İnsan toplumunu idare edecek gerçek siyaset, İslam güneşinin doğmasıyla risalet, imamet ile gündeme gelmiştir. İslam’ın akaid, ahkam, hukuk, hükümlerini yeterince bilen, bu dinin, insanın kişisel ve toplumsal hayatının, ahlaki, hukuki, kültürel, siyasal, ibadî ve diğer alanlarını nasıl düzenleyip, tanzim ettiğini de bilmektedir.
İnsan toplumunu idare edecek gerçek siyaset, İslam güneşinin doğmasıyla risalet, imamet ile gündeme gelmiştir. İslam’ın akaid, ahkam, hukuk, hükümlerini yeterince bilen, bu dinin, insanın kişisel ve toplumsal hayatının, ahlaki, hukuki, kültürel, siyasal, ibadî ve diğer alanlarını nasıl düzenleyip, tanzim ettiğini de bilmektedir. Bu gerçeğin daha iyi anlaşılması için Resulullah´ın (s.a v.), kültürel, hukuki, ahlaki, ibadi, toplumsal ve siyasal siretine bakmak yeterlidir.Çünkü Resulullah, insanın maddi ve manevi yaşantısında etkili olan hiç bir meseleyi risaletin hedefinden ayrı tutmamıştır.
Kur´an ayetleri ve Hz.Ali´nin (a.s.) hikmetli sözleri, enbiyanın risaletinin, hem dünya hayatının her alanını, hem de ahiret hayatını kapsadığını açıkca beyan etmektedir. Bütün deliller dinin, dünya ve ahiret birlikteliğini savunduğunu göstermektedir.
İnsan var olduğu günden beri belli bir ideolojiye, dünya görüşüne ve inanca sahip olmuştur. Hiç bir insan bir ideolojiyi kabullenmeden yaşamını sürdürmemiştir. İnsanın ideolojisi, onun hayatına yön veren, yaşamına mana kazandıran ve varlığının değerini ortaya çıkaran inancıdır. İnsanın ideolojisinin temelini onun dünya görüşü oluşturur. Hayatı ve yaşam şekli dünyaya bakış açısıyla şekillenir. Yaşamındaki kanunlar, prensipler, inançlar daha doğrusu yaşamının ve varlığının hedefini dünyaya bakış açısı belirler.
İnsan kendisiyle vicdanı arasında bir soruşturma yapmak ve şu soruların cevabını bulmak zorundadır.
1- Ben nerden geldim, nasıl var oldum, kim beni yarattı.?
2- Neredeyim, yaşadığım bu varlık alemi neresidir, benim varlığımdaki önemi nedir.?
3- Niçin yaratıldım, beni yaratan hangi hedef üzere yaratmıştır, var olmamın hedefi nedir.?
4- Nereye gideceğim, bir gün bu yaratılmış olduğum dünyadan ayrılacağım, gideceğim yer neresidir.?
Her akıllı insan bu soruların cavabını bulması gerekir, vereceği cevaplar onun “dünya görüşünü” oluşturur ve dolayısıyla onun ideolojisinin temeli olacaktır bu cevaplar.
Dünyevi yaşantısında yanlızca yemek-içmek, eğlenmek, zevk ve sefayı düşünen ve maddi sorunlarla boğuşan insan bu soruların cevabını bulma peşine düşmeyecek ve gaflet uykusuna devam edecektir.
Bazı insanlar ise bu gibi soruların veya bazılarının cevabını bulmaya çalışır ama neticeye varamadığı için uğraşmaktan vaz geçer.
Ama soru devamlı insanı harekete geçirmeye ve cevabını bulmaya sürüklediğinden tatmin olana kadar ve gerçek cevabı bulana kadar araştırmasını devam ettirmelidir. Soruların çokluğu ve zorluğu insanı daha dikkatli ve derin araştırmaya sevk ederek hakikat ve gerçeklere ulaştıracaktır.
Bu sorulardan kaçmak çözüm değildir. Çünkü bu soruların cevabı aslında insanın hayatının özü ve hedefidir.
Bilim adamlarının çabalarının hepsi bu sorulara veya bazılarına cevap bulmak içindir.
