Hepsinin itaati farz ve mâ-sumdurlar; fena yurdunun şahitleri ve beka yurdununsa şefaatçileridir-ler.
    On iki imamın isimlerini, hasep ve neseplerini birer birer açıkla-dım.
    — Bu kadar detaya inmene gerek yoktu, her soruya tek kelimeyle cevap verebilirdin.
    — Aslında size daha detaylı cevaplar vermek gerekir. Çünkü siz, daha ilk günden bizim hakkımızda kötü zanda bulunmuş, yaratılma-mıza itiraz etmiştiniz. Oysa hikmet sahibi Allah'ın işine itiraz etmeme-liydiniz. Allah'ın işine itiraz ettiğinizi öğrendiğim günden beri size biraz kırgınım doğrusu. Size birkaç soru sormayı çok isterdim, yazık ki, bunu gerçekleştiremeyeceğim...

    Aramızda geçen bu konuşmadan sonra soracakları soruları bek-lemeye koyuldum. Fakat onlar sadece "Bu cevapları nereden ve kim-den öğrendin?" demekle yetindiler.
    Bu soru beni biraz düşündürdü. Kendi kendime şöyle dedim:
    "Gaflet, cehalet, hata ve yanılgı yurdu olan dünya hayatında sıra-ladığımız delil ve burhanların yanlış olmadığı ne mâlum? Bu delillerin madde veya biçimlerinde ya da sonuç verme şartlarında bir hata ve yanılgı bulunmadığı, mantık ölçülerine uygun gerçek ölçüler olduğu ve bu ölçüleri belirleyen Aristo'nun yanılmadığı ne mâlum? Ayrıca o kanıtlar doğru olsa da sadece körlük ve bilgisizlik yurdu olan dünyada işe yarar. Çünkü o kanıtlar, körün veya karanlık bir yerde yürümek isteyen kişinin kullandığı asâya benzer. Gerçeklerin açıkça ortada olduğu ve gözlerin keskinleştiği bu âlemde besbelli ki, asâ bir işe yaramayacaktır. Peki bunlar benden ne istiyorlar?!

    Allah'ım, bu aleme daha yeni adım attım ve buranın konuşma tarzına da aşina değilim. Ebu Talib oğlu Ali hakkına yardımını benden esirgeme!"
    Bu düşünce ve yakarışlara dalmış gitmiştim ki, gök gürültüsünü aratmayan haykırışlarla kendime geldim. Yine aynı soru: "Bunları neye dayanarak söylüyorsun?"
    Öfkelerinden yüzleri simsiyah kesilmiş, gözleri ateş saçıyordu, havaya kaldırdıkları gürzleri indirmeye ramak kalmıştı. Korku ve dehşetin şiddetinden şuurumu kaybetmiş gibiydim. Korkudan gözle-rimi kapatmış olduğum o anda, adeta bir ilham aldım ve kısık bir sesle: "Allah beni bunlara hidayet etti." deyince, "Gelin gibi rahat uyu." dediklerini duydum. Sonra onlar gitmiş ve ben o dehşet anın-dan kurtulmanın rehavetiyle derin bir uykuya dalmış ya da bayılmı-şım.


    Derdin kendindedir bilmiyorsun, derman yine sendedir görmüyorsun, içine koca bir alem yerleştirilmiş; sen hala kendini küçük bir şey zannediyorsun. / Hz. Ali (as)

    #2
    Ynt: ÖLÜMLE BAŞLAYAN YOLCULUK

    HÂDİ'YLE TANIŞMA

    Bir süre sonra ayılıp gözlerimi açtığımda kendimi dayalı döşeli bir odada buldum. Güzel yüzlü, güzel saçlı ve hoş kokulu bir genç, başımı dizine alıp ayılmamı bekliyordu. Saygısızlık olmasın diye hemen ayağa kalktım ve selam verdim. Gülümseyerek ayağa kalktı, selamımı cevapladı ve beni bağrına bastı. "Otur, ben ne peygamber, ne imam, ne de melek değilim; sadece senin dostun ve arkadaşınım." dedi.
    — Seninle birliktelik benim için büyük bir mutluluktur. Ancak sen kimsin, kimlerdensin, adın nedir?
    ¬¬¬— ¬Adım Hâdi, yani yol kılavuzu. Bir künyem Eb'ul-Vefa, biri de Ebu Turab'dır. Senin kurtulmana sebep olan son cevabı aklına salan bendim. Şayet cevaplayamasaydın, ellerindeki gürzlerle sana öyle bir vuracaklardı ki, yerin ateşle dolacaktı.

    — Size teşekkür ediyorum, beni kurtardınız. İslam akaidiyle ilgili soruları doğru cevapladıktan sonra son soruyu sormaları bence abesle iştigaldi. Çünkü gerçekler ifade edilirken nedeni sorulmaz. Örneğin birinin eline bir köz tutuşturulur ve o da, "Elim yandı" diye bağırırsa, artık "Niye elin yanıyor?" diye sorulmaz. Sorulacak olursa, "Kör mü-sün, elimdeki közü görmüyor musun?" cevabına muhatap olur. Son soru da bence bu türden bir şeydi.

    — Hayır, yanılıyorsun. Çünkü sözün sırf gerçekle örtüşür oluşu, insana hiçbir yarar sağlamaz. İnsanı amele sevk edecek bir kalbî inan-cın varlığı zorunludur. Nitekim: "İman ettik, demeyin. Çünkü iman daha sizin kalplerinize girmiş değildir." diye buyurulmuştur. Görmüyor musun, "Ben sizin Rabbiniz değil miyim?" sorusuna ilk gün herkes olumlu cevap verdiği halde, madde âleminde birtakım yükümlülüklere tabi tutularak sınavdan geçirildikleri zaman ikrarına sadık kalan ve vazifesini yerine getiren çok az kişi oldu. Bu âlemin ilk menzilinde mümin-münafık her kes bu soruları doğru yanıtlar, ancak kimin ne mal olduğunu ortaya çıkaran, o son sorudur. Eğer insan gö-nülden inanınmışsa, senin verdiğin cevabı verir ve kurtulur, aksi tak-dirde "İnsanlar öyle diyordu, ben de dedim." cevabını verir, bu da ona hiçbir yarar sağlamaz. Hatırlarsan, bu ayrıntılar Ehl-i Beyt imam-larından rivayet edilen hadislerde de yer almıştır.

    — Hadislerde de bu bilgilere yer verildiğini şimdi hatırladım. Kabir sualinin yarattığı dehşet ve korku, bunları unutmama sebep olmuştu. Allah senden razı olsun, bunu sen bana hatırlattın!
    — Daha önce görüştüğümüzü hiç hatırlamıyorum, beni nereden tanıdığını söyler misin? Ayrıca, sana beslediğim bu sevgiden sonra senden ayrılmayı felaket bilirim.

    — Ben, başından beri seninle birlikte ve sana müşfik idim; fakat sen beni fark edemiyordun. Çünkü madde aleminde gözlerin pek kes-kin değildi. Ben, Ali b. Ebu Talib'e (a.s) ve Resulullah'ın (s.a.a) Ehl-i Beytine (a.s) duyduğun sevgi ve muhabbet bağıyım.
    Zarfiyetin kadarıyla onlardan iktisap ettiğin hidayetin meşalesi-yim ben. İşte bu nedenle de (seninle bağlantılı olarak) benim adım Hâdi'dir (kılavuz, hidayet edici).
    O (Ali) ise takva ehli herkesin kılavuzu ve hidayet edicisidir.
    "Bu, kendisinde şüphe olmayan ve muttakiler için de kılavuz olan bir kitaptır."

    Senin o sağlam ipe bağlılığınım ben.
    "Artık kim tağutu tanımayıp Allah'a inanırsa, o, sapasağlam bir kulpa yapışmıştır; bunun kopması yoktur."
    Nefsî isteklerine uyup benden uzaklaşmadıkça ben senden asla ayrılmam.
    Bana "Ebu vefa" ve "Ebu turab" denmesinin sebebi ise senin dav-ranışlarındır; müminlere verdiğin sözler, vaatler ve mümkün oldukça onlara karşı mütevazı oluşundur.
    Kısacası; ben Ali'den dünyaya geldim; senin güç ve yeteneğin miktarınca kalbinin beşiğindeydim. Benim seninle uzlaşıp uzlaşma-mam, seninle olmam veya olmamam senin elindedir; günah işlediğin zaman senden kaçtım ve tövbe ettiğinde ise yanında yer aldım. Bu alemdeki seyahatinde senden kaynaklanan bir kusur ve gevşeklik olmadıkça senden ayrılmayacağım.

    "Allah, gerçekten kullara zulmedici değildir."
    "Ama onlar kendi nefislerine zulüm etmektelerdi."
    Ben şimdi gidiyorum, senin biraz dinlenmen gerek. Ben, sana teslim edilen Allah'ın emanetiyim. Kur'an-ı Kerim benim kıssalarımla doludur.
    "Dert kokusu veren her vak'a, olay
    Benim eksenimde, halim şerh eder."

    Yazık, bu kadar Kur'an okumanıza rağmen beni tanımadığınızı söylüyorsunuz. Şimdilik Allah'a emanet olun!
    Yalnız kalınca kendi durumumu ve Hâdi'nin sözlerini düşündüm. İnsanın dünya hayatındaki hareket ve davranışlarının, gerçekten bir rüya olduğunu ve ancak öldükten sonra yorumunu bulabileceğini anladım.
    Zu'l Karneyn'in, "Zifiri karanlıkta bu kumdan alan da almayan da aydınlığa çıktığında pişman olur." şeklindeki sözü, insanın iki duru-muna işaret eder. Bilâhare, her kes dünya ve ahirette bir tür pişmanlık duyacaktır:
    "Kişinin (yana yakıla) şöyle diyeceği (gün): Allah yanında (kullukta) yaptığım kusurlardan dolayı yazıklar olsun (bana)."
    Derdin kendindedir bilmiyorsun, derman yine sendedir görmüyorsun, içine koca bir alem yerleştirilmiş; sen hala kendini küçük bir şey zannediyorsun. / Hz. Ali (as)

    Yorum


      #3
      Ynt: ÖLÜMLE BAŞLAYAN YOLCULUK

      AMELLERİN İNCELENİŞİ

      Çok geçmeden biri güzel yüzlü, diğeri çirkin iki kişi gelip baş ucumda, sağ ve solumda oturdular. Tepeden tırnağa vücudumun bütün azalarını koklayıp ellerindeki tomara bir şeyler yazdılar. İrili ufaklı bir takım kutular getirip içine bir şeyler koydu ve ağzını mühürlediler. Kalp, hayal gücü, göz, dil ve kulak gibi azaları defalarca kokladılar. Sonra yek-diğerine bir şeyler fısıldadı, ellerindeki tomara bir şeyler ekledi ve getirdikleri kutulara yine bir şeyler koydular. Pür dikkat kesilmiş ve titiz bir şekilde ifayı vazife ediyorlardı. Uyanık olduğumu hissettirmemek için en küçük bir hareket bile etmemeye çalışıyordum. Vasfı mümkün olmayan bir korku içindeydim.

      Edimlerim ve kazandıklarım üzerindeki teftiş ve tetkikin ciddiye-tinden, iyi ve kötü amellerimi kaydettiklerini ve o güzel yüzlü zatın, benim hayrımı istediğini anladım. Çünkü fısıldamalarında güzel yüzlü zatın, "Tövbe etmiştir, falan iyi amel o çirkinliği gidermiş, ya da bakırı altına dönüştüren iksir gibi o çirkini güzel kılmıştır." türünden maze-retlerle bazı çirkin amellerimin yazılmasına engel olduğu anlaşılıyor-du. Ben bu nedenle onu seviyordum.

      KABİR AZABI

      Bütün amellerimi kaydettikten sonra tomarı dürüp boynuma astı-lar, ağzı kapalı kutuları ise bir torbaya yerleştirip başımın üstüne koy-dular.
      Sonra, benim ölçümde hazırlanmış bir demir kafes getirerek beni onun içine yerleştirdi ve cıvatalarını sıkmaya başladılar.
      Cıvatalar sıkıldıkça kafes de küçülüyordu, öyle küçüldü ki göğüs kafesim sıkıştı, nefesim kesildi, bağırmak istediğim halde bağırama-dım. Onlar hızla cıvataları sıkmaya devam ettiler; vücudum bir se-maver borusu kadar daraldı, bütün kemiklerim kırılıp parça parça oldu, yanmış yağa benzer simsiyah yağlar çıktı bedenimden. Bayılmı-şım...

      Bir süre sonra ayıldığımda, başım Hâdi'nin dizleri üzerindeydi:
      "Kusura bakma Hâdi, ayağa kalkacak halim yok; bu saygısızlı-ğımı mazur gör." dedim.
      Bütün azalarım hasar görmüştü, rahat nefes alamıyordum. Ancak kesik kesik konuşabiliyordum, gözlerimin yaşı da dinmek bilmiyordu. Aslında Hâdi'nin ayrılmasınaydı sitem ve şikayetim. Çünkü bu, Hâdi'nin yokluğunda karşılaştığım zorlukların ilkiydi.

      Hâdi, beni teskin ve teselli etmek için "Bu alemin ilk menzilinde her kesin başına gelecek tehlikelerdir bunlar, sadece sana mahsus değildir. Unutma ki "Bela herkesi kapsarsa ona tahammül etmek ko-laylaşır." demişlerdir. Her hal-u karda geçmiş olsun; bundan sonra böyle bir şeyle karşılaşmamanı umarım.
      Ayrıca, bu alemde karşılaştığınız tehlikelerin sebebi yine sizin kendi amellerinizdir. Çünkü bu kafes, insanın öfkesiyle ahlakının perçinleşmiş halidir. Dünya hayatında insanın ruhunu kuşatan etken-ler, bu alemde kafes şekline bürünür. Çirkin ahlak üç şeyden ibarettir:
      "Tamah, kibir ve kıskançlık. Bunlardan birincisi insanı cennetten çıkardı, ikincisi şeytanın cennetten kovulmasına neden oldu, üçüncüsü ise Kabil'i cehenneme götürdü. Ama bunların binlerce dalı vardır ve kişilere göre azalıp çoğalması mümkündür." dedi.

      Hâdi, hem konuşuyor hem de elini sırtıma ve ezilmiş azalarıma çekiyordu. Böylece de azalarım iyileşiyor, dertlerim diniyordu. Onun bu şefkatiyle yeni bir hayat buluyor, güç kazanıyordum. Yüzüm ve azalarım kir ve çirkinliklerden temizlenmiş, berraklık ve parlaklık kazanmıştı. Anladım ki kabir sıkması, kirlenen ve çirkinleşen insan için bir nevi temizlenmedir. Yanmış yağ şeklinde bedenimden çıkan simsiyah yağ da bunu gösteriyordu. Her ne kadar Ehl-i Beyt imamları, "Anasının sütü burnundan gelir." tabirini kullanmış iseler de, ger-çekte o süt hayız kanından oluştuğu, onun da siyah ve necis olduğu için kabir sıkması sonucu "Anadan emilen sütün" siyah ve kirli gö-rünmesiyle çelişmemektedir.

      Hâdi, "Bu torba senin azığındır, aç bakalım içinde ne var?" dedi.
      Torbadaki kapalı kutuların bazısının üzerine "Falan menzilin azı-ğıdır", bazısının üzerine "Falan menzilin tehlike ve azapları" yazılıydı, diğer bazı paketler de farklı bazı menzillere aitti; her biri kendi yerin-de açılmalı, ne olduğuna orada bakılmalıydı.
      — Bu kutular neyin nesidir? diye sordum.
      — Bunlar, ömrünün gece ve gündüzlerinde işlediğin iyi ve çirkin amellerin saatleridir, vaktin bitimiyle ağzı sedef gibi kapanmış, bir inci gibi içinde korunmuş ve bu alemde de ağzı mühürlü bir kutu şek-linde ortaya çıkmıştır.
      — Ya şu boynuma asılan nedir?
      — O senin amel defterindir. Kıyamet günü açılarak kazanç ve kayıpların hesaplanacaktır; bu alemde onlara ihtiyacın olmayacaktır.
      "Her insanın amelini boynuna bağladık. İnsan için kıyamet gününde, açılmış olarak önüne konacak bir kitap çıkarırız."

      DÜNYA EHLİYLE MÜLAKAT

      Hâdi, "Yol azığını az buluyorum, bir kaç cuma burada beklemeli-sin, olur ya aldanış yurdundan (dünyadan) senin için bir şeyler gönde-rirler de azığın çoğalır. Resulullah (s.a.a) 'Yolculukta azık her ne kadar çok olursa o kadar iyidir.' buyurmuştur. Şimdi gidip de dünya ve din sultanından senin için geçiş izni almam gerekiyor. Hafta içinde bir haber alamazsan perşembe akşamı ailene uğra, şayet hakkında rahmet ve mağfiret dileyerek seni yad ederler." dedi.

      Hâdi gitti, ben de oturup bekledim. Yerim rahattı, güzel desenli halılar serilmiş bir odaydı. Perşembe akşamına kadar bekledim, ancak her hangi bir haber alamadım. Hâdi'nin tavsiyesine uyup bir kuş şek-linde gittim ve evimin bahçesindeki bir ağacın dalına kondum. Söz-de benim için toplanıp hayrat veren, ağıt yakan ve Fatiha okuyan eşi-min, çocuklarımın, dost ve yakınlarımın sözlerine kulak verdim, hare-ketlerini izledim. Yaptıklarının bana hiçbir faydası yoktu, çünkü asıl amaçları bana hayrat vermek değil, kendi haysiyetlerini korumaktı. Bu nedenle, yemeğe muhtaç bir tek fakir bile davet etmemişlerdi; davete icabet edenler de karınlarını doyurmak ve diğer şahsî işlerini yapmak için gelmişlerdi. Ne benim için bağışlanma diliyorlardı, ne de Hüseyin b. Ali'ye (a.s) ağlıyorlardı. Üstelik hayrat sahibinin hizmetteki kusuru-na karşılık da ölü ve dirisi hakkında çirkin sözler sarf ediyorlardı. Çoluk çocuğumun ve akrabalarımın üzüntüsünün sebebi ise aile rei-sinden mahrum kalışları, bundan sonra masraflarını karşılayacak biri-sinin olmayışıydı. Kendileriyle bağlantılı dünyevî işlere öylesine dal-mışlardı ki, ne beni anıyor, ne kendilerinin öleceğini ve ne de ahiretteki durumlarını düşünmüyorlardı bile; sanki kıyamet benim başımda kopmuştu ve onlar hiç ölmeyecekti... Sanki benim ölümümle yüce Allah, haşa, onlara zulmetmişti de onca "Neden, niçin?" ediyor-lardı. Bu manzarayı gördükten sonra ümitsizlik ve bin hüzünle mezar-lığa, evime döndüm. Ailem hakkında beddua etmek geliyordu içim-den. Gerçeği bildiğim ve gördüğümden "Bu dert onlara yeter, bir de ben dertlerine dert katmayayım." dedim.

      Mezarın deliğinden içeri girdim. Hâdi de gelmişti. Odanın orta-sındaki bir tepsi dolusu güzel elma görünce, sordum:
      — Bunlar nereden geldi?
      — Dışarıdaki insanlardan birinin, mezarının yanından geçerken okuduğu Fatiha, burada elmaya dönüştü. Allah ondan razı ol-sun, tam zamanında geldi.

