Duyuru

Daraltma
Henüz duyuru yok.

KIRK HADİS ŞERHİ..

Daraltma
X
 
  • Filtre
  • Zaman
  • Göster
Hepsini Temizle
yeni gönderiler

    Ynt: KIRK HADİS ŞERHİ..


    5. Bölüm: Takvaya Dair

    Bil ki, “takva”, “vakaye”den türemiştir ve “sakınmak” anlamında-dır. Örf ve rivayet dilinde ise nefsi, Hakk’ın emir ve nehiylerine mu-halefetten sakındırmak ve O’nun rızasına tabi olmak anlamına gelir. Daha çok, şüpheli şeyleri terk ederek tehlikeli şeylere düşmekten nefsi tam anlamıyla korumak anlamında kullanılmaktadır.

    “Kim şüpheli şeylere sarılırsa harama düşer ve bilmediği bir yoldan helak olur.”
    “Koruluğun etrafında gezen bir kimse çok geçmeden koruluğun içine de girer.”

    Bilmek gerekir ki takva her ne kadar kemal mertebelerinin biri de-ğilse de onsuz herhangi bir mertebeye erişmek mümkün değildir. Çünkü nefs haramlara bulaşmış durumda olduğu sürece insanlık yoluna giremez ve o yolda ilerleyemez. Nefsani şehvet ve lezzetlere tabi olduğu sürece insanî kemallerin ilk makamına erişemez. Kalbinde dünya ilgisi ve sevgisi bulunduğu sürece zahitlerin ve orta makamlı kimselerin derecesine ulaşamaz. Nefs sevgisine sahip olduğu sürece ilahî sevgi ve ihlas sahipleri makamına erişemez. Mülk ve melekut kesreti kalbinde olduğu sürece cezbe ehli olanların makamını elde edemez. İsimlerin kesreti zatının batınında tecelli ettiği müddetçe külli fenaya nail olamaz. Kalbi makamlara iltifat ettiği sürece, kamil fena makamına ulaşamaz.

    Değişim içinde olduğu müddetçe de temkin (se-bat ve değişmezlik) makamına erişemez ve de zat, zatî isim makamıyla, onun sırrında (derununda) ezeli ve ebedi tecellisini gerçekleştirmez. O halde halk genelinin takvası haramlardan sakınmadır; hasların takvası müştehiyattan (iştah duyulan şeylerden) sakınmadır; zahitlerin takvası dünyaya ilgi duymaktan sakınmadır; ihlas sahiplerinin takvası nefs sevgisinden sakınmadır; meczupların takvası fiiller kesretinin zu-hurundan sakınmadır; fanilerin takvası isimlerin kesretinden sakınma-dır; vuslata erenlerin takvası fenaya yönelmekten sakınmadır ve tem-kine (sebata) erenlerin takvası da değişimlerden sakınmadır: “Emrolunduğun gibi dosdoğru ol.”

    Bu mertebelerin her birinin, bizim gibiler için hayret ve şaşkınlıktan başka bir netice vermeyen ve de insanın kavramlar perdesinde örtülü kalmasına sebep olan bir takım açıklamaları vardır. Aynı zamanda her meydanın da bir ehli vardır. Bu nedenle takvadan insanın yararına olacak miktarda söz etmekle yetineceğiz.


    Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
    Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

    Yorum


      Ynt: KIRK HADİS ŞERHİ..


      6. Bölüm: Halk Genelinin Takvasına Dair

      Bil ki ey aziz! Bu beden için sağlık ve hastalık ile ilaç ve tedavisi var olduğu gibi, insanın nefsi ve ruhu için de sağlık ve hastalık ile ilaç ve tedavi söz konusudur. Bunun sağlık ve selameti, insanlık yolunda itidal sahibi olması, hastalığı ise insanlık caddesinden sapmasıdır. Nefsani hastalıklar, cismani hastalıklardan binlerce mertebe daha önemlidir. Çünkü cismani hastalıkların sonucu ölümdür ve ölüm erişip de ruh bedenden ayrılınca bütün cismani hastalıklar son bulur, bütün bedensel sıkıntı ve acılar ortadan kalkar. Oysa eğer Allah korusun, kişi nefsani acılar ve ruhsal hastalıklara düçar olmuşsa, beden ölür ölmez ve ruh bedenden ayrılır ayrılmaz, bu hastalığın acı ve sıkıntıları ortaya çıkar.

      Dünyaya duyulan alaka ve bağlılık, insanı kendine yabancılaştıran bir uyuşturucu gibidir. Ruhun istek olarak beden dünyasından ayrıl-ması ise kişiyi yeniden kendine getirir ve insan kendine gelince de za-tının derinliklerinde yer alan hastalık ve acılar hep birlikte saldırıya geçerler ve o zamana kadar küllenmiş ateş gibi saklı duran bütün o acılar birden alevlenir ve bu hastalık ve elemler ya hiç bir zaman orta-dan kalkmazlar veya eğer yok edilebilir şeyler ise de binlerce yıl süren eza ve cefalar ve ateşte kavrulmalar neticesinde ortadan kalkabilirler. “Son çare dağlamaktır” Allah-u Teala da şöyle buyuruyor: “Bunlar cehennem ateşinde kızdırıldığı gün, alınları, böğürleri ve sırtları onlarla dağlanacak.”

      Peygamberlerin misali; tam bir şefkat hissi içinde hastaların sağlı-ğına özen göstererek halleriyle uyumlu reçeteleri veren ve onları hida-yet yoluna ileten şefkatli doktorlar misalidir. “Biz Hakk’ın öğrencile-rinin tabipleriyiz.” Ruhsal ve kalbi ameller ile zahirî ve bedensel amellerin konumu da hastalıkları tedavi etme konumudur. Nitekim her aşamada takvanın konumu da hastalık için zararlı olan şeylerden perhiz konumudur. Bu perhiz söz konusu olmadıkça hiç bir hastalığın esenliğe dönüşmesi ve tabip reçetesinin etkili olması mümkün değildir.

      Cismani hastalıklarda bazen perhiz yapmadan da ilaç ve tabiatın üstün gelmesi mümkündür. Zira tabiat bizzat sağlığı korumaktadır ve ilaç da yardımcısıdır. Ama ruhsal hastalıklarda durum çok daha zarif-tir. Zira mizaç işin başında nefse galebe çalmıştır ve nefis fesada doğru sürüklenmektedir. “Muhakkak ki nefis, kötülüğü emredicidir.” Bu nedenle de en küçük bir perhizlik durumunda hastalıklar üstün gelir ve sağlığı ortadan tümüyle kaldırıncaya kadar bedene sızmaya başlar.
      O halde nefsin esenliğini arzu eden ve kendine şefkat duyan insan, hastalıktan ve elim azaptan kurtulmak için iki çareye sahip olduğunu bilmek durumundadır, birincisi faydalı ve nefsin sıhhatine sebep olacak şeyleri yapmak ve ikincisi de onu hasta edecek şeylerden perhiz etmektir. Bilindiği gibi nefsi, hastalığa sürüklemede haramların zararı, her şeyin zararından daha büyüktür. Zaten haramlar da bu nedenle ha-ram kılınmışlardır. Farzlar da, fayda açısından her şeyden daha önem-lidirler ve de bu yüzden farz kılınmışlardır. Her şeyden üstün, her he-deften incelikli, ilerlemenin ön koşulu, makamların yegane yolu ve in-sanlığın dereceleri bu iki aşamadır. Eğer kişi bunlara riayet ederse mutluluk ve kurtuluş ehli olur. Bu iki takvadan önemlisi de haramlar-dan sakınmaktır. Sülûk ehli de bunu birinci makamdan öncelikli say-mışlardır. Rivayetlere ve Nehc’ul Belağa’nın hutbelerine başvurulunca Masumlar’ın (a.s) da bu aşamaya daha çok önem verdikleri açık bir şekilde anlaşılmaktadır.

      O halde ey aziz! Bu birinci aşamaya büyük bir önem ver ve dikkatli ol. Eğer ilk adımı doğru atar ve ayağını sağlam basarsan, diğer ma-kamlara ulaşman umulabilir. Değilse o makamlara ulaşman mümkün olamaz ve kurtuluşun çok güç hale gelir.

      Büyük şeyh ve değerli arifimiz (Şahabadi) : “Ey insanlar, Al-lah’tan sakının ve kişi yarını için yapıp gönderdiğine baksın” ayetinden sonuna kadar Haşr suresinin son ayetlerinin anlamını düşü-nerek namazların sonunda ve özellikle de kalbin daha yalın olduğu gecenin sonunda okumanın, nefsin ıslahında büyük bir öneme sahip olduğunu söylüyordu. Ayrıca nefs ve şeytanın şerrinden sakınmak için sürekli abdestli olmaya dikkat edilmesini öneriyor ve “Abdest askeri bir giysi gibidir” diyordu.
      Velhasıl ululuğu güçlü ve azameti yüce Allah’tan yalvarıp yakararak bu aşamada sana başarı vermesini ve takva melekesi elde etmede yardımcı olmasını dile.
      Bil ki bu iş sana, ilk önce bir miktar güç gelecektir; ama bir süre devam ettirince zahmetler rahmet ve kolaylığa dönüşecek ve hatta zahmetler; ehli olanların hiçbir lezzete değiştirmediği birer halis rah-mani lezzete dönüşecektir. İnşaallah sıkı bir murakabe ve güçlü bir takva sonucunda bu makamdan nefsani lezzetlerden sakınmak olan hasların takvası makamına erişirsin. Zira bir kez de ruhani lezzeti ta-dınca cismani lezzetlerden yavaş yavaş uzaklaşır ve onlardan perhiz edersin. Böylece yol sana daha kolaylaşır ve sonra fani nefsani lezzet-leri önemsiz saymaya başlarsın. Hatta onlardan nefret bile etmeye baş-larsın. Dünya süsleri gözüne çirkin ve iğrenç görünür ve bu alemin her bir lezzetinin nefsinde bir eser ve kalbinde bu aleme ilgi duymanı şid-detli kılan bir kara leke vücuda getirdiğini anlarsın. Dünyaya duyulan bu ilgi; insanın yeryüzüne çakılıp kalmasına ve ölüm anında zillet, zorluk, zahmet ve baskıya dönüşür. Çünkü daha önce de işaret edildiği gibi; ölüm anında sıkıntılar bu lezzetlerden ve dünyaya duyulan bu il-giden kaynaklanmaktadır. İnsan bu anlamı kavradı mı, bu alemin lez-zetleri tümüyle gözünden düşer, bütün dünyadan ve içindeki süslerden nefret etmeye başlar ve onlardan şiddetle kaçınır. Bu ise takvanın ikinci makamından üçüncü makamına ilerlemeyi ifade etmektedir.

