Sayın Fadlullah röportajının bu bölümüne Şiiler ve Sünniler arasındaki ayrılığın temelinde yatan bir konu ile başlamak istiyorum. Bu konu Hz. Peygamber’in sahabesine(r.s) lanet konusudur. Allah onların hepsinden razı olsun. Siz içlerinde Ebu Bekir, Ömer ve Aişe (r.a)’nın bulunduğu Sahabe-i Kiram’a lanet etmeyi, kötü söz söylemeyi nasıl görüyorsunuz?
Ben kişisel olarak Sahabeye lanet etmenin haram olduğu kanısındayım. Çünkü Allah bu insanla hakkında şöyle buyuruyor;
‘’Muhammed, Allah'ın Resulüdür. Onunla beraber olanlar, inkârcılara karşı çetin, birbirlerine karşı da merhametlidirler. Onların, rükû ve secde halinde, Allah'tan lütuf ve hoşnutluk istediklerini görürsün. Onların secde eseri olan alametleri yüzlerindedir. İşte bu, onların Tevrat'ta ve İncil'de anlatılan durumlarıdır: Onlar filizini çıkarmış, onu kuvvetlendirmiş, kalınlaşmış, gövdesi üzerine dikilmiş, ziraatçıların hoşuna giden bir ekin gibidirler. Allah kendileri sebebiyle inkârcıları öfkelendirmek için onları böyle sağlam ve dirençli kılar. Allah, içlerinden salih amel işleyenlere bir bağışlama ve büyük bir mükâfat vaat etmiştir.’’ (Fetih/29)
Fakat eğer İmamet meselesini konuşacak olursak, bu konudaki görüşümüz bilindiği gibidir.
Bu lanet etme konusunda benim dediğim bunun bütün Müslümanlar için haram olduğudur. Bana bu konuda ne zaman fetva sorulsa bunu teyit ediyorum. Hatta soranlara cevap verirken şu olayı naklediyorum.
‘’Hz. Ali Sıffin’e giderken Iraklılardan bazılarının Şamlılara lanet ettiklerini duydu. Bunun üzerine bunu yapan topluluğa; ben bu yaptığınızı doğru bulmuyorum. Bunu yapmak yerine onların ne yaptıklarını ve durumda olduklarını söylese idiniz daha doğru olurdu. Bu hem daha isabetli hem de daha sorumluca bir davranış olur. Ve onlara lanet etmek yerine; Allah’ım bizim ve onların kanlarını akıtma, bizim aramızı düzelt, onları cehaletlerinden kaynaklan sapkınlıklarından kurtar ve doğru yola ilet. Ve beni kin ve düşmanlıktan koru, şeklinde dua etmeniz daha erdemli bir davranış olur.’’
Bu naklettiğim hadise Nehc ul Belega’da var. Yine bu düzlemde İmam Ali’den Şia inamcına göre onun hakkı olanın önüne geçmiş olan diğer halifeler ile ilgili şunları nakletmek istiyorum. İmam Ali Nehc ul Beleğa’nın Mısır halkı ile alakalı kısmında şöyle diyor;
‘’ Fakat bir de baktım, gördüm ki halk, Ebu Bekir’e biat etmekte; elimi çektim; sonunda insanların dinden döndüklerini, Allah'ın salâtı ona ve soyuna olsun, Muhammed'in dinini iptale kalkıştıklarını, halkı buna çağırdıklarını görünceye dek dayandım. Fakat bu işe giriştikleri zaman, İslâm'a yardım etmezsem onda bir gedik açılacağından, onun yıkılacağından korktum; çünkü bu musibet bana, az bir gün sürecek, sonra serap gibi yitip gidecek yahut bulut gibi dağılıp yitecek olan hilâfetten, size emir olmaktan mahrum kalmaktan da daha büyük olacaktı. Bu olaylar sırasında kalktım, işe giriştim; sonunda batıl yok olup gitti, din, olduğu gibi karar etti’’
Bu nedenle biz halifeler konusuda Ali bin Ebi Talip’in davrandıgı gibi davranmayaı yerinde buluyoruz.Ali bin Ebi Talip onlarla diyalog halinde idi,onlarla istişare ediyordu,onlara yardım ediyordu.Yine İmam Cafer’den şu hadisi naklediyorum ‘’İnsanların sizden razı olmasının en kolay yolu ağzınızı onlar konusunda kapalı tutmanızdır’’ başka bir hadiste ‘’Müminlerin annesine lanet etmek ,onlar hakkında kötü söz söylemek haramdır.her ne kadar Cemel savaşında yanılmış olsa da.Onlara ikramda bulunmak Hz. Peygamber (a.s)’ye ikramda bulunmaktır.’’Yine bu konuda yüz sene önce yaşamış bir Şii alimden bir beyit naklediyorum.Onun adı Hüccetül İslam Muhammed Bakır idi.
Ey Hümeyra sana kötü söz söylemek haramdır.
Çünkü aşina olunacak göz, ikram edecek gözdür.
Bu nedenle biz Müminlerin annesine ve sahabelere lanet etmeyi ve kötü söz söylemeyi haram bildik. Böyle fetva verdik ve bu fetvalarımız dünyanın her yerinde yayılmış vaziyette.
Muhalefet ya da İman
Sayın Fadllullah, konuşmalarınızdan çok açık olarak Sahabeye lanet etmeye, onlar hakkında kötü söz söylemeye muhalefetiniz anlaşılıyor. Acaba sizin bu sözlerinin bu sahabelerin yüce makamlarına olan imanınızdan mı kaynaklanıyor?
Bu bizim temel İslami değerlere bağlılığımızdan kaynaklanıyor. Sadece sahabeye değil, herhangi bir Müslüman’a lanet etmek temel İslami değerler acısından doğru değil.
Sayın Fadluulah biz Sahabe konusunda Şia’nın akıl sahipleri ile konuştuğumuzda, Sahabe’ye lanet edenler mezhebimizin içerisindeki aşırı uçlardır, temelde mezhebimizde böyle bir şey yok diyorlar. Fakat bununla birlikte Şia’nın büyük mezhep imamlarından Şeyh Müfit, Murtaza, Allame Tusi,İbni Tavus,Hilli ve diğerlerinin bu konuda dudak büktüklerini görüyoruz.Ve Şia’nın bütün akide kitaplarında cennete girmeye vesile olacak hakiki imanın İmamlara ve onların masumiyetine inanmadan gerçekleşmeyeceği yazıyor.Buna inanmak Ebu Bekir ,Ömer, Osman ve Diğerlerine gerçek anlamda imanı engelliyor.Acaba bu büyük Şia imamlarını aşırı uç olarak kabul etmek mümkün mü?
Doğal olarak tarihsel süreçte oluşan bu duygusal hava bu konuya duygusal yaklaşımlına neden oldu. Bu insanların Ehli Beyt ile derin alakası ve hilafet meselesini Ehli Beyt açısından bir haksızlık meselesi olarak görmeleri bu duygusal yaklaşımlara neden oldu. Fakat bu konuya tarihsel anakronik bir bakışla kişisel duygusallıklarla yaklaşmak doğru değil. Tabi burada bazı âlimlerin bu konuyu meşrulaştırması da söz konusu. İşin kötü olan tarafı, yani benim duyduğum kadarıyla, Beyrut’ta bazı Sünni kardeşlerimiz, Yahudi ve Hıristiyanların daha kabule şayan olduklarını düşünüyorlarmış. Bunu söylerken de Yahudi ve Hıristiyanlar kitap ehli faka Şiiler müşrik diyorlarmış.
Yani bizim bu tarihsel tortuları temizlememiz gerekiyor. Bu nedenle ben sürekli söylüyorum, İslami Vahdet için İslami anlamda bir diyalog kurmamız gerekiyor. Bu diyalog biz kendi aramızdaki sorunları halledebilir engelleri kaldırabiliriz anlayışını kabul etmekten hareketle yapılırsa netice verebilir. Bu ancak görüşme, bir araya gelme yoluyla olabilir. Çünkü bu yöntem kitaplar üzerinden bozucu bir üslup kullanarak yapmaktan daha yapıcı bir yöntem. Dolaysız görüşmeler sorunu önce kişisel anlamda çözdüğü gizi akli ve fikri anlamda da çözüyor.