Her insanın bu sorulara bulduğu cevap onun “dünya görüşünü” ve dolayısıyla ideolojisinin temelini oluşturacaktır.
Din Hakkında Görüşler:
Samuel König – August Cante
1- Cehalet Teorisi:
Bilimin, birçok bilinmeyenleri keşfetmesi, esrarengiz meseleleri çözmesiyle birlikte daha açıklayamadığı, cevabını veremediği konular vardır. Esrar perdesinin altında kalmış bilim henüz onlara ulaşamamıştır. İşte bu bilinmeyen, çözülemeyen meselelere ulaşmak, anlamak duygusu, insanları dine inanmaya yöneltmiştir.
İnsan, tarihi olaylara baktığı zaman ilim ile dini asla uyuşmayan, barışmayan iki düşman olarak görecektir.
Diğer bir deyimle, insanın tabiat alemindeki olayların sebebini bilmeyişi onu fizikötesi bir gücün varlığına inanmaya yöneltmiştir. Dolayısıyla varlık alemindeki sırlar çözüldükce, insanın ilmi çoğaldıkca dine ve Allah`a inancı azalmaktadır. Kısacası insanın dine inancı, madde ötesi bir güce inanması onun cehaletinden, bilgisizliğinden kaynaklanıyor.
Cevap:
Bu görüşü savunanlar, dine inanmanın varlık alemindeki nedensellik kanununu inkar edilmesi gerektiğini zannediyorlar. Yani ya dine inanacaksın, ya da nedensellik kanununa ve bilime. Halbuki bilime ve bilimciliğe en fazla davet eden dindir. Ve varlık alemindeki nedensellik kanunu, Allah’ı tanıyıp kabullenmede en büyük delillerden biridir. Onların zannettiği gibi din, bilimin karşısında olmadığı gibi dinin getirdiklerinin hepsinin bilimsel bir açıklaması olduğunu ve bunun yanısıra ilimsiz dinin olamıyacağını dinin kendisi beyan ediyor.
Dine inananların varlık aleminde meydana gelen olay ve hadiselerin Allah tarfından meydana geldiğini beyan etmeleri, tabiattaki nedensellik kanununu inkar ettiklerinden değil, Allah´ın “Musebbibul Esbab” (=sebepleri yaratan,oluşturan) olduğundan kaynaklanıyor. Bilimin keşf ettiği olay ve hadiselerin nedenleri önceden bilinmediğinden bu ara sebepler söylenmez, olayların nisbeti metafizik güce verilirdi. Ama bilim geliştikçe hem varlık aleminin sırları çözülüyor, hem de dinin özü ve getirdikleri daha iyi anlaşılıyor. Yani ilim ilerledikce insanlardaki dini inanç daha da güçlenmekte, Allah´a iman daha bir artmaktadır. Batı toplumlarında dini inanç zayıflıyorsa bunun sebebini başka yerlerde aramak gerekir, tabi ki dini inancın zayıfladığı teorisi kabul edilirse.
2- Korku Teorisi:
Willy Durant, dinin ortaya çıkış sebeplerini beyan ederken şöyle diyor: ” Korku ilahların anasıdır. Ölümden korkmak insanı dine inanmaya sürükler. İnsan başlangıçta ölümün tabiatın bir kanunu olduğunu bilmediğinden ondan korkarak onu tabiat üstü bir nedene bağlamak istemiştir.”
Bertrand Russell: “Dinin kaynağının herşeyden önce korku olduğunu düşünüyorum. Belalardan korkmak, savaşlardan korkmak, nefsine uyarak yapmış olduğu kötü amellerin akibetinden korkmak, bu korkulardan kurtulmak ve kendisine sığınacak bir sığınak bulmak için dini ortaya çıkarmıştır.”
Cevap:
Bu görüşü savunanların da teorilerinin bilimsel dayanağı olmadığı görülmektedir.
1- İnsanoğlu var olduğu günden beri ölümden, savaştan korkar, bu korku onun tabiatında vardır, ister bu ölümün nedenini bilsin ister bilmesin, ister ölümü tabiatın bir kanunu olarak algılasın, ister dini nedenlere dayandırsın. Dolayısıyla insanın ölümden korkması, ölümün tabiatın bir kanunu olduğunu bilmeyişinden değildir.
