İslam inkılâbından önce de var olan Velayet-i Fakih kavramı, İslam inkılâbından sonra Müslümanlar tarafından teferruatlı olarak konuşulmaya ve yazılmaya başlandı. Kimileri konu hakkında ifrata gitti kimileri ise tefrit etti. Kimileri de konuya olması gereken şekliyle yaklaştı. Ancak bu güne kadar konu hakkında yazanlar, görüş ortaya koyanlar "velayet-i fakih" makamında olan İmam Ali Hameney'in kişiliği, şahsiyeti hakkında ülkemiz kamuoyuna yeterli kadar bilgi aktarmadılar.
Ehlibeyt Haber Ajansı ABNA- Velayet-i Fakih makamının meşruluğunu hem akli deliller ve hem de nakli deliller ispat etmektedir. Bu makalede velayet-i fakih kavramının akli ve nakli delilleri konusuna ve yine konu hakkında ifrat veya tefrit edenlerin görüşlerine değil de genelde ülkemizdeki Müslümanlar tarafından veliyyi emr-i müslimin Seyyid Ali Hameney'inin bilinmeyen yönlerini sizlerle paylaşacağım için kısaca velayeti fakih konusunun bir çok delilinden sadece bir-iki tanesine işaret edecek ve daha sonra asıl konuya yoğunlaşacağım.
Hace Nasuruddin-i Tusi bu konuda şöyle diyor; “İmamet Allah’ın lütfüdür, hedefin ve amacın gerçekleşmesi için Allah’ın imam tayin etmesi gerekir. Elbette imamet makamı ya nas yoluyla ya da sıfat yoluyla tayin edilir. Hz. Peygamberden sonra imamet makamında olan Ehlibeyt İmamları nas yoluyla tayin olmuşlardır. Ancak gaybet döneminde ümmete rehberlik edecek fakih sıfat yoluyla belirtilmiştir. Dolayısıyla “lütuf kaidesi” İmam Mehdi (af) in gaybeti ile son bulmaz, aksine gaybet döneminde de “lütuf kaidesi” işlevliğini devam ettirir.
Velayet-i Fakih kavramı hakkında Ehlibeyt imamlarından nakledilen rivayetler bu konunun meşru olduğunun delillerindendir. Hz. İmam Ali (a.s) şöyle buyuruyor: “Ey insanlar! Bu işte (hükümet işinde) insanların en haklısı; bu işte en güçlü olan ve Allah'ın emirlerini bu konuda en iyi bilendir.” (Nehcül Belağa, hutbe, 173) Hz. İmam Ali (a.s) aynı hutbenin devamında şöyle buyuruyor; “Bu bayrağı ancak sabır ve basiret ehli, hak konularında bilgi sahibi olan kişiler taşıyabilir.” Ümmetin rehberlik sancağı basiret ehli olup hakkı batıldan ayırt eden, hakkı ikame etme kapasitesine ve imkânına sahip olan birisinin elinde olmalıdır. Bu da fakihlikten başka bir yol ile sağlanmaz. İmam Ali (a.s) Şıkşıkiyye hutbesinde şöyle buyuruyor: "Allah zalimlerin çatlayasıya doyarken, mazlumların açlıktan kırılmasına mani olması hususunda âlimlerden söz almasaydı hilafet devesinin yularını sırtına atar, terk ederdim. Hilafetin sonunu ilk kâsesiyle suvarırdım (Daha önce peşinde koşmadığım gibi şimdi de peşinde koşmaz, onu hemen terk ederdim.)” Bu cümlede temel bir esasa ve hakikate işaret olunmuştur; şöyle ki, Allah-u Teâlâ âlimlerden zalimlerin zulmüne ve mazlumların hukuklarına yapılan hukuksuzluklara karşı sessiz kalmamalarına dair söz almış, imkân bulduklarında ve şartlar hâsıl olduğunda hareket ederek adaletin icra olunmasını ellerine geçirerek ümmetin rehberliğini sahih ve doğru zeminlerde ellerine geçirmelerini murad etmiştir. Binaenaleyh dinin zaruri hükmü gereğince, hak esaslarına göre hâkimiyet hakkı, makamları yüce olan fakihlerin hakkıdır.