Sayın Fadlullah siz bana mümkün olduğu kadar açık olmamı söylediniz ve ne kadar açık olursa olsun diyalogu alkışla karşıladığınızı söylediniz. Bu nedenle ben mezheplerin yakınlaşması noktasında Şia ve Ehli Sünnet arasındaki temel engelin Sahabe meselesi olduğu kanısındayım. Ben bir Sünni olarak, Sahabelerin yüce ve kutsal makamlarına inanan biri olarak, onlar hakkında laneti ve kötü söz söylemeyi kabullenen biri ile yakınlaşmayı düşünemiyorum. Fakat siz Sahabe konusunda onlara lanet etmenin haram olduğunu söylerken, İmamet ve Hilafet meselesinde bilinen görüşte olduğunuzu söylediniz. Bu meşhur görüşe göre bu sahabeler (hâşâ) entrikacı vefasız, Hz. Peygamber’in vasiyetini inkâr etmiş insanlar durumuna düşmüyorlar mı? Ve Hz. Peygamber’in büyük vasisi olan İmam’ı kabul etmeyerek liderlik talebinde bulunup İslam’a iftira etmiş insanlar olmuyorlar mı? Sayın Fadlullah siz Ali’ye lanet eden birini duysanız ne derdiniz?
Ben açıkçası İlmi tartışmalarda bu tür duygusal bir jargon kullanılacağı kanısında değilim. Yani bir şeyin meşru ya da gayrı meşru olduğunu söylemenin tarafsız bir ilmi tartışma ile söylenebileceği kanısındayım. Yani bunlar meşruiyet sahibi mi idiler, yoksa değiller miydi? Hilafeti üstlenme meselsine gelince bazıları bunu meşru görür bazıları görmez. Fakat bu tip duygusal bir jargon kullanmanın ilmi üsluptan uzaklaştıracak bir tavır olduğu kanısındayım. En son sorduğunuz Ali’ye lanet etme meselesine gelince ona cevap veririz fakat tekfir etmeyiz.
Sayın Fadlullah bize bir lütuf da bulunarak Şia’nın geleneksel ve çağdaş âlimlerinden Sahabe ile çatışmayan âlimlerin isimlerini söyleyebilirimsiniz. Bu sayede Sahabeye lanet edenlere bunları gösterebilelim. Ya da mezhepler arası yakınlaşmayı imkânsız görenleri bunları gösterelim.
Ben isimlerden konuşmam ilkelerden konuşurum. Mesela Seyyid Şerüfiddin’in Mürecaat’ını okuduğunuzda ya da Seyyid Muhsin el Emin ve Seyid Murtaza Askeri’nin kitaplarını okuduğunuzda ilmi ve selim bir üslup kullandıklarını görürsünüz.
Sınırı Geçme
İki tarafta da akıl sahipleri bu sınırı geçip bir ileri düzeye ulaşabilir miyiz diye sormaktalar. Yani siz Sayın Fadlullah bir kitapçık yazıp Şiiler arasında sahabelerin faziletlerin kabul edilmesine bir vesile olsanız. Bu sayede ümmet bu parçalanmışlığa neden olan en önemli engeli aşabilse.
Bence bu tip şeyler sorunu halletmeyecektir. Asıl sorunu halledecek olan aynı zeminden hareketle kendimizi tanımlamamız. Bu zemin İslam zeminidir. Mesela Şii ben Şii Müslüman’ım, Sünni ise ben Sünni Müslüman’ım derse ortak olarak İslam zemininde buluşabiliriz. Yani eğer meseleleri ortak bir zeminde tartışacak olursak, temel esaslar üzerinde ve genel çerçevede birleşmemiz mümkün. Geri kalan tafsilatlar ise halledilebilir. Mesela İmam Ali Nehc ul Belega’da Ömer bin Hattap’ı hayırla anıyor. Ya da kendisine karşı savaş açan Talha ve Zübeyir’i hayırla yâd ediyor. Bunlar Nehc Ul Belega’da var ama genel olarak okunmuyor.
Kaburga kemiğinin kırılması meselesi
Sayın Fadlullah sizin Şia Mezhebi’nin direklerinin bile muhalefet ettiği görüşleriniz var. Mesela Kaburga kemiğinin kırılması meselesinde belki Şia tarihinde söylenmemiş bir şey söylediniz. Şia tarihinde Emir el Müminin Ömer bin Hattab’ın Hz. Ali’nin evine zorla girerken Hz. Fatıma’nın kaburga kemiğini kapı ve duvar arasında bırakarak kırdığını idea eden rivayet kabul ediyor. Fakat siz bu rivayeti reddediyorsunuz. Bu konuyu nasıl delillendiriyorsunuz.
Ben bu olayı tarih okumalarım ve tahlillerim sırasında irdeledim. Ve gördüğüm kadarıyla bu konuda aktarılan rivayetlerin çoğu zayıf olmakla birlikte güvenilir değiller. Herhangi bir tarihi olayı ele alırken onu meydana getiren arka planı iyi araştırmamız gerekiyor ki olayın doğruluğu ya da yanlışlığı konusunda yargıda bulunabilelim.
Hz. Zehra’ya vurmak ya da şiddet uyguluma meselesi ise o dönemde pek tutarlı değil. Çünkü Hz. Zehra pek öyle kendisi üzerinden muhalefete baskı yapılabilecek bir konumda değil. Aksine o Hz. Peygamber’in kızı olması hasebiyle dönemde bütün Müslümanların saygı duyduğu birisi
İkinci olarak. Bu olayın olduğu sırada Hz. Ali de evde. İslam kahramanı Hz. Ali’nin karısını ve aynı zamanda bu kişi Hz. Peygamber(a.s)’nin kızı, öldürmeye çalışmalarına sessiz kalması pek doğal olmaz.
Üçüncü olarak Hz. Ali evde yalnız değil. Yanında Beni Haşim’den birçok kişide vardı. Bazı rivayetlerde Zübeyir’in de evde olduğu kılıcı ile dışarıda olduğu dışarıda kılıcını kırdıkları aktarılmakta.
Başka bir noktada Mecmaül Beyan yazarı Tabersi’nin El İhticac isimli eserinde bir rivayet var. Bu rivayette Ömer’e soruyorlar neden Ali’nin evini yakmakla tehdit ettin. Ömer bunun üzerine yaptığımı gördünüz mü diyor. Yani bu konuyu iyi bir şekilde tahlil ettiğimiz de pek de tutarlı olmadığını görüyoruz.
Ayrıca biz Hz. Zehra’nın bu konuda pek konuşmadığını görüyoruz. Bazı rivayetlerde Hz. Zehra’nın hilafetin Ali’nin hakkı olduğunu anlatmak için Muhacir ve Ensar’ı gezdiğini okumaktayız. Fakat hem bu sırada hem de mescitteki hutbesi sırasında bu konudan bahsetmediğini görüyoruz. Ama bu konudan bahsetse idi daha duygusal bir hava oluşturabilirdi. Aynı şekilde Ali’nin de bu konudan bahsetmediğini görüyoruz. Bu mesele sadece Ali’nin değil sahabenin de bir yönden meselesi idi.
Ve dillendirilmesi halinde büyük bir infiale neden olabilirdi. Fakat bu mesel dillendirilmedi. Bu mesel hem rivayetler acısından incelendiğinde hem de tarih usulü açısından incelendiğinde pek kabul edilebilir görünmüyor. Ben bu meselenin doğru olduğunu kabul eden birçok kişiye sordum. Herhangi biri eşini öldürmek amacıyla ona saldırsa ne yapardın? Onu Korur muydun, korumaz mıydın? Elbette eşini korur. Şimdi nasıl oluyor da İslam’ın Aslanı Ali eşini korumak için harekete geçmiyor. Bu nedenle bu mesel bana göre kabul görecek bir mesele değildir.
Sayın Fadlullah sizi izleyen Sünni ve araştırmacı ve âlimler sizin bu tarafsız tutumunuz nedeniyle sizi çok takdir etmekten kendilerini alıkoyamamışlardır. Fakat si olaya tam bir açıklık getirmediniz. Sizce bu olay uydurmamıdır yoksa bu konuda bazı şüpheleriniz var mı?