      İMAM ZADE VE ALİMLERLE MÜLAKAT

      Hâdi odayı süslemekle, altın-gümüş masa ve sandalyeleri diz-mekle meşguldü. Tavana da güneş gibi parlayan bir kandil asmıştı.
      — Hayırdır, bu telaşın niye, buradan gitmeyecek miyiz?
      — Dünya hayatında kendilerinin ve babalarının mezarlarını ziya-ret ettiğin imam zadeler ve gece namazlarında isimlerini andığın, mezarlarının yanı başında Fatiha okuduğun alimler, senin ahiret yur-duna göçtüğünü duymuş olmalılar ki, hakkını eda etmek amacıyla seni ziyaret etmek istiyorlar.
      "Ne güzel!" dedim.
      Üzülmeme sebep olan akrabalarımın durum ve davranışlarını gördükten sonra bu haberi duymak çok sevindiriciydi, içim içime sığmıyordu. Bu saadet bana nasip olacaktı demek.
      — Hâdi, bu oda küçük değil mi?
      — Sadece sana ait olduğu için küçüktür; fakat onlar gelince ken-diliğinden büyüyecektir.
      Beklediğim nurlu ve yüce misafirler göründü. Önce Ali oğlu Ebulfazl-ıl Abbas (a.s) ve Hüseyin oğlu Ali Ekber (a.s) geldi. İkisi bir tahtın üzerine oturdu; fakat savaş elbisesi giymiş olmaları gerçekten beni şaşırttı. Bu alemde savaş elbisesi giymeye ne gerek vardı?! Ki-minle savaşılacaktı ki?!
      Ben ve Hâdi onlarla birlikte gelen misafirlerle ayakta durmuştuk. Onların azamet ve güzelliği karşısında eriyordum. Bu grubun başını çekenlere gözlerimi dikmiş, hayran hayran seyrediyordum. Ebulfazl-ıl Abbas (a.s), Hâdi'ye dedi:
      — Babamdan geçiş izni aldın mı?
      Hâdi:
      — Evet, aldım.
      Bunun üzerine şu ayeti okudu:
      " Ey cin ve insan toplulukları! Göklerin ve yerin çerçevesin-den çıkıp gitmeye gücünüz yetiyorsa geçin. Ancak büyük bir güçle çıkıp gidebilirsiniz."
      Sonra bana dönerek buyurdu:
      — O büyük güç, babamın velayetidir ve seni kurtaracak olan be-rat da odur. Seni saadet ve kurtuluşla müjdeliyorum.
      Ben minnettarlığımı bildirmek için yeri öptüm, sonra da kalkıp ayakta bekledim. Bu yüce zatlarla görüşme hazzı varlığımı kuşatmıştı, elimde olmaksızın gözlerimden yaş akıyordu.
      Yanımda durmuş olan Habib b. Mezahir kulağıma fısıldadı:
      — Yol boyunca karşılaşacağın tehlikeler, seni kurtuluşa ermek-ten meyus etmesin. Çünkü bu zatlar ve masum babaları seni unutma-yacaklardır; zaten buraya gelişleri de babalarının isteği üzeredir. Onlar ahirette Şiiler ve muhiplerinin imdadına koşacaklardır. Bu görüşme, sadece sana ümit ve güven vermek içindi. Hz. Zeynep de (s.a) sana selam gönderdi ve şunları dememi istedi: "Kardeşimi ziyaret etmek için yaya olarak yola düştüğünü, katlandığın zorlukları, yol boyunca çektiğin açlık ve susuzluğu ve de gözyaşlarını unutmadık, bilesin!"
      Ben de, "Benim ve Allah'ın selamı, rahmet ve bereketi senin ve onun üzerine olsun." dedikten sonra, burada savaş olmadığı halde o iki yüce zatın savaş elbisesi giymelerinin sebebini sordum.
      Habib'in rengi değişti, gözleri doldu ve dedi:
      "Kerbela'da dalga dalga gelen düşman askerlerini dağıtıp cehen-neme göndermeye azmetmişti bunlar; fakat ilahi takdir ve sebepler, o çelik iradenin gerçekleşmesine engel oldu. İşte o zamandan beri bu, bir ukdeye dönüştü. Bu ukdenin çözülmesi için ricat gününü, tekrar dünyaya dönecekleri günü beklemekteler. Sana savaş zırhı gibi görü-nen şey aslında o ukdedir."

      Onlar gittikten sonra Hâdi'yle yalnız kaldık ve odamız küçülerek eski halini aldı. Hâdi'ye, "Bir daha gidip ailemi görmek istemiyorum, çünkü artık bana bir hayır göndereceklerinden ümidimi kestim. Benim adıma yaptıkları şeyler, kendi dünyaları içindir; gösterişten ibaret olup, üzüntümü artırmaktan başka bir işe yaramıyor. Bundan böyle sadece kendi amellerimle yetineceğim ve karşılaşacağım tehlikeler karşısında bu yüce zatlara tevessül ederek sabredecek ve kendimi üzmemeye çalışacağım." dedim.
      Hâdi:
      — Şimdilik hiç bir şeye ihtiyacın yok. İlk üç menzilde, mükelle-fiyetinin ilk üç yılının raporları verileceğinden dolayı herhangi bir tehlikeyle karşılaşmayacaksın. Çünkü teklif çağının ilk yılından, aklın olgunlaşma ve istikrar bulma dönemi olan on sekiz yaşına kadar farz-lar ve haramlar hususundaki aykırı davranışlarından dolayı pek önemli bir cezaya çarptırılmazsın. Çünkü bu üç yıllık dönemde akıl zayıf, şehvet ise güçlüdür; yüce Allah da akla "Seninle cezalandırır ve seninle mükafatlandırırım." buyurarak ceza ve mükafatı akıl ile ilintilendirmiştir. Bundan dolayı da bu alemin ilk üç menzili, teklif çağının ilk yıllarına uygun olarak müsamaha vadisinde olacaktır. Bu vadide pek korkulacak bir durum söz konusu değil, her hangi bir teh-likeyle karşılaşacak olsan bile kısa bir süre sonra kurtulacaksın. Bu yüzden yanında olmam gerekmiyor, dördüncü menzile gidip seni orada bekleyeceğim. Yarın erkenden azık torbanı sırtına bağlayıp şu ana yoldan kıbleye doğru yürüyecek olursan bana geleceksin.

      — Hâdiciğim, senin ayrılığın bana ağır gelir, bilirsin. Bu yol, her ne kadar düz, geniş ve tehlikesiz ise de, yalnızlık ve yol bilmezliğin özü dayanılması güç bir derttir. Resulullah (s.a.a) da buyurmuştur ki: "Önce (yol) arkadaşı, sonra yol."
      — Bu üç menzilde yalnız kalmak zorundasın. Çünkü dünyada da bu üç yıl seninle birlikte değildim, üç yıl geçtikten sonra sende mey-dana geldim. Benim tıynetim "illiyin"dendir, olgunluk ve hidayetin özüdür, bir kusur varsa o da senden kaynaklanmıştır. Bu durumda beni değil, kendini kınamalısın.
      Bu sözlerden sonra Hâdi uçarak yanımdan gitti. Hâdi'nin yoklu-ğunda sözlerini düşündüm ve haklı olduğunu gördüm. Çünkü teklif çağının ilk üç yılında hayvanî akıl fiiliyet bulur, insanî akıl ise sadece bir kıvılcım miktarıncadır (idrak gücünün fiiliyet aşamasına ulaşmadı-ğı dönem). Öyle bir dönemde elbette ki Hâdi benimle olamazdı. Çün-kü o dönem, söz ve ahitlerime aldırış etmediğim, vefa göstermediğim, kibirli ve egoist olduğum, özellikle de medrese eğitimine yeni başla-dığım ve ilimden bir karış yol aldığım dönemdi. "İlim üç karıştır: İlk karışı kibirlenmeye sebep olur..."

      Ne Hâdi vardı yanımda, ne de Ebu-l Vakar, yapayalnızdım; şimdi de yalnız gitmeliydim.
      "Allah'ın, öteden beri süregelen kanunu budur. Allah'ın ka-nununda asla bir değişiklik bulamazsın."
      Bütün alemler birbirinin kopyasıdır, birini anlarsan diğerini de anlarsın; neden ve niçinler ise anlamamayı gösterir.

      Derdin kendindedir bilmiyorsun, derman yine sendedir görmüyorsun, içine koca bir alem yerleştirilmiş; sen hala kendini küçük bir şey zannediyorsun. / Hz. Ali (as)

      Yorum


        #4
        Ynt: ÖLÜMLE BAŞLAYAN YOLCULUK

        ÇİRKİNLİKLERİN SEMBOLÜ

        Kalkıp azık torbamı sırtlandım ve ciddiyetle yola düştüm. Taşsız, çakılsız dümdüz bir yoldu. Bahar havası vardı. Ben de işin başınday-dım, güçlüydüm. Gönlümün mahbubu ve vefalı Hâdi'yle görüşmek için öğleye kadar süratle yol aldım.
        Yorgunluk yavaş yavaş kendini hissettiriyordu. Hava ısınmıştı ve ben susamıştım. Yalnızlık da ürkütüyordu. Arkama baktığımda, biri-nin peşimden geldiğini gördüm ve içimden "Allah'a şükürler olsun, yalnızlıktan kurtuldum artık!" dedim. Yaklaşınca uzun boylu, kalın dudaklı, iri dişli, geniş burunlu ve siyah biri olduğunu gördüm. Dişleri ağzından taşmış, dışarı çıkmıştı. Pis bir kokusu ve korkunç bir görü-nümü vardı.
        Selam yerine "Allah canını alsın!" anlamında "Sam aleyküm!" demez mi! Adeta düşmanıymışım gibi davrandı bana, zaten görünüşü ve "Selam aleyküm" yerine "Sam aleyküm" deyişi de bunu gösteri-yordu. Ben ihtiyatlı davranarak sadece "Aleyküm=size de" demekle yetindim ve nereye gitmek istediğini sordum. Benimle beraber olaca-ğını söyledi. Oysa ki buna hiç razı değildim. Manzarası ürkütücüydü bir kere.

        Sordum:
        — Adın nedir?
        — Senin ikizinim; adım Cehalet, lakabım sapık, künyem korku babası, mesleğim ise aldatmak ve fitne çıkarmaktır.
        Bunları saydıkça korkum artıyordu. "Bu da nereden çıktı, yine de bin şükür o yalnızlığa!" dedim, kendi kendime.
        — Karşılaşacağımız yol ayrımında hangi yoldan gideceğimizi bi-liyor musun?
        — Bilmiyorum.
        — Ben susadım, bu yakınlarda su bulunur mu?
        — Bilmiyorum.
        — Menzilimiz uzak mı?
        — Bilmiyorum.
        — Varlıkla bilmek aynı şey olduğu halde bilmediğini nasıl söy-lersin?
        — Sadece şu kadarını bilirim ki doğduğun günden beri gölgen oldum, Allah'ın inayeti sonucu benden ayrılmadığın sürece senden hiç ayrılmadım ve ayrılmayacağım.
        Kendi kendime:
        — Bu, dünyada yer yer vesveselerine aldanarak bazı hatalara düştüğüm galiba. Çok kötü bir düşmanın eline düştüm; Allah'ım, acı bana!
        Ben öne düştüm, o da on adım geride beni izledi. Yokuşu çıkıp dağın tepesine ulaşınca biraz dinlenmek için oturdum. Cehalet de bana yetişti ve dedi:
        — Yorulduğun belli oluyor. Şimdi otuz kilometrelik yolu altı ki-lometre yapayım da gör!
        — Bu cahilliğin yanında mucizen de var demek!
        — Gel de yolun ne kadar eğilip büküldüğünü gör, azından otuz kilometre var. Bu eğriliğin ortası yayın ipi gibidir ve geometrik kural-lar gereği, yay dairenin ortasından ne kadar büyük olursa, iki ucu birbirine bağlayan ip de bir o kadar kısalır. Eğer keseden gidecek olursak altı kilometre sonra ana yola varırız. Aklı olan biri, kısa yolu uzun yola tercih eder.
        — Yolcunun çok olduğu yola ana yol denir, şimdi bu uzun yolu (ana yol) seçen o kadar yolcu akılsız mıdır? Halbuki akıllı insanlar "Yolcuların yol yürüdüğü gibi yürü." buyurmuşlardır.
        — Ne kadar da aptalsın! Aksini gördüğün halde, bir şairi akıllı sanıp hezeyanlarına mı uyacaksın?! Eşyası, yükü ve çoluk-çocuğu olan yolcuların elbette ki ana yoldan gitmesi daha doğrudur. Çünkü kestirme yolun başındaki bu dere onların buradan geçmesine engel olmuştur. Ama bizim ne yükümüz var ne de çoluk-çocuğumuz, yaya olarak hareket edeceğimize göre kestirme yolu niye seçmeyelim ki?
        Cehaletin sözlerini dinledikten sonra hayrımı istediğini sanıp de-reden aşağı doğru yol almaya başladık. Bir süre sonra bir tepe ve daha derin bir dereyle karşılaştık. Artık birbiri ardınca sıralandı dereler; diken, taş, yılan ve yırtıcı hayvanlarla dolu. Yerden alev çıkıyordu, dilim de kurumuştu. Öylesine yorulmuştum ki, dilim ağzımdan dışarı sarkmıştı. Ayaklarımın altı delik deşik olmuştu, kalbim korkudan titriyor ve Cehalet gibi azılı bir düşman da alaylı alaylı gülüyordu.
        Uzun bir yolculuktan ve katlanılması güç sıkıntılardan sonra düşe kalka kendimi zor attım ana yola. Atmış kilometre kadar yol yürümüş ve her adımda bir belaya duçar olmuştuk. Oturup biraz dinlendim ve Cehalete karşı derin bir kinle: "Keşke seninle aramızda doğuyla batı kadar bir mesafe olsaydı" dedim ve kalkıp yoluma devam ettim. Cehalet de uzaktan beni takip ediyordu. Susamıştım...
        Yoldan iki kilometre kadar uzakta bir yeşillik gördüm. Entrikala-rıyla beni aldatmayı amaçlayan Cehalet koşarak yanıma gelip "Orada su var, susamışsan gidip su içelim." dedi.
        Sözünü dinlemek istemedim, fakat çok susuz ve yorgundum; su olmayan bir yerde de yeşilliğin bitmeyeceğini düşünerek yeşilliğe yöneldim. Yaklaştığımda hiç su olmadığını gördüm.
        Yerdeki taşların üzeri yılan dolu olduğundan yürümek hayli müşküldü. Uzaktan gördüğümüz yeşillik ise dört mevsim yeşilliğini koruyan ağaçlara aitti. Ümitsizce yola koyuldum.

        Yol esnasında bir karpuz tarlasına rastladık. Cehalet hemen birini kopararak yemeye başladı ve dedi:
        — Gel sen de birini al ye ve susuzluğunu gider!
        — Bu tarlanın mutlaka bir sahibi var ve sahibinin izni olmaksızın koparmamız sakınca doğurur.
        Karpuzun suyu dudaklarından süzülüp sakal ve göğsüne dökül-düğü bir halde, başını sallayarak şu beyti okudu:
        "Hayret, bir zikir buldun amma
        Duanın yerini kaybettin!"
        Sonra şöyle devam etti:
        — Evvela, büyük ihtimalle bu karpuzlar kendiliğinden yeşermiş ve kimsenin de malı değildir; birinin malı olduğu farz edilse bile her şeyin gerçek sahibi yüce Allah, bu hakkı bize vermiştir.
        Ayrıca, susuzluktan ölmek üzeresin ve bunu yapmaya mecbur-sun.
        "...Her kim bunlardan yemeye mecbur kalırsa, başkasının hakkına saldırmadan ve haddi aşmadan (canını kurtarmak için) bir miktar yemesinde günah yoktur."
        Ve de, bu alemde sorumluluk ve mükellefiyet yoktur; dolayısıyla gereksiz yere helalleri haram edip Allah'ın indirmediği bir hükmü vermek doğru olmaz.

        Cehalet'in oyununa gelip bir karpuz da ben kopardım. Ağzıma koydum, zehir gibi acıydı; ağzım, dilim yaralandı. Karpuzu yere attım ve dedim:
        — Ebu Cehil karpuzu bunlar.
        — Hayır, demek ki senin kopardığın öyleymiş.
        Başka birini kopardım, o da yılan zehri gibi acıydı. Cehalet ise kopardığı karpuzu yiyor ve çok tatlı olduğunu söylüyordu.
        Gidip onunkinden biraz aldım ve ağzıma koydum, onunki daha beterdi.
        — Allah canını alsın, bu mu tatlı dediğin? Nasıl yiyorsun sen bu-nu, yılan zehri bile bundan daha iyi!
        — Doğru, bu Ebu Cehil karpuzudur, ama benim adım Cehalet olduğu için bana çok tatlı geliyor.
        Tam bu sırada, bir köpeğin bize saldırdığını gördüm. Küfürler savuran eli sopalı bir adam da bizi dövmek için köpeğin peşinden koşuyordu.

        Cehalet bir çırpıda yola çıktı, ben her ne ettiysem de köpeğe ya-kalanmaktan kurtulamadım. Korkudan elim ayağıma dolaştı ve yere yıkıldım. Üstüne üstlük sahibi de gelip elindeki sopayla beni iyice hırpaladı. Her ne kadar "Ben karpuz yemedim!" dediysem de, adam "Başkasının malına el uzatmakla yemenin ya da yere dökmenin ne farkı var?" dedi.

        Güçlükle elinden kurtulup yola çıktım. Ağzımın yaralanması, kemiklerimin kırılması, yorgunluk, susuzluk ve de Hâdi'nin yokluğu inim inim inletiyordu beni.
        Yapacağını yapan ve arzusuna kavuşan Cehalet, uzakta durmuş alaylı bir edayla gülüyor ve şöyle diyordu:
        — Hâdi ne yapsın, dünya hayatında, eziyet tohumlarını benim yardımımla eken sen değil miydin?!
        "Doğrusu dünya ahiretin tarlasıdır, ahiret ise hasat günü-dür."
        Kur'an-ı Kerim'in şu ayetini hiç okumadın mı:
        "Kim de zerre miktarı şer işlemişse onu görür."
        Akıl sahiplerinin de şu sözünü unutmuş gibisin:
        "İyi ya da kötü olsun ameller
        Her ne yapsan ürünü sana döner."

        Güçlü deliller ve Kur'an ayetleri karşısında Hâdi'nin elinden ne gelir? İnşaallah Hâdi'nin olduğu menzillerde ben de olacağım, o za-man başına neler getireceğimi göreceksin; Hâdi de kurtaramayacak seni! Kendisi de demedi mi, günah işlediğinde senden kaçtım ve tövbe ettiğinde senin yanında oldum; nitekim Resulullah (s.a.a) şöyle bu-yurmuştur:
        "Mümin, mümin olduğu halde zina etmez."
        Yanında Hâdi'nin olmasının faydası olmayacaktır?!
        Gördüm ki bu kahrolası çok dehşet ve oldukça da bilgili biriymiş. Artık Hâdi'yi de çağırmıyordum. Azık torbamdan bir elma çıkarıp yedim; hem elimin yarası iyileşti, hem de yeniden güç kazanarak yoluma devam ettim.
        Nihayet bir yol ayırımına geldim. Sol taraftaki yol harabe bir kö-ye, sağdaki yol ise bayındır bir şehre gidiyor göründüğü için o yolu seçtim. Bu arada yol bakıcısından da bir ricada bulundum:
        — Mümkünse arkamdan gelen şu Siyahın beni izlemesine engel ol, bugün bana çektirmediği kalmadı.
        — O, gölgen gibi senden ayrılmayacaktır. Ancak bu gece rahat olabilirsin, çünkü senin yanına gelmeyecektir. O, bu geceyi sol taraf-taki harabe köyde geçirecek ve ileride eziyetlerinin azalması da muh-temeldir.

        GEÇİCİ RAHATLIK

        Yüksek binalar, şarıldayarak akan nehirler, hoş kokulu bitkiler, meyveli ağaçlar, güzel hizmetçiler, yerinde ve güzel sözler, gönül okşayan şarkılar, nefis yemekler ve tatlı içeceklerle dolu şehre girdim.
        Susuz, kurak ve emniyetsiz çöllerde, Cehaletin eziyetlerinden gı-na geldikten sonra böyle bir yerde olmak, Adn cennetinde olmaktan farksızdı benim için. Hâdi'ye duyduğum sevgi olmasaydı şayet, bura-dan hiç ayrılmak istemezdim.
        "Emin belde, katıksız mey, müşfik dost;
        Tevfik bulursan müdam olur bu post."
        Burada, daha önce tanıdığım dinî ilim öğrencileriyle görüştüm. Geceyi istirahata çekildik, sabahleyin geze geze şehrin dışına çıktık. Narinciye güllerinin kokusuyla yoğrulmuştu şehrin havası; hem gezi-yor hem de başımızdan geçen olayları birbirimize anlatıyorduk.
        Bu yolun yolcularının, hareket halinde birbirlerinin halini sorma-ları pek nadir gerçekleşir olduğundan dolayı, ancak konakladıkları menzillerde hallerini sorabilirler.
        "O gün, herkesin kendine yetip artacak bir derdi vardır."
        Cehalet'ten kurtulduğumuz için Allah'a şükürler ediyorduk.
        "Onların dualarının sonu da şudur: Hamd, alemlerin Rabbi Allah'a mahsustur."
        Bu şehirde doyumsuz yemeklerle, sarhoş edici kokularla, bakma-ya kıyılamayan yüzlerle, ruhları raks ettiren şarkılarla, tam bir güven-ceyle, kalbi okşayan ferahlıkla, latif ve kadifemsi göğüslere dokunma-nın hazzıyla ve... aşina olduk.
        "Çalışanlar, böylesi bir kurtuluş için çalışsın"

        AMELLERİN KARŞILIĞI

        "En hayırlı amele koş!" anlamında hareket zili çalındı. Azık tor-balarımızı sırtlanıp harabe köye giden yol ayrımına gittik. Siyahlar, kara duman gibi uzaktan göründüler. Mekan sorumlusuna, "Bunlar bizimle olmasa, olmaz mı?" dedim.
        Görevlinin cevabı ise şöyle oldu:
        Bunlar, şehvet ve gazap gücüne sahip hayvanî nefislerinizin sure-ti ve sizden ayrılması imkansızdır. Bunların bazısı siyah, bazısı siyah beyaz ve diğer bazısı beyaz olup, isimleri de farklıdır:
        Sırasıyla isimleri Emmare, Levvame ve Mutmainne'dir. Bunla-rın beyazı sizin için çok faydalı olup bu vesileyle yüce makamlara ve hatta meleklerin efendisi olmaya bile ulaşabilirdiniz. İşte bu, yüce Allah'ın size vermiş olduğu bir nimetti, ancak siz nankörlük edip bu nimeti belaya dönüştürdünüz.
        Madde aleminde yapacağınızı yapıp ekeceğinizi ektiniz, şimdi bu bahar mevsiminde bunların yeşermesine engel olamazsınız. Buğday-dan buğday, arpadan arpa yeşerir.
        "Onu siz mi bitiriyorsunuz, yoksa bitiren biz miyiz?"

