Duyuru

Daraltma
Henüz duyuru yok.

Velayet-i Fakih'i Tanıma / İman Etme ve Teslim Olma

Daraltma
X
 
  • Filtre
  • Zaman
  • Göster
Hepsini Temizle
yeni gönderiler

    Velayet-i Fakih'i Tanıma / İman Etme ve Teslim Olma

    [font=] Bismillahirrahmanirrahim[/font]

    [font=]Velayet-i Fakih konusunda incelenmesi gereken konulardan biri de; Velayet-i Fakih sistemini tanıma, onu kabul edip iman etme ve ona teslim olma meselelerinin beyan edilmesidir. Bu konuların birbirinden ayrıştırılması, her birisinin derece ve seviyesinin beyan edilmesi şarttır. Bunlar arasında olmazsa olmaz bağı yoktur. Her üçü bir arada da olabilir, sadece ikisi bir arada olabilir ve tamamen aryı ayrı da olabilir. Öncelikle bu üç konunun kısa bir açıklaması yapıldıktan sonra birbirleriyle ilişkisi açıklanmalıdır.[/font]
    [font=]Velayet-i Fakih'i Tanınma:

    İtikadi ve kelami bir konuyu tanımanın dereceleri ve aşamaları olduğu ve bu konuların kanıtlarıyla ispat edilmesinin gerekliliği, dini otoritelerin ortak kabulüdür. Çünkü kelami konular mükellefin imanı ile ilgili olduğundan iman edebilmesi için akli kanıtla ispat etmesi gerekir. Her insan kendi kapasitesince delil sunacağından ve kendisini ikna eden deliller aynı seviyede olmayacağından tanıma derecesi de farklı olacaktır.

    Velayet-i Fakih konusu kelami bir konu olmasıyla birlikte tarihten günümüze kadar diğer kelami konular kadar üzerinde inceleme yapılmamıştır. Belki de pratikte, insanın toplumsal hayatında zarureti hissedilmediği düşünüldüğü içindir. Halbuki Velayet-i Fakih, inançlı insanlar için itikadi konular arasında insanın hayatında en fazla etkili olduğu inkar edilemez bir gerçektir. Tarihi seyrine bakıldığında hem kelam ilminde, hem de fıkıh ilminde bir çok merhaleleri geride bırakarak günümüzde zaruretinin zirveye ulaştığı görülecektir. [/font]

    [font=]İcmali/genel tanıma[/font][font=]: İtikadi konularda, genel tanıma ve imanın mukaddimesi olabilecek kadar bilgi sahibi olmak yeterlidir. Böyle bir tanıma sadece insanın bireysel vazifesini yerine getirmesi açısından yeterli olup o konuda görüş sahibi ve otorite olmasını sağlamaz. İnsanın tevhid konusunda Allah’ı tanıyıp [/font]Allah’a iman etmesi gibi.

    [font=]Tahkiki ve detaylı tanıma[/font][font=]: İtikadi konuların akli, felsefi ve mantıki delillerle ispat edilmesi ve detaylarının, Kuran, Hadis ve Ehl-i Beyt’in maarifinden yararlanılarak beyan edilmesi gerekir. İnsanın bireysel hayatında öncelikli olan itikadi konular üzerinde, fakihler ve alimler araştırma yapmış ve detayları topluma sunmuşlardır. Tevhid, nübuvvet, imamet, mead, cennet, cehennem, yaratılış felsefesi..v.s... gibi konular tarih boyunce her alimin üzerinde en fazla düşünüp araştırma yaptığı konulardır. İtikadi konuların yanısıra ameli konuları beyan eden fıkhi konular da detaylarına kadar beyan edilmiştir.[/font]

    [font=]Velayet-i Fakih de itikadi konu olması hasebiyle her iki tanıma merhalesi de önemlidir. Hem icmali/genel tanıma, hem de tahkiki tanıma. Tarihte olduğu gibi günümüzde de fakih ve alimlerden bazıları sadece icmali ve genel tanımayla yetinmiş, detaylarına inmeye ya ihtiyaç duymamışlar veya Velayet-i Fakih konusunun bireysel yönünden ziyade toplumsal ve siyasi yönü ağır bastığından halkın ona ihtiyacı olmadığını düşünmüşlerdir. Fakihlerin neden velayet-i fakih konusuna detaylı değinmedikleri konusu daha önce beyan edildiği için yeniden üzerinde fazla durmaya gerek yoktur. [/font]

