Duyuru

Daraltma
Henüz duyuru yok.

Velayet-i Fakih’in Meşruiyet ve Makbuliyeti

Daraltma
X
 
  • Filtre
  • Zaman
  • Göster
Hepsini Temizle
yeni gönderiler

    Velayet-i Fakih’in Meşruiyet ve Makbuliyeti

    Bismillahirrahmanirrahim

    Velayet-i Fakih meselesi İslami toplumun en önemli konularından olduğundan üzerinde konuşulması iki açıdan zaruridir;

    1- Velayet-i Fakih, İran İslam Cumhuriyetinin temel taşıdır, bundan dolayı her müslüman ve inkılabcı bunu tanıması gerekir ki onun mihverliğinde hareket edebilsin.

    2- İslam ve devrim düşmanları, İslam toplumunun ve inkılabın zülme başkaldırısı ve zülmü yok etme çabasının bu ilkeden kaynaklandığını anlamış bulunuyorlar. Bundan dolayı böyle bir düzeni ve sistemi yok etmek için ona güç veren kalbe ve onu ayakta tutan sağlam sütuna saldırmak gerektiğini düşünüyorlar. Bu hedef doğrultusunda İslam inkılabının zafere ulaşmasından hemen sonra her fırsatta bu temel ilke hakkında şüpheler ortaya attılar.

    Bazen “islamiyet ve cumhuriyet” arasında çelişki var, bazen ise “meşruiyet ve makbuliyet” başlığı altında makbuliyet yoksa meşruiyetini kaybeder gibi şüpheleri dile getiriliyor.

    Diğer taraftan “Velayet-i fakihin”, batılılar için ilk defa dünya siyasi literatürüne girmiş olması, müslümanlar arasında islami devlet modeli olarak öngörülen “hilafete” benzetilmesi ve şia aleminde ise tarih boyunca ilk defa denenmış ve pratiğe koyulmuş bir sistem olması hasebiyle, bu sistemin üzerinde teferruatlı ve bilimsel bir çalışma yapılması gerekir.

    Bu bölümde sadece “Velayet-i fakihin meşruiyet ve makbuliyet” konusuna deyineceğiz.

    Kuran-ı Kerim’de beyan edilen hükümler iki kısımdır; “fi’lullah” ve “fi’l-ul mukellef” yani Allah’ın işleri ve mükellefin işleri, diğer bir tabirle Allah’ın yetkisinde olan işler ve kulun görev ve vazifeleri. Örneğin, peygamber göndermek, vahiy indirmek, beşerin saadeti için kanun ve yasa göndermek, Allah’ın yetkisinde olan işlerdir ve bunlara “fi’lullah” denir

    Namaz kılmak, oruç tutmak, ticaret yapmak, evlenmek..v.s gibi işler de mükellefin görev ve vazifeleridir ve insanın ihtiyarında olan işlerdir, bunlara da “fi’l-ul mükellef” denir

    Meşruiyet nedir?

    Bir işin meşruiyeti, o işi kimin teşrii ettiğine, ortaya koyduğuna bağlıdır. Eğer o iş fi’lullahtan ise o zaman meşruiyetini Allah’tan alır. Allah’ın yetkisinde olan ve fi’lullah diye belirtilen işlerin meşruiyeti Allah’tandır. Ayrı bir ifadeyle fi’lullah olmasının kendisi meşruiyet alametidir.

    Eğer bir konu insanın yetkisinde olan işlerden ise o zaman meşruiyetini insanlardan alır. Peygamber göndermek, fi’lullah olduğu için peygamberler meşruiyetlerini Allah’tan alırlar. Allah’ın teşrii ettiği işlere yani fi’lullah olarak tabir edilen işlere muhalefet etmek yükümlülük getirir; peygamberin, imamın, ilahi kanun ve yasaların meşruiyetinde şüphe etmek gibi. İnsanın yetkisinde olan işlerde muhalefet ve itiraz etmek bir yükümlülük getirmez çünkü meşruiyeti ilahi değildir.

    Makbuliyet nedir?

    İki şekilde beyan edilir; biri, meşruiyeti ispatlanmış bir işe insanların inanıp kabul etmeleri, diğeri ise meşruiyeti sabit bir iş karşısında insanın vazifesini yerine getirmesidir. İnsan o iş karşısında vazifesini yerine getiriyorsa ve onun tahakkuk bulması için vazifesine amel ediyorsa o işin makbuliyeti vardır denir.

    Eğer makbuliyet Fi’lullah hakkında düşünülür ve makbuliyeti olmadığı söylenirse, halkın bu kabul etmemesi, inanmayıp red etmesi manasındaysa insanı küfre götürür. Eğer vazifesini yerine getirmeme manasındaysa günahkar olur. Mesela, nübuvvet konusunda makbuliyet inanmayıp red etme manasında olursa insanı küfre götürür, eğer inanıyor ama bu ilahi emir karşısında vazifesini yerine getirmiyor ve nübuvvetin toplumsal boyutunun tahakkukunu sağlamıyorsa günah işlemiş olur.

