Duyuru

Daraltma
Henüz duyuru yok.

Vahdet - 2

Daraltma
X
 
  • Filtre
  • Zaman
  • Göster
Hepsini Temizle
yeni gönderiler

    Vahdet - 2

    KİTAB VE SÜNNETTE İSLAMİ VAHDET

    İslami Teşrii Müslümanların tek ümmet olması hasebiyle Müslümanların aralarında ihtilaf ve gruplaşmanın yerine uyum ve ülfet kurmalarına yöneliktir. Müslümanların vahdetlerinin pekişmesine önem verir ve bu vahdeti yıkacak koğuculuk, gıybet, töhmet ve bunun dışındaki her şeyi yasaklar ve atar. Bu konuda Kitab-ı Azize ve Sünnet-i Nebeviye bakan herkes bunu müşahhas olarak görür. Bu sahada varid olmuş ayetlerden ve hadislerden bazılarını serdediyoruz.

    a- “Müminler ancak kardeştirler. Öyleyse kardeşlerinizin arasını düzeltin ve Allah'tan korkun ki esirgenesiniz.”(49/el-Hucurat/10)

    b- “Mümin erkeklerle mümin kadınlar da birbirlerinin velileridir. Onlar iyiliği emreder, kötülükten alıkorlar, namazı dosdoğru kılarlar, zekâtı verirler, Allah ve Resûlüne itaat ederler. İşte onlara Allah rahmet edecektir. Şüphesiz Allah azîzdir, hikmet sahibidir.” (9/et-Tevbe/71)

    c- “Muhammed Allah'ın elçisidir. Beraberinde bulunanlar da kâfirlere karşı çetin, kendi aralarında merhametlidirler. Onları rükûya varırken, secde ederken görürsün. Allah'tan lütuf ve rıza isterler. Onların nişanları yüzlerindeki secde izidir. Bu, onların Tevrat'taki vasıflarıdır. İncil'deki vasıfları da şöyledir: Onlar filizini yarıp çıkarmış, gittikçe onu kuvvetlendirerek kalınlaşmış, gövdesi üzerine dikilmiş bir ekine benzerler ki bu, ekicilerin de hoşuna gider. Allah böylece onları çoğaltıp kuvvetlendirmekle kâfirleri öfkelendirir. Allah onlardan inanıp iyi işler yapanlara mağfiret ve büyük mükâfat vaat etmiştir.” (48/el-Feth/29)

    d- “Kendilerine apaçık deliller geldikten sonra parçalanıp ayrılığa düşenler gibi olmayın. İşte bunlar için büyük bir azap vardır.”(3/Al-i İmran/105)

    e- “Hep birlikte Allah'ın ipine (İslâm'a) sımsıkı yapışın; parçalanmayın. Allah'ın size olan nimetini hatırlayın: Hani siz birbirinize düşman kişileridiniz de O, gönüllerinizi birleştirmişti ve O'nun nimeti sayesinde kardeş kimseler olmuştunuz. Yine siz bir ateş çukurunun tam kenarında iken oradan da sizi O kurtarmıştı. İşte Allah size âyetlerini böyle açıklar ki doğru yolu bulasınız.” (3/Al-i İmran/103)

    f- “Dinlerini parça parça edip guruplara ayrılanlar var ya, senin onlarla hiçbir ilişkin yoktur. Onların işi ancak Allah'a kalmıştır. Sonra Allah onlara yaptıklarını bildirecektir.”(6/el-Enam/159)

    g- “Hiç şüphe yok ki bir tek ümmetsiniz siz ve ben Rabbinizim, bana kulluk edin.”(21/El-Enbiya/92) Bu ayetin bir benzeri Müminun Suresinin 22. ayetinde geçmektedir. Bu ayette Fettekun/Umulur ki sakınırsınız yerine Bunun dışında Allah’ın ipine temessük etmeyi teşvik edici ve fırkalaşmayı yasaklayıcı nice ayetler vardır. Sünnet-i Nebeviyyede de sevginin ve ülfetin korunması hakkında açık ifadeler vardır. Biz bunlardan bazılarını sunuyoruz.

    1- “Birbirlerini sevmekte, birbirlerine acımakta ve birbirlerine şefkat göstermekte, mü’minler bir vücut gibidir. Vücutta bir uzuv rahatsızlanıp şikayet ederse, vücudun diğer uzuvları da uykusuzluk ve ateş içerisinde ona iştirak etmeye çalışır”[6]

    2- Müslümanların kanları birbirine eşittir. Onların düşüklerinin zimmeti geçerlidir. Onların eli diğerlerinin elinin üstündedir.

    3- Şüphesiz, kanlarınız, mallarınız, ırzlarınız, birbirinize, bu ayınızda, bu beldenizde şu gününüz nasıl haramsa öylece haramdır, mukaddestir [7]

    Bunun dışında sıhah ve müsnedlerin kendilerinde barındırdığı İslamkardeşliği ve vahdet çerçevesinde bu konuyu aydınlatıcı sözler bulunmaktadır. Nebi(saa) cedelci cahilin ve katı, sert ve haşin düşmanın isyanının ümmete meşakkat ve sıkıntı vermemesi için daima ümmetin durumunu gözetlemiştir; hikmetli yönetimiyle ümmete imamlık ve kıyadetlik yapmıştır. Ne zaman şiddetli bir ihtilaf, ayrılık ve çekişme/tartışmayla karşılaştığında hemen büyük bir kararlılık, tedbir ve sağlamlık ile o dehşetengiz ve yıkıcı durumu giderir ve onarırdı. Tarih bu alanda onun birçok onarıcı ve ülfet peyda edici davranışlarına şahidlik etmiştir. Biz sadece bunlardan üç tanesini serd edeceğiz.

    a) Müslümanlar Ben-i Mustalik kabilesine karşı zafer kazandılar. Düşman ordusundan öldürdüklerini öldürdüler ve esir aldıklarını da esir aldılar. Durum bu şekilde iken Resulullah(saa) onların kuyularının başına geldi. Orada konakladı. Ensar’dan bir kişi ile Muhacirlerden bir kişi arasında tartışma meydana geldi. Bunun üzerine Ensari olan zat ‘Yetişin ey Ensar cemaatı’ diya bağırdı. Muhaciri olan zat da ‘Yetişin ey Muhacir cemaatı’ diye yardım istedi. Resulullah(saa) bu nidayı işitince ‘Bırakınız şu Cahiliye davasını! Çünkü o, bir murdarlıktır, kokmuş birşeydir!’ buyurdular… Yani bu çirkin ve habis bir çağrıdır. Zira ırkçılık Cahiliye Davaslarındandır. Hiç şüphesiz Allah(cc) kardeş ve tek bir hizib kılmıştır. Buna göre her yerde ve her zamandaki bütün Müslümanların –sadece bir kavmin maslahatı için değil- maslahatına davet edilmesi gerekmektedir. İslamiyete göre ırkçılık yapan kimse tazir olunur. [8]