    [font=]Bilindiği gibi Velayet-i Fakih konusu toplumsal ve siyasi bir konu olup devlet, hükümet, idare sistemi, hukuk sistemi...v.s.. gibi konuları içerdiğinden mücadele, halkı yönlendirme, eğitme, teşkilatlandırma gerektirir. Velayet-i Fakih konusunun tarihi seyrine ve takamül merhalalerine bakılırsa detaylarına ancak bu asrımızda değinildiği ve bazı fakihlerin bu konuya son sıralarda eğildikleri görülecektir. Bu son merhale yani velayet-i fakih sisteminin hakim kılınma merhalesi gündeme geldikten sonra bir takım soruları da yeniden gündeme [/font]taşımıştır: Velayet-i Fakih itikadi bir konu mudur, yoksa fıkhı bir konu mu? Velayet-i Fakih konusu Şia Mektebi'nin asıllarından mıdır yoksa teferruat mı? Velayet- Fakih konusunu falanca fakih neden kabul etmiyor? Ve onlarca diğer sorulara cevap pratik faydalarından ziyade sadece ilmi fayda sağlayacaktır. Velayet-i Fakih konusunu icmali/genel olarak tanıyanlar konu hakkında otorite ve uzman olmadıklarından ya susmalı veya uzman fakihlerin görüşlerine tabi olmalıdırlar. Tahkiki tanımada kelam ilmine hakim olunmadan, fıkıh ilmine aşına olmadan, siyasal bilimler hakkında bilgi sahibi olmadan ve mevcut siyasi sistemler tanınmadan sağlıklı bir tanıma mümkün değildir.

    [font=]Tahkiki ve detaylı tanıyanlar konunun ne kadar önemli olduğunun idrakinde olduklarından Velayet-i Fakih konusunu müslüman toplumlarında kültürleştirip dünyada küreselleştirmek için çaba harcamaktadırlar.[/font]

    [font=]Velayet-i Fakih'i tanıma tamamen akıl ve ilimle ilgili olduğu için konuyla ilgili akli delillere müracaat etmek gerekir. Herkes aklı kapasitesince ilim sahibi olacak, ilmi miktarınca velayet-i fakih'i [/font]tanıyacaktır.

    [font=]Velayet-i Fakih konusunu duymak veya bu makamda oturan fakihi görmek onu tanımak manasına gelmez. Asr-ı saadette Resulallah’ı (s.a.a) herkes [/font]görüyor ve onun kim olduğunu biliyordu ama herkes Resulallah’ı (s.a.a) tanımıyordu; yani O’nun nübuvvet ve risalet makamını göremiyordu, O hazretin velayetini, ilahi makamını anlayamıyordu. Resulallah’ın (s.a.a rihletinden sonra risaletin mesajından sapanlar, yüzeysel olarak tanıyıp risaletin gerçek çehresini tanımayanlardır.

    [font=]Velayet-i Fakih'i tanımak, kişinin kafasındaki siyasal İslam anlayışına bir kaç yüzeysel kanıt bulması değildir. Veya konuyla ilgili kavramların açıklanması değildir. Velayet-i Fakih konusunu objektif olarak dini kaynaklardan araştırarak, sağlam delillerle önce kendisini ikna etmeli daha sonra mutmain bir kalple diğerlerine beyan etmelidir. Kısacası kendi görüşünü bazı deliller sunarak dine dayatmak değil, görüşünü dine dayandırmalıdır.[/font]

    [font=]Velayet-i Fakih'e İman:[/font]

    [font=]İman etmek bir şeyin doğruluğunu kabullenmektir. İman kalple alakalı bir eylem olduğu için kalbin bir şeyi kabullenmesi için mutmain olması gerekir. Kalbin mutmain olması ancak aklın sağlam kanıtlarla o konuyu beyan etmesi ile gerçekleşir. Akl-ı selim, her türlü vehim, şek ve şüpheden kurtulup taassup hastalığına yakalanmadan bir konuyu beyan eder. Kalp heva ve heves zincirlerini kırıp, kendisini her türlü bağımlılıktan kurtarıp aklın beyan ettiği gerçekleri kabullenirse iman gerçekleşmiş olur. Akl-ı selimin kabul etmediği bir şeyi kalbe kabullendirmek ve iman etmesini istemek, zorlama ve icbar olduğundan hiçbir geçerliliği yoktur, o iman sayılmaz. Kalp akl-ı selimin beyan ettiği hakikati kabul etmeyip iman etmekten kaçınırsa heva ve hevesin esaretinde bulunuyor demektir.[/font]

    [font=]Akli ve ilmi deliller ne kadar güçlü olursa iman da o oranda güçlü olacaktır, imanın şiddet ve zaafı, ilmin azlık ve çokluğuyla orantılıdır.[/font]

    [font=]Şirk ile karışmış akıllarıyla idrak edemedikleri nübuvveti reddedenler, heva hevesleriyle yoğrulmuş kalpleriyle imameti kabul etmeyenler gerçek imanın ne olduğunu idrak edememişlerdi. Bu insanlar ya şirkle karışmış akıl ile tanımaya çalışmışlar veya heva ve heves dolu kalp ile iman etmeyi denemişlerdir.[/font]

    [font=]Velayet-i Fakih konusu da, diğer itikadi konulara iman gibi akli delillerle olması gerekir, ama akli ve ilmi deliller sunmaktan mazur olan ve bağnazlıktan uzak heva ve hevesin esaretinden kurtulmuş insanlar, itikadi bir konunun doğruluğunu taabbuden(araştırmaya gerek duymadan) kabul [/font]edip imanını da bu kabulü üzerine oluşturabilir. Ancak bu iman en alt seviyede bir imandır.

