Bismillah…
Sabahattin TÜRKYILMAZ
“Caferi Çalıştayı’nın” gündeme gelmesinin üzerinden daha bir kaç hafta geçmemiş olmasına rağmen değerli ehlibeyt dostlarının konuya duyarlılığı takdire şayandır.
Değerli alimlerimiz, toplumumuzun sorunlarına bu denli duyarlı ve hassas olduklarını ortaya koyarak, Türkiyede yaşayan Caferilerin hak ve hukukunu savunmayı kendilerine ilke edindiklerini göstermişlerdir. Lakin “Çalıştay” hakkında bilinçlenme ve akibetinin ne olduğu hakkında bilgilenmek isteyen Ehlibeyt dostlarına ve eleştirilerde bulunanlara “Caferi Çalıştayı’nı” düzenleyenlerin cevap vermesi beklenmektedir
Değerli alimlerimiz şu noktayı da gözönünde bulundurmalari gerekir ki; Bir görüş ortaya koyulduğunda delil ve kanıt sunulması gerekmektedir, bir görüşe eleştiri yapılıyorsa cevap verilmesi gerekir, kafalardaki şüphe ve tereddütler giderilmelidir. “Alimlere güven vardır, onlar maslahatı daha iyi bilirler”, düşüncesi sorunu çözmemektedir.
Aynı şekilde bir görüş reddedilirken de delil ve kanıt sunulması gerekir. Ne delilsiz maslahatcı zihniyet doğrudur, ne de hamasi çıkışlar, sloganik söylemler.
Bu konuyu eleştiren kardeşlerden birçoklarının, konuyu kişilere indirgeyerek konuya yüzeysel yaklaştıkları görülmüştür. Ve aynı şekilde bu çabaların kişilerin mihverliğinde sürdürülmesi de çalıştayın akim kalıp başlamadan bitmesine sebeb olabilir.
Güzide kuruluşlarımızın “Caferi Çalıştayı” bahane edilerek yıpratılmaya çalışılması ve camiamızdaki alimlerimizin karşı karşıya getirilme ve alimlerimizin halkımızla bağlarının koparılma çabaları, “Caferi Çalıştayının” başlamasıyla camiamızda herkesimin görüş ve düşüncelerini ortaya koyması için doğmuş fırsatı baltalamaya yönelik olduğunu düşünüyoruz.
Henüz başlamış bir çalıştay hakkında fırtınalar kopartmak yerine akl-i selim ile görüşlerin beyan edilmesi en sağlıklı davranış olacağı gibi “Caferi Çalıştayı’nı” esas ve usul açısından değerlendirmek ve tenkid etmek de tefrika ve fitne olarak algılanmamlıdır.
Biz önceki yazımızda konunun geniş yelpazede değerlendirilmesi gerektiğini, işin oldu bittiye getirilmemesi gerektiğini vurgulamış ve acele etmeden işin uzmanlarıyla yürütülmesi gerektiğine değinmiştik.
Konunun önem ve ehemiyyeti hakkında görüş, tez, plan/proje belirtmek yerine, yazımızı fırsat bilip alimlere hakaret ve iftirada bulunan bütün herkesi şiddetle kınıyorum.
Bu konunun özel mesele olduğu ve bu gibi ortamlarda konuşulmaması gerektiğini düşünen değerli kardeşlerimiz de malesef yanılıyorlar.
Kanaatimce, “Caferi Çalıştayı’nda” emeği geçen bütün alimlerimiz, Caferilerin hak ve hukuklarını savunma konusunda geniş çaplı bir katılımın oluşmasının kapısını açtıklarının bilincedirler, çünkü bundan sonra hukukçu, siyasi, ekonomist, sosyolog ve diğer sosyal alandaki uzmanlarımızın görüş ve fikirlerini beyan etme ve yeteneklerini ortaya koyma ortamının oluşmasına vesile olmuşlardır. Bu girişim sayesinde, toplumumuzun sorun ve problemlerine çare bulmada, hak ve hukukunu savunmada el ele verme fırsatı doğmuştur.