Nakli delillerin dışında velayeti fakih konusunu akli delillerle de ispat etmek mümkündür. Şöyle ki, Akıl sahiplerine göre bir şey matlup ise ve beğeniliyorsa ve bir takım nedenlerden dolayı matlup olana ulaşmak çok zor veya gayri mümkün ise, matlup olan ve beğenilen o şey büsbütün olarak terk edilmez. Aksine matlup olan ve beğenilenin bir kademe aşağısında olana bakılır ve onun üzerinde yoğunlaşılır. Akli kurallar çerçevesinde buna “ehem-mühim” kavramı denir. Yani akıl kuralına göre bir birey veya toplum ehemme (çok mühim olan) ulaşma imkanı bulamıyorsa mühim olanı da tek etmemeli aksine mühim olanı sağlamaya çalışmalı ve mühim olanı yapmalıdır. Başka bir tabire göre akıl sahipleri bu durumda ehemden (çok mühim olan) vazgeçerler mühim olana yoğunlaşırlar. Akıl sahipleri bu sıralamayı mühim konuların içinde de takip ederler. Yani herhangi bir konuda mühim konunun en tepe noktasına ulaşma imkanı bulamadıkları zaman onun bir alt kademesine yoğunlaşırlar. Bu akli kavrama tedrici tenezzül (şartlardan dolayı bir aşağı basamağa inme) adı verilir. Bu kavramı İslam dini de kabul etmekte ve onaylamaktadır. Fıkıh konularının birçoğunda bu kural icra edilmektedir. Örneğin: Namaz kılmak isteyen bir insanın kılacağı en ideal namaz, bu namazı ayakta kılmasıdır. Hastalığından dolayı ayakta namaz kılamayan bir insanın namazını terk etmesi mi gerekir? Bütün fakihler bu noktada şöyle diyorlar; Namazından ayakta kılabildiğini ayakta kılamadığı bölümleri ise oturarak veya ayakta durmağa hiç imkânı yoksa namazının tamamını oturarak kılmalıdır. İnsan namazda ikinci aşamaya da imkân bulamıyorsa üçüncü aşamaya göre yatarak namazını kılmalıdır. Veya insan bir bahçenin gelirini belirli bir caminin odun kömür yakacağında kullanılması için vakfetmişse ve camide doğal gazla ısıtılıyorsa, camide odun kömür kullanılmadığı için bu vakıf geçersiz kabul edilmez aksine vakfeden şahısın vakıf alanına en yakın olan doğal gaz da masraf edilir. Buna ilmi fıkıh da tedrici tenezzül (iniş) adı verilir.
İslam nizamının inancına göre, hâkimiyet kayıtsız şartsız Allah’a aittir. Allah-u Teâlâ insanların toplumsal idareciliğini yapsınlar diye idarecilik makamına peygamberlerini ve masum imamları naspetmiştir. İdarecilik makamına Allah tarafından naspedilen masum toplumsal konulara hâkim olma imkânı bulamadığı zaman ne yapmak gerekir? Acaba böyle bir durumda hükümeti tamamen bırakmak mı gerekir? İslam dinine göre bu düşünce kabul edilir bir düşünce değildir. Zira her camia için hükümet gereklidir. Bu bağlamda Velayet-i Fakihi tedrici tenezzül (iniş) kaidesine göre zaruridir. Şartlara haiz olan fakih rütbe olarak masum imamın arkasında ve sonrasındadır.
