Duyuru

Daraltma
Henüz duyuru yok.

İSLAM BİRLİĞİNİN GEREĞİ

Daraltma
X
 
  • Filtre
  • Zaman
  • Göster
Hepsini Temizle
yeni gönderiler

    İSLAM BİRLİĞİNİN GEREĞİ

    İSLAM BİRLİĞİNİN GEREĞİ
    "Ya Rabbi! Zalimlerin zulüm üzerine kurulu 'saraylarının' yerle
    bir edilmesi ve bütün dünya mütecavizlerinin ömür yıldızlarının batması
    için, bizim İslamî İnkılabımızı bir 'ilk adım' haline getirerek bize yardım
    et! Bütün halkları, mustaz'afları ve yalınayaklıları semerelerinlebereketlerinle-'
    veraset ve imametle' nasiplendir!.."

    "Bir diğer taraftan, İslam vatanını emperyalistlerle müstebid ve makam
    düşkünü yöneticiler parçalamış bulunmaktadır. İslam ümmetini biribirinden ayırmış,
    bölünmüş birkaç millet durumuna getirmişlerdir. Bir zamanlar, Büyük Osmanlı Devleti
    vücûd bulduğunda, emperyalistler bu devleti parçaladılar. Rusya, İngiltere,Avusturya
    ve diğer emperyalist devletler bir araya geldiler, Osmanlı Devleti ile savaştılar ve her
    biri bu devletin bir bölgesini ele geçirdi veya nüfuzu altına aldı...

    Gerçi, Osmanlı yöneticilerinin bir çoğu liyakatsiz, bazıları da fasid' idi,
    saltanat rejimi yürürlükte idi. Yine de, bu devletteki halk içinden 'sâlih' kişilerin
    ortaya çıkması, halkın yardımı ile devletin başına geçmesi, millî güç ve birlik
    sayesinde emperyalizmin oyununa son vermesi 'tehlikesi' vardı. Bu sebeple, sayısız
    savaşlardan sonra ve Birinci Dünya Savaşı'nda Osmanlı Devleti'ni böldüler ve onun
    topraklarından on-onbeş 'devletçik' ortaya çıktı. Her ülkeciği de, bir bölük adamlarının
    veya bir adamlarının eline verdiler. Sonraları, bu ülkeciklerden bazıları, emperyalistlerin
    görevlileri ve adamlarının elinden kurtuldu!...

    İslam Birliğini sağlamamız, İslam vatanını emperyalistlerin ve onların başa
    'diktiği' yöneticilerin elinden kurtarmamız için de 'hükümet' teşkilinden başka yol yoktur!
    Zalim ve kukla yönetimleri, müslüman milletlerin hürriyeti ve birliği için, 'başaşağı' etmemiz
    ve halkın hizmetinde 'adilane' İslamî yönetimi meydana getirmemiz gereklidir. Hükümet teşkili,
    müslümanların birliğini ve nizamını muhafaza içindir.
    Nitekim; O'na selam olsun!..; Hazret-i Zehra, hutbesinde şöyle buyuruyor: 'İmamet,nizamın
    korunması ve müslümanların 'iftirakını', 'ittihada' tebdil içindir!...'..."(İslam Fıkhında Devlet: 42-43)
    99 Sahife-i Nur: 20/118;... (ve; Mekke Amerika'nın Pençesinde: 36) Kezâ;

    -"... Allah 'ım! Bu büyük ni'metleri milletimizden geri alma!...
    -Ya Rabbi! Bereketlerinin değerini bize daha fazla tanıt!...
    -Ya Rabbi! Kulluk ve ihlasımızı ve senin karşında zillet ve acz
    tavrımızın artmasını sağla!...
    -Ya Rabbi! Bize tevekkül, sabır, mukavemet, rıza ve ikram
    lutfet!...;
    -Çocuklarımıza ve bize, senin kullarına 'hizmet' etme yolunda ve
    senin için 'kurban' olma sınırına ulaşmayı nasip eyle!.,."(Sahife-i Nur':
    20/13 l;(ve; Mekke Amerika'nın Pençesinde: 61) Ve, kezâ..;
    -"Rabbim! Hiç kimse bilmese bile, sen biliyorsun ki, senin dinînin
    bayrağını yükseltmek için 'kıyam' ettik; adaleti gerçekleştirmek ve Doğu
    ile Batı güçleri karşısında, Sen'in Resulü'nün yolunu ta'kip için
    mukavemette bulunduk ve bu yolu kat' ederken bir an bile geri
    duraklamadık!...

    #2
    Şii-Sünni İhtilafı Yapay Bir Kavgadır /Şehid Dr. Fethi ŞEKAKİ

    Şii-Sünni İhtilafı Yapay Bir Kavgadır /Şehid Dr. Fethi ŞEKAKİ

    "Ben iyice biliyorum ki İran İslam inkılabına düşman kesilen, sünnilik ve şiiilik feryadını körükleyen bazı İslami hareketlerin tabanının bu tutumu köklü ve yerleşik bir tutum değildir. Yabancıların, temiz ve ihlaslı gençleri şüphe ve yersiz kısır döngüye sokarak onlara verdikleri ârizi bir tutumdur."

    Ondokuzuncu asrın başlangıcından bu yana İslam dünyası Batı’nın “Endüstri Devrimi’’ adı altında yeni saldırıyla, karşılaşmış bulunuyor. Aslında bu saldırı, öte yandan beri Hristiyanlığın İslam’a karşı var olan kininden doğmaktaydı. Fransa’dan başlayan hücum ise bu taarruzun ilk görüntülerini oluşturuyordu. Bu saldırı sonucu, hilafet makamı ünvanıyla zahiren korunan siyasi nizamımız çöktü ve İslam toprakları işgal edildi.

    Batılılar sonra da tutarsız laik alternatifleri sunarak fikri ve ahlaki saldırılarını sürdürdüler. Otuz yıl önce bu saldırı, İslam dünyasının kalbinde Siyonist bir Yahudi devlet kurmakla en tehlikeli hedeflerinden birini gerçekleştirmiş oldu. Diğer yandan kendi uşaklarını, gasbettiği siyasi nizamımızın başına dikmeye devam ettiler

    Bu saldırı dönemeçli sinsi bir plan ile uygulanıyordu. Saldırının gerçekleşmesi İsrail’ in kuruluşu ise ancak hilafetin yok edilişiyle olabilirdi. İsrail kurulduktan sonra, hayatını sürdürmesi için de İslam topraklarını yönetenlerin Emperyalizm’in uşakları olması gerekiyordu. Demek bu bağımlı yönetimler, bu saldırının mantıksal ve tabii bir sonucu idi. Birinci yüzü İsrail olan madalyonun arka yüzünü de bunlar oluşturmalıydı. Böylece başladı bu planlar, günümüze kadar da uygulanageldi.

    Batı sömürgecileri İslam’ın çöküş uygarlığına son ve öldürücü darbelerini indirmiş bulunduğuna inandığı bir zamanda, İran İslam İnkılabı Batıya karşı taarruzuna başladı ve İslam’ın son asırdaki ilk başarısını gerçekleştirdi. Ölü bir gövde zannettikleri İslam yeniden canlanmaya başlamış, derin bir uykudan uyanıyordu. Ama bu kalkış neredendi acaba? Batılı tecavüzkarların şeytani planlarını uygulamakta büyük ölçüde muvaffak oldukları ve hiç korkmadıkları bir yerden, hem de çok canlı, genç ve görkemli bir kalkış. Yeni bir merhale başlıyordu; hayatımızda iki asırlık zillet ve aşağılığı asırlar boyu cehalet ve gerilmeyi yaşadıktan sonra.

    İşte İslam İnkılabı bir takım yeni gerçeklerin temelini ilerleyişiyle atıyordu:

    1. Süper güçlere karşı olan korkuyu herkesin ve özellikle Müslüman ve diğer mustaz’afların kafasından çıkardı.

    2. İnsanlık için yeni bir uygarlık örneği sunarak, Batı uygarlığını sorgulamaya başladı. Meşhur Fransız düşünür Roger (Graudy) ’’Humeyni Batı uygarlığını sorgulamaya aldı ve İran’lıların hayatına mana kazandırdı.’’ diyerek bunu savunmuştur.

    3. İslami güç ve tesiri kırmak için bir asrı aşan çabalara rağmen, İnkılapçı İslam’ın bölge halklarının hayatına oynayabileceği büyük tarihi role açıklık getirdi.

    Ama Batı ve uşakları bu İnkılabı kendi yolunda ilerleyip, onlara karşı durup, onların heybet ve hegemonyasını kırmaya seyirci kalır mıydı?

    Uzun bir bekleyişten sonra kurak toprağa yağan bir yağmur gibi ümmeti rahatlatan bu sevince göz yumup, inkılabın infilak ettirdiği bu şevkin sürmesine seyirci kalabilir miydi?

    İran’ın Müslüman halkının kıyamı ve imkansız sayılan inkılabı, Batı ve uşaklarını büyük bir vahşete düşürdü. Bütün güçleriyle İnkılapçı Müslümanların siyasi hakimiyeti ele geçirmemeleri için çalıştılar. Bunda muvaffak olmadıklarından, değişik mihverler üzerinde hareketi yok etmeye kalkıştılar:

    1. İnkılab’ın geçirdiği kargaşalık döneminden yararlanarak çeşitli azınlıkları kışkırtmaya çalşıtılar.
    2. İnkılab’la çatışmak ve İran’daki karşıt grupları desteklemek için Emperyalistlerden her türlü yardımı gören grupları harekete geçirerek, içlerinde Şah ve Savak’tan arta kalanların da bulunduğu sağcı, solcu ve ilahi kanunları kabul etmeyen bütün laik grupları seferber ettirme çabasında bulundular.

    3. Amerika ve Batı Avrupa ülkelerinin öncülüğünü yaptığı, Amerikan elçiliğinde casusların rehin alınışı sonucunda tamamen aleni bir şekilde ilan ettikleri ekonomik ve siyasi ambargoyu uyguladılar.

    4. Saddam ve Irak’ın askeri gücünü kullanarak, İran İslam İnkılabı’na savaş açtılar.

    5. İnkılab’ın akışını durdurmak, zengin petrol kaynakları olan ve İsrail’e karşı durabilecek ülkelerde yaşayan Sünni Müslümanların bu İnkılap’tan etkilenmesini önlemek için son girişim olarak da İslam ümmetinin iki fırkası arasında fitne çıkarmak istediler

    Fakat (Allah’ın yardımıyla) azınlıklar adına yapılan baş kaldırmalar ezilip, şah döneminin kalıntıları yok edildi neticede laiklik cephesindeki muhalefet kendiliğinden söndü ve hatta ambargoyla karşılaştığında bunun sevindirici bir durum olduğu bizzat İmam Humeyni tarafından açıklandı. “İmam’ın İzindeki Müslüman öğrenciler” diye tanınan, casusluk yuvasını işgal eden öğrencilerle görüştüğünde onlara şöyle diyordu;

    “Biz midemiz için kıyam etmedik; bu nedenle bizlere ambargo uygulayacaklar ve aç kalacağız diye bir korkumuz yoktur. Bizler İslam için kıyam ettik. Nasıl ki asrı Saadette Hz. Muhammed (s.a.v) kıyam etti. Resulullah(s.a.v)’ın karşılaştığı o eziyetlere baktığımızda biz henüz bir şey çekmedik ki’’

    Askeri tecavüze gelince, hezimet ve bir yenilgi ateşi olarak, bu komployu uygulayanların kalbinde kaldı. Bütün bu yenilgilere rağmen bizzat Batı Emperyalizm’i ve onun uşakları da bunu itiraf ediyorlardı.

    Ama yine de komplonun beşinci ekseni olan Sünni ve Şii kardeşler arasında fitne çıkararak bazı başarılar elde ettiklerini söylemeliyiz. Gerçi bu fitne de sonunda su yüzüne çıkacaktır. Zira İslam Ümmeti bu fitne ateşini alevlendiren şeytanı çok geçmeden tanıyacak ve sömürgecilerin Müslüman halkları bölmek istediğini fark edecektir.

    Sömürgeciler, petrol şeyhleri ve tağutlar anlamışlardı ki bu saldırı için silah ve askere değil, sadece fetva verebilecek kimselere ihtiyaç vardır. Bu defa saldırıyı yönetenler sarıklı ve sakallı, resmi, gayri resmi alim sıfatlı kimseler olacaktır. Görüyoruz ki , İslam İnkılabı’na karşı ansızın, namertçe bir saldırı başlatılıyor.

    Tağutlara boyun eğmiş gibi kimseler, İran İnkılabı’nın bir “Şii inkilabı” olduğunu ve Şiilerinse “fırkâ-ı dalle” (sapık fırka) ya da “kafir” olduklarını sonunda keşfettiklerini açıklıyorlar. Seccadesi üzerinden Şah’ın tahtını salladığı söylenen Ayetullah Humeyni de artık dalalete düşmüş ve kafir ilan ediliyordu. (!) İftira ve yalanlarla dolu Suudi Arabistan’ın yayınlattığı kitabı elinde taşıyan ve cami cami cami dolaşıp onun muhteviyatını halka anlatan müslümanın manzarasına sık sık rastlıyoruz. Elbette bu gençlerden bazısının iyi niyetler taşıdığını ve Allah yolunda çalıştıklarını zannettiklerini anlıyoruz? Ama bunu da biliyoruz ki; cehenneme götüren yol bu gibi iyi niyetlerle doludur.

    Acaba ne zaman bu gibi gençler iyi niyetlerine rağmen Emperyalist bir planı uyguladıklarını anlayıp vakit geçirmeden kendilerini bu durumdan kurtaracaklar.

    Gerçekten de İnkılab’a karşı düşman olan bu kimselerin böyle tutumunu onlara ve onların fikir ve hedeflerine karşı İslam ümmetinin şüphe ve tereddütle bakmasını gerektiriyor.

    Onların bu acaip tutumları, İslami hareketi şimdiye kadar karşılaşmadığı bir çıkmaza sokuyor. Zira İslami hareketin saflarında yer alan İslam İnkılabı düşmanları kendi meşrutiyetlerini de kaybetmiş olmaktadır. Şüphesiz ki gerçek bir İslami hareket onları er ya da geç safdışı edecektir.

    Zira onlar tarihin itici hareketinin önünde duruyor, İslam ve Müslümanların kalbindeki eşsiz İran örneğini öldürmek isteyenler, kendilerini ölüme mahkum kılmışlardır.

    Bilmiyorum şaşırmamak elde mi? Bir çok İslam Ülkesini gezmiş olan bir Filistinli Müslüman genç anlatıyordu:

    ’’Siyonizm’in işgaline uğramış bu topraklarda (Filistin’de) bazı müslümanların İslam İnkılab’na karşı yürüttüğü iğrenç saldırı her yerden daha fazladır. Halbuki, Filistin halkından daha fazla bu İnkılab’a yakınlık hisseden bir halk da görülmemiştir.’’

    Bu girişten sonra, bu kısa yazıda ben genelde müslümanlara ve özel olarak da İslam davasını yürütenlere bazı önemli hakikatleri sunmaya çalışacağım. Sünnilerle Şiilerin kardeşliklerini zedelemeyip, herhangi birini dinden çıkarmadığı hususları anlatmak istemediğim gibi, Şer’i deliler getirerek bu isbata ihtiyaç duymaya, bu hakikatı savunmaya kalkışmak da istemiyorum.

    Gerçi kör taassub ve cehaletin yaygınlaştırıldığı bu dönemlerde bu gibi araştırmalara da muhtacız. Ama bu konuyu başka bir açıdan ele alıp, şiiilik ve sünnilik hakkında İslami hareketlerin öncüleri sayılan büyük Müslüman alim ve düşünürlerin görüşünü aktarmaya çalışacağım.

    Ben iyice biliyorum ki İran İslam inkılabına düşman kesilen, sünnilik ve şiiilik feryadını körükleyen bazı İslami hareketlerin tabanının bu tutumu köklü ve yerleşik bir tutum değildir. Yabancıların, temiz ve ihlaslı gençleri şüphe ve yersiz kısır döngüye sokarak onlara verdikleri ârizi bir tutumdur.

    İşte, Muhibiddin Hatib isimli zat, Suudi Arabistan rejimi tarafından defalarca basılıp yayınlanan ve bizzat bu işgaldeki topraklarda (Filistin’de) bile, beş bin adet tekrar yayınlanan kitabında deliler sıralayarak Şiilerin İslam’dan çıktıkları ve kafir olduklarını iddia ediyor. Yazar Müslümanlar arasında tefrika yaratabilmek için her türlü yalan ve iftiraya başvurmuştur. Hatta Şiilerin Kur’an’ının da elimizdeki Kur’an’dan farklı olduğunu söylemiştir.

    Sözkonusu kitabın yazarı olan Seyyid –Muhibuddin el-Hatib kimdir acaba? Seyyid Hatib “ilerici Arap Gençliği” gibi bir kavmiyetçi grubun saflarında yer alarak Osmanlı İslam Hilafetine karşı savaşmış bir kimsedir. Bu durumunun anlaşılması üzerine, 1905 yıllarında öğrenim için bulunduğu İstanbul’dan Yemen’e kaçarak Şerif Hüseyin’in Arab Kıyamı’nın başlattığında ona iltihak etmiştir. Sonra hilafet devleti tarafından idama mahküm edilmiştir.Seyyid Hatib Şam’a ancak Türklerin yenilgiye uğrayıp Arap askerlerinin orayı ele geçirmesiyle dönmüş ve sonra da orada “asime” isimli ilk Arapça dergi çıkarmıştır.

    Şimdi Müslüman düşünür ve İslami hareketlerin Şiilik ve Sünnilik üzere bu fitne ve boş feryadlar hakkındaki görüş ve tutumlarını açıklamaya çalışalım:

    Çağdaş İslami hareketin öncülerinden biri olan Şehid İmam Hasan El Benna, şia-sünni yakınlaştırma fikrini savunanlar arasındadır. Bazılarının imkansız saydığı bu fikir birçok İslam alimi gibi Hasan el Benna’ya göre gerçekleşmesi mümkün ve yakın bir hedef idi. Şehid imam Hasan el Benna; “İslami Mezhepleri Yakınlaştırma Cemiyeti” (Dâru’t Takrib Beyne’l Mezâhibi’l İslâmiye) nin çalışmalarına katılarak topyekün halde (Sünnisiyle, Şiisiyle) müşterek akaid ve ilkeler etrafında toplanıp imanın bir şartı veya dinin bir rüknü olmayan ve dinin tartışma götürmez herhangi bir hükmünü inkar sayılmayan konularda birbirlerini mazur görmeleri fikrini amel sahnesine getirmek için çalıştı.

    Üstad Abdülkerim Şirazi Sünni ve Şii ulemasının makalelerini ihtiva eden “İslami vahdet” isimli kitabında “İslami Mezhepleri Yakınlaştırma Cemiyeti”nin kurucularının görüşlerini şöyle açıklamıştır:

    “Onlar şu ilkeler üzerinde birleştiler; Allahu Teala’ya inanan ve Hz. Muhammed ve (s.a.v)’e son peygamber olarak iman getiren, Kur’an’ı ilahi kitab, Kabe’yi kıble olarak kabul eden ve beş maruf rükünlere iman getiren, ahirete iman edip dinin tartışma götürmez kesin hükümlerini tatbik eden her şahıs müslüman sayılır.”