2- Bu korkulardan kurtulmak için bir sığınak peşinde olması, kendisini rahatlatacak, huzur verecek bir dayanak bulması ve bunun da din olması, dinin bu korkunun ürünü olduğunu göstermez. Din bu korkuyu yok etmek, korkunun hikmetini beyan etmek, ve onu yenmenin yollarını öğretmek için en mükemmel bir sığınaktır, kaldı ki dine inananlar, Allah´a iman edenler de ölümden korkarlar, savaştan korkarlar çünkü korku insanın yaratılışında, tabiatında vardır, din onu düzene sokar; insanı eğiterek ölümden korkmamasını sağlar, savaşlarda ölüme meydan okuyacak, canını feda edecek seviyeye getirir.
3- İnsanın korkmasıyla din inancının ortaya çıkması arasında hiç bir bağ yoktur. Aslında insan ölümden değil, ölüm sonrasından korkar çünkü ölümün maddi alemin, tabiatın bir kanunu olduğunu bilir ve gerçekleşeceğinden hiçbir şüphesi yoktur, ama öldükten sonra ne olacak, insan nasıl bir yaşam bekliyor, bunu bilmeyişi onun korkmasına neden oluyor. Din, öldükten sonraki hayatın nasıl olacağını, öldükten sonra insanın yok olmadığını veya meçhul bir durumun beklenmediğini beyan ederek insana huzur ve rahatlık sağlar, insan bunun için dini inanca yönelmeyi tercih eder.
3- Ekonomik Etkenler Teorisi:
Din inancı toplumda sömürü sisteminin ortaya çıkmasıyla meydana gelmiştir. Toplum, sömüren ve sömürülen, fakir ve zengin diye iki sınıfa ayrıldığı anda, din hakim veya egemen sınıf tarafından ortaya atılmıştır. Bu görüşü savunanlara göre egemen sınıf kendilerine ait olan bir takım imtıyazları, ayrıcalıkları korumak ve mahrum sınıfın bunlara karşı gelmesini engellemek ve haklarını almak için mücadeleye yeltenmesini engellemek için dini bir teselli kaynağı olarak icad ettiler. Mahrum, zayıf, yoksul sınıfa, üzülmeyin hakkınızı öbür dünyada alacaksınız, kader böyle, kadere karşı gelinmez, inançlarını kabullendirerek egemenliklerini sürdürürler. Dolayısıyla bütün dinler teslim olmak, teskinlik, teselli kaynağı olarak ortaya çıkarılmıştır. Bu sınıf sorunu ortadan kalkarsa dine yöneliş de ortadan kalkacaktır.
Cevap:
Tarihi gerçekler gösteriyor ki, din inancı, insan var olduğu zamandan beri fert ve toplumun hayatında var olmuştur. Din inancı daha sonradan ortaya çıkmış bir olgu değildir. Tarihin yazılı olarak elimizde bulunmayan dönemlerine ait insan toplumlarında da toplumsal farklılık ve sınıf olup olmadığı bilinmemesine rağmen dini inancın var olduğunu gösteren eser ve kalıntılara rastlanmaktadır.
Dinin, topluma egemen sınıf tarafından ortaya atıldığı görüşünün ise hiç bir delili yoktur. Hatta tarih bunun tam tersini ispatlıyor. Dini inancı tebliğ edenler, insanın bir dini inanca sahip olması gerektiğini söyleyip, onun maarif ve öğretilerini insanlara öğreten ve topluma hakim kılanlar hep mahrum tabakadan çıkmış, Hz. Musa zulme uğramış, sömürülen Kıbtilerden çıkmıştır, Hz. İsa fakir ,yoksul sınıftan ve diğer peygamberler de aynı şekilde hep zalimlerin, padişahların yani sömürü sistemlerinin karşısında olan mahrum sınıftan çıkmışlardır. Dolayısıyla bu görüşü savunanlar görüşlerine tarihden bir delil dahi gösterememektedirler. Hz. İbrahim’in mücadelesi, Hz. Musa´nın kıyamı, Hz. İsa´nın savaşı hep bu teorinin aksini ispatlıyor.