Elbette masum imam ile şartlara haiz olan fakih arasında birçok farklılıklar vardır. Ancak masum imama, insanlara zahiri hükümet konusunda en yakın ve en fazla benzeyen şartlara haiz olan fakih olduğundan, hükümet hakkı fakihe geçer. Hâkimiyet noktasında en tepe noktada ve esasta bu hak Allah’a aittir. Allah bu hakkı Peygamberlere, sonrasında masum İmamlara vermiştir. Acaba bu aşamadan sonra hâkimiyetin üçüncü aşaması yok mudur? Şia inancına göre masum imamın gaybeti döneminde Velayet-i Fakih hâkimiyetin üçüncü aşamasını teşkil etmektedir. Çünkü şartlara haiz olan fakih masum imama en yakın olandır. Dolayısıyla hükümet noktasında velayeti fakih derece olarak masum İmamın bir basamak altında bulunur. İslam ümmeti bu imkânı buldukları zaman, bu imkâna sarılmalı ve fakihin denetimi ve kontrolünde fıkıhın hükümetinin icra olunmasında katkı sunmalıdırlar.
Şimdi biz asıl yazmak istediğimiz konuya geçelim; Seyid Ali Hameney'i savaş meydanlarının fedakâr ve şüca bir askeri, mihrapta örnek ve eğitici bir muallim, cuma namazlarında, kürsülerde beliğ ve fasih bir hatip, İslam âlemi ve bütün müslümanların hidayet doğrultusunda izzet ve onurla yaşamaları için rehberlik makamında binlerce sıkıntıya sabreden, göğüs geren feraseti, basireti çok derin olan ender bir şahsiyettir.
Seyid Ali Hameneyi'nin ibadet boyutunun ders alınması gereken birçok yönleri vardır. Namaz ibadetinden sonra "tesbihat-ı Hz.Fatıma" zikrini çok yavaş ve tane tane zikreder ve kalkmadan önce teberrük etmek için Kerbela türbetinden yapılan mühüre elini sürer ve birkaç defa elini yüzüne çeker.
Dua ibadetine çok önem verir ve yapmış olduğu konuşmalarında dinleyicilere "Sahifeyi Seccadiye"yi tavsiye eder, onun Al-i Muhammed'in Zeburu, ders kitabı, ahlak dersi, nefs ilminde insanı bilgilendiren, sosyal konuları içeren bir cevher olduğunu daima vurgular.
Seyyid Ali Hameneyi gece gündüz, bir günde sadece dört saat uyur, günün diğer saatlerini ibadet ve ilim ile ve rehberlik makamının sorumlulukları doğrultusunda ümmetin işleri ve sorunları ile geçirmektedir. Mukaddes Kum şehrine gittikleri zaman çok yoğun işleri olmasına rağmen muhakkak "Mescid-i Camkerana" gider ve genelde sabah namazına kadar orada ibadete koyulur. Tahranda olduğu zamanlarda ise her akşam sabah ezanından önce uyanır güneş doğana kadar ibadet eder.
Seyyid Ali Hameneyi helal, haram, mekruh ve sünnet kavramlarına çok dikkat eden bir şahsiyettir. Doktor Velayeti şöyle anlatıyor: Seyyid Ali Hameneyi'nin cumhurbaşkanlığı döneminde Zimbabwe cumhurbaşkanı İran cumhurbaşkanını akşam yemeğine davet ettiler. Zimbabwe cumhurbaşkanı yemek masasına alkol bırakılması talimatını verdiler. Bu haber Seyyid Ali Hameneyi'ye verildiğinde şu haberi gönderdiler: Yemek masasında alkol olursa bizler bu davete katılmayacağız. Alkolü kaldırırsanız bizler davete icabet ederiz. Onlar şöyle dediler: Biz alkolü sizler için bırakmadık, İranlı olmayan misafirlerimiz için bıraktık. Dolayısıyla sizlere alkol sunmayacağız ancak İranlı olmayan misafirlerimize kendi kültürümüze göre alkol sunacağız. Seyyid Ali Hameneyi onlara şöyle buyurdular; Bizler alkol olan bir safrada haram olduğundan dolayı oturmayız. Netice olarak Zimbabwe cumhurbaşkanı sofradan alkolü kaldırtmadı ve Seyyid Ali Hameneyi'de bu davete icabet etmedi. Bu haber o gün dünya basınına yansıdığı zaman Seyyid Ali Hameneyi'nin şahsında İslam ve Müslümanların izzetli duruşu konuşulur oldu.