    Bu ana ilke meşhur dört Ehl-i Sünnet mezhebinin temsilcileri ile Şia’nın imamiyye ve Zeydiye kolunun temsilcilerinin birleştiği nokta idi. Bu cemiyette yer alanlar arasında El Ezher’in şeyhi ve zamanının en yüksek fetva makamı El imamu’l Ekber Abdülmecid Selim ve El İmam Mustafa Abdurrezzak ve Şeyh Şaltut gibi büyük alimler de vardı. Şehid İmam Hasan el Benna’nın bu meseledeki rolünün ne derece olduğunu belirleyecek yeterli bilgi yoktur, ama İhvan-ı Müslimin’in düşünürlerinden biri olan Üstad Salim Behnesavi şöyle diyor:

    “İmam Hasan el Benna ve İmam Kummi’nin özel katkılarının olmasıyla İslami mezhepleri yakınlaştırma cemiyeti kurulduğu günden beri İhvan-ı Müslimin ve şia arasındaki işbirliğinin var olması İmam Nevvab Safevi’nin 1954 yılında Kahire’yi ziyaret etmesi neden olmuştur.”

    Üstad Behnesavi aynı yerde şöyle demektedir:

    “Bu şaşılacak bir şey değil. İki cemaatin gittikleri yol bunu gerektiriyordu. Bilinmektedir ki İmam Hasan el Benna Ayetullah Kaşani ile 1948 yılında Hacc merasiminde görüşmüş ve önemli konular üzerinde anlaşmışlardı.”

    Günümüzde İhvan-ı Müslimin önde gelen simalarından Şehid İmam Hasan el Benna’nın talebesi Üstad Abdulmuteal Cebri “Hasan El Benna Niçin Öldürüldü” adlı eserinde bu konuya temas ederek Robert Jakson’dan naklen şöyle diyor:

    Eğer bu kişi (Hasan el Benna) hayatta kalsaydı, çok şeyler gerçekleştirebilirdi. Bu ülke için özellikle Hasan el Benna ve İranlı lider Ayetullah Kaşani şii ile Sünniler arasında ihtilafı kaldırmak üzerinde anlaşacaklardı. Bilindiği üzere bu iki şahsiyet Hicaz’da 1948 yılında görüşmüş ve temel noktalar üzerinde anlaşmışlardır.”

    Üstad Cebri bu sözlere atfen şöyle diyor:

    “Robert doğru söylemiştir. O siyasi idraki ile İmam Hasan el Benna’nın İslami mezhepleri yakınlaştırmak üzere çabalarını anlamıştır. Bundan birkaç önemli gerçeği çıkarabiliriz.

    1: Şiiler ve Sünniler birbirlerini Müslüman görürler.

    2-Bunlar arasında uyuşma ve buluşmayı sağlayıp ihtilafları bir kenara atmaları mümkün ve gereklidir. Ve de bu şuurlu İslami hareketlerin mesuliyet çerçevesine dahildir.

    3- İmam Şehid Hasan el Benna bu yolda büyük bir çaba göstermiştir.”

    Bilindindiği üzere Irak’ta Ihvan-ı Müslimin saflarında yer alan bir çok şii genç var idi. Nevvab Safevi Suriye gezisinde Ihvan-ı Müslimin’in Suriye lideri Dr. Mustafa Sıbai ile görüşmüş ve Sıbai ona bazı şii gençlerin İhvan yerine laik ve kavmiyetçi örgütlerde çalıştıklarını söylemiş ve bunun üzerine Nevvab orada büyük bir kalabalık karşısında minbere çıkarak şöyle söylemiştir.

    “Kim gerçek bir Caferi olmak istiyorsa Ihvan-ı Müslimin’in saflarında yer alsın.”

    Nevvab Safevi şii “fedaiyan-ı İslam” örgütünün lideridir.

    Üstad Muhammed Ali Zennavi “Yeni Asırda En Büyük İslami Hareketler” adlı kitabında Bernard Lewis’ten naklen şöyle yazıyor:

    “Onlar (İslam fedaileri örgütü) mezheplerinin şii olmasıyla birlikte İslami vahdet fikrini taşıyorlar, fikri yönden büyük ölçüde İhvan-ı müslimin örgütüne benziyorlardı. “

    Üstad Zennavi daha sonra İslam fedaileri örgütünün ilkelerinden bazısını şöyle özetliyor:

    “1- İslam, hayatı tamamen içeren bir nizamdır. 2- Müslümanlar arasında sünnisiyle şiisiyle fırkacılık yapılmamalıdır.”

    Sonra Nevvab’ın sözlerini naklediyor:

    “Birlikte İslam için çalışalım. İslam’ın şerefi uğruna yaptığımız cihaddan başka her şeyi unutalım. Acaba Müslümanların şuurlanıp Şiilik ve Sünnilik diye tefrikaya düşmekten el çekmelerinin zamanı gelmedi mi?”

    Fethi Yeken “El Mevsuat’ul harekiye” adlı kitabının 163. sayfasında Nevvab Safevi’nin Kahire’ye ziyareti hakkında bilgi verdikten sonra Şah tarafından Nevvab Safevi’ye verilen idam hükmü hakkında şöyle diyor:

    “Zalimce verilen bu hükme İslam ülkelerinde sert bir şekilde karşı çıkıldı. Nevvab Safevi’nin kahramanlığı ve mücadelesini bilen Müslüman halk kitlesi verilen bu hükme karşı tavır koyarak böyle bir hükmün çağımızda büyük bir zayiat olduğunu bildirdiler.”

    Fethi Yeken’in görüşüne göre Müslüman bir şiinin şehadeti İhvan-ı müslimin önde gelen şehidlerinin şehadeti gibidir. O Şuna inanmaktadır. Nevvab safevi ve arkadaşlarının tertemiz kanları ile gelecek nesiller için özgürlük yolunu aydınlatan şüheda kafilesine katılmışlardır. Zamanı geldi, İslam inkılabı İran’da gerçekleşti ve Şahinşahlık imparatorluğu böylece sona erdi. Nitekim Allahu Teala Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyurmaktadır:

    “Gönderilen peygamber kullarımıza şu sözümüzü geçmişti: Mutlaka kendilerine yardım edilecektir ve galip gelecek olanlar mutlaka bizim ordumuzdur.” (Saffat 171-173)

    Üstad Fethi Yeken “El İslamu Fikretun ve hareketin ve inkılabun” adlı kitabının 58. sayfasında şöyle diyor:

    “Arapların İrandaki Nevvab ve arkadaşları gibi kimselere de ihtiyaçları vardır. Lakin Arap ülkeleri henüz bunu idrak edememişlerdir. Henüz İslam hareketinin Arap ülkelerine ihtiyaç duymadan tek başına işlerini yürütebileceğini anlayamamışlardır. Acaba şimdi İran İslam Cumhuriyeti Nevvab gibi kimselere sahip midir?”

    Üstad Fethi Yeken Nevvab gibi kişileri bekliyor. Öyleyse niçin Nevvab ve Nevvab’tan daha üstün kimseler İran’da oluşunca birçok yüzler kızardı? Ihvan-ı Müslimin yayınladığı “El Müslimun” adlı derginin 1. sayısının 76. sayfasında Nevvab Safevi’nin görüşünü naklediyor:

    “Tağutların Müslümanlara zulmettiği, onları baskı altına aldığı her yer ve her zamanda Müslümanlar mezhebi ihtilaflara önem vermezler. Birbirlerinin sorunlarına mazlum arkadaşlarının dertlerine ortak olurlar. Şüphesiz bizler düşmanın Müslümanlar arasında tefrika çıkarma planlarını boşa çıkarabiliriz. Gerçekten de çeşitli mezheplerin varlığının hiçbir zararı yoktur. Mezhepleri ortadan kaldırmak bizlerin elinden de gelmez. O halde ne yapmalıyız? Bizlerin görevi kalplerinde hastalık olan kimselerin bu durumdan faydalanmalarına izin vermemek olmalıdır.”

    Nevvab Safevi sözlerini şöyle sürdürüyor:

    “Bizler bugün eğer öldürülmez isek yarın öldürüleceğiz. Bizlerin bu uğurda kurbanlar olması ve kanlarımızın akıtılmasıdır ki İslam’ı diriletecek ve zafere kavuşana kadar korunacaktır. Bugün İslam bu kanlara muhtaçtır. Kan dökülmeden kurbanlar verilmeden hiçbir zaman zafer elde edilmez.”

    İhvanı Müslimin ile Şia’nın var olan irtibatları konusunu tamamlamadan şunu da belirtmekte yarar görüyorum. İki sene öncesine kadar Kuzey Yemen’de İhvan-ı Müslimin lideri olan Üstad Abdülmecid Zindani bir şii idi. Kuzey Yemen’deki İhvan-ı Müslimin’in birçok üyesi de şiidir. Şimdi de “takrib cemaati” hakkında bazı açıklamalarda bulunalım.

    Bu konuda ilk önce bu cemaatın önemli üyesi olan El Ezher'in reisi büyük lider Şeyh Mahmud Şeltut'a kulak verelim. O şöyle demekte:

    "Ben takrib düşüncesinin çok değerli ve saygın bir metoda sahip olduğuna inanmışım. Bu cemaatın ilk kurulduğu yıllardan bu yana üyesiyim. " (El Vahdet-ul İslamiye, sayfa 20)

    Aynı kaynakta sayfa 23'de ise şunları söylemekte:

    "Evet el Ezher-i Şerif, çeşitli mezhepleri birbirine yakınlaştırma metodu üzere hareket ederek, İslamî mezheplerin fıkhını, Şia ve Ehl-i Sünnet farkı gözetmektsizin delilleriyle birlikte hiç bir taassuba kapılmadan okutturmayı amaçlamıştır. "

    Mekzur kitabın 24. sayfasında ise sözlerini şöyle noktalamakta:

    "Ben bir sofra etrafında; bir Mısır'lı İran'lının yanında, bir Lübnan’lı Irak’lının yanında, o da bir Pakistan'lının yanında başka islamî milliyetler de bir arada aynı zamanda Hanefî, Şafiî, Ma¬likî, Hanbelî; İmamiye ve Zeydî'nin yanında kardeşlik ruhu, dostluk-muhabbet zevki, ilim-irfan dahilinde oturmuş oldukları halde; fıkhı, tasavvufi, ilmî meselelerde sohbetleri yükselirken onlara hitaben Dar-ut Takrib'in toplantıları hakkında bir konuşma yapmayı çok arzu ediyorum. "

    Şeyh Şeltut, takribten maksadın mezhepleri ortadan kaldırmak veya birbirlerine karıştırmak zannıyla takrib düşüncesine karşı çıkanlara işaretle şöyle demekte:

    "Dar kafalı, kötü niyetli kimseler takrib düşüncesine karşı gelmekteler. Bu gibi kimseler bütün ümmetler içerisinde bulunurlar; tefrikayı kendi varlıklarını sürdürmek olarak bilenler, heva ve heves ehli, bozguncu, hasta ruhlu kimseler bu düşüncemize karşı gelenlerdir. Onlar kalemlerini tefrika üreten siyasetler için kullanmaktalar, yapıcı hareketlerin sürdürülmesine, Müslümanların birliğine engel olmaktadırlar."

    El Ezher konusundan ayrılmadan önce Şeyh Şeltut'un Şia hakkındaki özel fetvasına kulak verelim. Fetvanın bir bölümünde şunlar yer almakta:

    "Şia İsna aşeriye adıyla da bilmen Caferi Mezhebi 'ne bütün Ehl-i Sünnet mezheplerine olduğu gibi taklid etmek şer'an caizdir. O halde Müslümanların bu meseleyi bilmeleri, kendilerini haksız olarak belli mezhepler üzerinde taassubtan kurtarmaları gerekir. Ne Allah 'in dini ne de O 'nun şeriatı, belirli bir mezhebe tabi değildir... Bunların hepsi Allah'ın yanında makbul olan müçtehitlerdir. "

    Büyük bir grubu teşkil eden takrib taraftarı alimlerden biri olan Şeyh Muhammed Gazali 'nin görüşleriyle bu konuya başlıyalım: "Keyfe Nefhem'ul İslam" kitabının 142. sayfasında şunları yazmakta:

    “Hakim olan siyasetler, hakimiyetlerini sürdürebilmek ve üstün olmak için hevaları uğruna gerçekte itikatta olmayan bir çok şeyi itikat içerisine sokmuşlardır. Bu ise müslümanları iki büyük fırkaya bölmüştür. Gerçekte her iki fırka, tek bir Allah'a ve Allah Resulüne iman etmişlerdir. Hiç biri bir diğerinden dini düzenleyecek ve kurtuluşa kavuşturacak inançlar konusunda eksik değildir."

    Aynı sayfada şöyle devam ediyor:

    "Ben her ne kadar bir çok farklı meselede Şia’dan farklı düşünüyor ve amel ediyorsam da bu benim bu düşüncemi din olarak kabul etmemi ve karşı tarafı günahkâr saymamı gerektirmez; aynı şekilde de Ehl-i Sünnet mezhepleri içerisindeki farklı düşünceler için de bu böyledir. "

    Sayfa 143. de ise şunları demekte:

    "Sonuçta, din ayaklar altına alınsın, ümmet iki fırkaya bölünerek birbirlerine düşman olup birbirlerini yok edecek planlar düzenlesinler diye Şia ve Sünnî ihtilaflarını akidevî esaslara dayandırdılar. Bu işi yapanlar aşağıdaki ayetin muhatabıdırlar:

    "Dinlerini parça parça edip, grub grub olanlar var ya, senin onlarla hiçbir ilişkin yoktur. Onların işi Allah'a kalmıştır. Sonra Allah onlara yaptıklarını haber verecektir." (Enam suresi: 159)

    Şeyh Gazali, Mezkur kitabın 144-145. sayfalarında da şöyle demekte:

    "Gerçekten her iki fırka Allah’ın kitabına ve Resulü 'nün sünnetine inanarak İslam dahilinde birleşmekteler. Bu dinin temel esaslarında hiç bir farkları yoktur. Ama fıkhı meselelerde değişik görüşlere sahip olsalar da bütün İslami mezhepler bu konuda aynı görüştedirler; müçtehid doğru veya hatalı olursa ecrini alır."

    Sonra da sözünü bu noktaya kavuşturuyor:

    "Biz fıkhı meselelerle karşılaştığımızda, Şia ve Ehl-i Sünnet arasındaki ihtilafların aynısını Hanefi, Şafiî, Maliki, Hanbelî mezhepleri arasında da var olduğunu görüyoruz. Biz bunların hepsine hakikate ulaşmak yolunda aynı gözle bakıyoruz."

    Şeyh Gazali "Nazarat-un fi'l Kur'an" ki¬tabında Şia alimlerinden birisinin görüşünü naklederken bu kitabın 79. sayfasında şunları söylüyor:

    "Görüşünü naklettiğim bu kimse Şia'nın büyük edib ve fakihlerindendir. Onun bütün görüşlerini nakletmemdeki neden, bazı dar görüşlü kimselerin Şia milletini İslam’ın yabancısı ve İslam'dan sapmış olarak görmesinden dolayıdır. Bu kitabın "Mucize" bölümünde onların daha iyi tanınmaları için daha çok söz edeceğiz. "

    Sayfa 158'de Hibetuddin el Hüseyni adında başka bir Şia aliminin görüşünü beyan ederken şöyle diyor:

    "Bu zat Şia'nın büyük alimlerindendir. Onun bütün görüşlerinde okuyucular, bu alimin Kur'an’ın mucize oluşu hakkındaki önemli fikirlerine tanık olsunlar diye ve Şia'nın Kur’an’a ne kadar önem verdiklerini ve saygı gösterdiklerini bilmeleri için bu satırları yazdı. "

    Evet, İhvan-ı Müslimin'in en büyük Şeyh'i Gazali'nin Şia hakkındaki görüşü budur ve o böylece cehalet karanlığım hakikat nuru ile yok ediyor.

    Dr. Suphi Salih "Mealim-uş Şeriat-il İslamiyye" kitabının 52. sayfasında şöyle diyor:

    "Şia'ların imamları Peygamber'in sünnetine karşı olabilecek hiç bir söz söylememişlerdir."

    şöyle devam ediyor:

    "Onların yanında sünnetin çok büyük bir saygınlığı vardır. Şeriat kaynağı olarak onların yanında Kur’an'dan sonra Peygamberin sünneti gelmekledir."

    Üstad Said Havva ise "El islam" kitabının c. 2, 165. sayfasında İslam ülkelerinin parçalanmaları hakkında şöyle demekte:

    "Gerçekten de İslam dünyası muhtelif fıkhî mezhep ve gruplardan oluşmuştur. Her bölge de kendine özgü fikir ve mezhebe sahiptir. Bu yüzden diyorum ki: Herkes kendi dili üzere yaşadığı bölgede kendine has yönetime sahip olsa ne mahzuru vardır? Şiaların yaşadığı bölge kendi yönetimlerine, ayrı mezhep ve düşüncede olanlar ise kendi bölgelerinde kendi yönetimlerine sahip olsunlar. Her bölge kendi yönetimi için bir yönetici seçsin ve hepsi birlikte bir merkezi yönetimdeki halifeye tabi olsunlar. "

    İşte İhvan-ı Müslimin'in düşünce adamlarından bin olan Said Havva'nın sözleri;

    "Şia'nın da İslam gölgesi dahilinde kendine ait bir yönetimi olsun ve Şia da dahil olmak üzere çeşitli mezheplerin olması İslam ve müslümanlara hiç bir zarar getirmez."

    İslam araştırmacısı Mustafa Şek'a "İslam bilâ Mezahib" kitabının 182. sayfasında şöyle demekte:

    "İmamiye-i İsnâ Aşeriye mezhebine mensup olan şialar bu gün bizlerin ara¬sında yaşamaktadırlar. Vahdet ve düşünce¬lerin yakınlaşması için de bizlerle çok sıkı irtibatları vardır. Çünkü dinin muhtevası güçlü ve birdir; hiçbir zaman tefrikaya yol açmaz. "

    Üstad Muhammed Ebu Zehra ise "İslam mezhepleri Tarihi" kitabının 39. sayfasında diyor ki:

    "Şüphesiz Şia, İslamî bir mezheptir. Ama Sebâîleri onlardan ayırt etmek gerekir. Onlar (Sebâîler) Hz. Ali'yi Allah yerine koymaktadırlar. Şüphesiz Şiîler ne derlerse kaynakları Kur'an'a ve Resulııllah’ın sünnetine dayanmaktadır."

    Aynı kitabın 52. Sayfasında da:

    "Onlar Sünnîlere sevgi ve saygı ile bakmakta, asla buğz etmemekteler."

    İhvan-ı Müslümin'nin Irak'taki en büyük liderlerinden olan Dr. Abdulkerim Zeydan "Dirasat'uş Şeriat-il İslamiyye" kitabının 128. sayfasında şöyle diyor:

    "Caferi mezhebine tabi olan müslümanlar İran, Irak, Hindistan, Pakistan ve Suriye ile Lübnan 'in bir bölümünde yerleşmişlerdir. Şia ve Ehl-i Sünnet mezhepleri arasında var olan ihtilaflar her mezhebin kendi arasında da vardır"

    İhvan-ı Müslimin'nin düşünürlerinden Üstad Salim Behnesavî "Es Sünnet-ül Muftera aleyha" kitabının 60. sayfasında "Şiilerin bizim Kur'an'ımızdan farklı Kur'an'ları vardır" diyen bazı kimselere şöyle cevap vermekte:

    "Şiilerin cami ve evlerinde bulunan Kur'an, Sünnilerin ellerindeki Kur 'an 'ın aynısıdır.”