        İnleyen herkes, başkalarının değil, kendi yaptığından dolayı inler. Araplar derler ki:
        "Sen yaz mevsiminde sütünü zayi ettin."
        Siyahlar gelip çattı ve herkes kendi Siyahını alıp yola koyuldu. Aramızdan öne geçen ve geride kalanlar vardı. Ben kendi Siyahımla hareket ederken bir dağın eteğine vardık. Yol dar ve taş doluydu, dağın hemen yanında ise büyük bir dere vardı. Derenin ortası düm-düzdü. Oranın havasının boğucu olacağını ve dağın üstünde hareket etmenin ise böyle bir sorun çıkarmayacağını düşünüyordum, kendi kendime. Cehalet, ne düşündüğümü anlamış olmalı ki yanıma gelip görüşümü onayladı ve derenin dibinde, havanın boğuk olması dışında yırtıcı ve zehirli hayvanların da olduğunu, ayrıca dağın üstünde hare-ket edileceği durumunda, etrafın da rahatça seyredilebileceğini söyle-di.

        Dünya hayatındaki talebeliğimin ilk yıllarında, hep yüksekten uç-tuğum ve herkesten üstün olma gayreti içinde olduğum için dağın üstünde yola devam etmeyi seçmiştim.
        Dağa tırmanmaya başladık, ne doğru dürüst bir yol vardı ne de can güvenliğimiz; hatta birkaç kez ayağımızı bastığımız taşların kay-masıyla bir kaç metre aşağı yuvarlandık. Son anda diken ve kaya par-çalarına tutunarak derenin dibine yuvarlanmaktan zor kurtulduk. Eli-miz, ayağımız parçalandı, vücudumuzun her tarafı yara aldı, burnum da bir taşa çarparak kırıldı.
        Cehalete dedim:
        — Dağın üstünden gitmekle iyi ettik. Etrafı da iyice seyretmiş olduk böylece! Keşke dereden gitseydik!
        Cehalet, her zamanki alaycı edasıyla:
        — "Yüce Allah, kibirlenen herkesi alçaltır ve üstünlük taslayan-ların da burnunu yere sürer." dedikten sonra ekledi:
        Bunları okudunuz, ama uymadınız.
        "Tat bakalım. Hani sen kendince üstündün, şerefliydin."
        Var gücümle kendimi oradan kurtarmaya çalıştım, nitekim başar-dım da. İçim kan ağlıyordu... Bizim önümüzde hareket eden zavallı da derenin dibine yuvarlandı. Bağırabildiğince bağırıyor ve yardım isti-yordu, Siyahı da yanı başında oturmuş alay ediyordu.
        Epey sıkıntı ve zorluktan sonra nihayet düz yola çıkabildik ve başka bir zorlukla karşılaşmadık. Ancak yorgunluk, susuzluk ve yara-larımın acısı kahrediciydi. Ondan sonra Cehalet her ne kadar bazı tercihler göstererek beni yoldan çıkarmak istediyse de ona uymadım. Bu durumu gören Cehalet meyus olup geride kaldı.

        Derdin kendindedir bilmiyorsun, derman yine sendedir görmüyorsun, içine koca bir alem yerleştirilmiş; sen hala kendini küçük bir şey zannediyorsun. / Hz. Ali (as)

        Yorum


          #5
          Ynt: ÖLÜMLE BAŞLAYAN YOLCULUK

          VELAYET ŞEHRİ

          Bir bahçeden geçerken, havuz kenarında oturan ve önlerinde meyve bulunan birilerini gördüm. Onlar da beni görüp saygı gösterdi, meyve yemeye davet etti ve dediler:
          — Biz oruçlu iken dünyadan ayrıldığımız için bu meyveleri bize iftarlık olarak verdiler. Oruçlu birine mutlaka iftarlık vermiş olduğun-dan dolayı, bunlarda senin de hakkın olduğunu düşünüyoruz.
          Oturup meyvelerden yedikten sonra hem susuzluğum geçti hem de bütün ağrılarım dindi.
          Sordular:
          — Bu yolda başına neler geldi?
          — Şükürler olsun, kötülükler geride kaldı ve sizleri görmekle moral buldum. Fakat kimi yolcuların, Siyahların oyununa gelerek geride kalması ve dereye yuvarlanması beni üzdü. Aslında ben de canımı dişime takıp son anda Siyahımın elinden kurtuldum. Bilâhare sözüne kulak asmadığımı görünce geride kaldı, inşallah bir daha yü-zünü görmem.
          — Bizden vazgeçeceklerini düşünüyorsan yanılıyorsun. Müsa-maha vadisinde tuzak üstüne tuzak kurup bize eziyet etmeye çalışacak ve nihayet haramiler gibi karşımıza çıkıp bizimle savaşacaklardır belki de.
          — Bu durumda onlara karşı ne yaparız? Silahımız bile yok.
          — Dünyada hazırladığımız bir silah varsa mutlaka bize verile-cektir, müsterih ol! Yüce Allah şöyle buyurmuştur:
          "Onlara karşı gücünüz yettiği kadar kuvvet ve cihad için bağlanıp beslenen atlar hazırlayın, onunla Allah'ın düşmanını, sizin düşmanınızı... korkutursunuz."
          — Oysaki ben, bu ayetin sadece dünya hayatı için geçerli oldu-ğunu ve insanları cihada teşvik ettiğini düşünüyordum.
          — Kur'an ayetleri bütün kâinat, menziller ve makamlar için ge-çerli ve kapsayıcıdır; aksi durumda eksik olurdu. Oysaki Kur'an-ı Kerim, semavi kitapların, tebliğiyle mükellef olan Elçi de peygamber-lerin sonuncusudur. Haliyle, herhangi bir yönden eksik olması düşü-nülemez; perde ardında olan her şey onunla ortaya çıkmıştır.
          "Bayındırlığın ötesinde başka bir köy yoktur."

          Hep birlikte kalkıp yola devam ettik. Yolumuz meyve ağaçlarıy-la, pınarlarla doluydu. Hafif bir esinti, en güzel kokuların elçisiydi, kalplerse neşeyle dolu dolu. Allah'ın cemali tecelli etmişti adeta.
          Nihayet menzilimize varıp, altın ve gümüşten yapılmış odaları-mıza çekildik. Odalarımızdaki eşyalar her açıdan mükemmeldi; temiz-liği, işlemesi ve zarafeti göz dolduruyor ve hayranlık uyandırıyordu. Hizmetçiler çok güzel, boylu boslu, güzel giyimli ve her an emre amadeydiler.
          "O insanların etrafında öyle ölümsüz genç nedimler dolaşır ki, onları gördüğünde, etrafa saçılıp dağılmış inciler sanırsın. Ne yana bakarsan bak, (yığınla) nimet ve ulu bir saltanat görür-sün."
          Kendimi büyük bir aynada görünceye kadar nedimlerden utanı-yordum; fakat kendimi daha güzel, daha heybetli bulunca huzur ve güvenle dolup taştı kalbim, üstünlüğüme inandım.
          Akşam olmuştu, ağaçların dallarında binlerce kandil belirdi ve göz kamaştıracak derecede aydınlık oldu her taraf. Köşk ve sarayların bahçesi gündüz kadar ışıdı.

          Ya Rabbi, dedim kendi kendime, ne büyük bir enerji deposu bu, nasıl üretiliyor bunca elektrik?!
          Bu sırada şu ayet okundu:
          "O'nun nurunun temsili, içinde lamba bulunan bir kandillik gibidir. O lamba kristal bir fanus içindedir; o fanus da sanki inci-ye benzer bir yıldız gibidir ki, doğuya da, batıya da nisbet edilme-yen mübarek bir ağaçtan, yani zeytinden (çıkan yağdan) tutuşturu-lur. Onun yağı neredeyse, kendisine ateş değmese dahi ışık verir. (Bu nur üstüne nurdur..."
          Bunun, âl-i Muhammed (s.a.a) nurundan bir nebze olduğunu ve bu menzilde konaklayanların da Ehl-i Beyt aşıkları olduğunu öğren-dim.
          Bu menzilin köşklerinde dinlenen güleç ve bahtiyar yolcuların virdi, Allah'a hamdüsena, mutlak veliye de selam ve övgü idi. Cezbeli ve gönül okşayıcı sesleri vardı. Biz de bu menzilde sevinçli ve emni-yetteydik. Bu şehrin giriş kapısına güzel bir hatla şunlar yazılıydı:
          "Ali sevgisi, günahların bağışlanmasına sebep bir iyiliktir; Ali sevgisi var olduğu müddetçe insan günahtan zarar görmez."

          İNCE VE TAŞLI YOL

          Sabahın erken saatlerinde hareketimiz başladı. Her iki tarafı yemyeşil çimenlerle örtülü, hoş kokulu güllerle dolu ve pınarlarla uğurlanan ana yol açıktı. Hava da anlatılamayacak kadar iç açıcıydı. Şehir sınırına kadar durum böyleydi; adeta şehrin iyilikleri sınıra ka-dar bizi uğurlamaktaydı.
          Sınırı geçtikten sonra ince ve taşlı bir yola düştük. Yol bir dere-den geçiyor, sağa ve sola bükülüyordu. Önümüzde hareket eden yol-cular olmasaydı, yolu kaybetmemiz kesindi. Yolun sola büküldüğü bir yerde Siyahlar karşımıza çıktı. Cehaleti görünce, uğursuzluğundan, ayağım bir taşa değip yaralandı ve yürümekte güçlük çekmeye başla-dım. Yolcular öne geçti ve uzaklaştılar.

          Ben geride kalmıştım, Cehalet de yolun solundan beni izliyordu. Bir yol ayırımında, hangi yoldan gitmem gerektiğini bilmeyerek şaş-kın şaşkın bakıyordum. Cehalet yetişti ve dedi:
          Neden durdun? (Sol tarafı göstererek) buradan devam etmen ge-rekir.
          Bir kaç adım yürüdü ve "Haydi, gelsene!" dedi.
          Fakat ben "Kurtuluş bunların aksine hareket ediştedir" deyip ona uymadım.
          Cehaletin bütün gayret ve ısrarı boşunaydı. Çünkü ona uymanın zararlarını görmüş ve yaşamıştım. Bir daha aynı akıbete uğramak istemiyordum.

          Çok geçmeden o taşlı dereyi geride bırakıp, geniş ve yemyeşil bir yola çıktık. Varacağım (üçüncü) menzilin bağ-bahçelerini görebili-yordum. Kararımız üzere, Hâdi bu menzilde beni bekleyecekti. Ka-vuşma anı yaklaştıkça şevkim daha bir alevleniyor ve dolayısıyla hızlı adımlarla yoluma devam ediyordum. Cehalet ise ümitsizliğe kapılmış ve peşimi bırakmıştı.
          Derdin kendindedir bilmiyorsun, derman yine sendedir görmüyorsun, içine koca bir alem yerleştirilmiş; sen hala kendini küçük bir şey zannediyorsun. / Hz. Ali (as)

          Yorum


            #6
            Ynt: ÖLÜMLE BAŞLAYAN YOLCULUK

            TECDİD-İ ZİYARET

            Şehrin girişinde, gerçekte ruhum olan Hâdi ile görüştüm; selam-laştık, merhabalaştık. Yeni bir hayat bulmuş gibiydim. Benim için hazırlanmış köşke girdik. Rahat etmem için her şey düşünülmüştü. Bir müddet dinlendikten, yiyecek ve içeceklerden faydalandıktan sonra Hâdi sordu:
            — Bu üç menzilde neler geldi başına?
            — Her şeye rağmen Allah'a şükürler olsun! İstenmedik olayla-rın başıma gelmesinin sebebi Cehalet idi ve bu da senden uzak olu-şumdan kaynaklandı. Yanımda olsaydın, Cehalet bunları bana yapa-mazdı. Şükürler olsun ki seni görmekle bütün olanları unuttum, dertle-rime deva oldun.
            — Senin yanında olmayışımı fırsat bilen Cehalet, her türlü yalan-dolana tevessül edip olmadık belalar açtı başına. Üzülme, bundan sonra yanında olacak ve onun planlarını suya düşüreceğim. Tabii ki o da boş durmayacak ve seni aldatmak için daha güçlü bir şekilde üstü-ne gelecektir. İnsanların çoğunu helakete sürükleyecek şiddetli azaplar bizi beklemektedir. Yanında olmamla hüccet sana tamamlanmıştır, artık hiçbir mazeretin olmayacaktır. Bu menzilde, kendini savunman için bir asâ ve bir de kalkana sahip olacaksın, bu ise yeterli olmaya-caktır.
            Bu gün perşembe akşamı, istersen ailene uğra. Senin için hayratta bulunacak olurlarsa, bu, emniyetini artıracaktır.
            — Ben onlardan ümidimi kestim, hiçbir şey beklemiyorum. On-lar sadece kendi kişiliklerini düşünürler. Ayrıca diriler, ölülerini çabuk unutur ve kolay kolay hatırlamazlar. İlk hafta gittiğimde daha beni unutmamışlardı, adıma bir şeyler yapıyor ve bunda dahi kendilerini düşünüyorlardı. Bu durumda onlardan ne bekleyebilirim ki?!
            — Her şeye rağmen onları mülakat etmende fayda var. Çünkü Resulullah (s.a.a) insanlara hitaben "Ölülerinizi hayırla anın." bu-yurmuştur. Aileni ziyarete gitmen, hayırla anılmana vesile olabilir. Onlardan meyus olsan bile Allah'ın rahmetinden meyus olmamalısın.
            Mukavemet ve sebat gösteren her kes akıbet muvaffak olur. "...Allah'ın rahmetinden ümit kesmeyin..."
            "Muhakkak ki iyilik edenlere Allah'ın rahmeti çok yakın-dır."
            Hâdi'nin ısrarı üzerine aileme uğradım. Ben hayattayken sahip oldukları izzet yok olmuştu, geçim sıkıntısı çekiyor olduklarından, çocuklar perişan haldelerdi ve kimse de onları düşünmüyordu. Halle-rine acıyarak "Allah'ım, bunlara da, bana da merhamet et!" diye dua ettim. Eşim de ben hayatta olduğum dönemdeki huzur ve rahatlığını hatırlayarak benim için rahmet ve mağfiret diledi.
            Hâdi'ye döndüğümde, eyerli ve altın yularlı bir atın köşk kapısına bağlanmış olduğunu görüp, kime ait olduğunu sordum.
            Hâdi gülerek dedi: "Eşinin sana hediyesidir. Allah'ın rahmeti at şeklinde kendini göstermiştir. Yaya yürümenin zor olduğu bu menzil-lerde, attan daha iyi bir şey olamaz; özellikle de birinci menzilde.
            Ailen hakkında etmiş olduğun dua da kabul oldu, bilesin. Bundan böyle refah ve rahatta olacaklardır. Bu ziyaretinle nice hayırlara sebep oldun, görüyor musun?! Nedense dünyadaki insanlar genelde muaşeretin öneminden bihaberler. Oysa Resulullah (s.a.a) konunun önemine vurgu yaparak 'Üç gün geçer de birbirinizin durumundan haberdar olmazsanız, aranızdaki iman bağı kopar.' buyurmuştur."

            ŞEHVET VADİSİ

            Hâdi gelerek, gitmemiz gerektiğini söyledi. Yerimden kalkıp atıma bindim, asâyı elime aldım ve kalkanı da sırtıma astım.
            Hâdi getirdiği geçiş iznini bana verdi. Şehrin sınırından çıktıktan sonra bir bataklığa vardık. Yolun her iki tarafı da göz alabildiğince, maymun görünümünde insanlarla doluydu. Bedenleri kılsız ve kuy-ruksuzdu... Hepsinin avret mahallinden kan ve irin çıkıyordu. Hâdi'ye sordum.
            — Bu vadinin adı nedir, bu korkunç yaratıklar kimlerdir?! İğrenç görüntü ve pis kokularıyla insanın nefes almasını güçleştiren bu var-lıklar neyin nesidir?!
            — Burası şehvet vadisi, bunlar ise zinakârlardır. Sakın yoldan çı-kayım deme, yoksa aynı akıbete sen de uğrarsın.
            Bir korkuyla ürperdim, sarsıldım. Doğru yoldan çıkmamak için atımın yularına sıkıca yapıştım. Her ne kadar yol düz idiyse de çamur doluydu. Atımın dize kadar çamura gömüldüğü zamanlar oluyordu.
            Kendi kendime: "Bu at çok işime yaradı, Allah eşimden razı ol-sun." dedim.
            "Evlenen herkes dininin yarısını korumuş olur." demekle ne de güzel buyurmuştur Resulullah (s.a.a).
            Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
            "...Onlar sizin elbiseniz, siz de onların elbisesisiniz..."
            Bu iğrenç yaratıklardan bazısının avret mahalline demir çiviler çakılmış ve baş aşağı asılmıştı, diğer bazısı demir kırbaçlarla dövülü-yor ve köpekler gibi ses çıkarıyorlardı.
            Kırbaç vuranlar ise onlara hitaben şöyle diyordu: "Köpekler, ce-henneme girin ve asla konuşmayın."
            "O günahkârların, Rableri huzurunda başlarını öne eğecek-leri, 'Rabbimiz, gördük, duyduk, şimdi bizi (dünyaya) geri gönder de, iyi işler yapalım, artık kesin olarak inandık.' diyecekleri za-manı bir görsen!"
            Siyahlar gelip bize çatmıştı. Yolcuları yoldan çıkarmak için saldı-rıyor, bineklerini ürkütüyor ve yol kenarındaki bataklığı normal zemin gibi göstermeğe çalışıyorlardı.
            Yol boyunca hareket eden Siyahların atlarının nal izleri belli ol-madığından, insan yol kenarının sert olduğunu sanıyor ve bu yüzden de çamurlu yolu terk etmek istiyordu. Ancak Hâdi'nin sözlerini hatır-lamam buna engel oldu. Yoldan çıkmamak için sıkıca atın yularına sarıldım. Siyahların yoldan çıkardığı yolcular, bir kaç adım sonra boğazlarına kadar bataklığa gömüldüler. Artık çıkmaları çok zordu, bin bir zahmete katlanıp çıkabilenlerin ise her yanı simsiyah çamurla örtülüydü. Kısa bir süre sonra da bu siyah çamurlar sonucu beden su gibi eriyip dökülüyordu. Aslında çamur değil, zift veya katran türü bir şeydi. Bu korkunç manzarayı görünce var gücümle atın yularına ya-pıştım ve beni sapıklardan kılmadığı için Allah'a şükrettim. Yolcular da yüksek bir sesle Allah'a şükrediyorlardı.
            Hâdi'ye dedim:
            — Resulullah (s.a.a), "Derde düşen birini görürsen, sessiz bir şe-kilde Allah'a şükret ki adam duyarak esef etmesin." buyurmuştur.
            — Bu, "Allah'tan başka ilah yoktur." diyen herkesin saygın oldu-ğu dünya hükmüdür, burada ise derde duçar olanın daha fazla esef etmesi, üzülmesi ve gizliliklerin açığa çıkması için yüksek sesle Al-lah'a şükretmek gerekir.
            Karanlıktan aydınlığa, körlükten görürlüğe ve uykudan uyanıklı-ğa doğru yol alıyorduk sanki. Dünya karanlık ve zulmet yurduydu.
            "...Bu dünya hayatı sadece bir eğlenceden, bir oyundan iba-rettir..."
            "Allah karanlıkları ve aydınlığı var edendir."
            Bela ve bataklığa düşenlerin sayısı arttıkça yer şiddetle sarsılı-yordu, gökyüzü kararıyor, fırtına kopuyor ve gökten taş yağıyordu. Bir anda yolun her iki tarafında mahşer oluştu. İnsanlar, kaynar çamura batıp kalmış ve korkunç yaratıklara duçar olmuştu. Bin bir zahmet sonucu bataklıktan çıkmayı başaranlar ise yola varmadan başlarına inen bir taşla tekrar bataklığa gömülüyordu. Bu manzaranın dehşetiyle tüylerim diken diken olmuş ve tir tir titriyordum.
            Taş yağmurunun şiddetlendiği, Hâdi'nin de bu durumdan etkile-nip güç kaybına uğramakla birlikte, beni korumak için başımın üstün-de uçuştuğu sırada Hâdi'ye sordum:
            — Bu vadinin adı ne ve bu elim azaba tutulanlar kimlerdir?!
            — Burası şehvet vadisidir, burada azaba uğrayanlar da livata -oğlancılık- yapanlardır. Hemen bunların arasından kurtulmaya bak; çünkü "Bir kavmin yaptıklarına razı olan veya o kavmin arasında olup da onlardan uzaklaşmayan onlardandır."
            — Bu çamur görünümlü şey insanın şehvetidir demek ki, yapış-kanlık özelliğinden dolayı da atın süratle ilerlemesine engel olmakta-dır.
            — Katlanmaktan başka ne gelir elden? Başını taşlardan korumak için kalkanı kullan ve atını da mahmuzla ki Allah'ın yardımıyla bu beladan kurtulalım:
            "Allah'ın yeri geniş değil miydi? Hicret etseydiniz ya!"
            Bela ve musibet vadisinden kurtulabilmek için az bir mesafemiz kalmıştı. Kendimi toparlayıp atımı kırbaçladım, ayaklarımla da karnı-nı topukladım. At kuyruğunu salladı, burun delikleri genişledi ve rüzgar gibi koşmaya başladı. Ben "Rabbinden bir mağfirete, Allah-'a ve peygamberlere inananlar için hazırlanmış olup genişliği gökle yerin genişliği kadar olan cennete koşun." ayetine amel ederken, şahbazlar gibi başımın üstünde uçup duran Hâdi geride kal-mıştı. Ansızın kahrolası Siyah karşıma çıktı. Onu gören atım ürküp beni yere düşürdü, kırılmamış kemiğim kalmadı. Atımın ön ayakları da caddeden çıkmış, bataklığa gömülmüştü. Zavallı hayvan ne zorluk-la kendini kurtarabildi.
            Perişan olduğum bu halde, Hâdi imdadıma yetişip kırılan başımı, el ve ayaklarımı sardıktan sonra sıkıca atın üzerine bağladı. Atın yula-rını da kendisi çekti ve bir süre sonra da bela vadisinden kurtulduk.
            Dedim ki:
            — Hâdi, sen ne zaman benden uzaklaştıysan bu Siyahın belasına duçar oldum.
            — Yanılıyorsun, o ne zaman sana yaklaştıysa ben o zaman uzak-laştım. Onun sana yaklaşmasının sebebi yine sensin.
            Şehvet vadisinden çıktıktan sonra midesine kulluk edenlerin va-disine girdik. Buradaki insanlar ikiye bölünmüştü; sağ taraftakiler, kendi helal mallarında mideperestlik eden ve bu nedenle de fazlaca azaba uğramayan eşek, inek ve koyun sürüsü şeklindeydi. Sol taraf-takiler ise hiç bir şeyden çekinmeyen, helal-haram demeyen ve bun-dan dolayı da domuz ve ayı görünümü alan insanlardı. Karınları çok büyük, diğer azaları ise zayıf, ince ve küçüktü. Bu kötülüklerinden dolayı hem şekilleri değişmişti, hem de artı bir azap görmektelerdi.
            "İşte onlar hayvanlar gibidir; hatta daha da aşağılıktırlar."
            Derdin kendindedir bilmiyorsun, derman yine sendedir görmüyorsun, içine koca bir alem yerleştirilmiş; sen hala kendini küçük bir şey zannediyorsun. / Hz. Ali (as)

