Duyuru

Daraltma
Henüz duyuru yok.

KIRK HADİS ŞERHİ..

Daraltma
X
 
  • Filtre
  • Zaman
  • Göster
Hepsini Temizle
yeni gönderiler

    KIRK HADİS ŞERHİ..


    KIRK HADİS
    ŞERHİ



    İMAM HUMEYNİ (r.a)



    Çeviri
    Kadri ÇELİK



    Yayımlayan
    İmam Humeyni’nin (r.a) Eserlerini
    Düzenleme ve Yayımlama Kurumu
    Tel: (0098-21) 6701297 – 6404873
    Fax: 6400915





    Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
    Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

    #2
    Ynt: KIRK HADİS ŞERHİ..


    Yayımcının Notu

    Kırk Hadis, rabbanî alim ve arif İmam Humeyni’nin (r.a), çok önemli ve bereketli eserlerinden biridir. İmam bu kitabında Ma-sum İmamlar‘dan (a.s) nakledilen kırk hadisi şerh etmiştir. “Kırk hadis” ile ilgili eserler geleneği eskiden beri din alimleri arasında yaygın olmuştur. İmam da selefin bu sünnetini ihya etmek için bu konuda mevcut kitabı yazmıştır. Bu kitap, dinin masum önderlerinin rivayetlerinde gerçekleri aramakta ve de ahlakî hatırlatmalar, irfanî ve felsefi esprilerle dolu bulunmaktadır.

    “Kırk hadis” genellikle içinde kırk hadisi veya hadisler hak-kında kırk bölümü barındıran kitapların genel adıdır. Kırk hadis yazma geleneği zahiren H. 4. asırdan itibaren başlamıştır ve de Arapça “Kitab’ul-Erbeiniyyat” diye meşhur olmuştur. Bu “Kırk Hadis” kitaplarının dayanağı ise bir çok yolla nakledilen şu meşhur hadistir: “Herkim ümmetim için dini işleri hususunda kırk hadis hıfzedecek olursa, Allah onu kıyamet günü fakihler ve alimler zümresinde haşreder.” Ebu Bekir Kelabazi (Ö. 990), Ebu Abdurrahman Selemi, Ebu Naim İsfahani, Şeyh Bahai ve diğer bazı büyük alimler de bu konuda büyük değerli eserler yazmışlardır.

    Her birisi de bu kitaplarını belli bir amaçla yazmışlardır. Ör-neğin birisi tevhit ile ilgili hadisleri, diğeri züht, farizeler ve öğütlerle ilgili hadisleri ve bir diğeri ise ibadetler ile ilgili hadis-leri bir araya toplamıştır. Şeyh Bahai’nin Ehl-i Beyt yoluyla nakledilen kırk hadisi topladığı “Erbein” adlı kitabını, Şii alimlerinden ve de Şeyh’in öğrencilerinden olan İbn-i Hatun şerhetmiştir.

    İkinci Meclisi’nin “Erbein” adlı kitabı da “Kırk Hadis” hak-kında yazılmış Arapça detaylı bir şerhtir ve de yazarının ders notlarıdır. Şehid-i Evvel’in yazmış olduğu “Kitab’ul-Erbein” ise, şerh ve açıklama olmaksızın daha çok ibadetler ile ilgili kırk hadisi içermektedir. Ayrıca Nuruddin Abdurrahman Cami’nin yazmış olduğu Erbein kitabı da içindeki “kırk hadis” in manzum tercümesidir.

    Bu kitap aslında İmam’ın ders notları olup içeriğini Kum’daki Feyziye ve Molla Sadık medresesinde, öğrencilerine beyan etmiştir. Daha sonra da bu konuda bir kitap yazmayı kararlaştırmış ve de bu kitabı H. K. 1358 (1939) yılında sona erdirmiştir.

    Bu kitaptaki hadislerden otuz üç tanesi, helak edici ve kurtarıcı sıfatları beyan eden ahlakî hadislerdir. Son yedi hadisi ise inançlar ve öğretiler hakkındadır. İmam önce hadisi nakletmiş, sonra Farsça tercümesini yapmış, ardından bazen hadisin asıl kelimelerini, bazen de ifadelerinin ve kelimelerinin çoğunu şerh etmiştir. Ayrıca, hadisin anlamı hususunda, hadisin şerhi için faydalı olan esprilere işaret etmiştir. Kelimeleri şerh ettikten sonra da metni şerh etmeye koyulmuş ve birkaç bölüm halinde, hadisi şerh etmeye çalışmıştır.

    Açıklandığı gibi ilk 33 hadis, ahlakî meseleler ile ilgilidir. Yazar, bu kitapta nefsin hilelerini ve kibir, gazap, haset gibi ah-lakî rezaletlerin fesatlarını açıklamış ve nefsi günahtan alıkoyan bir takım öğütlerde bulunmuştur. Bu konuda Kur’an’dan ve bazen de büyük ariflerden, özellikle de bu kitap yazıldığında hayatta olan Merhum Şahabadi’den çok istifade etmiştir.




    Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
    Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

    Yorum


      #3
      Ynt: KIRK HADİS ŞERHİ..


      Söylendiği gibi yazar bu kitabında okuyucunun dünyevi lez-zetlere gömülmekten el çekip, salih amele koyulmasını sağlamak için etkili uyarılarda bulunmaktadır. İnsanın kötü sıfatlardan kurtularak, hidayet feyzine ulaşmasını ve doğru bir iman, temiz bir amelle Allah’ı mülakat etmesini istemektedir. Yazar büyük bir ahlak alimi olarak, çok yüce, güçlü ve etkili açıklamalarda bulunmuştur. Bu sözlerin çok etkili olmasının sebebi de, bizzat yazarın kalbinin de bu kitabı yazarken ilahî feyizlerle dolu olmasıdır.

      Kitapta yer alan son 7 hadis ise en ağır ve en yüce irfanî konularla ilgilidir. Cebir, irfanî tefviz, Allah-u Teala’nın zat, esma ve sıfatları konusu, Allah’ı tanımak, Adem’in kendi suretinde yaratılışı hakkındaki hadislerdir. Bu hadisler, tümüyle irfanî boyutlara sahiptir ve de her biri irfanın güçlü dayanaklarıdır. Dolayısıyla İmam da, bu hadisleri, irfanî zevkiyle şerh etmiştir. Ama bir yerde de açıkladığı gibi bu ayet ve rivayetlerin irfanî açıklaması, şahsi veya birilerinin zevkine göre yapılmış bir açıklama değildir. Bunlar, içleri hidayet feyziyle dolan vehbi ilimler erbabının ve hal ashabının ortaya koyduğu gerçeklerdir.

      Aynı zamanda da ilahî kelamın künhüyle derk edilemeyeceğini, dolayısıyla da ilminin peygamberlere ve imamlara mahsus olduğunu beyan etmiştir. İmam, teorik irfanda seçkin bir şahsiyet idi. Bu hadisleri şerh ederken de harika irfanî konuları açıklamaya çalışmıştır. Ama asla şeriatten istifade edilmeyen inançlara yer vermemiştir. İmam, şeriatın doğru yolunda yürümeye çalışmış, bazen yeri geldiğinde de zahir ehlinin itirazlarına cevap vermişlerdir.

      İrfan ehli olanlar, bu kitabı çok iyi tanımaktadır. Onlara göre bu kitabı tanıtmaya gerek yoktur. Diğerleri için ifade edilen bu kısa bilgiler ise, bu kitabın bütün nefis boyutlarını açıklamaktan acizdir. “Kırk Hadis Şerhi” kitabı, İslam devriminden sonra bir-kaç şekilde basılmıştır. Bir defasında dört hadis şerhiyle birlikte İttilaat yayınevinde basılmıştır. Daha sonra da Kazvin’deki Ta-ha, ardından da Merkez-i Neşr-i Ferhengi-i Reca basmıştır.