      Bu durumda Allah’a sülûk etme yolu kolaylaşır, insanlık yolu insana daha aydınlık ve geniş bir hal alır, adımları yavaş yavaş Hakk’ın adımlarına dönüşür, riyazeti Hakk’ın riyazeti olur, nefsten ve onun hal ve eserlerinden kaçınmaya başlar, kendinde Hakk’a karşı aşk hissini müşahede eder. Artık cennet, bağ, bahçeler ve hurilerle iktifa etme-meye başlar, başka hedefleri talep eder ve bencillikten nefret etmeye başlar. Böylece nefis sevgisinden sakınır; kendine teveccüh etmekten ve bencillikten uzak durur. Bu da oldukça yüce, yüksek ve velayet ko-kularının yayıldığı ilk mertebedir. Allah-u Teala bu durumdaki kimseye kendi lütuf diyarında yer verir, onun elinden tutar, Hakk’ın has lü-tuflarına nail olur. Sâlik için bundan sonra ortaya çıkacak şeyler yazı-labileceklerin çok üstündedir. Başta, sonda, zahirde ve batında övgü sadece Allah’a özgüdür. Muhammed’e ve temiz Ehl-i Beyt’ine selam olsun.



      Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
      Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

      Yorum


        Ynt: KIRK HADİS ŞERHİ..


        Onüçüncü Hadis: Tevekkül

        بِالسَّنَدِ المُتَّصِل إلَي الشَّيْخِ الجَليلِ ثِقَةِ الإسْلامِ مُحَمَّدِ بْنِ يَعْقُوبَ عَنْ عِدَّةٍ مِنْ أصْحابِنا، عَنْ أحْمَدَ بْنِ مُحَمَّدِ بْنِ خالِدٍ، عَنْ غَيْرواحِدٍ، عن عَلِيَّ بْنِ أسْباط، عن أحْمَدَ بْنِ عُمَرَ الحَلّالِ، عَنْ عَلِيَّ بْنِ سُوَيْدٍ، عَنْ أبي الحَسَنِ الأؤلِ عليه السّلام قالَ: سألُتُهُ عَنْ قَوْلِ اللهِ عَزَّ وَ جَلَّ : وَ مَنْ يَتَوَكَّلْ عَلَي اللهِ فَهُوَ حَسْبُهُ. فَقالَ: التَّوَكُّلُ عَلَي اللهِ دَرَجاتٌ، مِنْها أَنْ تَتَوَكَّلَ عَلَي اللهِ في أُمُرِكَ كُلِّها فَمَا فَعَلَ بِكَ كُنْتَ عَنْهُ راضِياً تَعْلَمُ انَهُ لا يألوكَ خَيْراً وَفَضْلاً وَ تَعْلَمُ أنَّ الحُكْمَ في ذلِكَ لَهُ فَتَوَكَّلْ عَلَي اللهِ بِتَفْويضِ ذلِكَ إلَيْهِ وَثِقْ بِه فيها وَ في غَيْرِها
        “Ali b. Suveyd şöyle diyor: “Hz. Musa b. Ca’fer’e (a.s) aziz ve celil olan Allah’ın “Allah’a güvenen kimseye O yeter” sözünü sordum. Şöyle buyurdu: “Allah’a tevekkül etmenin dereceleri vardır. Bunlardan birisi bütün işlerinde Allah’a tevekkül etmen, O sana ne yaparsa yaptığından razı olman ve O’nun senden hiç bir iyilik ve fazlı esirgemeyeceğini ve bu konuda hüküm vermenin O’na ait olduğunu bilmendir. O halde işlerini Allah’a havale ederek O’na tevekkül et; o ve diğer işlerinde sadece Allah’a itimat et.”


        Şerh


        Hadisin Arapça metninde geçen “helal” kelimesi “hell” satan kimse anlamındadır. “Hell” ise susam yağı anlamındadır. Metindeki 1. Ebu’l Hasan’dan maksat ise Hz. Kazım’dır (a.s) . Nitekim mutlak şekilde Ebu’l Hasan dendiği zaman da Hz. Kazım (a.s) kastedilmektedir. 2. Ebu’l Hasan, Hz. Rıza (a.s), 3. Ebu’l Hasan ise Hz. Hadi’dir (a.s) .

        Kelime anlamıyla “tevekkül”, aczini açığa vurmak ve başkasına güvenip dayanmak demektir. “İttekeltü ala fulanin fi emri” cümlesi “i’temattuhu” anlamındadır. Aslı ise “ivtekeltu” dur. “Hasbuhu” ise “muhsibuhu ve kafihi” anlamındadır. “Ela”, “yelu” ve “elven” ise “kusur etmek” anlamındadır. Bazılarının dediğine göre ise iki mefule geçiş yaptığı takdirde men etmek anlamını ifade etmektedir. Bu görüş de kötü bir görüş değildir ve daha da akıcıdır. Gerçi bunun lüzumu da yoktur ve kusur etmek anlamıyla da uyum içindedir. Nitekim Sihah’ta da bunun aksi istifade edilmekte ve şöyle denilmektedir: “Ela, ye’lu” kelimesi “kassere" ve “Fulanun la ye’luke nushan” anlamındadır. Bundan da anlaşıldığı üzere iki mef’ule geçiş yaptığı zamanda aynı anlamı ifade etmektedir ve tevekkül”, “tefviz” (işi başkasına havale etmekten) başka bir şeydir ve bunların ikisi de “rıza” ve “vusuk” (itimat)’dan farklıdır. Nitekim ileride bu durum açıklanacaktır inşaallah. Şimdi bir kaç bölümde hadisin yorum gerektiren yanlarını yorumlayacağız.



        Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
        Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

        Yorum


          Ynt: KIRK HADİS ŞERHİ..


          1. Bölüm: Tevekkülün Anlam ve Derecelerine Dair

          Bil ki, “tevekkül” ün değişik kesimlerce birbirine yakın birçok ta-nımı yapılmıştır. Bu çerçevede Menazil’us-Sairin’in sahibi şöyle bu-yurmaktadır: “Tevekkül, bütün işleri sahibine havale etmek ve onun vekaletine güvenmek demektir.” Bazı arifler de şöyle buyurmuşlar-dır: “Tevekkül, bedenin kul haline getirilmesi ve kalbin rububiyete bağlanmasıdır.” Yani bedenin güçlerini Hak Teala’ya itaat yolunda sarf etmek, işlerde tasarrufta bulunmamak ve işleri Allah’a bırakmaktır.

          Bazıları da şöyle demişlerdir: “Allah’a tevekkül etmek, kulun bütün arzularını yaratılmışlardan koparması ve onlardan kopup Hakk’a bağlanması demektir.”
          Bütün bu zikredilen tanımlar birbirine yakın anlamlardır ve anlam-larını irdelemeye gerek yoktur. Söylenmesi gereken, bu tevekkülün kimi derecelere sahip olduğu ve bu derecelenmenin kulların meşreple-rinin farklılığından kaynaklandığıdır ve tevekkülün derecelerinin ilmî, kulların Hakk’ın rububiyetine ilişkin marifetine bağlı olmasından ötürü bunun üzerinde durmak gerekmektedir.

          O halde bil ki sâliklerin onsuz bir makama erişemeyecekleri maarif usullerinden birisi, Hakk’ın rububiyet ve malikiyeti ile zat-ı mukadde-sin işlerdeki tasarrufunun mahiyetinin ilmidir ve biz bu hususa ilmî açıdan yaklaşmayacağız. Çünkü bu husus “cebr” ve “tefviz” in ince-lenmesini gerektirmektedir; böyle bir inceleme ise bu sayfaların mak-sadına uygun düşmemektedir. Bunun yerine halkın bu konudaki mari-fet derecelerini açıklamakla yetineceğiz.

          Şunu belirtelim ki halk, zat-ı mukaddesin rububiyetini tanıma hu-susunda birbirinden pek farklı ve muhteliftir. Tevhid ehli olan avam kesimi, Hak Teala’yı bütün temel işlerin, tümel cevherlerin ve eşya unsurlarının yaratıcısı olarak kabul ederken, tasarrufunu sınırlı say-makta ve rububiyetin kuşatıcılığına inanmaktadırlar. Bunlar kimi za-man salt laf olsun diye “İşlerin takdir edicisi Hak’tır, her şey O’nun tasarrufu altındadır ve hiç bir varlık O’nun mukaddes iradesi olmaksı-zın var olamaz” demektedirler. Ama bunlar ne ilim, ne iman, ne görüş ve ne de vicdan açısından bu makamın sahibi değillerdir. Bizim de içinde yer aldığımız bu halk kesimi, Hak Teala’nın rububiyetinin ilmine sahip değildir. Tevhitleri noksandır ve Hakk’ın rububiyet ve egemenliğinden zahirî sebepler yüzünden mahcup (örtülü) kalmışlardır. Bunlar konumuz olan tevekkül makamına lafız ve iddia dışında sahip değillerdir. Bu nedenle de dünyevi işlerde hiç bir şekilde Hakk’a itimat edip dayanmamakta ve zahirî sebepler ve kozmik etkenler dışında hiç bir şeye tevessül etmemektedirler. Eğer bunlar kimi vakit Hakk’a yönelip O’ndan her hangi bir şey talep ediyorlarsa, bu ya taklit yüzünden bir şeydir veya ihtiyata yönelik bir durumdur. Çünkü bu eğilimleri onlara herhangi bir zarar getirmemekte ve menfaatlerine olacağı ihtimali de mevcut bulunmaktadır. Bu durumda onlarda te-vekkülden bir eser vardır. Ama eğer zahirî etkenleri uygun bulurlarsa, bunlar Hak Teala’nın ve O’nun tasarrufundan bütünüyle gafil olurlar. Bu nedenle de “Tevekkül, kazanç ve iş ile çelişmez” sözü yerinde bir sözdür, delil ve nakle de uygundur. Ama Hakk’ın rububiyet ve tasar-rufundan ihticab etmek (örtülü bulunmak) ve etkenleri bağımsız say-mak tevekküle aykırıdır.