İbni Kuteybe’nin aktardığı üzere Ömer’in Ali’nin evini yakma tehdidinde bulunduğu yönünde sözler var. Bu aktarıda, Ali evinin önünde toplanan ve kendisine biat etmesi için yapılan baskıya karşı evinden çıkmadı. Fakat daha sonra dumanlar evinin etrafını sardıkça evden çıktı. Hafız İbrahim Umriye kasidesinde bakın ne diyor;
Ve Ömer Ali’ye şöyle diyordu,
Bilinenden daha Ekrem, duyulandan daha büyük olan,
Bak yakıyorum evini ve kalmayacağım bununla,
Sen ve Mustafa’nın kızı biat etmezse.
Bu konuda bu ve buna benzer abartmalar var. Fakat bu konu benim için ortalamanın üzerinde bir araştırma yapmaya değecek bir konu değil. Ben bu söylediklerimi bir fikir olarak ortaya attım.
İmamet hakkında
Şia’ya göre İmamet dinin aslından. Fakat Quran’ın bu asla dair açık bir vurgu yapmamasına ne diyorsunuz?
Bu konuda ‘’Sizin veliniz Allah, O’nun resulü ve namaz kılıp rükû halinde zekât veren müminlerdir.” (Maide / 55 ) ayeti delil olarak sunuluyor. Bu ayette bahsedilen kişinin Ali olduğu tıpkı Hz. Peygamber gibi kendisine verilen bir velayetin olduğuna inanılmakta. Bazı ayetlerde İslam tarihinde tartışma olmuş. Mesela Allah, ‘’savaşta müminlere kâfi geldi’’ ayeti Ali olarak yorumlanmış. Yine ‘’Ey Peygamber! Rabbinden sana indirileni tebliğ et. Eğer bunu yapmazsan onun verdiği peygamberlik görevini yerine getirmemiş olursun. Allah seni insanlardan korur. Şüphesiz Allah, kâfirler topluluğunu hidayete erdirmeyecektir’’ ayeti Ali merkezli yorumlanarak İmamete delil olarak sunulmaktadır. Bu ve buna benzer ayetler etrafında tartışma var. Bazıları bu ayetlerde işaret edilenlerin Ali olduğunu kabul ederken bazıları kabul etmiyor. Kabul edenler genel olarak Şiiler etmeyenler ise genel olarak Sünnilerdir.
Biz okumalarımızda Şii ve Sünni tefsirlere aynı oranda şans tanımalıyız. Ben çok açık olarak yüksek sesle defalarca söyledim. Dinin aslı üç tanedir. Bunlar Tevhit, Nübüvvet ve Mead’dır. Kim bunlara iman ederse Müslüman’dır kim bunlardan birini inkâr ederse kâfir olur. Adalet konusuna gelirsek bu bir yönüyle Şia ve Mutezile arasında bir yönüyle de Eşariler arasında tartışılan ve temel olarak iyi ve kötü kavramları etrafında şekillenen kelami bir tartışmadır. İmamet meselesi ise Müslümanların arasında Hz. Peygamber’in vefatından sonra başlayan bir tartışmadır ve o günden bu güne kesin bir sonuca ulaşılamamıştır. Buna inanlarda olmuştur inanmayanlarda, inanlara ise İmamiye denmiştir.
Siz bu cevabınızda Namaz, Oruç veya Zekât gibi çok naslarda olduğu gibi açık bir delil göstermediniz. Yani Sayın Fadlullah ben size Ali ile tefsir edilen ayetleri sormadım. Tartışmayı sonlandıracak kesin ve açıkça bu konuya vurgu yapan ayetleri sordum. Tıpkı oruç zekât ve haç gibi ayetlerin açık olduğu gibi. Acaba Kur’an’da bu konuda çok açık bir ayet olmadığını kabul ediyor musunuz?
Biz diyoruz ki Kur’an’da namazın rekâtları ve vakitleri ile ilgili ayrıntılı bilgi yok. Hac, Oruç ve Zekât’ın ayrıntıları ile ilgili de ayrıntılı bilgi yok. Fakat Kur’an ‘’Resul size ne getirdiyse onu alın (benimseyin) ve sizi neyden nehiy ettiyse onu terk edin’’ diyor. Bu nedenle biz Ali’nin İmameti ile konuştuğumuzda hadis kitaplara müracaat ediyoruz. Bu hadis kitaplarının içerisinde Şii hadis kitaplarına ek olarak Sahi Buhari, Sahih Müslim, Müstedrek el Hâkim gibi Sünni hadis kitapları da var. Yani İslam’da meşru olan her şeyi Kur’an’da ayrıntılı olarak bulmak mümkün değil.
Sayın Fadlullah Hz. Fatıma’ya şiddet uygulanması ile alalı konuda yaptığınız akli yorum insanı ister istemez şunu düşünmeye götürüyor; bu tür akli değerlendirmeler yapan Fadlullah; tarihi olarak dinlerinde sadakatleri, dünyada zühtleri, Allah yolunda cihat ve infakları ile Allah’ın teveccühünü kazandıkları sabit olan ve Qur’an ve Sünnette yüce makamları İmametten daha açık olan Sahabenin bu yüce makamları ile çelişen ve Qur’an’da çok açık olarak vurgulanmayan, İmametin dini olarak bu kadar büyütülmesinin temeline bir akli eleştiri de yapabilir.
Öncelikle Qur’an Sahabeden genel olarak bahsetti ve tek tek isim vermedi. İkinci olarak bazı Ehli Sünnet kaynakları da dâhil olmak üzere ikinci Halife Ömer’in Ali’nin evini yakmakla tehdit ettiği yazılı. Hatta "evde Fatıma var" denildiğinde "Olsun!" şeklinde cevap verdiği nakledilmekte. Hatta daha sonra Ebu Bekir ve Ömer’in Hz. Fatıma hasta iken ondan helallik almaya geldiği kaydedilmiş. Yani ben meseleye eleştiri getirdiğimde tarihi bir olay olması bağlamında eleştiri getirdim.
İmamlar ve gaybı bilmeleri
İnanç konusunda görüşünüzü almak istediğim önemli bir konu daha var ki o da İmam’ın gaybı bilmesi ile alakalı. Genel olarak âlimlerden ziyade avamın inandığı bir şey var. Bu da İmamların göklerde ve yerde olanı, cennette ve cehennemde olanı, insanların içinde ve dışında olanı bildikleri yönündeki inanç. Bu konuda ne düşünüyorsunuz?
Biz Allah’ın insanlara makamlarının gereği dışında gaybı bildirmediğini söylüyoruz.’’ O gaybı bilendir. Hiç kimseye gaybını bildirmez. Ancak seçtiği resuller başka’’ ayeti ise gaybın Hz. Peygamberin risaleti ile alakalı olduğu kadarıyla ona gaybın bildirildiğine işaret emektedir. ‘’Eğer ben gaybı biliyor olsaydım daha çok hayır elde etmek isterdim ve bana kötülük dokunmazdı.’’ ‘’Ben size, Allah'ın hazineleri benim yanımdadır' demiyorum. Ben gaybı da bilmem. Size Ben bir meleğim' de demiyorum. Ben sadece, bana gönderilen vahye uyuyorum.’’
Yani Allah kimseye gaybın ilmini vermiyor. Ya da velayeti tekviniye vermiyor. Elçilerinden bazılarına gerek duydukları kadar gaybın bilgisini veriyor. Yoksa müstakil olarak bizatihi herhangi birini gaybı bilme kabiliyetine sahip olarak yaratmıyor.
Fakat Sayın Fadlullah bura Kâfi’den bir nakil yapmak istiyorum. Kâfi’nin bir bölümünde ‘’İmamlar olanın ve olacak olanın bilgisine sahiptirler ve onlardan bir şey gizlenmez.’’ Başka bir yerde ‘’Eğer İmamlar bir şeyi bilmek isterlerse bu onlara bildirilir.’’diyor. Bunlar hakkında ne diyorsunuz.
Biz Kâfi’nin içerisinde sahih olan ve olamayan hadsilerin bulundugu bir hadis kitabı olduğu kanısındayız. Hatta Allame Meclisi bu kitabı Mirat ül Ukul isimli kitapta şerh ederken, ben bu kitapta ancak beş bin hadisin sahih olduğu kanısına vardım diyor.