Aziz kardeşlerim! Dünya bir okyanusa, zaman ise bir gemiye benzer. Asrımızın Ebuzeri, Malik Eşteri olan Seyyid Ali Hameneyi'in kaptanı olduğu geminin yolcuları, emin, emniyet, güven ve rahat içerisinde olurlar…
Selam ve Dua ile
Not: Bu makale seri olarak birkaç bölüm devam edecek.
Mehdi AKSU
Ehlibeyt Haber Ajansı ABNA- Velayet-i Fakih makamının meşruluğunu hem akli deliller ve hem de nakli deliller ispat etmektedir. Bu makalede velayet-i fakih kavramının akli ve nakli delilleri konusuna ve yine konu hakkında ifrat veya tefrit edenlerin görüşlerine değil de genelde ülkemizdeki Müslümanlar tarafından veliyyi emr-i müslimin Seyyid Ali Hameney'inin bilinmeyen yönlerini sizlerle paylaşacağım için kısaca velayeti fakih konusunun bir çok delilinden sadece bir-iki tanesine işaret edecek ve daha sonra asıl konuya yoğunlaşacağım.
Hace Nasuruddin-i Tusi bu konuda şöyle diyor; “İmamet Allah’ın lütfüdür, hedefin ve amacın gerçekleşmesi için Allah’ın imam tayin etmesi gerekir. Elbette imamet makamı ya nas yoluyla ya da sıfat yoluyla tayin edilir. Hz. Peygamberden sonra imamet makamında olan Ehlibeyt İmamları nas yoluyla tayin olmuşlardır. Ancak gaybet döneminde ümmete rehberlik edecek fakih sıfat yoluyla belirtilmiştir. Dolayısıyla “lütuf kaidesi” İmam Mehdi (af) in gaybeti ile son bulmaz, aksine gaybet döneminde de “lütuf kaidesi” işlevliğini devam ettirir.
Velayet-i Fakih kavramı hakkında Ehlibeyt imamlarından nakledilen rivayetler bu konunun meşru olduğunun delillerindendir. Hz. İmam Ali (a.s) şöyle buyuruyor: “Ey insanlar! Bu işte (hükümet işinde) insanların en haklısı; bu işte en güçlü olan ve Allah'ın emirlerini bu konuda en iyi bilendir.” (Nehcül Belağa, hutbe, 173) Hz. İmam Ali (a.s) aynı hutbenin devamında şöyle buyuruyor; “Bu bayrağı ancak sabır ve basiret ehli, hak konularında bilgi sahibi olan kişiler taşıyabilir.” Ümmetin rehberlik sancağı basiret ehli olup hakkı batıldan ayırt eden, hakkı ikame etme kapasitesine ve imkânına sahip olan birisinin elinde olmalıdır. Bu da fakihlikten başka bir yol ile sağlanmaz. İmam Ali (a.s) Şıkşıkiyye hutbesinde şöyle buyuruyor: "Allah zalimlerin çatlayasıya doyarken, mazlumların açlıktan kırılmasına mani olması hususunda âlimlerden söz almasaydı hilafet devesinin yularını sırtına atar, terk ederdim. Hilafetin sonunu ilk kâsesiyle suvarırdım (Daha önce peşinde koşmadığım gibi şimdi de peşinde koşmaz, onu hemen terk ederdim.)” Bu cümlede temel bir esasa ve hakikate işaret olunmuştur; şöyle ki, Allah-u Teâlâ âlimlerden zalimlerin zulmüne ve mazlumların hukuklarına yapılan hukuksuzluklara karşı sessiz kalmamalarına dair söz almış, imkân bulduklarında ve şartlar hâsıl olduğunda hareket ederek adaletin icra olunmasını ellerine geçirerek ümmetin rehberliğini sahih ve doğru zeminlerde ellerine geçirmelerini murad etmiştir. Binaenaleyh dinin zaruri hükmü gereğince, hak esaslarına göre hâkimiyet hakkı, makamları yüce olan fakihlerin hakkıdır.