      Bu baskıda ise iki mevcut nüsha büyük bir titizlikle karşılaştırılmış ve diğer baskılardaki hatalar giderilmiştir. Usulüne uygun olarak edit edilmiş, metinde tercüme edilmeyen rivayet ve ifadeler tercüme edilmiştir. Arapça ifadeler harekelendirilmiş, bu kitap için farklı fihristler hazırlanmış, kaynaklar hususunda da kurumumuzun yayınladığı İmam’ın diğer iki eseri olan Sırr’us-Salat ve Adab’us-Salat kitabında olduğu gibi çok büyük titizlik gösterilmiştir. Adalet ve hak düzenini kuran, kurtuluş ve doğru-luk yolunda çaba gösterenlerin önderi olan İmam Humeyni’nin (r.a) yüce ruhuna selamlar olsun.

      İmam Humeyni’nin (r.a) Eserlerini
      Düzenleme ve Yayımlama Kurumu




      Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
      Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

      Yorum


        #4
        Ynt: KIRK HADİS ŞERHİ..


        İmam Humeyni’nin (r.a) Kısa Biyografisi

        İmam Ruhullah el-Musevi el-Humeyni 24 Eylül 1902’de İslami ge-leneğe sıkı sıkıya bağlı ve alimler ocağı bir ailenin çocuğu olarak Humeyn kasabasında dünyaya geldi. Humeyn kasabası Tahran’ın bir-kaç yüz kilometre güney batısına düşen küçük bir kasabadır. Hem bü-yük babası ve hem de babası alimdi. Ailesi köken olarak Hindistan’dan gelmiştir. Nitekim ailesinin bir bölümü hala Hindistan’da yaşamak-tadır. Babası Ayetullah Mustafa, Ruhullah’ın doğumundan beş ay önce katledilmiş, bu nedenle Ruhullah’ın bakım ve terbiyesini annesi ve teyzesi üstlenmişti. 16 yaşına geldiğinde hem annesini ve hem de teyzesini kaybetti. Eğitimini, daha sonraki yıllarda Ayetullah Pesendide adıyla tanınacak olan büyük ağabeyi Seyyid Murtaza üst-lendi. Ayetullah Pesendide daha sonraları bu yılları anlatırken Ayetul-lah Humeyni’nin ciddiyeti ve zekasına herkes tarafından takdirle kar-şılandığını da büyük bir övgüyle anlatacaktı. Ayetullah Humeyni 19 yaşına gelince dini bilimler alanında eğitim görmek üzere Şeyh Ab-dülkerim Hairi’nin yanına Erak kentine gitti. Hem Erak şehri ve hem de Şeyh Hairi, Şii mezhebinin en önemli eğitim merkezi ve en önemli Şii bilginiydi özellikle de burada tedrisatta bulunan Mirza Hasan Şirazi daha sonraki dönemlerinde İmam’ı etkileyecek olan en önemli şahsiyetlerin başında geliyordu. Şeyh Hairi, genç Humeyni üzerinde geleneksel bilgi donanımı yönünden etki ettiği gibi, siyasal aktivite açısından da oldukça etki gösterdi.

        İmam; yüce makama sahip hocalarından aldığı bilgileri zeka süzge-cinden geçirerek pratiğine yansıtıyordu. Hairi daha sonraki yıllarda eğitim merkezini İran’daki Kum kentine taşıdı. Kum kenti tarihi bo-yunca dini ilimler merkezi olmuştu. Ama Hairi Kum’a ulaştığında bu-radaki eğitim düzeninde bir dizi değişiklik gerçekleştirerek burada alı-nan din eğitimini en üst seviyeye çıkardı. Onun yaptığı değişiklikler sonucunda Kum kenti İslami İran’ın ruhu haline geldi. Tüm bu çabala-rın sonucu İmam’ın, Şah’ın monarşisine karşı 1962 yılında başlattığı kıyam ile alındı. İmam’ın daha sonraki yıllarda elde ettiği başarının özünde burada aldığı eğitimin büyük payı vardı kuşkusuz. Hairi’nin öğrencileri içinde aklı, zekası ve kavrayış gücüyle hemen ön sıralara çıkan İmam Humeyni özellikle irfan konusunda yaptığı araştırma ve bu alanda ileri sürdüğü görüşleriyle tanındı. 27 yaşına geldiğinde ise ilk telif eserini kaleme aldı. Arapça kaleme alınan bu eser Misbah’ul-Hidaye adını taşımaktaydı. Ayetullah Humeyni bu döneminde, daha sonra devrim yıllarında ve sonrasında yakınında olacak birçok insanı da çevresine toplamış, onlarla sık sık felsefi sohbetler yapmaya baş-lamıştı. Bu sohbetlere yüzlerce insan katılarak fikir adamlarının ileri sürdüğü görüşlerden yararlanmıştı.


        Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
        Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

        Yorum


          #5
          Ynt: KIRK HADİS ŞERHİ..


          İmam’a bir “Devrim Önderi” sıfatı verecek özellikler bu yıllarda ortaya çıkmaya başlamıştı. O hem iyi bir öğretmen, hem iyi bir alim olurken aynı zamanda siyasi aktivitesi ile bir lider olarak kendini ye-tiştirmeye çalışıyordu. İmam’ın devrime kadar geçen hayatını kapsayan belli başlı çizgi de özünü İslam ahlak ve irfanının belirlediği çizgi olmuştur. O daha 1930’lu yıllarda yaptığı konuşma ve münazaralarda sık sık bu temel öğelerden bahsederek bir müslümanın hayatını oluştu-racak çizginin ne olması ve nasıl olması gereğini anlatmıştır. Dinleyi-cilerin sorduğu sorulara verdiği cevaplarda ve onların herhangi bir ko-nudaki problemini çözerken izlediği yöntemle de bu çizgiyi korumaya gayret göstermiştir. İmam Humeyni’nin Kum kentinde aktif anlamda faaliyet gösterdiği yıllar İran’da Rıza Han’ın iktidarda olduğu yıllara rastlamaktadır. Rıza Han İran monarşisinde yaptığı değişikliklerle bu monarşiyi acımasız çağdaş bir diktatörlük haline getirmişti.

          İslam’a karşı geliştirilen bu komplo üzerine İmam Kum kentinden Meşhed, İs-fahan, Tebriz kentlerine gönderdiği araştırmaları ve fetvalarıyla karşı bir tavır alıyordu. İmam o yıllarda bu tür bir yönetimin nerelere gele-bileceğini tahmin ederek kendini uzun soluklu bir mücadele için hazır-lıyordu. Pehlevi Hanedanının ikinci ve son temsilcisine karşı yürüttüğü mücadelenin derslerini Baba Şah’a karşı yürütürken geliştirmişti. İmam’ın politik içerikli ilk kitabı da 1941 yılında kaleme aldığı Keşf’ul-Esrar adlı kitabı idi. Bu kitapta dine karşı olan akımların bir eleştirisini yapıyor, ama satır aralarında verdiği mesajlarda Pehlevi hanedanını eleştirip yerden yere vuruyordu. 1937 yılında Şeyh Hairi vefat etti. Kum kentindeki din eğitimini yürütmek üzere Ayetullah Sadr, Hüccet ve Honsari’den oluşan bir üçlü alimler kurulu oluşturul-du. Daha sonra Hairi’nin rolünü üstlenebilecek yetenekte bir alim olan Ayetullah Burucerdi din eğitiminin liderliğini üstlendi. Ayetullah Burucerdi döneminde imamın siyasal aktivitesi durmadı, aksine daha da gelişti. Burucerdi hem en üst düzeyde bir alimdi ve hem de öğren-cilerini monarşiye karşı politik anlamda bilinçlendiren bir liderdi. Burucerdi’nin bu açık muhalefeti sebebiyle İmam, kendi mücadelesini Burucerdi’nin vefatına kadar kapattı. Sadece Burucerdi’nin muhalefet hareketine destek oldu. 1962 yılında Burucerdi vefat edince O’nun tüm görevlerini üstlendi.