    Nebi(saa) Müslümanları isyana çağıran ve vahdetlerini zedeleyen her çağrıyı murdar ve kokuşmuş olarak nitelendirmektedir. Nasıl bu şekilde olmasın ki!? Zira böyle bir çağrı aziz İslam toplumunun bünyesini yıkar ve sarsar. Ardından İslamın katışıksız saf bünyesini bulandırır.

    b) Resulullah(saa) hicret yurdu Mediney-i Tayyibeye gelip de konaklayınca iki kabile O’nun çevresinde halkalaştı. Evs ve Hazrec kabilesi. Şas İbn Kays bir Yahudiydi, küfrü büyüktü. Şas İbn Kays isimli İslam düşmanı yaşlı bir Yahudi, bir gün Evs ve Hazrecli müslümanların birlikte gayet samimi bir şekilde oturup muhabbet ettiklerini gördü. Cahiliye devrinde birbirine düşman olan bu insanların İslam’dan sonraki kardeşliklerine tanık olunca; ‘Allah’a yemin ederim ki, bunlar böyle toplandıkça bizim buralarda rahatımız kalmaz’ dedi ve bir Yahudi delikanlıya: “Haydi şunların yanlarına otur, ‘Buas Günü’nü ve daha öncekilerini hatırlarına getir ve o zaman söyledikleri şiirlerden bazı parçaları da okuyuver” talimatını verdi. ‘Buas Günü’, 120 yıllık Evs-Hazrec savaşında Evslilerin galip geldiği gün idi. Yahudi delikanlı, kendisine verilen talimatı harfiyen yerine getirdi; derken taraflar arasında bir münakaşa çıktı ve her iki taraf kendi kabilesini öven sözler söylemeye ve birbirleriyle ağız kavgasına başladılar. Öfkelenerek: ‘Haydi silah, silah, haydi Zahire’ye, Harre meydanına!’ diye birbirine meydan okudular. Tam kavga başlamak üzere idi ki, durumu öğrenen Peygamberimiz(saa) hızla onların yanlarına geldi: ‘Ey Müslümanlar topluluğu!.. Allah Allah! Ben aranızda bulunurken de cahiliye davası mı yapıyorsunuz? Allah sizi İslam’a hidayet ettikten, küfürden kurtarıp kerem ve yardımı ile cahiliyenin kökünü kestikten ve aranızı bulduktan sonra, yine eski küfre mi dönüyorsunuz?’ diye nasihat etti. Resulullah(saa)2ın bu sözleri şiddetli ve kuvvetli bir ateşe dökülmüş su gibiydi. Düştükleri tuzağın farkına varan Evs ve Hazrecliler, derhal ellerindeki silahları bırakıp pişmanlık ve gözyaşları içinde birbirlerine sarıldılar. Bunun üzerine şu öğüt verici ayet nazil oldu:…[9]

    c) Risalet asrındaki ifk olayında da düşmanları arasında alçakça bir gürültü koptu. Allah’ın düşmanı Abdullah İbn Übey bu azgınlığı ve çirkinliği yayıyor ve Resulullah(saa)’e eziyet ediyordu. Resulullah(saa) Müslümanlara hitap etmek için kalktı, Allah’a hamd edip, sena ettikten sonra şöyle dedi: “Ey İnsanlar! 'Aileme töhmet isnad eden birtakım kimseler hakkında yapılması gereken iş hususundaki görüş­lerinizi bana açıklayınız! Allah'a yemin ederim ki; ben ailem hakkında hiçbir kötülük bilmiyorum! Onların zevcemi itham ettik­leri kişi hakkında da, vallahi, hiçbir kötülük bilmiyorum. Halbuki, vallahi, ben ailem hakkında hayırdan başka birşey biliyor değilim. Onlar öyle bir adamın da adını ortaya attılar ki, ben onun hakkında da hayırdan başka birşey bilmiy­orum buyurduktan ve iftiracı Abdullah İbn Übeyy hakkında konuşacağı için mazur görülmesini istedikten sonra .”

    Resulullah(saa) bu yüce sözleri söyleyince Evs kabilesinden olan Üseyd İbn Hudayr kalktı ve şöyle dedi: “Ey Allah’ın Resulü! Şayet O, Evs kabilesinden ise biz onlara yeteriz. Şayet kardeşlerimiz Hazrec kabilesinden ise bize emir verirsin. Vallahi şüphesiz onlar boyunları vurulmaya müstahak olan kişilerdir. Bunun üzerine Hazrec kabilesinden olan Sa’d İbn Ubade şöyle dedi: 'Allah'ın beka ve ebediyetine yemin ederim ki; sen yanılıyorsun! Sen onu öldüremezsin, öldürmeye güç yetiremezsin! Eğer iftiracılar Evs kabilesinden olmuş olsalardı, onların boyunlarını vurmak istemezdin ve böyle konuşmazdın! Bunun üzerine, Useyd İbn Hudayr ayağa kalktı ve Sa'd İbn Ubade'ye: Allah'ın beka ve ebediyetine yemin ederim ki; sen yanılıyorsun! Vallahi, biz muhakkak onu öldürürüz! Sen muhakkak münafıksın ki, münafıklar hesabına bizimle mücadele ediyorsun! dedi. Nihayet, iki kabile ayaklandılar, hatta birbirleriyle çarpışmaya niyetlendiler! Bu olayın Buharideki varyantında ise şunlar geçmektedir: Evs ve Hazrec kabilesi arasında neredeyse çatışma çıkacaktı, Öyleki çarpışmaya niyetlendiler. Resulullah(saa), minberde ayakta durur olduğu bir halde, onları yatıştırmaya çalıştı. Nihayet, onlar sustular. Resulullah(saa) da sustu.” [10]

    Aktardıklarımız Ümmet arasında arasıra meydana gelen ihtilaflar karşısında Resulullah(saa)’ın çözümlerini sunan bazı örneklerdir. Resulullah(saa) daima ihtilafları uyuma ve ülfete; tartışmaları muvafakata çeviriyordu. Şerri hikmetli yönetimiyle gideriyordu. Bundaki asıl neden de İslam’ın bağındaki şu iki kuvvetli asla dayanmaktadır. Tevhid kelimesi ve Kelimenin vahdeti.