Bu olaya geniş bir perspektiften bakılması gerektiğini düşünenlerden biri olarak, bu “Caferi Çalıştayı’na”, bir kere de AB kriterleri penceresinden bakılması gerektiğini düşünüyorum.
Avrupa ülkeleri bir taraftan AB adı altında bir ülke görüntüsü vermeye çalışıyorken diğer taraftan dünya üzerinde söz sahibi olma hayalleri kuruyor.
Medeniyet ve bilimin beşiği olduğunu iddia eden Batı, insan hakları, düşünce özgürlüğü ve inanç özgürlüğü konusunda sınıfta kalmıştır.
Sekuler bir sistemin hakim olduğu Avrupada “din meselesi” halledilememiş ve hep sorun olarak kalmıştır. Tarih’te bu mesleyi üç merhalede hallettiklerini sanıyorlar;
a) Dinin akıl ile çeliştiği tezini ortaya atıp akılla bağını kopardılar,
b) Dinin ilimle çeliştiğini savunarak, ilimle bağını kopardılar,
c) Dini siyasetten ayırıp kiliselere haps ettiler.
d) Bununla da yetinmeyip dini siyasetin emrine vererek din adamlarını sistemin memurları etmişlerdir.
Dini tanıma konusunda yazmış olduğumuz aşağıdaki makaleye bakılabilir.
http://rasthaber.com/yazar_126_60_Di...Sebepleri.html
Günümüzde ise bu çalışmalarını AB kriterleri adı altında inananların dini ihtiyaçlarını gidermek için “din hizmetlerini” dini cemiyetlere bırakarak sürdürmektedirler. Örneğin yahudilerin dini hizmetlerini “Yahudi Cemiyeti”, protestanların din hizmetlerini “Protestan/ Evangelisch Cemiyeti”, katoliklerin dini hizmetlerini ise “Katolik Cemiyeti” üstlenmiştir.
Avrupada ciddi bir topluluk oluşturan müslümanların hepsini temsil eden, devlet tarafından muhatab alınacak bir cemiyet yok. Müslümanların dini hizmetlerini sadece camiler, dernekler, federasyonlar yapıyorlar. Son bir kaç yılda buna da bir düzen getirilmesi gerektiği siyasilerce dillendirilmeye başlandı.
Almanya’da yaşayan 3 milyon müslümanı kontrol altına alıp, İslam dinini de kendi dinleri gibi emirlerine almak için önce müslümanları bölmeyi başardılar ve ilk olarak Alevilere siz sünni( hatta müslüman) değilsiniz, sizin inancınız farklı, sizin ihtiyaçlarınız farklı diyerek ayırıp “özel statü” verdiler. Kendilerine ayrı bütçe, ayrı eğitim programı, okullarda Alevi çocuklarına yönelik din dersi yerine “kültür/ ahlak dersi” ve oluşturulmak istenen “İslam konferansında” ayrı kontenjan verdiler. Yani kısacası “Alevi açılımı” adı altında müslümanların bir bölümünü ayırmış oldular.
Sünni müslümanları, müslüman cemiyeti adında bir çatı altında toplayıp, müslümanlara din hizmetleri sunacak “Almanya İslam Cemiyetini” oluşturma aşamasındadırlar. Bu açılımlarla hem müslümanları, haklarını vermek adına kontrol altına alıyorlar, hem de Alevilere özel statü vererek müslümanlardan ayırmayı başardılar. Diğer azınlıkları da köşe bucakta, gerektiğinde denge unsuru olarak kullanmak için bekletiyorlar.
Türkiyedeki açılımları da AB kriterleri çerçevesinde değerlendirmek gerekir. Türkiye’de hükümet, “Alevi açılımını” gerçekleştikten sonra sünnilere din hizmetleri verdiği sanılan “diyanetin” de Avrupada olduğu gibi özelleştirilmesi/ dini cemiyetlere bırakılmasının önü açılmış olacaktır. Dini cemiyet tarafından din hizmetleri sunulsa da siyasetin güdümünden kurtulamayacaktır ve din Avrupa’da olduğu gibi seküler sistemin emrinde olacaktır. Din asla bağımsızlığına kavuşamayacaktır. Yani “din, çukurdan çıkarılıp kuyuya atılmış” olacaktır.