          Bu tarihte Ayettullah Humeyni dışında en üst dini makama geçecek başka kimse yoktu ve dolayısıyla bu makama o seçildi. Bu aynı za-manda Şah monarşisine karşı yürütülecek mücadelenin de giderek ar-tan boyutta öne alınması anlamına da geliyordu. İlk adım şahın ülkeye getirmek istediği İslam dışı bazı düzenlemeler nedeniyle başlatıldı. İmam her tarafa gönderdiği mesajlarıyla yeni hazırlanan ve İslam’ın özüne karşı olan hukuksal düzenlemenin toptan reddedilmesini istiyor, bu konuda halkı direnmeye çağırıyordu. Bir anda ülkenin her tarafında öyle bir muhalefet rüzgarı esmeye başladı ki Şah bile halktan böyle bir tepki beklemediği için tasarıyı geri çekmek zorunda kaldı. Ama ilerisi için karşısında olacak kişiyi de tanımıştı artık.



          Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
          Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

          Yorum


            #6
            Ynt: KIRK HADİS ŞERHİ..


            İkinci adım ise çok geçmeden geldi. 1963 yılında Şah, adına “Be-yaz Devrim” dediği bir dizi değişikliği gerçekleştirmek üzere ülkenin sosyal, ekonomik siyasal ve dini kurallarını değiştirmek istedi. 28 Ocak 1963 yılında bu değişikliğe ilişkin bir referandum yapılacağı açıklandı. Bu aslında İran’ın ABD güdümünde bir devlet olması için uygulamaya konulmak istenen bir değişiklikti. Başbakan Musaddık bir CIA darbesiyle devrilince ülkede halk ayağa kalktı. İmam o dönemde Kum kentinde yaptığı bir konuşmayla halkı ayağa kaldırdı. Verdiği mesajda özellikle “devrim” kelimesini ön plana çıkararak, gerçekleştirilmek istenenlerin ne olduğunu anlattı. Şah rejimi buna kayıtsız kalamazdı. 22 Mart 1963 yılında askeri güçlerine Feyziye medresesine saldırma emri verdi. Bu saldırı sırasında birçok öğrenci katledildi. Artık imam bu olayla birlikte mücadelenin yeni bir boyut kazandığını görüyordu. Çünkü mücadelede Şah silah kullanma emri vermiş ve kan dökmüştü. Aslında Medreseye yaptığı saldırıyla Şah Müslüman halkın bağlı olduğu sembolik değerlerin tümüne saldırabileceğini, asıl amacının İslami değerleri yok etmek olduğunu göstermişti.

            1963 sonbaharında İmam Şah’a karşı yayınladığı bir bildiriyle ül-kenin bir ABD kuklası olması için ne gerekiyorsa yapıldığını, buna karşı çıkılması gerektiğini, ABD ve İsrail ile Müslüman İran’ın hiç bir şart altında bir araya gelmeyeceğini belirtti. Aynı yılın 10 Muharrem günü Şah’a gönderdiği bir mektupta bunları anlattı ve Şah’tan ya İs-lami ilkelere dönmesini ya da sonunun babası gibi olacağını belirtti. Mektubun gönderilmesinden iki gün sonra, evinde iken tutuklanıp Tahran’a götürüldü. İmam’ın Şaha karşı başlattığı muhalefet hareketi her yerde yankısını buluyordu. Kum’da, Meşhed’de, Şiraz’da, İsfa-han’da, Tahran’da, Kaşan’da yapılan gösterileri Şah yine ordusunu kullanarak bastırmaya kalktı. Ordu birliklerinin halkın üzerine açtığı ateş sonunda en az 15. 000 kişi hayatını kaybetti. Bu tarihe 15 Hordad (5 Haziran) olarak geçecek olan büyük katliamdı. O andan sonra artık İmam Şah’a karşı muhalefetin güçlü sesi ve lideri durumuna geldi. Öyle ki yaptığı konuşmalar ülkenin içinde ve dışında binlerce kişiyi harekete geçirmeye yetiyordu. 1978-79 İslam devrimine kadar 15 Hordad artık İran için önceden planlanmayan, fakat en çok kişinin ka-tıldığı eylem günü haline geldi.

            Bu olaylı yıllarda ülkeyi terk etmek zorunda kalan Şah ABD’nin desteğiyle yeniden İran’a geldi. Artık ABD’nin direkt desteğini sağla-yan Şah saldırganlığını daha da artıracak muhaliflerini ezmek için her türlü aracı kullanacaktı. 4 Kasım 1964 yılında İmam Türkiye’ye sür-güne gönderildi. Önce Ankara’da tutulan İmam daha sonra Bursa’ya gönderildi. Türkiye’deki sürgün yıllarında da şahın baskısı devam edince Ekim 1965 yılında İmam Irak’ın Necef kentine gitmeye karar verdi. Böylece 13 yıl sürgün yaşamı süreceği Irak’ın Necef kentine yerleşti. Şah bu sürgün döneminde de İmam üzerinde baskısını artıra-rak sürdürdü. İmam ise yaptığı açıklamalarıyla İran’da özellikle halk üzerine etkinliğini giderek artırmaya devam ediyordu. Buradan halkı zalim Şah rejimine karşı kıyama davet etmeye devam etti.




            Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
            Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

            Yorum


              #7
              Ynt: KIRK HADİS ŞERHİ..


              Bu sürgün döneminde sık sık hac görevini ifa etmek üzere Mek-ke’ye giden İmam, orada dünyanın her yerinden gelen Müslümanlar ve alimlerle fikir alışverişinde bulunuyor, dünyanın ve özellikle de Müslümanların sorunlarıyla ilgilenerek çözüm yolları aramaya devam ediyordu. İsim ve şahsiyet olarak İmam Humeyni İran’da hiç bir za-man unutulmamıştı. Halk onu seviyor ve onun gösterdiği ilkeler doğ-rultusunda yaşamaya gayret ediyordu. İmam’ın yerleştirdiği muhalefet hareketi giderek hem sayıca ve hem de nitelik olarak artmaya devam ediyordu. Yetiştirdiği öğrencileri sayesinde gençlik ve ilim okuyanlar arasında etkisi İran’da yaşadığı dönemden daha etkili hale geliyordu.