    [font=]Velayet-i Fakih'e Teslimiyet:[/font]

    [font=]Teslimiyet, kayıtsız şartsız kabullenmek ve itaat etmektir. Peygamberlerin nübuvvetini tanıyıp iman edenler, hem tanıma konusunda, hem de iman etme konusunda farklı oldukları gibi teslimiyet konusunda da farklıdırlar. İman edenlerden bazılar mücizeyi gördükten sonra peygamberlere iman etmiş, bazıları mevcut sistemden bıktıkları için iman etmişler, bazıları yükselişi onların yanında bulunmakta gördüklerinden dolayı iman etmişler, bazıları menfaat ve çıkarlarını iman etmekte gördüklerinden dolayı iman etmişlerdir. Bunların hepsinin karşısında bazıları da peygamberlerin hakikatlerini ve ilahi nuru gördüklerinden peygamberlerin hak olduklarını gördüklerinden iman etmişlerdir. Onlar ne mucize talep ederlerdi, ne şahsi menfaatlerini düşünürlerdi, ne de toplumsal ve siyasi kariyerlerinin peşindeydiler. Dolayısıyla onlar için mutlak bir teslimiyet sözkonusudur. Mutlak teslimiyetleri, bilgilerinin azlığından veya imanlarının noksanlığından değil bilakis ilim silahını kuşanmaları ve kalplerini iman nuruyla aydınlatmaları sayesindedir. [/font]

    [font=]Kur’an her grubu da İslam ümmetine beyan etmiş ve imandan sonra mutlak bir teslimiyete davet etmiştir.[/font]

    [font=]İmamet konusunda da İslam ümmetinin haktan sapması bu merhalelerin gerektiği gibi anlaşılmamasından kaynaklanıyor. Masum İmamların iki asırı aşkın velayetleri döneminde İmamlara teslim olamayanlar hidayet önderlerinin hakikatlerini idrak edememişlerdir. Gaybet döneminde yaşadığımız bu asırda ise masum imamın zaruretini, gaybetteki imamın faydalarını idrak edememek; O’nun varlığını ve şahidliğini inkara sürüklemiştir.[/font]

    [font=]Velayet-i Fakih konusunda da velayetten sapma, ya yüzeysel bir bilgiye sahip olmaktan veya tahkiki bir imana sahip olmamaktan kaynaklanıyor. Velayet-i Fakih'e teslim olamayanlar zahiri imana sahip olsalar da, henüz nefsin zincirlerineden kurtulamamışlardır.[/font]

    [font=]Velayet-i Fakih'e teslimiyet, geniş bir araştırma sonucunda elde edilen ilim ve tahkiki bir imandan sonra mümkündür.[/font]
    Hüccet-ul İslam vel-Müslimin Sabahattin Türkyılmaz
    Tevekkülle elde edilen sırlar; bir tek yakîn haddini bilenlere mahsustur.

    Hakikî Şialarımız da yakîn sınırını koruyanlardır, ki onlardan «Allah'ın varlığı sayesinde hiçbir şeyden korkmamaları»nı bekleriz!


    İmam Cafer-i Sadık (a.s)

    #2
    Ynt: Velayet-i Fakih'i Tanıma / İman Etme ve Teslim Olma

    Velayet-i Fakihi Doğru Okumak


    SABAHATTİN TÜRKYILMAZ



    Bismillahirrahmanirrahim



    Velayet-i fakih hakkındaki şüphe ve tenkidlerin çoğu konunun gerektiği gibi ve gerekli yerde beyan edilmemesinden kaynaklanıyor. Geçmiş ulemanın beyanlarına bakıldığında çoğunlukla konunun isbatına yönelik olduğu görülüyor ama beyan boyutuna pek değinilmemiş.