          Dünyevi işlerle ilgili tevessül ve tevekkül etmeyen bu kesim, ahiret hususunda ise tevekkülden çok fazla dem vurmaktadır. Hangi ilim ve marifette veya nefis tezkiyesi, ibadet ve itaatte tembellik edip gevşek davranırlarsa, derhal Hakk’a itimattan dem vurup tevekküle sarılırlar. Amel ve çaba olmaksızın sadece “Allah büyüktür” ve “Allah’ın fazlına tevekkül etmişiz” demekle ahiret derecelerini elde etmek isterler. Dünya işlerinde “Çaba ve çalışma, Hakk’a tevekkül ve itimat etmekle çelişmez” derler. Ahiret işlerinde ise çaba ve ameli Hakk’ın fazlına ve O’na tevekkül etmeye aykırı sayarlar. Oysa bu, nefsin hilelerinden ve şeytanın tuzağından başka bir şey değildir. Çünkü bunlar aslında ne dünyevi ve ne de uhrevi işlerde tevekkül ehli değiller ve bunların hiç birinde Hakk’a itimat etmemektedirler. Dünyevi hususları önemsedik-leri için sebeplere meyletmekte, Hakk’a ve O’nun tasarrufuna güven-memekte, buna karşılık uhrevi hususlara önem vermedikleri, ahiret günü ve detaylarına iman etmedikleri için, bu konuda bahaneler üret-mektedirler.




          Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
          Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

          Yorum


            Ynt: KIRK HADİS ŞERHİ..



            Kimi zaman “Allah büyüktür” derler. Kimi zaman Hakk’a ve şefa-atçilerin şefaatine güven duyduklarını ifade ederler. Oysa bunların laf olmaktan öte hiç bir anlamı ve gerçekliği yoktur.

            İkinci kesim ise delil veya nakil ile Hak Teala’nın işlerin takdir edicisi, sebeplerin müsebbibi ve varlık aleminin müessiri olduğunu, kudret ve tasarrufunun sınırsız olduğunu kabul ve tasdik edenlerdir. Bunlar akıl boyutunda Hakk’a tevekkül ederler, yani onların katında tevekkül rüknü aklen ve naklen tamamdır. Bu nedenle kendilerini müvekkel kabul eder ve tevekkülün gerekliliğini delillere dayandırırlar. Zira tevekkülün şartlarını sabit kılmışlardır ve bu şöyle sıralanabilir. Birincisi Hak Teala’nın kulların ihtiyaçlarını bilmesidir. Bir diğeri bu ihtiyacı giderme kudretine sahib olmasıdır. Bir diğeri ise Zat-ı Mu-kaddes’te cimriliğin olmamasıdır. Bir diğeri ise kullara rahmet ve şe-faat etmesidir. O halde kullarına cimrilik etmeyen, bu rahmet, ilim ve kudret sahibine tevekkül edilmesi gerekir. Çünkü O, kullarının imda-dına yetişir ve onlar salih işleri fasitlerinden ayırabilecek durumda olmasalar bile onların maslahatlarına uygun düşeni yapar.

            Bu kesim her ne kadar ilmen müvekkel iseler de, aslında tevekkül-leri iman mertebesine erişmiş değildir. Bu nedenle işlerde sarsıntıda-dırlar ve akılları kalpleriyle çatışma halindedir. Bu durumda akılları mağlup düşmüş demektir. Çünkü kalpleri sebeplere bağlıdır ve Hakk’ın tasarrufundan mahcup (örtülü) haldedirler.

            Üçüncü kesim, Hakk’ın varlıklar üzerindeki tasarrufunu kalben id-rak etmiş, kalpleri işlerin takdir edicisinin Hak Teala olduğuna ve her şeyin egemen ve malikinin Allah olduğuna iman etmiş olanlardır. Bunlar akıl kalemiyle gönül levhalarına tevekkül rüknünü yazmışlardır. Bunlar tevekkül makamının sahipleridir. Ama bu kesim de imanın aşama ve dereceleri hususunda birbirlerinden çok farklıdır. Sonunda tevekkülün kamil ve itminan derecesine ulaşanların kalbinin kamil te-vekkül derecesi ortaya çıkar ve bunlar, sebeplere gönül verip bağlan-mazlar, gönülleri rububiyet makamına doğru kanat çırpar ve O’na it-minan ve itimat besler. Nitekim o arif de tevekkülü, bedenin kulluğa yönelmesi ve kalbin rububiyete bağlanması olarak tarif etmişti.

            Bu zikredilenlerin durumu, kalplerin fiili kesrette vaki olması ha-linde böyledir. Değilse, tevekkül makamından geçer ve maksadın dı-şına çıkarlar.
            O halde anlaşıldı ki tevekkülün dereceleri vardır ve belki de (yo-rumlamakta olduğumuz bu) hadis-i şerif, ikinci kesimin durumuna işa-ret etmektedir.

            Çünkü tevekkülün başlangıcı olarak ilimden söz et-mektedir, ama başka bir itibar ile tevekkülün diğer derecelerine de işa-ret ediyor olabilir. Çünkü tevekkülün başka ayrımlar bakımından da dereceleri mevcuttur ve o da şudur: Sülûk derecelerinde nasıl irfan ve riyazet ehli olanlar mesela kesret makamından yavaş yavaş vahdet makamına erişir ve mutlak fiilî fena (yokluk) birden bire gerçekleş-mezse -aksine tedricen önce kendinde, sonra diğer varlıklarda gerçek-leşirse-, aynı şekilde tevekkül, rıza, teslimiyet vb. makamlar da tedrici olarak gerçekleşir. Mümkündür ki ilk aşamada işlerin bir kısmında ve gizli görülmeyen sebeplerde tevekkül edilsin, sonra da yavaş yavaş mutlak makama erişilsin ve hem zahirî sebeplerde, hem de batınî se-beplerde, hem kendi işlerinde, hem de akraba ve yakınlarının işlerinde tevekkül edilsin. Bu açıdan hadis-i şerifte bunun derecelerinden birisi-nin de bütün işlerde tevekkül edilmesi olduğu buyurulmuştur.



            Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
            Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

            Yorum


              Ynt: KIRK HADİS ŞERHİ..


              2. Bölüm: Tevekkül İle Rıza Arasındaki Farka Dair

              Bil ki, “rıza” makamı “tevekkül” makamından farklı bir şeydir. Rıza tevekkülden daha ulvi ve yüce bir makamdır. Çünkü “Tevekkül eden kimse, kendi hayır ve maslahatını talep etmekte ve Hak Teala’yı hayrın faili kabul ettiğinden, O’nu kendine vekil kılmaktadır. Buna karşılık “razı” (rızayet sahibi kimse) kendi iradesini Hakk’ın iradesinde fani kılmakta ve kendisi için hiç bir şey istememektedir. Nitekim kimi ehl-i sülûka “Ne istiyorsun?” diye sorduklarında “İstememeyi istiyorum” diye cevap vermişlerdir. Zira onun istediği rıza makamıdır.

              Hadis-i şerifte yer alan “O sana ne ederse, ettiğinden razı olman-dır” ifadesinden maksat ise “rıza” makamı değildir. Bu nedenle de bu sözden hemen sonra “Hak Teala’nın yaptığı her şey senin hayrınadır” diye buyurulmuştur. Adeta İmam (a.s), muhatabında tevekkül maka-mını vücuda getirmek istemiştir, bu nedenle de tevekkül için kimi ko-şullar sıralamış ve önce şöyle buyurmuştur “O’nun senden hiç bir iyilik ve fazlı esirgemeyeceğini bil” sonra da şöyle buyurmuş: “ve bu konuda hüküm vermenin O’na ait olduğunu bilmendir.”

              Şüphesiz Hak Teala’nın her şeye kadir olduğunu bilen ve O’nun hayır ve fazlını kaybetmek istemeyen kimse tevekkül makamına erişir. Hadis de tevekkülün bu iki büyük esasını zikretmiş ve belirgin oluşla-rından ötürü diğer iki veya üç esası zikretme gereği duymamıştır.

              O halde, zikredilen koşullardan çıkan netice, Hak Teala’nın yaptığı her şeyin hoşnutluk ve rızayla karşılanmasıdır. Çünkü hayır ve salah bundadır. Bu yolla da tevekkül makamına erişilir ve bu nedenle de so-nuç olarak şöyle buyurmuştur: “Allah’a tevekkül et.”



              Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
              Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

              Yorum


                Ynt: KIRK HADİS ŞERHİ..