    Eğer bu makbuliyet “fi’lul mukellef” ( insanın yetkisinde olan bir iş )hakkında düşünülürse o zaman ister inanma noktasında olsun, ister vazifesini yerine getirme manasında olsun insanı ne küfre götürür, ne de harama sürükler. Meşruiyetini insandan aldığı için bir sorumluluk getirmez.

    Konuyla ilgili şu sorunun cevabı kilit noktadır: Toplumu idare etme sistemini belirleme ve topluma lider tayin etme, kimin yetkisindedir? Veyalet-i Fakih fi’lullah’tan mıdır? Yoksa fi’l-ul mükellef’ten mi? Allah mı tayin eder, yoksa kullar mı kendilerine sistem ve lideri belirleme yetkisine sahiptir?

    Şia mektebinde nübuvvet ve imamet, fi’lullah yani Allah’ın yetkisinde olduğu gibi Velayet-i fakih de Allah’ın yetkisindedir ve O’nun belirlemesi gereken bir makamdır. Bu konu kelami bir konu olduğu için akli ve nakli delillerle sabittir; yani akli deliler, bu işin Allah’ın yetkisinde olduğunu isbatladığı gibi, hem Kuran ayetleri, hem sünneti nebevi, hem de masum imamların beyanları bu konuyu net bir şekilde açıklamışdır. Bu konu üzerinde ayrı bir yazımızda genişce duracağız.

    Velayet-i fakih makamını belirlemek fi’lullah olduğundan meşruluğunu da Allah’tan almaktadır. Zaman ve mekana göre uygulama, uyarlama şekli ve keyfiyeti üzerinde ayrıca duracağız.

    Makbuliyet, yani insanların kendi yetkilerinde olan işlerde karar vermeleri demektir. Sistem belirlemek, kanun teşrii etmek, lider tayin etmek insanların yetkisinde olan işler değildir. Fi’lullah’tan olan bir işte insanlar kabul etmese de, o meşrudur, insanların kabul etmemesi onun meşruluğundan birşey eksiltmez. Nasıl ki peygamberler kendi zamanlarında inkar edilmişler ve herkes tarafından kabul görmemişlerdir ama buna rağmen hiç bir peygamber “insanlar beni kabul etmiyor o zaman ben peygamber ve lider değilim” deme yetkisine sahip değildir. Nihayette insanlar onu bir lider ve önder olarak kabul etmemiş olabilirler.

    Makbuliyet, insanların toplumsal alanda kendi işlerindeki fonksiyonu ve yetki alanları ile ilgilidir ve Kuran’da bu istişare, insanların görüşünu alma olarak belirtiliyor ve bu istişare, günümüzde seçim ve oy kullanma olarak tezahur ediyor. Bunun neticesi de makbuliyet veya makbul olmama olarak ortaya çıkar. Meşru olup, olmama değil.

    Makbuliyet konusunda şu önemli noktaya da dikkat etmek gerekir; Allah’ın tayin ettiği bir işte halkın makbuliyeti demek, bu emir karşısında vazifesini yerine getirmesi demektir. Allah’ın emrini kabul etmesi, yani bu alanda üzerine düşen görevini yerine getirmesi demektir, sadece kalben kabullenme değildir. “Kabul etmiyorum”, demesi de yani “üzerime düşen görevi ifa etmeyeceğim” demektir.

    Hz Peygamber (s.a.a.) bir gün Hz Ali'ye şöyle hitap eder :" İnsanlar senden hoşnut olurlarsa onlara yönetici ol. Seni kabul etmedikleri takdirde ise onları kendi haline bırak ve onların reylerine saygılı ol…" Bu rivayet şu noktayı beyan buyuruyor: Halk vazifesini yerine getirmez ve senin imametini kabul edip biat etmezse artık devlet kurma ve onlara fiili lider olma şartları yok olmuştur, onlar vazifelerini yerine getirmemişlerdir, onları kendi hallerine bırak.

    Bu rivayetin manası, “onların görüşlerine saygı göster, onlar başka bir sistemi ve başka birini lider olarak tercih etmişlerse onların bu seçimine saygılı ol, onların bu seçimini kabullen” manasına değildir.

    Resulullah’tan (s.a.a) sonra toplumun önder ve liderliğini tayın etme, fi’lullahtır, dolayısıyla Allah karar verir, sistemin nasıl olacağına ve bu sistemin başındaki liderin kim olacağına. Şia inancına göre İmamet de nübuvvet gibi Allah tarafından tayın edilmiştir, ama bunun gerçekleşmemesi o zamandaki müslümanların hz. Ali’nin yanında yer alıp destek vermemesinden kaynaklanmıştır. Müslümanların bazıları imameti inkar ettikleri için, bazıları da görevlerini yerine getirmedikleri için hz.Ali (a.s) 25 yıl sabr etmek zorunda kalmıştır; hz.Ali’nin yanında sadece 12 kişi bulunuyordu, bu da devlet kurmak için yeterli değildi. 25 yılın sonunda, halkın hz.Ali’ye (a.s) yönelmesiyle imametin önderlik ve devlet adamlığının tahakkuk bulma şartları oluştuğundan hz.Ali (a.s), biatlari kabul edip İslam devletini kurmuştur.