    Kitabının 260. sayfasında da şöyle diyor:

    "Oniki İmam mezhebi adıyla tanınan Şiîler, İslam ümmetinin eskiden beri ellerinde bulundurduğu Kur 'an’ın bir harfini değiştirmeyi küfür olarak bilmekteler."

    Üstad Behnesavî kitabının 67-75. sayfalarında "Şialar Kur'an'ı değiştirmiştir" diyen kimselere cevaben, Şia alimlerinden bazı nakillerde bulunarak şiilerin büyük fakihlerinden Seyyid Hoyi nin dilinden kitabın 69. sayfasında şunları yazmakta:

    “Herkesin bildiği gibi bütün müslümanlar, Kur 'an'da bir değişiklik olmadığına ittifak etmişlerdir. Bizim elimizdeki Kur'an Rasulullah'a nazil olan Kur 'an’ın ta kendisidir."


    Ünlü bir şii alimi olan Şeyh Muhammed Rıza Muzaffer''in dilinden de şunları nakletmekte:

    "Halihazırda bizim elimizde bulunan ve okuduğumuz Kur'an Rasulullah'a nazil olan Kur'an'dır. Kim bunun aksini söylerse hataya düşmüştür. Çünkü Allah'ın sözü azaltılıp fazlalaştırılacak bir söz değildir. (Ki ne önünden, ne de ardından ona batıl gelmez. Hikmet sahibi, çok övülen Allah tarafından indirilmiştir"

    Diğer bir şii alimi Gaşif-ul Gıta 'dan ise şunları nakletmekte:

    "Bu Kur 'an ne fazlalaştırılmış, ne de azaltılmış ne de değiştirilmiştir; bu konu üzerinde bütün müslümanların ittifakı vardır."

    Üstad Salim Bahensavî: "Es Sünnet-ül Müftera aleyha" kitabının başka sayfalarında Şiilerin müslüman olduklarına dair bir çok belge getirmektedir. Daha sonra ise Şia ve Ehl-i Sünnet hadislerinin arasında bazı zayıf ve sahih olmayan hadislerin varlığından bah¬setmektedir. Aynı kitabın 61. sayfasında şunları söylüyor:

    "Ama Şiilerin inancı olan ismet konusu Sünnîler tarafından kabul edilmemektedir. Bu konuyu biraz açıklamak gerekir; Eğer her iki taraf Oniki İmam’ın bu konuyu belirttiği gibi kabul etseler o zaman birbirlerini tekfir etmezler. Çünkü Oniki imamların hiç bir söz ve amellerini hatalı görmemekte ve onların fikirlerini İslamî olarak kabul etmektedirler; onları sadece teoride masum kabul etmemekteler. Bu da o konuda kaynakları olmamasındandır. Oysa bir şeyin küfre neden olması, ancak Kur’an’da kesin olarak belirtilen ve Resulullah'ın sünneti olan bir mevzunun gerçekten var olduğunu bildiği halde inkar edilmesi suretiyledir. Eğer hadisin Resulullah'tan olmadığını biliyorsa bu yüzden inkar edilmesinden dolayı küfür isnat edilemez."

    Yorum


      #3
      Ynt: Şii-Sünni İhtilafı Yapay Bir Kavgadır /Şehid Dr. Fethi ŞEKAKİ

      Üstad Enver el Cundi "El İslam ve Hareket-ut Tarih" adlı kitabının 420. sayfasında diyor ki:

      "İslam Tarihi Ehl-i Sünnet ve Şia ara¬sındaki siyasî fikrî tefkrikalarla doludur. Haçlı seferlerinden bu yana İslam birliğinin engellenmesi için bu yabancılar tarafından körüklenmektedir. İslamî mezhebleri, birbirlerine yaklaştırmak isteyen İslamî hareketler ise bu ihtilafların köküne inerek meselenin halli için her zaman çaba sarf etmektedirler. Bu arada Şia ve Sünnî her iki taraf düşmanların amellerini anladıkları için bu ihtilafların azaltılması ve birbirlerine yakınlaşması için gayret göstermişlerdir."

      Şimdi bu ihtilafları kimlerin körüklediğini bilmekte miyiz acaba? Bundan kimler yararlanıyor? Acaba bizleri, birbirimizi kafir gör¬memiz için ihtilafa davet edenin şeytan olduğunu anlıyabiliyor muyuz? Gerçekte bu ihtilaflar, bu hataya düşenlerin düşündükleri şeylerden daha küçüktür.

      Üstad Enver el Cundi aynı kitabın 421. sayfasında şöyle devam ediyor.

      "Gerçekten de Şia ve Sünnî arasındaki farklılıklar, Ehli sünnetin kendi aralarındaki var olan farklılıkların benzerleridir."

      Daha sonra şöyle devam ediyor:

      "Araştırmacılar Şiaları, bazı ifrata düşenlerden ayırmaya dikkat etmelidirler. Çünkü Şia Alimleri bu tür efradı kınamışlardır; ifrat olan şeyler, halka bildirerek onları uyarmışlardır."

      Üstad Semih Atıf "El Zeyn el İslam ve Sekafet ul İnsan" kitabında "Kimler Müslümandır" başlığı adı altında bizlere Şia ve Sünnî hakkında bir araştırmasını sunmuştur. Bu kitabın 9. sayfasında şöyle yazmakta:

      "Değerli okuyucular, benim bu kitabı yazma nedenlerimi sizlerden gizlemiyorum; günümüzde görülen ihtilaflar, özellikle Sünnî müslümanlar arasına sokulmuş olan ihtilaflardır. Aslında cehaletin yok olmasıyla bu ihtilaflarında yok olması gerekirdi. Maalesef iman ve nefsin zayıflığı bu ihtilafların bazı kimselerde görülmesine neden oluyor. Bu ihtilaf tohumlarım ilk önce İslam ülkelerinin yöneticileri serpmişlerdir; din düşmanları da bundan yararlanarak kendi kuklaları vasıtasıyla bu ülkeleri kendilerine bağımlı hale getirerek müslümanların kanını emmekteler.

      Ey dostlar! Ey Şia ve Sünni Müslümanlar! Bu kitapta sizlere bir takım gerçekleri sunmak istiyorum. Özellikle de Şia ve Sünni arasındaki Kur’an’ı anlama hususundaki görüşlerden bahsetmek istiyorum. Şia ve Sünniler hiçbir zaman Kur'an üzerinde ihtilafa düşmemişlerdi!. İhtilaf sadece Kur 'an 'ı anlama ile ilgilidir."

      Daha sonra aynı kitabın 98 ve 99. sayfalarında şöyle demekte:

      "Böylece milleti rahatsız eden en önemli meselelerin neler olduğunu gördükten sonra, kitabımızı şu cümleler ile bitiriyoruz: Biz Müslümanların özellikle bu zamanda, İslami mezhepleri bir alet edinerek halkın yanlış anlamasına yol açanlara ve halk arasında şüphe tohumları ekenlere karşı koyarak cevab vermemiz gerekir. Bensen hastalığını (bencilliği), ayrılıkçılığı aradan kaldırmalıyız. Müslümanlar arasında ayrılık sokmak isteyenleri engellemeliyiz. Müslümanlar birleşsinler, birbirlerine yardımcı olsunlar, birbirlerine kin duymasın gruplaşmalardan, bencillikten uzaklaşsınlar. Bizler de Raşid Halifelerin birbirlerine yardımları ve fedakârlıklarını kendimize örnek almalıyız. "

      Üstad Ebul Hasan Nedvi ise Şia ve Sünnîlerin birbirlerine yakınlaşmaları arzusundadır. Mısır'da yayınlanan "El İ'tisam-ul İslamıyye" dergisinin Hicri 1398, Muharrem sayısında yaptığı bir röportajda şöyle demekte:

      "Eğer vahdet gerçekleşse, İslamî düşünce tarihinde hiç görülmemiş bir inkılap meydana gelir."

      Üstad Sabir Tuayme "Tehaddiyat Emam-el Urubeti ve'l İslam" kitabının 208. sayfasında şunları demekte:

      "Şia ve Sünnî arasında esasta hiç bir fark olmadığı gerçeğini söylemek gerekir. Çünkü hepsi Tevhid üzeredirler, sadece fer'î meselelerde ihtilafları vardır. Bu ise Sünni mezheplerin kendi aralarındaki ihtilafları gibidir. Hepsi de Kur 'an ve Sünnet üzere bina olmuş dinî esasları kabul etmekteler. Bütün İslamî desturlarla amel ederek helali helal, haramı haram bilmekteler. Sonuçla, Şia ve Sünnî İslam çerçevesi dahilinde iki mezheptir; esasları da Kur'an ve Resulullah'ın sünnetinden alınmıştır."

      İslam alimleri "Şer'î bir meselede İcma'nın olabilmesi için bütün Şia ve Sünnî alimleri o meselede ittifak etmeleri gerekir" inancındadır.

      Üstad Abdulvehhab Hilaf "İlm-u Usul-il Fıkh" kitabının 14. baskısı 46. sayfasında şunları demekte:

      "İcma'nın dört rüknü vardır; bunlar olmadan icma olmaz. Bu rükün¬lerin ikincisi; şer'î bir mesele üzerinde fetva vermede bir bölgenin değil o zamanın bütün müçtehidlerinin o mesele üzerinde ittifakları gerekir.

      Örneğin: Bir şer 'î hüküm üzerinde sadece Hicaz bölgesi müçtehidleri veya sadece Harameyn-i Şerifeyn müçtehidleri veya sadece Şia müçtehidleri ya da Ehl-i Sünnet müçtehidleri ittifak etseler, şer'î olarak bu icma kabul olunmaz. Çünkü icma, o zamanın İslam dünyası müçtehidlerinin tümünün ittifakı olmaksızın mümkün değildir."

      O halde Şia'nın görüşü de icmanın geçerli olması için gerekli biliniyorsa, öyleyse nasıl oluyor da Şia sapık mezhep olup yeri cehennem oluyor!?

      Üstad Şeltut, Ebu Zehra ve Hilafın Üstadı olan Üstad Ahmed İbrahim Bey "İlm-u Usul il Fıkh" kitabının -İslam Kanunu Tarihi- bö¬lümünde (sayfa 21) şöyle yazmıştır:

      "İmamiye Şia'sından olanlar müslümandırlar; Allah 'a, Peygamber'e ve Kur'an'a inanmaktadırlar. Aynı zamanda Hz. Mııhammed (s.a.v)'in insanlık için getirmiş olduğu herşeye iman etmekledirler. Bu mez¬hep Fars ülkesinde yerleşmiştir."

      Sayfa 22'de de şöyle demekte:

      "Eskiden beri İmamiye Şia'sında bir çok büyük fakihler; bütün ilimler ve sanatlarda var olmuştur. Bunlar çok zeki ve derin düşünceye sahip kimselerdir ve yüzbinlerce kitap telif etmişlerdir. Ben bunların bir çoğunu inceledim."

      Bu sözlerinden sonra ise şöyle devam etmekte:

      "Şiîler içerisinde bazı kimseler ifrata düşerek İslam çizgisini aşmışlardır. Ama İmamiye Şia’sından o ifratçıların peşinden giden yoktur."

      Şimdi İslam büyüklerinden ciddi ve tartışma götürmez bu sözlerin hepsini gözler önüne serdikten sonra, İbn-i Teymiye'nin Râfızîler hakkındaki fetvasını hortlatarak İran İslam Cumhuriyeti'ne karşı çıkmaya ve Oniki İmam şialarını vebal altına almaya çalışan kimselere şöyle söylüyoruz. Bu kimseler özetle şu hatalara düşmüşlerdir:

      1- Bu kimseler, bu fetvanın Şiilik hareketinden 600 sene sonra 7. yy da İbn-i Teymiye tarafından verildiğinin farkında değil midirler?

      2- Bu kimseler, İbn-i Teymiye zamanı hakkında hiç bir bilgiye sahip değiller mi? O dönem, ihtilafların özelliklede yabancıların İslam ümmetine karşı saldırılarının yoğun olduğu bir dönem idi.

      3- Bu kimseler, İran'daki İslam İnkılâb'ına olan öfkelerinden dolayı ve İran İslam İnkılabına karşı siyasetlere tabi olmalarından; İbn-i Teymiye'nin fetvasını dikkatle inceliyerek "Rafızîlik" kelimesinin manasını Oniki İmam Şia'larını kapsayıp kapsamadığına dikkat etmişler midir?

      Üstad Enver Cundi "El İslam ve Hareket-ut Tarih" kitabının 242. sayfasında şöyle demekte:

      "Rafizîler, ne Şia'dırlar ne de Sünnî"

      İmam Muhammed Ebu Zehra ise "İbn-i Teymiye" kitabında Şia'nın Zeydi ve İmamiye-i isnâ-i aşeriye gibi bazı fırkalarından bahsederken onlara karşı (İbn-i Teymiye) hiç bir söz etmemiş, ama sayfa 170'de İsmailiye fırkası hakkında aleyhte sözler etmiş... Onlara sözlü ve yazılı olarak karşı çıkmıştır.

      Böylece Şia ve Ehl-i Sünnet ile ilgili bu anlamsız feryat hakkında bazı İslam alimi ve düşünürlerin sözlerini aktarmış olduk…

      Oysa İslam İnkılabı, Tanca'dan Cakarta'ya kadar uzanan İslam ümmetine bir canlılık kazandırmıştır. Tahran'da ve Kum'da toplanan müslümanlann yaptıkları mücadeleler, İslam'ın ilk dönemlerinde müslümanların elde ettikleri zaferleri hatırlatmaktadır.

      İnkılabın başlangıcından itibaren geçen her gün halkın katılımı ve mücadelesi hızla artmaktaydı. Bu inkılabı seven ve destekleyen müslüman topluluklar; Kahire Muiz ve Dimeşk'de... sokaklara döküldüler. Bu sevgi ve destek Karaçi, Hartum, İstanbul ve Beytul Muakaddes'in etrafında, bütün müslümanların bulunduğu her yerde yayıldı.

      Batı Almanya'da İhvan-ı Müslimin'nin eski liderlerinden Üstad İsam el Attar; ömrü boyunca zalimlere boyun eymeyen bu alim "İnkılabın Kökleri" hakkında bir kitab yazmıştır. Bu kitapta inkılabı savunuyor, destekliyor ve İmam Humeyni'yi tebrik ediyor. Üstad'ın inkılabı destekleyici ve savunucu konuşmaları kasetlere alınarak; bu kasetler İslam gençliği arasında yayılmıştır. Aynı zaman da üstad Attar tarafından yayınlanan "Er-Raid" dergisi, inkılabı destekleme ve hedeflerini açıklamada önemli rol oynamıştır.

      Sudan'da İhvan-ı Müslim Hareketi düşünce ve faaliyeti, Hartum Üniversitesi gençliği ile aynı paraleldeydi. Bu müslümanlar çok ciddi bir şekilde inkılabı destekleyip savundular. Çok ciddi bir düşünür ve siyasetçi olarak tanınan Sudan İhvan-ı Müslimin hareketinin lideri Dr. Hasan Turabi İran'a giderek İmam ile görüştüğünde, İmam Humeyni'ye inkılabı ve önderlerini desteklediklerini ilan etti.

      Tunus İslamî Hareketi tarafından yayınlanan "El Marifet" dergisi de inkılabı desteklediğini ilan etti; aynı zamanda bütün müslümanlardan bu inkılabı desteklemelerini istedi. Bu destek o dereceye kadar ulaştı ki; Tunus İslamî hareketinin lideri Raşid el Gannuşi bu dergide yayınladığı bir makalede İmam Humeyni'yi bütün Müslümanların rehberi olarak tanıdığını ilan etti. Bu da Burgiba rejiminin dergiyi kapatarak İslamî hareketin liderlerini tutuklamasına neden oldu.

      Yine İslamî Hareket hakkında Üstad Gannuşi şöyle demekte:

      "Bu hareket; Hasan el Benna, Mevdudi, Kutup ve Humeyni liderliğinde aydınlandı."

      Gannuşi ve Turabi'nin birlikte yazdıkları "El Hareket’ul İslamiyye ve't Tahdis" kitabının 16 ve 17. sayfalarında şöyle yazılmakta:

      '"İran İslam inkılabının Zaferi İslam 'da yeni bir dönem açtı."

      Aynı kitabın 17. sayfasında "İslamî Hareketten Amacımız Nedir" başlığı altında şöyle yazmakta:

      "Bizim İslamî hareketten gayemiz, İslam'dan kaynaklanmış bir toplumun ve bütün İslâm camiasının bir hakim yöne¬tim altında olmasıdır. Bu da üç temel üzere dayanır: Ihvan-ı Müslimin, Pakistan İslam Cemaatı ve İran 'da İmam Humeyni hareketi "

      24. sayfada da şöyle yazmakta:

      "İran'da başlamış olan bu hareket, bütün bölgelerdeki özgürlükçü hareketlerin en büyük ve en önemlisidir. Bu hareket İslam'ı tağutlardan kurtararak, tağutların karşısına dikilmesini sağlamıştır."

      Lübnan'da İslamî Hareket, İran İslam İnkılabını çok geniş ve güçlü bir şekilde destekledi. İslamî Hareket Lideri Fethi Yeken meşhur "El Eman" dergisinde, İnkılabı çok güzel bir şekilde karşılıyarak, bir çok defa İran'a gidip konferanslara katıldı ve bu kon¬feranslarda bir çok makaleler sundu.

      Ürdün'de İhvan-ı Müslimin mesulü Muhammed Abdurrahman Halife İran'a gitmeden önce ve gittikten sonra İran İnkilabını desteklediğini ilan etti. İbrahim Zeyd el Gilânî, Kral Hüseyin'den aynı yolda hareket etmesini istedi.

      Üstad Yusuf el Azm meşhur şiirinde bütün müslümanlardan İmam Humeyni'nin rehberliğini desteklemelerini istedi ve bu şiiri bir çok İslamî dergide yayınlandı. Bu şiirin son mısraları şöyledir.

      "İmam ve liderimiz Humeyni, yıktı zalimlerin sarayını
      Korkmadı ölümden ve ateşin sıcaklığından
      Biz madalya verdik ona kanımızı
      İlerledik, dönmeyiz bir daha
      Böylece şirk ve şüphe karanlığını kaldırdık ortadan
      Ta ki nur ve huzur dönsün dünyaya "

      Mısır'da "Ed Dava", "El İ'tisam", "El Muhtar-ul İslamî" dergilen, İran İslam İnkılabını destekleyerek bu İnkılabın İslam İnkılabı olduğuna dair makaleler yayınladılar. Saddam'ın İran'a saldırısıyla ilgili savaşın başlamasında "El İ'tisam" dergisi Hicri 1400 Zilhicce ayında yayınladığı sayısındaki bir makalede:

      "Mişel Eflak'ın talebesi islamî İran 'da yeni bir hadisiye meydana getirmek istiyor." diye yazmıştı. Aynı dergi o sayının 10. sayfasında "Kör Eden Sebepler" başlığı altında şunları yazmakta:

      "İran İslam İnkılabının Irak'ta yayılmasından korkan; Saddam, İran'da şahlık ordusunun çökerek İslamî bir orduya dönüşmesi aşa¬masında, henüz ordu esaslı bir şekilde dü¬zenlenip yerleşmeden bu orduya karşı savaşarak yok edebilme fırsatını ganimet bildi. "

      1401 Hicrî yılı Muharrem ayı sayısında 36. sayfada Ihvan-ı Müslimın yazarlarından Cabir Rızk savaşın nedenleri hakkında şunları yazmıştır:

      "Savaş; Amerika'nın bütün oyunlarının İran’ın inkılapçı Müslümanları tarafından bozulmasından sonra başladı. "

      37. Sayfasında da şunları yazmakta:

      "Saddam, Irak nüfusunun dört katı fazlasına sahip ve Haç 'a tapan Yahudi ve emperyalistler karşısına dikilmiş bir milletle savaştığını unutmuştu."