            Yorum


              #7
              Ynt: ÖLÜMLE BAŞLAYAN YOLCULUK

              ÇİRKİNLİKLER VE GÜZELLİKLER VADİSİ

              Bir sonraki konağımız yoksulluk vadisi oldu. Bu vadide, yolcula-rın sırt çantalarında taşıdıkları azıklar dışında hiçbir şey yoktu. Şehvet vadisinde attan yere düştüğümden ötürü her yerim ağrıyordu. Hâdi'nin, sırtımdaki azık torbasından bir ilaç çıkarıp bedenime sürme-siyle bütün ağrılarım dindi ve tekrar sağlığıma kavuştum.
              Bunun nasıl bir ilaç olduğunu sordum. Hâdi:
              — Dünya hayatında, Allah'ın bahşettiği nimetlere karşılık ettiğin şükür ve senalardır. Fatiha suresini okumak, dünyada, ölümden başka bütün dertlerin devası olduğu gibi ahirette de bütün dertlerin devası-dır. İşte bu hamdın batını, nimetleri, gerçek sahibi yüce Allah'a ait bilmektir.
              Bir kutsî hadiste yüce Allah şöyle buyurmakta: "Kulum bana hamt etti ve sahip olduğu nimetlerin benim katımdan olduğunu ve de kendisinden uzaklaştırılan belaların benim kerem ve lütfümle gerçek-leştiğini anladı. Ey melekler, şahit olun ki ona verdiğim dünyevî ni-metlere uhrevî nimetleri de ekliyorum ve dünyevî belaları ondan uzak-laştırdığım gibi uhrevî belaları da uzaklaştırıyorum."
              Sabah olunca hareket ettik. Hâdi şöyle dedi:
              — Bugün şehvet vadisinden kurtulacağız. Ancak karşılaşacağı-mız belalar dilden kaynaklanmış olup bir önceki vadiyi aratmayacak niteliktedir. Bu vadide su bulmamız olanaksız, dolayısıyla atla su taşımamız gerekecektir ve sen de yaya hareket etmek zorundasın. Bugün bu kalkana çok ihtiyaç duyacaksın, yanına almayı unutma.
              — Bu da neyin nesi?
              — Bu kalkan, oruçluyken çektiğin açlık ve neticesinde cinsel dürtülerini dizginlemendir.
              "Kuşkusuz oruç, şehevî dürtüleri yok ettiği gibi ateşten de koru-yan bir kalkandır."
              Harekete devam etmek üzereydik ki Cehalet dikiliverdi karşımı-za. "Benden uzak ol ey melun!" dedim. Onun cevabı daha ilginçti; "Sen uzak ol benden!"
              Bir kaç adım uzaklaşıp Hâdi ile birlikte yola koyuldum. Cehalet de yolun solundan bizi takibe başladı. Yolun sağ ve solunda korkunç manzaralar vardı. Sarı ve mor renginde köpek, kurt, tilki, maymun, akrep, arı, yılan ve fare görünümlü yaratıklar birbirlerini ısırmakta ve parçalamaktaydı. Bazılarının ağız ve kulaklarından ateş çıkıyordu. Su birikintisi sanıp bir seraba doğru amansızca koşuyor, meyus ve bitkin bir halde geri dönüyorlardı.
              Bazıları ölü eti yemekle meşguldü, bazıları ise duman ve alev yükselen derin kuyulara düşmüşlerdi.
              Hâdi'ye, bu kuyularda kimlerin olduğunu sordum.
              Hâdi dedi: "Müminlerle alay edip, yüz-göz ekşitenler ve nispet yapanlar.
              "Arkadan çekiştirmeği, yüze karşı eğlenmeyi adet edinenle-rin vay haline!"
              Ölü eti yiyenler, başkalarının gıybetini edenlerdir; kulağından ateş çıkanlar, gıybeti dinleyenlerdir; kedi, köpek ve kurt gibi birbirine saldırıp ısıranlar, küfürbazlar ve iftiracılardır; sarı yüzlü ve iki dilli olanlar ise söz gezdiren ve yalan konuşanlardır."
              Hareket ettiğimiz vadi oldukça sıcaktı. Susadıkça, Hâdi'den su is-tiyordum, o da bazen birazcık veriyor bazen de hiç vermiyor ve diyor-du:
              — Susuzluk çekeceğin uzun bir yol var önümüzde ve yanımıza aldığımız su da ihtiyacı karşılayacak kadar değil.
              — Madem bunu biliyordun niye daha fazla almadın?
              — Kapasiten bu kadardı.
              — Neden?
              — Bu, kendini az koruyuşundan ve takva suyuyla az sulayışından ve dolayısıyla da mutlak kurtuluşa eremeyişinden kaynaklanmıştır. Yüce Allah şöyle buyurmuştur:
              "Müminler kurtuluşa ermiştir; onlar ki namazlarında huşu içindedirler; onlar ki boş ve yararsız şeylerden yüz çevirirler."
              Sen boş şeylerden de pek sakınmaz ve namazda huşu etmezdin.
              "Kim bir zerre miktarı hayır yapmışsa onu görür. Kim de zerre miktarı şer işlemişse onu görür."
              "Bu alemde, bir zerre dahi heder olmaz.
              Karşıya bak bakalım, ne görüyorsun?"
              — Alevle karışık siyah duman kütlesinin göğe yükseldiğini ve bağ-bahçelerin ateş alıp yandığını görüyorum.
              — Bu bağ-bahçeler, bir müminin zikirlerinden yaratılmıştır. An-cak yalan konuşması, iftirada bulunması ve boş sözler sarf etmesi böyle bir ateşe dönüştü. Şimdi o müminin iyi amellerini ve bağ-bahçelerini yok eden de o ateştir.
              Bu bağların sahibi, imanında sebat gösterseydi bağlarına önem verir ve böyle yakıcı bir ateş göndermezdi. Bunu, ancak buraya geldi-ğinde anlayacak, pişmanlık ateşiyle yanıp kavrulacak ve bu pişmanlı-ğın hiçbir faydası olmayacaktır.
              İşte bu nedenle, peygamberlerin bize bildirdikleri ve madde ale-minde gözlerden gizli olan amellerin sonuçlarına iman etmeğe yüce Allah önem vermiş ve Kur'an-ı Kerim'in ilk ayetlerinde "takva"yı "gayba iman" olarak yorumlamıştır:
              "...O, muttakiler (sakınanlar) için bir yol göstericidir. Onlar gayba inanırlar, namaz kılarlar..."
              Yanıp küle dönmüş bağlara yaklaştığımızda, şiddetli bir rüzgarın estiğini ve külleri sağa-sola savurduğunu gördük.
              Bu sırada Hâdi şu ayeti okudu:
              "Onların amelleri fırtınalı bir günde rüzgarın şiddetle savur-duğu küle benzer. Kazandıkları hiçbir şeyi elde edemezler."
              SELAM VADİSİ
              Yanıp küle dönmüş bağları geride bıraktıktan bir süre sonra yem-yeşil bahçelere girdik; meyve dolu, gül-çiçek serili, baş döndürücü güzellikte rayiha saçan bitkilerle donatılı, şarıl şarıl akan ırmaklar işlemeli, cıvıl cıvıl öten kuşlar bezeli.
              Kendi kendime "O yanan bağlar da en az bunlar kadar güzeldi; eğer sahibinin bundan haberi olsaydı üzüntüden ölürdü." diye düşün-düm.
              Hâdi konuşarak beni düşüncelerimden ayırdı ve dedi:
              — Burası emniyet ve esenlik yurdu olan "Selam vadisi"nin giri-şidir. Asâ ve kalkanını atına as ve hareket edinceye kadar da bu yeşil-liklerde otlaması için salıver.
              Biraz dinlendikten sonra yola koyulduk ve yol üstünde bir köşkle karşılaştık. Bahçesinde su dolu bir havuz vardı. Su o kadar berrak ve havuz da o kadar zarifti ki ne suyun havuzu ne de havuzun suyu vardı sanki.
              Havuzun yanında harika bir masa, sandalye, ipek peçete ve bir de havlu vardı. Üstümüzü çıkarıp havuza daldık; kırgınlık, düşmanlık ve pisliklerden arınmış olduk. Saç, kirpik ve kaşlarımız hariç, sakal ve bıyığımız da dahil olmak üzere bütün fazla tüylerimizin dökülmesi ve kusurlarımızın giderilmesiyle güzelliğimiz bir kat daha artmış oldu.
              "Biz, onların gönüllerindeki kini söküp attık. Altlarından ır-maklar akar."
              Hâdi'ye, bu havuzun adını sordum.
              "Sâd. Ve Kur'an-ı Hekim." olduğunu söyledi.
              Bedenimizi de pisliklerden arındırdıktan sonra havuzun yanına bırakılmış olan onur giysilerini giydik. Benim elbisem yeşil, Hâdi'ninki ise beyaz ipektendi. Aynaya baktığımda kendimi o kadar yüce ve vakarlı gördüm ki kendime aşık oldum. Bununla birlikte Hâdi'nin vakarı karşısında kendimi küçük görüp gıpta ettim.
              Köşkün kapısına doğru yöneldik. Hâdi, halkasından tutarak kapı-yı çaldı. Güzel yüzlü bir genç kapıyı açıp "Geçiş belgenizi verin!" dedi. Belgeyi gösterdiğimizde altındaki imzayı öperek dedi:
              "Emniyet ve selametle girin."
              "İşte size cennet; yapmış olduğunuz iyi amellere karşılık ona vâris kılındınız."
              İçeri girerken dilimizden akan şuydu:
              "Hidayetiyle bizi (bu nimetlere) kavuşturan Allah'a hamt ol-sun! Allah bizi doğru yola iletmeseydi kendiliğimizden doğru yolu bulacak değildik. Hakikaten rabbimizin elçileri (şimdi gözümüzle gördüğümüz) gerçeği getirmiştir."
              Hâdi önden ve ben de peşinden, tümüyle billurdan olan bir odaya girdik. Kırmızı kadifeyle kaplı döşekler altın tahtlar üzerine serilmiş, tertemiz ve zarif yastıklar dizilmişti.
              Odanın duvar ve tavanına yansıyan resmimizi seyretmekten zevk alıyorduk.
              Odanın ortasında, yiyecek ve içeceklerin dizildiği bir yemek ma-sası vardı. Güzel kızlar ve genç erkekler hizmet için sıraya geçmişler-di. Geçip tahtların üzerine oturduk.
              "Özenle işlenmiş mücevher tahtlar üzerindedirler, karşılıklı yaslanmışlardır. Çevrelerinde (hizmet için) ölümsüz gençler dola-şır; Maîn çeşmesinden doldurulmuş testiler, ibrikler ve kadehler-le. Bu şaraptan ne başlarını bir ağrı tutar, ne de kendilerinden geçip akılları çelinir. (Onlara) beğendikleri meyveler, canlarının çektiği kuş etleri, saklı inciler gibi iri gözlü huriler, yaptıklarına karşılık olarak (verilir). Orada boş bir söz ve günaha sokan bir laf işitmezler. Söylenen, yalnızca 'selam, selam'dır."
              Derdin kendindedir bilmiyorsun, derman yine sendedir görmüyorsun, içine koca bir alem yerleştirilmiş; sen hala kendini küçük bir şey zannediyorsun. / Hz. Ali (as)

              Yorum


                #8
                Ynt: ÖLÜMLE BAŞLAYAN YOLCULUK

                GEÇİŞ BELGESİ

                Tertemiz yiyecek, içecek ve meyvelerden yedikten sonra dinlen-mek üzere tahtlara uzandık.
                Kısa bir süre geçmişti ki çalgı sesleri yükseldi. Sarhoş edici çeki-ciliği, baş döndürücü güzelliği ve ruh nevaz sesleriyle huriler belirdi ve Hicaz lehçesiyle "İnsan" suresini okumaya başladılar.
                Uyandığımı Hâdi'ye hissettirmemek için gözlerimi hiç açmadım ve bu ruh nevaz sese kulak kesildim. Sure okundu bitti ve o ses de kesildi. Kalkıp oturdum, Hâdi de kalktı ve oturdu. Hâdi'ye sordum:
                — Buranın adı nedir?
                — Dar-us sururun köylerindendir.
                — Köyü böyle olan yurda kurban olayım, kim bilir şehri nice-dir!?
                Bilir misin, ben dünyada bu sureyi çok severdim. Burada da oku-nunca, neredeyse heyecan ve sevinçten kalbim duracaktı. Sahi okuyan kimdi?
                — Bilmiyorum. Bu diyarın büyüğü, zaman zaman yolcularla ilgi-lenmek için buraya gelir, o da onunla gelmiş olabilir. Eğer söylediğim gibiyse, geçiş belgeni imzalatmak için onun huzuruna çıktığımızda onu da görebiliriz.
                — Geçiş belgemi imzalamama durumu var mı? Eğer imzalamaz-sa başımıza neler gelir?
                — Aklen gayet mümkün ve bu durumda yeniden bir savaşın içinde olacağız. Ancak bu da var ki imzalamama olasılığı çok zayıf. Aslında bunu kendine sormalısın.
                "Artık insan, kendi kendinin şahididir."
                Hâdi'nin bu cevabı karşısında korkudan titremeye başladım. Kor-kuyla ümit arasında kendimi toparlamaya çalıştım ve dedim:
                — Hâdiciğim, burası "Dar-us surur" (neşe yurdu) değil mi? Niye "Beyt-ul ahzan"a (hüzünler ocağı) çevirdin. Kalk da gidelim. Burada kaldıkça tedirginliğim bir kat daha artıyor. Akıllı insan, tehlikesinden korktuğu şeye en kısa zamanda girişmelidir.
                Hüküm sarayına yaklaştığımızda, aynı yaşta güzel simalı gençler gördük. Yolun iki tarafında sıraya dizilmiş ve yalın kılıçlarını omuzla-rına koymuş bekliyorlardı.
                Hâdi, bu gençlerin ileri gelenlerinden izin alarak geçmemizi sağ-ladı.
                Bu arada, geçiş belgemizin imzalanmama ihtimalinden de çok korkuyorduk.
                Köşkün kapısına vardığımızda, asık suratlı bir kaç silahlının çık-tığını gördüm. Köşkün içinden "Acele edin, durmayın!" sesleri duyu-luyordu. Köşkten çıkan silahlılar atlarını mahmuzlayıp hızla uzaklaştı-lar. Köşkün içinden gelen sesi duyan herkes tir tir titriyordu.
                Köşkten çıkan birine durumu sordum.
                "Hz. Ebulfazl (a.s), şehvet vadisinde kalması gerekirken selam vadisine giren kötü alimlerden birine gazaplandı ve dolayısıyla da onu geri çevirmeleri için atlılar gönderdi.
                Bir kat daha artan korku ve endişeyle köşke girdik. Öfkeden yüzü gerginleşen Hz. Ebulfazl şöyle diyordu:
                "İki kat azap görmesi gerekirken elini kolunu sallayarak bu ter-temiz vadiye gelip girmiş ve kimse de engel olmamış. Kardeşim Hü-seyin'in (a.s) ölüm fermanını veren Kûfe'nin satılmış alimiyle bunun arasında ne fark var!?"

                O yüce zatın heybeti karşısında nefesler göğüslerde tutulmuştu, kimsede en ufak bir hareket dahi yoktu. Biz de bir köşeye çekilmiş, söğüt ağacı gibi titriyorduk.
                Nihayet atlılar geri dönerek o alimi "Veyl kuyusu"na hapsettikle-rini ve başındaki nöbetçileri de tembihlediklerini söylediler.
                Hz. Ebulfazl'ın öfkesi dinince, Hâdi'yle birlikte ileri çıkarak kar-şısında eğilip selam verdik. Hâdi, elinde tuttuğu geçiş belgesini uzattı. Belgeyi alıp Hz. Ali'nin (a.s) imzasını öptü ve geri verdi. Sevincimden ne yapacağımı bilemiyordum. Elimde olmadan hazretin mübarek ayaklarına kapanıp yeri öptüm. Sevinçten kendimi tutamayıp ağladım.
                Hz. Ebulfazl (a.s) bana sordu:
                — Yolculuk nasıl geçti?
                — Her durumda halimizden ötürü Allah'a şükürler olsun. Bütün alemlerde ümidimiz sizedir.
                "En yüce yol, en sağlam köprü ve en büyük vesile sizlersiniz." dedikten sonra tekrar ayaklarına kapanarak öptüm ve kalktım.

                Hz. Ebulfazl buyurdu:
                — Berzah aleminin her menzilinde size şefaat etme hususunda bize herhangi bir emir verilmiş değil, bu alemin yolculuğunu kendi azığınızla kat etmeniz gerekmektedir ve bizim batınî yardımlarımız da sizinle olacaktır. Şefaatimiz ise cehenneme gideceklere yöneliktir. Müteaddit defalar kardeşim Hüseyin'in (a.s) ziyaretine giden, açlık ve susuzluk çekerek yol alan, kardeşim için ağıtlar yakan ve matem me-rasimleri düzenleyen sizin gibi miskinlerin elinden tutup yardımcı olmak vazifemizdir.
                Hz. Ebulfazl'in (a.s) yanında güneş gibi parlayan küçük bir çocuk oturmuştu. Onun nurlu yüzünü seyretmeye güç yetiremedik. Hz. Ebulfazl (a.s) ona karşı gayet mütevazı ve saygılıydı. Bu da, Hz. Ebulfazl'ın (a.s) yanındaki değer ve önemini göstermekteydi.

                Hâdi'ye, onun kim olduğunu sordum. Bilmediğini, ancak "İnsan" suresini okuyanın bu zat olabileceğini söyledi. Aynı soruyu, bizden önde duran bir başkasına sordum. O da, "Mübarek boğazındaki kızıl çizgiye bakılacak olursa İmam Hüseyin'in (a.s) büyük hücceti Ali Asgar'dir." dedi.

                Ben de dedim:
                — Bunun intikamını almak için dünyaya dönmemiz (ricat) kaçı-nılmazdır; keşke bizi döndürseler.
                Hz. Ebulfazl (a.s) bizim gizli konuşmamızı fark ederek "İnşaallah ricatımız yakındır." buyurdu.
                "Seveceğiniz başka bir şey daha var: Allah'tan yardım ve ya-kın bir fetih..."
                O gencin Ali b. Hüseyin (a.s) olduğuna yakin edip azamet ve gü-zelliğine de vuruldum; öylesine ki, bir an olsun gözümü ondan ayıra-madım. Yüce insanlara sürekli bakmanın edebe aykırı olabileceğini biliyordum. Bir yandan azamet ve yüceliği "Uzaklaş, yum gözlerini!" diyerek kovarken, cemali "Gel" diye çağırıyordu. Bir çelişkiydi yaşa-dığım, ne yapacağımı bilmiyordum.
                Zangır zangır titriyor ve buna da engel olamıyordum. Durumumu fark etmiş olmalı ki bana teveccüh buyurarak bir hediye gönderdi ve bu hediye omzuma bırakıldı. Bu şefkat karşısında, ona duyduğum sevgi ve aşk ile eğilip yeri öptüm. Sevgimin tek taraflı olmadığını hissettim ve kalbimdeki ıstırabım dindi.

                Hâdi dedi:
                — İstersen köşke çekilip dinlenelim, ya da bu ağaçlar arasında gezinelim; ne de olsa geçiş belgen imzalandı, üstüne üstlük bir de hediye aldın.
                Kendi kendime, "Bu zavallı, akıl ötesi sebepten haberdar değil; bu meclisi ve ehlini, kendilerinden ayrılamayacak kadar sevdiğimi bilmiyor." dedikten sonra Hâdi'ye yönelerek dedim:
                — Hâdiciğim! Bu mecliste konuşmaya dilim varmıyor, bu hedi-yeyi bana niçin verdiklerini sen sorar mısın? Çünkü ben kendimi ne ilgi duyulmaya, ne de bu büyük hediyeye layık görmüyorum!
                Hâdi isteğimi olumlu karşılayıp durumu bildirdi.