Ayrılık noktası
Sayın Fadlullah ben size Şia ve Ehli Sünnet arasındaki ayrılık noktasının ne olduğunu sormak istiyorum. Sizce neresidir?
Doğal olarak temel ayrılık noktası İmamet ve Hilafet konusudur. Şiiler İmamet’in Allah ve Resulü’nün bildirmesi ile önce Ali’ye sonra onun oğullarına geçtiği kanaatindeler. Ehli Sünnet ise Hilafetin sırasıyla Ebu Bekir, Ömer, Osman ve Ali’nin hakkı olduğu daha sonra ise Emeviler’e ve Abbasilere geçtiğini söylüyorlar.
Tabi bu genel çerçeve, bu genel çerçeve içerisinde yapılan tartışmalar var. Mesela Mutezile, Aşari ve İmamiye arasında iyi ve kötüyü aklın belirleyip belirleyemeyeceği konusunda yapılan tartışmalar var. Bu konuda Mutezile ve İmamiye aklın iyi ve kötüyü kesin olarak ayırt edebileceği kanısındalar. Fakat Eşariler bu konuda onlarla aynı fikirde değil. Ya da ‘’Onun zatından başka her şey helâk olup gidicidir’’ ve ‘’Bilakis onun eli açıktır’’ şeklinde ayetler üzerinde tartışmalar var. Bu konuda Şia Müslümanların kanaati Allah’ın eli ve yüzünün değişmeceli anlamada kullanıldığı, yoksa Allah’ın bir cisim olmadığıdır.
İhtilafları bu kadar sınırlı tutmanızı anlayamıyorum doğrusu. Çünkü bizim aramıza engel olarak giren bunların daha üzerinde sorunlarda var. Sahabeye lanet etme, Fatıma’nın Mushafı ve bunlar gibi akide ile ilgili farklı konularda aramızda ihtilaflar var.
Biz konuşmamıza bu ihtilaflardan söz açtık. Ve ihtilafların İslami Vahdet çerçevesinde tarafsız bir bakış ile halledilmesi gerektiğini söyledik. Yoksa meydan okumalar ve sözlü şiddet bir sonuca götüren yöntemler değil.
Yani yoksa mesela kabir ziyareti gibi Ehli Sünnet’in kendi içerisinde de halletmeleri gereken bazı ilmi sorunlar var. Ehli Sünnet’in bazı âlimleri bunu şirk olarak niteleyip haramdır diyorlar. Biz de herhangi bir nebi ya da imamdan kişinin ihtiyaçlarını talep etmesini haram kabul ediyoruz. Çünkü rızık verici Allah’tır. Sonuçta Nebiler ve İmamlar da ihtiyaçlarını Allah’tan talep ediyorlardı. Aynı şekilde biz Velayeti Tekvineyi kabul etmiyoruz bu içtihat ile alakalı bir konu. Yoksa peygamberler bir görevi yerine getiriyorlardı. Yoksa gaybı bilmiyorlardı.’’ Ey Peygamber! Biz seni bir şahit, bir müjdeleyici, bir uyarıcı; Allah'ın izniyle kendi yoluna çağıran bir davetçi ve aydınlatıcı bir kandil olarak gönderdik’’ ayeti bu konuya vurgu yapmaktadır.
Sayın Fadlullah ben söylediklerinizde bir düzeltme yapmak istiyorum. Siz Sünni ulemadan bazılarının kabir ziyaretine haram dediğini söylediniz. Fakat benim bildiğim kadarıyla böyle diyen bir âlim yok. Ehli Sünnet kabir ziyaretinin caiz olduğu konusunda müttefikler.
Biz kabul ettiğimiz halde onlar tevessül meselesini kabul etmiyorlar. Onlar Medinei- i Münevvere’de yapılacak olan ziyaret Mescidi Nebevi’yi ziyarettir yoksa Nebi(a.s)’yi ziyaret değildir diyorlar. Hâsılı meselenin aslı onlara tevessül edilip edilemeyeceği ile ilgili. Allah onlara ikram etmiş ve şefaat etme hakkı vermiştir. Bazıları bunu şirk olarak görüyor, bazıları görmüyor. Ve bu Şia’ya has bir konu değil Ehli Sünnet içerisinde de şefaate caiz diyenler var.
İmamlar’ın Tekvini Velayeti
Velayeti Tekviniye meselesine gelmek istiyorum. Sizin en yüksek mercileriniz bunu kabul ediyorlar. Mesela İmam Humeyni ‘’İslami Devlet’’ isimli eserinde şöyle diyor;
‘’İmam’ın Velayeti Tekviniye’ye sahibi olması onun Allah katındaki yerinden bir şey eksiltmez. Ve onu yönetim kademesindeki düşmanları gibi yapmaz. İmam’ın belirlenmiş bir makamı, yüksek bir derecesi ve Tekvini bir hilafeti vardır. Ve onun velayetini bu âlemdeki bütün parçacıklar kabul ederler.’’Siz bu konuda ne diyorsunuz?
Bazıları İmamlardan ve Hz. Peygamberden bizim doğruluğuna inanmadığımız nakillere inanabilir kabul edebilirler.
Bu çerçevede hassas bir nokta var. Bazıları İmamların, peygamberlerden üstün olduğunu söylüyorlar. Belki de bunlar içerisinde en meşhuru Humeyni’nin ‘’İmamlarımızın öyle bir makamı vardır ki ona ne gönderilmiş peygamberler ne de Mukarrep melekler ulaşabilirler.
Biz bu konuyu tefsirimizde ve fıkhi fetvalarımızda açıladık. Bizce nübüvvet makamın üzerinde hiçbir makam yoktur. Bu bizim ictihatımız ve inamcımızdır.
Sayın Fadlullah burada bir sorun var, o da sizim bütün âlimlerinizin böyle düşünmemesi. Burada şunu sorma ihtiyacı hissediyorum acaba sizden önce ve şimdi bu konularda sizinle aynı fikre sahip bir âlim var mı?
Bu görüşlere bazı mütalaalarımda rastladım.
Sayın Fadlullah ben şu an kendimi sanki bir Şii âlimin değil de İmam Abdulvehab’ın okulundan bir âlimin karşısında gibi hissettim.
(Gülümsüyor) Kardeşim Abdülaziz Vahabi Okulu İslam’ın bir yorumu olarak kabul edebileceğimiz gibi diğer tarafı da aynı şekilde kabul edebiliriz. Allah Hıristiyanlarla bile bizi tek bir kelimeye çağırıyor. Neden kendi aramızda bunu sağlayamayalım.
Biz Müslümanların kendi asında, Müslümanların Hıristiyanlarla, Müslümanların Laiklerle diyalog kurması gerektiğine inanıyoruz. Yani diyalog en iyi anlaşma yoludur. Bazı insanlar diğerlerini istedikleri gibi anlıyorlar önemli olan onları nasıl iseler öyle anlamak.
Takıye
Sayın Fadlullah sizden aldığımız bu tarafsız ve mutedil cevaplar mezhepler arası yakınlaşmanın mümkün olduğunun bir göstergesi. Fakat ben size önemli bir şey sormak istiyorum. Bu sizin cevaplarınız gönlümüze su serpse de sizin bu sözlerinizi duyan bazı Ehli Sünnet araştırmacıları bunları sizin mezhebinizin esaslarından olan takiyeye veriyorlar. Bu sorun Şii Ve Sünni yakınlaşmasının önündeki önemli sorunlardan biri.
Biz takiyenin can tehlikesi olan bazı durumlarda caiz olduğu kanaatindeyiz. Mesela Şiilerin kendilerine has bazı uygulamaları var mesela namazda giyilebilen bir şeye secde etmemek gibi. Bunu Mescidi Nebevi’de uyguladıklarında şiddete maruz kalıyorlar. Tabi bir de bunun siyasi boyutu var.
Mesela ben farklı ülkelerden Sünni kardeşlerimize soruyorum ülkelerinde siyasi görüşlerini açıkça ifade edebiliyorlar mı? Bu tabi siyasi takiye boyutu işin.