      Daha sonra bu sözlerine şunları eklemekte:

      "İran milleti kan dökücü Baas rejimini yıkmak ve zafere ulaşmak için ciddiyetle, bütün gücü ile bu savaşı devam ettiriyor aynı zamanda bu savaşı devam ettirebilmek için hiç görülmemiş bir ruhî hazırlık sergiliyordu. Onlar şehadete kavuşmayı mutluluk olarak görüyor, zaferin islam İnkılabının olduğuna inanıyorlardı."

      Üstad Cabır Rızk daha sonra sömürücülerin bu savaştaki hedeflerinin İnkilabı yok etmek olduğunu zikrederek şunları yazmakta:

      "İran İnkılabını yıkmakla İran 'da olduğu gibi diğer ülkelerde de halkın ayaklanmaları ve çıkarları olan rejimleri kaybetme korkuları ortadan kalkmış olacaktı."

      Sonra şu sözlerle makalesini tamamlamakta:

      "Ama zafer Allah'in Hizbi'nindir... Bununla birlikte cihad etmek, şehid olmak gerekir."
      "Gerçekten de Allah kendi yolunda yardım edenlerin yardımcısıdır ve gerçekten de Allah güçlü ve mağlub olmayandır."

      Burada maksat; müslümanları cihada teşvik etmek, harekete geçirmektir. Böylece Allah onlara ücretlerini vererek, zafere kavuştursun.

      Budur savaşın muhtevası; Suud'un hiç bir şey bilmez, saf adamları aldatmak için söyledikleri değil! Onlar şii olan İran, sünnî olan Irak'ı yok etmek istiyor demekteler; bu körü körüne düşünceler ne kadar da üzülecek şeylerdir. Halkın kalbine bu tür kinler sokanlar ne kadar günahkârdırlar.

      "El İ'tisam" dergisi Hicrî 1401 Safer ayı sayısında kapağına şunu yazmıştı:

      "Bu İnkılab, yapılan hesapları bozarak geleneksel seyri değiştirdi."

      Aynı dergi 39. sayfasında şunu soru olarak sormakta: "İran İnkılabı neden bu yeni dönemin en büyük inkılabı sayılır? "

      İran İslam İnkılabının zaferinin ikinci yıl dönümü ile ilgili yazılan bu makalenin sonunda yazar, şahlık rejiminin gücü ve yaptığı zulümlerden bahsederek şunları demekte:

      "Bütün bunlara rağmen binlerce insanın şehadetinden sonra İran İnkılabı zafere kavuştu. Bu İnkılab, yerinde olumlu ciddi teori ve pratiği ile çağımız tarihinde en büyük inkılaptır. Bu nedenlerden dolayı yapılan bütün hesapları bozarak geleneksel seyri değiştirdi. "

      Mısır İhvan-ı Müslimin uluslar arası teşkilatı Tahran'daki Amerikan Büyük Elçiliği'nin işgali ile ilgili yayınladığı bir bildiriyle tavrını ilan etti:

      "Bu iş sadece İran'la sınırlı olsaydı bunun bir çaresi olabilirdi, ama bu gün 20. yy. da İslam ve müslüman halklar her yerde sömürgeciler ve siyonizme karşı kanlarını dökerek, şehitler vererek Allah'ın hakimiyetini savunmaktalar. "

      Bu bildiride İslam İnkılabı hakkında açıklamalar yaparak, bu İnkılabı zayıflatmak isteyenleri dört grubta toplamaktadır:

      "Birincisi, İslam 'ı hakkıyla tanıyamayan ve şimdiye kadar da yanlış yolda yaşamış kimselerdir. Bu kimseler, Allah'tan bağışlanmalarını dilemeli ve aynı zamanda anlayışlı olmaya, bakış açılarını düzeltmeye çalışmalıdır... İkincisi, İslam adına İslam düşmanlarının çıkarlarına çalışan, sözleriyle kardeşliği ve birliği yok eden kimselerdir. Üçüncüsü, hiç bir iradeye sahip olmayan başkaları tarafından yönlendirilen müslüman kimseler. Dördüncüsü ise, her iki tarafta da belli makamlara ulaşmak için çalışan iki yüzlü münafık kimselerdir. "

      Saddam'ın İslam İnkılabı'na saldırı başlatmasından sonra İhvan-ı Müslimin uluslararası teşkilatı Irak halkına hitaben bir bildiri yayınlayarak Allah'ı tanımayan Baas Partisine hücumda bulundu. Bu bildiride şunlar söylenmişti:

      "Bu savaş çaresiz, mıtstaz'af kadın, çocuk ve erkeklerin kurtuluşu için değildir. İran'ın müslüman halkı ise Siyonizm, Amerika ve bütün sömürgecilerden kendilerini eşsiz ve yiğitçe bir direnişle kurtararak insanlık tarihinde görülmemiş güçlü bir tslamî inkılabı gerçekleştirdiler; bu da İslam ve müslümanlar için iftihar edecekleri bir müslüman liderin rehberliğinde olmuştur."

      Daha sonra tecavüzkâr Saddam'ın emelleri hakkında şöyle demekte:

      "Saddam'ın hedefi, İslam hareketini yıkmak ve İran'dan kaynaklanan İslamî özgürlük nurunu söndürmekti. "

      Sonra sözünü Irak halkına hitaben şöyle sürdürmekte:

      "Celladınızı öldürün! Elinize geçen şu günkü fırsat elinize bir daha geçmez. Silahlarınızı bırakın ve İnkılab askerlerine katılın, İslam İnkılabı sizlerin inkılabıdır."

      Bu konudaki Pakistan Islamî Cemaatı'nın görüşünü Mevdudi'nın fetvasında görebiliriz:

      "Ed Dava" dergisinin 1979 yılında Kahire'de yayınlanan 29. sayısında, Üstad Mevdudi İran İslam İnkılabı hakkında sorulan bir soruya şöyle cevap veriyor:

      "Humeyni önderliğinde gerçekleşen inkılab, islamî bir inkılab olup, bu İnkılaba Islamî grublar öncülük etmektedir ve islamî hareket içerisinde yetişen, islamî yaşantıya sahip gençlik bu İnkılapta yer almaktadır. Bu inkılabı desteklemek ve her konuda yardımcı olmak, bütün Müslümanların, özellikle İslamî cemaatların vazifesidir."

      Mevdudi' nin İslam İnkılabı karşısında almış olduğu şer'i tavrı budur. Bizlerden İnkılabı desteklememizi ve yardımcı olmamızı istiyor.

      Bu İnkılaba karşı olanlar kimlerdir? İran'a karşı, Haçlı seferlerine benzer bu savaşı kimler düzenlemiştir? Elbetteki bu, İslam üzerine hesaplan olan art niyetli kimselerin işidir.

      Bu fetva ile ilgili sözümüzü bitirmeden önce, bu "Mevdudi bu sözlerini terketmiş!" diğer bir gencin sözlerini sizlere aktarmak istiyorum. O da bu sözü güya güvendiği bir kimseden nakletmiş. Karşısında hayret ettiğim bu sözlerin kaynağını öğrenince hayretim kayboluverdi. Oysa bu "Fetvasını terk etmiş" sözü, fetvasının yayınlandığı dergide yayınlanmış olsaydı daha inandırıcı olmaz mıydı? Fakat böyle bir söz ne "Ed Dava" dergisinde, ne de başka bir dergide yayınlanmıştır, ne de yayınlanabilir. Çünkü bunu, bu sözü uyduranlardan başka kimse bilmiyor. Dahası Mevdudi (Allah rahmet etsin) bu fetvayı yayınladıktan bir ay sonra ölmüştür.

      El Ezher'in tavrını ise önceki mes'ulü, Londra'da yayınlanan "Eş Şark-ul Evsat" gazetesinin 3. yıl 762. sayısında yaptığı bir söyleşi de şöyle belirtmiştir:

      "İmam Humeyni İslam'a sâdık bir müslüman kardeşimizdir. Müslümanlar mezheplerindeki farklılıklarına rağmen İslam 'da kardeştirler. Benim İslam bayrağı altında olduğum gibi Humeyni de İslam bayrağı altındadır."

      İslamî Gençlik Hareketi içerisinde elden ele dolaşan, Fethi Yeken'in son zamanlarda yayınlanan "Ebcediyat-ut Tasavvur-il Harekı El Amel-il İslamî" kitabının 48. sayfasında sömürücülerin İslam karşısındaki planlarına dikkat çekerek şöyle demekte:

      "İran İslam inkılabı’nın ne Doğu 'ya ne Batı 'ya taviz vermeyişi ve sadece İslamî bir inkılab oluşu nedeniyle bütün küfür güçlerinin onun karşısında dikilmeleri bizim sözlerimizin doğruluğuna yakın tarihimizde güzel bir şahittir."

      Bakınız İslamî gençlik bu gün kimin sözlerine kulak vermekte, Ebu Ala Mevdudi ve Üstad Fethi Yeken'e mi? Yoksa İslam'a hizmet ettiklerini zanneden dar görüşlü, zavallı kimselere mi?

      Bu konudaki sözlerimize, (Mısır'da ka¬patıldıktan sonra yayın hayatına Nemsa'da devam eden) "Ed Dava" dergisinin Hicrî 1402, Receb (1982-Mayıs) tarihli 72. sayısının 20. sayfasındaki şu alıntılarla son vereceğiz:

      "Günümüz dünyasında her tarafı kuşatan uyanışın bir meyvesi de İran İslam İnkılabıdır. Çünkü bu İnkılab bütün zorluklar ve engellere rağmen İslam'a ve müslümanlara karşı olan çok güçlü bir sultayı ortadan kaldırdı."

      Görüyoruz ki, "Ed Dava" dergisi İran'dakı inkılabı İslamî bir inkılab olarak kabul ediyor ve bu inkılabın önceden de söylediğimiz genel İslamî uyanışın bir meyvesi olduğunu belirtiyor. Ama sömürücüler İnkılabın akışını değiştirebilmek için onun önüne bir çok engeller çıkarmaktalar. İslam'a teslim olan müslümanların vazifesi, bu engelleri yok ederek sömürücü ve küfür güçlerine fırsat vermemektir.

      Şimdiye kadar aktardığımız bu sözler Sünnî İslamî hareket alimlerinin ve aydınlarının sözleridir. Bunlarla birlikte şimdi de İmam Humeyni'nin bazı sözlerini aktaracağız. İmam Humeyni Paris'e gittikten sonra, İnkılabın esaslarıyla ilgili bir soruya şöyle cevab vermiştir:

      "Müslümanları Şia ve Sünnî diye bölen nedenler, artık günümüzde yoktur... Hepimiz Müslümanız. Bu İnkılâp İslamî'dir... Hepimiz İslam dahilinde kardeşiz."

      Üstad Gannuşi "El Hareket-ül İslamiyye ve't Tahdis" kitabının 21. sayfasında İmam Humeyni’den şunları naklediyor:

      "Biz Hz. Mııhammed'e (s.a.v) nazil olan İslam'la hükmetmeyi istiyoruz. Sünnî ile Şia arasında bir fark yoktur. Çünkü Resululllah zamanında mezhepler yoktu."

      Cezayir'de düzenlenen 14. İslamî Düşünce Konferansında İmam Humeyni tarafından gönderilen tebliğci Seyyid Hadi Husrovşahî şunları söylemişti:

      "Ey kardeşlerim! Düşmanlar Şia-Sünnî diye bir fark gözetmeksizin, İslam’ı evrensel bir inanç ve ideoloji görerek onu yok etmek istiyorlar. Bu yüzden bu konuda ihtilaf çıkartıcı her söz ve amel küfrün safında İslam'a ve müslümanlara karşı olmak manasındadır. Bu ise İmam Hıımeyni'nin verdiği fetvaya göre şer 'an haramdır."

      Acaba bütün bu sözlerden sonra İnkılab'ın cevherini ve onun ilahi yönlerini algılayabildik mi?

      ...Evet bu gün İslam yeniden Batı'nın karşısına dikilmiştir ve İran'lı müslümanlar, diğer bütün muttaki müslümanların yanında yer alarak İslamî hareket bayrağını ellerine almış (Allah rızası olan) hedeflerine kavuşmak için her yerde İslam'ın yardımına koşmaktadırlar.

      1.2.1982 tarihli Kudüs'te yayınlanan "Dıraset-ul Arabıyye" dergisinin İnkılab'a saldırı mahiyetinde yayınladığı Mısır'lı hristiyan ve Marksist Gali Şükrü'nün sözlerine kulak verelim:

      "Gözümüzün önünde apaçık çok acayip şeyler görmekteyiz; bir grub marksist olarak tanınan aydın, bir göz kırpmada, kafası taş gibi müslüman olmaktalar... Kimliklerinde mesihî olan bazı kimseler de ansızın aşırı müslüman olmaktalar... Batı kültüründe yetişmiş bir çok aydın da, bir bakıyorsunuz kayıtsız şartsız şark düşüncesine kapılıyor. Böylece bir süre Batı 'da yetişmiş Arap aydınları da, Batı düşüncesi, Liberalizm, Marksizim ve Milliyetçiliğin tükendiğini belirtip; uzun süredir kaybettiğimiz aslımıza dönmeliyiz diyerek Humeyni bayrağı altında toplanmışlar!"

      Gali Şükrü'nün bu sözleri, kendisinin İslam İnkılabının mahiyetini ve etkisini Müslümanlardan daha çok anladığını göstermektedir.

      Makalemizi İmam Humeyni’nin 17 yıl önce Hicrî 1384'de yaptığı bir konuşmasından şu bölümünü aktararak tamamlamak istiyoruz:

      "İslam aleminde Ehl-i Sünnet ve Şia arasında ihtilaf çıkarmaya çalışan kirli eller ne Sünnî, ne de Şiidir... Onlar sömürücülerin elleridir, onlar îslamî ülkeleri ellerimizden koparmaya çalışmaktadırlar, onlar çeşitli hilelerle servetimize el koymak istemektedirler ve onlardır Şia-Sünnî arasında ihtilaf çıkartanlar "

      Yorum


        #4
        Ynt: Şii-Sünni İhtilafı Yapay Bir Kavgadır /Şehid Dr. Fethi ŞEKAKİ

        Bilginler ve Alimler Vahdet Engellerini Bertaraf Etme Peşinde Olmalı

        "Fikirde Uzlaşı Eylem'de Birlik" konferansına bir mesaj gönderen Ayetullah Lenkerani bilginlerin ve alimlerin vahdet yolunda var olan engelleri bertaraf etmelerini istedi.

        Mesajın tam metni şöyle:



        بسم الله الرحمن الرحیم




        وَ اعْتَصِمُوا بِحَبْلِ اللَّهِ جَمِیعاً وَ لا تَفَرَّقُوا




        İnsanoğlu yaratıldığı günden beri sürekli gelişme, filizlenme ve saadet peşinde olmuştur. Yüce Allah onlara hak ve batıl yolunu ayırt etmek ve eşkıyaların tuzağına düşmemek için iki sağlam hüccet olan resulleri ve akılı sundu. İnsanoğlu amellerini ilahi buyruklara uygun yerine getirdikçe ve önemli olaylarda din Evliyaları ve masum imamların hidayetine can-i gönülden kulak verdikçe ve akıl ışığı ile erdemlilik ve saadet yolunda ilerledikçe her zaman korunacak ve tam bir güven içinde maksuduna erişecektir.

        Kuran'ı Kerim’in çok vurguladığı buyruklardan biri Allah’ın ipine sarılmak ve tefrikadan sakınmaktır. Bu mukaddes kitaba uymak isteyenler bu önemli ilkeyi göz ardı edemez ve sürekli ve her zaman hak izleyenleri ve din bilginleri yüce Allah’ı eksen olarak görmeli ve tüm kesimleri bu merkez noktaya mümkün mertebe daha da yakınlaştırmalıdır. İhtilaf ve tefrika insanların ilahi ipten uzaklaşmalarına ve şeytan hilelerine kapılmalarına vesile olur. Bu gün semavi dinler ortak yönlerine vurgu yapmalı ve tevhid dinlerinin kesin ilkelerini uygulamaya çalışmalıdır. Tüm Müslümanlar uyanık ve duyarlı bir şekilde izzet ve azametini ihya etme peşinde olmalıdır.

        Düşünürler, bilginler ve ulema çeşitli oturumlar düzenleyerek vahdet engellerini bertaraf etme yollarını araştırmalı ve tefrika ve düşmanlığa neden olan her şeyi yok etmelidir. Dinin temelini yok etmek isteyenlere karşı İslam dünyası birleşerek direnmelidir. Hepimiz insanlık ve din düşmanlarının çeşitli planlar çerçevesinde Müslümanlara yönelik komploların peşinde olduğuna inanmalıyız ve sonuçta Müslümanlar düşmanı bu komplolarda başarısız bırakmalıdır. Tabi her zaman söylediğimiz ve geçmişte ve şimdi de büyüklerimizin dediği gibi vahdetten maksat, kesin ve ortak ilkeleri ön plana çıkarmaktır, temel ve ilkelerden taviz vermek değil. Hiç kimse Müslümanlar arasında vahdet için inançları gözden geçirmeliyiz demiyor veya bu inançlara kuşku duyun da demiyor, bilakis mezhebi ilkeleri koruyarak ortak yönlere vurgu yapmak ve küfür ve zulme karşı direnmek gerekir.

        Tüm alimlere ve bilginlere ve tüm mezhebi ve dini gruplara tavsiyem İslam dininin çağımızdaki şartlarını dikkate almaları ve bu aziz dinin korunması ve Müslümanların azamet ve iktidarı için çalışmaları ve birlik ve beraberlikle gelişmeye ve yücelmeye yönelmeleridir. Eğer Müslümanlar ve özellikle düşünürleri bu durumdan gaflet edecek ve ihtilafların şiddetlenmesine izin verecek olursa artık İslam dini insanların ve toplumun hidayetini ele alamaz ve din insanların yaşamından uzaklaşır ve bu oturuma katılıp vahdet ve takrib için çaba sarf eden hepinizi selamlıyor ve yüce Allah’tan hak nuru ile gönüllerinizi aydınlatmasını ve düşmanların elini Müslümanların toplumundan kesmesini diliyorum.




        ان تنصروا الله ینصرکم و یثبت اقدامکم".

        Yorum


          #5
          "Irak’ın Fadlullah’ı" Cevad el Halisi ve İttihad-ı İslam

          "Irak’ın Fadlullah’ı" Cevad el Halisi İle...
          16.08.2010 13:16
          Iraklı Ayetullah Cevad el Halisi İslam dünyasının yaşadığı problemlerin ancak İttihad-ı İslam projesiyle çözüleceğini söyledi.
          Irak'ın ileri gelen Şii Ayetullahlarından olan Cevad el Halisi, Arap gazetecilerin bir çoğuna göre Irak'ın Fadlallah'ı. Zaten kendisiyle Şam'daki bürosunda yaptığımız röportajda da Fadlullah'a olan sevgi ve hayranlığını açıkça ifade etti. Saddam döneminde idama mahkum edildiği için ülkesine giremeyen ve 23 sene boyunca İran, Suriye ve Lübnan'da yaşamak zorunda kalan El Halisi hem bir âlim, hem de İslam dünyasının sorunlarını çözmek için fikir ve projeler üreten bir mütefekkir. Röportaj boyunca Halisi'nin bürosunu bir çok insan ziyaret etti. Ziyaret eden insanların birçoğunun Sünni olması ve Şii bir Ayetullah olan Cevad el Halisi'ye olan sevgilerini ifade etmeleri gözümüzden kaçmadı. Sizi bana son derece zevk veren bu güzel sohbetle baş başa bırakıyorum:
          -Şiilerle Sünniler arasında gerçekten bir problem olduğuna inanıyor musunuz? Şii bir Ayetullah olarak Sünnilere nasıl bakıyorsunuz?