    İşte Resulullah(saa)’ın vasisi, kardeşi ve halifesi. Çünkü O, meşru hakkından mahrum bırakılmıştır. Nassla tayin edilen hilafet Teym, Adiy ve daha sonrasında da Ben-i Ümeyye dönüştürülmüştür. Beytinin mevlası, Allah’ın Kitabının ülfetlisi hilafet hususunda fazıl olan şahsın varlığı halinde dahi fazıl olunan kişinin çabasını hatta servetinin gasp edildiğini gördüğünde bütün bunlara rağmen birkaç özel yer dışında mübarek dillerinden hiçbir zaman topluluk içinde vahdeti zedeleyici bir söz belirtmedi. Resulun kardeşi bu bütün durumların hepsinde uyum ve ülfete uygun davranmıştır. İmam bu olayı bize şu sözlerle açıklamaktadır: “O göçünce Müslümanlar hilafet hususunda ayrılığa düştüler. Birbirleriyle çekiştiler. Andolsun Allah'a ki Arabın, bu işi, Peygamber'den sonra Ehl-i Beyt'inden alacağını, benim halifeliğime engel olacağını hatırıma bile getirmedim. Fakat bir de baktım, gördüm ki halk, filan kişiye biat etmekte; elimi çektim; sonunda insanların dinden döndüklerini, Allah'ın salatı ona ve soyuna olsun, Muhammed'in dinini ibtale kalkıştıklarını, halkı buna çağırdıklarını görünceye dek dayandım. Fakat bu işe giriştikleri zaman, İslam'a yardım etmezsem onda bir gedik açılacağından, onun yıkılacağından korktum; çünkü bu musibet bana, az bir gün sürecek, sonra serap gibi yitip gidecek yahut bulut gibi dağılıp yitecek olan hilafetten, size emir olmaktan mahrum kalmaktan da daha büyük olacaktı. Bu olaylar sırasında kalktım, işe giriştim; sonunda batıl yok olup gitti, din, olduğu gibi karar etti’’[11]

    Resulullah(saa)’ın ve vasisinin, tilmizinin sireti mübarekeleridir. Bu iki şahsın sireti de açıkça vahdetin korunmasını vaciblerin en önemlilerinden ve farizaların en gereklilerinden gördüklerini ortaya koymaktadır. Ümmetin içinden Sünnet-i Nebeviyyeye tutunanlar uyum ve vahdetin korunmasını tavsiye ederler ve asabiyet durumlarında ihtilafların atmasını tavsiye ederler.

    İşte değerli Üstad Şeyh Ebu’l-Hasan el-Eşari’nin sekerat halinde dile getirdiği ifadelere bakalım: “Benim için şahidlik yapın. Şüphesiz ben Ehl-i Kıbleden hiçbir kimseyi günahından dolayı tekfir etmiyorum. Ben Ehl-i Kıblenin bütününün tek bir mabuda ibadet ettiklerini ve O’na işaret ettiklerini ve islamı seçtiklerini gördüm. İslam ise onların bütününü kucaklamaktadır ve kuşatmaktadır.”[12]

    Şeyh Taküyiddin es-Sübki şöyle der: “Müslümanları tekfir etmek gerçekten çok zor bir olaydır. Kalbinde iman olan kim olursa olsun tekfir edilmesi oldukça büyük bir olaydır. Ehl-i Bidat ve Ehl-i Ehva da –Kelime-i Tevhidi söylemeleri şartıyla- aynı şekildedir. Çünkü tekfir etmek, tehlikesi büyük olan korkunç bir durumdur.”[13]

    İbn Hazm da şöyle der: “ Müslüman bilginlerden bir grup; itikadındaki veya fetvasındaki fasid bir düşünceden ve inanışından dolayı bir Müslümanın fasık olarak da kafir olarak da değerlendirilemeyeceği görüşündedirler. Çünkü her hangi bir şey hususunda ictihad eden müctehid hakkı görmek istemişse hakka ulaşmış olması halinde iki sevap; hata ederse tek bir sevap alır.”

    İbn Hazm devamla şöyle der: Bu görüş, İbn Ebu Leyla’nın, Ebu Hanife’nin, Şafii’nin, Süfyan-ı Sevri’nin, Davud İbn Ali ez-Zahiri’nin görüşüdür. Ayrıca bu görüş bu meselede onlarla arkadaşlık eden ve onların ashablarından olan tanıdığımız herkesin görüşüdür. Bu asıl hakkında herhangi aykırı bir görüş bilmemekteyiz.[14]

    Seyyid Muhammed Reşid Rıza ise şöyle der: “İslam Fırkalarının, mezheplerinin ve meşreplerinin karşılaştığı en büyük musibetlerden ve olaylardan birisi de –bütün İslami fırkaların amaçları hakka ulaşmak olsa da- bazılarının bazılarını fısk veya küfürle nitelemeleri ve suçlamalarıdır. Kaldı ki hakka ulaşma uğrunda bütün çabalarını ortaya koymuşlar, hakkın galibiyeti, için olanca güçlerini serd etmişlerdir; hakka davet etmişlerdir. Müctehid her ne kadar hata etse de mazurdur.”[15]

    Ayrıca bu konuda şianın müfekkirlerini de eklememiz gerekmektedir. Biz bu konu hakkında küçük bir risale de telif etmiştik. Bu konuda sadece büyük muslih Muhammed Hüseyn Kaşifü’l-Ğıta’nın değerli sözlerini aktarmakla yetiniyoruz. O şöyle demektedir: “İslam iki temel üzerine kuruludur, Kelime-i Tevhid ve Vahdetin kelimesi/vahdet.”

    Seyyid Şerefüddin el-Amuli bu sahayla ilgili yazmış olduğu ‘El-Fusulu’l-Mühimme fi Telifi’l-Ümme’ adlı eserinde kadri yüce bilginlerden bu hususta bazı yazılar ve şiirler aktarır.

    Bazı büyük zatlar ve muslihler şöyle derler: “Hatalarımıza rağmen vahdeti oluşturmamız gerekmektedir. Çünkü vahdet her hangi bir gün için değildir. vahdet ona sığınanlar için bir koruma ve barınaktır.”[16]
    Bütün bu bilginlerin sözleri vahdetin gerekliliğini teyid etmektedir. Sanki bu bilginler Şehristani’nin ‘Dinin temellerinden imamet hakkında kılıçların sıyrılıp çekilmesi kadar hiçbir zamanda kılıçlar çekilmemiştir.’ Diyerek yaptığı vurguyu sanki elle dokunmuş ve gözle görmüş gibidirler.