4- Fitri Oluşu Teorisi:
Fıtrat insanın yaratılışında var olan duygu ve idraklardır. Fıtri duygu ve idrakları isbat etmek için hiç bir delile gerek yoktur. İnsanın iç dünyasında bazı eğilim ve duyguları vardır ki, bunlar insan var olduğu günden beri zamanın eskiltemediği, değiştiremediği ruhsal eğilimlerdir.
Bu duygu, idrak ve eğilimlerden birisi de dine yönelme duygusudur. Dine inanma sonradan kazanılan, öğrenilen eğilim değildir, yani arizî bir duygu değil, fitrî bir eğilimdir.
Hiç bir kavim ve millet ne bugün ne de tarihte din inancından yoksun kalmamış, devamlı din, milletlerin ve insanların ferdi ve toplumsal hayatlarını yönlendirmiştir. Tarihin yazıldığı günden bu güne kadar din inancının varlığı ve toplumdaki eser ve kalıntıları görülmektedir.
Hatta ilkel toplumlarda yazılı tarihin kaydedemediği zamanlarda bile dini inancın varlığı bilinmektedir. Yapılan arkeolojik kazılarda ilkel toplumların yaşantılarında dinî eserlere rastlanmakta ve din ile içiçe oldukları görülmektedir. Yani kısacası insan, var olduğu ilk günden zamanımıza kadar dini inanca sahip olmuştur.
Allah´ın göndermiş olduğu peygamberler, Allah´ın dinini tebliğ ederken en fazla üzerinde durdukları konu şirk ve putperestliktir. Yani insanlar Allah’ın varlığına inanıyor, dine inanıyor ama O´na şirk koşuyorlardı, bu da insanların fıtratında din inancının varlığını gösteriyor. Peygamberlerin mücadelesi, -istisnalar olmakla birlikte-dinsizlik ve Allah’ı inkar edenlerle değil hep Allah’a şirk koşmaya, ilahi dinin tahrifine, beşeri batıl dinlerin ortaya çıkmasına karşı olmuştur. Dolayısıyla dini inancın olmadığı bir toplumda şirk de olamaz, şirk varsa bu demektir ki, dini inanç daha önce vardı ve şirk sonradan ortaya çıkmış ve peygamberler onunla mücadele etmişlerdir.
İnsan toplumunu idare edecek gerçek siyaset, İslam güneşinin doğmasıyla risalet, imamet ile gündeme gelmiştir. İslam’ın akaid, ahkam, hukuk, hükümlerini yeterince bilen, bu dinin, insanın kişisel ve toplumsal hayatının, ahlaki, hukuki, kültürel, siyasal, ibadî ve diğer alanlarını nasıl düzenleyip, tanzim ettiğini de bilmektedir. Bu gerçeğin daha iyi anlaşılması için Resulullah´ın (s.a v.), kültürel, hukuki, ahlaki, ibadi, toplumsal ve siyasal siretine bakmak yeterlidir.Çünkü Resulullah, insanın maddi ve manevi yaşantısında etkili olan hiç bir meseleyi risaletin hedefinden ayrı tutmamıştır.
Kur´an ayetleri ve Hz.Ali´nin (a.s.) hikmetli sözleri, enbiyanın risaletinin, hem dünya hayatının her alanını, hem de ahiret hayatını kapsadığını açıkca beyan etmektedir. Bütün deliller dinin, dünya ve ahiret birlikteliğini savunduğunu göstermektedir.
İnsan var olduğu günden beri belli bir ideolojiye, dünya görüşüne ve inanca sahip olmuştur. Hiç bir insan bir ideolojiyi kabullenmeden yaşamını sürdürmemiştir. İnsanın ideolojisi, onun hayatına yön veren, yaşamına mana kazandıran ve varlığının değerini ortaya çıkaran inancıdır. İnsanın ideolojisinin temelini onun dünya görüşü oluşturur. Hayatı ve yaşam şekli dünyaya bakış açısıyla şekillenir. Yaşamındaki kanunlar, prensipler, inançlar daha doğrusu yaşamının ve varlığının hedefini dünyaya bakış açısı belirler.