                3. Bölüm: Tefviz, Tevekkül ve Sıka Arasındaki Farka Dair

                Bil ki “tefviz” (kulun bütün işlerini Allah’a ısmarlayıp O’na dayanıp güvenmesi) de “tevekkül” den farklı bir şeydir. Nitekim “sıka” (itimat, güven, itminan vb. ) da her ikisinden (tefviz ve tevekkülden) farklıdır. Bu nedenle de bunlar sülûk ehlinin makamlarında ayrı ayrı zikredilmişlerdir. Hace Abdullah şöyle buyuruyor: “Tefviz, tevekkül-den işaret açısından daha latif, mana açısından daha geniştir.” Daha sonra da şöyle buyurmuştur: “Tevekkül tefvizin bir şubesidir.” Çün-kü tefviz; kulun güç ve kudretinin kendinden görmemesi ve bütün iş-lerde kendini tasarrufsuz bilip Hakk’ı tasarruf sahibi kabul etmesidir. Oysa tevekkülde durum bu değildir. Çünkü tevekkül eden kimse, ta-sarruf, hayır ve salahın celbinde Hakk’ı kendine vekil kılar.

                Ama tefviz daha geniş bir anlam ifade etmektedir. Tevekkül de tef-vizin bir şubesidir. Oysa tefviz mutlak anlamıyla bütün işlerdedir. Ay-rıca tevekkül, tevekkülü gerektirecek bir sebep, yani kulun kendisinden ötürü Allah’a tevekkül edeceği bir husus ortaya çıkmadıkça ger-çekleşmez. Tıpkı Peygamber (s.a.a) ve ashabının, “İnsanlar onlara, “düşmanınız olan insanlar size karşı bir ordu topladılar, onlardan korkun” dediler. Bu, onların imanını artırdı da: “Allah bize yeter. O ne güzel vekildir” dediler” ayetinde belirtildiği üzere müşrikler-den korunmak için Allah’a tevekkül etmeleri gibi.

                Oysa tefviz sebebin ortaya çıkmasından öncedir. Nitekim Resulullah’tan rivayet edilen bir duada şöyle yer almıştır: “Allahım! Nefsimi sana teslim ettim, sırtımı sana dayadım ve işlerimi sana tefviz edip ısmarladım.”

                Kimi zaman da tefviz sebepten sonradır. Firavun ailesindeki mümin kul Habib-i Neccar’ın tefvizi gibi.

                Bu zikrettiklerim, tanınmış arif Abdurrezzak Kaşani’nin, kamil arif Hace Abdullah’ın sözleri hakkında yaptığı izahın özetle tercümesinden ibarettir. Hace’nin kendi sözleri de buna delalet etmektedir.

                Lakin tevekkülün, tefvizin bir şubesi olduğu hususu tartışmalıdır. Hakeza tefvizin tevekkülden daha genel bir anlam taşıdığı konusu da açık bir müsamahadır. Ayrıca tevekkülün, sebeplerin meydana geli-şinden sonra olduğunun da bir delili yoktur. Aksine her iki yerde de tevekkül olabilir. Hadis-i şerifte, “İşi Allah’a tefviz ederek tevekkül et” diye buyurulması da tevekkülün insanın sadece kendi tasarrufunu görmesiyle mümkün olduğuna işaret olabilir. Bu yüzden, kendine ait kabul ettiği bir işte kendisi için vekil tutmaktadır ve İmam (a.s) da in-sanı tevekkül makamından tefviz makamına yüceltmek ve de insana Hak Teala’nın tasarruf hususunda vekili olmadığını, aksine Allah’ın kendi mülkünde tasarruf ettiğini ve kendi memleketinin maliki oldu-ğunu anlatmak istemiştir. Hace Abdullah’da Menazil’us Sairin’de, te-vekkülün üçüncü makamında bu anlama işaret etmiştir.

                “Sıka” da “tevekkül” ve “tefviz” den farklıdır. Nitekim Hace (Ab-dullah) şöyle buyurmuştur: “Sıka; tevekkülün gözbebeği, tefviz daire-sinin merkezi ve kalbin teslimiyet ocağıdır.”

                Yani bu üç makam itimat etmeksizin gerçekleşmez. Bu makamların ruhu Allah-u Teala’ya sıka (itimad) etmektir ve kul Hak Teala’ya gü-ven duymadıkça bunlara erişemez.

                O halde böylece İmam’ın (a.s) tevekkül ve tefvizden sonra “Onda ve diğerlerinde Allah’a sıka (itimat) et.” Demesinin nedeni de anlaşılmış oldu.




                Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
                Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

                Yorum


                  Ynt: KIRK HADİS ŞERHİ..


                  Ondördüncü Hadis: Hafv ve Reca

                  بِسَنَدِيَ المُتَّصِلِ إلي مُحَمَّدْ بْنِ يَعْقُوبَ ثِقَهِ الإسْلام وَ عِمادِ المُسْلِمينَ عَنْ عَِّدهٍ مِنْ أصْحابِنا، عَنْ أحْمَدَ بْنِ مُحَمَّدٍ، عَنْ عَلِيَّ بْنِ حَديدٍ، عَنْ مَنْصُورِ بْنِ يُونُسَ، عَنِ الحارِثِ بْنِ المُغيرَة أوْ أبيه، عَنْ أبي عَبْدِ اللهِ عليه السّلام قالَ: قُلْتُ لَهُ: ما كانَ في وَصِيَّة لُقْمانَ؟ قالَ: كانَ فيهَا الأعاجيبُ وَكانَ أعْجَبَ ما كانَ فيها اَن قال لابنِهِ: خَفِ اللهَ عَزَّ وَ جَلَّ خيفةً لَوجِئْتَهُ بِبِرِّالثَّقَلَينِ لَعَذَّبَكَ وَار‎ْجُ الله رَجاءً لَو جِئتَهُ بِذُنُوبِ الثَّقَلَين لِرَحِمَكَ. ثُمَّ قَالَ اَبُو عَبدِ الله، عَلَيهِ السَّلام، كانَ ابيِ يَقُولُ: اِنَّهُ لَيسَ مِن عَبْدٍ مُؤمِنٍ اِلا و في قَلبِهِ نُورانِ: نور خِيفَةٍ و نورُ رَجاءٍ، لَوْ وُزِنَ هذا لمَ يَزِدْ علي هذا و لَو وُزِنَ هذا لم يَزِد علي هذا.

                  “Ravi şöyle diyor: “Hz. Sadık’a (a.s) Lokman’ın vasiyetinde ne olduğunu sorunca şöyle buyurdu: “Onda hayret verici şeyler vardı, en hayret vericisi de oğluna şunu söylemesiydi. : “İnsanların ve cinlerin bütün itaatlerini yerine getirsen bile Allah’tan (c. c) sana azap ede-cekmiş gibi kork (havf) ve insanların ve cinlerin günahlarını işlemiş olsan bile seni bağışlayacakmış gibi Allah’tan ümitvar ol (reca) .” Hz. İmam Sadık saha sonra şöyle buyurdu: “Babam şöyle diyordu: “İnanmış kulun kalbinde mutlaka iki nur bulunur. Korku nuru ve ümit nuru. Öyle ki eğer bu tartılırsa diğerinden ağır gelmez ve eğer o tartı-lırsa bundan ağır gelmez.”


                  Şerh

                  Cevheri Sihah’ta şöyle diyor: “Eacib” kelimesi “e’cube” nin çoğu-ludur. Nitekim “ehadis” kelimesi de “ehduse” nin çoğuludur. Bazıları-nın dediğine göre “ecube” kelimesi güzelliği veya çirkinliği insanı şaşkınlığa düşüren şey anlamındadır. Burada maksat birincisidir ve anlaşıldığı kadarıyla bu kelime, aslında, güzelliği insanı şaşkınlığa dü-şüren şey anlamındadır. Ama müsamaha edilerek genel anlamda da kullanılmaktadır. “Birr” kelimesi de “ukuk” kelimesinin çoğuludur. “Fulanun yeberru halikehu” cümlesi “ona itaat ediyor” anlamındadır. Nitekim Cevheri de bunu açıkça belirtmiştir. “Sekeleyn” kelimesi ise “ins ve cin” anlamındadır.

                  Bu hadis-i şerif korku (havf) ve ümidin (reca) her ikisinin de kamil derecede olması gereğine delalet eder ve rahmetten bütünüyle ümitsiz-liğe kapılmak ile düzenden bütünüyle güvende olduğunu düşünmenin yasak olduğunu bildirir. Bu konuya bir çok hadisler delalet etmekte ve Kitab-ı Kerim’de açık bir şekilde belirtilmektedir. Ayrıca ikisin-den (havf ve recadan) herhangi biri, diğerinden öne geçmemelidir ve biz inşaallah bu konuyu ve hadis-i şerifin işaret ettiği sair hususları bir kaç bölüm halinde ele alacağız


                  Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
                  Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

                  Yorum


                    Ynt: KIRK HADİS ŞERHİ..


                    1. Bölüm: Arif İnsanın İki Bakışı Olduğuna Dair

                    Bil ki hakikatlerin arifi ve “mümkün’ul vücud” ile “vacib’ul vücud” (c.c) arasındaki nispeti bilen insanın iki bakışı vardır.

                    Birincisi, kendinin ve kainattaki diğer “mümkün varlıklar”ın zatî noksanlığına bakmaktır. Bu bakışta ilmen ve aynen, bütün mümkün varlıkların noksanlık zilletinde bulunduklarını ve imkan, yoksulluk ve ihtiyaç batağına dalmış bir halde olduklarını, hiç bir şekilde kendile-rinden herhangi bir şeye sahip olmadıklarını, sırf noksanlık, düşüklük ve mutlak yetersizlik içinde olduklarını anlamasıdır ki belki bu ifadeler bile bu durumu anlatmak için yetersiz kalmakta ve başka bir şekilde ifade edememekten kaynaklanmaktadır. Zira yoksulluk ve ihtiyaç “şey olma”nın (nesnelliğin) bir fer’idir ve oysa bütün mümkünat ve yaratılmışlar kendinden herhangi bir şeye sahip değildir. Dolayısıyla, kişi bu bakışta velev ki rububiyetin mukaddes huzurunda her türlü ibadet, taat, iyilik ve marifetleri yerine getirse bile, boyun büküklüğü, utanç, zillet ve korkudan başka bir şey elde etmiş olamaz. Ne ibadet ve taatıymış bu? Kimden ve kim için? Bütün övgüler O’na aittir ve “mümkün” varlıklar onda herhangi bir tasarrufa sahip değildir. Hatta “mümkün” ün tasarrufundan Hakk’ın övgü ve senasının izharının nok-sanlığı ortaya çıkmaktadır ki şimdi biz bu konuya değinmeyeceğiz. Bu makam hakkında şöyle buyurulmuştur: “Sana gelen her iyilik Al-lah’tandır, sana gelen her kötülük de kendi nefsindendir.” Nite-kim birinci makam için de şöyle buyurmuştur: “De ki: “Hepsi Al-lah’tandır.”