    İşte Tacüddin es-Sübki’nin aktardığı Hanefiler ile Şafiiler arasında çıkan büyük fitne bu olayın bariz kanıtıdır. Halbuki bu iki İslami topluluk aynı ağaçın iki dalıdır. Tacüddin es-Sübki şöyle der: “Hanefiler ile Şafiiler arasında Nişaburda büyük bir fitne meydana geldi. Bu fitneni ateşinde halkın büyük bir bölümü gitti. Çarşılar ve medreseler yakıldı. Şafiiler arasında öldürülenler çok fazlaydı. Bundan sonrasında Şafiiler Hanefilere karşı galip geldiler. H.554. yılında Hanefilerden intikamlarını alma hususunda haddi aştılar. Benzeri fitneler ve hadiseler Şafiiler ile Hanbeliler arasında da meydana gelmiştir. 716 yılında tartışmanın tümden çözülmesi için sultalar ve otoriteler de çatıştılar. Ölümler çok ileri boyutlara vardı, Isfahanda bir çok ev ve çarşı yakıldı. Bağdad ve Şamda bu iki mezheb mensupları arasında da benzeri büyük olaylar yaşandı. Her bir grup diğer grubu ve mezhebi tekfir ediyordu. İşte Hanbeliler Hanbeli olmayanların Müslüman olarak değerlendirilemeyeceğini söylüyor, bu tarafın cahilleri diğer tarafı vuruyordu. Mezheblerin alimleri ve fazılları arasında kötü davranışlar baş gösteriyor ve fazih cürümler meydana geliyordu.”[17]

    Selefimizin durumu budur. Günümüzde son dönem Müslümanlarının durumu bundan daha ileri ve güzel değildir. Zira buğzun ve kin ateşinin meydana gelmesi, bunun feci akibetinin insanlar arasında yayılması için bazı kimselerin yeminler ettiği görülmüştür. Öyleki bu kin ve düşmanlıklar yüzünden ekin ve nesil yandı. Bütün bunlar cehaletten veya tecahülden dolayıdır. Zira bunlar bu zaman dilimlerinde görevlerini bilmemektedirler.

    Bu konuda konferansın bazı üyelerinden duyduğum ve muhatab olduğum sözler bulunmaktadır.
    İslami vahdet, bu konferanslarla gerçekleşmez ve tecessüd etmez. Bu konferanslarda sunulan sayhalardan oluşan hutbelerle de gerçekleşmez. Ne de İslam ümmetine yöneltilen şiarlarla gerçekleşebilir.
    Bu kelimeler bedende bir şeyle yapılan dürtünün tesirini geçmemektedir. İslam ümmetinin vahdetinin gerçekleşebilmesi için ameli kararlar ve uygulamaya yönelik icraatlar meydana gelmemektedir. Bu konferansların ileri düzeyde bir etkisi bulunmamaktadır. Bundan dolayı bu kısır döngüden kurtulmalıyız. Hisler yerine sadece tek bir şiarla yetinmemeliyiz. Biz bunlardan pratik yollarla ilgili bazılarına işaret edeceğiz.

    Taqribin Ameli Yolları

    Hiç şüphesiz takribin dayanakları ve değerleri bulunmaktadır. Aynı şekilde yolları ve metodları da bulunmaktadır. Biz takribin değerlerini ve unsurlarını açıklayacak değiliz. Gerçi her ne kadar unsurlarının en değerlisi ‘Takrib öncülerinde ve davetçilerinde ihlasın ve imanın bulunması, bu yolda öncülerin ve davetçilerin kendilerini ve maddi varlıklarını adamasının bulunması’ olsa da. Ancak biz mezheblerin/meşreblerin ve grupların yakınlaşması noktasında özel tesiri olan yollardan birisine işaret edeceğiz. Bu özel yol şudur.

    İnsan ne kadar cahil olsa veya tecahül gösterse de bu konuda Şia ile Ehl-i Sünnet arasında bir fırkanın olduğunu bilmemezlikten gelmesi sahih değildir. Atmosfer ne kadar saf olsa da vahdetin davetçilerinde ve tevhid şulesinin taşıyıcılarında bulunan ihlas ile tamamlanmış olsa da her iki grubun katında da teşrii ve akide sahalarında her iki grubun da dayanak olarak aldıkları asıllar ve hükümlere nisbetle nefislerde bazı şeyler bulunmaktadır. Biz her mezheb açısından bu durumların en önemlilerine çoğu defa işaret ediyoruz.
    Ümmetin parçalandığını ve dağınık dağınık olduğu gösteren fırkaların ışığında düşünüldüğünde bu ayrışmalar ameli yollardandır. Bu bütün akılların tek bir gaye etrafında toplanması, bütün kalplerin tek bir nokta da buluşması, baştan bütün ihtilafların izale edilmesi ve İslami fırkaların özel bir fırka altında birleşerek diğerlerinin erimesi ve yok olması gayesiyle değildir. Çünkü bu olağan olarak imkansız şeylerdendir. Bu konuda tartışma yapmak hiç şüphesiz oldukça büyük bir olaydır.