Benim mesela 25 ciltlik Qur’an tefsirim var ‘’ Min Vahy il Qur’an’’ bunun yanı sıra başka kitaplar ve basına verdiğim demeçler var. Bu nedenle bence takiye ithamı aciz bir ithamdır ve bunu dillendiren insan başka bir şeyin peşindedir.
Ben kişisel olarak Sahabeye lanet etmenin haram olduğu kanısındayım. Çünkü Allah bu insanla hakkında şöyle buyuruyor;
‘’Muhammed, Allah'ın Resulüdür. Onunla beraber olanlar, inkârcılara karşı çetin, birbirlerine karşı da merhametlidirler. Onların, rükû ve secde halinde, Allah'tan lütuf ve hoşnutluk istediklerini görürsün. Onların secde eseri olan alametleri yüzlerindedir. İşte bu, onların Tevrat'ta ve İncil'de anlatılan durumlarıdır: Onlar filizini çıkarmış, onu kuvvetlendirmiş, kalınlaşmış, gövdesi üzerine dikilmiş, ziraatçıların hoşuna giden bir ekin gibidirler. Allah kendileri sebebiyle inkârcıları öfkelendirmek için onları böyle sağlam ve dirençli kılar. Allah, içlerinden salih amel işleyenlere bir bağışlama ve büyük bir mükâfat vaat etmiştir.’’ (Fetih/29)
Fakat eğer İmamet meselesini konuşacak olursak, bu konudaki görüşümüz bilindiği gibidir.
Bu lanet etme konusunda benim dediğim bunun bütün Müslümanlar için haram olduğudur. Bana bu konuda ne zaman fetva sorulsa bunu teyit ediyorum. Hatta soranlara cevap verirken şu olayı naklediyorum.
‘’Hz. Ali Sıffin’e giderken Iraklılardan bazılarının Şamlılara lanet ettiklerini duydu. Bunun üzerine bunu yapan topluluğa; ben bu yaptığınızı doğru bulmuyorum. Bunu yapmak yerine onların ne yaptıklarını ve durumda olduklarını söylese idiniz daha doğru olurdu. Bu hem daha isabetli hem de daha sorumluca bir davranış olur. Ve onlara lanet etmek yerine; Allah’ım bizim ve onların kanlarını akıtma, bizim aramızı düzelt, onları cehaletlerinden kaynaklan sapkınlıklarından kurtar ve doğru yola ilet. Ve beni kin ve düşmanlıktan koru, şeklinde dua etmeniz daha erdemli bir davranış olur.’’
Bu naklettiğim hadise Nehc ul Belega’da var. Yine bu düzlemde İmam Ali’den Şia inamcına göre onun hakkı olanın önüne geçmiş olan diğer halifeler ile ilgili şunları nakletmek istiyorum. İmam Ali Nehc ul Beleğa’nın Mısır halkı ile alakalı kısmında şöyle diyor;
‘’ Fakat bir de baktım, gördüm ki halk, Ebu Bekir’e biat etmekte; elimi çektim; sonunda insanların dinden döndüklerini, Allah'ın salâtı ona ve soyuna olsun, Muhammed'in dinini iptale kalkıştıklarını, halkı buna çağırdıklarını görünceye dek dayandım. Fakat bu işe giriştikleri zaman, İslâm'a yardım etmezsem onda bir gedik açılacağından, onun yıkılacağından korktum; çünkü bu musibet bana, az bir gün sürecek, sonra serap gibi yitip gidecek yahut bulut gibi dağılıp yitecek olan hilâfetten, size emir olmaktan mahrum kalmaktan da daha büyük olacaktı. Bu olaylar sırasında kalktım, işe giriştim; sonunda batıl yok olup gitti, din, olduğu gibi karar etti’’
Bu nedenle biz halifeler konusuda Ali bin Ebi Talip’in davrandıgı gibi davranmayaı yerinde buluyoruz.Ali bin Ebi Talip onlarla diyalog halinde idi,onlarla istişare ediyordu,onlara yardım ediyordu.Yine İmam Cafer’den şu hadisi naklediyorum ‘’İnsanların sizden razı olmasının en kolay yolu ağzınızı onlar konusunda kapalı tutmanızdır’’ başka bir hadiste ‘’Müminlerin annesine lanet etmek ,onlar hakkında kötü söz söylemek haramdır.her ne kadar Cemel savaşında yanılmış olsa da.Onlara ikramda bulunmak Hz. Peygamber (a.s)’ye ikramda bulunmaktır.’’Yine bu konuda yüz sene önce yaşamış bir Şii alimden bir beyit naklediyorum.Onun adı Hüccetül İslam Muhammed Bakır idi.
Ey Hümeyra sana kötü söz söylemek haramdır.
Çünkü aşina olunacak göz, ikram edecek gözdür.
Bu nedenle biz Müminlerin annesine ve sahabelere lanet etmeyi ve kötü söz söylemeyi haram bildik. Böyle fetva verdik ve bu fetvalarımız dünyanın her yerinde yayılmış vaziyette.
Muhalefet ya da İman
Sayın Fadllullah, konuşmalarınızdan çok açık olarak Sahabeye lanet etmeye, onlar hakkında kötü söz söylemeye muhalefetiniz anlaşılıyor. Acaba sizin bu sözlerinin bu sahabelerin yüce makamlarına olan imanınızdan mı kaynaklanıyor?
Bu bizim temel İslami değerlere bağlılığımızdan kaynaklanıyor. Sadece sahabeye değil, herhangi bir Müslüman’a lanet etmek temel İslami değerler acısından doğru değil.
Sayın Fadluulah biz Sahabe konusunda Şia’nın akıl sahipleri ile konuştuğumuzda, Sahabe’ye lanet edenler mezhebimizin içerisindeki aşırı uçlardır, temelde mezhebimizde böyle bir şey yok diyorlar. Fakat bununla birlikte Şia’nın büyük mezhep imamlarından Şeyh Müfit, Murtaza, Allame Tusi,İbni Tavus,Hilli ve diğerlerinin bu konuda dudak büktüklerini görüyoruz.Ve Şia’nın bütün akide kitaplarında cennete girmeye vesile olacak hakiki imanın İmamlara ve onların masumiyetine inanmadan gerçekleşmeyeceği yazıyor.Buna inanmak Ebu Bekir ,Ömer, Osman ve Diğerlerine gerçek anlamda imanı engelliyor.Acaba bu büyük Şia imamlarını aşırı uç olarak kabul etmek mümkün mü?
Doğal olarak tarihsel süreçte oluşan bu duygusal hava bu konuya duygusal yaklaşımlına neden oldu. Bu insanların Ehli Beyt ile derin alakası ve hilafet meselesini Ehli Beyt açısından bir haksızlık meselesi olarak görmeleri bu duygusal yaklaşımlara neden oldu. Fakat bu konuya tarihsel anakronik bir bakışla kişisel duygusallıklarla yaklaşmak doğru değil. Tabi burada bazı âlimlerin bu konuyu meşrulaştırması da söz konusu. İşin kötü olan tarafı, yani benim duyduğum kadarıyla, Beyrut’ta bazı Sünni kardeşlerimiz, Yahudi ve Hıristiyanların daha kabule şayan olduklarını düşünüyorlarmış. Bunu söylerken de Yahudi ve Hıristiyanlar kitap ehli faka Şiiler müşrik diyorlarmış.
Yani bizim bu tarihsel tortuları temizlememiz gerekiyor. Bu nedenle ben sürekli söylüyorum, İslami Vahdet için İslami anlamda bir diyalog kurmamız gerekiyor. Bu diyalog biz kendi aramızdaki sorunları halledebilir engelleri kaldırabiliriz anlayışını kabul etmekten hareketle yapılırsa netice verebilir. Bu ancak görüşme, bir araya gelme yoluyla olabilir. Çünkü bu yöntem kitaplar üzerinden bozucu bir üslup kullanarak yapmaktan daha yapıcı bir yöntem. Dolaysız görüşmeler sorunu önce kişisel anlamda çözdüğü gizi akli ve fikri anlamda da çözüyor.