Nakli delillerin dışında velayeti fakih konusunu akli delillerle de ispat etmek mümkündür. Şöyle ki, Akıl sahiplerine göre bir şey matlup ise ve beğeniliyorsa ve bir takım nedenlerden dolayı matlup olana ulaşmak çok zor veya gayri mümkün ise, matlup olan ve beğenilen o şey büsbütün olarak terk edilmez. Aksine matlup olan ve beğenilenin bir kademe aşağısında olana bakılır ve onun üzerinde yoğunlaşılır. Akli kurallar çerçevesinde buna “ehem-mühim” kavramı denir. Yani akıl kuralına göre bir birey veya toplum ehemme (çok mühim olan) ulaşma imkanı bulamıyorsa mühim olanı da tek etmemeli aksine mühim olanı sağlamaya çalışmalı ve mühim olanı yapmalıdır. Başka bir tabire göre akıl sahipleri bu durumda ehemden (çok mühim olan) vazgeçerler mühim olana yoğunlaşırlar. Akıl sahipleri bu sıralamayı mühim konuların içinde de takip ederler. Yani herhangi bir konuda mühim konunun en tepe noktasına ulaşma imkanı bulamadıkları zaman onun bir alt kademesine yoğunlaşırlar. Bu akli kavrama tedrici tenezzül (şartlardan dolayı bir aşağı basamağa inme) adı verilir. Bu kavramı İslam dini de kabul etmekte ve onaylamaktadır. Fıkıh konularının birçoğunda bu kural icra edilmektedir. Örneğin: Namaz kılmak isteyen bir insanın kılacağı en ideal namaz, bu namazı ayakta kılmasıdır. Hastalığından dolayı ayakta namaz kılamayan bir insanın namazını terk etmesi mi gerekir? Bütün fakihler bu noktada şöyle diyorlar; Namazından ayakta kılabildiğini ayakta kılamadığı bölümleri ise oturarak veya ayakta durmağa hiç imkânı yoksa namazının tamamını oturarak kılmalıdır. İnsan namazda ikinci aşamaya da imkân bulamıyorsa üçüncü aşamaya göre yatarak namazını kılmalıdır. Veya insan bir bahçenin gelirini belirli bir caminin odun kömür yakacağında kullanılması için vakfetmişse ve camide doğal gazla ısıtılıyorsa, camide odun kömür kullanılmadığı için bu vakıf geçersiz kabul edilmez aksine vakfeden şahısın vakıf alanına en yakın olan doğal gaz da masraf edilir. Buna ilmi fıkıh da tedrici tenezzül (iniş) adı verilir.
İslam nizamının inancına göre, hâkimiyet kayıtsız şartsız Allah’a aittir. Allah-u Teâlâ insanların toplumsal idareciliğini yapsınlar diye idarecilik makamına peygamberlerini ve masum imamları naspetmiştir. İdarecilik makamına Allah tarafından naspedilen masum toplumsal konulara hâkim olma imkânı bulamadığı zaman ne yapmak gerekir? Acaba böyle bir durumda hükümeti tamamen bırakmak mı gerekir? İslam dinine göre bu düşünce kabul edilir bir düşünce değildir. Zira her camia için hükümet gereklidir. Bu bağlamda Velayet-i Fakihi tedrici tenezzül (iniş) kaidesine göre zaruridir. Şartlara haiz olan fakih rütbe olarak masum imamın arkasında ve sonrasındadır.
Elbette masum imam ile şartlara haiz olan fakih arasında birçok farklılıklar vardır. Ancak masum imama, insanlara zahiri hükümet konusunda en yakın ve en fazla benzeyen şartlara haiz olan fakih olduğundan, hükümet hakkı fakihe geçer. Hâkimiyet noktasında en tepe noktada ve esasta bu hak Allah’a aittir. Allah bu hakkı Peygamberlere, sonrasında masum İmamlara vermiştir. Acaba bu aşamadan sonra hâkimiyetin üçüncü aşaması yok mudur? Şia inancına göre masum imamın gaybeti döneminde Velayet-i Fakih hâkimiyetin üçüncü aşamasını teşkil etmektedir. Çünkü şartlara haiz olan fakih masum imama en yakın olandır. Dolayısıyla hükümet noktasında velayeti fakih derece olarak masum İmamın bir basamak altında bulunur. İslam ümmeti bu imkânı buldukları zaman, bu imkâna sarılmalı ve fakihin denetimi ve kontrolünde fıkıhın hükümetinin icra olunmasında katkı sunmalıdırlar.