          İnsanlar bugün mezhep adı altında birbirlerini öldürüyorlarsa bu Şiilerle Sünniler arasında bir problem olduğu anlamına gelir. Şiilerle Sünniler arasındaki problemin temel olarak iki sebebi var.

          -Nedir bu sebepler?

          Birinci sebep, Şiilerin Sünnileri, Sünnilerin de Şiileri yakından tanımamaları. Bu iki mezhep ehli de birbirlerinin görüşlerini tam olarak bilmiyorlar. Birbirlerini tanısalar, birbirlerinin görüşlerini kaynak kitaplardan inceleseler arada sorun kalmayacak. Ehli Sünnet nedir? Ehli Sünnet Peygamber Efendimizin sünnetine bağlı olan, onun yolundan gitmeye çalışanlara denir. Bir Müslüman peygamberin sünnetine uymaya, onun yolundan gitmeye karşı çıkabilir mi? Hayır çıkamaz. Kur'an'da da ifade edildiği gibi Peygamber Efendimiz bütün Müslümanlar için en güzel örnektir. Müslümanlar ancak onu kendilerine örnek alarak kurtulabilirler. Peki, Ehli Şia nedir? Peygamber Efendimizin ailesini, akrabalarını sevenlere de Şiiler deniyor. Dünyada hiçbir Müslüman var mıdır ki efendimizin Ehli Beytini, akrabalarını sevmesin. Ben şimdiye kadar böyle bir Müslüman görmedim. Şiilerle Sünniler arasındaki bazı ihtilaflı meseleleri tartışmak, bu meselelere çözüm bulmak ise âlimlerin işidir. Biz bu yönde büyük bir çaba içerisindeyiz. Çünkü Müslümanların bugünkü yaşadığı problemleri çözmek için önce kendi aramızdaki birliği sağlamalıyız. Müslümanların birliği sağlanmadığı sürece Filistin, Irak, Afganistan ve Somali'de kanlarımız akmaya devam edecek. Şiilerle Sünniler arasında problemler yaşanmasının ikinci sebebi ise Müslümanların doğal düşmanları olan İsrail, Amerika ve İngiltere'nin Müslümanları bölmek için Şiilerle Sünniler arasında problem çıkarmalarıdır. Irak'ta bunu başardılar ve yüz binlerce insan öldü. İslam'a göre fitne bir kişiyi öldürmekten daha tehlikeli ve kötüdür. Müslümanlar olarak aramızı açacak, bizleri bölecek fitnelere karşı son derece dikkatli olmalıyız. Ben Şii mezhebinde Ayetullahlığa kadar yükselmiş bir din adamıyım. Fakat bir Şii ile Sünni arasında her hangi bir fark görmüyorum Şiiler de Sünniler de benim kardeşlerimdir. Bir Şii'yi Sünni'ye, bir Sünni'yi de Şii'ye değişmem. Bütün Müslümanlar Ehli Beyt'i sevmede Şii'dir, Peygamber Efendimiz'in sünnetine tabi olmada da Sünni'dir. Fakat bizim asıl kimliğimiz Sünnilik veya Şiilik değil; Müslümanlıktır.
          -Şiilerden Sünnileri tekfir edenler olduğu gibi, Sünnilerden de Şiileri tekfir edenler var. İki tarafa mensup kişilerin kitaplarını incelediğimizde veya internet sitelerine yazılan makale ve yorumları okuduğumuzda bunu açıkça görüyoruz. Siz tekfir olayını nasıl değerlendiriyorsunuz?
          Sahabeler fitne zamanında birbirlerine kılıç çektiler; fakat asla birbirlerini tekfir etmediler. Hz. Ali; Hz. Talha'ya, Hz. Zübeyr'e veya müminlerin annesi olan Hz. Ayşe'ye kafir gözüyle bakmadı. Onlar da Hz. Ali'nin tarafında olanları tekfir etmediler. Hatta Hz. Ali Haricileri bile tekfir etmedi ve haricilerin tekfir edilmesine de karşı çıktı. Öyleyse biz kim oluyoruz da birbirimizi tekfir ediyoruz. Bugün asıl problem içimizdeki aşırılarda. Bu aşırılardan Sünnilerin içinde de var, ne yazık ki Şiilerin içinde de. Ben hem Sünnilerin hem de Şiilerin kaynak eserlerini inceledim. Aradaki ihtilaf çok küçük ve bu ihtilaflar da sağduyulu âlimler tarafından rahatça çözülebilir.

          -Siz Şii ve Sünni mezheplerinin birbirlerine yaklaştırılması, mezheplerin aralarındaki sorunların giderilmesi için de çalışmalar yapıyorsunuz. Bu yönde ümitleriniz var mı? Mezhepler birleşebilirler mi?
          Biz mezheplerin değil; İslam Ümmeti'nin birleşmesi için çaba gösteriyoruz. Bugün bir Müslüman'ın en önemli görevlerinden biri de İttihad-ı İslam'ı sağlamak için çalışmaktır. İttihad-ı İslam'ı sağlarsak, Müslümanları birleştirebilirsek inanın beş veya on sene içinde İslam dünyasının bir çok problemini çözebiliriz. Filistin'in, Afganistan'ın, Irak'ın işgalden kurtulmasını istiyorsak önce İttihad-ı İslam'ı, Müslümanların birliğini sağlamalıyız. Her asrın bir önceliği vardır. Bu asrın önceliği de İttihad-ı İslam'ı gerçekleştirmektir.
          -Şii bir Ayetullah olmanıza rağmen Iraklı Sünniler sizi çok seviyor. Hatta size bağlı bürolarda çalışanların, görev alanların çoğu da Sünni. Cevat el Halisi'ye karşı olan bu sevgi nasıl oluştu? Sünniler sizi niçin bu kadar çok seviyorlar?
          Biz bütün Müslümanları seviyoruz ve Ümmet-i Muhammed'in birliği için çalışıyoruz. Bu konuda son derece samimi olduğumuzu gören Sünni ve Şii kardeşlerimiz de bizi seviyorlar. Ümmetin gruplara ayrılmasına da karşı çıkıyoruz. Hepimiz Hz. Muhammed (sav)'in grubundanız. Ayrıca İttihad-ı İslam davasına inanıyor ve İttihad-ı İslam projesinin hayata geçirilmesi için bütün gücümüzle çaba gösteriyoruz. Şii kardeşlerimizin içinde başlarda bize karşı çıkan, Sünnilere iyi gözle bakmayanlar vardı. Fakat bu kardeşlerimiz şu an bizi anlamaya başladılar ve artık
          Sünnileri kardeş olarak görüyorlar. İslam dünyası İttihad-ı İslam için çalışanların seslerine daha fazla kulak vermeli ve bu hat Ümmet-i Muhammed arasında daha güçlü hale gelmelidir. Bu konudaki çalışmaları nedeniyle özellikle Şeyh Yusuf el Kardavi'yi ve rahmetli Ayetullah Fadlullah'ı takdir ediyoruz.
          -Irak'ta Şiilerle Sünniler arasında birbirlerini öldürmeye kadar varan çatışma ortamı nasıl oluştu?
          Bu çatışma ortamını Amerika ve İsrail'e bağlı özel ekipler oluşturdu. Ajanlar Şii camilerine bomba koyup, bu tür saldırıların Sünniler tarafından yapıldığı yönünde propaganda yaptılar. Aynı ajanlar daha sonraları Sünni bölgelerine baskınlar düzenleyip isimleri Ömer, Ebu Bekir olan insanları öldürdüler ve bu saldırıları Şiilerin üzerine attılar. Böylece Irak'ta fitne ve iç savaş başladı. Saddam düştükten sonra Irak'ta bir seneden fazla doğru dürüst hükümet yoktu. Hatta sokaklarda polisler de yoktu. Fakat Şiilerle Sünniler arasında herhangi bir kavga veya çatışma olmadı. Fakat Amerika'ya bağlı ajanlar biraz önce bahsettiğim senaryoyu uygulamaya başlayınca Iraklılar birbirine düştü.
          -İç savaşa kadar varan Irak'taki Şii ve Sünni çatışması nasıl sizce nasıl sona erecek?
          Bu çatışmalar ancak işgalcilerin Irak'tan çekilmesiyle sona erer. Ayrıca ABD'nin menfaatleri için çalışan kişilerin de Irak yönetimindeki nüfuzları etkisiz hale getirilmelidir. Irak, İslam Ümmet'inin kalbidir. Bu fitne Irak'ta sona ermezse Allah göstermesin Türkiye'ye, Suriye'ye, İran'a sıçrar. Fakat Irak'taki mezhep fitnesi artık sona eriyor. Iraklılar acı da olsa yaşadıklarından bir çok ders aldılar ve Müslümanların birliğini savunan kişilere kulak vermeye başladılar.
          -Irak'taki en büyük Şii otorite olan Ayetullah Sistani'nin aksine siz işgalin başından itibaren ABD işgaliyle uzlaşmaya girilmemesini ve işgale karşı direnilmesi gerektiğini ifade ettiniz. Bunun sebebi nedir? Direniş Irak'ın bağımsızlığı için çözüm müdür?
          Bir toprak, bir vatan işgal edildiği zaman orayı savunmak, özgürlük için direnmek fıtri, hukuki ve insani bir haktır. İslam da vatanları kafirler tarafından işgal edilen insanları cihada, direnişe çağırır. Bu çağrıya uymak, gücü yeten her Müslüman için farzdır. Biz Iraklıları ellerindeki her türlü imkânla işgalci düşmana karşı direnmeye çağırdık. Çünkü işgalcilerden hakkımızı almak için direnişten başka yol yok.
          Siz İsrail'le veya Amerika ile iki yüz seneden fazla görüşseniz de işgali sona erdiremezsiniz. Fakat direnip, düşmanınıza karşı zafer kazandığınızda vatanınızdaki işgal sona erer. Iraklılar Osmanlı Hilafeti zamanında İngilizlere karşı nasıl direndilerse bugün de Amerikan askerlerine karşı aynı şekilde direniyorlar.
          -Fakat Irak direnişi bir Filistin veya Afgan direnişi gibi değil. Irak direnişi dendiğinde insanların aklına sokak ortalarında patlatılan bombalar, öldürülen siviller geliyor. Irak direnişi niçin bu hale geldi?
          Biz Iraklı yerli grupları gerçek direnişçiler olarak görüyoruz. Bu gruplar işgalin başından itibaren Amerikan güçlerine karşı direndiler ve elleri asla masum kanına bulaşmadı. Fakat Amerikan ajanları Irak direnişini kirletmek için bazı insanları kullandılar. Bu insanlar da direnişçi gibi değil; terörist gibi davrandılar ve Irak direnişi bu teröristlerden büyük zarar gördü. Hatta Irak direnişine bu cahil gençlerin verdiği zarar, Amerika'nın verdiği zarardan daha fazladır. Bunu itiraf etmemiz gerekiyor. Her şeye rağmen Irak direnişi sürmektedir ve işgal bitene kadar da sürecektir. Irak direnişi Irak halkının direnişidir. Direniş adı altında yapılan gayri insani eylemleri ise ancak terör eylemleri olarak isimlendirebiliriz. Ayrıca Irak direnişi ile ilgili bilinen yanlış bir konu daha var.
          -Nedir o konu?
          Irak direnişinin Sünni direniş olarak isimlendirilmesi yanlış bir isimlendirmedir. Aynı şekilde Lübnan'daki direnişin de Şii direniş olarak isimlendirilmesi yanlış. Bunlar hep Amerika'nın psikolojik harp taktikleri. Buna dikkat etmemiz gerekiyor. Direnişin Şii'si, Sünni'si olmaz. Vatanı işgal edilen her şerefli insan dini, namusu ve toprağı için direnir. Bir yerde Şii veya Sünni direniş ifadeleri kullanılıyorsa bilin ki bu ifadeler maksatlı kullanılıyor. Irak direnişi bütün Irak halkını, hatta Ümmet-i Muhammed'i temsil ediyor. Lübnan direnişi de Lübnanlıların, İslami hareket mensubu şerefli gençlerin direnişidir. Lübnan'daki Sünni kardeşlerimizin çoğu da İsrail karşıtı ve direniş yanlısıdır. Irak'ta Amerika ile işbirliği yapan bir grup Şii gerçek anlamda Şiileri temsil etmediği gibi,
          Lübnan'daki Amerikan taraftarı bir grup Sünni de gerçek anlamda Sünnileri temsil etmiyor.
          -Irak'taki hükümet kurma çalışmalarına nasıl bakıyorsunuz? Size göre Irak'ın yeni başbakanı kim olmalı?
          Şu an siyaset sahnesinde olanların bir çoğu Amerika'nın direktiflerine göre hareket ediyor. Amerikalıların elini sıkmış, onlarla ortak hareket eden siyasilerin hiçbirine güvenmiyoruz. Irak'taki seçimlere de çok az insan iştirak etti. Fakat Amerika gerçekleri açıklamıyor ve Irak'a demokrasi getirdiği yalanını söylemeye devam ediyor. Şu anki siyasi oluşumların hiçbiri Iraklıları temsil etmiyor. Bu gruplar Amerika'nın çıkarlarını ve işgali temsil ediyorlar. Biz işgalin gölgesinde kurulan ve kurulacak hiçbir hükümete inanmıyoruz.
          -Irak'ın şu anki durumu nasıl görüyorsunuz? Amerika Irak'tan tamamen çekilecek mi?
          Şu an yaşananların hepsi bir tiyatrodan ibaret. Amerika Irak'tan çekilmiyor. Kendisine hizmet edenler vasıtasıyla Irak'a daha fazla yerleşmeye çalışıyor.
          -Geçtiğimiz aylarda Ayetullah Fadlullah'ı kaybettik. Siz Hüseyin Fadlullah'ı yakından tanıyan birisiniz. Hatta Fadlullah'ın önemli öğrencileri arasında gösteriliyorsunuz. Fadlullah hakkında neler söyleyeceksiniz?
          Fadlullah bir grubun veya bir mezhebin menfaati için değil; İslam dünyasının ayağa kalkması için çabaladı. Onun en büyük hedefi yaklaşık iki yüz yıldır uyuyan İslam Ümmeti'nin bu derin uykudan uyanıp dünyaya örnek olacak yeni bir medeniyet kurmasıydı. Seyyid Fadlullah'ın bir başka yönü de İslam Ümmeti'ni ilgilendiren her olayla ilgili söyleyecek bir şeyleri olmasıdır. Fadlullah hiçbir zaman köşesine çekilmedi. Her zaman direnişe destek oldu. Özellikle de Lübnan ve Filistin'deki direnişe. Geniş bir ufuk sahibiydi ve İttihad'ı İslam'a inanıyordu. Fadlullah ayrıca İslam dünyasındaki orta yolun önemli temsilcilerinden biridir. Bu yol inşallah Fadlullah'tan sonra da sürecek. Ben Seyyid Fadlullah'la otuz beş senedir tanışıyorum. Bu otuz beş sene içinde onun fikirlerinden çok faydalandım ve düşünce dünyamızın, fikirlerimizin oluşmasında Seyyid Fadlullah'ın büyük etkisi oldu. Ayrıca Seyyid Fadlullah'ın öğrencilerinden biri olma şerefine eriştim ve ondan uzun yıllar ders aldım. İnşallah biz de Fadlullah'ın en büyük hayallerinden biri olan İttihad-ı İslam projesinin gerçekleşmesi için gayretlerimizi sürdüreceğiz.
          -Sizinle ilgili okuduğum makalelerde gazeteciler sizi Irak'ın Fadlullah'ı olarak isimlendiriyorlar.
          Bu benim için büyük bir şereftir. İnşallah üstadımıza layık olan öğrencilerinden oluruz.
          -İslam dünyası bugün bir çok problemler yaşıyor. İslami hareketler de bir sorgulama dönemi geçiriyorlar. Siz İslam dünyasının bugün ki halini nasıl görüyorsunuz? Ayrıca İslami hareketler insanlığın yaşadığı sorunlara çözüm üretebilecek fikri bir birikime ve entellektüel kadrolara sahi mi?
          İslam dünyası milliyetçi, komünist hareketlere iktidar hakkı verdi. Bu fikirler ve hareketler İslam dünyasına zarardan başka bir şey getirmedi. Ben İslam dünyasının geniş ufuklu, toplumun her kesimine söyleyecek sözleri olan, insanları seven ve onlara merhametle yaklaşan, İttihad'ı İslam projesini gerçekleştirmeyi kendine hedef edinmiş hareketler vasıtasıyla ayağa kalkacağına inanıyorum. Milliyetçilik İslam dünyasını birleştiremez. Çünkü hepimiz farklı ırklara mensubuz. Komünizm hiç birleştiremez. Komünizm her şeyden önce İslam toplumlarının fıtratına aykırıdır. Fakat bir Kürd'ü, Türk'ü, Arab'ı, Fars'ı birleştirecek tek yol İslam'dır. İslami hareketler içinde çok değerli akademisyenler, âlimler ve fikir adamları var. Onların sayılarını arttırmak zorundayız. Bunun için eğitime, kültüre, bilime büyük önem vermeliyiz. Biz Müslümanlar olarak iki yüz senedir birleşememiştik. Fakat yıllar sonra İslam Ümmet'i Özgürlük Filosu vasıtasıyla bir araya geldi. Bundan dolayı bu güzel organizasyon Müslümanlar için çok önemlidir. İslam dünyası inşallah çok güzel günler görecek. Mavi Marmara gemisi bize bu müjdeyi verdi. İslam dünyasının farklı yerlerindeki âlimleri, fikir adamlarını ziyaret ediyorum. Hepsi artık birleşmekten bahsediyorlar. İslam dünyasında İttihad-ı İslam fikrinin bu kadar canlı hale gelmesinde Özgürlük Filosu'nda dökülen kanların, tek vücut olarak hareket eden Müslümanların büyük payı oldu. Bakın çok önemli gelişmeler oluyor. Türkiye ile Suriye arasındaki sınır ortadan kalktı. İnşallah Irak ile Türkiye arasındaki sınır da yakında ortadan kalkar. Bölgede Türkiye, Suriye, İran, Suudi Arabistan ve Irak arasında bir birlik oluşturulup, sınırlar kalkarsa o zaman İslam dünyası ayağa kalkmaya başlayacaktır. İnşallah bölgede büyük bir İslam birliği oluşacak. Bunun gerçekleşeceğine bütün kalbimle inanıyorum.
          -----
          RÖP: Adem Özköse / Dünya Bülteni

          Yorum


            #6
            Ynt: "Irak’ın Fadlullah’ı" Cevad el Halisi ve İttihad-ı İslam

            "Sahabeler fitne zamanında birbirlerine kılıç çektiler; fakat asla birbirlerini tekfir etmediler. Hz. Ali; Hz. Talha'ya, Hz. Zübeyr'e veya müminlerin annesi olan Hz. Ayşe'ye kafir gözüyle bakmadı. Onlar da Hz. Ali'nin tarafında olanları tekfir etmediler. Hatta Hz. Ali Haricileri bile tekfir etmedi ve haricilerin tekfir edilmesine de karşı çıktı. Öyleyse biz kim oluyoruz da birbirimizi tekfir ediyoruz. Bugün asıl problem içimizdeki aşırılarda. Bu aşırılardan Sünnilerin içinde de var, ne yazık ki Şiilerin içinde de. Ben hem Sünnilerin hem de Şiilerin kaynak eserlerini inceledim. Aradaki ihtilaf çok küçük ve bu ihtilaflar da sağduyulu âlimler tarafından rahatça çözülebilir."

