Bismillahirrahmanirrahim
Şia fıkhında içtihadın kesintisiz devamlılığı, aklın sırat-ı mustakimi teşhis edip aydınlanması, Kuran ve sünnetin hükümleri çıkarmada zengin maarifi içermesi, Şia fıkhının bütün zamanlarda toplumların sorunlarını çözmesini ve tekamülünü sağlamıştır. Şia’da içtihadın tarihi seyrine bakıldığında, fakihlerin içtihad sayesinde birçok merhaleleri geride bıraktığı ve tekamül merdivenlerini sabırla çıkarak mükemmelliği yakalamak için çaba harcadıkları görülmektedir.
Hz. Mehdi’nin (a.f) gaybet döneminden zuhur zamanına kadar müslümanların başı boş bırakıldığı düşünülemez şüphesiz. Hz. Mehdi’nin (a.f) emriyle fakihlerin içtihadı bu sorunu halledeckti. İşte Şia’da içtihat hz.Mehdi’nin gaybet dönemi ile başlamış oldu. O zamanki fakihlerin günümüz müçtehidleri gibi yüzlerce konuda binlerce fatva verdiği düşünülemez; hem toplumun sosyal, kültürel, ekonomik, siyasi alanlardaki ihtiyaçları, hem toplumun ihtiyaç duyduğu konuların sayısı, asrımızdaki gibi değildi. Yani hem ihtiyaç duyulan konuların sayısı, hem de içtihat yapılacak alanların detay ve derinliği asrımızdaki kadar değildi.
Özetle içtihad merhalelerini şöyle sıralayabiliriz:
1-Birinci merhale, ilmi içtihad : Hz.Mehdi’nin ( a.f.) küçük gaybetinin son zamanlarında başlayan bu içtihad şeklinin sadece ilmi yönü sözkonusu olup ameli bir etkisi olmamıştır. Zamanın müçtehidleri tarafından yapılan bu içtihadın faydası gelecek merhaledeki içtihadın ortamını hazırlamaktan ibaretti. İlim, ahlak, maneviyat ve dini maarfi insanlara ulaştırmada faydalı olan bu müçtehidlerin içtihadları, siyaset, hukuk, devlet ve hükumet sistemi açısından pek ameli/pratik faydası görülmemiş, sadece ilmi yönüyle toplumda hissedilmiştir. Zaten diğer alanlarda içtihad edilmesinin zarureti de yoktu. Çünkü bu konularda masum imamın henüz daha yeni gaybete çekilmiş olması ve bıraktığı ilim, rivayetler, ameli ve sözlü miras bu alanlarda içtihadın zaruretini henüz hissettirmiyordu.
2- İkinci merhale, ameli İçtihad : Nasların zahirine göre hüküm çıkarılan bu içtihad şekli, ilmi yönünün yanısıra ameli faydalar da sağlamaktaydı. Ama bu içtihad merhalesi de toplumun karşı karşıya kaldığı toplumsal, siyasi ve hukuki sorunlara cevap verecek kapasitede değildi. Yani içtihadın toplumsal yönü, müslümanlara yansımamış sadece bireysel hayatta varlığını gösterebilmiştir. Şialar toplumsal alanda; devlet, siyasi otorite gibi, bir kurum ve kuruluşda olmadıkları için böyle bir ihtiyaç da hissedilmiyordu.
3- Üçüncü merhale : Bu kısım içtihad usuli müçtehdiler arasında yaygın olup mevcut konular üzerinde gerçekleşmiştir. Toplumda ortaya çıkan yeni meselelere cevap vermekten yoksun olan bu içtihad şeklinin bir önceki metoddan farkı teferruat ve detaylarda da hükümleri istinbat etmesidir. Bu kısım da diğer kısımlar gibi fıkhi içtihadın sınırlandırılmasına sebep olmuş, genişleyip gelişmesini sağlayamamıştır. Kaynakların zahiri ile yetinilmiş üretken olup yenilikler getirememiştir.