    Hz.Ali halife olmadan önce de sonra da aynı hz.Ali’ydi (a.s), aynı yetkilere sahipti, aynı meşruiyeti vardır. 25 yıl boyunca değişen başka bir şey vardı; o da halkın vazifesini anlaması, ilahi emir karşısında üzerine düşen görevinin ne olduğunun farkına varmasıydı. Değişen halktı, hz.Ali (a.s) değil. Hz.Ali’nin (a.s) makbuliyeti sözkonusu değildi, halkın vazifesini anlayarak imametin hilafet boyutunun tahakkuku sözkonusuydu.

    İşte meşruiyetle makbuliyet arasındaki ince nokta burdadır. İnsanlar kabul etse de etmese de peygamber, lider ve önderdir ama insanlar kabul ederse peygamberin devlet önderliği fiiliyata geçer ve İslam devleti kurulur ve peygamberin önderliği pratikte takahhuk bulur, eğer kabul etmezlerse o zaman peygamberin önderlik ve liderliği tahakkuk bulmaz. Ama her iki halde de peygamber lider ve önderdir ( birinde bilfiil, diğerinde bil kuvve) çünkü bu makamda bulunma meşruiyetini Allah’tan almıştır. Makbuliyet, fı’lullahın tahakkuk bulup bulmamasıyla alakalıdır. Bir kul namaz kılmaz ise namaz tahakkuk bulmaz, ama kulun namazı kılmaması namazın meşruluğuna halel getirmez.

    Görüldüğü gibi meşruiyet ve makbuliyet sadece velayet-i fakih için değil, nübuvvet ve imamet için de söz konusudur. Elbette şu noktayı da belirtmek gerekir; İslam devletinde halkın fonsiyonu inkar edilemez, halk desteği olmazsa devlet mekanizmasının işlemeyeceği, toplumsal sorunların hallolmayacağı bir gerçektir ama halkın bu fonksiyonu sadece fi’l-ul mukelleftedir ( kendi işlerinde ), fi’lullahta ( Allah’ın işlerinde ) değil.

    Velayet-i fakih konusunda da böyledir. Bir meşruiyeti vardır, bir de makbuliyeti. Meşruiyeti Allah’tandır, makbuliyeti ise halktandır, yani insanlar istese de istemese de velayet-i fakih meşrudur. Ama bu ilahi emrin tahakkuku için halkın da üzerine düşen görevi yerine getirmesi gerekir. Halk, üzerine düşen görevi yerine getirir, bu ilahi emrin tahakkuku için vazifesine amel ederse makbuliyet gerçekleşir. Eğer halk bu ilahi emrin gerçekleşmesi için üzerine düşen görevi yerine getirmezse makbuliyet gerçekleşmez. Makbuliyet halkın görevini yerine getirip getirmemesiyele alakalıdır, velayet-i fakihin meşruiyet ile değil. Bu ilahi emrin gerçekleşmemesinde etkili olan herkes sorumludur ve ilahi emre karşı gelmişlerdir.

    Makbuliyet, insanların kendi işlerindeki makbuliyeti gibi değildir; ilahi emirleri kabul edip etmeme – su içip içmeme gibi-insanın kendi ihtiyarında olan bir eylem değildir, namaz kılıp, kılmama gibi bir eylemdir. Su içip içmemek bir yükümlülük getirmez ama namaz kılıp kılmamak bir yükümlülük getirir. Velayet-i fakin makbuliyeti de namaz kılıp kılmamak gibidir.

    Velayet-i fakihin makbuliyeti ki, halkın ilahi emir karşısındaki vazifesini yerine getirmesi demektir, gerçekleşmezse, Velayet-i fakih de ilahi vazifesini yerine getirmekte ve ilahi ahkamı uygulamakta yanlız bırakılmış olacaktır.

    Dolayısıyla Velayet-i fakihin makbuliyeti olmazsa meşruiyeti şüphelidir, liderlik ve önderliği kamil değildir, bu diktatörlüğe sürükler gibi şüpheler, meşruiyet ve makbuliyeti idrak edememekten kaynaklanıyor. Halkın fonksiyonunu ( rey ve makbuliyetini ), Fi’lullah alanına ve ilahi emrin meşruiyet alanına yaymaya çalışılırsa o zaman peygamberleri kabul etmeyen ve imameti red eden insanları suçlayamazsınız, kendi reyleridir, kendi tercihleridir demeniz gerekecektir, bunun batıllığını isbata gerek bile yoktur.
YUKARI ÇIK
Çalışıyor...
X