            "Biz mezheplerin değil; İslam Ümmeti'nin birleşmesi için çaba gösteriyoruz. Bugün bir Müslüman'ın en önemli görevlerinden biri de İttihad-ı İslam'ı sağlamak için çalışmaktır. İttihad-ı İslam'ı sağlarsak, Müslümanları birleştirebilirsek inanın beş veya on sene içinde İslam dünyasının bir çok problemini çözebiliriz. Filistin'in, Afganistan'ın, Irak'ın işgalden kurtulmasını istiyorsak önce İttihad-ı İslam'ı, Müslümanların birliğini sağlamalıyız. Her asrın bir önceliği vardır. Bu asrın önceliği de İttihad-ı İslam'ı gerçekleştirmektir."

            "Direnişin Şii'si, Sünni'si olmaz."

            "İnşallah biz de Fadlullah'ın en büyük hayallerinden biri olan İttihad-ı İslam projesinin gerçekleşmesi için gayretlerimizi sürdüreceğiz."


            Paylaşım için Allah razı olsun. aslında velayeti anlayan ve idrak eden, günümüzü iyi tahlil ve analiz eden bütün alimlerden duymaya alıştığımız sözler.

            bu sözler bize ümit aşılamakta ve ümmetin birliği ve zalimlerin yıkılışı yolundaki çabalarımızın aksamadan ve daha hızlı devam etmesine neden olmaktadır.

            Rabbim bizleri İslam İnkılabından ve velayeti fakihten ayırmasın.
            KIYAMI UNUTTUK YA RAB! NAMAZI BATIL EYLEDİK.

            Yorum


              #7
              Mezhepler Arasındaki İhtilafların Doğuş Sebepleri Ve Mezhebi Taassuptan Kaynakla

              Mezhepler Arasındaki İhtilafların Doğuş Sebepleri Ve Mezhebi Taassuptan Kaynaklanan Savaşlar
              Yazan: Molla Mansur Güzelsoy,


              Bir toplum veya ümmetin, birlik ve beraberlik içersinde olduğu müddetçe hiçbir emperyalist güç tarafından mahkum ve mağlup edilmesi söz konusu olamaz. Çünkü en güçlü silahla dona¬tılmış. Birlik silahı, vahdet silahı…
              Emperyalist gücün gerek yerlisi, ve gerekse yabancısının, bir toplum ve ümmete galip olabil¬mek için ilk düşündüğü plan; Tefrika, ve bölme ve birbirine düşürme planıdır. Bunu iyice sağla¬dıktan sonra egemenliğini kurar, emperyalist emelini gerçekleştirir. Söz konusu olan bu yöntem ne ilktir ne de son, belki tarihsel süreç içersinde egemen olan tüm emperyalist tağuti güçlerin değişmeyen tuzak ve planlarındandır. Kitab-ı Kerim’de Kasas Süresi’nin dördüncü ayetinde Al¬lah-u Teala, o tağuti plana işaretten şöyle buyuruyor: “Muhakkak ki, Firavun yeryüzünde bü¬yüklenmiş ve oranın halkını bir takım fırkalara ayırıp bölmüştü…” İşte bugünkü emperyalist, kapitalist, bölücü sınıfçı ve Allah’ın hakimiyetini gasp eden Firavun taklitçileri; kendi hakimiyetle¬rini iddia etmekle, uluhiyetini ve Rububiyetini ilan eden eski önderleri; Mısır Firavunu’na tabi olmaktadırlar. Çağın, günün, toplumun ve ümmetin hassasiyetlerine göre tefrika unsurunu seçip sahneye koymaktadırlar. Tefrika konusu ulus meselesi ise ulusal mesele, mezhep meselesi ise mezhebi mesele olarak gündeme getirmektedirler. Neticede toplumun sosyal hayatını alt-üst ederler. Tarih bunun örnekleriyle doludur. Yakın tarihte Osmanlı Devleti bünyesinde Arapçılık ve Turancılık gibi ulusalcı akımların sonucunda emperyalist emellerin gerçekleşmiş olması zihinler¬den daha silinmemiştir.

              Bugün İslam dünyasında konumuz açısından tahlil ettiğimizde vaziyet oldukça vahimdir. İslami nizamda, İlahi şeriattan uzaklaşmış cahili devletler ve cahili hükümetlerle karşılaşıyoruz. Sosyalizm, Kapitalizm ve Demokratik-Laik kültür sistemleriyle idare ediliyoruz. Yönetim ve ide¬oloji açısından İslam dünyasıyla ve Avrupa dünyasının aynileştiği bir süreci yaşıyoruz. Ancak bu olumsuz sürece rağmen İslam dünyasında Müslüman halklar arasında İslam’ı iyi kavramış ve küfür sistemlerini iyi tanımış İslami güçler tezahür etmiş bulunuyor. Bu yeni İslami doğuş, mez¬hebi farklılıklara ve ulusal özelliklere takılmaksızın İslami ümmetiyle dayanışma içersinde olup İslam’ın hakimiyetini kendine hedef seçmiştir, ümmeti hedef seçmiştir. Çünkü bugün Müslü¬manlarla emperyalistler arasında savaş İslam ile küfür savaşıdır. Küfür dünyası kendine hedef olarak mezhebi değil, İslam’ı hedef seçmiştir, ümmeti hedef seçmiştir. Hedeflerine ulaşmak için İslam ümmeti arasında mezhep taassubunu taktik olarak kullanmayı da unutmamıştır. Emperya¬listler şartlara göre, gah Sünni, gah Şii kesilirler. Örneğin anti-emperyalist olan İran İslam İnkı¬labı’na karşı, yapay Sünni olarak ortaya çıkarlar.
              Şimdi İslam nedir, mezhep nedir? Soruları üzerinde biraz duralım. Cibril-i Emin insan sure¬tinde Resulullah’a (s.a.v) gelerek imanı, İslam’ı ve ihsanı sorar. Resulullah (s.a.v) da bu soruları cevaplandırır. İslam sorusuna şöyle cevap verir. “Allah’ın varlığına, birliğine inanacaksın. Mu¬hammed’i Resul kabul edeceksin. Namaz kılacaksın, oruç tutacaksın, zekat vereceksin, gücün varsa hacca gideceksin.”

              Hz. Muhammed’e (s.a.v) inanmak, Kitab-ı Kerim’e de inanmayı zorunlu kılar. Çünkü Kitab-ı Kerim beşeri hayatın ve toplumsal düzenin kurtuluş reçetesidir. Küfür dünyası ve emperyaliz¬minin İslam’ı ve Kuran’ı yeryüzünden kaldırmak için çırpınmaları İslam’ın bu fonksiyonuna bi¬naen olsa gerek. Müsteşrik emperyalist Glatson Kur’an’ı Kerim’i eline alarak şöyle diyor: “Bu Kur’an var oldukça Avrupa şark üzerinde kendi egemenliğini kuramaz. Gördüğümüz kadarıyla emniyet ve güvenlik içinde de kalamaz.” Öte yandan Lozan antlaşmasın’da Türkiye’nın bağım¬sızlığı kabul edilirken İngiltere Dışişleri Bakanı Cruzon parlamentoda Türkiye’ye bağımsızlık ve¬rildiği için sert eleştirilere tabi tutulur. Cruzon, eleştirileri şöyle cevaplandırır: “Artık Türkiye diye bir şey yok, bundan sonra da olamaz. Çünkü onun kuvvet kaynağını teşkil eden ana unsurunu öldürdük. (İslam ve hilafeti)”

              Dikkat ediniz, bizce İslam’ın ruhuna tam uymayan o hilafet, emperyalistler tarafından tehlikeli bulunuyordu. Zira İslam’ın bir yönetim şekliydi, birlik ve vahdet sembolüydü, emperyalist saldı¬rılara karşı direnç gücüydü. İşte kısaca İslam budur, Kur’an’ın açık, net ahkamlarıdır. Bu İslam küfür dünyası tarafından hedef seçilmiştir.
              Mezhep meselesine gelince. Mezhep, bir müçtehidin kitap ve sünnet ışığı altında fikir yürüte¬rek benimsediği yorumlardır. Daha açık bir ifade ile müctehidin benimsediği zanni görüşlerdir. Yani kat’i olmayan zanni düşüncelerdir. İsabet de etmiş olabilir, hataya da düşmüş olabilir. Bununla beraber yine de bir ecir kazanır.

              Çünkü ilmi güç ve takatini sarf etmiştir. İçtihat seviye¬sine yükselen her bir müçtehid için özel bir mezheb vardır. Kendi içtihadını, mezhebini redde¬den şer’i bir hüccet eline geçmezse kendi içtihadıyla amel etmek zorundadır, başka bir müçte¬hidi taklid etmesi haramdır. Ama içtihad seviyesinde olmayan herhangi bir Müslüman istediği bir müçtehidi taklid edebilir. İşte mezheb ve içtihad kavramı budur. Sahabe’i kiram’a ait mezhepler var, tabiinlere ait mezhepler var ve diğer meşhur imamlara ait mezhepler var. Hatta bir mezhep içersinde dahi ehli tahriç olan ‘müçtehid fi’l-mezheb’ vardır. Bağlı bulunduğu mezheb imamının usul ve kaidelerine muvafık veya muhalif içtihadları, mezhebleri vardır. Kuvvetli görüşe göre o mezheb asıl mezhebden sayılmaz,(1) mustakil mezheb olur. Yani her ne kadar ehl-i tahriç olan ‘müçtehid fi’l-mezheb’ bağlı bulunduğu mezhebe intisab edilse de, mezheb imamın usul ve kaideleri ışığı altında içtihad ederse de-Şafii mezhebinde Müzenni, Rabi, Buveyti İmamı Haremeyn, İmam-ı Gazali, İbni Dakik Eliydi; Hanefi mezhebinde, Ebu Yusuf, Ebu Muhammed ve Zufer gibi zatlar- yine onların içtihadları en sahih görüşe göre asıl mezheb sayılmaz ve asıl mezhebe intisab edilmez. Belki o ‘müçtehid fi’l-mezheb’ alimlerin mezhebleri olur. Örneğin Şafii mezhe¬binde alimler tarafından çok itina gösterilen Minhac ismiyle İmam Nevevi’nin fıkha ilişkin bir kitabı vardır. O kitapta bazı fıkhı istilahlar var.

              Örneğin ‘Ezher’, ‘Meşhur’, ‘Kadim’, ‘Cedid’, ‘Nas’ gibi tabirler var. Bu tabirler adı altında geçen tüm fıkhı meseleler İmam Şafii’nin kendi görüşleridir. Oysa İmam Şafii’nin görüşleri bu kitabın % 30’unu teşkil ediyor. Geriye kalan % 70 ise Şafii mezhebinde ehl-i tahriç olan ashabinin görüşleridir, yani müçtehid fi’l-mezheblerindir. Demek ki Şafii olduğumuz halde Şafii mezhebi adı altında tabi olduğumuz mezhebin %30’unda İmam Şafii’ye uymuş oluyoruz. Bu mezhebin %70’inde ise assah, sahih, evceh gibi fıkhi istilahlar adı altında ehl-i tahriçten olan mezhebte müçtehid alim¬lerin görüşleri ile amel etmekteyiz.(2) Hanefi mezhebinde de durum böyledir. İmam Gazali, (El menhul) adıyla bilinen usul-i fıkıh kitabında; Ebu Yusuf ve Muhammed’in mezhebinin üçte iki¬sinde Ebu Hanife’ye muhalefet ettikleri belirtilmektedir.(3) Yani Hanefi mezhebi olarak bilinen mezhebin %70’i Ebu Yusuf ve Muhammed’e geriye kalan %30 ise Ebu Hanife’ye ait görüşlerden oluşmaktadır. Sonuçta dört mezheb de kalmıyor farkında olmadan bir çok mezheble amel etmiş oluyoruz. Verdiğimiz bilgilerden anlaşılıyor ki kendini Şafii veya Hanefi olarak gösteren bir mukallid, mezhebinin ancak %25-30’unda Şafii veya Hanefi’ye uymakta, %70-75’inde ise Muzeni, Rabi, Gazali, Ebu Yusuf, Muhammed ve Zufer gibi alimlerin görüşlerine tabi olmaktadır. Ashab, Tabiin, İmam Davut, Evzai, Sufyan-i Servi, Taberi gibi alimlerin mezheplerini göz ardı etsek bile; “yalnız dört mezheb ve dört büyük imam vardır, başkalarının mezhebleriyle amel edilemez,” diyenler yine de ilmi geerçeklerden uzaktırlar ve gaflettedirler. Çünkü hangi müçte¬hidi taklid ettiklerinin ve başka mezheblerle amel ettiklerinin şuurunda değildirler. “ehl-i tahriçten olup mezhebde müçtehid olanlar da belli bir mezhebe mensupturlar, farklı görüşleri de aynı mezhebe nisbet edilir,”şeklinde bir gerekçe öne sürseler bile bu gerekçeleri kabul edilmez. Zira yukarıda verdiğimiz bilgiler ışığında ve en sahih görüşe göre bu müçtehidlerin görüşleri kendilerine nisbet edilir ve farklı bir mezheb olarak kabul edilir.

              Asıl konuya girmeden önce ashab, tabiin ve diğer imamlar arasında farklı mezheb ve içtihadların nasıl doğduğunu, aralarında ki ihtilaf sebeblerini ele almakta fayda vardır.

              1-Ashab-ı Kiram arasındaki ihtilafları:

              a- bir sahabe Resulullah’ın (s.a.v) yanındayken Resulullah(s.a.v) bir hükmü açıklamış,işiten sa¬habe de onunla amel etmiştir. Orada bulunmayıp işitmeyen diğer sahabiler ise o konuda içtihada başvurmuşlardır. Bazısının içtihadı isabet etmiş, böylece içtihadı ihtilaf tezahür etmemiştir. Ba¬zısı da içtihadlarında hata ettiklerinden sonuçta farklı bir içtihad ve mezhebi görüş ortaya çık¬mıştır. Mesela, Hz. Aişe’den (r.a); “Ben kapının yanında Resulullah’a(s.a.v) soru soran birini gör¬düm: “Ya Resulullah (s.a.v) sabahleyin cünup olarak kalktığım halda oruç tutmayı düşünüyorum, ne dersiniz?” diye sorunca Resulullah (s.a.v) da: “Ben de cünup olarak sabahladığımda oruç tutmayı düşünüyor, gusul ederek o günkü oruca devam ediyorum.”(4) şeklinde cevap verdi.” Bu rivayete rağmen Ebu Hureyre’nin bundan haberdar olmadığından: “Herhangi bir kimse cünup olarak sa¬bahlarsa orucu bozulur.” Dediği Buhari ve Müslim’de rivayet olunmuştur.

              İşte iki sahabi rasında mezhebi görüş ayrılığı ve ihtilafa bir örnek…

              b-Müslim’in rivayetine göre İbn Ömer kadınlara gusül esnasında saç ögülerini açmalarını em¬rediyordu. Hz. Aişe bunu duyunca hayret ederek; “İbn Ömer niçin saçlarını traş etmelerini de emretmiyor, bari bunu da emretsin. Ben ve Resulullah (s.a.v) aynı kaptan gusül ederdik, gusül esnasında başıma üç defa su dökmekten başka bir şey yapmazdım.” Demişti.(5)

              İşte İbn Ömer İle Hz. Aişe arasındaki bu ihtilafta konu Hz. Aişe’yi ilgilendirdiği için en doğru fetva validemizindir.

              c-Bir sahabi bir rivayetin metnini iyice hazfetmediği veya metnin bir parçasının unuttuğunda ihtilaf çıkmıştır.
              Yine sahabeden İbn Ömer: “Ölü özerinde ağlamak ölüye azab çektirir” şeklinde fetva vermiştir. Hz. Aişe fetvaya karşı çıkmıştır. İmam Ahmed, Buhari, Nesei, ve diğerinin rivayetlerine göre Hz. Aişe “Allah İbn Ömer’i affetsin. O yalan söylememiş belki unutmuş veya hataya düşmüştür. Resulullah (s.a.v) Yahudi bir kadının mezarının yanında ağlayanları gördü. Bunun üzerine Resulullah’ın: “Onlar ağlarken, ölü de azab çekiyor.” Dediğini rivayet etmiştir.” (6)

              2-Müçtehid imamlar arasındaki ihtilafların sebebleri:

              a-Farklı anlamlara gelebilen lafızlardan doğan ayrı içtihad ve görüşler. Mesela: "Veya ka¬dınlara dokunduğunuz zaman…" ayetinde geçen ‘lems/dokunma’ sözcüğünün anlamı üze¬rinde İmam Şafii ve Ebu Hanife ihtilaf edip farklı içtihadlarda bulunmuşlardır. İmam Şafii ‘lems/dokunma’ sözcüğü mecaz ve kinaye olmayıp ‘dokunma’ şeklindeki gerçek manasını ifade eder, diye görüş belirtmiştir. Ebu Hanife ise “Her ne kadar bu sözcüğün gerçek manası dokunma ise de burada mecazi manası olan cinsel ilişki anlamında kullanılmıştır:” Bu edebi üslubla hitab etmek o günkü arap toplumunda yaygındı. Bu mecazi mana hakiki-gerçek manadan daha fazla şöhret kazanmıştı. Böyle olunca mecaz tercihe şayandır. Gerçek mana varken mecaza gidilmez kuralı ise mecazi mana hakiki manadan daha fazla şöhret kazanmamışsa doğrudur, demiştir.

              b-Müçtehide, mevcut bir konu hakkında sahih hadis rivayeti ulaşmadığı zaman, kıyas yapmak zorunda kalarak görüş belirtir. Bu durum da sahih rivayete muhalif bir görüş (mezheb) ortaya çıkardı.

              c-Bir müçtehid bir konu hakkındaki gelen hadis rivayetini kendi ölçüleri dahilinde sahih kabul ederken, diğer bir müçtehid aynı hadis rivayetini zayıf kabul edip içtihad etme durumunda kalır. Böylece ayrı ayrı görüşler (mezhepler) ortaya çıkardı.

              d-Yahut bir konu hakkında sahih rivayet olur, bir de aynı konuyla ilgili Medine ehlinin uygu¬laması bulunurdu. Bazıları sahih rivayeti kabul ederken; bazısı ise Medine ehlinin uygulamasını ter¬cih ederdi. Netice itibarıyla birbirine zıt iki görüş (mezheb) ortaya çıkardı. Mesela; Buhari ve Müslim’in rivayet ettikleri bir hadiste Resulullah (s.a.v) “Alıcı ve satıcı mecliste (alış veriş yeri) birbirinden ayrılıncaya kadar (cayma) pişmanlık hakkına sahiptirler.” Buyurur. İmam malik ise Medine ehlin uygulamasına itibar ederek: “Pişmanlık hakkı yoktur” demiştir. Dolasıyla iki ayrı görüş (mezhep) ortaya çıkmıştır.

              e-İmam Ebu Hanife tüm Müslümanların mübtela olduğu (karşılaştığı) bir konuya dair ahad olan rivayeti sahih olsa dahi reddedip şer’i delil olarak kabul etmez. Rivayetin tevatür yoluyla olmasını şart koşar.
              Ama geriye kalan müçtehidler ise bu görüşe muhalefet edip ahad ve sahih olan rivayetleri şer’i delil (hüccet) olarak kabul ederler.