    Ben Derim ki; Belki bu gayeden dolayı değil ama belki başka bir gayeden dolayıdır. Bu gaye; iki grubun bir birini tanıması, tanışmanın meydana gelmesi ve birbirini tanımamazlıktan gelmenin ve çirkin görmenin azaltılmasıdır. Ardından da peyderpety her grup diğer grubun dayandığı akide ve esasları tanımaya çalışmasıdır. Böylece bu kanalla her grupun katında diğer grubun güvenilirliği oluşur. Diğer bir fayda da her bir grup diğer grubu dışlamamış olur. Bu ancak onları ister hatalı olsun ister doğru olsun şeri kanıtları bulmaya sevk eder. Bunun en aşağısı da incelemeler –akide ve dayanakları tanımanın ötesinde- meydana gelir. Akide sahiplerinin özürleri ve onlara karşı şiddetli davranmamayı beraberinde getirir. Bu durumda taassub önemli bir oranda eriyip, gider. Su-u zanlar ortadan kalkar. Her bir grup onların Kitab ve sünnetin ötesinde sa’ylarını ve cehdlerini tanıdığında diğer grubun düşüncelerine ve inanışlarına, düşünce metoduna saygı gösterir. Her ne kadar say gösteren grup diğer grubun düşüncelerinde sa’yleri ve çabaları yanlış anlaşılsa da ve istekleri idrak edilmese de bunlar faydalardır. Biz bunu pekiştirmekteyiz. Çünkü fırka sahiplerinden ve İslam mezhepler tarihi yazarlarından birçoğu bilgilerini tahkik etmeksizin sadece diğer grubun dillerinden elde etmişler. Bir veya birkaç nesil geçince artık bu yazılanlar gerçek bir hakikat şekline dönüşmüşlerdir. İkinci olarak da aradaki ayrılıklar oldukça genişledi ve kınama vesilesi oldular. Gelecek toplantılarda araştırılmasını –mevzui olarak- istediğimiz bazı meselelere işaret edeceğiz. Bu durumda konferans çoğunlukla takrib noktasında peyderpey yakınlaşmanın adımının atıldığı vesileler olmuş olur. Bu meseleler diğer gruba nisbeti sahih olan şeyler ile nisbet edilmesi halinde iftira olan şeyler hususunda rahatlık meydana getirir. Zira bu grup onlara oranla Yusuf’un ve kardeşinin hırsızlıktan beri oluşu gibi beridirler. Bu konunun açıklaması...

    Beda

    Beda görüşü şia inançlarındandır. Şii raviler İmamlarından rivayet etmişlerdir. “Allah'a yönelik ibadet içinde beda gibisi yoktur.”[18]

    Arap diline aşina olanlar için bedanın gizlilikten sonraki açıklık, cehaletten sonraki ilim olduğu gizli değildir. Buna göre Allah-u Teala’nın ilminin kuşatıcılığına oranla beda inancı Allah-u Teala için nasıl sahih olacaktır. Çünkü yeryüzündeki ve gökyüzündeki hiçbir şey Allah’a gizli değildir. Ayrıca bu anlamıyla beda zarureten batıldır. Bütün bunlarla birlikte Allah azze ve celleye layık olmayan her şeyi Hak Teala’dan tenzih etmek noktasında bütün çabasını ortaya koymasına rağmen beda inancı bu fırkanın nasıl inançlarından olacaktır. Allah-u Teala’nın Sıhah kitaplarında beda ile tavsifinin varlığına vakıf olduğumuzda bu konudaki merakımız daha da artacaktır. Buhari, Ebu Hureyre’den rivayet etmektedir. Ebu Hureyre şöyle demektedir: Nebi(saa)’in şöyle buyurduğunu işittim: Beni İsrail`den abras, kel, kör üç kişi vardı. Allahu Teala bunları imtihan etmek istedi de onlara bir Melek gönderdi. Melek abrasa geldi: - En çok neyi seversin? dedi. Abras: - Güzel renk, güzel ten. Çünkü halk beni çirkin görüyor, (benden iğreniyor) dedi. Resululah(saa) buyurmuş ki: Melek abrasın vücudunu sıvadı. Ondan bu çirkin manzara gitti de ona güzel bir sima, güzel bir ten verildi. Bundan sonra Melek ona: - En çok hangi malı seversin? diye sordu. Abraslıktan kurtulan kişi: - Deveyi, dedi, yahut da sığırı, dedi. Deve isteyene on aylık gebe bir deve verildi. Bunun üzerine Melek ona: bu deve mübarek ve bereketli olsun! diye dua etti. (Sonra) Melek başı kel, (saçsız) kişinin yanına vardı. Ona da: - En çok neyi seversin? diye sordu. O da: - Güzel saç isterim; şu kellik benden gitsin!. Herkes benden iğreniyor, dedi. Resulullah(saa) buyurdular ki: Melek onun başını sıvadı da ondan kellik gitti. Ve güzel bir saç verildi. Melek: - En çok hangi malı seversin? diye sordu. O da: - Sığırı severim, dedi. Ona gebe bir sığır verildi. Ve ona: bu sığır sana mübarek olsun! diye dua etti. Melek körün yanına da geldi. Ve: - Allah gözümü bana iade buyursun da ben de onunla insanları göreyim, dedi. Resulullah buyurdular ki: Melek onun gözünü sıvadı da Allah ona gözünü iade buyurdu. Melek köre: - Hangi malı çok seversin? diye sordu. O da: - Koyunu severim, dedi de Melek ona kuzulu bir koyun verdi. Bir müddet sonra deve ve sığır sahiplerinin devesi ve sığırı yavruladı. Koyun sahibinin de koyunu kuzuladı. Bu suretle deve isteyen kişinin bir dere dolusu devesi oldu. Sığır dileyen kimsenin de bir dere dolusu sığırı oldu. Koyun ihtiyâr eden amanın da bir vadi dolusu koyunu oldu. Bundan sonra günün birisinde o Melek, üç kişi ile ilk görüştüğü sûret ve hey`etinden abras kişiye geldi de dedi ki: - Ben fakir (ve garip) bir kişiyim. Yol üzeri maişet ve memleketime muvasalat sebepleri kesilmiştir. Bu günkü günde benim için muradıma nail olabilmek ancak evvela Allah`ın inayetiyledir; sonra senin. Şimdi ben, sana güzel bir renk, güzel bir vücut ve birçok mal veren Allah rızası için senden bir deve isterim ki, bu seferimde onun üzerinde muradıma ve vatanıma erişebileyim. Bunun üzerine bu eski abras ona: - İyi amma hak sahipleri isteyen fakirler çoktur. Her gelen dilenciye bir deve vermek işime gelmez dedi. Melek de ona: - Öyle sanıyorum ki, ben seni tanıyacağım. Sen halkın iğrendiği abraş kimse değil misin? Sen fakir idin de bu malı sana Allah vermişti, dedi. Bu eski abras Meleğe: - Hayır, ben bu mala atadan ataya intikal ederek varis oldum, dedi. Melek de ona: - Eğer sen bu iddianda yalancı isen Allah seni eski haline çevirsin! dedi. Sonra Melek ilk mülakatındaki suretinde ve heyetinde kel adama geldi de abrasa dediği gibi ona da söyledi. Ve abrasın reddettiği gibi bu kel de reddetti. Melek de ona: Eğer sen bu iddianda yalancı isen, Allah seni eski haline çevirsin! diye beddua etti. [19]

    Bu hadisin maksadı Ehl-i Beyt rivayetlerinde geçen Allah’ın bedasının aynısıdır.