4- Dördüncü merhale : Bu kısım içtihad, ahkamın kaynaklardan istinbat edilmesinde gerekeli şartları gözönünde bulundurmuştur. Bu içtihadı yapan müçtehidler nasların zahiriyle yetinmemiş hem ilmi, hem ameli, hem de “İcra ve Tatbik” alanını göz önünde bulundurarak istinbatı gerçekleştirmişlerdir. Ama zaman ve mekanın içtihaddaki fonksiyonu gözardı edilmiş, mevzuların teşhis edilmesinde, mevzuların batinî ve zahirî özelliklerini belirlemede etkili olan zaman ve mekanın şartlarına riayet edilmemiştir. Bundan dolayı içtihadın tahavvulu, gelişmesi ve fıkhın genişlemesi gerçekleşmemiştir. Bu içtihad şekli, İslam hükumetinin olmadığı siyasi ve hukuki hükümlerin uygulanmasının imkansız olduğu bir zamanda istenilen düzeyde olabilir ama günümüzde yetersizliği kabul edilmektedir. Diğer merhaleler gibi ferdi alanlarda ağırlığını hissettiren bu kısım, toplumsal alanlarda da etkin olmaya çalışsa da kendi zamanından sonrası için etkili olacak içtihadı gerçekleştirememiştir.
Ayetullah Ustad Cevadi Amuli, fakih-halk ilişkisini ve tarihi takamülünü üç merhalde özetleyip bu merhaleleri şöyle beyan ediyor :
“ 1- Fikih ve usul-u fıkhın tetevvurundan/gelişmesinden “fakihin velayet” düşüncesi doğmuştur; Ahbari düşüncesinin temelini, adil fakihin halk ile ilişkisi bağlamında “muhaddis-mustemi” düzeyindedir. Yani fakihin, şeri hükümleri, Kur’an ve masumların sünnetinden çıkarılan usuller ile istinbat etme hakkı yoktur. Yalnızca onları tercüme edip açıklayarak insanlara sunabilir ve halk da duydukları hadislerin manasına bakarak amel edeceklerdir. Halk ile fakih arasında fikri bir bağ yoktur. Aradaki bağ nakli ve hissidir. Yani Fakihin içtihadı, fıkhın tekamulü, gelişmesi, genişlemesi ve üretkenliği sözkonusu bile değildir.
2- Bu kuru düşünce tarzının karşında, usulcülerin tefekkürü ve sireti bulunuyor. Usulcüler, fakih- halk ilşikisini “mukallid- müctehid” ilişkisi olarak görürler. Bu görüşe göre fakih usullerden yararlanarak ahkamı kaynaklardan istinbat eder; tefekkür lambasıyla ilahi ahkamı, dinin kaynağı olan Kuran, Sünnet, Akıl ve İcma’dan istinbat eder. İstinbatının ürünü olan görüşünü fetva kalıbında mukallidlerine sunar.
3-Ğaybet döneminde uzun yıllar ahbari düşüncesinin hakim olmasıyla içtihad yasaklanmış, fakih- toplum ilişkisi sadece hadis nakl edip, zahirine amel etmek olmuştur. Bu düşünce tarzı, tefekkür ve taakkul yolunu güçlendirip yaygınlaştıran usulcüler sayesinde ortadan kaldırılmıştır. Büyük ustad merhum Ayetullah Vahid Bahbahani ( r.a ) büyük çabasıyla içtihad ve usulcü tefekkürü diriltilmiş oldu. İçtihad ve usulcülerin yaptıkları önemli iş, “söyleyip- dinlemek” merhalesinde olan fakih- toplum ilşikisini, tefekkür, taakkul, tedebbür merhalesine ulaştırdılar. Fakihlere içtihad etme yetkisi verilmiş oldu, insanlara da taklid etme imkanı sunulmuş oldu. Böylece fakih- toplum ilişkisi, “müctehid- mukallid” merhalesine ulaşmış oldu.