              Hatta namazda iken el kaldırmaya dair Buhari’de geçen hadis 60 sahabeden rivayet edilmiş ol¬duğu halde Hanefiler bu rivayeti nazar-ı itibara almamışlardır. Yukarıda anlattığımız gibi mezheb imamları her ne kadar birbirinden farklı görüşler (mezhebler) ortaya koymuşlarsa da, bununla beraber birbirilerin görüşlerine de saygılı olmuşlardır. Sahih rivayete karşı çıkıyorsunuz diye kıyameti koparmamışlardır. Fakat bazıları; ahad olmasına rağmen, Sebure El-Cuheni’nin Mut’a’nın yasaklanışı hakkında rivayetine Şia muhalefet ediyor diye, Şia’ya propaganda savaşı açıyor ve bu konu ile ilgili (Mut’a) görüşlerine de içtihad gözüyle bakmıyorlar.
              Bakınız İmam Şafii’nin insafına, gerçekçi müçtehidin bakış açısına! Tüm içtihadı ve hasas me¬selelerde bizlere ölçü olması gereken görüşlerine.

              “Mut’a nikahını helal kılan; onunla fetva veren ve amel eden kişinin şahadeti (şahitliği) red edilemez, çünkü onu caiz gören, onunla fetva veren ve onunla amel eden öncü mücahidler bili¬yoruz.

              Ama o (Mut’a) içtihadımıza göre mekruh ve haramdır. Her ne kadar bizler o öncü insanlara muhalefet edip görüşlerini terk etmişsek de bu onları cerh edip eleştiriyoruz anlamına gelmez. Onları ‘Hataya düştünüz, allah’ın haram kıldığı bir şeyi helal kıldınız’ diye suçlamıyoruz. Çünkü onlar hakkında böyle bir şey iddia ettiğimizde onlar da bizleri hataya düşmekle, Allah’ın helal kıldığı bir şeyi haram kılmakla suçlayacaklardır.”(7)
              İşte insafa, işte ictihadi meselelere bakış açısının ölçüsüne, gerçek metoda ve tüm mezhebi taasupları ortadan kaldıran İmam Şafii’nin barışçı ilkesine bakınız. Bizler nerede gerçekçilik ne¬rede.

              Şunu kesin olarak bilmeliyiz ki, müçtehid imamların içtihadından doğan mezhebi farklılıklar konu itibariyle ne kadar hassas olursa olsun, akıl onu istikbah etse de (çirkin görse de) tabiata aykırı olsa da, yine de saygiyla karşılamak ve cerhetmemek gerekmektedir. Çünkü Ehl-i Sünnet akidesine göre hüsn (iyilik ve güzelik) ve kubh (çirkinlik) şer’idir. Yani güzelik ve çirkinlik Allah’ın (c.c) emrine tabidir. Aklın hükmüne değil… Böyle olmasına rağmen bazı kardeşlerimiz (Ehl-i Sünnet mensubu olduklarını iddia eden) akıl ve tabiata göre hüküm vermekle Ehl-i Sünnetin çizgisinden çıktıklarının farkında değiller.

              Bir de şunu hatırlatmakta fayda görüyorum.

              Ebu Yusuf, Muhammed, İmam Gazali, İmam Eş’ari, Kadi Ebubekir, el Bakillani, Şafii ashabından İbn-i Sureyc ve Muhammed el Kerhi gibi ulemadan bazı şahsiyetlerin rivayetlerine göre İmam Ebu Hanife ve cumhuru mütekellimin (kelam ehlinin cumhur uleması): Bütün müçtehidler, musibdir (hakka isabet etmiştir) diye fetva vermişlerdir.(8) Çünkü Allah’ın hükümleri müçtehidin zanına tabidir. Yani hak bir değil belki de müteaddittir.
              İşte bundan dolayıdır ki, Harun Reşit hacamat sırtından kan aldırmak) yapmış olmasına rağ¬men İmam olmuş Ebu Yusuf da ona uyup namazını da iade etmemiştir.

              Yine İmam Ahmed de burnundan akan kanın abdesti bozacağına inanıyordu. Buna rağmen kendisine “burnundan kan akan birinin ardında namaza durabilir misin?” sorusuna karşılık İmam Ahmed, “İmam Malik ve Said bin el Müseyyeb’in arkasında nasıl namaz kılmam diye cevap ver¬miştir.”(9)

              Evet elbette ki, tüm müçtehidlerin hak üzere olduklarını ileri süren zatları –ki İmam Ahmed’den de böyle bir rivayet vardır- birbirilerine iktidada (uymada) her hangi bir sakınca görmemektedirler.

              ‘yalnız bir müçtehid hak üzeredir, diğerleri yanlıştır. Hak birdir, çok değildir’ diyenler, müçtehid zatlardan hataya düşenlere saygı gösterip bir ecir kazanmış olurlar. Çünkü o hakkın belli olmadığının ya da kimin elinde bulunduğunun kesin bir delili yoktur. Ama maalesef mez¬heplerin doğuşundan bugüne kadar uzanan tarihi süreç içinde mezheb taasubundan dolayı üzücü savaş, kargaşa, kavga tipi olaylarla karşılaşıyoruz.
              İşte üzücü ve ibret verici olayların bazıları:

              1-Yakut El Hamevi, Mu’cemu’l Buldan adlı eserinde ‘İsfahan’ maddesini yorumlarken şunları söylüyor:
              Seyahatim esnasında İsfahan’ı gürdüm ama Şafiiler ile Hanefiler arasında cereyan eden savaş yüzünden şehir harabeye dönmüştü. Birbirilerine saldırırken kim kimi altederse onun mahalle¬sini yağma ediyordu.(10)

              2- Yakut El Hamevi aynı eserinde ‘Rey’ maddesi üzerinde şunları söylüyor:

              Şehir halkı üç kısımdı. a-Şafiiler. Bunlar en az bulunan mezheb mensublarıydı. b-Hanefiler. c-Şia mensubları ise şehrin yarı nüfusunu teşkil ediyordu.

              Kırsal kesimlerde ise Hanefiler’in fazla olduğu nadir yerler mustesne Şia gene çoğunluktaydı.

              Nihayet bir süre sonra ehl-i Sünnet ile Şia arasında mezheb taasubu baş gösterdi. Hanefiler ve Şafiiler Şialar’a karşı birleştiler, sonunda aralarında uzun uzadıya bir savaş çıktı. Müttefik güçler her gürdükleri Şia mensubu şahsı katlattiler, iş bununla da kalmayıp daha sonra Hanefiler ile Şafiiler arasında mezheb taasubundan savaş baş gösterdi. Sayıca az olmalarına rağmen Allah’ın yardımıyla Şafiiler bu savaştan galip çıktılar. Kırsal yörelerden yardım gelmesine rağmen Hanefiler başarılı olamadı. Sonunda can korkusundan dolayı Hanefiler ve Şiiler yer altında gizlemek zo¬runda kaldılar. Gizlendikleri yerlere ulaşabilmek zordu.(11)

              Yorum


                #8
                Ynt: Mezhepler Arasındaki İhtilafların Doğuş Sebepleri Ve Mezhebi Taassuptan Kaynakla

                3-İbnü’l Esir’in El Kamil Fi’t-Tarih adlı eserinde şunlar anlatılıyor:

                Abbasi halifesi El Kaim Biemrillah zamanında Bağdat’ta, Şia ile Ehl-i Sünnet arasında daha önce çıkan fitne ve savaşlardan daha büyük fitne ve karşılıklar cereyan etti. Karışıkların sebebi de Bağdat’ın burçlarının bir kısmını inşa eden kerh beldesinin sakinlerinin –ki bunlar Şii’dir- inşa ettikleri burçlara ‘Muhammed ve Ali Beşeriyetin en hayırlarıdır’ mealindeki cümleyi altın harflerle yazdılar. Sünniler bunu yadırgadılar ve bu cümleye ek olarak ‘kim bundan hoşnut olursa şük¬retmiş olur. Kim de bunu kabul etmezse küfre girer’ mealindeki cümlenin yazıldığını idia ettiler. Kerh beldesi sakinleri de bunu kabul etmediler, “Biz bundan fazlasını yazmadık” dediler. Bundan dolayı aralarında kargaşa çıktı. Halife Kaim Biemrillah emirname çıkararak Ehl-i Sünnet ve Şia’dan iki heyeti olayı incelemek üzere görevlendirdi. Araştırma neticesinde bu şayianın iftira olduğu ortaya çıktı. Halife karışıklıkların sona erdirilmesi için halka emir vermiş olamasına rağmen olaylar devam etti. Bu arada Hanbeliler araya girip, fitneyi ortana kaldırmak istediler, sözlerini kimse dinlemeyince onlar da bu işten vaz geçtiler. Sonra iş iyice kızıştı. Sünniler Kerh’e giden su yolunu kesince, Şiiler çok zor durumda kaldılar. Sünniler ibarenin burçlardan silinmesini istedi¬ler. Şiiler bunu reddidince aralarında aylarca devam eden savaş çıktı.(12)

                4-İbn-i Kesir, ‘El Bidaye’de Şam fitnesinden bahsederken şöyle diyor: “Meşhur hanbeli ulema¬sından Hafiz el Makdis Şam Emeviye Camisi’nde Allah’ın sıfatlarını ders olarak işlerken o sırada orada bulunan diğer mezheb mensupları söylediklerinden rahatsız olup üzerine saldırdılar. Hanbeliler’e ait minberi kırdılar. O gün cami kapatıldı. Hafız el Makdis de sürgün edildi.”(13)

                5-Yine İbn-i Kesir: “İbn-i Selahaddin Hicri 595’te Hanbeliler’i kendi devletinden sürgün et¬meye kalkıştı fakat aynı yıl vefat ettiği için bunu başaramadı”,(14) diyor.

                6-Muhiddin-i Arabi, El Futuhatü’l Mekkiye adlı eserinde Horasan Eyaletinde, Şafiiler ve Hane¬filer arasında savaş çıktığını hatta birbirilerine karşı savaşı devam ettirebilmek için Ramazan ayı’nda oruçlarını bozmak zorunda kaldıklarını yazıyor.(15)

                7-İbn-i Kuddame, Elmuğni adlı fıkıh kitabının mukaddimesinde şu olayları anlatıyor.

                Afganlı bir Hanefi imam kendisine namazda tabi olan bir Şafii’nin göğsüne, Fatiha okuduğu için iki yumruk vurup yere serdi az kalsın adam ölüyordu. Ayrıca bir Hanefi de yanındaki bir Şa¬fii’nin şahadet parmağını kırdı.
                Trablus’ta da bir Şafii kadıya baş vurarak kendileri ile Hanefiler arasında caminin bölünmesini istedi. Kadi sebebini sorunca adam: “ Niye olmasın ki, Hanefi alimleri bir erkek Hanefi bir Şafii kadınla evlenemez diye fetva vermişler” demiş. Sonra da müftü Es Sekaleyn lakabiyla bilinen Hanefi mezhebinin büyük alimi bu fetvaya karşılık daha yumuşak bir tavırla şöyle diyor: “Ehl-i Kitab bir kadınla evlenebildiği gibi Şafiiler’le de evlenebilir.”(16) ,

                8-Hafız El Askalani ve Zehebi. Hanefi kadınlardan olan Muhammed bin Musa El Sağani’nin şunu söylediği naklediliyor: “Eğer yetki elimde olsaydı Şafiiler’den cizye alırdım.”(17)

                Bildiğimiz kadarıyla cizye ancak Ehl-i Kitab (Yahudi ve Hristiyan) dan alınabilir. Müslümanlardan alınmaz. Acaba bu mezheb mensubları birbirilerine bu şekilde kafir gözüyle bakarlarsa Müslümanların hali ne olur?

                9-Şafii fakihlerden Ebu İshak El İsfehani; bir Şafii’nin bir Hanefi imamına tabi olup ardından namaz kılması sahih olmayıp batıldır, iddiasında bulunmaktadır.(18)

                10-Hicri 493 senesinde kendisine Hanefi mezhebinin riyaseti tevdi edilen Ebu Yusur da; Ha¬nefi bir kimse Şafii bir imam arkasından namaz kılarsa batıl olur diye fetva vermiş; gerekçe ola¬rak da “Şafiiler namazda namazı bozan bazı hareketlerde (el kaldırma gibi) bulunuyorlar” demiş. Hanefi mezhebinden olan Kadı Han’ın gerekçesi ise, “Şafiiler kendi imanlarından şüphe ediyorlar. Çünkü onlar ‘inşaallah mü’minim’ diyorlar” şeklindedir.(19)
                İşte üzücü manzaralar.

                Buraya kadar anlatılan olaylar fıkhi mezheblerle ilgili manzaralardı. Şimdi de itikadi mezheblerle ilgili üzücü ve aynı zamanda ibret verici manzaraları görelim.

                İtikadi mezhebler siyasi olaylarda rol oynadığı gibi, siyasi olaylar da itikadi mezheblerin oluş¬turulması ve geliştirilmesinde rol oynayabilir. Bu teoriyi Emevi, Abbasi ve Osmanlı devletlerinde somut misallerle isbat edebiliriz.

                Emevi Devleti İslam ruhtan uzak, zalim diktatür, sömürücü sınıfçı, pragmatist, egoist ve ırkçı bir yapıya sahipti. Emevi hanedanı müstesna diğer insanlar mürakebe (kontrol) altında idiler. Gerçeği dile getirmek insanların hayatına mal oluyordu. Resulullah’ın (s.a.v) Ehl-i Beyt’ine ve Mu’tezili’lere acımasızca davranıyor baskı altında tutuyor, hapsediyor ve öldürüyorlardı. Çünkü bunlar Emevi diktatörlüğüne karşı devrimci bir ruh taşıyorlardı.

                Hafız Askalani, Tehzib El Tehzib adlı eserinde şunları söylüyor: “İmam Malik Emeviler zama¬nında İmam Cafer Es-Sadık’tan hadis rivayet etmeye cesaret edemiyordu.”

                Ancak Emevi Devleti yıkılıp Abbasi Devleti kurulunca İmam Cafer’den iki rivayeti Muvatta’sına ilave etmiştir. Fakat emniyeti sağlamak için konuyla ilgili diğer şahıslardan rivayetler eklenmiş¬tir.(20)

                Hafız El Mızzi de şöyle bir olayı anlatıyor. Bir ara Hasan El Basri hadis rivayet ederken ravi sa¬habeyi atlayarak direk ‘Kale Resulullah’ yani ‘Resulullah şöyle buyurdu…’ demiş. O sırada birisi “Ey Hasan sen tabiindensin, Resulullah’ı görmemişsin, buna rağmen nasıl olur da rivayeti direk Resulullah’a dayandırıyorsun.” Demiş. Bunun üzerine Hasan El Basri de şöyle cevap vermiş. Ben öyle bir zamanda yaşıyorum ki, Hz. Ali’nin ismini bile dile getiremiyorum. Ben ‘Kale Resulullah…’ dediğim zaman o rivayeti Hz. Ali’den aldığımı bilin”(21)

                Emevi hükümdarları kendi saltanatlarını devam ettirebilmek, işledileri zulüm ve kanlı cinayet suçlarını unutturmak için Cebriye akidesinin kisvesine bürünüyorlardı. Cebriye akidesinin her şeyin Allah’ın kader ve kazasına bağlı olduğunu, İnsanda olan irade ve hürriyetin bu kaza ve kader karşısında hiç bir rolünun olmadığını savunmaktadır. Emeviler işte bu düşünceyi sürekli gün¬demde tutmak istiyorlardı. Emeviler’in bu siyasi tavırları kadercilik ekolünün (her şey insanın irade ve hürriyeti dahilindedir) doğmasına sebep olmuştur. Bu sırada Emevi idaresine karşı dev¬rimci bir kitlenin oluştuğunu görmekteyiz. Bakınız, Kaderiye alimlerinden Mabed El Cuheni ile ilgili olay –ki rical ilmiyle uğraşan alimler onun hakkında ‘en doğru rivayeti yapan tabiinlerdir’ demişlerdir.-Muhammed Bin El Eşas’la beraber emevilere karşı kıyam etmiş, Haccac-ı Zalim ta¬rafından hicri 80 senesinde şehid edilmiştir. Haccac onu sıkıca bağladıktan sonra ona sormuş: “Ey Mabed! Senin bu bağlanman Allah’ın kaza ve kaderine bağlı değil midir?” Mabed de buna ce¬vaben: “Senden başka hiç kimse beni bağlamadı” demiştir. Bir ara aynı Mabed el Cuheni Ata bin Yesar’la beraber Hasan El Basri’ye geliyorlar ve Hasan El Basri’ye diyorlar ki “Bu krallar Müslü¬manların kanını akıtıp ve mallarını gaspediyorlar.
                Bunu da Allah’ın kaza ve kaderine bağlıyorlar.”(22)

                Kaderiye alimlerinden ‘Gilani el Dimeşki’ –ki kaderi düşüncesini Mabed el Cuheni’den almış¬tır.- Bir gün halife Ömer bin Abdulaziz’e gelerek nasihatte bulunur, Emevilerin yaptıkları zu¬lümleri ve cebriye ilkelerini sert bir şekilde eleştirir. Halife Ömer bin Abdulaziz de bunun üzerine ona bir teklifte bulunur.

                “O zaman bana yardım et bunu birlikte halledelim”

                Gilan da mali ve hukuk işlerinde görev almayı taleb eder. Halife bunu kabul edip onu görev¬lendirir. Ömer bin Abdulaziz vefat ettikten sonra Hişam başa gelince Gilan el Dimeşki’nin el ve ayaklarını kestirir. Kendisine sorar: “Ey Gilan, senin Rabbinin, başına ne getirdiğini biliyormusun?” Gilan da cevaben: “Bunu başıma getirene lanet olsun” deyince, Hişam onun dilini de kestirir, çenesini kaldırır ve Gilan yapılan bu işkenceler sonunda ölür.(23)

                Yine Kaderiye alimlerinden olan Cad Bin El Dirhem’in başına gelen olay: Kurban Bayramı’nda Emevi valilerinden Halid bin Abdullah el Kesri minbere çıkıp: “Ey cemaat-i müslimin” diye hütbesine başlar, “bu Kurban Bayramı’nda her şahıs için kurban kesmek vaciptir. Ben de bu gün kurban keseceğim ama Cad Bin El Dirhem’i kendime kurban seçtim” der ve minberden iner inmez Ced’ı keser.(24)

                Yine İmam Subki ‘Tebekat el Fukaha’ adlı eserinde, Selçuklu başkenti Nişabur’da Maturudi olan Hanefilerle Eş’ari olan Şafiiler arasında mezhebi taassuptan doğan çeşitli acı olayların vuku bulduğu görülüyor.