                Cevaben şöyle denildi:
                Minberde "Ey bürünüp sarınan (Resulüm)! kalk ve (insanları) uyar." ayetlerini okuyup nüzul sebeplerini beyan ettikten sonra, babamın Kerbela'da "Allah için Resulullah'ın (s.a.a) Ehl-i Beytine yardım edecek kimse yok mu?" diye feryat ettiği zaman, çadırda ağla-yan benim hakkımda tatbik ederdi.
                Onun bu tatbiki, beni de Resulullah'ı (s.a.a) da hoşnut etti. İşte bundan ötürü onu ödüllendirdim. Bu ödülün ona layık olmadığını biliyorum, ancak bu alemde çok işine yarayacaktır. Bu alemdeki her iyilik, değer ve güzellik o hakikatin yansıması ve o gül dalının gölge-sidir. İşte bu zaviyeden bakılarak buraya berzah denmiştir. Asıl ika-metgâhına ve özlü gerçeklere ulaştığında ise kendisine verilecek ni-metler şöyle vasfedilmiştir: "Öyle nimetler ki ne göz görmüş, ne kulak duymuş ve ne de bir insanın kalbinden geçmiştir."

                Oturdukları yerden kalkıp atlarına bindi ve uçarak yüce makam-larına doğru hareket ettiler.
                Hâdi ile el ele verip gönül dolusu hasretle ikametgâhımıza geldik. Her nereye baktıysam ilk günkü güzelliklerini bulamadım, artık onları seyretmekten ve orada bulunmaktan hiç zevk almıyordum.
                Hâdi'ye dedim:
                — Yarın hareket etsek iyi olur.
                — Burada on gün dinlenebiliriz
                — On dakika bile beklememiz çok zor! Ben ona ulaşmadıkça ve-ya yakınında olmadıkça rahat edemem.
                — Ne kadar da hırslısın! Bu alemde sınırları aşmak mümkün müdür?! Burası cehalet yurdu dünya değildir, burada başı boşluk ol-maz ve adalet terazisi bir kıl payı kadar bile şaşmaz. Bazen dostlarına inayet eder ve teveccüh gösterirler, ama asla ölçünün dışına taşmazlar. Onlar izzetin doruğunda, sen ise zilletin en alt mertebesindesin.

                Kalbimin çırpınışı dinmedi, ama susmaktan başka çare de bula-madım. Çünkü ne benim halim mantık kıyaslarıyla bağdaşıyordu, ne de Hâdi mantık kıyaslarından başka bir şey biliyordu. İşleri Allah'a bırakıp susmak zorunda kaldım.
                Hâdi, "Gel de şu ağaçların altında biraz gezinelim." dedi.
                Gezinmeye başladık, ama beni sarmadı, zevk alamadım. Dostun sözü her şeyden daha hoş, daha tatlıydı bence.
                Dedim:
                — O gencin, okumak için "İnsan" suresini seçmesinin sebebi neydi?
                — Bunu bilemem, zaten bilmem de gerekmiyor. Bilmem gere-ken, onların yaptığı ve söylediği her şeyin bir hikmet ve maslahata dayalı olduğudur. Ancak hikmeti belirlerken de tekelci olmak, bir tür gevezelik ve makulatta tasarruf olduğu gibi, yalana bulaşma ve tekzip ihtimali olduğu için de tehlike arzeden bir durumdur aynı zamanda.
                Bu surenin Hz. Ali (a.s) ve Ehl-i Beytin faziletleriyle ilgili oldu-ğunu, onların da Hz. Ali'yi (a.s) sevdiklerini ve dolayısıyla bu sure-yi sevdiklerini söyleyebiliriz. Ayrıca, sen de bu sureyi sevdiğini söy-lemiştin.
                Bu surede geçen "Onlar, kendi canları çekmesine rağmen ye-meği yoksula, yetime ve esire yedirirler." ayeti, bunların Kerbela'da gördükleri musibete uyarlanabileceğinden dolayı bu sureyi okuduğu da söylenebilir. Hani babası onun için su istemişti de ver-memişlerdi; oysa ki su, yemekten daha değersizdi. Olayın bu yönünü göz önünde bulundurup onların işinin hikmetinden bahsetmemek daha doğru olur.
                — Eğer bunu kastettiyse, bu, onların kanının halâ kaynadığını gösterir.
                — Elbette ki kanları halâ kaynamakta; boğazının altındaki o kızıl çizginin varlığı da bunu gösterir zaten. Hatta bunun çok güçlü bir delil olduğunu bile söyleyebiliriz. Bunlar, İmam Mehdi'nin zuhurunu, mü-minlerden daha çok beklemekteler ve intikam almadıkça da kanları teskin bulmaz. Nitekim İsrail oğullarından yetmiş bin veya yedi yüz bin kişi öldürülmedikçe Hz. Yahya'nın da kanı teskin bulmamıştı.

                — Hâdiciğim, o, verdiği hediyenin bu aleme ait olduğunu söyle-di. Bu alemdeki bütün iyilikler ahiret aleminin gölgesi değil midir?
                — Evet öyledir! Nitekim dünya da bu alemin gölgesidir. Yukarı-da olanın aşağıda bir gölgesi var.
                Bütün kemalat ve iyilikler varlığa aittir; varlık, makam olarak aşağılandıkça, kemal ve eserlerinin zayıfladığı gibi kendi de zayıflar.
                Hâdi, ondan başka hiç bir şeyi düşünmediğimin ve bağlarda ge-zinmenin de bir faydası olmadığının farkına vardı ve menzilimize döndük. Hâdi söze başladı:
                — Daha fazla hazırlanıp güçlenmemiz için burada on gün kalma imkanımız var. Yolda karşılaşacağımız haramiler çok güçlüdür; bun-dan sonra karşılaşacağımız tehlikeler daha ürkütücüdür ve senin gücün ise azdır.
                Bu perşembe akşamı da dünyadaki evine giderek "Ölülerinizi ha-yırla anın" sözünün gereği iyilikle anılmış isen oradan bir şeyler getirmelisin.
                — Selam vadisinde ve her şeyden güvencede olduğumuzu söy-lemedin mi sen? Bu vadide de haramilerin olduğunu söylemek söyle-necek söz müdür?! Senin tek amacın beni burada bekletmektir. Ey vefalı dostum, vefana ne oldu?! (Ağlamama engel olamadım ve de-dim Selam vadisi benim bedbahtlığımın başlangıcı mı olacaktı?!

                — Azizim, benim vefam senin ileriyi görmeni gerektirir, ileride nelerle karşılaşacağını bilemiyorsun. Yolun oldukça incedir. Selam vadisinin hemen yanı başındaki Berehut vadisi azap ve ateş dolu-dur. Siyah tekrar gelip seni bulacak ve önümüzdeki menzilde seni saptırmaya, yoldan çıkarmaya çalışacaktır. Bir çelmesiyle Berehut vadisine düşersin. Ben de o vadiye giremem. Burada on gün kalmak istemiyorsun, ama o vadide on ay azaba tutulmandan korkarım.
                — Yakında kıyametteki Sırat köprüsünden geçeceğimizi mi söy-lemek istiyorsun? Böyle bir şeyin olması mümkün değil!

                — Evet, daha önce de dedim; ama dikkat etmedin. Yukarıda ola-nın aşağıda da bir gölgesi olduğunu söylemedim mi? Evet, bu bir kaç menzilin yolu hem ince hem de Sırat köprüsünün gölgesidir. Bu söy-lediğimi yapmak zorundasın. Derde düşmeden çaresini bulmak gerek.
                İster istemez perşembe akşamı aileme uğradım, çocuklarım da dağılmışlardı. Bir süre, konduğum ağacın dalında kaldım. Ümidimi yitirip kalktım ve sokak duvarının üzerine kondum. Yoldan gelip geçenlerin halini seyre durdum. Herkes kendi alış-verişinden bahsedi-yordu.
                Kalbime bir sancı girdi, içimden dedim ki: İnsan yaşarken akıbe-tini düşünmeli ve böyle bir durumla karşılaşacağını bilmeli; ömrünü, eşi ve çocuklarının istekleriyle tüketmemeli. Hayret! Dünya ne kadar da gaflet ve cehalet yurdudur!
                İnsanın, sürekli ve her şeyde kendisine göz diktiği eş ve çocukla-rına böyle muhtaç olması ne kadar da utanç vericidir; elimin yerden ve gökten kesildiği bu en muhtaç anımda, böylesi bir vefasızlık olacak iş mi?!

                Bu hususta Resulullah (s.a.a) insanları şöyle uyarmış-tır:
                "Ahir zaman insanı, eşi vasıtasıyla ve eğer eşi yoksa akrabaları ve çocukları vasıtasıyla helak olur."
                Bu uyarıya kulak verip de uyanmadığımız gibi akıbetimizi de dü-şünmedik.
                Karşı evin damında oturan yeni evli torunlarıma gözüm ilişti. Meyve yiyor ve sohbet ediyorlardı. Onlardan biri şöyle dedi:
                — Bu meyve ağacını dedemiz dikmişti. Şimdi onun bedeni top-rağın altında çürümüş halde, biz ise onun dikmiş olduğu ağacın mey-vesini yemekteyiz.
                — O şimdi cennette, bu üzümlerden çok daha güzelini yiyordur; Allah rahmet etsin!

                Çocukluğumuzda bizimle nasıl da oynar, şakala-şırdı.
                — Bizi çok sever ve bazen de harçlık vererek bizi sevindirirdi; Allah da onu sevindirsin.
                — Kitap, defter-kalem istediğimizde o gider alırdı; zaten anne-babamız bizimle pek ilgilenmezdi.
                — Bizi okutup alim eden de odur. Kendisi de alim olduğu için alimi severdi. Bu gün perşembe akşamıdır. Onun için biraz Kur'an okuyup ruhuna hediye etmemiz iyi olur. Ben "İnsan" suresini okuya-cağım, sen de "Duhan" suresini oku.
                Sureleri okuyup bitirinceye kadar ben oracıkta oturup bekledim. Onların bu hali beni çok sevindirmişti. Haklarında bereket duası edip geri döndüğümde Hâdi'yi gördüm; bir at hazırlamış ve atın üzerine de bir hurcun bağlamış beni bekliyordu.

                Hâdi'ye sordum:
                — Bu hurcun nereden geldi?
                — Bir melek getirdi. Hurcunun bir tarafında, Hz. Zehra'ya (s.a) mensup olan "Duhan" suresinin okunmasına karşılık Hz. Zehra'nın, diğer tarafında ise Hz. Ali'ye (a.s) mensup olan "İnsan" suresinin okunmasına karşılık Hz. Ali'nin (a.s) gönderdiği hediyeler olduğunu, ayrıca Berehut'un zehirli rüzgarına yakalanmamak için uzak bir yol-dan gitmemizi tavsiye buyurduklarını söyledi.
                — Hâdiciğim, hurcunu açıp da gönderdikleri hediyelerin neler olduğunu bilmemiz gerekmiyor mu?
                — Bu yolda ihtiyaç duyacağın şeyler olduğunu bilmen yeterli değil mi? İhtiyaç duyduğun an zaten kendiliğinden açılacaktır. Şimdi istersen hareket edelim.
                — Saadete doğru gidelim!
                Derdin kendindedir bilmiyorsun, derman yine sendedir görmüyorsun, içine koca bir alem yerleştirilmiş; sen hala kendini küçük bir şey zannediyorsun. / Hz. Ali (as)

                Yorum


                  #9
                  Ynt: ÖLÜMLE BAŞLAYAN YOLCULUK

                  DEHŞET VADİSİ

                  Ata biner binmez hareket edip Hırs vadisine ulaştık. Köpek şek-line girmiş yaratıklar gördük. Kimi çok şişman, kimi de çok cılızdı, çok da pis kokuyorlardı. Kocaman sahra leş doluydu. Her yana yay-dıkları pis kokudan geçilmiyordu. Her leşin başına bir kaç köpek top-lanmış, birbirleriyle boğuşuyorlardı, sonunda yorgun ve bitkin bir halde olduğu yerde düşüp kalıyor ve hiçbiri leşten yiyemiyordu.

                  Çok güçlü olan köpekler, zayıfları leşin başından uzaklaştırıyor ve tam yemek isterken başkalarının saldırısına maruz kalıyordu. Çölü dolduran köpekler arasında amansız bir kavga vardı.
                  "Dünya bir leş, onu isteyenler ise köpekler gibidirler."
                  Leşten bir parça alabilenlerin durumu daha kötüydü; burunların-dan duman, makatlarından ise ateş çıkıyordu. Öyle bir azaba tutulmuş-lardı ki diğer köpekler onların yanına bile yaklaşmıyordu.
                  Hâdi:
                  — Bunlar, rüşvet ve yetim malı yiyenlerdir.
                  "Zulüm ile öksüzlerin mallarını yiyenler, karınlarına ancak ateş koymaktadırlar ve çılgın bir ateşe gireceklerdir."
                  — Hâdi, Berehut çölünün uzağından hareket etmemiz tavsiye edilmişti bize. Yanlış yoldayız galiba.
                  — Hayır, yanlış gelmedik! Bu gördüğün, Berehut çölünün altın-dan akan sudur ve onun öldürücü zehri bize ulaşmaz.

                  Hırs vadisinin yanından geçip haset vadisine ulaşmış bulunuyo-ruz.
                  Haset vadisi, yoldan uzak yerlere kurulmuş kocaman makinelerle doluydu. Makinelerin bacasından yükselen siyah dumanlar her yeri sarmıştı. Makineler öyle hız ve gürültüyle çalışıyordu ki, vadi titriyor-du ve neredeyse kulaklarımız sağır olacaktı.

                  Gördüğümüz manzara büyük bir deprem sonrasını andırıyordu. Makinelerde çalışan işçilerin hepsi de siyahtı. Bu makinelerden biri gelip yolun yakınına dayanmıştı. Ansızın Siyah (Cehalet), siyah bir duman kütlesi gibi karşımda belirdi. Arkama baktığımda Hâdi'nin çok geride kaldığını gördüm. Siyahın bu denli yaklaşması ve Hâdi'nin de yanımda olmayışı beni dehşete düşürdü.
                  Siyah, "Şu yaklaşan makinelere baksana, bunların benzeri dün-yada görülmemiştir."
                  Durup o makineleri seyretmeyi çok istiyordum; fakat Siyahın ba-na yapmış olduğu kötülükleri hatırlayınca bundan vazgeçtim. Felak suresini "De ki: yarattığı şeylerin şerrinden... Sabahın Rabbine sığınırım!" okuyup atımı mahmuzladım:
                  Siyah şöyle dedi: "Zavallı, bu sureyi burada okuyacağına dünya-da okuyup amel etseydin ya!"
                  "Ömrün vahşi bir dev şayet olursa
                  Felak ve Fatiha eder mi fayda."

                  Siyah önden giderek tepelerin arkasına saklandı, ama sözleri faz-lasıyla beni korkuttu. Ben de ondan kurtulduğumu sandım. Bu arada, ben de Hâdi'nin yanıma gelmeme sebebini düşündüm.
                  Siyah aniden saklanmış olduğu tepelerin arkasından korkunç bir canavar gibi karşıma çıktı. Atım ürkerek yoldan çıktı ve o makinelerin birinin yakınında beni yere attı. Her yerim uyuşmuştu, düştüğüm yer-den kalkamıyordum.
                  Makineler bir ejderha gibi ateş kusarak bana yaklaşıyor ve yut-mak istiyordu. O uğursuz Siyah ise gülüyor ve benimle alay ediyordu "Ve kıskandığı vakit kıskanç kişinin şerrinden (sabahın Rabbine sığınırım)."

                  Siyah şöyle dedi: Ey zavallı kıskanç, hangi alim kıskançlıktan kurtulabilmiştir? Bu bir kaç menzilde elimden kurtuldun diye sada-ğımda ok kalmadığını mı sandın yoksa? Şimdi tat bakalım; inşaallah elimden kurtulmazsın.
                  Bu çaresiz halimle alay edişi, damarlarımda kanımın kaynaması-na neden oldu ve yüksek bir sesle "Ya Ali!" diye seslendim.
                  İşimi bitirmek üzere olan makineler bu haykırışımdan sonra bir-birleriyle yarışırcasına kaçışmaya başladı. Bu arada birkaçı da birbi-riyle çarpışarak hurdaya döndü.
                  Cehalet her ne kadar kaçmak istediyse de bunu beceremedi ve makinelerden birinin altında kalarak paramparça oldu.

                  "Halbuki kişi kazdığı kuyuya kendisi düşer..."
                  "İyi oldu! Benimle mi alay ediyordun?! iyi bilin ki siz nasıl alay ediyorsanız biz de sizinle alay edeceğiz." dedim, kendi ken-dime.
                  Havanın sıcaklığı ve bunaltıcı duman kokusu susuzluğumu artır-mıştı. Tam bu sırada Hâdi'nin bana doğru koştuğunu gördüm. Bir nefeste yanıma gelip, İmam Ali'nin (a.s) bana hediye ettiği hurcunu açtı ve ışığıyla vadiyi aydınlatan billur bir testi çıkardı. Testideki so-ğuk ve tatlı suyu bana içirdikten sonra susuzluğum giderildi, bütün ağrılarım dindi, rengim açıldı ve içim sefa buldu.
                  "İyiler ise kâfûr katılmış bir kadehten içerler."

                  Dönüp atımın yanına gittiğimizde sakatlandığını, yürüyemez hal-de olduğunu gördük. Ben azık torbamı aldım, Hâdi de hurcunu, yaya olarak yola düştük. Afrika çölü kadar geniş bu vadiyi makinelerin çıkardığı siyah duman sarmıştı ve bacalarından da ateşten insanlar çıkıyordu.
                  Hâdi şöyle dedi: Müminlere karşı kıskançlıklarını el ve dilleriyle açığa vuran kıskanç kimseler bu makinelerde öyle bir basınca uğrarlar ki içlerindeki ateş dışlarına çıkar; çünkü kıskançlık ateş gibidir:
                  "Ateşin odunu yakması gibi kıskançlık da imanı yakar."
                  Karanlık basmıştı; Hâdi önden gidiyor, ben de onu takip ediyor-dum.

                  Hâdi'ye dedim:
                  Galiba yolu kaybettik. Bize edilen tavsiyelere bakılırsa hiçbir za-rar görmememiz gerekirdi.
                  Hâdi, "Yolumuzu kaybetmedik. İçindeki kıskançlığı az ya da çok olarak dışa vurmayan kimse çok az bulunur. Eğer velayet ve yetki sahiplerinin bağışları ve Hz. Zehra'nın (aleyha selam) senden hoşnut-luğu olmasaydı, şimdi sen de bu belaya tutulanlardan olurdun. Bu azaba duçar olanların bir çoğu da er-geç kurtulacak ve rahmet ehlin-den kılınacaklardır.

                  Havanın sıcaklığı, soluduğumuz bunaltıcı koku ve de sırt çanta-mın ağırlığı çekilmez olmuştu artık. Ancak bir an önce bu bela vadi-sinden kurtulabilmek için canımızı dişimize takıp süratle hareket edi-yorduk. Hele Cehaletin yaşıyor olmasının ürkütücülüğü ise anlatılır gibi değil.
                  Hem terlemiş ve pis kokuyordum, hem de yorgunluktan ayak bi-leklerim ağrıyordu. Nihayet bin bir zorlukla da olsa haset vadisinden kurtulabilmiştik
                  Derdin kendindedir bilmiyorsun, derman yine sendedir görmüyorsun, içine koca bir alem yerleştirilmiş; sen hala kendini küçük bir şey zannediyorsun. / Hz. Ali (as)

                  Yorum


                    #10
                    Ynt: ÖLÜMLE BAŞLAYAN YOLCULUK

                    EMNİYET ŞEHRİ

                    Serin bir rüzgar esmeye başladı ve havanın ruh okşayıcılığı he-men kendini hissettirdi. Yeşillik ve çeşmeler göründü. Dereler ve dağlar yeşile bürünmüştü, kısa boylu ağaçların manzaradaki güzelliği de bir başkaydı.

                    Bir süre bir çeşmenin başında oturup dinlendikten sonra Siyahın ölüp ölmediğini sordum.
                    Hâdi, "O ölmez; ancak bu vadide de sana dokunamaz. Çünkü Berehut vadisinden çok uzaklaştık. Dünyada kibirlenip böbürlenmedi-ğin için o vadiyi ve orada azaba tutulanları görmeyeceksin. Selam vadisine yaklaşmış bulunmaktayız." dedi ve yola koyulduk.
                    Gittikçe yeşillik, güzel kokular, meyveli ağaçlar ve rengarenk güller artıyordu. Nihayet yeşile bürünmüş dağlar, bağ ve bahçeler, tertemiz şelaleler göründü. Dağların eteğinde ve tepelerinde beyaz ipekten bir çok çadır vardı.