Şimdi biz asıl yazmak istediğimiz konuya geçelim; Seyid Ali Hameney'i savaş meydanlarının fedakâr ve şüca bir askeri, mihrapta örnek ve eğitici bir muallim, cuma namazlarında, kürsülerde beliğ ve fasih bir hatip, İslam âlemi ve bütün müslümanların hidayet doğrultusunda izzet ve onurla yaşamaları için rehberlik makamında binlerce sıkıntıya sabreden, göğüs geren feraseti, basireti çok derin olan ender bir şahsiyettir.
Seyid Ali Hameneyi'nin ibadet boyutunun ders alınması gereken birçok yönleri vardır. Namaz ibadetinden sonra "tesbihat-ı Hz.Fatıma" zikrini çok yavaş ve tane tane zikreder ve kalkmadan önce teberrük etmek için Kerbela türbetinden yapılan mühüre elini sürer ve birkaç defa elini yüzüne çeker.
Dua ibadetine çok önem verir ve yapmış olduğu konuşmalarında dinleyicilere "Sahifeyi Seccadiye"yi tavsiye eder, onun Al-i Muhammed'in Zeburu, ders kitabı, ahlak dersi, nefs ilminde insanı bilgilendiren, sosyal konuları içeren bir cevher olduğunu daima vurgular.
Seyyid Ali Hameneyi gece gündüz, bir günde sadece dört saat uyur, günün diğer saatlerini ibadet ve ilim ile ve rehberlik makamının sorumlulukları doğrultusunda ümmetin işleri ve sorunları ile geçirmektedir. Mukaddes Kum şehrine gittikleri zaman çok yoğun işleri olmasına rağmen muhakkak "Mescid-i Camkerana" gider ve genelde sabah namazına kadar orada ibadete koyulur. Tahranda olduğu zamanlarda ise her akşam sabah ezanından önce uyanır güneş doğana kadar ibadet eder.
Seyyid Ali Hameneyi helal, haram, mekruh ve sünnet kavramlarına çok dikkat eden bir şahsiyettir. Doktor Velayeti şöyle anlatıyor: Seyyid Ali Hameneyi'nin cumhurbaşkanlığı döneminde Zimbabwe cumhurbaşkanı İran cumhurbaşkanını akşam yemeğine davet ettiler. Zimbabwe cumhurbaşkanı yemek masasına alkol bırakılması talimatını verdiler. Bu haber Seyyid Ali Hameneyi'ye verildiğinde şu haberi gönderdiler: Yemek masasında alkol olursa bizler bu davete katılmayacağız. Alkolü kaldırırsanız bizler davete icabet ederiz. Onlar şöyle dediler: Biz alkolü sizler için bırakmadık, İranlı olmayan misafirlerimiz için bıraktık. Dolayısıyla sizlere alkol sunmayacağız ancak İranlı olmayan misafirlerimize kendi kültürümüze göre alkol sunacağız. Seyyid Ali Hameneyi onlara şöyle buyurdular; Bizler alkol olan bir safrada haram olduğundan dolayı oturmayız. Netice olarak Zimbabwe cumhurbaşkanı sofradan alkolü kaldırtmadı ve Seyyid Ali Hameneyi'de bu davete icabet etmedi. Bu haber o gün dünya basınına yansıdığı zaman Seyyid Ali Hameneyi'nin şahsında İslam ve Müslümanların izzetli duruşu konuşulur oldu.
Aziz kardeşlerim! Dünya bir okyanusa, zaman ise bir gemiye benzer. Asrımızın Ebuzeri, Malik Eşteri olan Seyyid Ali Hameneyi'in kaptanı olduğu geminin yolcuları, emin, emniyet, güven ve rahat içerisinde olurlar…
Selam ve Dua ile
Not: Bu makale seri olarak birkaç bölüm devam edecek.
Mehdi AKSU
Yorum