Sayın Fadlullah siz bana mümkün olduğu kadar açık olmamı söylediniz ve ne kadar açık olursa olsun diyalogu alkışla karşıladığınızı söylediniz. Bu nedenle ben mezheplerin yakınlaşması noktasında Şia ve Ehli Sünnet arasındaki temel engelin Sahabe meselesi olduğu kanısındayım. Ben bir Sünni olarak, Sahabelerin yüce ve kutsal makamlarına inanan biri olarak, onlar hakkında laneti ve kötü söz söylemeyi kabullenen biri ile yakınlaşmayı düşünemiyorum. Fakat siz Sahabe konusunda onlara lanet etmenin haram olduğunu söylerken, İmamet ve Hilafet meselesinde bilinen görüşte olduğunuzu söylediniz. Bu meşhur görüşe göre bu sahabeler (hâşâ) entrikacı vefasız, Hz. Peygamber’in vasiyetini inkâr etmiş insanlar durumuna düşmüyorlar mı? Ve Hz. Peygamber’in büyük vasisi olan İmam’ı kabul etmeyerek liderlik talebinde bulunup İslam’a iftira etmiş insanlar olmuyorlar mı? Sayın Fadlullah siz Ali’ye lanet eden birini duysanız ne derdiniz?
Ben açıkçası İlmi tartışmalarda bu tür duygusal bir jargon kullanılacağı kanısında değilim. Yani bir şeyin meşru ya da gayrı meşru olduğunu söylemenin tarafsız bir ilmi tartışma ile söylenebileceği kanısındayım. Yani bunlar meşruiyet sahibi mi idiler, yoksa değiller miydi? Hilafeti üstlenme meselsine gelince bazıları bunu meşru görür bazıları görmez. Fakat bu tip duygusal bir jargon kullanmanın ilmi üsluptan uzaklaştıracak bir tavır olduğu kanısındayım. En son sorduğunuz Ali’ye lanet etme meselesine gelince ona cevap veririz fakat tekfir etmeyiz.
Sayın Fadlullah bize bir lütuf da bulunarak Şia’nın geleneksel ve çağdaş âlimlerinden Sahabe ile çatışmayan âlimlerin isimlerini söyleyebilirimsiniz. Bu sayede Sahabeye lanet edenlere bunları gösterebilelim. Ya da mezhepler arası yakınlaşmayı imkânsız görenleri bunları gösterelim.
Ben isimlerden konuşmam ilkelerden konuşurum. Mesela Seyyid Şerüfiddin’in Mürecaat’ını okuduğunuzda ya da Seyyid Muhsin el Emin ve Seyid Murtaza Askeri’nin kitaplarını okuduğunuzda ilmi ve selim bir üslup kullandıklarını görürsünüz.
Sınırı Geçme
İki tarafta da akıl sahipleri bu sınırı geçip bir ileri düzeye ulaşabilir miyiz diye sormaktalar. Yani siz Sayın Fadlullah bir kitapçık yazıp Şiiler arasında sahabelerin faziletlerin kabul edilmesine bir vesile olsanız. Bu sayede ümmet bu parçalanmışlığa neden olan en önemli engeli aşabilse.
Bence bu tip şeyler sorunu halletmeyecektir. Asıl sorunu halledecek olan aynı zeminden hareketle kendimizi tanımlamamız. Bu zemin İslam zeminidir. Mesela Şii ben Şii Müslüman’ım, Sünni ise ben Sünni Müslüman’ım derse ortak olarak İslam zemininde buluşabiliriz. Yani eğer meseleleri ortak bir zeminde tartışacak olursak, temel esaslar üzerinde ve genel çerçevede birleşmemiz mümkün. Geri kalan tafsilatlar ise halledilebilir. Mesela İmam Ali Nehc ul Belega’da Ömer bin Hattap’ı hayırla anıyor. Ya da kendisine karşı savaş açan Talha ve Zübeyir’i hayırla yâd ediyor. Bunlar Nehc Ul Belega’da var ama genel olarak okunmuyor.
Kaburga kemiğinin kırılması meselesi
Sayın Fadlullah sizin Şia Mezhebi’nin direklerinin bile muhalefet ettiği görüşleriniz var. Mesela Kaburga kemiğinin kırılması meselesinde belki Şia tarihinde söylenmemiş bir şey söylediniz. Şia tarihinde Emir el Müminin Ömer bin Hattab’ın Hz. Ali’nin evine zorla girerken Hz. Fatıma’nın kaburga kemiğini kapı ve duvar arasında bırakarak kırdığını idea eden rivayet kabul ediyor. Fakat siz bu rivayeti reddediyorsunuz. Bu konuyu nasıl delillendiriyorsunuz.
Ben bu olayı tarih okumalarım ve tahlillerim sırasında irdeledim. Ve gördüğüm kadarıyla bu konuda aktarılan rivayetlerin çoğu zayıf olmakla birlikte güvenilir değiller. Herhangi bir tarihi olayı ele alırken onu meydana getiren arka planı iyi araştırmamız gerekiyor ki olayın doğruluğu ya da yanlışlığı konusunda yargıda bulunabilelim.
Hz. Zehra’ya vurmak ya da şiddet uyguluma meselesi ise o dönemde pek tutarlı değil. Çünkü Hz. Zehra pek öyle kendisi üzerinden muhalefete baskı yapılabilecek bir konumda değil. Aksine o Hz. Peygamber’in kızı olması hasebiyle dönemde bütün Müslümanların saygı duyduğu birisi
İkinci olarak. Bu olayın olduğu sırada Hz. Ali de evde. İslam kahramanı Hz. Ali’nin karısını ve aynı zamanda bu kişi Hz. Peygamber(a.s)’nin kızı, öldürmeye çalışmalarına sessiz kalması pek doğal olmaz.
Üçüncü olarak Hz. Ali evde yalnız değil. Yanında Beni Haşim’den birçok kişide vardı. Bazı rivayetlerde Zübeyir’in de evde olduğu kılıcı ile dışarıda olduğu dışarıda kılıcını kırdıkları aktarılmakta.
Başka bir noktada Mecmaül Beyan yazarı Tabersi’nin El İhticac isimli eserinde bir rivayet var. Bu rivayette Ömer’e soruyorlar neden Ali’nin evini yakmakla tehdit ettin. Ömer bunun üzerine yaptığımı gördünüz mü diyor. Yani bu konuyu iyi bir şekilde tahlil ettiğimiz de pek de tutarlı olmadığını görüyoruz.
Ayrıca biz Hz. Zehra’nın bu konuda pek konuşmadığını görüyoruz. Bazı rivayetlerde Hz. Zehra’nın hilafetin Ali’nin hakkı olduğunu anlatmak için Muhacir ve Ensar’ı gezdiğini okumaktayız. Fakat hem bu sırada hem de mescitteki hutbesi sırasında bu konudan bahsetmediğini görüyoruz. Ama bu konudan bahsetse idi daha duygusal bir hava oluşturabilirdi. Aynı şekilde Ali’nin de bu konudan bahsetmediğini görüyoruz. Bu mesele sadece Ali’nin değil sahabenin de bir yönden meselesi idi.
Ve dillendirilmesi halinde büyük bir infiale neden olabilirdi. Fakat bu mesel dillendirilmedi. Bu mesel hem rivayetler acısından incelendiğinde hem de tarih usulü açısından incelendiğinde pek kabul edilebilir görünmüyor. Ben bu meselenin doğru olduğunu kabul eden birçok kişiye sordum. Herhangi biri eşini öldürmek amacıyla ona saldırsa ne yapardın? Onu Korur muydun, korumaz mıydın? Elbette eşini korur. Şimdi nasıl oluyor da İslam’ın Aslanı Ali eşini korumak için harekete geçmiyor. Bu nedenle bu mesel bana göre kabul görecek bir mesele değildir.
Sayın Fadlullah sizi izleyen Sünni ve araştırmacı ve âlimler sizin bu tarafsız tutumunuz nedeniyle sizi çok takdir etmekten kendilerini alıkoyamamışlardır. Fakat si olaya tam bir açıklık getirmediniz. Sizce bu olay uydurmamıdır yoksa bu konuda bazı şüpheleriniz var mı?