                    Hâdi, "Burası şehrin dışıdır; bölgenin halkı da bu çadırlarda ka-lır."
                    Çadırların direk ve kazıkları altından, ipleri ise gümüştendi. Ça-dırların bir kısmını geride bırakmıştık ki, Hâdi dedi:
                    — Sen burada bekle, ben gidip senin çadırının hangisi olduğunu öğreneyim.
                    — Buranın adı nedir? Ben bir kaç gün burada kalmak istiyorum.
                    — Burası Emniyet vadisidir, bu topraklar mukaddes topraklardır ve sen birkaç gün burada kalacaksın zaten.
                    Hâdi, Hz. Zehra'nın (a.s) vermiş olduğu bir hediyeyi hurcundan çıkararak dağın tepesindeki çadıra doğru hareket etti. Ben de uzaktan onu seyrediyordum. Hâdi çadıra varıp elindeki kağıt okununca, güzel yüzlü hizmetçilerin çadırdan çıkıp bana doğru koşuştuklarını gördüm. Hâdi de onların peşinden gelip hurcundan başka bir paket çıkardı ve dedi:
                    — Ben senin için bir ev hazırlamaya gidiyorum. Sen bunlarla bir-likte çadıra git ve ben şehirden dönünceye kadar dinlenmeye bak.
                    — Hâdi, beni yapayalnız ve kimsesiz bırakıp nereye gidersin?
                    — Senin rahat etmen için bunu yapmak zorundayım. Burası artık senin ikametgâhın sayılır ve o çadırda kendine arkadaş bulacaksın:
                    "Çadırlara kapanmış hûriler... Bunlardan önce onlara ne in-san, ne de cin dokunmamıştır."
                    Hâdi bunu söyledikten sonra uçup gitti. Ben de hizmetçiler tara-fından izzet ve ikramla çadırıma götürüldüm. Çadırda sedir üzerinde oturan huri kalkarak beni karşıladı. Güneş gibi parlayan bir hizmetçi, gümüşten bir ibrik ve leğenle içeri girerek misk ve gül kokulu su ile yüz ve ellerimi yıkadı. Aynaya baktığımda, Allah'ın defterinde nikah-lım olan o huriden kat kat güzel olduğumu gördüm. Ben onun efendi-siydim.
                    "Erkekler kadınların yöneticisi ve koruyucusudur"
                    Birlikte o sedirin üzerine oturduk. Çadırın beş direği vardı. Mü-cevherlerle süslenen orta direk altın olup diğer direklerden daha bü-yüktü. Hurinin zekasını denemek için sordum:
                    — Niçin bu çadırın direği var?
                    — Bu dağın tepesinde görünen bütün çadırların beş direği var; çünkü: "İslam beş temel üzerine kurulmuştur: Namaz, oruç, zekat, hac ve velayet. Hiçbir şeye de velayet kadar vurgu yapılmamıştır."
                    Çadırı ayakta tutan şu büyük orta direk velayet direğidir.
                    — Ben bu direklerin her birinin, Resulullah'ın Ehl-i Beytinden birinin nişanesi olduğunu sanıyordum.
                    — Onlar temel ilkelerdir; burada gördüklerin ise o nurların göl-gesidir. Varlık aleminin tümü ve onlardaki her şey birbiriyle uyumlu ve birbirinin kopyasıdır; aralarındaki fark ise güçlülük ve zayıflık, temel ilke ve teferruat olma, ışık ve yansıması bakımındandır. İnsan da her aleme yol bulabilir, olgunluğun zirvesine tırmanabilir, alemle-rin özeti konumuna gelebilir, "ismullah" ve "halifetullah"ın kapsamlı bir mazharı olabilir.
                    "Bu koca alemde var olan her şey
                    Benimle iç içe, halim şerh eder."

                    "Nazar etti gördü aşk mülküne sultan değil
                    Adem'in su-çamur tarlasına çadır kurdu."

                    İnsan ilk fıtratıyla bu güce sahip olmasına rağmen kendisini tanı-yamadığı için hakkında: "Doğrusu insan zarardadır." ve diğerleri de onu tanıyamadıklarından: "Doğrusu o çok zalim ve cahildir." (kadir, kıymeti bilinmez) denmiştir.
                    — Ne kadar güzel konuşuyorsun! Hangi medresede eğitim gör-dün?!
                    — Ben Kutsal şehirde eğitim aldım. Gördüğün bu yemyeşil dağ-lar, o şehrin yaylalarındandır. Resulullah (s.a.a) buyurmuştur ki:
                    "Ben ilim şehriyim, Ali de onun kapısı."
                    Ben, babası Resulullah (s.a.a) gibi "Hikmet ve ismet şehri olan Fatıma (aleyha selam) eliyle eğitildim."
                    Kur'an'da adı geçen "Mübarek gece" de, bin aydan daha hayırlı olan "Kadir gecesi" de odur. Kendisine Kur'an ilimleri inen de, "Her hikmetli işe o gecede hükmedilir." ayetiyle işaret edilen de odur.
                    "...Doğuya da batıya da nispet edilmeyen mübarek bir ağaç-tan, yani zeytinden (çıkan yağdan) tutuşturulur. Onun yağı, nere-deyse, kendisine ateş değmese dahi ışık verir. (Bu) nur üstüne nurdur..." ayetinin vurguladığı zeytin ağacı da odur.
                    "O gecede, Rablerinin izniyle melekler ve ruh (Cebrail), her iş için iner dururlar." ayetinin belirttiği yine odur.
                    Hâdi'nin bana ulaştırdığı mektup Hz. Zehra'dan (s.a) idi. Mektu-bunda şöyle buyurur:
                    "Benim evlatlarımdan birisi sana gelecektir; ona ikramda bulun ve bil ki o senin sahibindir."
                    Ben, Allah'ın yeşertip kemaline erdirdiği bir tarla olmakla birlikte sana aidim. "Şimdi bana, ektiğinizi haber verin, onu siz mi bitiri-yorsunuz, yoksa bitiren biz miyiz?"

                    Allah'a hamt ediyorum; bütün hamtlar O'ndan kaynaklanır ve O'-na döner.
                    "...Onların dualarının sonu şudur: Hamt, alemlerin Rabbi Allah'a mahsustur."
                    — Demin okuduğun beyit Hâfız'ın gazellerinden değil miydi? Bunu nasıl öğrendin?
                    — Hâfız bu menzile geldiğinde, buranın ahalisi, onun güzel ga-zellerini öğrenmek için burada kalması gerektiğinden daha fazla kal-masını rica etti. O da kabul etti. O günden beri buradaki çadırlarda, özellikle de vuslatla ilgili gazelleri fazlasıyla okunur. Aslında avam halkın onunla tartışmasının veya eleştirmesinin sebebi bazı sırları ifşa etmesiydi; avam ise bunu kaldıracak güçte değildi.
                    Surî ve manevî kemalatları beyan etmekle başımı döndüren huri, bir de Hafız'ın şu gazelini okuyarak sarhoşluğuma neden oldu:
                    "Biz bu kapıya rütbe, mevki sahibi olmak için değil, kötü hadise-lerden sığınmak, emin olmak için gelmişiz.
                    Aşk konağının yolcularıyız, yokluk sınırından varlık ülkesine ka-dar bunca yolu, hep aşka ulaşmak için aşmışız.
                    Hattının yeşilliğini gördük de cennet bahçesinden kalktık, bu mahabbet otunu elde etmek için geldik!
                    Hazinedarı Ruhulemin olan bu kadar hazineye sahip olduğumuz halde padişah sarayının kapısına yoksullukla gelmişiz.
                    Ey tevfik gemisi, hilim lengerin nerede? Biz bu kerem denizine günahlara gark olarak geldik.
                    Yüz suyumuz gitmede... ey hataları örten bulut, gel, bir rahmet yağmuru getir... çünkü sorgu hesap divanına defterimiz kapkara gel-dik.
                    Hafız, bu yün hırkayı çıkar, at... çünkü kervan izini izleyerek ah ateşiyle geldik... sonra hırkan da yanar, sen de yanarsın!"
                    Çeşitli yiyecek ve içeceklerle donatılan sofraya oturduk; yiyip iç-tikten sonra yastıklara yaslandık.
                    Huriye dedim:
                    — Anladığım kadarıyla burada ikamet etmiyorsun.
                    — Evet, seni karşılamak ve ağırlamak için buraya geldim. Bu ça-dırı da içindeki eşyaları da buraya ben getirdim. Bu dağın eteğinde ve tepesinde gördüğün bütün çadırlar, misafirlerini ağırlamaya gelenler tarafından getirilmiştir. Bu bağlar, bahçeler, güller tüm güzellikleriyle bu menzile gelen misafirlerin isteklerine uygun olarak hazırlanmıştır; burası yüce Allah'ın misafirhanesidir, siz buradan gidince ben de ken-di yerime döneceğim.

                    — Ben bu bağ ve bahçelerde, derelerde, tepelerde, çadırların ara-sında ve nehirlerin kenarında gezip buranın durumunu görmek istiyo-rum; belki burada bir aşinayla karşılaşabilirim.
                    — Burada serbestsin, istediğin her şeyi yapabilirsin; ancak çadıra girince izin isteyip selam vermen gerekir. Ben buraya gelirken sizin büyük kızınızın çadırını gördüm. Sizinle tanıştıktan sonra ona giderek onunla arkadaş oldum; oraya gitmek istiyorsanız ben de sizinle gele-yim.

                    — Elbet giderim.
                    Kalkıp gittik, çadıra yaklaşınca selam verdim. Kızım sesimi tanı-yarak hizmetçileriyle birlikte koşup dışarı çıktı.
                    Görüştükten sonra Allah'a sonsuz nimetlerinden dolayı şükürler edip çadıra girdik.
                    Mücevherlerle süslenmiş tahtların üzerine oturduk. Kızım ve be-raberindekiler bir saf, ben ve beraberimdekiler de başka bir saf oluş-turduk.
                    "Karşılıklı olarak oturup yaslanırlar."
                    Kızıma sordum:

                    — Yolculuk nasıl geçti?
                    — Birinci menzilde ve kıskançlık vadisinde biraz zorluklar gör-düm, galiba yolcuların çoğu bu zorluklarla, hatta bundan daha kötüle-riyle karşılaşmışlar. Bazı yerlerde kurtulmama sizin sebep olduğunuzu anlayınca hakkınızda dua edip Allah'tan rahmet diledim, hatta kız kardeşim bu aleme yolculuk ettikten sonra sizin de yolculuğunuzun başlamak üzere olduğunu anlayınca, annem ve diğer kız kardeşlerimin kimsesiz kalmamaları için hakkınızda Allah'tan şifa diledim.
                    — Bu aleme yolculuk eden kız kardeşinden haberin var mı?

                    — Burada kardeşimi gördüm; makam ve mevkisi benden çok yüksekti. Yolda nelerle karşılaştığını sorduğumda, hiçbir sıkıntısı olmadığını söyledi. Sadece müsamaha ve gevşeklik vadisini görmüş, onu da rahat bir şekilde geride bırakmış, geri kalan yolu tayy-ul arzla gelmişti.
                    — Bunun sebebi on sekiz yıl kadar kısa bir zaman dünyada kal-dıktan sonra buraya yolculuk yapması ve bizim gibi yükünü çoğaltıp işini zorlaştırmaya pek fırsat bulamayışıdır.
                    Derdin kendindedir bilmiyorsun, derman yine sendedir görmüyorsun, içine koca bir alem yerleştirilmiş; sen hala kendini küçük bir şey zannediyorsun. / Hz. Ali (as)

                    Yorum


                      #11
                      Ynt: ÖLÜMLE BAŞLAYAN YOLCULUK

                      AŞK ATEŞİ ALEVLENDİ

                      Düşünce sardı bütün benliğimi. Bendeki noksanlık nedir, hangi amelimde, hangi düşüncemde noksanlık var? Neden bu hale düştüm? Şimdi korkunç belalardan kurtulup dünyada bıraktığım yakın akraba-larımdan ilişkim kesilmesine rağmen bu halim nedir?!
                      "...Artık aralarında akrabalık bağı kalmamıştır..."

                      Bu aleme göç eden çocuklarım da şimdi refahtalar, o halde ben neden bu haldeyim?!
                      Baba Tahir'in dediği gibi:
                      "Ne ağrım var, ne canımda bir ağrı var
                      Bunu bilirim ki, kalbimde bir ağrı var."

                      İyice düşünüp araştırdıktan sonra eksiğimi buldum, nereden kay-naklandığını ve nereye vardığını anladım. Safiyye de kalbimin düğü-münü çözebilmek için kıvranıp duruyor ve hatta üzgün halimi görüp Dar-us sururda -neşe ve sevinç yurdunda- üzüntü ve keder de mi olur diyerek şaşırıyordu!
                      "Kendini harap etme, içimdeki bu düğümü sen çözemezsin!" de-dim.
                      Muhteşem-i Kaşani'nin bir şiiri aklıma geldi:
                      "Aşığın kalbinde binlerce dert var.
                      Deve güdenin bundan ne haberi var?"

                      "Keder yeri olmayan kutsal huzurda
                      Kutsîlerin başı gam dizindedir."
                      Kalbimdeki sırrı ona açamadım, çünkü ne anlayabilir ne de an-latmamın faydası olurdu. Zira ulvî alem sakinleri her şeyi idrak eder-ler; fakat tohumu toprakta saklı olan aşkı idrak edemezler. Ancak insan bunu anlayabilir, çünkü aşkın talip ve aşığı insandır. Bezzari bu durumu şöyle hikayet eder:
                      "İlahi, bir göğüs ver alev alev
                      İçinde bir gönül, daima yanan
                      Yanmayan gönül de gönül mü?
                      Solmuş gönül su-çamurdan başka şey mi?
                      Gönlüme alev doldur, göğsüme duman
                      Dilimi söylemle ateşin kıl
                      Söz, cisim ve ruhun kimyasındadır
                      Eğer bir kimya varsa o da ondadır
                      Aşk korkusu olmasaydı peşinde
                      Zal gibi biri iki yüz Rüstem-i Zal'ı vururdu
                      Aşk uğruna yapılacak neler var neler
                      Bu evrenin çarkı aşk ile döner!
                      Olgunluk burdadır, başka yerde arama!
                      Noksanlık sendedir başka yerlerde umma!"
                      Safiyye'ye dedim:
                      — Şu uzaktaki bahçelere gidip yalnız kalmak ve kalbimin düğü-münü bir şekilde çözmek istiyorum.
                      — Nereye gidersen git, yalnız kalamazsın; dağ, dere, tepe, bağ ve bahçenin her zerresi şuur ve idrak sahibidir.
                      — Benim düşünce ufkumda onlara yer yok.
                      — Diyorum da, eğer beni yabancı ve sırrına namahrem görüyor-san, salıver de gideyim.
                      — Hz. Zehra'nın (a.s) bana bağışı olmasaydın seni salıverirdim.
                      Yerimden kalkıp dışarı çıktım. Hangi ağacın altından geçiyor idiysem dalları eğilip latif bir ses tonuyla "Ey mümin, meyvelerimden almaz mısın?" diye sesleniyordu.
                      Bu güzel ses dahi karga sesi gibi geliyordu bana. Yine de bu sesi cevapsız bırakmadım ve şu beyti okudum:

                      "Bahçeye meylim yok, ah içim buruk
                      Gülü koklayacak kadar bile şevkim yok."
                      Bunun üzerine ağaçlardan kimi dallarını kaldırıp "Meylin yok idiyse niye geldin buraya?", kimi "Kesin bu melektir, o yüzden ye-mez!", kimi de "Meyve yiyemeyen bir hayvan da olabilir!", bir başka-sı "Belki de delidir! Fakat burası delilerin yeri değil! O halde kesin naz ediyor.", bir başkası da "Yok canım, yokluktan çıkıp birden ken-dini bolluğun içinde bulunca hayretten ağzı kilitlenmiş de olabilir..." dedi.
                      Her ağaçtan bir ses çıkıyor, her bir dal bir şey söylüyordu.
                      Kendi kendime "Çadırın durumu çok daha iyiydi!" dedim.
                      Çadıra döndüğümde, Hâdi çadırın girişinde beni bekliyordu; gel-diğimi görünce bana doğru ilerledi. Kendi kendime "Derdimi bu sır-daşıma söylerim ben de, çaresini bulur belki." dedim.
                      Selamlaştıktan sonra Hâdi dedi:
                      — Neredeydin? Hazırlan da şehre gidelim, alimler ve müminler seni bekliyorlar.
                      — Niye gidelim ki?
                      — Peki, buraya kadar niye geldin o zaman?!
                      — Niçin buraya geldiğimi de bilmiyorum zaten!
                      — Nankörlük etme! Allah'ın nimetlerinden yararlanasın diye o karanlık vadilerden çıkarıp buraya getirdiler.

                      — Sevdiklerimin acılarını hatırlayıp da nimetlerin farkına var-mam, nimetlerde tat aramam ve gönlüme sevinç pompalamam müm-kün mü?
                      Hz. Ebulfazl ve Ali Ekber'in silah kuşanmış olduklarını, Ali Asgar'ın boğazının altındaki kızıl çizgiyi görmedin mi sen, yoksa bunu anlamadın mı hiç?!
                      Biraz olsun onları tanıyan ve sevgi besleyen biri, yemek-içmek, eğlenmek, köşklere çekilip hurilerle vakit geçirmek bir yana, kahrın-dan ölmelidir! Senin sandığın kadar da bencil ve mide düşkünü deği-lim, bilesin.
                      — Ne yani, şimdi köşklerde hurilerle eğlenen o alimler ve mü-minler Ehl-i Beyt dostları değiller mi, yoksa onlarda intikam hırsı yok mu? Sen de bilesin ki, Allah, onların intikamını zalimlerden almakta-dır şimdi.

                      — Herkes kendi durumunu daha iyi bilir; intikam almadıkça, Dar-us sururda (neşe yurdu) olsam bile Beyt-ul ahzandan (hüzün evi) farklı olmayacaktır, sunulan nimetler ise zehir olacaktır mizacımda. Diğerlerinin eğlenmesi olayına gelince, bunu da onlara sormak lazım; bana değil.
                      Allah'ın intikamının bizim intikamımızdan daha çetin ve şiddetli olduğunda şüphe yok; ancak, zulme uğrayan birinin yakınlarının mi-sillemede bulunup intikam almadıkları sürece yüreklerinin teskin bulmayacağını, damarlarında kaynayan kanın dinmeyeceğini sen de gayet iyi biliyorsundur.
                      Kısas hakkının, öldürülen kimsenin mirasçılarına verilmiş olması işte bu yüzdendir, başka birinin zalime karşı daha sert davranabilecek oluşu bunu değiştirmez.
                      Kısacası, yüce Allah buyuruyor ki:

                      "Seveceğiniz başka bir şey daha var: Allah'tan yardım ve ya-kın bir fetih..."
                      İntikam, bizim arzu ve isteğimizdir ve bu arzuya ulaşmadıkça mutluluğumuz söz konusu olamaz.
                      "Sevgilisiz neşe, bela zindanıdır
                      Yarin olduğu yer neşe yurdudur
                      Her iki alemden daha güzeli
                      Seninle, sevdan ile olduğum yerdir."
                      Kısacası, cennet ve neşe... yurdunun hakikati gönlün muradına ermesidir, gerisi lüks sayılır; o kadar.
                      Hâdi bir süre başını önüne eğip sessiz kaldı ve sonra şöyle dedi:
                      — Burada mı kalıyorsun?
                      — Hayır!
                      — Nereye gideceksin?
                      — Bilemiyorum, bir başıma kalabileceğim bir yer göremiyorum, şu kadarını biliyorum ki nereye gidersem gideyim azaptayım. Başımı alıp çöllere gidecek, kuru toprakları mesken edineceğim.
                      "Aşkının derdiyle çöllere düştüm
                      Bahtımın çilesi kırdı kanadım
                      Bana dedin, sabır yudumla, ya sabır çek
                      Sabır başıma kül savurdu gördün mü?"

                      Hâdi, derdime çare bulamayınca şehre dönmek zorunda kaldı.
                      Safiyye'ye dönüp dedim:
                      — İstiyorsan, sen de ikametgâhına dönebilirsin; artık seninle işim yok. Hz. Fatıma'yı (s.a) görürsen selamımı ilet ve halim şerh eyle.
                      Safiyye eşyalarını ve çadırı toplayarak çekip gitti. Ben de kuytu bir köşeye çekilerek ağlayıp sızlamaya, raz-u niyaz etmeye başladım.
                      "Çileyle yoğrulmuş bedenim, ilahi!
                      Hasretle kavrulmuş yüreğim, ilahi!
                      Sevgilinin aşkı, sızlatışı, firakı
                      Göğsüme bir ateş koymuş ilahi!

                      Dert bendendir benden, dermanım yardan
                      Kavuşma isteği benden, hicranım yardan
                      Kasabım derimi soysa, ayırsa bile tenden
                      Ayrılmaz bir lahza dahi bu canım yardan

                      Benden uzaksın ya, gönlüm benimle değil
                      Başka birinin sevdası serimde değil
                      Ant olsun yarime her'ki cihanda
                      Yarimden başkası temennim değil

                      Beni başsız, düzensiz yarattılar
                      Perişanım, perişan yarattılar
                      Ufku perişanlar toprağa kondu
                      Onların toprağından beni yarattılar.