İnsan kendisiyle vicdanı arasında bir soruşturma yapmak ve şu soruların cevabını bulmak zorundadır.
1- Ben nerden geldim, nasıl var oldum, kim beni yarattı.?
2- Neredeyim, yaşadığım bu varlık alemi neresidir, benim varlığımdaki önemi nedir.?
3- Niçin yaratıldım, beni yaratan hangi hedef üzere yaratmıştır, var olmamın hedefi nedir.?
4- Nereye gideceğim, bir gün bu yaratılmış olduğum dünyadan ayrılacağım, gideceğim yer neresidir.?
Her akıllı insan bu soruların cavabını bulması gerekir, vereceği cevaplar onun “dünya görüşünü” oluşturur ve dolayısıyla onun ideolojisinin temeli olacaktır bu cevaplar.
Dünyevi yaşantısında yanlızca yemek-içmek, eğlenmek, zevk ve sefayı düşünen ve maddi sorunlarla boğuşan insan bu soruların cevabını bulma peşine düşmeyecek ve gaflet uykusuna devam edecektir.
Bazı insanlar ise bu gibi soruların veya bazılarının cevabını bulmaya çalışır ama neticeye varamadığı için uğraşmaktan vaz geçer.
Ama soru devamlı insanı harekete geçirmeye ve cevabını bulmaya sürüklediğinden tatmin olana kadar ve gerçek cevabı bulana kadar araştırmasını devam ettirmelidir. Soruların çokluğu ve zorluğu insanı daha dikkatli ve derin araştırmaya sevk ederek hakikat ve gerçeklere ulaştıracaktır.
Bu sorulardan kaçmak çözüm değildir. Çünkü bu soruların cevabı aslında insanın hayatının özü ve hedefidir.
Bilim adamlarının çabalarının hepsi bu sorulara veya bazılarına cevap bulmak içindir.
Her insanın bu sorulara bulduğu cevap onun “dünya görüşünü” ve dolayısıyla ideolojisinin temelini oluşturacaktır.
Din Hakkında Görüşler:
Samuel König – August Cante
1- Cehalet Teorisi:
Bilimin, birçok bilinmeyenleri keşfetmesi, esrarengiz meseleleri çözmesiyle birlikte daha açıklayamadığı, cevabını veremediği konular vardır. Esrar perdesinin altında kalmış bilim henüz onlara ulaşamamıştır. İşte bu bilinmeyen, çözülemeyen meselelere ulaşmak, anlamak duygusu, insanları dine inanmaya yöneltmiştir.
İnsan, tarihi olaylara baktığı zaman ilim ile dini asla uyuşmayan, barışmayan iki düşman olarak görecektir.
Diğer bir deyimle, insanın tabiat alemindeki olayların sebebini bilmeyişi onu fizikötesi bir gücün varlığına inanmaya yöneltmiştir. Dolayısıyla varlık alemindeki sırlar çözüldükce, insanın ilmi çoğaldıkca dine ve Allah`a inancı azalmaktadır. Kısacası insanın dine inancı, madde ötesi bir güce inanması onun cehaletinden, bilgisizliğinden kaynaklanıyor.
Cevap:
Bu görüşü savunanlar, dine inanmanın varlık alemindeki nedensellik kanununu inkar edilmesi gerektiğini zannediyorlar. Yani ya dine inanacaksın, ya da nedensellik kanununa ve bilime. Halbuki bilime ve bilimciliğe en fazla davet eden dindir. Ve varlık alemindeki nedensellik kanunu, Allah’ı tanıyıp kabullenmede en büyük delillerden biridir. Onların zannettiği gibi din, bilimin karşısında olmadığı gibi dinin getirdiklerinin hepsinin bilimsel bir açıklaması olduğunu ve bunun yanısıra ilimsiz dinin olamıyacağını dinin kendisi beyan ediyor.