                Kısaca şöyle:

                Hicri 455’te Selçuklu İmparatoru Tuğrul Bey Hanefi mezhebine mensub olarak hüküm sürü¬yordu. Eş’ari ve Şafii olan üstad Ebu Selh de belediye başkanlığını yürütüyordu. Sonradan Tuğrul Bey’den gelen bir emirname ile mutediler (bid’at ehli) –ki bundan kasıt eş’ari’lerdi- minberlerde kürsülerde lanetlenecektir.

                Aynen Hz. Ali’nin (ra) Emeviler tarafından lanetlendiği gibi. Sonra İmam Kureyşi, İmam Hare¬meyn, Ebu Selh ve Alamle Furati’nin yakalanmaları için saltanattan emir çıkar. İmam Kureyşi ve Allame Furati yakalanıp toprak üzerinde sürüklenerek hakarete uğratılırlar ve aynı zamanda hapse atırılırlar. İmam Haremeyn ve İmam Beyhaki de ülke dışına kaçarlar. İmam Haremeyn Kir¬man yolu üzerinde Hicaz’a kaçıp yerleşmesinden dolayı İmam Haremeyn lakabını alır. Ayrıca Hanefi ve Şafiiler’den toplam 400 şer’i hakim ve kadı ülkeyi terk eder. Çünkü bu emirname üzerine birçok insan öldürülmüştür.(25)

                Hafız ibni Hazm, (Endülüslü Fakih) El Fisel Fi’l-Milel Ehva ve’l Nihel adlı eserinde İmam Eş’ari’yi delaletten olan fırkadan sayıp cehemi silsilesine sokmuştur.(26)

                İmam Eş’ari ise İmam Ebu Hanife’yi ve Ashabını dalalette olan Mürcie ekolünün dokuzuncu kolundan saymaktadır.(27)

                Şeyh Abdulkadir Geylani ‘Gunyet et-Talibin’ adlı eserinde İslam ümmeti ve 73 fırka konusunu işlerken aynen İmam Eş’ari gibi o da İmam Ebu Hanife ve arkadaşlarını delalette olan Mürcie ekolünün dokuzuncu kolundan sayıp hüküm vermektedir. Her ne kadar Allame Luknevi El Ref’ üt Tekmil’ kitabında Günye’de geçen bu cümleye cevap olmak üzere ulemadan bir çok cevap getir¬mişse de yeterli görülmemiştir. Hele hele bu iddianın İmam Eş’ari gibi mezhebin büyük bir mensibi tarafından geliyor olması meseliyi güçleştirmektedir. Ama bence fıkhi mezhepler gibi itikadi mezheb olarak bilinen Ehl-i Sünnet dışındaki diğer fıkıhlardan hangisi olursa olsun –küfre kaymamak şartıyla- Kur’an ve sünnet’e bağlı olduktan sonra, Kur’an ve Sünnet’en hüküm çıkar¬mada heva ve heves olmasa çıkarılan hükümler yanlış da olsa her hangi bir mesuliyet yoktur. Bilakis güç ve takat sarfettikleri için ecir bile kazanırlar.

                Bu konuya Ümmet ve İmamet bölümünde değinmiştim. Ama konu büyük bir önem taşıdığı için sanırım sık sık üzerinde durulması gerekir. Ancak burada tekfir, tevsik ve te’sim (günahkar ka¬bul etmek) edici müfrit Vehabiler’in dikkatini çekmek istiyorum. Hafız ibni Teymiye mezhepleri fıkhi mezhepler gibi kabul edip hatalı görüşlerinden mazur olduklarını kabul ediyor. Bazı fırkalar hakkında dile getirilen zem, hücum ve teşdit ise başka Müslümanların o hatalara düşmesini ön¬lemek içindir, diyor. Kişinin kendi içtihadına diğerini hatalı görmesi normaldır, belki de içtihadın gereğidir. Fakat bunun bir tefrika, ve husumet unsuru olmaması gerekir.

                İşte ibn Teymiye’nin tefsirindeki kendi cümlesi: Seleflerden ve imamlardan hiçbirisi içtihadi konularda bu usulidir (itikadi) bu furuidir (fıkhı) diye bir ayrım yapmamışlardır. Dini usul ve furu’ diye ikiye ayırmak ne sahabe ne tabiin ne de Selefler arasında bilinmiltır.Sahabelerden veya tabiinlerden birisi kalkıp da; gerek usulda gerek furu’da hakkı bulmak için tüm takatini sarfetmiş bir müçtehidin hatalı olduğu zaman günahkar olduğunu söylememiştir. Ama bu ayırma düşüncesi Mu’tezile ekolü tarafından ortaya atılmıştır. Sonradan da başka alimler de bunları fıkıh metodolijisine dahil etmişlerdir.

                Alimler Ubeydullah bin el Hasen el Anbari’den şöyle naklederler:

                “Ubeydullah tüm müçtehidlerin musib (hakka isabet etmiş) olduklarını söylemiştir. Bu cümle¬den kastı, günahkar olmayışlarıdır. Aynı zamanda bu düşünce İmam Ebu Hanife, İmam Şafii ve diğer müçtehidlerin düşüncesidir. Bunun içindir ki bid’at ehlinin şahitliğini kabul edip arkaların¬dan namaz kılmayı caiz görür; ama Malik ve Ahmed gibi müçtehidlerin bid’at ehlinin şahitliğini reddetmeleri, onların günahkar olmalarını gerektirmez. Belki şahitliğini reddetmeketen gaye o bid’ate karşı çıkmaktır, bid’ati yaymak isteyen Müslümanları uzak tutmak, ardından namaz kıl¬mak ve şahidliğini reddetmek onu bid’at ortaya çıkmadan engellemek içindir. Bundan dolayıdır ki İmam Ahmed bid’at propagandacısı ile benimseyeni birbirinden ayırmıştır. Maliki alimlerden ‘Haraki’ açık olarak bid’atı işleyenin ardından namaz kılanın iade etmesi gerekir demiştir. Ama bildiğimiz gibi İmam Şafii, İmam Hanefi ve diğerleri ayrı düşünmektedir.”(28)

                son söz olarak şunu söylemek istiyorum:

                İslam tarihinde değil, belki Müslümanların tarihinde (çünkü aziz İslam’ı bu tip olaylardan ten¬zih ederiz) bu gibi taasuba dayanan nahoş olaylar çok yaşanmış ve sonuçta Müslümanların tari¬hinde kara sayfalar açmıştır. Tabii ki bunların tümü aziz İslam’a ve Müslümanlara zarardan başka bir şey sağlamamış, Müslümanlara tefrika, zayıflık, güçsüzlük, zillet, kölelik, dünya emperya¬lizmine yem olma kalırken; küfür dünyasına ve dünya emperyalizmine de, izzet, güçlülük, hü¬kümranlık kazandırmıştır ve bugün dünya emperyalizmi özellikle kan içiçi büyük şeytan Amerika bülüp parçalama planını İslam alemi içinde en güçlü bir silah olarak kullanmakta ve gündemde tutmaktadır. Müslümanlar çok uyanık ve hassas olmalıdırlar. Tüm Müslümanların üzerinde bir¬leştiği ortak İslami temel esaslar üzerinde vahdet sağlayıp, kat’ı (kesin) delillerle sabit olmayan mezhebi konuları nazar-ı dikkate almadan taassuptan uzak kalmaları gerekmektedir.

                Allah bizlere birlik, beraberlik ve sıhhatlı bir ümmet anlayışı nasib etsin.

                Dipnotlar

                1-Edabu’l Fetva ve’l Mufti, Nevevi, s:28, Tufetu’l Muhtaç, Daru’s Sadr, c:1, s:53
                2-Sullemu’l Mutcalimil Muhtaç ile Rumuzil Minhac
                3-Menhul, Darulfikir, s:496
                4-İhtilafu’l Hadis li’ş Şafii, Darul Kutabil İlmiyye, s:141
                5-El İnsaf Fi Beyani Esbabi’l İhtilaf lil Dehlevi, Daru’l Nefais, s:26
                6-Müsned Şerhi, Fethi Rabbani, c:7, s:17
                7-El Üm, Şafii, c:6, s:222
                8-Nihayet us-sul Şerhi, Minhacu’l usul, c:4, s:560
                9-a.g.e, c:3, s:175
                10-Mucem ü’l Buldan, Darus-Sadr baskısı, c:1, s:209
                11- a.g.e, c:3, s:117
                12-El Kamil, Hicri 443 senesi vakıaları.
                13-El Bidaye ve’n-Nihaye, c:13, s:19
                14- El Bidaye ve’n-Nihaye, c:14, s:42
                15-El Futuhat-ı El Mekkiye, Darus-sadr, c:3, s:336
                16-El Muğni, ibni Kuddame, Mısır baskısı, c:1, s:18
                17-El Mizan Baskısı, c:, s:52
                18-El Mecmu Nevevi, Beyrut Baskısı, c:4, s:289
                19-Fethu’l Kadir, Beyrut Baskısı, c:1, s:112
                20-Tenzib el Tenzib, Darus-sadr Baskısı, c:3, s:103
                21-El Feteva el Hadisiye, ibn Hacer el Haytemi
                22-El Müniyetü ve el Emel, s:7-8
                23-Tebekat el Mu’tezile, s:230, Fiilmil Kelam, c:1, s:8
                24-El Bidaye, İbn Kesir, c:9, s:324, Halk u Ef’al-i İbad, s:7, Buhari
                25-El Tebekat, Subki, Mısır Baskısı, c:3, S:391
                26-El Fisel, Darulmarife, c:4, s:204
                27-Makalat El İslamiyetin, Eş’ari, c:1, s:138
                28-Tefsir el Kebir, İbn Teymiye, Beyrut Baskısı, c:1, s:231

                Yorum


                  #9
                  Fadlullah(ra) VAHDET

                  Fadlullah(ra) şunları söylemektedir:
                  “Uluslar arası sömürgeci tezgahların siyasetlerinden biri(belki de en önemlisi) de,Müslümanlar arasında mezhep adına tefrika ve bölücülük meydana getirmektir.Özellikle ;Şia ve Sunni olarak,Müslümanlar’ı ‘iki parça’edip birbirinden ayırmaya çalışıyorlar.Sunnilere;’Şiiler sizden değildir,onlar sizin düşmanlarınızdır.Onlarla sizin aranızda çok ihtilaflar var;sakın onlarla birliğe vahdete yaklaşmayın ve onlarla beraberliğe yanaşmayın,birlik kurmayın!gibi dersler-nasihatler!veren emperyalist güçler ve vicdanları’ Dolar-Mark-Dinar ve Riyal ile satılmış olan mahalli uşaklar;etki edebileceklerini akıllarına kestirdikleri Şia’ya mensub eşhâs ve zümrelere de benzeri yollarla yaklaşmakta,Müslümanların’Birleşmemeleri’ ve bölünmeleri için bütün güçlerini ve imkanlarını seferber etmiş bulunmaktalar…
                  Bize göre,sömürgecilerin ve onların yerli uşakları olan egemen güçlerin istedikleri şundan ibarettir ki;bizleri ‘Birleştirici’bu gibi(mezhebi vs.)vesileleri,sürekli olarak’Tefrikaya’dönüştürmek veya mektebin-kültürün mensupları olan’imanın aslında,dinin zaruretinde’birleşen ve aynı noktada,çizgide bulunun Muhammdileri(Müslümanları) birbirine düşürmek,Vahdetlerini engellemek için gayret sarfetmektir.Bir kısım sözde Müslümanların da bu oyunda figüranlık yapmaları,meselenin ciddiyetini ve vehâmetin derecesini dahada arttırmaktadır.Hucurat 10,Al-i İmran102-103,Enfal 46 gibi…nice ayet-i kerimelerin ilâhi tâ’limâtı ve tebliğatı cümlenizin malumudur.Ben,burada ayrıca,bilhassa şu ayet-i kerimeye dikkat çekmek istiyorum:
                  “Deki; `Ey kitap ehli, sizinle aramızda ortak olan şu söze geliniz: Sırf Allah'ın kulluk edelim, hiçbir şeyi O'na ortak koşmayalım ve Allah'ı bırakıp birbirimizi ilâh edinmeyelim.”(Al-i İmran/64)
                  Burada Allah-u Teala’nın ‘Ehl-i Kitab’la’ ortak kelimede,ortak noktada ve çizgide birleşebileceğini beyân buyruklarını görmekteyiz.O halde;Ehl-i Kitab’la Müslümanların,Hak ve doğru bir kelimede birleşmeleri mümkün görünüyor da,değişik mezheb ve meşreb mensubu Müslümanların’Kelime-i Tevhid de islamın esaslarında ve İslam’ın hakimiyet davasında niçin birleşmeleri mümkün olmasın?Ehl-i Kitab’la Müslümanlar arasında ‘Müşterek Kelime’ ve ‘Ortak Nokta’ bulunuyor da,İslamıi mezhep mensubu Müslümanlar arasında mı ‘Müşterek Yol’ ve ‘Ortak Nokta’bulunmuyor?...Ehl-i Kitab ‘Ortak Nokta’ya’davet ediliyor da,Müslümanlar neden ‘Ortak Nokta’ya’ davet edilmesin?Ehl-i Kitab’a’Tefrika’dan önce,Vahdet Noktası’üzerinde düşünün! Denilebilirse ,Müslümanlar için bu tür hitâb öncelik arzetmez mi?
                  Şia-Sunni mezâhib arasındaki ihtilâflar.dinin aslına taalluk etmemekte,fıkhi-mezhebi,tâli-fer-i bir özellik taşımamaktadır.Ki,bu tür fıkhî ve îçtihadi ihtilâflar,Sunni mezheblerin arasında da vardır ama bunlar tefrikaya-bölünmeye vesile olmamalıdır.”
                  Kaynakavet Dergisi

                  Yorum


                    #10
                    Ynt: Fadlullah(ra) VAHDET

                    Lübnan’ın Sayda şehrindeki Kudüs Camii imamı Şeyh Mahir Hammud, istihbarat örgütlerinin Şii ve Sünni müslümanlar arasında fitne çıkarmak için çalıştığını söyledi.

                    “Dünyadaki istihbaratlar, Şii ve Sünni Müslümanlar arasında fitne çıkarabilmek için ellerinden gelen herşeyi yaptılar."

                    Yorum


                      #11
                      Ynt: Fadlullah(ra) VAHDET

                      Allame Fazlullah’ın Son Yazısı:”Şii-Sünni Ayrımı Yapmak Haramdır!...”
                      “Arap ve İslam medyasındaki birçok çevrenin girdiği mezhep fitnesi ümmeti tehdit ediyor. Şii-Sünni ayrımı yapmak haram kılınmalı."
                      "Onlarca yeni uydu kanalı da dahil Arap ve İslam medyasındaki birçok çevrenin mezhep savaşına girmesi üzücü. Bu mezhep savaşı düşmanın çıkarına hizmet edecek, her şeyi yakacak ve nihayetinde düşmanlarının lehine, Araplarla Müslümanların aleyhine olacak fitneyi tesis edecek."
                      "Bazı medya organları kanalıyla oynanan mezhepçi fitne oyununa girmek kesin bir dille yasaklanmalı, haram kılınmalı."

                      Ayetullah Hamenei “Şiiler ve Sünniler arasında ayrılık tohumları ekmeye çalışanlar, bunu bilsinler veya bilmesinler düşmanın paralı askerlerdirler."

                      Yorum


                        #12
                        Ynt: Fadlullah(ra) VAHDET

                        İmam Humeyni Müslümanlar arasında ihtilaf yaratıp saflarının gevşemesine neden ve sömürücülerin ekmeğine yağ sürecek

                        olan hiçbir girişimi câiz bulmuyordu. Kendisine has muazzam fetvaları, Hz. Resulullah"ın -sav- doğum günü münasebetiyle

                        vahdet haftası ilanında bulunup ard arda mesajlar yayınlayarak şîasıyla, sünnisiyle tüm Müslümanları birleşmeye çağırması ve

                        sünni - şii birliğinin pratik imkanlarını bilfiil öğretmesi, bütün hayatı boyunca sünni-şii ayrılığını körükleyen girişimlerin karşısına

                        dikilmesi onu tüm dünya Müslümanlarının sevgilisi haline getirmişti.

                        Yorum


                          #13
                          Ynt: Fadlullah(ra) VAHDET

                          Ayetullah Hamenei
                          "Yeni yıl, milli birlik ve İslami insicam yılıdır. Yani, İran milletinin içinde barınan bütün halk kesimleri, kavim ve milliyetler, mezhepler, meslekî kesimler arasında milli birlik geliştirilmeli, buna ilaveten uluslararası alanda Müslümanlar arasında insicam ve vahdet, kardeşlik bağı geliştirilmeli, İslam ümmetinin farklı milletleri ve mezhepleri arasında kardeşlik bağı zirveye ulaştırılmalı ve vahdet-i kelime sağlanmalıdır. "

                          "Müslümanlar, İran halkının yarattığı İslam inkılabının İslam dünyasının büyük bir dayanağı ve Filistin, Irak, Afganistan, Bosna Hersek ve Lübnan krizine karşı en etkin çözüm yolu sunan ve destekleyen bir güç olduğunun bilincindedirler. İslam düşmanları da İslam ümmetinin İslam inkılabına güvenip, ondan etkilenerek sultacı güçlerin hegemonyalarına karşı mücadele ettiğinin bilincindedirler. "

                          "İslam düşmanları fiili bir şekilde İslam dünyasında yoğun bir çalışma başlatıp, İran milletiyle diğer Müslüman toplumlar arasında uçurum yaratmaya çalışıyor, Şii ve Sünni mezhepleri adı altında Müslümanları iç savaşa sürüklemeye, Allah’a hamd olsun diğer milletler arasında gelişen ve artagelen İran milletinin etkin nüfuz ve yüksek itibarını sarsmaya özen gösteriyorlar."

                          " “İslam inkılabının İran’da zafere kavuşmasından sonra Amerika, İslam inkılabının şia inkılabı olduğu düşüncesini yaymaya çalıştı. Halbuki inkılabımız, İslam inkılabı ve Kur’an-î inkılaptır. İslami değerler, ve Tevhid bayrağını dalgalandırma, ilahî ahkâmı tanıtma, İslam’ın manevi değerlerini ihya etme konusunda onurlu bir başarı elde etmiştir.” Elbette günümüze kadar batının propaganda odakları, İran milletiyle diğer Müslüman milletler arasında tefrika çıkaramamıştır.


                          "İslam “Müminleri kardeştir” diyor. Yani kim ki Kur’an-ı Kerim’e İslam dinine tek bir kıble Kâbe’ye inanıyorsa mümin sayılır ve müminler kardeştirler.Evet İslam’ın tebliğ ettiği şey budur."

                          "İslam dünyası sınırsız doğal kaynakları, görkemli kültürel mirası, yetkin ve etkin insan gücü, bir buçuk milyarlık nüfusu ile sultacı güçlerin iştahını kabartmıştır. Nitekim onlar İslam alemini işgal edip, sömürmeye çalışıyorlar. Fakat Müslüman milletlerin vahdeti, bu fitne ve komplolar karşısında büyük bir set oluşturacaktır. Bu yüzden İslam düşmanları, su seddi kırmaya çalışıyor."

                          Yorum


                            #14
                            Ynt: Fadlullah(ra) VAHDET

                            "ABD, mezhep çatışmasını ve etnik çatışmayı bölgeye yayma çabasında. Yani bizi bize kırdırma peşindeler. Hep söylediğim gibi, bizim kanlarımız ve gözyaşlarımız, çalınan değerlerimiz üzerinden kendilerine servet ve iktidar üretme çabasındalar."

                            Yorum

                            YUKARI ÇIK
                            Çalışıyor...
                            X