                    Konuşmacı bu makamda şöyle der:

                    “Yaratılış kalemi için hata düşünülmez dedi pirimiz.

                    Aferin o hatalar örten pak nazara.”

                    Pirin sözü ikinci makama, konuşmacının sözü ise birinci makama ilişkindir. O halde bu bakışta insanı korku, hüzün ve utanç çepeçevre sarar.

                    İkincisi de Vacib’ul Vücud’un kemaline ve O’nun rahmet, yardım ve lütuf genişliğine bakmaktır. Bunlara baktığında, aklın anlamayacağı kadar büyük olan bütün bu rahmetlerin, varlıklarda kabiliyet ara-maksızın verilen şeyler olduğunu görür. O, kullarına hak etmedikleri halde bütün lütuf ve bağış kapılarını açmıştır. O’nun nimetleri isten-meden verilen nimetlerdir. Nitekim Hz. Seyyidu’s-Sacidin Zeyn’el-Abidin (a.s) “Sahife” ve gayrisinde yer alan bir çok dua ve münaca-tında buna işaret buyurmuşlardır. Bu durumda kişinin recası (ümidi) güç kazanır ve Hakk’ın merhametinden ümitvar olur. Keremliliği salt yardım ve rahmetinden ileri gelen kerim ve de bizim istememize ve kabiliyetimize gerek olmaksızın bize bütün akılların idrakinden aciz kalacakları oranda bunca yardım ve inayetlerde bulunan, günah ehlinin isyanlarının O’nun geniş memleketinde her hangi bir gedik açmadığı ve taat ehlinin itaatlerinin O’na her hangi bir ilavede bulunmadığı bir Malik’ul-Müluk’tür O. O’nun insanları taat yollarına hidayet etmesi ve o Zat-ı Akdes’in insanları isyandan menetmesi, sadece kendi kerimane yardım ve rahmetini daha da genişletmek istemesinden kaynaklan-maktadır ve bu yolla insanları kemal makamlarına ve kemaliye derecelerine ulaştırıp noksanlık, çirkinlik ve şaşkınlıktan uzaklaştırmak istemektedir. O halde O’nun izzet ve celal dergahına O’nun rahmet ve inayet huzuruna vardığımızda şunları arz etmemiz icab eder: “Rabbimiz, bize varlık giysisini giydirdin, müdriklerin idrak edemeye-ceği kadar geniş bir biçimde hayatımızı en güzel şekilde sürdürmemizi sağlayacak imkanlar bahşettin, bize bütün hidayet yollarını gösterdin. Bütün bu inayetler sadece bizim yararımıza ve rahmet ve nimetinin genişlemesi içindir. . Bizler şuanda ağır günahlarla yüklü olarak senin kerem diyarına ve senin izzet ve saltanat huzuruna gelmiş bulunuyoruz. Ama günahkarların günahları senin düzenine herhangi bir halel getirici değil ve senin memleketinde herhangi bir gedik açıcı değildir. Senin huzurunda bir avuç topraktan başka bir şey olmayan şu varlığa ne edersin rahmet ve inayet etmekten başka? Senin dergahından rahmet ve ümitten başka bir şey beklenir mi?”

                    O halde insan her zaman bu iki nazar arasında gidip gelmelidir. Ne kulluğu hakkında kendi kusur ve günahlarına göz yummalıdır ve ne de Hakk’ın (c. c) rahmetinden ve O’nun yardım, nimet ve lütuf genişli-ğinden umut kesmelidir.



                    Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
                    Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

                    Yorum


                      Ynt: KIRK HADİS ŞERHİ..


                      2. Bölüm: Havf ve Reca’nın Aşamalarına Dair

                      Ey aziz! Bil ki; havf ve recanın, kulların durumlarına ve marifet mertebelerine uygun aşama ve dereceleri vardır. Nitekim halkın geneli azaptan havf ettiği (korktuğu) gibi, havasın (seçkinlerin) korkusu kı-nanmaktan, ehassın (en seçkin olanların) korkusu da ihticabtan (örtülü kalmaktan) dolayıdır. Ama biz şu anda bunları izah etmek konumunda değiliz ve önceki konumuzla ilgili şeyleri başka bir beyanla izah etmeye çalışacağız.

                      O halde bil ki hiç bir yaratılmış, Hak Teala’ya hakkıyla ibadet edemez. Çünkü ibadet; O Zat-ı Mukaddes’in makamını övmek ve yü-celtmektir. Herkesin övülmesi de o kimseyi tanımayı gerektirir ve kul-ların ümit elleri O’nun izzet, celal ve marifetine gerçek anlamda erişe-cek bir durumda olmadığından, O’nu hakkıyla övecek bir konuma erişmeleri de mümkün değildir. Nitekim yaratılmışların en şereflisi ve varlıkların rububiyet makamını en iyi bilen (Peygamber) bile noksan-lığını itiraf etmiş ve şöyle arz etmiştir: “Sana hakkıyla ibadet edemedik ve seni hakkıyla tanıyamadık.” Bu ikinci ifade, birincisinin gerekçesi durumundadır. Hakeza şöyle buyurmuştur: “Sen kendi kendini yüceltip ululadığın gibisin.” O halde zatî kusur, mümkün varlıkların hakkıdır ve zatî yücelik ise azameti yüce Zat-ı Kibriya’ya mahsustur.

                      O halde kullar Zat-ı Mukaddes’i yeterince yüceltip O’na tam anla-mıyla ibadet edecek durumda olmadıklarından ve hiç bir kul hakkın marifet ve ubudiyeti olmaksızın kemal makamına erişemediğinden -Nitekim bu ahiret alimleri nezdinde delille ispat edilmiş bir husustur, ama halk geneli bu durumdan gafildir, uhrevi makamları boş veya ona benzer bir şey saymaktadırlar ki yüce Allah bundan münezzehtir- Hak Teala kendi kapsamlı lütfü ve geniş rahmetiyle peygamberler ve me-leklere talimat, vahiy ve ilham yoluyla kullarının yüzüne bir marifet ve inayet kapısı aralamıştır ve bu kapı, ibadet ve marifet kapısıdır. Kendi ibadet yollarını kullarına öğretmiş ve önlerine marifet kapılarını açmıştır ki kendi yetersizliklerini olabildiğince telafi edebilsinler, ke-male erişmeye çalışsınlar, kulluk nurundan feyz alıp hidayete erişsinler ve Hakk’ın kerem diyarına, ruh, reyhan ve cennet-i naime ve hatta Allah’ın en yüce rızasına kavuşsunlar.

                      O halde ibadet ve ubudiyet kapısının açılması, bütün kulların şük-ranla karşılaması gereken büyük nimetlerden biridir ve bu nimetin şükrünü eda etmeye kimsenin gücü yetmez. Aksine her şükür, kulların şükründen aciz oldukları yeni bir kerem ve lütuf kapısıdır. O halde in-sanın kalbi bu durumdan haberdar olduğu oranda kendi yetersizliğin bilincine erişir ve velev bütün ins ve cinnin ibadetlerinin tümünü tek başına eda etse bile yine de korku ve yetersizlik yükünü sırtından ata-mayacağını anlar. Hakk’ın arif kulları ve O’nun has velileri, yüzlerine keder sırrından bir kapı açılmış olmasına ve gönülleri marifet nuruyla aydınlanmış olmasına rağmen kalpleri öylesine büyük bir korkuyla tit-rer ki velev bütün kemalatı elde etseler, bütün marifet anahtarları elle-rine verilse ve gönülleri ilahî tecellilerle dolup taşsa da korkularının zerresi bile eksilmez ve titremeleri hiç bir şekilde hafiflemez. Nitekim onlardan biri şöyle demiştir: “Herkes işin sonundan korkar, bense baş-langıcından.”
                      “Suphanallah ve la havle vela kuvvete illa billah.”

                      Allah-u Teala’ya sığınırım. Allah biliyor ya, insanın kalbi bu kelam karşısında parça parça olmalı, gönlü korkudan erimeli ve çöllere düş-melidir. İnsan ne kadar da gafildir!


                      Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
                      Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

                      Yorum


                        Ynt: KIRK HADİS ŞERHİ..


                        Diğer bir husus da daha önce başka bir hadisin şerhinde de ifade et-tiğimiz gibi bütün taat ve ibadetlerimizin kendi ihtiyaçlarımızı tatmine yönelik olması ve bizi harekete geçiren şeyin nefis sevgisi olmasıdır. Oysaki asıl züht ahiret için olmalıdır ve bu bile hürler nezdinde dünya için zühdün ta kendisidir.

                        Özetle ins ve cinnin bütün ibadetlerini tek başımıza eda etsek bile, bize rububiyet dergahından uzaklaşma dışında herhangi bir istihkak elde edemeyiz. Hak Tebareke ve Teala bizi kendine yakın bir makama ve ünsiyet dergahına çağırmış “Seni kendim için yarattım.” diye bu-yurmuş, yaradılışın maksadını ilahî marifete erişmek olarak belirlemiş ve bize marifet ve kulluk yolunu göstermiştir. Ama bizler bütün bun-lara rağmen mide ve şehvetimizi tatmin etmenin dışında hiç bir şeyin peşinde değiliz ve bencilliğin dışında herhangi bir maksat gütmemek-teyiz.