Dine inananların varlık aleminde meydana gelen olay ve hadiselerin Allah tarfından meydana geldiğini beyan etmeleri, tabiattaki nedensellik kanununu inkar ettiklerinden değil, Allah´ın “Musebbibul Esbab” (=sebepleri yaratan,oluşturan) olduğundan kaynaklanıyor. Bilimin keşf ettiği olay ve hadiselerin nedenleri önceden bilinmediğinden bu ara sebepler söylenmez, olayların nisbeti metafizik güce verilirdi. Ama bilim geliştikçe hem varlık aleminin sırları çözülüyor, hem de dinin özü ve getirdikleri daha iyi anlaşılıyor. Yani ilim ilerledikce insanlardaki dini inanç daha da güçlenmekte, Allah´a iman daha bir artmaktadır. Batı toplumlarında dini inanç zayıflıyorsa bunun sebebini başka yerlerde aramak gerekir, tabi ki dini inancın zayıfladığı teorisi kabul edilirse.
2- Korku Teorisi:
Willy Durant, dinin ortaya çıkış sebeplerini beyan ederken şöyle diyor: ” Korku ilahların anasıdır. Ölümden korkmak insanı dine inanmaya sürükler. İnsan başlangıçta ölümün tabiatın bir kanunu olduğunu bilmediğinden ondan korkarak onu tabiat üstü bir nedene bağlamak istemiştir.”
Bertrand Russell: “Dinin kaynağının herşeyden önce korku olduğunu düşünüyorum. Belalardan korkmak, savaşlardan korkmak, nefsine uyarak yapmış olduğu kötü amellerin akibetinden korkmak, bu korkulardan kurtulmak ve kendisine sığınacak bir sığınak bulmak için dini ortaya çıkarmıştır.”
Cevap:
Bu görüşü savunanların da teorilerinin bilimsel dayanağı olmadığı görülmektedir.
1- İnsanoğlu var olduğu günden beri ölümden, savaştan korkar, bu korku onun tabiatında vardır, ister bu ölümün nedenini bilsin ister bilmesin, ister ölümü tabiatın bir kanunu olarak algılasın, ister dini nedenlere dayandırsın. Dolayısıyla insanın ölümden korkması, ölümün tabiatın bir kanunu olduğunu bilmeyişinden değildir.
2- Bu korkulardan kurtulmak için bir sığınak peşinde olması, kendisini rahatlatacak, huzur verecek bir dayanak bulması ve bunun da din olması, dinin bu korkunun ürünü olduğunu göstermez. Din bu korkuyu yok etmek, korkunun hikmetini beyan etmek, ve onu yenmenin yollarını öğretmek için en mükemmel bir sığınaktır, kaldı ki dine inananlar, Allah´a iman edenler de ölümden korkarlar, savaştan korkarlar çünkü korku insanın yaratılışında, tabiatında vardır, din onu düzene sokar; insanı eğiterek ölümden korkmamasını sağlar, savaşlarda ölüme meydan okuyacak, canını feda edecek seviyeye getirir.
3- İnsanın korkmasıyla din inancının ortaya çıkması arasında hiç bir bağ yoktur. Aslında insan ölümden değil, ölüm sonrasından korkar çünkü ölümün maddi alemin, tabiatın bir kanunu olduğunu bilir ve gerçekleşeceğinden hiçbir şüphesi yoktur, ama öldükten sonra ne olacak, insan nasıl bir yaşam bekliyor, bunu bilmeyişi onun korkmasına neden oluyor. Din, öldükten sonraki hayatın nasıl olacağını, öldükten sonra insanın yok olmadığını veya meçhul bir durumun beklenmediğini beyan ederek insana huzur ve rahatlık sağlar, insan bunun için dini inanca yönelmeyi tercih eder.
3- Ekonomik Etkenler Teorisi:
Din inancı toplumda sömürü sisteminin ortaya çıkmasıyla meydana gelmiştir. Toplum, sömüren ve sömürülen, fakir ve zengin diye iki sınıfa ayrıldığı anda, din hakim veya egemen sınıf tarafından ortaya atılmıştır. Bu görüşü savunanlara göre egemen sınıf kendilerine ait olan bir takım imtıyazları, ayrıcalıkları korumak ve mahrum sınıfın bunlara karşı gelmesini engellemek ve haklarını almak için mücadeleye yeltenmesini engellemek için dini bir teselli kaynağı olarak icad ettiler. Mahrum, zayıf, yoksul sınıfa, üzülmeyin hakkınızı öbür dünyada alacaksınız, kader böyle, kadere karşı gelinmez, inançlarını kabullendirerek egemenliklerini sürdürürler. Dolayısıyla bütün dinler teslim olmak, teskinlik, teselli kaynağı olarak ortaya çıkarılmıştır. Bu sınıf sorunu ortadan kalkarsa dine yöneliş de ortadan kalkacaktır.