              23 Kasım 1977’de İmam’ın oğlu Hacı Mustafa Necef’te aniden öl-dü. Aslında olay ABD’nin gizli servisi CIA ve onun güdümünde olan İran gizli servisi Savak tarafından gerçekleştirilmişti. Gerçi bu olay İmam’ı çok fazla etkilememişti, ama İran’da halk sokaklara dökülerek durumu protesto etti. 8 Ocak 1987 yılında ABD başkanı olan Jimmy Carter İran’ı ziyaret etti ve bu ülkenin bölgede ABD’nin jandarması olduğunu açıkladı. Bu dönemde şahın kontrolündeki basın yayın or-ganları İmam’ı yabancı güçlerin ajanı ilan etti. Akabinde Kum kentinde protesto gösterileri başladı ve bir çok insan yaşamını yitirdi. 1978 yılının bahar ve yaz aylarında İmam çeşitli vesilelerle yapmış olduğu açıklamaları, demeçleri ve kutlama mesajları sayesinde ülke içindeki muhalefet hareketlerine direktifler vererek onları yönlendirmeye de-vam etti. Nihayet İmam yaptığı açıklamalarında Şah monarşisinin yı-kılmasından sonra İran’da bir İslam Cumhuriyeti kurulacağını açıkladı. Artık İmam Devrim hareketinin odağı haline gelmişti. Halkı ayağa kaldıran sloganlar, hep İmam lehine olan, onu yücelten sloganlardı. Irak’taki Baas rejimi Şah’ın da baskısıyla İmam’ın Irak’tan ayrılmasını istedi. Bunun üzerine İmam Fransa’ya gitmek zorunda kaldı. İran’da ise bu dönemde artık muhalefet hareketi bir devrim hareketine dönüşerek şahın iktidarını sarsmaya başlamıştı. İmam Fransa’dan yol-ladığı mesajlarla İslam devriminin önderliğini yerine getiriyordu. İran’da kıyam eden halk adeta kulağını Fransa’ya açmış, oradan İmam’dan gelecek işareti bekliyordu. Şah’ın ülkeyi terk etmesiyle artık İslam devrimi başarıya ulaşmış ve devrim önderinin işaret ettiği gibi ülkede bir İslam Cumhuriyeti kurma çalışmaları başlamıştı. Do-ğumundan vefat ettiği güne kadar İmam’ın hayatı incelendiğinde açık-ça görüleceği gibi onun başarılarında temel çizgi Allah ile kendi ara-sında kurduğu sıkı ve kopmaz bağdır. Hayatının her alanında, gündelik yaşamından ailesiyle olan ilişkilerine kadar her noktada bu bağın örnekleriyle hareket etmesi onun başarısının temel motifi olmuştur. İmam hem bir önder, hem bir devlet idarecisi, hem müctehid, hem arif, hem filozof, hem ahlak mürebbisi, hem de şefkat dolu bir babaydı. Nihayet 4 Haziran 1989 yılında Mahbub’unun çağrısına lebbeyk diyerek icabet etti. Fena aleminden beka alemine göçtü. Allah bizleri kendisiyle mahşur ve şefaatine nail kılsın. Cennet olsun mekanı, nur içinde yatsın...

              Bu yeni baskının serüvenine gelince… Bu kitabı ilk defa 1989 yı-lında, İmam’ın vefat ettiği ilk günlerde, üzerinde hiç bir araştırma ve inceleme yapılmamış ve maalesef kâr amaçlı basılmış sıradan bir nüsha üzerinden tercüme etmiştim. Dolayısıyla da gerek o nüshadan, gerek dizgiden ve gerekse de içerdiği yüce irfanî konular esasınca nakıs aklımdan kaynaklanan bir takım yanlışlık ve eksikleri, yine elimden geldiğince ve kasır aklımın yettiğince, bu baskıda gidermeye çalıştım. Dolayısıyla bizzat İmam’a mensup bir kurumda, üzerinde araştırma ve incelemelerin yapıldığı nefis bir nüshayı esas alarak, eski baskıyı baştan sona gözden geçirdim ve özellikle de kurum bünyesindeki araştır-macılarca eklenen ve konunun anlaşılmasında çok faydalı bulduğum dipnotlarını da tercüme edip kitaba ekledim. Özellikle de birçok oku-yucu tarafından söylenen “tercüme dilinin ağır ve konularının anla-şılmaz olduğu” önerisini dikkate alarak bu defa mümkün olduğu kadar sadeleştirmeye ve anlaşılır kılmaya çalıştım. Şüphesiz çaba bizden, başarı ise Allah’tandır


              Kadri ÇELİK
              1 Ocak 2004 Perşembe



              Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
              Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

              Yorum


                #8
                Ynt: KIRK HADİS ŞERHİ..


                Yazar’ın Önsözü

                Alemlerin Rabbi olan ALLAH ’a andolsun Muhammed’e ve bütün Ehl-i Beyt’ine selam olsun ve ALLAH ’ın laneti kıyamet gününe kadar bütün düşmanlarının üzerine olsun.

                ALLAH ’ım! Muhammed ve temiz Ehl-i Beyt’i (ALLAH ’ın selamları hepsinin üzerine olsun) aşkına gönül aynamıza ihlas nuruyla aydınlık bağışla. Gönül levhasından şirk ve eş koşma pasını gider. Bu dalalet ve hayret çölünün çaresizlerine, mutluluk ve necatın ana yolunu göster. Bizleri yüce ahlak ile ahlaklandır. Dergahının velilerine mahsus kıldığın o has tecelli ve esintilerini bizlere de nasib et. Cehalet ve şeytan ordusunu kalpler memleketinden dışarı çıkar ve onların yerine ilim, hikmet ve rahman ordularını yerleştir. Bizleri bu dünyadan kendinin ve dergahına has kullarının sevgisiyle al. Ölüm anında ve ondan sonra bizlere rahmetinle davran. İşlerimizin sonunu saadetle eş kıl! ...

                Zayıf ve sermayesiz olan bu kul, bir müddettir ashab ve ulemanın –ALLAH onlardan razı olsun- muteber kitaplarında yer alan ismet ve te-mizlik Ehl-i Beyt’inden (((a.s.))) menkul 40 hadisi bir araya toplamayı ve umumun haliyle bir münasebeti olsun diye de bu hadislerden her birini uygun bir şekilde şerh etmeyi düşünüyordum. Farsça konuşan insanla-rın da faydalanabilmesi için bu eseri Farsça olarak kaleme aldım.

                Umulur ki, Peygamber’in (s.a.a) : “Her kim ümmetimin istifade ettiği kırk hadis hıfzederse ALLAH kıyamet günü onu fakih ve alim olarak haşreder.” hadisine şamil kılınırım.

                ALLAH ’a hamdolsun, vermiş olduğu güzel tevfikiyle işe koyuldum. ALLAH -u Teala’dan bu eserin tamamlanması için başarı dilerim. Şüphesiz ki başarı ALLAH ’tandır.



                Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
                Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

                Yorum


                  #9
                  Ynt: KIRK HADİS ŞERHİ..


                  Birinci Hadis: Nefisle Cihad

                  عن السكوني، عن أبي عَبْدِ اللهِ عليه السّلام: أنَّ النَّبيَّ- صلى الله عليه و آله- بَعَث سَرِيَّهً فَلَمَّا رَجَعوا قالَ: مَرْحَباً بِقَوْمٍ قَضَوُا الجِهادُ الأصغروبقئ عليهم الجِهادُ الأكْبَرُ. فقيلَ يا رَسولَ اللهِ: مَا الجِهادُ ألأ كْبَرُ؟ قالَ: جِهادُ النَّفْسِ.