                        O halde ey biçare insan! Eğer taat ve ibadetlerin bile seni rububiyet makamından uzaklaştırıyor, kınanıp sorgulanmana yol açıyorsa, o halde güvendiğin şey nedir? Niçin Allah’ın şiddetli azabının korkusu seni huzursuz etmemekte ve yüreğini kanatmamaktadır. ? Başka bir dayanağın var mı? Kendi amellerine mi güveniyorsun yoksa?

                        Eğer öyleyse eyvahlar olsun senin haline ve kendin ile Malik’ul Müluk hakkındaki marifetine! Ama eğer Hakk’ın ihsan ve keremine, rahmete yönelik recaya (umuda) ve Zat-ı Mukaddes’in inayetinin kap-samlılığına itimat ediyorsan, evet gerçekten de yerinde ve dosdoğru bir şeye güvenmişsin ve uygun bir sığınağa sığınmışsın demektir.

                        Allahım! Yarabbi! Bizler yetersiz insanlarız, kendimiz de biliyoruz ki önemsiz ve naçiz kişileriz ve senin dergahına layık değiliz. Baştan ayağa noksan ve ayıplıyız, batın ve zahirimiz günah kirleriyle örtülü-dür. Biz kimiz ki seni yüceltip ululamaya kalkışalım? Velilerin bile “Bu aciz dilimle mi sana şükredeyim?” demiş ve acz, zaaf ve yeter-sizliklerini ilan etmişlerken, biz günah ehli ve yüce dergahından mah-rumlar sana ne diyelim? Diyebileceğimiz tek şey senin rahmetinin ge-nişliğini ümit ettiğimizdir, umut ve dayanağımızın senin fazl ve mağ-firetin, kerem ve cömertliğin olduğunu belirtmemizdir. Nitekim senin velilerin de şunu ifade etmişlerdir:
                        Hz. İmam Bakır şöyle buyurmuştur: “Allah Resulü (s.a.a) Allah Tebarek ve Teala’nın şöyle buyurduğunu aktarmıştır: “Amel edenler benim sevabım için ettikleri amellerine güvenmesinler. Onlar bütün ömürleri boyunca olanca gayretleriyle bana ibadet etseler bile, yine de hakkıyla ibadet etme hususunda kusurdan kurtulmuş olamazlar ve bu amelleriyle benden istediklerine, cennetlerimdeki kerem ve lütuflarıma ve katımdaki yüce mertebelere erişemezler. O halde benim rahmetime bel bağlasınlar, benim fazlımdan ümitvar olsunlar ve benimle ilgili olarak hüsnü zan beslesinler ki rahmetim onlara erişsin, ihsanım onları rızama ulaştırsın ve mağfiretim onlara af örtüsünü giydirsin. İşte o Rahman ve rahim olan Allah benim ve bu isimle anılırım.”

                        Hakeza korkunun sebeplerinden bazısı da Allah’ın şiddetli azabını düşünmek, ahiret yolunu kat etmenin inceliği, hayat ve ölüm günle-rinde insanı tehdit eden tehlikeler, berzah ve kıyamet zorlukları ve hesab ve tartı hususunda Allah’ın insanı inceden inceye hesaba çek-mesidir.

                        Rivayete göre Hak Teala kıyamet günü rahmetini öylesine yaracak-tır ki şeytan bile Hakk’ın bağışlamasına tamah edecektir. Rivayetler-de de yer aldığı üzere Allah’ın yarattığı günden beri lütuf nazarıyla bakmadığı ve diğer alemlere oranla zerre kadarı dışında bir rahmetin nazil olmadığı bu dünyada bile, Allah’ın rahmet, nimet ve mağfireti her şeyi kuşatmış ise, görülen ve görülmeyen her şey Hak Teala’nın nimet ve bağış sofrası ise ve de istediği takdirde bütün alem, zerre kadar rahmetini dahi ihata edemiyorsa, o halde yücelik alemi ve Allah’ın bağış yeri olan, rahimiyet ve rahmaniyetinin sonsuz şekilde tecelli ettiği o alemde Allah Tebarek ve Teala neler yapacaktır acaba? Şeytanın rahmete tamah etmesi ve Hakk’ın bağışına ümit bağlaması yerindedir.

                        O halde Hak Teala’yla ilgili hüsnü zannını mükemmelleştir ve O’nun fazlına güven “Allah bütün günahları bağışlar.” Allah-u Teala bütün günahları bağışlar ve tümünü kendi lütuf ve rahmet der-yasına gark eder. Hakk’ın vaadinde hilaf hiç bir şekilde mümkün de-ğildir, ama vaidde (cezalandırma hususunda) bir hilafın olması müm-kündür. Bu pek çok defa vaki de olmuştur. O halde O’nun kamil rah-metinden gönül hoşnutluğu duy, eğer Hakk’ın rahmeti sana erişme-seydi var olman bile mümkün olamazdı, mahluk olamazdın ve her mahluk (yaratılmış) merhumdur (rahmet edilmiştir) . “Rahmeti her şeyi kuşatmıştır ...”


                        Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
                        Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

                        Yorum


                          Ynt: KIRK HADİS ŞERHİ..


                          3. Bölüm: Reca (Ümit) İle Gurur Arasındaki Farka Dair

                          Ama ey aziz! Reca ile gururu birbirinden ayırmada dikkatli davran. Gurur ehli olmana rağmen kendini reca ehli sanabilirsin. Bunları temel noktasında birbirinden ayırmak ise kolay ve mümkündür. Acaba sende meydana gelen bu durum, Hakk’ın emirlerini önemsememen ve Hakk’ı ve O’nun emirlerini küçümsemenden mi kaynaklanmıştır, yoksa o Zat-ı Mukaddes’in rahmet ve azametine olan inancından mı? Eğer bunu ayırmak zor gelirse, sahip olunan durumun meydana çıkardığı etkilere bakarak bir ayrıma gidilebilirsin. Gönülde Hakk’ın azameti yer etmişse, eğer kalb o Zat-ı Mukaddes’in rahmet ve ihsanının kapsamlılığına iman etmiş ise, itaat ve kulluğa yönelir, o doğrultuda hareket eder. Çünkü azimin ve nimet bahşedicinin ululanması ve O’na kulluk edilmesi fıtri bir durumdur ve yanılmasının düşünülmesi söz konusu değildir. O halde eğer kulluk görevlerini ifa etmede ve itaat ve kullukta ciddi dav-ranıyor, amellerine fazla güvenmiyor, onları bir şey saymıyorsan ve Hakk’ın rahmetine umut bağlayıp yaptıklarından ötürü her türlü kınamaya müstahak olduğunu kabul ediyorsan ve mutlak cömert zatın rahmetine güveniyorsan, bu durumda reca’ makamına sahipsin demektir. Allah Tebarek ve Teala’ya şükret ve O’ndan bu durumu kalbinde sağlamlaştırmasını ve sana daha yüce bir makam ihsan etmesini niyaz et. Ama eğer Allah göstermesin, Hakk’ın emirlerini önemsemez bir haldeysen ve Zat-ı Mukaddes’in buyruklarını değersiz şeyler hükmünde görüyorsan, bil ki bu durum kalbinde yer etmiş gu-rurdur ve şeytan ile nefsi emmarenin tuzaklarında biridir. Eğer Hakk’ın rahmet ve azametine imanın varsa, bu imanın sende etkileri görülür. Amelleri iddiasına ters düşen kişi kendi kendini yalanlar durumdadır. Bunun muteber hadislerde pek çok dayanağı mevcuttur:

                          “Ravi şöyle diyor: “Hz. Sadık’a (a.s) şöyle dedim: “Halktan bir bö-lümü günah işledikleri halde “Biz ümidvarız (reca ehliyiz) diyor ve bu durumlarını ölünceye değin sürdürüyorlar.” İmam şöyle buyurdu: “Onlar yersiz arzuların peşine düşmüş kimselerdir. Dedikleri yalandan ibarettir. Reca ehli değillerdir. Bir şeyi umup dileyen kişi, onu elde etmek için gayret eder, bir şeyden korkan kişi de o şeyden kaçınıp firar eder.”

                          Kafi-i Şerif’te bu anlama delalet eden başka bir rivayet daha mev-cuttur:

                          Ravi şöyle diyor: “Hz. Sadık’ın şöyle buyurduğunu duydum: “Mümin kişi hem korku (havf) ve hem de ümit (rece) içinde olmadıkça inanmış olamaz ve korktuğu ve ümit ettiği şey için amel etmedikçe de korku ve ümit içinde olamaz;”

                          Kimileri de şöyle demiştir: “Amel etmediği halde beklenti ve reca sahibi olanın durumu, etkenleri devreye sokmadığı halde sonuç bekle-yip uman kişinin durumuna veya tohum ekmediği ya da toprağı koruyup gözetmediği, sulamadığı ve engelleri ortadan kaldırmaya çalışmadığı halde ürün bekleyen çiftçiye benzer. Buna reca sahibidir denilemez. Olsa olsa ahmak ve budala biridir o.

                          Ahlak ıslahına yönelmediği ve günahlardan sakınmadığı halde amel eden kişinin durumu da çorak yere tohum ekenin durumuna benzer. Şüphesiz böyle bir ziraattan hiç bir netice alınamaz. O halde istenen ve güzel görülen ümit, kişinin tasarrufu altında olan, Hak Teala’nın kamil inayetiyle kudret inayet buyurduğu, kendisine doğru ve yanlış yolu gösterdiği, emir ve nehiy buyurduğu tüm sebepleri icad etmesiyle mümkündür. İşte bundan sonra Allah’ın ezeli inayetiyle kendi tasarrufunda olmayan sebepleri temin etmesini ve tüm engelleri orta-dan kaldırmasını ümit edebilir.