Velayet-i Fakihin tekamülü ve gelişmesi
İslam devletinin kurulmasına zemin oluşturan fıkhî ve kelamî tekamülün/ilerlemenin nişanesi, velayet-i fakih meselesidir. Bazı fakihler, ğaybet döneminde fakihin sadece fetva ve gazavet/yargılama yetkisi olduğuna inanıyorlardı. Diğer bazıları ise, fetva verme ve gazavet yetkisinin yanısıra ahkamı uygulama yetkisinin de olduğunu savunuyorlardı. Üçüncü grup ise fakihin belirtilen yetkilere sahip olmasıyla birlikte İslami toplumunun ceza kanunlarını uygulama, sahipsizlerin malları ve haklarını koruma gibi yetkilere de sahip olduklarını söylemişlerdir. (Kaşif-ul Gıta ve Cevahir* sahibi)
Günümüzde velayet-i fakih asli yerine dönmesiyle birlikte diğer alanları da kanatları altına almıştır. Geçmişte böyle değildi. Örneğin Merhum Ayetullah Neraki (r.a) velayet-i fakihi sözkonusu ederken fıkhi bir konu olarak ele almış ve dolayısıyla velayet-i fakih konusu fıkhi bir konu olarak algılanmıştır. Velayet-i fakih konusu fıkıh ile beslenip gelişse de kelami bir konudur. Fıkhi bir konu olarak algılanmasından dolayı katetmesi gereken mesafeyi kat edememiş ve gerçek fonksiyonunu ortaya koyamamıştır.”
Ayetullah C. Amuli’nin bu iki merhaleyi beyan ettikten sonra, günümüzdeki “velayet-i fakıhin” mertebe ve azametinin anlaşılamadığını ortaya çıkıyor. Bazılarının hala “velayet-i fakih” sisteminin bu iki merhaleden ibaret olduğunu sandıklarından ve daha ileriki merhalelerini görmediklerinde “velayet-i fakıhe” eleştirileri ve saldırılarını yöneltmektedirler.
Üstad Amuli velayet-i fakihin asrımızda katettiği merhaleleri şöyle beyan ediyor :
İmam Humeyni(ra) ve velayet-i fakihin tekamülünün zirvesine ulaşması:
Velayet-i fakıhin tekamülünün zirvesine ulaşması İmam Humeyni’nin(r.a) sayesinde olmuştur. O merhumun fıkıh mihverinde yaptığı şuydu: Tarih boyunca fer‘î konuların arasında sıkışıp mazlum kalan velayet-i fakihin elinden tutmuş, fıkıh konularının arasından çıkarıp aslî yeri olan kelam ilmine yerleştirmiş, aklî ve kelamî kanıtlarla tekamüle ulaştırarak fıkhın diğer kollarını kollayıp kanatları altına almasını sağlamıştır.
İmam Humyeniye göre, gaybet döneminde gerekli şartlara sahip fakih, masum imamın sahip olduğu bütün itibari makamlara sahiptir. Bu makama da sadece bir hak olarak, bir fazilet sıfatı olarak değil, mecburi mükellef olarak sahiptir, yani her fakıhe İslam devleti kurmaya çalışmak, tağutlara karşı kıyam etmek, cihad ve ictihad ile fedakarlık ve bütün imkanları seferber etmek vaciptir.
Velayet-i fakih kelamî bir konu olarak kelam ilminde ele alınınca topluma bir serperest, bir lider tayin etmek “filullahtır” yani Allah’ın yetkisindedir. Böyle olunca bu kelamî konu fıkhî konuları ihate eder ve müctehid fıkhın tamamına kelamî perspektifden bakar, fıkhın fer’î konularına sorumlu gözüyle bakar ve neticede fıkhı düzene sokup karmaşalıktan kurtarır.