                  Sekuni’nin naklettiğine göre Ebu Abdullah (İmam Sadık) -a.s- şöyle buyurmuştur:“Şüphesiz Resulullah (günün birinde) bir seriyye gönderdi. Seriyye geri döndüğünde Peygamber (s.a.a) onlara şöyle buyurdu: “Merhaba küçük cihadı yerine getirip de (üzerinde) büyük cihadı baki kalanlara.” Denildi ki, “Ya Resulullah! Büyük cihad da neyin nesi?” Resulullah (s.a.a), “Nefs ile cihad!” buyurdu”

                  Şerh
                  Bil ki insan iki ayrı neş’et ve aleme sahip ilginç bir varlıktır. İnsanın bedeni olan zahirî, mülkî ve dünyevi neş’eti ile diğer bir aleme ait olan batınî, gaybi ve melekutî neş’eti. Gayp ve melekut alemine ait olan nefs ise birçok makam ve derecelere sahiptir. Bunlar bazen genel olarak yedi , bazen dört , bazen üç ve bazen de iki kısma ayrılmış ayrılmışlardır. Bu makam ve derecelerden her biri için kendisini en yüce melekut alemi ile saadete davet ve cezb eden rahmani ve aklani ordular olduğu gibi, kendisini en alçak melekut alemi ile şekavete davet ve cezb eden şeytani ve cehlani ordular da vardır. Bu iki ordu arasında daima cidal ve niza vardır. İnsan, bu iki taifenin savaş meydanı konumundadır. Eğer rahmani ordular galip gelecek olursa insan mutluluk ve rahmet ehli olur. Melekler sülûkunda bulunur, enbiya, evliya ve salihler zümresine katılır ve onlarla mahşur olur. Ama şeytan ve cehalet ordusu galip gelirse, gazap ve mutsuzluk ehli olur, şeytanlar, kafirler ve (Allah’ın rahmetinden) mahrumlar zümresiyle haşrolur. Bu sayfalarda Allah izin verirse tafsilata kaçmadan nefsin bazı makamlarına işaret edecek, onun mutluluk ve mutsuzluk şekillerini icmalen beyan edecek ve aynı makamda nefsle cihadın keyfiyetini de açıklamaya çalışacağız.

                  Birinci Makam

                  1. Bölüm: Nefsin İlk Makamına İşaret

                  Bil ki, nefsin ilk makamı ve en düşük menzili, mülk, zahir ve dünya menzilidir ki, bu hissedilir beden ve zahirî bünyeye onun gaybi nurları ve ışıkları saçılmış, bu da ona yersel bir hayat bağışlamış ve bu bedende ordular techiz etmiştir.

                  Nefsin savaş meydanı işte bu bedendir. Zahirî kuvvesi ise yedi mülkiye iklimine yayılan ordu; yani kulak, göz, dil, mide, tenasül or-ganı, el ve ayaktan ibarettir. Bu yedi iklime yayılan bütün dağınık güçler ise vehm makamında, nefsin tasarrufunda bulunmaktadır. Zira vehm, nefsin bütün zahirî ve batınî kuvvelerinin sultanıdır.
                  O halde eğer vehm şeytanın veya kendisinin tasarrufuyla onların üzerinde hükümet kuracak olursa bu kuvveler şeytan orduları şekline dönüşür ve bu memleket şeytanın sultası altına girer, akıl ve rahman orduları izmihlale uğrar, insan dünya ve mülk neş’etinden yenik olarak ayrılır, hicret eder ve orası şeytana ait bir memleket haline gelir.

                  Ama eğer vehm, akıl ve şeriat nezaretinde olur, sükunetleri akıl ve şeriatın disiplini altına girerse o zaman da bu memleket rahmani ve aklani olur ve şeytan tüm ordularıyla birlikte ayrılır, çekip gider.

                  Öyleyse büyük bir cihad olup Allah yolunda öldürülmekten de yüce olan nefsle cihad, bu makamda insanın kendi kuvvelerine galebe çalmasından, onları yaratıcısının emir ve fermanı altına sokmasından ve bu memleketi şeytan güçlerinin ve ordusunun pisliklerinden temiz-lemesinden ibarettir.




                  Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
                  Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

                  Yorum


                    #10
                    Ynt: KIRK HADİS ŞERHİ..


                    2. Bölüm: Tefekkür

                    Bil ki, nefsle mücadele ve Hak Teala’ya doğru hareketin ilk şartı tefekkürdür. Ahlak alimlerinden bazısı, kitaplarının Bedayat1 kısmında tefekkürü beşinci mertebede ele almışlardır ki, bu da kendi makamında doğru bir davranıştır.

                    Bu makamda tefekkür, insanın her gece ve gündüz az da olsa bir miktar, kendisini bu dünyaya getiren, rahatlığı için her türlü vesileyi hazırlayan, kendisine salim bir beden ve her biri herkesin aklını hayrete düşürücü bir takım faydaları haiz bunca kusursuz güçleri ihsan eden, bunca nimet ve rahmet sistemini genişleten, bir taraftan da bunca peygamberler gönderen, kitaplar nazil kılan, kılavuzluk eden ve davet-lerde bulunan Malik’ul Müluk (padişahların padişahı) Mevla’mız karşısında ne gibi bir vazife ve sorumluluğu olduğunu düşünmesi ve derince bir tefekkür etmesinden ibarettir.

                    Acaba bütün bu işler, tüm hayvanlarla ortak yönümüz olan bu şeh-vetlerin tatmini ve dünyevi hayat için mi öngörülmüştür? Yoksa başka bir maksat mı var işin içinde? Acaba mükerrem nebilerin, muazzam velilerin, büyük hikmet sahiplerinin ve milleti akıl ve şeriat kanunlarına davet eden ve onları hayvani şehvetler ve bu fani dünyadan sakındıran değerli alimlerin insanlara bir düşmanlığı mı vardı veya vardır? Yoksa şehvetlere dalmış biz çaresizlerin ıslah yolunu bizim kadar mı bilmiyorlardı? Akıl sahibi bir insan biraz düşünecek olsa bütün bu iş-lerden maksadın başka bir şey olduğunu hemen anlar. Bu yaratılıştan maksat, daha yüce ve büyük bir alemdir.

                    Bu hayvani hayat asıl maksat değildir. Akıllı insan kendini düşünmeli, çaresizliğine acımalı ve ken-disine şöyle hitap etmelidir: Ey uzun yıllar boyunca şehvetler peşinde koşmakla ömrünü tüketen şaki nefs! Şimdiye kadar hasretten başka eline ne geçti ki? Biraz da kendine acı, Maliku’l Müluk’tan haya et ve biraz da ebedi hayat ve daima saadete sebep olacak olan aslî maksat yolunda yürü. Ebedi saadeti, büyük zahmetler ve takat sınırını aşan meşakkatler sonucu bile ele geçmeyen ve fani olan birkaç günün şeh-vetleriyle değiştirme ve geçmişten günümüze gördüğün dünya ehlinin halini düşün! Onların çektiği zahmet ve meşakkatlerin elde ettikleri rahatlıklar karşısında ne kadar da fazla ve büyük olduğunu mülahaza et. Halbuki bu rahatlık ve boşluk da herkes için müyesser değildir. İn-san suretinde, (ama) şeytan ordusundan ve onun elçisi olan, seni şeh-vetlere doğru çağıran ve “Maddi hayatımızı temin etmeliyiz” diyen in-sanın halini göz önünde bulundur ve onu sorguya çek, bak bakalım kendisi bu durumdan razı mıdır? Yoksa kendisi müpteladır da başka birisini de düçar kılmak mı istiyor?

                    Her halinde, tam bir acziyet ve yakarışla Allah-u Teala’dan seninle O’nun arasında amaç olması gereken vazifelerine seni aşina kılmasını temenni et. Şeytan ve nefs-i emmare ile mücahede maksadıyla yapılan bu tefekkürün senin için başka bir yol açması ve böylece de mücahede menzillerinden bir diğerine geçmekte muvaffak olman ümid edilir.



                    Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
                    Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

                    Yorum


                      #11
                      Ynt: KIRK HADİS ŞERHİ..