                          O halde eğer kul; gönül tarlasını, fasit ahlak dikenlerinden ve günah taşlarından arındırıp amel tohumlarını eker ve bu tohumları halis yararlı ilim ve iman suyuyla sular ve kendini beğenmişlik, riya ve benzeri bitkinin yeşermesine engel olan zararlı otları bu tarladan uzak tutmaya gayret ettikten sonra Hak Teala’nın kendisini korumasını ve akıbetini hayırlı kılması için Hak Teala’nın inayet ve ihsanını ümit ederse bu ümit ve reca güzeldir. Nitekim Hak Teala şöyle buyurmaktadır:
                          “İman edenler, hicret edenler ve Allah yolunda cihat edenler Allah’ın rahmetini umarlar.”


                          Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
                          Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

                          Yorum


                            Ynt: KIRK HADİS ŞERHİ..


                            4. Bölüm: Havf ve Reca’nın Birbirine Denk Olması Gerektiğinin Sebebine Dair

                            Bu Hadis-i şerifin devamında, havf ve recanın birbirinden üstün tu-tulmaması ve yekdiğerine denk olması gerektiği zikredilmiştir. Nitekim mürsel bir hadiste Hz. İmam Sadık, İbn-i Ebi Umeyr’e bu anlamı ifade etmiştir. İnsan ibadet hususundaki yetersizliğini idrak ettiğinde, ahiret yolunun çetinliğini düşündüğünde büyük bir havfa (korkuya) kapılır. Günahlarını düşündüğünde, başları iyi olduğu halde sonraki durumları kötü olan, kötü akıbete maruz kalan, imansız ve salih amelsiz dünyadan göçen kendinden önceki kişilerin halini değerlendirdiğinde, korkusu daha da şiddetlenir. Kafi’de yer alan bir hadiste Hz. İmam Sadık (a.s) şöyle buyurmaktadır: “Mü’min, iki korku arasındadır: İşlenmiş günah korkusu ki, Allah’ın kendisine ne tür bir ceza vereceğini bilmez ve geriye kalmış ömrünün korkusu ki, onda da ne tür helak edici şeylere maruz kalacağını bilmez. Bu nedenle de korkuyla yatıp kalkar ve onu korkudan başka bir şey ıslah etmez.”

                            Kafi’de Hz. Sadık’tan (a.s) nakledilen hadiste yer alan Resul-i Ek-rem’in (s.a.a) bir hutbesi de bu manaya delalet etmektedir. Özetle insan daima nihai derecede noksanlık ve kusur içinde, Hak ise daima nihai derecede mükemmellik, yücelik, bağışlayıcılık ve ihsan konumun-dadır ve kul bu iki durum arasında her zaman için hem korku (havf) ve hem de umut (reca) mertebesindedir ve sâlikin kalbinde esma-i celaliye ve cemaliye birbirine denk bir şekilde tecelli ettikleri için, havf ve reca birbirine denk durur, biri öbürüne ağır basmaz.

                            Kimleri de şöyle demiştir: “Bazen havf (korku) insan için daha ya-rarlıdır; sağlık ve esenlik zamanları gibi. Bu durumda korku insanı salih amele ve kemale sürükler. Kimi zamanlar da reca (ümit) daha yararlı-dır, sağlık ve esenlik zamanları gibi. Bu durumda korku insanı salih amele ve kemale sürükler. Kimi zamanlar da reca (ümit) daha yararlıdır. Ölüm belirtilerinin ortaya çıktığı zamanlar gibi. Bu durumda insan Hak Teala’yı daha sevimli bir halet içinde mülakat eder. Ama bu yorum, daha önce söylenenlere ve zikredilen hadislere uygun düşmemektedir. Çünkü sevimli ve olumlu ümit de insanı salih amele ve ahireti kazanmaya sürükler ve Hak’tan korku duyma da her zaman sevimlidir ve de güvenilir umuda ters düşmektedir.

                            Kimileri de şöyle demiştir: “Havf, ahiret yurdunda nefsani faziletler ve aklî kemallerden biri değildir. Sadece amel yurdu olan dünyada ibadetlerin yerine getirilmesini ve günahların terk edilmesi için yarar-lıdır. Ama dünyadan ayrıldıktan sonra herhangi bir yarar sağlamaz. Oysa reca (umut) dünyadan ayrıldıktan sonra da ahirette bakidir. Çün-kü kul Allah’ın rahmetine ne kadar nail olsa, Hakk’ın fazlına olan işti-yakı o oranda artar. Zira Hakk’ın rahmet hazineleri bitmek nedir bil-mez. O halde havf geçici, reca ise kalıcıdır.

                            Muhakkik muhaddis Meclisi (r.a) şöyle buyurmaktadır: Hak olan şudur: Kul teklif yurdu olan dünyada kaldığı müddetçe, kendisi için hem havf ve hem de reca vazgeçilmez şeylerdir. Ama ahiret diyarına intikal ettikten sonra mutlaka bunlardan biri diğerine üstün bir konuma yükselecektir.”

                            Yazara göre ise ahiret aleminde korku ve ümidin galebe çalmasıyla ilgili olarak söylenen bu sözler, ümit ile ilgili zikrettiğimiz anlama uy-gun düşmemektedir ve doğru bile olsa, bu korku ve ümitleri mükafata yönelik olan orta dereceli kimseler için geçerli olabilir.

                            Oysa has kulların ve evliyanın durumu bundan çok farklıdır. Zira azamet ve celalin müşahede edilmesi, lütuf ve cemal isimlerini kalpte tecelli etmesiyle ortaya çıkan korku ve ümit, ahiret durumunun müşa-hedesiyle ortadan kalkmaz ve birbirine galebe çalmaz. Tersine ahiret aleminde celal ve azametin eserleri ve cemal ve lütfün tecellileri daha fazladır ve Hakk’ın azametinden kaynaklanan korku, ruhani lezzetler-den biridir ve bu, “İyi bil ki Allah’ın velilerine (sevdiklerine, dost-larına) korku yoktur ve onlar mahzun olmayacaklardır” ayet-i kerimesine de ters düşmemektedir. Düşünüldüğünde bunun böyle ol-duğu görülür. Yukarıda aktarılan “Korku nefsani faziletlerden değil-dir” ifadesindeki korku, celal ve azametten kaynaklanan bir korku de-ğildir. Çünkü celal ve azametten kaynaklanan korku bir kemaldir ve kemal sahibi insanlarda diğerlerine oranla daha fazla bulunmaktadır. Hamd, celal ve cemali sebebiyle Allah’a mahsustur.
                            Allah’ın selamı ve rahmeti Muhammed’e ve Ehl-i Beyt’ine olsun.



                            Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
                            Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

                            Yorum


                              Ynt: KIRK HADİS ŞERHİ..


                              Onbeşinci Hadis: Mü’minlerin İmtihan Edilmesi

                              بِسَنَدِنا المُتَّصِلِ اِلی سُلطانِ المُحَدِّثينَ محَمَّدِ بنِ يَعقوبَ الکُلَينی، رضوان الله عليه، عَن علی بن ابراهيمَ، عَن اَبيهِ، عَن ابنِ مَحبوبٍ، عن سَماعَةَ، عَن اَبی عَبدِاللهِ عليه السَّلام قال: اِنَّ فی کِتابِ علی، عَلَيه السَّلام : اَنَّ اَشَدَّ النَّاس بَلاءً النَّبيّون ثُمَّ الوصيُّون ثُمَّ الاَمثَلُ فَالاَمثَلُ وَ اِنَّما يُبتَلی المُؤمِنُ عَلی قَدرِ اَعمالِهِ الحَسَنَةِ، فَمَن صَحَّ دينُهُ وَ حَسُنَ عَمَلُهُ، اشتَدَّ بَلاؤُهُ وَ ذلِکَ اَنَّ الله تعالی لَم يَجعَل الدُنيا ثَواباً لِمؤمِنٍ وَ لا عُقُوبَةً لِکافِرٍ وَ مَن سَخُفَ دينُهُ وَ ضَعُفَ عَقلُهُ، قَلَّ بَلاؤُهُ، وَ اِنَّ البَلاء اَسرَعُ اِلی المؤمِنِ التَّقیَّ مِنَ المَطَرِ الی قَرار الارض.
                              “Semae, Hz. Sadık’ın (a.s) şöyle dediğini rivayet etmektedir: “Ali’nin (a.s) kitabında şöyle bir ifade vardır. “En şiddetli belaya düçar olanlar peygamberlerdir. Daha sonra peygamberlerin vasileri (halefleri), onlardan sonra en iyileri ve daha sonra yine en iyileri. Muhakkak ki müminler sahip oldukları iyilik oranında belalara düçar olurlar. O halde kimin dini doğru ve ameli sahih ise belası şiddetli olur. Bu Allah-u Teala’nın dünyayı mü’min için bir mükafat diyarı ve kafire bir ceza diyarı haline getirmemiş olmasından ileri gelmektedir. Kimin dini gevşek ve aklı zayıf ise, belası da az olur. Bela, Muttaki mü’minin üstüne yağmurun yeryüzüne yağışından daha hızlı yağar.”


                              Şerh

                              Kimileri, “Bu hadis-i şerifin Arapça metninde geçen “nas” ifade-sinden, “enbiya, evliya ve vasiler” kastedilmiştir, hakikatte “onlar nastır, diğerleri ise “nesnas”, nitekim bu rivayetlerde vardır” demiş-lerdir. Oysa bu yersiz bir kanıdır. Burada bütün insanlar kastedilmiş olmalıdır. Bu açık bir husustur. Kafi’nin bu bölümündeki rivayetlerden de bu anlaşılmaktadır. Eğer bir hadiste “nas” (insanlar) ifadesi kamil insanlar için kullanılmışsa, bu, nassın her zaman kamil insanlar anlamına geldiği manasına alınamaz.