    İmamların Masumiyeti

    On iki imamın masumiyeti görüşü şia mezhebinin esaslarındandır. Onların velaları, sevgileriyle tutunduklarından beri onların muhalefetten ve isyandan masum oldukları görüşüne sahip olmuşlardır. Hatta görüş ve amelde yanılgıdan da masum olarak addetmişlerdir. Bu iddianın diğer gruba ağır geldiğini görmekteyiz. Bazılarının zannına ve iddiasına göre bu mesele Nübüvvet vasfıyla birlikte değerlendirilerek çözümlenmiştir. Konunun incelenmesi, esaslarının tebyini, ve dayanaklarının açıklanması bazı nefislere yerleşen su-i zannı söküp alır. Bu incelenmeyle imamların ismeti inancının ismet inancına sahip olanların dayanaklarını Kitab’tan ve sünnetten sundukları dini bir inanç olduğu açığa çıkar. Masumiyet inancına sahip olanlar ister bu inançlarında yanılmış olsunlar ister doğruya isabet etmiş olsunlar bu inancın dini bir inanç olduğunu gösterir.

    Ricat

    Ricat açık mefhumuyla birlikte Her ne kadar Şialığın dayanağı olmasa da şianın meşhur kabullerindendir. Kıyamet gününden önce Kafirlerden ve müminlerden bir grubun dirileceğini söyleyen Kelam-ı İlahiye bu konudaki rivayetleri de eklersek bu kabul ortaya çıkmış olur. “O gün, her ümmet içinden ayetlerimizi yalan sayanlardan bir cemaat toplarız da onlar toplu olarak sevkedilirler”(27/En-Neml/83) Ricat onların katında şianın meşhurları arasındadır. Diğer grup ricat kabulünü imkansız olarak telakki etmişlerdir. Diğer grup ricat inancını Ümmetin batıllığı hususunda icma etmiş oldukları tenasühün eş anlamlısı olarak telakki etmişlerdir. İnsan tam bu esnada bu iki şey arasında şaşırmaktadır. Bu konunun incelenmesi hakkı ihkak etmek için değil, belki bunun delillerinin açıklanması içindir. Bu incelemeyle takrib yakınlaşmış ve uyum gerçekleşmiş olur.

    Kur’an’ın Tahrifi

    Şia-i İmamiyye ister konusal kitaplarda olsun, ister genel kitaplarda olsun. Bir çoğunda tahrif görüşüyle isnad edilmiştir. Ancak Şia’nın Fazl İbn Şazan(h.260), Şeyh Saduk(h.360-381), ‘Sağaniyye’ adlı eserinde Şeyh Müfid(337- 413), Seyyid Murtaza(355-436), Şeyh Tusi(h.385-460), Şeyh Tabersi(470-548) gibi Muhakkıkları ve bunun yanında son dönemlerde kadri yüce büyük bilginler ve hakkı gözetleyici Şianın muhaddisleri Şiayı bu nisbetten tebrie etmişlerdir. Ayrıca bilginler iki kapak arasındaki yazılan şeylerin herhangi bir eksiltme ve arttırma olmaksızın Allah’ın kitabı olduğunu tasrih etmişlerdir. Ancak aynı zamanda bu konuda Ahbariler olarak tanınan ve anlayış kapasiteleri sınırlı olan bazı muhaddislerin tahrif görüşünü tercih ettiklerini de belirtmek gerekir.

    Peki bu konudaki bu nisbetin doğruluk ve haklılık payı nedir? Bütün kısımlarıyla Şia-i İmamiyye tahrif görüşünde midir yoksa tahrif görüşünde olanlar onlardan çok özel bir grup mudur? Konuyu detaylı bir şekilde incelediğimizde bizzat bu fikrin Ehl-i Sünnet için de söz konusu olduğunu görürüz. Onların Muhakkık Bilginleri Kur’an’ın tahrif edilmediği görüşüne sahiptirler. Ancak Ehl-i Sünnetin Haşeviyye kolu tahrif görüşüne sahiptirler. Sıhah ve müsnedlere müracaat ettiğimizde bu açıklık kendisini göstermektedir.
    Ehl-i Sünnet Şii kardeşlerini Muhaddis Nuri’nin ‘Faslü’l-Hitab’ kitabını vesile edinerek eleştirirler. Zira Muhaddis Nuri Ehl-i Sünnet kardeşlerini Mısırlı yazarlardan birisinin yazmış olduğu ‘el-Furkan’ adlı kitap dolayısıyla eleştiri. Bununla birlikte Müslümanlar arasında düşmanlarının eliyle bu kitap basılmıştır ve yayılmıştır.

    İki grup için bu meseledeki hak konum hangisidir.

    Rüyetullah

    Allah’ın görülmesi inancı Eşarilerin ve Ehl-i hadisin bütününün görüşlerinden ve inançlarındandır. Hatta onlardan bazılarına göre Rüyetullahı inkar etmek küfrü gerektirmektedir. Onlar rüyetullahı da kalbi rüyet olarak değil, hissi rüyetullah olarak tefsir ederler. Bu durumda ortaya şu soru çıkmaktadır. Allah-u Teala için cismiyyeti, karşıda oluşu, cihette bulunuşu ve yönü gerektiren bu inanç nasıl sahih olabilir? Bu görüşte olanlar Allah’ın mekan ve cihet, mukabele ve şualar söz konusu olmaksızın ve gören kimse ile Allah arasında mesafenin subutu söz konusu olmaksızın görüleceğini söylerler. Bu konunun incelenmesi mezheblerin yakınlaşmasına vesile olur.

    Sıfat-ı Haberiyye

    Eşariler ve Ehl-i Hadis haberi sıfatların tefsirinde ve bu haberi sıfatların harfi anlamlarıyla Allah-u Teala’ya haml edilmesi gerektiğinde ittifak halindedirler. El ve yüz vb gibi. Eşariler ve Ehl-i Hadis tevil etmeyi inkar ederler. Cehmiyyenin ameli gibi Allah’ı tavsif ederler. Çünkü Cehmiyyeden çok azı hariç tafvizi inkar ederler. Diğer taraftan da Allah’ın cisim ve cismani olmadığını ve bütün bunlardan münezzeh olduğunu da iddia ederler. Bu konunun incelenmesi bazen fırkaları bir araya toplar ve iki bakış açısını birbirine yakınlaştırır.
    Ayrıca bu konuyla ilgili olarak değerlendirilmesi gereken yukarıda geçen akidevi asıllardan dolayı tanı gerektirmeyen şeri ve feri konular da bulunmaktadır.