İbni Kuteybe’nin aktardığı üzere Ömer’in Ali’nin evini yakma tehdidinde bulunduğu yönünde sözler var. Bu aktarıda, Ali evinin önünde toplanan ve kendisine biat etmesi için yapılan baskıya karşı evinden çıkmadı. Fakat daha sonra dumanlar evinin etrafını sardıkça evden çıktı. Hafız İbrahim Umriye kasidesinde bakın ne diyor;
Ve Ömer Ali’ye şöyle diyordu,
Bilinenden daha Ekrem, duyulandan daha büyük olan,
Bak yakıyorum evini ve kalmayacağım bununla,
Sen ve Mustafa’nın kızı biat etmezse.
Bu konuda bu ve buna benzer abartmalar var. Fakat bu konu benim için ortalamanın üzerinde bir araştırma yapmaya değecek bir konu değil. Ben bu söylediklerimi bir fikir olarak ortaya attım.
İmamet hakkında
Şia’ya göre İmamet dinin aslından. Fakat Quran’ın bu asla dair açık bir vurgu yapmamasına ne diyorsunuz?
Bu konuda ‘’Sizin veliniz Allah, O’nun resulü ve namaz kılıp rükû halinde zekât veren müminlerdir.” (Maide / 55 ) ayeti delil olarak sunuluyor. Bu ayette bahsedilen kişinin Ali olduğu tıpkı Hz. Peygamber gibi kendisine verilen bir velayetin olduğuna inanılmakta. Bazı ayetlerde İslam tarihinde tartışma olmuş. Mesela Allah, ‘’savaşta müminlere kâfi geldi’’ ayeti Ali olarak yorumlanmış. Yine ‘’Ey Peygamber! Rabbinden sana indirileni tebliğ et. Eğer bunu yapmazsan onun verdiği peygamberlik görevini yerine getirmemiş olursun. Allah seni insanlardan korur. Şüphesiz Allah, kâfirler topluluğunu hidayete erdirmeyecektir’’ ayeti Ali merkezli yorumlanarak İmamete delil olarak sunulmaktadır. Bu ve buna benzer ayetler etrafında tartışma var. Bazıları bu ayetlerde işaret edilenlerin Ali olduğunu kabul ederken bazıları kabul etmiyor. Kabul edenler genel olarak Şiiler etmeyenler ise genel olarak Sünnilerdir.
Biz okumalarımızda Şii ve Sünni tefsirlere aynı oranda şans tanımalıyız. Ben çok açık olarak yüksek sesle defalarca söyledim. Dinin aslı üç tanedir. Bunlar Tevhit, Nübüvvet ve Mead’dır. Kim bunlara iman ederse Müslüman’dır kim bunlardan birini inkâr ederse kâfir olur. Adalet konusuna gelirsek bu bir yönüyle Şia ve Mutezile arasında bir yönüyle de Eşariler arasında tartışılan ve temel olarak iyi ve kötü kavramları etrafında şekillenen kelami bir tartışmadır. İmamet meselesi ise Müslümanların arasında Hz. Peygamber’in vefatından sonra başlayan bir tartışmadır ve o günden bu güne kesin bir sonuca ulaşılamamıştır. Buna inanlarda olmuştur inanmayanlarda, inanlara ise İmamiye denmiştir.
Siz bu cevabınızda Namaz, Oruç veya Zekât gibi çok naslarda olduğu gibi açık bir delil göstermediniz. Yani Sayın Fadlullah ben size Ali ile tefsir edilen ayetleri sormadım. Tartışmayı sonlandıracak kesin ve açıkça bu konuya vurgu yapan ayetleri sordum. Tıpkı oruç zekât ve haç gibi ayetlerin açık olduğu gibi. Acaba Kur’an’da bu konuda çok açık bir ayet olmadığını kabul ediyor musunuz?
Biz diyoruz ki Kur’an’da namazın rekâtları ve vakitleri ile ilgili ayrıntılı bilgi yok. Hac, Oruç ve Zekât’ın ayrıntıları ile ilgili de ayrıntılı bilgi yok. Fakat Kur’an ‘’Resul size ne getirdiyse onu alın (benimseyin) ve sizi neyden nehiy ettiyse onu terk edin’’ diyor. Bu nedenle biz Ali’nin İmameti ile konuştuğumuzda hadis kitaplara müracaat ediyoruz. Bu hadis kitaplarının içerisinde Şii hadis kitaplarına ek olarak Sahi Buhari, Sahih Müslim, Müstedrek el Hâkim gibi Sünni hadis kitapları da var. Yani İslam’da meşru olan her şeyi Kur’an’da ayrıntılı olarak bulmak mümkün değil.
Sayın Fadlullah Hz. Fatıma’ya şiddet uygulanması ile alalı konuda yaptığınız akli yorum insanı ister istemez şunu düşünmeye götürüyor; bu tür akli değerlendirmeler yapan Fadlullah; tarihi olarak dinlerinde sadakatleri, dünyada zühtleri, Allah yolunda cihat ve infakları ile Allah’ın teveccühünü kazandıkları sabit olan ve Qur’an ve Sünnette yüce makamları İmametten daha açık olan Sahabenin bu yüce makamları ile çelişen ve Qur’an’da çok açık olarak vurgulanmayan, İmametin dini olarak bu kadar büyütülmesinin temeline bir akli eleştiri de yapabilir.
Öncelikle Qur’an Sahabeden genel olarak bahsetti ve tek tek isim vermedi. İkinci olarak bazı Ehli Sünnet kaynakları da dâhil olmak üzere ikinci Halife Ömer’in Ali’nin evini yakmakla tehdit ettiği yazılı. Hatta "evde Fatıma var" denildiğinde "Olsun!" şeklinde cevap verdiği nakledilmekte. Hatta daha sonra Ebu Bekir ve Ömer’in Hz. Fatıma hasta iken ondan helallik almaya geldiği kaydedilmiş. Yani ben meseleye eleştiri getirdiğimde tarihi bir olay olması bağlamında eleştiri getirdim.
İmamlar ve gaybı bilmeleri
İnanç konusunda görüşünüzü almak istediğim önemli bir konu daha var ki o da İmam’ın gaybı bilmesi ile alakalı. Genel olarak âlimlerden ziyade avamın inandığı bir şey var. Bu da İmamların göklerde ve yerde olanı, cennette ve cehennemde olanı, insanların içinde ve dışında olanı bildikleri yönündeki inanç. Bu konuda ne düşünüyorsunuz?
Biz Allah’ın insanlara makamlarının gereği dışında gaybı bildirmediğini söylüyoruz.’’ O gaybı bilendir. Hiç kimseye gaybını bildirmez. Ancak seçtiği resuller başka’’ ayeti ise gaybın Hz. Peygamberin risaleti ile alakalı olduğu kadarıyla ona gaybın bildirildiğine işaret emektedir. ‘’Eğer ben gaybı biliyor olsaydım daha çok hayır elde etmek isterdim ve bana kötülük dokunmazdı.’’ ‘’Ben size, Allah'ın hazineleri benim yanımdadır' demiyorum. Ben gaybı da bilmem. Size Ben bir meleğim' de demiyorum. Ben sadece, bana gönderilen vahye uyuyorum.’’
Yani Allah kimseye gaybın ilmini vermiyor. Ya da velayeti tekviniye vermiyor. Elçilerinden bazılarına gerek duydukları kadar gaybın bilgisini veriyor. Yoksa müstakil olarak bizatihi herhangi birini gaybı bilme kabiliyetine sahip olarak yaratmıyor.
Fakat Sayın Fadlullah bura Kâfi’den bir nakil yapmak istiyorum. Kâfi’nin bir bölümünde ‘’İmamlar olanın ve olacak olanın bilgisine sahiptirler ve onlardan bir şey gizlenmez.’’ Başka bir yerde ‘’Eğer İmamlar bir şeyi bilmek isterlerse bu onlara bildirilir.’’diyor. Bunlar hakkında ne diyorsunuz.
Biz Kâfi’nin içerisinde sahih olan ve olamayan hadsilerin bulundugu bir hadis kitabı olduğu kanısındayız. Hatta Allame Meclisi bu kitabı Mirat ül Ukul isimli kitapta şerh ederken, ben bu kitapta ancak beş bin hadisin sahih olduğu kanısına vardım diyor.
Ayrılık noktası
Sayın Fadlullah ben size Şia ve Ehli Sünnet arasındaki ayrılık noktasının ne olduğunu sormak istiyorum. Sizce neresidir?