                      3. Bölüm: Azim

                      Tefekkür menzilinden sonra mücahit bir insan için azim menzili söz konusudur. Bu menzil, Şeyhu’r-Reis’in İşarat adlı kitabında arif-lerin derecelerinin ilki olarak kabul ettiği iradeden başka bir şeydir.

                      Bazı şeyhlerimiz (Allah uzun ömürler versin) şöyle buyuruyorlardı: “Azim insaniyetin cevheri ve insanın imtiyaz ölçüsüdür. İnsanın derece farklılığı da işte bu azim derecelerinin farklılığından kaynaklan-maktadır.

                      Bu makamda söz konusu olan azim ise, günahları terk etmek üzere karar almak, farzları yerine getirmek ve hayattayken vaktinde eda edemediği ibadetlerini kaza etmekten ibarettir. Bilahare azim, insanın kendi suret ve zahirini aklî ve şer’î bir insan şekline sokabilmesidir ki, şeriat ve akıl da zahire hükmederek bu şahsın bir insan olduğunu söy-leyebilsin. Şer’î insan; şeriatın istediği tarzda hakaret eden, zahirini Resul-i Ekrem’in (s.a.a) zahirî gibi kılan ve tüm hareket ve sükunetin-de, bütün fiillerinde ve terk edişlerinde Peygamber’e uyabilen kimse-den ibarettir. Bu, herkes için müyesser olan bir şeydir. Zira zahirini Peygamber gibi kılmak, Allah’ın tüm kulları için makdur (güç yetiri-lebilecek) bir şeydir.

                      Bil ki insan ilk etapta şeriatın zahiriyle işe başlamadığı müddetçe ilahî marifet yolunda bir tek adım olsun ileri gidemez. Hak şeriat ada-bıyla edeblenmediği müddetçe de güzel ahlaklardan hiç birisine (hak-kıyla) sahip olamaz, ilahî marifet nuru kalbinde tecelli etmez, batın ilminin ve şeriat sırlarının kendisine keşfolması da mümkün değildir. Hakikatin keşfi ve marifet nurlarının kalbinde tecelli etmesinden sonra da zahirî adapla edeblenmiş olur. Öyleyse bazılarının, “Zahir terk edi-lirse, batın ilmî elde edilebilir” veya “Batın ilmî elde edildikten sonra, artık zahirî edeplere riayete gerek yok” diye iddia etmeleri yanlış ve batıl bir şeydir. Bu iddia, sahibinin ibadet makamlarına ve insanlık de-recelerine olan cehaletini göstermektedir. Ben de Allah’ın izniyle mu-vaffak olursam bu sayfalarda onun bazı makam ve derecelerini beyan etmeye çalışacağım.


                      Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
                      Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

                      Yorum


                        #12
                        Ynt: KIRK HADİS ŞERHİ..


                        4. Bölüm: Azmin Afatı

                        Ey aziz! Azim ve irade sahibi olabilmek için ciddi bir şekilde ça-lışmalısın. Allah göstermesin, eğer bu dünyadan azimsiz olarak göçe-cek olursan, beyinsiz zahirî bir insan sayılırsın ve ahirette ise insan şeklinde haşrolamazsın. Zira o alem batının keşif ve sırların zuhur mahallidir. Günah işlemeye cüret etmek ise, insanı yavaş yavaş azimsiz kılar ve bu değerli cevheri insandan çekip alır. Değerli üstadımız -gölgesi başımızdan eksik olmasın- şöyle buyuruyorlardı: “İnsanın irade ve azmini her şeyden daha fazla yok eden şey, tağanniyata (müziğe) kulak vermesidir.”

                        Öyleyse ey kardeş! Günahlardan sakın, Allah’a doğru hicret etmeye azmet, zahirini insan zahirî kıl, şeriat ehli kimselerin yoluna gir, halvet köşelerinde Allah-u Teala’dan bu maksadında sana yardımcı olmasını dile, sana tevfik vermesi ve meydana gelmesi muhtemel sürçmeler karşısında elinden tutması için de Resul-i Ekrem’i (s.a.a) ve Ehl-i Beyt’i şefaatçi kıl. Zira insanın hayatında o kadar derin sürçmeler vardır ki, bir an içinde insanın bu felaket uçurumuna düşmesi ve böylece de kendisi için hiç bir şey yapamaz bir hale gelmesi müm-kündür. Belki de artık kendisi için bir çare bile düşünemez hale gelir ve o zaman da Allah korusun şefaatçilerin şefaatinden mahrum kalır.



                        Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
                        Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

                        Yorum


                          #13
                          Ynt: KIRK HADİS ŞERHİ..


                          5. Bölüm: Muşarete, Murakabe ve Muhasebe

                          Mücahit bir insan için gerekli ve lüzumlu işlerden biri de muşarete, murakabe ve muhasebedir. Muşarete, insanın mesela her günün baş-langıcında, “Bugün Allah Tebarek ve Teala’ya karşı muhalefet etme-yeceğine” dair kendisiyle şartlaşması ve bu hususta ciddi bir karar al-ması demektir. Malumdur ki, insanın bir gün muhalefet etmemesi ol-dukça kolay bir şekilde uhdesinden gelebileceği bir iştir. Sen azmet, şartlaş ve tecrübe et de bunun ne kadar kolay bir şey olduğunu gör. Şeytan ve bu mel’unun orduları bu işi senin gözünde abartıp büyüt-meye çalışabilir. Ama bil ki bu şeytanın bir hilesidir. Ona kalben ve gerçek bir şekilde lanet et, batıl evhamları kalbinden dışarı sür ve bir gün (olsun) tecrübe et, o zaman (bu işin ne kadarda kolay olduğunu) sen de tasdik edeceksin.

                          Bu muşareteden sonra da murakabe menziline girmelisin. Bu da şart koşulduğu müddet boyunca amel etmeye dikkat etmek ve kendini bu hususta yükümlü bilmekten ibarettir. Allah göstermesin eğer Allah’ın emrinin hilafına olan bir işe bulaşmak gönlünden geçerse, bil ki bu şeytan ve onun ordusundandır ve seni şartlaştığın husustan saptırmak, kaydırmak istemektedirler. Onlara lanet et ve şerlerinden Allah’a sığın. O batıl hayalleri kalbinden çıkar ve şeytana de ki: “Ben bugün Allah-u Teala’nın emrinin hilafına davranmayacağıma dair kendimle şartlaştım. Velinimet’im uzun yıllardır bana nimet vermiş, sıhhat, selamet ve emniyet bağışlamış ve ebediyete kadar kendisine hizmet edecek bile olsam şükrünün uhdesinden gelemeyeceğim merhametler ihsan etmiştir. Benim de böylesine cüz’i bir şart hususunda ahde vefa göstermemem doğru değildir.”

                          Ümid edilir ki Allah’ın izniyle şeytan tardedilsin, el çektirilsin ve böylece de rahman orduları galib gelsin.

                          Bu murakabenin, kazanç, seyahat, tahsil ve benzeri işlerinden hiç birisiyle herhangi bir zıddiyet ve aykırılığı yoktur. Akşama kadar da bu hal üzere kal ki artık muhasebe vaktidir. Bu da, “Allah ile şartlaştığım hususlara riayet ettim mi veya bu cüz’i muamelede Velinimet’ime ihanette bulundum mu?” Diye nefsini hesaba çekmenden ibarettir. Eğer gerçek bir şekilde vefa etmişsen, bu tevfik sebebiyle Allah’a şük-ret ve bil ki bir adım ilerledin, ilahî nazar altına girdin. Artık Allah-u Teala dünya ve ahiret işlerinin ilerlemesi için sana kılavuzluk edecek, böylece yarınki işin daha da bir kolaylaşacaktır. Bir müddet bu hal üzere kal. Ümid edilir ki, bu artık senin için bir meleke (aptitude) olsun ve oldukça rahat ve kolay bir iş haline gelsin. O zaman da artık Allah’a itaat etmek ve günahlardan kaçınmaktan (bu dünyada) lezzet alırsın. Burası mükafat ve ceza alemi olmamakla birlikte yine de lezzet alırsın ve ilahî mükafat işe karışıp seni lezzetlere boğar adeta.