“Caferi Çalıştayı’nın” seyrine bakıldığında konunun derinlemesine, etraflıca ele alınmadığı görülmektedir.
“Caferi Çalıştayı” esas açısından bakıldığında bağımsız ve mustakil olarak yapılması gerektiği öngörülmelidir. Eğer mezhebi ilkeler, dünyaya hakim siyasi teammüller, sosyolojik durum incelendikten sonra alimler ve kanaat önderleri ( hukukcu, sosyolog, siyasi v.s ) bu taleplerin ve çalıştayın devamına karar verirse o zaman bu çalıştayın usullerine geçilmesi gerekir. Oluşturulacak bu geniş kapsamlı, geniş katılımlı “Caferi Çalıştayı” diğer çalıştayların gölgesinde değil müstakil olmalıdır. Bağımsız ve müstakil olan Şia mektebi, uleması, kurum ve kuruluşların sırat-ı mustakiımden / düz yoldan engebeli yollara sokulması ne derece doğrudur üzerinde eraflıca düşünmek gerekir.
Bu merhale aşılmadan, taleplerin muhtevası, nasıllığı, nelerin talep edilmesi gerektiği konusunda görüş belirtmek acelecilik olup işin geleceğini tehlikeye atar.
Değerli Ehlibeyt dostlarının, düşünür ve aydın kesimin, mektebin ilkelerini, toplumun sosyo-politik yapısını gözönünde bulundurarak görüşlerini belirtmelidirler. Mektebi şahsi istek ve menfaatlerine değil, bütün varlıklarını mektebe ve mektep mensuplarının menfaati için kurban etmeye hazır olmalıdırlar.
Allah bizleri nefsani davranmaktan muhafaza eylesin.
Sabahattin TÜRKYILMAZ
“Caferi Çalıştayı’nın” gündeme gelmesinin üzerinden daha bir kaç hafta geçmemiş olmasına rağmen değerli ehlibeyt dostlarının konuya duyarlılığı takdire şayandır.
Değerli alimlerimiz, toplumumuzun sorunlarına bu denli duyarlı ve hassas olduklarını ortaya koyarak, Türkiyede yaşayan Caferilerin hak ve hukukunu savunmayı kendilerine ilke edindiklerini göstermişlerdir. Lakin “Çalıştay” hakkında bilinçlenme ve akibetinin ne olduğu hakkında bilgilenmek isteyen Ehlibeyt dostlarına ve eleştirilerde bulunanlara “Caferi Çalıştayı’nı” düzenleyenlerin cevap vermesi beklenmektedir
Değerli alimlerimiz şu noktayı da gözönünde bulundurmalari gerekir ki; Bir görüş ortaya koyulduğunda delil ve kanıt sunulması gerekmektedir, bir görüşe eleştiri yapılıyorsa cevap verilmesi gerekir, kafalardaki şüphe ve tereddütler giderilmelidir. “Alimlere güven vardır, onlar maslahatı daha iyi bilirler”, düşüncesi sorunu çözmemektedir.
Aynı şekilde bir görüş reddedilirken de delil ve kanıt sunulması gerekir. Ne delilsiz maslahatcı zihniyet doğrudur, ne de hamasi çıkışlar, sloganik söylemler.
Bu konuyu eleştiren kardeşlerden birçoklarının, konuyu kişilere indirgeyerek konuya yüzeysel yaklaştıkları görülmüştür. Ve aynı şekilde bu çabaların kişilerin mihverliğinde sürdürülmesi de çalıştayın akim kalıp başlamadan bitmesine sebeb olabilir.