İmam Humeyni (r.a) konuşmalarında ve yazılarında defalarca şu noktayı vurguluyordu: “Dinin tamamını araştırırsanız göreceksiniz ki, din siyasetle içiçedir, ahkamı, kanunları uygulamak(idarecilik veya siyaset) asla göz ardı edilmemiştir.”
İmam, fıkıha kelamî gözle baktığından dolayı fıkıhın uçsuz bucaksız ufuklarını görebiliyordu.
“Fıkhı tanıma” kelami bir konudur, fikhî değil. Fıkhın baştan ayağa hiç bir yerinde, fıkıh ne içindir? Fıkıh ne işe yarar? Fıkıhın felsefesi nedir? Ne için olduğu gibi konular asla bulunmaz. Çünkü bu konuların hepsi kelamî konulardır.
İmam Humeyni ve Cevahir fıkıhı:
İmam Humeyni’nin, Cevahir’in metoduyla fıkhın puya/daima gelişen, hareketli olması gerektiğini savunmasının sırrı Cevahir’in yazarının şu ifadelerinde yatıyor: “Velayet-i Fakihi inkar eden fıkıhtan hiç bir şey ( tad ) alamamıştır.” Fıkhın tadını almak fıkhın dış dünyaya yansıması ve fıkıha kelami perspektivden bakmaktır. Cevahir sahibi, Cevahir-ul Kelam kitabında velayet-i fakihin isbatı için sunduğu burhan ve delilleri, fıkıh kitabında sözkonusu etmesine rağmen kelamî metod ve renk görülmektedir. Bir yerde şöyle kaydeder: “Gaybet zamanında bir devletin olması zaruridir, devlet de ilahi olması gerekir, muhakkak Allah-u Teala bu düzende ilahi ahkamı icra etmesi için bir önder ve lider öngörmüştür.” Bu sözler bir fakihin fıkıh kitabında beyan ettiği kelami konulardır.
Velayet-i fakihin son merhalesı “İmam- Ümmet” ilişkisidir. İmam Humeyni velayet-i fakihi bu merhaleye ulaştırdı.”
Üstad Cevadi Amuli’nin beyanından açıkca anlaşılmaktadır ki, İmam Humeyni, fakih ile halk ilişkisinin sadece “mercei taklid- mukallid” seviyesinde kalmasını kabullenmemiş, fakihin ve fıkhın insanın hayatının hem bireysel, hem de toplumsal alanını yönlendirmesi gerektiğini ortaya koymuştur. Bundan dolayı bu ilişkinin sadece“merce-i taklid- mukallid” ilişkisi olmaktan çıkarıp tekamüle ulaştırarak, “imam-ümmet” derecesine çıkarmıştır.
İmam Humeyni‘den (r.a) sonra Ayetullah el- Uzma Hamenei döneminde geçen 20 yılda velayet-i fakihin bu merhalesi ancak anlaşılabilmiştir. Bu zaman zarfinda bu merhalenin taabbüden kabul edilmekten ziyade Kur‘anî, sünnetî, ilmî ve siyasî yönü aklî ve bilimsel delillerle kabullenilmeye başlanmıştır.
Velayet-i Fakihin bir sonraki merhalesi “ velayet-i fakih “sisteminin kültür haline getirilerek küreselleşmesini sağlamak olacaktır kuşkusuz. Aksi takdirde, evrensel adalet devletini dünyaya hakim kılacak “Mehdilik Velayeti” anlaşılamaz. Yani bu merhalenin büyük zuhurun habercisi olacağınar diye inanıyoruz.
· „Cevahir“ olarak tanınan kitabın asıl adı „ Cevahir’ul Kelam“ olup 1200-1262 Hicri Kameri tarihleri arasında yaşamış Şeyh Muhammed Hasan Necefi adlı ünlü Şia alimi tarafından yazılmış en kapsamlı fıkıh kitabıdır.
17/01/2010
SABAHATTİN TÜRKYILMAZ
Yorum