                          Bil ki, Allah-u Teala sana ağır tekliflerde bulunmamış, uhdesinden gelmeyeceğin ve güç yetirmeyeceğin şeyleri sana yüklememiştir. Ama şeytan ve ordusu bu işi senin gözünde büyütmekte ve zor bir şeymiş gibi göstermektedir. Allah göstermesin, muhasebe esnasında şart koş-tuğun hususta bir gevşeklik ve zaaf görecek olursan Allah-u Teala’dan özür dile ve artık yarın için şartlaştığın üzere amel edeceğine dair ye-niden söz ver. Bu hal üzere kal, ta ki Allah-u Teala tevfik ve mutluluk kapılarını yüzüne açsın ve seni insanlığın doğru yoluna ulaştırsın.


                          Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
                          Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

                          Yorum


                            #14
                            Ynt: KIRK HADİS ŞERHİ..


                            6. Bölüm: Tezekkür

                            Nefs ve şeytanla mücahedede insana tam bir destek sağlayan ve mücahit bir insanın daima dikkat etmesi gereken şeylerden birisi de tezekkürdür ve biz onu da zikrederek, bir çok konuya değinilmediği halde bu makamın beyanına son vereceğiz. Bu makamda tezekkür, in-sanın daima Allah-u Teala’yı yad etmesi ve kendisine merhamet bu-yurduğu nimetleri hatırlamasıdır.

                            Bil ki, insanın ihsan sahibi birine saygı göstermesi, fıtri ve yaratılış-tan gelen bir özelliktir. Kendi zat kitabını iyice bir mütalaa eden her-kes, orada insanın kendisine herhangi bir nimet ihsan eden kimseye karşı ihtiram ve saygı göstermesi gerektiğinin yazılmış olduğunu görür. Malumdur ki, ihsan edilen nimet ne kadar büyük olur ve ihsan sahibi kimsenin de bunda herhangi bir garazı (art niyeti) olmazsa, fıtrat gereği böyle bir kimseye ihtiramın da aynı oranda fazla olması gerektiğine hükmedilir. Mesela size art niyeti olarak bir at veren kimsenin ihtiram ve saygınlığı ile, minnet bile etmeden size bir köy veren birinin ihtiram ve saygınlığı arasında oldukça açık bir fark vardır. Hakeza eğer bir doktor sizi körlükten kurtaracak olursa fıtrat gereği hemen ona saygı gösterirsiniz. Eğer sizi ölümden kurtaracak olsa daha fazla saygı gösterirsiniz. Ama gel gör ki, tüm cin ve insanlar Maliku’l Müluk’un bizlere ihsan ettiği zahirî ve batınî nimetlerden sadece birini bile veremezken, bizler yine de kalkmış bütün bunlardan gaflet etmekteyiz. Mesela gece gündüz teneffüs ettiğimiz şu havayı bir düşünelim. Kainattaki tüm mevcudatın hayatı bu havaya bağlıdır. Eğer hava onbeş dakika kadar kısa bir zaman bile olmayacak olsa hiç bir canlı hayatta kalmaz. Bu (hava) o kadar büyük bir nimettir ki bütün cin ve insanlar onun bir benzerini bizlere vermeye kalkışsalar, şüphesiz ki bundan acze düşerler. Biraz da beden selameti türünden ilahî nimetleri, zahirî kuvvetler türünden göz, kulak, tatma ve dokunma organlarını ve batınî kuvvetler türünden hayal, vehm, akıl ve sayısız faydası bulunan diğer ilahî nimetleri hatırla. Maliku’l Müluk bütün bu nimetleri bizler istemeden ve üzerimize hiç bir minnet de koymadan inayet etmiştir. Hiç bir itaat ve ibadetimize ihtiyacı yokken ve kendisi için bizlerin itaat ve isyanı da hiç mi hiç fark etmezken, yine de verdiği bunca nimetlerle yetinmemiş, bizlere enbiya ve peygamberler göndermiş, kitaplar nazil buyurmuş, mutluluk ve mutsuzluk ile cennet ve cehennem yolunu göstermiş, dünya ve ahirette ihtiyaç duyduğumuz şeylerin tümünü bizlere inayet etmiş ve sadece bizim yararımıza olan bir takım emir ve yasaklarda bulunmuştur. Detayları şöyle dursun, genel olarak bile saymaktan tüm insanlığın aciz kaldığı bu nimetleri ve diğer binlerce nimeti zikrettikten sonra acaba sizin fıtrat ve vicdanınız da böyle bir ikram sahibine ihtiram ve saygı göstermek gerektiğine hükmetmiyor mu? Acaba böyle bir velinimete ihanette bulunmanın akla göre hükmü nedir?

                            Büyük ve azamet sahibi şahıslara saygı gösterilmesi hadisesi de fıt-rat kitabında sabit ve yazılı olan bir şeydir. Halkın dünya ve servet ehli sultanlara ve büyük şahsiyetlere karşı kail olduğu saygı da, onları büyük ve azim olarak teşhis ettikleri sebebiyledir. Acaba Malik’ul-Müluk’un azamet ve büyüklüğünden daha üstün bir azamet düşünüle-bilir mi? Onun değersiz ve en alçak yaratığı olan şu dünya bile, en kü-çük bir alem ve en dar bir neş’et olmasına rağmen şimdiye kadar hiç bir mevcudun aklı ona ermemiş, hakikatine ulaşamamıştır. Diğer güneş sistemlerinden daha küçük ve öbür güneşlere nispeten hissedilir bir değere de sahip olmayan şu bizim güneş sistemi karşısında bile dünyanın en büyük kaşifleri hiç bir şey söyleyememiş ve şimdiye kadar da hakikati hususunda yeterli bir bilgi edinememişlerdir. Acaba bir tek işaretle bütün bu alemleri ve diğer binlerce gaybi alemi yaratan azim ve azamet sahibi bir kudrete saygı göstermek akıl ve fıtrat nazarında gerekli ve lüzumlu bir şey değil midir?

                            Hatta insanın huzurunda hazır bulunan bir kimseye saygı göstermek de fıtrat kitabında yer alan bir husustur. Mesela Allah göstermesin insan birisinin gıyabında kötü laflar etse de huzurunda kendisine fıtrat gereği ihtiram göstermekte ve karşısında susmaktadır. Malumdur ki Allah Tebarek ve Teala her yerde hazır ve nazırdır ve tüm varlık memleketi onun nazarı altında sevk ve idare olmaktadır. Belki hepsi de bizzat huzur olup tüm alemler onun nazarı altında idare edilmektedir. Bütün alem Rububiyyet huzurudur.

                            Şimdi söyle bakayım ey yazarın habis nefsi, böyle azametli ve bü-yük bir zatın mukaddes huzurunda bizzat kendisinin ihsan etmiş oldu-ğu bir nimet olan şu kuvvelerinle günah ve günah işlemekten daha bü-yük bir zulüm ve suç düşünülebilir mi? Acaba bir tek hardal tanesi ka-dar bile hayan olsa utançtan erimen ve yere yıkılman gerekmez mi?