                              Bela ise deneme ve imtihan etme anlamındadır ve müspet ve menfi anlamda kullanılabilmektedir. Nitekim bunu dil bilginleri de belirtmiş-lerdir. Nitekim Cevheri Sihah’ta şöyle demiştir: “Bela denemek anla-mındadır. İyi ve kötü anlamda kullanılmaktadır. “Allah onu güzel im-tihan etti veya onu iyilikle denedi” denilmektedir. Nitekim hak Teala da, “Güzel imtihan” diye buyurmaktadır.

                              Özetle Hak Teala’nın kullarını kendisiyle imtihan ettiği her şey bela ve imtihandır. Bu hem dünyevi hastalık, rahatsızlık, yoksulluk, zillet ve dünyanın yüz çevirişi, hem de tam karşıt anlamları olabilir. Bazen insan; makam, mevki, iktidar, servet, riyaset, izzet ve azamet çokluğu ile de imtihan edilebilir. Ama ne zaman “bela”, “beliye”, “iptila” veya benzeri kelimeler mutlak şekliyle kullanılırsa, o durumda bunlar ilk şıkkı ifade ederler.

                              “Emsel” ise “eşref ve efzel” anlamındadır. “Haza emsel min haza” denilince “efzel ve edna il’el hayr” (hayra en yakın) anlamındadır. “Emasil’un Nas” ise “hıyaruhum” (insanların en hayırlısı) anlamını ifade eder. “Sümme’l emselu fe’l emsel” sözünden de anlaşıldığı üzere ise vasilerden sonra kim daha üstün ve daha iyi ise onun belası di-ğerlerinden daha şiddetlidir. Onlardan sonra da kim daha üstün ve iyi ise onların da belaları diğerlerinden daha şiddetlidir. Dolayısıyla bela-ların çokluk dereceleri, fazilet dereceleri miktarıncadır. Bu tür bir tabir Farsça’da yoktur.

                              “Sehufe” ise akıl hafifliği ve eksikliği anlamındadır. Nitekim Sihah ve diğer kitaplarda da bu yer almıştır.

                              “Karar” ise istikrar ve yerleşme yeri anlamındadır. Lügatten da bu istifade edilmektedir. Kamus’ta ise şöyle yer almıştır. “karar” ve “karare”, içinde karar kılınan şey, sakin yer, anlamındadır.” Benzetme mantığı ise şudur: Yeryüzü yağmurun karar kıldığı yer olduğu ve yağmur yeryüzüne yağarak dindiği gibi, mümin de belaların dindiği yerdir, belalar mümine saldırır, onda diner ve ondan ayrılmaz.

                              Şimdi de Allah-u Teala’nın izin ve keremiyle bu hadisin yorum ge-rektiren yanlarını birkaç bölüm halinde ele almaya çalışacağız.



                              Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
                              Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

                              Yorum


                                KIRK HADİS ŞERHİ..


                                1. Bölüm: İmtihanın Anlamı, Sonucu ve Hak Teala’yla İlgisine Dair

                                Bil ki insanî ruhlar ortaya çıktığı ve bedenlerle ilişki içine girme ve mülk alemine (dünya) gönderilme aşamasında, bütün ilim, kültür ve güzel-kötü melekelerinde, hatta bütün idrak ve fiiliyatında (aktüelle-rinde), bil kuvve (potansiyel) durumdadır ve yüce Hakk’ın inayetiyle yavaş yavaş fiiliyete (aktüele) geçmektedir. Onda önce dokunma du-yusu ve sair zahirî duyular gibi zayıf ve tikel idrakler (anlak) dereceli bir şekilde gelişir ve sonra da tedricen batınî idraklere kavuşur. Ama gene de bütün yetilerinde (aptitude) bu bil kuvvelik (potansiyellik) devam eder. Eğer etki altına alınmazsa doğası gereği kötü kuvvelere mağlup düşer ve uygunsuz durumlara meyleder. Çünkü şehvet, gazap ve benzeri içsel cazibeler onu doğal olarak fısk ve fücura, zulmetmeye ve sapkınlığa yönlendirip çeker ve birkaç kez onlara tabi olunca da kısa süre zarfında oldukça garip bir hayvana ve acayip bir şeytana dönüşür. Ama Hak Teala’nın inayet ve rahmeti ezelden beri ademoğlunun haline şamil olduğundan, onda iki mükemmel mürebbi ve temizleyici takdir etti ki bunlar ademoğlunun, onlar sayesinde cehalet, noksanlık ve kötülük çukurundan ilim, marifet, kemal ve cemal ve mutluluk do-ruğuna yükselebileceği iki kanat durumundadır. Ademoğlu bu iki ka-nat sayesinde tabiatın dar alanından çıkıp geniş ve yüce melekut feza-sına yükselebilir. Bunlardan bir tanesi batınî mürebbi olan akıl ve temyiz kuvvesi, diğeri de harici mürebbi olan peygamberler ile mutlu-luk ve mutsuzluk yollarının göstericileridir ve bu ikisinden hiç biri yekdiğerinden ayrı ve müstakil olarak bu görevi tek başlarına ifa ede-mezler. Ne beşer aklı tek başına mutluluk ve mutsuzluk yollarını keş-fedilebilir ve gayb alemi ile ahirete yol bulabilir ve ne de peygamber-lerin rehberlik ve yol göstericiliği tek başına, akıl ve değerlendirme kuvvesinden bağımsız bir şekilde bu hususta başarılı olabilir. Bu ne-denle de Hak Tebarek ve Teala bu iki mürebbiyi birlikte lütfetmiştir. Bunları nefislerdeki gizli kuvveler ve kabiliyetler fiiliyete (aktüele) dönüşsün diye vermiştir. Allah bu iki nimeti insanı imtihan etmek için merhamet buyurmuştur. Çünkü insanlar bu iki nimet sayesinde birbi-rinden ayrılmaktadır. Nitekim yüce velayet sahibi (Hz. Ali) şöyle bu-yurmuştur.

                                “Elçisini hak üzere gönderene andolsun ki belalara uğratılacak ve pek çok elekten geçirilip sınanacaksınız.”
                                Kafi’de “Temhis ve İmtihan” babında da İbn-i Ebi Ya’fur Hazret-i Sadık’tan (a.s) şöyle buyurduğunu nakletmektedir:
                                “İnsanların bir çoğu mutlaka arındırılacak, imtihan edilip birbi-rinden ayrılacak ve eleneceklerdir.”

                                Mansur da Ebu Abdillah’ın (a.s) kendisine şöyle buyurduğunu nak-letmektedir: “Ey Mansur! Muhakkak ki bu iş (Hz. Mehdi’nin kıyamı), ümitsizliğe düşmedikçe, hayır vallahi elenip ayıklanmadıkça, hayır vallahi sizler halis kılınıp arıtılmadıkça ve hayır vallahi kim mutsuz, kim mutlu olacak belli olmadıkça size gelmeyecektir.”
                                Hz. Ebu’l Hasan’dan (a.s) rivayet edilen bir diğer hadiste şöyle buyurulmuştur: “Altının arıtılması gibi arıtılacaklar.”

                                Yine Kafi’de senedi Hz. Sadık’a ulaşan bir rivayette şöyle buyurulmuştur:
                                “Allah’ın istek, kaza ve imtihanı olmaksızın gerçekleşen hiç bir da-ralma ve genişlik yoktur.”
                                Yine Hz. Sadık’tan (a.s) nakledilen bir hadiste şöyle buyurulmuştur:

                                “Allah’ın (azze ve celle), içinde darlık ve genişlik bulunan hiç bir emri ve sakındırması yoktur ki onda Allah’ın imtihanı ve kazası bu-lunmasın.”
                                Lügatte “kabz” daralma ve alma, “bast” ise açılma ve ihsan anla-mındadır. O halde her bağış ve genişleme ile her engelleme, emir, sa-kındırma ve teklif imtihan amacına yöneliktir.

                                Demek ki peygamberlerin gönderilmesi ve semavi kitapların nazil edilmesinin tümü, insanların birbirinden temyiz edilmesi ve mutlular ile mutsuzların, itaatkar ile asilerin birbirinden ayrılması içindir. Hakk’ın imtihanı da bu ayrıcalığı bilmek değil, insanların gerçekten birbirinden ayrılması içindir. Çünkü Hak Teala’nın ilmî ezelidir ve her şeyi henüz var edilmeden önce bile kapsamaktadır. Filozoflar bu imtihan ve iptila hakkında daha pek çok şey söylemişlerdir. Ama bunların zikri bu ki-tabın kapsamını aşmaktadır.

                                O halde bu imtihanın neticesi -ki bu zikredilen ikisi, en büyükleridir- mutlu ve mutsuz olanların birbirinden ayrılıp temyiz edilmesidir. Bu imtihanda Allah kullarına özür kapısını kapamış, herkesin mutluluk, mutsuzluk, hayat ve helak oluşu delil üzere gerçekleşmekte ve herkes bilerek mutluluk veya mutsuzluk yolunu tercih etmektedir. İtirazı gerektirecek bir şey kalmamıştır. Kim saadeti ve ebedi hayatı tahsil ederse, bunu Hakk’ın tevfik ve hidayetiyle tahsil edecektir. Çünkü Allah-u Teala bütün imkanları insanlara bağışlamıştır. Kim de mut-suzluk tahsil eder, helake sürüklenir, şeytana ve nefsine tabi olursa hi-dayetin bütün yolları ve saadete ulaşmanın bütün imkanları kendisine açık olduğundan, kendi eliyle kendisini helak ve şekavete sürüklemiştir ve de itirazını haklı çıkaracak hiç bir şey yoktur. Allah kendisine özür kapısını kapamış durumdadır.

                                “Herkesin kazandığı iyilik lehine, kazandığı kötülük de kendi aleyhinedir.”


                                Sürgünümüz hep çöle, sırr-ı hikmet ne ola?
                                Sahra-yı KERBELA'da, Hüseynî Fermân'a sor...

                                Yorum

                                YUKARI ÇIK
                                Çalışıyor...
                                X