                      Keşke derdim bir olsa, olmaz mıydı?
                      Eğer çilem az olsa, olmaz mıydı?
                      Baş üstümde habip ya da bir tabip
                      İkiden biri olsa, olmaz mıydı?"
                      Koşarak gelen biri, "Habib b. Mezahir seni telefona istedi." dedi.
                      Habib'in nerede olduğunu sorunca, "Şehirde." dedi.
                      Beni şehre götürebilmek için Hâdi'nin bu yola baş vurduğunu ve Habib'i aracı kıldığını düşünmeden edemedim.
                      Telefonu alarak selam ettikten ve hal-hatır sorduktan sonra, sıkın-tımdan haberdar olan ve raz-u niyazımı duyan Habib buyurdu:

                      "Neden böyle perişansın evladım
                      Daim fikir, hayaldesin evladım
                      Gel de hoş ol, sed şükür eyle Allah'a
                      Sonunda murada erdin evladım."

                      Bunu şöyle cevapladım:
                      "Gül bahçesi gözümde zindandır baba
                      Gülistan ateş ocağı gözümde
                      Murat almadığım bir hayat
                      Hepten perişan bir rüya gözümde."

                      Şöyle cevap verdi:
                      "Gelin yangın gönüllüler, toplanın
                      Konuşalım, derdimizi açalım
                      Terazi getirip acımızı tartalım
                      Kimin gönlündeki yangın çetinmiş bir bakalım."

                      Ben de şöyle cevap verdim:
                      "Gönlümdeki kederin hesabı yok
                      Allah bilir, gönül kuşum kebaptır
                      Habibim, feda oldun ya sen o gün
                      Senin gamın olmaz terazimiz kitaptır."

                      Nitekim Allah'ın natık Kur'an'ı Hz. Mehdi (a.f) şöyle buyurmuş-tur:
                      "Maşukum (İmam Hüseyin) yardım istediği zaman dünyada ol-madığım, bundan dolayı da yardımda bulunup kendimi feda edemedi-ğim için daim yanmaktayım. Oysa ki bu, aşıkların en büyük arzusu ve en son emelidir."
                      Ceddi Hüseyin'e hitap ettiği bir duasında ise şöyle der: "Senin mateminde gece-gündüz ağlarım ve göz yaşı yerine gözümden kan dökerim."
                      Maşukun huzurunda, kendini ona feda eden aşıklar, arzu ve emel-lerinin nihayetine ulaşmış olurlar; işte onlar üzüntü ve keder hisset-mezler. Ey Hâbib, sen de onlardansın. Aşk mektebinde kanıtlanmış bir gerçektir bu.
                      İmamları Hz. Mehdi (a.f) gibi, kendini feda etme pahasına da ol-sa, maşukuna yardım edemeyen ve zalimin elinden kurtaramayan aşıklar ise sürekli olarak hasret ateşiyle yürek yakarlar; ben de onlar-danım işte ey Habip!
                      O halde biz sizinle nasıl bir olabiliriz? Bizim de sizin gibi mesrur olmamız mümkün mü?
                      Kerbela'da, maşuka olan aşkınızdan, kalplerinizi zırhınızın üs-tünden kuşanıp ölüme meydan okuyanlar sizlerdiniz.
                      İşte bu, hayatınıza tat ve şarabınıza meze oldu. Biz ise bu saadet-ten mahrum kalıp hasretini mezara taşıdık.
                      "Allah yolunda öldürülenleri ölüler sanmayın; onlar diridir-ler; Rablerinin katında rızıklandırıl¬maktadırlar." ayeti senin hakkındadır, benim değil; Habip.
                      Sen yeni bir hayat buldun, ben ise ölüyüm; sen saadeti yakala-dın, ben ise bedbahtım.
                      Dünyanın o harabelerinde Mehdi'nin (a.f) neler çektiğini, nasıl yanıp yakıldığını bilmiyor musun? Haklısın Habip, sen de bizim gibi hasretini mezara götürseydin şimdi onun haline kan ağlardın! Gönül yangınlısının halini gönül yangınlısı anlar.
                      "Öldürülenlerin hakemi gönülse şayet
                      Öldürülene değil, diriye ağlamak lazım."
                      Konuştuğumuz telefonda birbirimizi de görebiliyorduk. Habib'in halinin değiştiğini, başını aşağı salıp gözlerinden yaş döktüğünü gör-düm.

                      "O ateşin güvercin benim, ben
                      Kanat çaldım mı alemi yakarım
                      Çizdi miydi ressam duvara aksim
                      Timsal tesirimle alem yakarım."

                      Dörtlüğü kendi kendime söylendikten sonra Habip'le ayrıldık...
                      Derdin kendindedir bilmiyorsun, derman yine sendedir görmüyorsun, içine koca bir alem yerleştirilmiş; sen hala kendini küçük bir şey zannediyorsun. / Hz. Ali (as)

                      Yorum


                        #12
                        Ynt: ÖLÜMLE BAŞLAYAN YOLCULUK

                        GAYBET ATEŞİNİN ALEVLERİ

                        Beni deli sanıp şaşkın şaşkın halimi seyreden ahali, Habip'le aramızda geçen konuşmadan sonra kendilerine gelip etrafımı sardı ve dediler:
                        — Delirmediğin anlaşıldı; bu halin nedir peki?
                        — Ehl-i Beyt muhiplerindensiniz galiba; yoksa burada ne işiniz olurdu?! Resulullah'ın (s.a.a) Ehl-i Beytinin ve bütün müminlerin göz aydınlığı olan Hz. Mehdi'yi (a.f) tanıyorsunuzdur o zaman.
                        — Onun muhipleri, aşıkları ve dergâhının toprağıyız.
                        — Bin yılı aşkın süredir gece-gündüz çöllerde ağlayıp sızladığını, yanıp yakıldığını biliyorsunuzdur?
                        — Biliriz, ancak elimizden ne gelir?
                        — Bu zevk-u sefayı bırakamaz mısınız? Maşukunun renginde olmayan aşık kahrolsun! O, uzun bekleyişin sıkıntısını yaşarken siz nasıl sefa sürebilir ve aşığı olduğunuzu söyleyebilirsiniz? Sevginin rolü bu olmasa gerek!
                        "Sözlerin en güzeli amelle doğrulananıdır."
                        Etrafımı saran ve sayıları binleri bulan topluluğun durumu değiş-ti, yüzlerinde hüzün çizgileri belirdi; dağılıp gittiler. Bir ara çadırların toplandığını gördüm. Herkes eski elbiseler giyip başı açık ve yalın ayak bir halde gelip karşımda durdular.

                        Onlara dönüp dedim:
                        — Ne mutlu size, gayretinize! Şimdi hep birlikte Beyt-ul Mamu-ra yönelip duamızın kabulü için şu ayeti okuyalım:
                        "(Onlar mı hayırlı) yoksa darda kalana kendine yalvardığı zaman karşılık veren ve (başındaki) sıkıntıyı gideren mi?.."
                        Yüksek sesle okuyun, "darda kalan" ile kastettiğimiz zamanın imamı Hz. Mehdi'dir.
                        Yavaş yavaş bu olay Habib b. Mezahir ve Hâdi aracılığıyla bütün Selam vadisine yayıldı. Hz. Mehdi'nin (a.f) sıkıntısı, uzun bekleyişi, yar ve yaversiz oluşu ahali arasında intikam alma duygusunu güçlen-dirdi ve ateşîn bir ruhiye oluşturdu.

                        Ali b. Ebutalib ve İmamlar anası Hz. Zehra'nın (a.s) da on masum evladıyla birlikte duanın kabulü için şefaat girişiminde bulunduklarını duyduk. Resulullah (s.a.a) ise henüz habis, kafir ve müminlerin birbir-lerinden ayrılmamış olduğunu buyurarak mazeret bildirmişti.
                        "...Eğer onlar birbirinden ayrılmış olsalardı elbette onlardan inkar edenleri elemli bir azaba çarptırırdık."

                        Bu uzun bekleyişin sebebi de işte bu ayettir. İniltilerimiz duaya dönüşmüştü:
                        "Allah'ım, bir göz açıp kapatma süresi içinde, hatta daha kısa sü-re içinde bize bir kurtuluş ver. Ya Muhammed, ya Ali! Ya Ali, ya Mu-hammed, bana yardımcı olun; gerçek yardımcılar sizlersiniz ve bana yetin (yeteri kadar lütfedin); gerçek yetenler sizlersiniz."
                        O kadar "Ya Muhammed, ya Ali!" ve "Ya Ali, ya Muhammed!" dedik ki, onların da desteğini aldık. Hz. Zehra (s.a) da bu değişim ateşini körüklüyordu. Yüce makam sakinleri de ellerini kaldırarak dua ettiler:

                        "Allah'ım, âl-i Muhammed'in Kâim'inin (Hz. Mehdi'nin) zuhuruy-la kurtuluşumuzu yakın kıl! O hazretin yardımıyla düşmanlarımızdan intikam al! Bela ve sıkıntı anlarında dahi sana kulluk sunmaktan el çekmeyen ve sana şerik koşmayan kullarını zahir kıl."
                        Söylenen ve duyulan her şeyin bir kopyası yanımızdaki levhada görünüyor ve haberimiz oluyordu.
                        Bu sırada yüce Allah'tan şöyle bir hitap geldi:

                        "Ey Muhammed, duanı kabul ettim ve kurtuluşu yakın kıldığımı göreceksin!"
                        Resulullah (s.a.a) bunun üzerine dedi:
                        — Biz senin rızana razıyız, senin yaptığın her şey güzeldir. An-cak kullarından biri, misafirhanene gelip diğer misafirlerinle birlikte sofranın başına oturmuş ve hacetleri giderilmedikçe sofrana el uzat-mayacağını söyler; hacetleri ise vaat edilen Hz. Mehdi'nin (a.f) zuhu-rudur. Dileklerini şöyle dile getirirler:

                        "Zamanımızın imamı ve maşukumuza, başına gelen musibetler-den ve zuhur vaktinin uzamasından dolayı hiç bir şey hoş gelmiyor, bu durumda biz nasıl hoş vakit geçirebiliriz?
                        O ağlarken, inim inim inlerken biz nasıl neşeli olabiliriz? Maşu-kunun derdine ortak olmayan aşık kahrolsun. Dünyada, yüce zatlardan bir rica ve hacetleri olsaydı, onların sofrasının başına oturduklarında hacetleri giderilmedikçe ellerini o sofraya uzatmazlardı. Mihmandar da, her ne kadar zor da olsa tereddüt etmeden onların hacetlerini gide-rirdi.

                        Onlar, senin mutlak cömert, her şeye kadir olduğuna, hacet sahip-lerine icabet ettiğine, darda kalanların imdadına koştuğuna ve senin hükmünü kimsenin reddedemeyeceğine inanırlar."
                        Bu konuşma devam ederken biz, suyun başına toplanan susuz develer gibi Resulullah'ın (s.a.a) sözlerinin kaydedildiği levhanın başında izdiham etmiştik. Anladık ki Resulullah'ın (s.a.a) gönlü de bizimledir ve bazı emarelerden, yakında arzumuza kavuşacağımızı da anladık. Sevinçten açılan yüzlerimizle yüce Allah'ın olumlu cevap vereceğini bekliyorduk ve böyle bir cevabın geleceğine de emindik.

                        Çünkü yüce Allah, Resulullah'ın (s.a.a) da bizden yana meyilli oldu-ğunu biliyordu.
                        Yüce Allah, cevap konusunda biraz bekledi, "Mümin kulunun ruhunu almada tereddüt ettiği" gibi. "Hayır" deyip de habibini üz-sün mü (ki üzmek istemez), yoksa "Evet" mi desin? Belki de Allah'ın takdiri şimdilik bunu gerektirmiyordu.
                        Derdin kendindedir bilmiyorsun, derman yine sendedir görmüyorsun, içine koca bir alem yerleştirilmiş; sen hala kendini küçük bir şey zannediyorsun. / Hz. Ali (as)

                        Yorum


                          #13
                          Ynt: ÖLÜMLE BAŞLAYAN YOLCULUK

                          İNTİKAM SEVDASI

                          Allah'tan beklenen cevap nitekim geldi. "Düşmanlardan intikamı Berehut vadisinde alacağız. Düşünülen şeyi velimiz Hüccet b. Hasan bilir. O, dünya intikamının gecikme sebep ve maslahatlarını bildiği için pek endişelenmiyor. Onun rızası bizim rızamıza bağlıdır.
                          "Sizler ancak Rabbinizin dilemesi (izin vermesi) sayesinde (bir şeyi) dileyebilirsiniz..."
                          Sabırları tükenmekte olan bu matemli kalabalığın her ne kadar haklı yanları var ise de, benim rahmet ve gayret deryamı coşturdular, ben de bu misafirlerimin dertlerine deva kılacağım. Düşmanların başı-na gelecekleri görüp rahatlamaları için onları Berehut vadisine götür-mek üzere bir grup meleği görevlendirdim.

                          Bu sözleri dinledikten ve her kes kendi idrak ve kapasitesi ora-nında kendine pay çıkardıktan sonra Berehut vadisine gidip gitmeme hususunda bir tartışma başladı.
                          Kimileri gitmekten yana olmazken, kimileri de gidip onların azap çekmelerini görmenin gerekli olduğunu savunuyordu. İleri sürülen gerekçeler de görüşler kadar farklıydı. Gitme taraftarı olmayanlar, Allah’ın vaadi gereği azabın gerçekleşeceğini icmalen de olsa bilmele-rinin yeterli olduğuna vurgu yapıyorlardı. Berehut'a gitmekten yana olanlar ise azabın vukuunu seyretmekle kalplerin teskin bulacağı yönünde yoğunlaşıyorlardı.

                          Bu arada bir başka grup da, azabın vukuunu seyretmenin de ye-terli olmayacağını ve olayın peşini bırakmamaları gerektiğini ileri sürüyordu.
                          Bu ihtilaf ve keşmekeş bir gürültüye dönüştü, kimin ne dediği an-laşılmıyordu bile. Sessizliği hakim kılmak için her ne kadar çaba sarf ettiysek de başarılı olamadık. Bu arada, azamet ve heybetleriyle hay-ranlık uyandıran bir grup melek geldi.

                          Eski elbiseler giydiğimizi, yalın ayak olduğumuzu, tozlu topraklı ve perişan halimizi görünce, kendilerini üstün sanıp özellikle de beni tahkir yüklü bakışlarıyla baştan ayağa süzdüler. Onların gelişiyle bir sessizlik çökmüştü üstümüze.

                          Ehl-i Beyt dostları arasındaki görüş ayrılığını gidermek ve de me-leklerin bizden üstün olmadıklarını, aksine bizim üstünlüğümüzü kanıtlamak için meleklere itina etmeden minbere çıkıp hutbe okumaya başladım. Melekler, "Bizim karşımızda bu adam ne söyleyebilir?" düşüncesiyle şaşkın şaşkın bakakaldılar. Ben de, bu şaşkınlığa tuz-biber olsun diye hutbeme şöyle başladım:
                          "Bismillahirrahmanirrahim.

                          Hamt, kendisinden başka ilah olmayan Allah'a mahsustur. Gizli ve açıkta olanı bilir; Rahman ve Rahimdir. Her şeyin gerçek melik ve malikidir, bütün noksanlıklardan münezzehtir, hiç kimseye de zul-metmez. Varlıklara güvence veren O'dur. Her şeyi gören-gözeten O’dur. Yenilgi kabul etmeyen, güçlü iradesiyle her şeyi ıslah eden kuvvet sahibi O'dur. Yüceliğe layık olan O'dur. Alemlerin Rabbi, darda kalanların duasına icabet eden, zor durumda olanların sıkıntıla-rını gideren, zavallılara merhamet eden, korkanlara güvence olan, yardım isteyenlerin yardımına koşan, ululananları horlayan O’dur."

                          Bunu duyan melekler diz üstü oturdular. Çünkü bu son cümle on-ları da kapsıyordu.
                          "Salat ve selam sayının ilkine, bir ve tekin gölgesine, varlık kita-bının başlangıcına, Beyt-ul Mamurun ve Kitab-i Masturun varlık nu-runun besmelesi olan Hatem’ul mürseline ve kutlular nuru Ehl-i Bey-tine; özellikle de acayipler ve olağanüstülükler sahibi, küfür ordularını bozguna uğratan ve galip gelen amca oğlu, damadı ve hak halifesi Ali b. Ebu Talib'e.
                          Şanı yüce Allah buyuruyor:
                          Bismillahirrahmanirrahim. "Biz ise yeryüzünde zayıf düşürü-lenlere lütufta bulunmak, onları önderler yapmak ve onları vâris-ler kılmak istiyoruz."
                          Ey gönlü münevver kardeşler, ey meydanların kahramanları, ey ümmetin imam ve kılavuzlarının aşıkları!

                          Peygamberimizin Ehl-i Beyti zayıf olmadıkları halde güçsüz dü-şürüldüler. Cehalet yurdu olan dünyada zalim cahillerin zulmüne maruz kaldılar. Evlerinin kapılarına kilit vuruldu, gözcüler dikildi. Peygamberinizin kızı Fatıma’nın evini ateşe verip kapısını zorla açtı-lar ve onu kapıyla duvar arasında sıkıştırıp kapıdaki çivinin, göğsüne isabet etmesine sebep oldular.
                          Sağlam ilahî halat olan Hz. Ali'nin (a.s) boynuna ip bağlayarak yerlerde sürüklediler. Boynunda ip sürüklenirken "Allah'ın dinine yardım edecek kimse yok mu?" diye seslendiğinde yardımına koşan da olmadı.
                          Allah'ın geniş rahmeti ve sınırsız aşk meydanının tek eri olan Hü-seyin b. Ali (a.s) de "Allah'ın dinine yardım edecek kimse yok mu?" diye haykırdığında onun da yardımına koşan olmamıştı.
                          Onların nidası bize ulaşmış durumda, bu haykırışa elbette ki ce-vap vermeli ve elimizden gelen her şeyi yapmalıyız.

                          Allah'a yönelttiğimiz bu dileğimizde, ne dünyevî ne de uhrevî hiçbir çıkar söz konusu değildir. Böyle bir günün gelip çatmasını dünyada o kadar bekledik ki, bekleyen gözümüzü kör olarak ve vaat edilmiş günün hasretiyle mezara taşıdık. Bugün bundan başka amacı-mız ve yolumuz yoktur.
                          İşin künhüne kadem basamamış olan dar görüşlüler "Bu hususta fazla ısrarcı olmamak lazım." diyedursunlar, onlara aldırmayın. Çünkü bu ısrar, bir mahluka değil; Kerim olan Rabbedir.
                          "O, merhamet edenlerin en merhametlisidir. Israr edenlerin ısrarı O'nu bıktırmaz."

                          "Onların azap edilişini seyretmeye ne gerek var, nasıl olsa tam anlamıyla gönül şifa bulmayacaktır." demek de Allah’a karşı bir nevi itaatsizliktir. Tam anlamıyla savaş hazırlığı yapıp güçlü ve her şeye amade olarak gitmeli ve savaşmamıza müsaade edildiğinde de düşma-na aman vermeden meydana atılmalıyız. Oraya gitmeli, amacımıza ulaşıncaya kadar ısrarlı olmalı ve binlerce yıl sürse dahi orada bekle-meliyiz. Böylesi sarsılmaz irade, azim ve yüce himmete sahip olanlar bize katılsın!
                          On iki bin kahraman, bu amaç uğrunda her şeye hazır olduğunu ilan etti. Bunun üzerine ben de minberden indim.

                          Evin kapısı açıldı, bin kişi silah kuşanıp bineklerine bindiler. Komutanlarına bayrak verildi ve her an için o iki garip İmamın "Yardım edecek kimse yok mu?" feryadını duyuyormuş gibi davranmaları ve "Biz varız, geldik işte." demeleri öğütlendi.
                          Meleklerin reisine "Bunlarla birlikte yüz melek göndermelisin." dedim.
                          O zavallı da kabul etmekten başka çare bulamadı. Durumdan memnun olmadığını sergileyen davranışlarda bulundu. Belki de aklımızı yitirdiğimizi sandı.
                          Belli mesafeler gözetilerek yüz melek eşliğinde bu akınlar sürdürüldü.

                          Altı bin kişiden oluşan yedinci grup diğer meleklerle birlikte ha-reket etti. Ben de onların içindeydim. "Yardım Allah'tan ve zafer ya-kındır." sancağını kendim taşıyordum. Yalın kılıçlarla, "lebbeyk" feryatlarıyla, atların kişnemesi ve binicilerin süratli hareketiyle zemin ve zamanı titretmedeydik.
                          Ben, meleklerin reisiyle birlikte bu şaha kalkmış ordunun önünde omuz omuza hareket ediyordum. Refikim suratını asmış, başını aşağı eğmişti, şaşkınlığını gizleyemiyordu ve gözleri fal taşı gibi açıl-mıştı. Hiç konuşmuyor ve düşünceliydi de aynı zamanda. Bazen konuşmak istiyor ama sonra vazgeçiyordu. Onun neler düşündüğünü hissetmeme rağmen yine de sordum:

                          — Ne oluyor size?
                          — Ben sizin bu hareketinizden dolayı Allah'ın azabına uğrama-nızdan ve bizim de sizin aranızda sizin ateşinizle yanmamızdan kor-kuyorum. Şimdiye kadar bu emniyet vadisinde böyle bir şey görül-memiştir.
                          — Siz niye bizim ateşimizle yanasınız ki?!
                          — Sizi bu çirkin işinizden alıkoymadığımız için.
                          — Gerçekten çirkinse yaptığımız, neden alıkoymuyorsunuz?!
                          — Çünkü biz, sizi Berehut'a götürmekle görevlendirildik.
                          — İşte biz de sizinle geliyoruz; o halde çirkin olan ne?
                          — Bu orduyu götürüp fitne çıkarmanızdır.
                          — Yüce Allah size, bizi bu ordudan ayrı götürmenizi mi emretti?
                          — Hayır, sadece "Onları götürün." buyurdu.
                          — O halde size mutlak olarak götürmeniz emredilmiştir; ister atlı olsun ister yaya, ister silahlı ister silahsız, nasıl olursa olsun götürmek zorundasınız. Sizin göreviniz budur ve bu da çirkin değildir, çünkü yüce Allah çirkin bir şeye emretmez.