                            Öyleyse ey aziz! Allah’ın azametini daima hatırında tut. O’nun ni-met ve merhametlerini an ve her zaman/mekan içinde onun huzurunda olduğunu aklından çıkarma. Ona karşı günah işlemeyi ve isyankarlığı terk et. Bu büyük savaşta şeytan ordularına galebe çal, kendi memle-ketini rahmani ve hakkani bir memleket kıl ve şeytan orduları yerine hak Teala ordularının karargahı haline getir. Böylece Allah Tebarek ve Teala başka bir makamda yapacağı mücahedede ve önünde duran daha büyük bir savaş meydanında sana tevfik inayet etsin. Bu da (mezkur meydan), nefsin ikinci makamı sayılan batın aleminde nefsle cihaddan ibarettir ki Allah izin verirse biraz da ona işaret etmeye çalışacağız.

                            Sana kendi kendine ümit bağlamamanı hatırlatırım. Zira Allah-u Teala’dan başka hiç kimsenin elinden bir şey gelmez. Tam tersine ağ-layıp yakararak bizzat Allah-u Teala’dan bu mücadelede sana tevfik inayet etmesini dile ki böylece inşallah belki galip gelirsin.
                            Şüphesiz başarı veren sadece Allah’tır.




                            Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
                            Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

                            Yorum


                              #15
                              Ynt: KIRK HADİS ŞERHİ..


                              İkinci Makam: Nefsin Batınî Melekutî Makamı

                              1. Bölüm: Nefs Batınının Şeytani ve Rahmani Ordularının Çe-kişmesi

                              Bil ki, insan nefsi için başka bir memleket ve makam daha vardır. O da batın memleketi ve melekut neş’etidir ki, nefs orduları oradan daha fazla ve zahir memleketine nispeten daha da bir öneme sahiptir. Orada Rahmani ve şeytani ordular arasında var olan niza ve cidal daha da büyük ve o neş’ette galibiyetler daha fazla ve ehemmiyetlidir. Hatta zahir memleketinde var olanlar da oradan inmiş ve mülkte zuhur etmiştir. Şeytani ve rahmani ordulardan birisi orada galip gelecek olursa bu memlekette de galip gelmiş demektir. Ahlak ve sülûk ehli büyük şeyhlerin nezdinde bu makamda nefsle cihad, oldukça büyük bir öneme sahiptir. Belki bu makamı bütün mutluluk ve şekavetlerin, derece ve basamakların kaynağı olarak değerlendirmek de mümkün-dür. Dolayısıyla da insan bu cihadda kendisine oldukça dikkat etmeli-dir.

                              Allah göstermesin bu memlekette rahmani ordular mağlup olur da işbu mekan şeytan ordusundan bir takım gasıp ve ehliyetsizler tarafın-dan işgal edilecek olursa insan daimi bir helakete doğru sürüklenir ki artık bunu telafi edebilmek de müyesser olmaz, şefaatçilerin şefaati kendisine şamil kılınmaz. Allah korusun Erhamu’r-Rahim'in ona gazap, nazarıyla bakar ve belki de şefaatçiler bile sonunda onun düşmanları olu-verir.

                              Şefaatçisi onun düşmanı olan kimsenin vay haline! Allah biliyor ya, bu ilahî gazab ve Hak Teala’nın velilerinin düşmanlığının ardında o kadar azaplar, zulmetler, zorluklar ve bahtsızlıklar vardır ki cehennemin tüm ateşleri bütün zakkumlar, yılanlar ve akrepler bile onun yanında bir hiç kalmaktadır. Allah göstermesin hikmet sahipleri, arifler, riyazet ve sülûk ehli kimselerin bu azaplar hakkında verdikleri haberler biz mustaz’af ve çaresizlerin başına gelsin. Öyle ki tasavvur edebildiğiniz tüm azaplar onun yanında kolay ve rahattır. Duyduğunuz tüm cehennemler onun yanında rahmet ve cennettir.

                              Genellikle Allah’ın kitabı ile enbiya ve evliyanın haberlerinde vasfedilen cennet ve cehennem, amel cenneti ve cehennemidir ve de iyi ve kötü amellerin cezası (karşılığı) için hazırlanmıştır. Bazen örtülü bir şekilde daha önemli olan ahlak cenneti ve cehennemine, bazen de her şeyden daha mühim olan lika cenneti ile firak (ayrılık) cehennemine işaret edilmiştir. Ama hepsi de perde arkasında ve o da ehli için… ben ve sen ise ehli değiliz, ama hiç olmazsa inkar etmeyelim ve Allah-u Teala ile velilerinin dediklerine iman edelim. Olabilir ki, bu icmali ima-nın da bizler için bir faydası olsun. Bazen de yersiz inkar ile ilim ve idrak olmaksızın zamansız yapılan retlerin insan için büyük zararlara yol açması mümkündür ve bu dünya zaten o zararlara iltifat alemi değildir. Mesela falan hikmet sahibi yada falan arif veya falan dervişten senin beğenmediğin ve hoşlanmadığın bir şey söylediğini işitecek olursan hemen batıl ve hayal olduğunu söyleme. Olabilir ki o konunun kitap, sünnet ve aklî bir kaynağı vardır da siz ona rastlama-mış, görmemişsinizdir. Bir fakih mesela az gördüğünüz diyetler ba-bında bir fetva verince, sizin kaynağına müracaat bile etmeden hemen onu inkar etmeniz ile sâlik-i ilallah ya da arif-i billah olan kimselerden birinin ilahî marifetler veya cennet ve cehennemin hali hakkında söy-lediği bir sözü, kaynağını bile araştırmadan hemen onu red ve inkar etmeye kalkışmanız arasında ne fark vardır? Yoksa hakaret ve cesaret-te bulunmak daha mı kolaydır? Olabilir ki o vadinin ehli ve o fennin sahibi olan mezkur şahsın Allah’ın kitabından veya Hidayet İmamla-rı’ndan nakledilen hadislerin birinde bir kaynağı vardır da sizler ona rastlamamışsınızdır. O zaman da siz Allah ve Resulünü inkar etmiş olursunuz. Dolayısıyla özrünüz de kabul edilmez. “Bana göre doğru değildi” veya “ilmim buraya ermemişti” ya da “minber ehlinden onun aksini işitmiştim” gibi özürler kesinlikle makbul değildir. Biz yine de maksadımızdan uzaklaşmayalım; ahlak ve melekeler cenneti ile ahlak ve melekeler cehennemi hakkında söylenenler, duymaya bile takatimiz olmadığı büyük bir musibet konumundadır.

                              Öyleyse ey aziz! Biraz olsun düşün, bir çaresine bak, kendin için necat yolunu ve kurtuluş vesilesini bul, “Erhamu’r-Rahimin” olan Al-lah’a sığın, karanlık gecelerde ağlayıp yakararak o mukaddes zattan bu nefs cihadında sana yardım inayet etmesini iste. Böylelikle inşaallah galip gelirsin, memleketi rahmani kılarsın, şeytan ordularını oradan dışarı çıkarıp evi sahibinin eline verirsin. Böylece Allah da sana o kadar mutluluk, mutluluk ve rahmetler ihsan etsin ki, cennet, huri ve köşklerin nitelikleri hakkında duyduğun her şey onun yanında hiç bir değer ifade etmesin. Bu (rahmet), evliyaullahın bu hak dine bağlı olan millete haber verdiği genel ilahî saltanattır ve aslında o şeylerden daha da yücedir ki ne bir kulak işitmiş, ne bir göz görmüş ve ne de bir insa-nın kalbinden geçmiştir.




                              Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
                              Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

                              Yorum

                              YUKARI ÇIK
                              Çalışıyor...
                              X