    Muta

    Muta şiaya göre müsellem meselelerdendir. Şia Kitab ve sünnetin muta-i nisayı helal kıldığını ve günümüze kadar bu helalliğin devam ettiği görüşündedirler. Ancak Ehl-i Sünnet muta-i nisanın Nebi(saa)’ın mübarek hayatlarında bir müddet teşrii edildiğini daha sonra da haram kılınmış olduğu görüşündedirler. Muta-i nisa ya nesh ile veya hükümetsel yönle nehy edilmiştir. Bununla birlikte Ehl-i Sünnetten bir çok kimse muta hakkında sahih bir düşünce tasavvurunu kayb etmişlerdir. Çoğu zaman muta-i nisayı zina ve fuhuş olarak değerlendirirler. Mısırda şeri kadılık yapmış olan Ahmed Zeki Paşa, Şeyh Muhamed Huseyn Kaşifü’l-Ğıta’nın yazmış olduğu ‘Aslü’ş-Şiati ve Usuliha’ kitabını okuduktan sonra O’na yazmış olduğu mektupta muta nikahını konu edinir ve şöyle der: “ Muta nikahının sağlam ve yeterli ve kuşatıcı kanıtlarla desteklenmiş savunmasıyla birlikte benim zihnimde şeri ve modern nizamdan kaynaklanan kuşku hala giderilebilmiş değildir. Muta nikahıyla evlenmiş olan bir erkek ve bir kadından bir çocuk dünyaya gelse ve çocuk nikah akdinin bitiminden sonra ve baba da sefere çıkmış olması halinde dünyaya gelmiş olsa ne yapacağız.”
    Bu soru, soruyu soran şahsın muta nikahını ancak cinsi zevk için kullanılıp atılan kadın olarak tasavvur edilmesinden başka bir şey değildir. Bu nakz edici soru sahih olsa dahi bu soru ve sakınca aynısıyla daimi nikah için de geçerlidir. Kişi daimi bir nikahla evlenmiş olsa ardından hanımını boşamış olsa ve sonra hanımı hamile olduğu bir haldeyken sefere çıkmış olsa bu durumda doğan çocuğu ne edeceğiz. Ayrıca muta nikahı erkek ile hanımı arasındaki cinsel birleşme yönü bittikten sonra sona eren bir evlilik değildir. Çocuğa gelince ise çocuk kendisiyle birleşilen hanımın kocasının nesebine ilhak olunur. Buna göre bütün şia ayrıca belirli bir müddete kadar çocuğun nafakasının verilmesi ve sağlanması gerektiği gibi diğer şeyleri de eklemek gerekmektedir. Bütün bunlar çocuk ile baba arasında bir bağın olmasını gerektirmektedir.

    İki Ayakların Yıkanması veya Mesh Edilmesi

    Bu mesele alimler arasında hatta her iki grubun avamı arasında bir uzaklaştırma meydana getirmiştir. Her bir grub diğer grubu eleştirmektedir. Sanki iki durumdan birisi diğeri olmaksızın ictihadi bir esasmış gibidir. Bununla birlikte her iki grubun da delilleri ve ictihadı bulunmaktadır. İbn Abbas şöyle demektedir: “Abdest; iki yıkayış ve iki meshdir. Ancak insanlar yıkama hariç abdesti almaktan çekindiler.”[20]

    Türbete Secde

    Şia yere veya yerden biten Şeylere –yenilmiş olan ve giyilmiş olan şeylerden olmaması şartıyla- secde eder. Onların İmamlar döneminden günümüze kadar amelleri bu şekildedir. Ayrıca secde edilen şeyin tahareti de secdenin şartlardandır. Bu her yerde kolaylıkla sağlanabilecek şeylerden olmadığından dolayı Şiiler üzerine secde edebilmek için kendilerine topraktan bir parça edinirler. Tabiatıyla toprak ve taş onlara göre secde edilen şeylerdendir. Çakıltaşları ve hurma liflerinden örülmüş bir türlü sergi de vb secde edilen şeylerdendir. Bunlar kendisi için secde edilen şeyler değildir. aksine kendisine secde edilen kişi Allah azze ve celledir. Bununla birlikte şiayı puta, taşa ve çakıl taşlarına tapanlar olarak itham eden bazı bozguncuları da görmekteyiz. Konunun incelenmesi halinde cehalet perdelerinin vakıa üzerinden kalktığı görülecektir. Taşın, üzerine secde edilen şey olduğu kendisi için secde edilen şey olmadığı ortaya çıkar. Nasıl ki dokunmuş olan seccadelerin ve örtülerin de kendisi için secde edilen şey değil, üzerlerine secde edilen şeylerden olmuş olması gibi.

    Hayız Halinde Boşama

    Ehl-i Sünnetin bilginlerinin çoğunluğu hayızlı halde olan kadını boşamanın geçerli olduğu görüşündedirler. Ehl-i Sünnet Bilginlerinden çok azı bu halde yapılan talakın geçerli olmayacağı ve gerçekleşmeyeceği görüşündedirler. Geçerli olduğu görüşünde olanlar; Ebu Hanife ve Ashabı, Malik, Evzai, Sevri ve Şafii. Gerçi her ne kadar bu şekilde bir boşamanın tehlikeli ve günah olduğuna kail iseler de böyle bir boşamanın sahih olduğuna fetva vermişlerdir. Şia-i İmamiyye ise böyle bir talakın fesadlığı görüşündedir. Talak/boşama ancak taharet halinde geçerlidir. Şia-i İmamiyye talakın ancak taharet halinde geçerli olacağına kanidir. Bu iki görüşten hangisi Allah-u Teala’nn Kıtabına ve sünnete daha uygundur. ‘Ey Nebi! Kadınları boşadığınız zaman iddetleri süresinde boşayın ve o iddeti sayın.’(65/et-Talak/1)

    Talaktan murad ancak iddet sayımıdır. Bu ise ancak talakın taharet halinde gerçeklemesi halinde olabilir. Ama hayız halinde gerçekleşen talakta ise bütün Ehl-i Sünnete göre bu hayız kur’lardan sayılmaz. Buna göre talak ile itidad arasının ayrılması gerekir ki bu da nassın zahirine aykırıdır.