Güzide kuruluşlarımızın “Caferi Çalıştayı” bahane edilerek yıpratılmaya çalışılması ve camiamızdaki alimlerimizin karşı karşıya getirilme ve alimlerimizin halkımızla bağlarının koparılma çabaları, “Caferi Çalıştayının” başlamasıyla camiamızda herkesimin görüş ve düşüncelerini ortaya koyması için doğmuş fırsatı baltalamaya yönelik olduğunu düşünüyoruz.
Henüz başlamış bir çalıştay hakkında fırtınalar kopartmak yerine akl-i selim ile görüşlerin beyan edilmesi en sağlıklı davranış olacağı gibi “Caferi Çalıştayı’nı” esas ve usul açısından değerlendirmek ve tenkid etmek de tefrika ve fitne olarak algılanmamlıdır.
Biz önceki yazımızda konunun geniş yelpazede değerlendirilmesi gerektiğini, işin oldu bittiye getirilmemesi gerektiğini vurgulamış ve acele etmeden işin uzmanlarıyla yürütülmesi gerektiğine değinmiştik.
Konunun önem ve ehemiyyeti hakkında görüş, tez, plan/proje belirtmek yerine, yazımızı fırsat bilip alimlere hakaret ve iftirada bulunan bütün herkesi şiddetle kınıyorum.
Bu konunun özel mesele olduğu ve bu gibi ortamlarda konuşulmaması gerektiğini düşünen değerli kardeşlerimiz de malesef yanılıyorlar.
Kanaatimce, “Caferi Çalıştayı’nda” emeği geçen bütün alimlerimiz, Caferilerin hak ve hukuklarını savunma konusunda geniş çaplı bir katılımın oluşmasının kapısını açtıklarının bilincedirler, çünkü bundan sonra hukukçu, siyasi, ekonomist, sosyolog ve diğer sosyal alandaki uzmanlarımızın görüş ve fikirlerini beyan etme ve yeteneklerini ortaya koyma ortamının oluşmasına vesile olmuşlardır. Bu girişim sayesinde, toplumumuzun sorun ve problemlerine çare bulmada, hak ve hukukunu savunmada el ele verme fırsatı doğmuştur.
Bu olaya geniş bir perspektiften bakılması gerektiğini düşünenlerden biri olarak, bu “Caferi Çalıştayı’na”, bir kere de AB kriterleri penceresinden bakılması gerektiğini düşünüyorum.
Avrupa ülkeleri bir taraftan AB adı altında bir ülke görüntüsü vermeye çalışıyorken diğer taraftan dünya üzerinde söz sahibi olma hayalleri kuruyor.
Medeniyet ve bilimin beşiği olduğunu iddia eden Batı, insan hakları, düşünce özgürlüğü ve inanç özgürlüğü konusunda sınıfta kalmıştır.
Sekuler bir sistemin hakim olduğu Avrupada “din meselesi” halledilememiş ve hep sorun olarak kalmıştır. Tarih’te bu mesleyi üç merhalede hallettiklerini sanıyorlar;
a) Dinin akıl ile çeliştiği tezini ortaya atıp akılla bağını kopardılar,
b) Dinin ilimle çeliştiğini savunarak, ilimle bağını kopardılar,
c) Dini siyasetten ayırıp kiliselere haps ettiler.
d) Bununla da yetinmeyip dini siyasetin emrine vererek din adamlarını sistemin memurları etmişlerdir.
Dini tanıma konusunda yazmış olduğumuz aşağıdaki makaleye bakılabilir.
http://rasthaber.com/yazar_126_60_Di...Sebepleri.html
Günümüzde ise bu çalışmalarını AB kriterleri adı altında inananların dini ihtiyaçlarını gidermek için “din hizmetlerini” dini cemiyetlere bırakarak sürdürmektedirler. Örneğin yahudilerin dini hizmetlerini “Yahudi Cemiyeti”, protestanların din hizmetlerini “Protestan/ Evangelisch Cemiyeti”, katoliklerin dini hizmetlerini ise “Katolik Cemiyeti” üstlenmiştir.