Cevap:
Tarihi gerçekler gösteriyor ki, din inancı, insan var olduğu zamandan beri fert ve toplumun hayatında var olmuştur. Din inancı daha sonradan ortaya çıkmış bir olgu değildir. Tarihin yazılı olarak elimizde bulunmayan dönemlerine ait insan toplumlarında da toplumsal farklılık ve sınıf olup olmadığı bilinmemesine rağmen dini inancın var olduğunu gösteren eser ve kalıntılara rastlanmaktadır.
Dinin, topluma egemen sınıf tarafından ortaya atıldığı görüşünün ise hiç bir delili yoktur. Hatta tarih bunun tam tersini ispatlıyor. Dini inancı tebliğ edenler, insanın bir dini inanca sahip olması gerektiğini söyleyip, onun maarif ve öğretilerini insanlara öğreten ve topluma hakim kılanlar hep mahrum tabakadan çıkmış, Hz. Musa zulme uğramış, sömürülen Kıbtilerden çıkmıştır, Hz. İsa fakir ,yoksul sınıftan ve diğer peygamberler de aynı şekilde hep zalimlerin, padişahların yani sömürü sistemlerinin karşısında olan mahrum sınıftan çıkmışlardır. Dolayısıyla bu görüşü savunanlar görüşlerine tarihden bir delil dahi gösterememektedirler. Hz. İbrahim’in mücadelesi, Hz. Musa´nın kıyamı, Hz. İsa´nın savaşı hep bu teorinin aksini ispatlıyor.
4- Fitri Oluşu Teorisi:
Fıtrat insanın yaratılışında var olan duygu ve idraklardır. Fıtri duygu ve idrakları isbat etmek için hiç bir delile gerek yoktur. İnsanın iç dünyasında bazı eğilim ve duyguları vardır ki, bunlar insan var olduğu günden beri zamanın eskiltemediği, değiştiremediği ruhsal eğilimlerdir.
Bu duygu, idrak ve eğilimlerden birisi de dine yönelme duygusudur. Dine inanma sonradan kazanılan, öğrenilen eğilim değildir, yani arizî bir duygu değil, fitrî bir eğilimdir.
Hiç bir kavim ve millet ne bugün ne de tarihte din inancından yoksun kalmamış, devamlı din, milletlerin ve insanların ferdi ve toplumsal hayatlarını yönlendirmiştir. Tarihin yazıldığı günden bu güne kadar din inancının varlığı ve toplumdaki eser ve kalıntıları görülmektedir.
Hatta ilkel toplumlarda yazılı tarihin kaydedemediği zamanlarda bile dini inancın varlığı bilinmektedir. Yapılan arkeolojik kazılarda ilkel toplumların yaşantılarında dinî eserlere rastlanmakta ve din ile içiçe oldukları görülmektedir. Yani kısacası insan, var olduğu ilk günden zamanımıza kadar dini inanca sahip olmuştur.
Allah´ın göndermiş olduğu peygamberler, Allah´ın dinini tebliğ ederken en fazla üzerinde durdukları konu şirk ve putperestliktir. Yani insanlar Allah’ın varlığına inanıyor, dine inanıyor ama O´na şirk koşuyorlardı, bu da insanların fıtratında din inancının varlığını gösteriyor. Peygamberlerin mücadelesi, -istisnalar olmakla birlikte-dinsizlik ve Allah’ı inkar edenlerle değil hep Allah’a şirk koşmaya, ilahi dinin tahrifine, beşeri batıl dinlerin ortaya çıkmasına karşı olmuştur. Dolayısıyla dini inancın olmadığı bir toplumda şirk de olamaz, şirk varsa bu demektir ki, dini inanç daha önce vardı ve şirk sonradan ortaya çıkmış ve peygamberler onunla mücadele etmişlerdir.