    Gerçi bu konuyla ilgili olarak Sünen ve Müsnedlerde Abdullah İbn Ömer’den rivayet edilen şeyler vardır. Beyhaki bu rivayetleri çeşitli ve birbiriyle çelişkili olarak rivayet etmiştir. [21]

    Aynı Meclisde Üç Talak

    Aynı meclisde bir defada verilen üç talakın geçerli sayılması Ehl-i Sünnet arasında hayatın kapanmasına sebeb olan meselelerdendir. Buna göre eş üç talakla boşanmış olur ve hanım başka bir eşle evlenmeyinceye kadar tekrar eski kocasıyla evlenemez. Ancak Kitab-ı Kerim şöyle buyurmaktadır: “Boşanma iki defadır; artık ya güzellikle tutmalı ya da iyilike salıvermelidir. -Allah'ın sınırlarını koruyamamaktan korkmaları müstesna- onlara verdiğiniz bir şeyi geri almanız size helal değildir. Fakat Allah'ın sınırlarını koruyamamaktan korkmaları müstesna kadının bir şeyleri fidye vermesinde her ikisine de bir günah yoktur. İşte bunlar Allah’ın sınırlarıdır, onu aşmayın. Her kim Allah’ın sınırlarını aşarsa işte onlar var ya, onlar zalimlerin ta kendileridir.”(2/el-Bakara/229)

    Ayetin sarih ifadesi talakın birer birer gerçekleşeceğini göstermektedir. Buna göre bir defa da iki talak nasıl gerçekleşebilir.

    Talak ve Ricat/Dönüşe Şahid Tutma

    Talaka şahid tutma olayı Ehl-i Sünnet bilginlerine göre -bazı çağdaş bilginler hariç ki bunlar oldukça azınlıktırlar- talaka şahid tutturmayı muteber olarak kabul etmezler. [22] Halbuki Kitab-ı Kerim’in sarih ifadesi şahid tutmanın vacibliğini göstermektedir. Allah-u Teala şöyle buyurmaktadır: “İddetlerinin sonuna geldiklerinde ya onları güzellikle tutun ya da güzellikle onlardan ayrılın. İçinizden adalet sahibi iki kişiyi de şahid tutun. Şahidliği Allah için dosdoğru yerine getirin. İşte bununla, Allah’a ve ahiret gününe iman edenlere öğüt verilir. Kim Allah’tan korkup-sakınırsa ona bir çıkış yolu gösterir. ” (65/et-Talak/2)
    Bu ayetin talaka ve dönüşe şahid tutmaya yönelik olduğunu söyleyelim veya sadece ilkine özel olduğunu söyleyelim şahidsiz bir şekilde boşamak Kitab’a aykırıdır.

    Bu oniki ihtilaflı mesele akaid ve hüküler sahasında Müslümanlar arasında büyük bir fikri aykırılık meydana getirmiştir. Takrib öncülerinin ve tevhid davetçilerinin yakınlaşmanın gerçekleşebilmesi ve asabiyetin yok olması için yayınlarında ve ilmi dergilerinde vahdetin unsurlarına önem vermeleri gerekmektedir.

    Hitamuhu Misk

    Şiiler arasında Sıhah sahiplerinin rivayet ettikleriyle amel ederek yaygın olan kullanım Nebi(saa)’e salat getirildiğinde alinin de eklenmesidir. Bu rivayetlere göre Nebi(saa)’e kendisine nasıl salat ve selam getireceklerini sorduklarında Resulullah(saa) de cevaben şöyle buyurdular. “Allahumme Salli Ala Muhammedin ve Ela Ali Muhammedin Kema Salleyte Ela İbrahime ve Ela Ali İbrahime İnneke Hemidun Mecidun. ”[23]

    İbn Teymiyye ‘Hukuk-u Ali’l-Beyt’ adlı kitabında bu hususu pekiştirmiştir. Ancak Ehl-i Sünnet arasında yaygın kullanım sadece Nebi(saa)’ın zikr edilip diğerlerinin terk edilmesidir.
    Vahdet davetçilerinin bu konuyu incelemeleri gerekmez mi? Ta ki bu basit konuda kelimenin ve bakışın bir oluşu ve ihtilafın daraltılması sonucuna ulaşılabilsin. Ama bütün bu kasıdların çok çok üstündedir.

    Mekketü’l-Mukerreme
    6/Zü’l-hicce/1412 www.ikiislam.com

    --------------------------------------------------------------------------------

    [6] Müsned-i Ahmed, c.4, s.270
    [7] Siretü’n-Nebeviyye, İbn Hişam, c.2, s.505
    8- Siretü’n-Nebeyiyye, c.3, s.303, Ben-i Mustalik Gazvesi, Süheyli’nin Talikası ve Mecmeü’l-Beyan adlı tefsirin 5. cildinin 293. sayfasına bakınız. Bunun dışındaki diğer tefsirlere bakınız.
    [9] Siretü’n-Nebeyiyye, c.1, s.555 ve sonrası
    [10] Siretü’n-Nebeviyye, c.3, s.312,-3; Sahih-i Buhari, c.5, s.119,’Gazvetü’l-Mustalik’ babı.
    [11] Nehcü’l-Belağa, 62. Hutbe, Muhammed Abduh Baskısı
    [12] Şa’rani, Yevakit ve’l-Cevahir, s.58
    [13] Age, agy,
    [14] İbn Hazm ez-Zahiri, el-Fasl fi’l-Milel ve’l-Ehva ve’n-Nihal,c.3, s.247
    [15] Seyyid Muhammed Reşid Rıza, el-Menar, c.7, s.44
    [16] Seyyid Mahmud Bağdadi
    [17] Tacüddin es-Sübki, T


    #2
    Ynt: Vahdet - 2

    Güncel...

    Yorum


      #3
      Ynt: Vahdet - 2

      Bazı büyük zatlar ve muslihler şöyle derler: “Hatalarımıza rağmen vahdeti oluşturmamız gerekmektedir. Çünkü vahdet her hangi bir gün için değildir. vahdet ona sığınanlar için bir koruma ve barınaktır.”[16]
      Bütün bu bilginlerin sözleri vahdetin gerekliliğini teyid etmektedir. Sanki bu bilginler Şehristani’nin ‘Dinin temellerinden imamet hakkında kılıçların sıyrılıp çekilmesi kadar hiçbir zamanda kılıçlar çekilmemiştir.’ Diyerek yaptığı vurguyu sanki elle dokunmuş ve gözle görmüş gibidirler.


      Biliyorsan buyur konus...konusta feyiz alsinlar...bilmiyorsan tut dilini seni bir adam saysinlar

      Yorum

      YUKARI ÇIK
      Çalışıyor...
      X