Avrupada ciddi bir topluluk oluşturan müslümanların hepsini temsil eden, devlet tarafından muhatab alınacak bir cemiyet yok. Müslümanların dini hizmetlerini sadece camiler, dernekler, federasyonlar yapıyorlar. Son bir kaç yılda buna da bir düzen getirilmesi gerektiği siyasilerce dillendirilmeye başlandı.
Almanya’da yaşayan 3 milyon müslümanı kontrol altına alıp, İslam dinini de kendi dinleri gibi emirlerine almak için önce müslümanları bölmeyi başardılar ve ilk olarak Alevilere siz sünni( hatta müslüman) değilsiniz, sizin inancınız farklı, sizin ihtiyaçlarınız farklı diyerek ayırıp “özel statü” verdiler. Kendilerine ayrı bütçe, ayrı eğitim programı, okullarda Alevi çocuklarına yönelik din dersi yerine “kültür/ ahlak dersi” ve oluşturulmak istenen “İslam konferansında” ayrı kontenjan verdiler. Yani kısacası “Alevi açılımı” adı altında müslümanların bir bölümünü ayırmış oldular.
Sünni müslümanları, müslüman cemiyeti adında bir çatı altında toplayıp, müslümanlara din hizmetleri sunacak “Almanya İslam Cemiyetini” oluşturma aşamasındadırlar. Bu açılımlarla hem müslümanları, haklarını vermek adına kontrol altına alıyorlar, hem de Alevilere özel statü vererek müslümanlardan ayırmayı başardılar. Diğer azınlıkları da köşe bucakta, gerektiğinde denge unsuru olarak kullanmak için bekletiyorlar.
Türkiyedeki açılımları da AB kriterleri çerçevesinde değerlendirmek gerekir. Türkiye’de hükümet, “Alevi açılımını” gerçekleştikten sonra sünnilere din hizmetleri verdiği sanılan “diyanetin” de Avrupada olduğu gibi özelleştirilmesi/ dini cemiyetlere bırakılmasının önü açılmış olacaktır. Dini cemiyet tarafından din hizmetleri sunulsa da siyasetin güdümünden kurtulamayacaktır ve din Avrupa’da olduğu gibi seküler sistemin emrinde olacaktır. Din asla bağımsızlığına kavuşamayacaktır. Yani “din, çukurdan çıkarılıp kuyuya atılmış” olacaktır.
“Caferi Çalıştayı’nın” seyrine bakıldığında konunun derinlemesine, etraflıca ele alınmadığı görülmektedir.
“Caferi Çalıştayı” esas açısından bakıldığında bağımsız ve mustakil olarak yapılması gerektiği öngörülmelidir. Eğer mezhebi ilkeler, dünyaya hakim siyasi teammüller, sosyolojik durum incelendikten sonra alimler ve kanaat önderleri ( hukukcu, sosyolog, siyasi v.s ) bu taleplerin ve çalıştayın devamına karar verirse o zaman bu çalıştayın usullerine geçilmesi gerekir. Oluşturulacak bu geniş kapsamlı, geniş katılımlı “Caferi Çalıştayı” diğer çalıştayların gölgesinde değil müstakil olmalıdır. Bağımsız ve müstakil olan Şia mektebi, uleması, kurum ve kuruluşların sırat-ı mustakiımden / düz yoldan engebeli yollara sokulması ne derece doğrudur üzerinde eraflıca düşünmek gerekir.
Bu merhale aşılmadan, taleplerin muhtevası, nasıllığı, nelerin talep edilmesi gerektiği konusunda görüş belirtmek acelecilik olup işin geleceğini tehlikeye atar.
Değerli Ehlibeyt dostlarının, düşünür ve aydın kesimin, mektebin ilkelerini, toplumun sosyo-politik yapısını gözönünde bulundurarak görüşlerini belirtmelidirler. Mektebi şahsi istek ve menfaatlerine değil, bütün varlıklarını mektebe ve mektep mensuplarının menfaati için kurban etmeye hazır olmalıdırlar.
Allah bizleri nefsani davranmaktan muhafaza eylesin.