                          Bu durumda sen bizi bundan alıkoysaydın Allah'ın emrine aykırı hareket etmiş olur ve bu yüzden de Allah'ın gazabına uğrardın. İyiliğe emretmek ve kötülükten sakındırmak, iyilik ve kötülüğü tanıyan ve bu ikisini birbirinden ayırabilen kimseye farzdır. Sen daha iyilikle kötü-lüğü tanımış değilsin; o halde bizi bir işten nasıl alıkoyabilir veya bir işe emredebilirdin?

                          Bu sözlerden sonra biraz kendini toparladı ve mütevazılıkla dedi:

                          — Allah'a şükürler olsun sizi alıkoymaya kalkışmadım.

                          — İnsan olma hamiyet ve gayretim, sizi daha da horlamamı ve küçük düşürmemi gerektirir.
                          "Burada şimdiye kadar böyle bir şey görülmemiştir." demekle kı-yaslama yapıyorsun. Bu sözden şöyle bir mana çıkarılabilir: "Gelecek, geçmişteki gibi olmalı ve geçmişte vuku bulmayan hiçbir şey bundan sonra da gerçekleşmemelidir." Oysa ki kendi yaratılışıyla Adem'in yaratılışını kıyaslayarak kibirlenen ilk kişi İblis'tir. Ateşten olan her şeyin ateş gibi nurlu, topraktan olanınsa toprak gibi mat ve karanlık olduğunu söylemek doğru olmaz. Ve bildiğin gibi İblis'in kıyası yan-lıştı ve bu ululanması sonucu yüce Allah'ın katından kovulmuştu. Oysa senin bu batıl kıyasının karşısında yüce Allah'ın sarih buyruğu var:
                          "O, her an yaratma halindedir."

                          — Korkmamın sebebi, Resulullah'ın (s.a.a) Hz. Ali'ye sarih bir şekilde verdiği şu cevabıdır: "Habis, kafir ve mümin henüz birbirlerinden ayrılmış değil ve bu, ayrılma sonrasına bırakılmıştır." Hz. Nuh (a.s) kıssasında olduğu gibi. Siz ise Allah'ın takdirine aykırı davranıyor ve gecik-mesi takdir edilen şeyin yaklaştırılmasına ısrar ediyorsu-nuz. Mesela: Yarın gerçekleşmesi takdir edilen bir şeyin bu gün gerçekleşmesini istiyorsunuz ve bu ise gerçekte ilahlık iddiasında bulunmaktır.

                          — Bu alemlerde bir şey takdir edilirken bir takım sebeplere da-yandırılmaz mı?
                          — Elbette ki sebep ve ya sebepler zinciri göz önünde bulunduru-lur, aksi taktirde bir şeyin gerçekleşmesi imkansızdır.
                          — Aferin işte, bizim acayip olarak algılanan tavır, hareket ve du-alarımız ve bu yöndeki ısrarımız da Allah Teala'nın mukadderatının sebeplerinden olamaz mı?
                          "Allah bağışlamak isterse eğer
                          Kul da raz-u niyaza meyil eyler."
                          Kısacası, duada ısrarcı olmak, uzağı yakın kılan, yakının vuku bulması önündeki engeli kaldıran sebeplerdendir. Talep edilen şeye ulaşmada duanın etkisi olmasa bile, en azından sevap kazanmaya sebep olan sünnet amellerdendir.

                          Meleklerin reisinin asık suratı biraz açıldı, arkadaş olduk. Şöyle dedi:
                          — Rahmani haber, ilham ve sezgiler melekler aracılığıyla kullara ulaştırılır. Bu sebep olmaksızın bu işin gerçekleşmesi imkansızdır.
                          — Bakara suresinin son ayetleri, Cebrail aracı olmaksızın Resulullah'a (s.a.a) nazil olmuştur... Makam bakımından sizin üstü-nüzde olanlar var mı?

                          — Evet, fazlasıyla var, ancak onların derecelerini biz bilemeyiz.
                          — Bizim kalbimize inen ilhamlar, makam olarak sizden üstün olanlar vasıtasıyla inmiş olamaz mı? Ayrıca biz, Resulullah'ın (s.a.a) Ehl-i Beytinin dostlarıyız, böyle olmasaydı şayet Allah'a yakınlık makamına ulaşamazdık. Dost olmanın gereği ise aşığın, elinden geldi-ği kadar, hatta duayla bile olsa maşukuna yardım etmesidir; o halde bizi eleştirmeniz niyedir? Onları niçin sevdiğimizi veya neden dostlu-ğun gereğini yerine getirdiğimizi mi eleştiriyorsunuz?

                          Buna cevap veremeyince şöyle devam ettim:
                          — Kendinizi üstün görmenizin sebebi soyut olmanız değil midir? Eğer biz de ilk soyutluğumuzda kalıp toprak maddesine taalluk etme-seydik sizinle farkımız olmayacaktı; hatta ilahlık iddiası bile edebilir-dik. Nitekim İmam Sadık'ın (a.s) buyruğu da bu doğrultudadır.
                          Şunu da bilmiş olun ki, "soyut olan her varlık maddi varlıkların tümünden üstündür" diye bir kural yoktur.

                          "Şapkasını yan koyan, ciddi oturan her kes
                          Şapka korur ve kayserlik bilir sanma
                          Kıldan ince bin nokta bunda yatmakta
                          Saçını tıraş etmeyen her kes derviş sayılmaz."
                          Derdin kendindedir bilmiyorsun, derman yine sendedir görmüyorsun, içine koca bir alem yerleştirilmiş; sen hala kendini küçük bir şey zannediyorsun. / Hz. Ali (as)

                          Yorum


                            #14
                            Ynt: ÖLÜMLE BAŞLAYAN YOLCULUK

                            BEREHUT'U GÖRME

                            Melekler arasında tam bir azamet ve heybetle "lebbeyk" diye di-ye ilerliyorduk. Nihayet, "Rahmet ve Arafat dağı" ismindeki yüksek bir dağın eteğine ulaştık. Bu dağ bize, "Nihayet onların arasına, içinde rahmet dışında azap bulunan kapılı bir sur çekilir." aye-tini anımsatıyordu.
                            Bizden önce gelen gruplar dağın eteğine çadır kurmuş bekliyor-lardı. Görüşme esnasında dağı yerinden oynatırcasına "lebbeyk" diye haykırıyorduk. Bir süre sonra bizim çadırlarımız da kuruldu.
                            Sayıları on iki olan önceki grupların komutanları ve son grubun başında hareket eden meleklerin komutanıyla ben çadıra girip sorduk.
                            — Dağın eteğinde durmanızın sebebi ne, niye yukarı çıkmıyor-sunuz?!
                            — Birileri ortaya çıkıp "Bir kaç kişi hariç kimse dağa çıkmama-lıdır!" dedi ve biz de bundan ötürü çıkmadık.
                            "...A'raf üzerinde de herkesi simalarından tanıyan adamlar vardır..."
                            Bu arada meleklerin komutanı ileri çıkarak dedi:
                            — Kanıtsal yöntemden haberdar olmadığımız için deliller suna-rak bizi ikna ettiniz. Ancak bu hareketinizde henüz Allah'ın rızasını keşfetmiş değiliz, çok geçmeden burada durdurulmanızdan, azaba duçar olmanızdan ve bu arada bizim de aynı akıbete uğramamızdan endişe duymaktayız.
                            Bu sözleri söylerken yüzünün rengi değişmiş ve bedeni titriyor-du. Onun bu halini görenler dehşetle irkildi.
                            Çadırın dışındakilerin bu durumdan haberdar olmasıyla ordunun dağılması muhtemeldi. Böylesi kötü bir olasılığa meydan vermemek için grup komutanlarına, "Bu komisyon gizlidir, konuşulanlar da dışa-rı çıkmamalıdır." dedim.
                            Daha sonra meleklerin komutanına dönerek gülümsedim ve de-dim: "Ne kadar da sadesiniz! Bu kuruntular da ne? Kalkın, ordugâhın etrafını gezelim; hem dinlenmiş, hem de askerlerin durumunu kontrol etmiş oluruz. Bu arada dağın coğrafi konumu hakkında araştırma yapmış olur ve burada durdurulmamızın sebebini de öğrenmiş oluruz."
                            Dolaşırken bir çadıra uğradık, çadırdaki zat hem silahını hazırlı-yor, hem de şu beyti okuyordu:
                            "Bekleyenlerinde kalmadı nefes
                            Sanadır feryadım, imdada yetiş."

                            Başka bir çadırdan şöyle duyuluyordu:
                            "Bizler karıncayız, Süleyman sen ol
                            Bizler bedenleriz, gel de can sen ol."

                            Necef'teki arkadaşlarımdan ikisinin çadırının arkasına ulaştık, gördüm ki benim şu beyitlerimi okuyorlar:
                            "Ayın doğuşunu beklemek için değil mi gece?
                            Fecrin ağartısıyla son bulmayacak mı gece?

                            Diğeri de cevap mahiyetinde şu beyti okuyordu:
                            "Elbette gecenin sonu fecir olacak
                            Fecrin nefesinde Mehdi nuru doğacak."

                            Bu tatlı sözleri duydukça içim daha bir açılıyor ve meleklerin rei-sine iftihar dolu gözlerle bakıyordum. Dolaşmaya devam edip ordugâ-hın yüz adım ötesindeki bir tepeye ulaştık. Tepeye çıkıp etrafa baktı-ğımızda doğu yönünde siyah bulutlar gördük. Siyah bulutlardan yıldı-rımlar çakmakta ve ateşîn oklar yağmaktaydı. Doğuda bir ateş çemberi oluşmuştu adeta.
                            Meleklerin komutanı o dehşetengiz manzarayı görünce, "Allah'-tan başka güç ve kudret yoktur." dedi.

                            Neler olup bittiğini sorunca, dedi:
                            "Gördüğünüz yer Berehut semasıdır. Mızrak, kılıç, hançer ve topuz halinde inen o yıldırımlar da Hz. Mu-hammed'in (s.a.a) Ehl-i Beytinin düşmanlarının tepelerine inmektedir. Müminlerin onlara ettikleri lanetler bu şekilde onların üzerine yağmaktadır. Asıl ilahî azap ve intikam ise yerde onları beklemektedir. Oradaki yırtıcı ve sürüngen hayvanlar ateşten yaratılmıştır, nehirleri ise eritilmiş ba-kırdandır.

                            O bulutlardan inen yıldırımlar isabet ettiği insandan çıkıp diğeri-ne isabet ediyordu. Yere düşen yıldırımlar ise yeniden göğe yüksele-rek düşmanların tepesine iniyordu.
                            Düşen yıldırımlardan kaçmak isteyenler tekrar yıldırımlar tara-fından yakalanıp getiriliyordu.
                            "Ahiret yurduna gelince, işte asıl yaşama odur..."

                            Yıldırımların isabet ettiği insanlar ellerinde olmaksızın ayağa kalkıp yere yığılıyorlardı; sıcak tavadaki sünger tohumları gibi bir yerde rahat duramıyorlardı. Sesleri kulağımıza köpek sesi gibi geli-yordu, bu manzarayı seyretmek kalbime huzur veriyordu. Benim çadı-rımı o tepenin üzerine, diğerlerinin çadırlarını da etrafa kurmalarını istedim ki, bu durumu seyretmekle kalplerimiz şifa bulsun. Herkes, sevinç çığlıkları ve alkışlarla durumdan memnun olduğunu gösterdi.
                            "Allah'ın lütuf ve kereminden kendilerine verdikleriyle se-vinçlidirler..."
                            Meleklerin komutanının, insanların tepesine inen o yıldırımların, müminlerin lanetleri olduğunu söylemesi üzerine ordumuza Ehl-i Beytin düşmanlarına lanet etmelerini emrettik, kendim de başı çekmek için ileri atıldım:

                            "Allah'ım, Muhammed ve âl-inin hakkına zulmedenlere ve bu zu-lümde onları izleyen en son kişiye lanet et!

                            Allah'ım, İmam Hüseyin'e (a.s) karşı savaşa girişen, onu öldür-mede yardımlaşan, ahitleşen... her kese lanet et!

                            Allah'ım, onların hakkında zulüm işlemekten çekinmeyenlere... Yezid'e, Ubeydullah b. Ziyad'a, İbn-i Mercane'ye, Ömer b. Sa'd'a, Şimr'e, Ebu Süfyan oğullarına, Ziyad ve Mervan oğullarına kıyamete kadar lanet et."

                            Orada bulunan her kes sırasıyla bu laneti tekrarladı. Edilen lanet-lerden sonra Berehut vadisindeki yıldırımlara milyonlarcası daha eklenmişti.
                            Manzaraya şahit olan askerler dilleri-dudakları kuruyuncaya ka-dar şevkle beddua ve lanet yağdırmaya devam ettiler.

                            Düşmanların, inen yıldırımlarla delik-deşik olmasına rağmen or-dunun gönlündeki ateş dinmiyordu.
                            "Ahiret yurduna (oradaki hayata) gelince, işte asıl yaşama odur."
                            "Onların derileri pişip acı duymaz hale geldikçe, derilerini başka derilerle değiştiririz ki acıyı duysunlar!..."

                            On dört kişilik komutan ekibi benim çadırımda toplanıp genel in-tikamın alınması, gönüllerin teskin bulması ve başlattığımız bu mane-vî hareketle yüreğimizin serinlemesi için ne yapmamız gerektiği husu-sunda müşavere ettik.

                            Varlık aleminin kalbi olan İmam Mehdi'nin (a.f) gönlünün hüzün dolu oluşunu ve diğer yandan da imamet ağacının yaprak ve dalların-dan ibaret olan müminlerin de imamlarının hüznüne ortak olmaları gerektiğini göz önünde bulundurarak, yapılması gereken en doğru şeyi yapmak istiyorduk.
                            "Şiilerimiz bizim tiynetimizin geri kalanıyla yaratıldı ve velayet suyumuzla yoğruldular. Onlar bizim sevinmemizle sevinir ve üzülme-mizle de üzülürler."
                            Biri dedi:
                            — Berehut vadisine gidip onları lime lime doğrayalım; bu işi kendi elimizle yaptığımız için belki yüreğimiz serinler.
                            Meleklerin reisi:
                            — Onların duçar oldukları azap sizin yapacağınızdan kesinlikle çok daha çetindir. Ayrıca Berehut vadisine girmenize de müsaade edilmemiştir.
                            Bir başka melek komutan şöyle dedi:
                            — Berehut vadisine girdiğimiz taktirde azap onlardan kaldırıla-caktır. Çünkü müminin cehennem ateşinden korktuğundan kat kat ziyadesiyle cehennem ateşi müminden korkar ve yaklaşamaz. Dolayı-sıyla, cezalandırmak için gitmek isterken azaptan kurtulmalarına se-bep oluruz; bu ise hedefimizle çelişir.

                            Söze müdahale etmek zorunda kaldım:
                            — Üzüntümüzün yegane sebebi İmam Mehdi'nin (a.f) üzgün ve kederli oluşudur. Onun kalbi şifa bulmadıkça bizim kalbimizin şifa bulması imkansızdır; çünkü müminlerin kalbi onun kalbine bağlıdır. İmamımızın zuhurunun tecili için bir çare bulmalıyız. Bunun çaresi de Allah'a yalvarmak ve zuhurunun tecilini istemektir; başka yolu da yoktur. Çaresizlere ve darda kalanlara yeten Allah'tan isteyelim der-dimizin çaresini.

                            Bu görüşümü, sessiz kalmayı tercih eden melekler dışında her-kes beğendi. Bu sırada ordudan bir grubu öne çıkarak "Kılıç ve dişle-rimizi kullanmadan gönlümüz teskin bulmaz." dedi.
                            Ben de "Gidin, her kesin Beyt-ul Mamura doğru yönelmesini ve Mehdi'nin (a.f) zuhuru için Allah'a yalvarmasını söyleyin. Derdimiz budur, devası ise İmam Mehdi'nin (a.f) zuhurudur. Bu husustaki en iyi dua da Farac duasıdır." dedim.

                            Kendimiz de kalkıp safın önünde durduk, ellerimizi Hakk'ın der-gâhına açıp tam bir acizlik ve samimiyetle duayı okuduk:
                            "Allah'ım, bela büyümüş, gizli sır aşikâr olmuş, perde kalkmış, umut kesilmiş, yeryüzü daralmış, göğün rahmeti önlenmiş.
                            Ey Rabbim, yardımı dilenilecek, kendisine şikayet götürülecek, zorlukta ve kolaylıkta kendisine dayanılacak olan sensin.

                            Allah'ım, Muhammed ve âl-ine selam ve rahmet eyle; onların ita-atini bizlere farz kıldın ve bu vesileyle de onların makamını bize tanıt-tın. Öyleyse onların hakkı hürmetine göz yumup açma veya daha kısa bir zamanda gam ve üzüntüyü bizden gider. Ey Muhammed, ey Ali, sorunumun çözümü için bana yetin; çünkü siz yeterlisiniz ve bana yardım edin, çünkü yardım eden sizlersiniz.
                            Ey mevlam, ey zamanın sahibi! Feryadıma yetiş, feryadıma yetiş, feryadıma yetiş; hemen, hemen, hemen ahde vefa, ahde vefa, ahde vefa!"

                            Peşine de şunu ekledik:
                            "Allah'ım, kefene bürünmüş, kılıç çekmiş, elinde mızrak, şehirde ve çölde Allah'ın davetine lebbeyk diyen halde beni kabrimden çıkar."

                            Duadan sonra saflardan ayrıldık. Bir kaç kişi, yüce makamdaki konuşmaları duymak, gelişmeleri görmek ve Hz. Resulullah (s.a.a), Hz. Ali (a.s) ve evlatlarının durumlarından haberdar olmak için orada bulunan telefonlara sarıldık.
                            Resulullah'ın (s.a.a), Hz. Ali'nin (a.s) ve evlatlarının da sıraya gi-rip dua okuduklarını, Hz. Mehdi'nin (a.f) zuhurunu niyaz ettiklerini, onların peşinde de peygamberler, elçiler, Allah katında yüce makam-lara sahip olan salih kullar ve yakın meleklerin duaya durduklarını gördük.
                            Böylece aynı derdi taşıdığımızı ve İmamın zuhuru için dua oku-mamızın yüce makamdan kaynaklanan batinî bir işaret olduğunu anladık.

                            Bu duamızın, kesinlikle dünyada da etkili olduğunu düşünüyordum.

                            Baktığımızda, İmam Mehdi'nin (a.f) de kendi özel ashabıyla birlikte bir dağın başında duaya durduklarını gördük. Bütün şehirlerde, İslam beldelerinde, camilerde ve bütün her yerde müminler az çok toplanarak İmam Mehdi'nin (a.f) zuhuru için dua ediyor ve "(Onlar mı hayırlı) yoksa darda kalana kendine yalvardığı zaman karşılık veren ve (başındaki) sıkıntıyı gideren mi?" ayetini okuyorlardı.

                            Çöl hayvanları, evcil hayvanlar ve kuşlar grup grup toplanmış her biri kendi dillerince İmam Mehdi'nin (a.s) zuhurunun uzamasından dolayı inliyorlardı.
                            Bu manzaraları görünce maksadımıza ulaşacağımıza ve artık Hz. Mehdi'nin (a.f) zuhur edeceğine olan ümidimiz arttı. Haberciye, bu müjdeyi aldığında hemen bize bildirmesini öğütledikten sonra orduya döndüğümüzde inkılab ortamının hakim olduğunu gördük.

                            Kimi yaşlı gözlerle ve kurumuş dudaklarıyla duaya durmuş inim inim inliyordu, kimi yaka-paçasını yırtmış ve kendinden geçmişti. Bunun üzerine onlara şöyle seslendim:
                            — Kalkın, kendinize gelin! İmam Mehdi'nin (a.f) artık zuhur edeceği ümit edilir.
                            Daha sonra bizi haber merkezine çağırdılar. Telefona çıktığımda Kâ'be'den Hz. Mehdi'nin (a.f) gönülleri fetheden mübarek sesini duy-dum:
                            "Ey insanlar, bilin ki beklenen İmam benim. Haberiniz olsun ki ceddim Hüseyin (a.s) susuz şehit edildi!"

                            Ordugâha geri döndüğümde duyduğum şu oldu:
                            "Düşmanlara karşı evladımın safında savaşmak ve intikam almak isteyenler, kabirlerinden çıkıp ellerindeki kılıçlarıyla dünyaya geri dönsünler."
                            "De ki: Hak geldi batıl yıkılıp gitti, zaten batıl yıkılmaya mahkumdur."
                            "Ötelerden duyuldu nida edenin sesi
                            Vuslat rüzgarı esti, bitti hicran gecesi."
                            Derdin kendindedir bilmiyorsun, derman yine sendedir görmüyorsun, içine koca bir alem yerleştirilmiş; sen hala kendini küçük bir şey zannediyorsun. / Hz. Ali (as)

                            Yorum

                            YUKARI ÇIK
                            Çalışıyor...
                            X