Doğal olarak temel ayrılık noktası İmamet ve Hilafet konusudur. Şiiler İmamet’in Allah ve Resulü’nün bildirmesi ile önce Ali’ye sonra onun oğullarına geçtiği kanaatindeler. Ehli Sünnet ise Hilafetin sırasıyla Ebu Bekir, Ömer, Osman ve Ali’nin hakkı olduğu daha sonra ise Emeviler’e ve Abbasilere geçtiğini söylüyorlar.
Tabi bu genel çerçeve, bu genel çerçeve içerisinde yapılan tartışmalar var. Mesela Mutezile, Aşari ve İmamiye arasında iyi ve kötüyü aklın belirleyip belirleyemeyeceği konusunda yapılan tartışmalar var. Bu konuda Mutezile ve İmamiye aklın iyi ve kötüyü kesin olarak ayırt edebileceği kanısındalar. Fakat Eşariler bu konuda onlarla aynı fikirde değil. Ya da ‘’Onun zatından başka her şey helâk olup gidicidir’’ ve ‘’Bilakis onun eli açıktır’’ şeklinde ayetler üzerinde tartışmalar var. Bu konuda Şia Müslümanların kanaati Allah’ın eli ve yüzünün değişmeceli anlamada kullanıldığı, yoksa Allah’ın bir cisim olmadığıdır.
İhtilafları bu kadar sınırlı tutmanızı anlayamıyorum doğrusu. Çünkü bizim aramıza engel olarak giren bunların daha üzerinde sorunlarda var. Sahabeye lanet etme, Fatıma’nın Mushafı ve bunlar gibi akide ile ilgili farklı konularda aramızda ihtilaflar var.
Biz konuşmamıza bu ihtilaflardan söz açtık. Ve ihtilafların İslami Vahdet çerçevesinde tarafsız bir bakış ile halledilmesi gerektiğini söyledik. Yoksa meydan okumalar ve sözlü şiddet bir sonuca götüren yöntemler değil.
Yani yoksa mesela kabir ziyareti gibi Ehli Sünnet’in kendi içerisinde de halletmeleri gereken bazı ilmi sorunlar var. Ehli Sünnet’in bazı âlimleri bunu şirk olarak niteleyip haramdır diyorlar. Biz de herhangi bir nebi ya da imamdan kişinin ihtiyaçlarını talep etmesini haram kabul ediyoruz. Çünkü rızık verici Allah’tır. Sonuçta Nebiler ve İmamlar da ihtiyaçlarını Allah’tan talep ediyorlardı. Aynı şekilde biz Velayeti Tekvineyi kabul etmiyoruz bu içtihat ile alakalı bir konu. Yoksa peygamberler bir görevi yerine getiriyorlardı. Yoksa gaybı bilmiyorlardı.’’ Ey Peygamber! Biz seni bir şahit, bir müjdeleyici, bir uyarıcı; Allah'ın izniyle kendi yoluna çağıran bir davetçi ve aydınlatıcı bir kandil olarak gönderdik’’ ayeti bu konuya vurgu yapmaktadır.
Sayın Fadlullah ben söylediklerinizde bir düzeltme yapmak istiyorum. Siz Sünni ulemadan bazılarının kabir ziyaretine haram dediğini söylediniz. Fakat benim bildiğim kadarıyla böyle diyen bir âlim yok. Ehli Sünnet kabir ziyaretinin caiz olduğu konusunda müttefikler.
Biz kabul ettiğimiz halde onlar tevessül meselesini kabul etmiyorlar. Onlar Medinei- i Münevvere’de yapılacak olan ziyaret Mescidi Nebevi’yi ziyarettir yoksa Nebi(a.s)’yi ziyaret değildir diyorlar. Hâsılı meselenin aslı onlara tevessül edilip edilemeyeceği ile ilgili. Allah onlara ikram etmiş ve şefaat etme hakkı vermiştir. Bazıları bunu şirk olarak görüyor, bazıları görmüyor. Ve bu Şia’ya has bir konu değil Ehli Sünnet içerisinde de şefaate caiz diyenler var.
İmamlar’ın Tekvini Velayeti
Velayeti Tekviniye meselesine gelmek istiyorum. Sizin en yüksek mercileriniz bunu kabul ediyorlar. Mesela İmam Humeyni ‘’İslami Devlet’’ isimli eserinde şöyle diyor;
‘’İmam’ın Velayeti Tekviniye’ye sahibi olması onun Allah katındaki yerinden bir şey eksiltmez. Ve onu yönetim kademesindeki düşmanları gibi yapmaz. İmam’ın belirlenmiş bir makamı, yüksek bir derecesi ve Tekvini bir hilafeti vardır. Ve onun velayetini bu âlemdeki bütün parçacıklar kabul ederler.’’Siz bu konuda ne diyorsunuz?
Bazıları İmamlardan ve Hz. Peygamberden bizim doğruluğuna inanmadığımız nakillere inanabilir kabul edebilirler.
Bu çerçevede hassas bir nokta var. Bazıları İmamların, peygamberlerden üstün olduğunu söylüyorlar. Belki de bunlar içerisinde en meşhuru Humeyni’nin ‘’İmamlarımızın öyle bir makamı vardır ki ona ne gönderilmiş peygamberler ne de Mukarrep melekler ulaşabilirler.
Biz bu konuyu tefsirimizde ve fıkhi fetvalarımızda açıladık. Bizce nübüvvet makamın üzerinde hiçbir makam yoktur. Bu bizim ictihatımız ve inamcımızdır.
Sayın Fadlullah burada bir sorun var, o da sizim bütün âlimlerinizin böyle düşünmemesi. Burada şunu sorma ihtiyacı hissediyorum acaba sizden önce ve şimdi bu konularda sizinle aynı fikre sahip bir âlim var mı?
Bu görüşlere bazı mütalaalarımda rastladım.
Sayın Fadlullah ben şu an kendimi sanki bir Şii âlimin değil de İmam Abdulvehab’ın okulundan bir âlimin karşısında gibi hissettim.
(Gülümsüyor) Kardeşim Abdülaziz Vahabi Okulu İslam’ın bir yorumu olarak kabul edebileceğimiz gibi diğer tarafı da aynı şekilde kabul edebiliriz. Allah Hıristiyanlarla bile bizi tek bir kelimeye çağırıyor. Neden kendi aramızda bunu sağlayamayalım.
Biz Müslümanların kendi asında, Müslümanların Hıristiyanlarla, Müslümanların Laiklerle diyalog kurması gerektiğine inanıyoruz. Yani diyalog en iyi anlaşma yoludur. Bazı insanlar diğerlerini istedikleri gibi anlıyorlar önemli olan onları nasıl iseler öyle anlamak.
Takıye
Sayın Fadlullah sizden aldığımız bu tarafsız ve mutedil cevaplar mezhepler arası yakınlaşmanın mümkün olduğunun bir göstergesi. Fakat ben size önemli bir şey sormak istiyorum. Bu sizin cevaplarınız gönlümüze su serpse de sizin bu sözlerinizi duyan bazı Ehli Sünnet araştırmacıları bunları sizin mezhebinizin esaslarından olan takiyeye veriyorlar. Bu sorun Şii Ve Sünni yakınlaşmasının önündeki önemli sorunlardan biri.
Biz takiyenin can tehlikesi olan bazı durumlarda caiz olduğu kanaatindeyiz. Mesela Şiilerin kendilerine has bazı uygulamaları var mesela namazda giyilebilen bir şeye secde etmemek gibi. Bunu Mescidi Nebevi’de uyguladıklarında şiddete maruz kalıyorlar. Tabi bir de bunun siyasi boyutu var.
Mesela ben farklı ülkelerden Sünni kardeşlerimize soruyorum ülkelerinde siyasi görüşlerini açıkça ifade edebiliyorlar mı? Bu tabi siyasi takiye boyutu işin.
Benim mesela 25 ciltlik Qur’an tefsirim var ‘’ Min Vahy il Qur’an’’ bunun yanı sıra başka kitaplar ve basına verdiğim demeçler var. Bu nedenle bence takiye ithamı aciz bir ithamdır ve bunu dillendiren insan başka bir şeyin peşindedir.
Yorum