    Velayet-i fakihe ait konular üç ana ilim dalında incelenmektedir; kelam, fıkıh ve siyasal bilimler. Bu üç alanın herbirinde ayrı ayrı ve farklı boyutları beyan edilmektedir. Herbirisinin diğerinden ayırt edilmesi gerekir aksi takdirde konular birbirine karıştırılırsa Velayet-i fakih hakkında sağlıklı bilgi elde edilmeyecektir. Örneğin velayet-i fakihin yetkileri kelam ilminde beyan edilmez, bu yetkiler kelam ilminden öğrenilmek istenirse sağlıklı sonuç elde edilemez, veya velayet-i fakihin meşruiyetine fıkıh ilminde delil bulmaya çalışmak istenirse yine yanlış neticeye varılır. Aynı şekilde velayet-i fakih makamına seçilecek şahsın özellikleri ve şartları yaygın olan siyasal bilimlerde aranırsa istenilen bilgiler elde edilemeyecektir. Özetle velayet-i fakih ile ilgili konular kendi alanında incelenmezse, hem bu yüce makamın gerçek cehresi ortaya çıkmayacak ve gerektiği gibi öğrenilmeyecek, hem de velayet-i fakih hakkında şüpheler artacaktır. Velayet-i fakih incelenmesi gereken ilim dalında incelendiğinde birçok soru ve şüphelerin cevabı daha kolay bulunmuş olacaktır.

    Kelam, Fıkıh ve Siyasal Bilimlerde Velayet-i Fakih

    “Velayet-i fakih” hangi ilim dalının konusudur?

    Hangi ilim dalında inceleniyorsa o ilimin kural, kaide ve kanunlarına göre değerlendirilecektir. İnsanın hayatına yön veren ve mükellefi ilgilendiren yönü beyan edilecektir. Bir ilimde beyan edilen diğer ilim dalında açıklanan ile çelişmediği gibi birbirini tamamlayan öğretiler olarak karşımıza çıkar. Çünkü her ilim dalının uzmanı konuya kendi perspektifinden bakar, o ilmin verileriyle konuyu inceler ve elde ettiği sonuçları beyan eder. Elde ettiği bilgiler de sadece o ilim dalının hedefine hizmet içindir, başka bir ilimde beyan edilene alternatif olarak değil.

    Kelam ilminde “Velayet-i fakih”:

    Velayet-i fakih asıl itibarıyla itikadi bir konudur ve aslının kelam ilminde akli delillerle isbat edilmesi gerekir. Velayet-i Fakihin itikadi bir konu olması, İlahi velayetin gölgesinde ortaya çıkmasındandır. Velayetin kısımlarını şöyle açıklayabiliriz:

    Velayetullah

    Velayet, mutlak olarak Allah’a aittir. Bütün varlıklar üzerinde mutlak velayete mustakil olarak yanlız Allah sahiptir. Buna “Velayetullah” denir.

    Kur’an ayetleri “Velayetullahı” şöyle beyan etmektedir.

    “Hakimiyet kayıtsız şartsız Allah´ındır, onların (insanların) velayet sahibi hakk olarak onundur.” Enam / 57

    “(Müşrikler) Allah´tan başkasını mı kendilerine veli seçtiler, velayet sahibi yalnız Allah´tır.....” Şura / 9-10



    “.... Ondan (Allahtan) başka onlar için bir veli yoktur ve hükmüne hiçkimseyi ortak etmez.” Kehf / 26

    “İşte bu makamda velayet hakk olan Allah’dır....” Kehf / 44

    Allah’ın velayeti mutlak, müstakil, sınırsız ve hiçbir şeye muthaç olmadan sahip olduğu velayettir.

    Velayet-ur Resul

    Tevhidi düşüncenin temellerinden bir kulun başkası üzerinde velayeti ve hakimiyetinin olmamasıdır. Resulullah’ın (s.a.a) insanlar üzerindeki velayeti İlahi vilayetin gölgesinde O’nun izniyledir.

    Rabbul Alemin, Resulullah’ın (s.a.a) velayetini şöyle beyan ediyor:

    “ Peygamber, insanlar üzerinde, kendilerinden ziyade tasarruf ve velayet sahibidir.” Ahzap / 6

    “ Biz sana Kitabı, insanlar arasında Allah’ın sana gösterdiği gibi hükmedesin diye bir gerçek olarak indirdik.” Nisa / 105

    “ Allah ve Resulü bir işe hükmetti mi erkek olsun kadın olsun hiçbir inananın o işi istediği gibi yapmakta muhayyer olmasına imkan yoktur ve kim, Allah’a ve Resulüne isyan ederse gerçekten de apaçık bir sapıklığa düşmüş, sapıtıp gitmiştir.” Ahzap / 36

    “ Biz, her peygamberi ancak Allah’ın izniyle ona itaat edilsin diye gönderdik.” Nisa / 64

    Velayet-ul İmam

    Resulullah’tan (s.a.a) sonra imamın velayeti demektir. İmamın velayeti ancak Allah’ın izni ve emriyle gerçekleşebilir. Resulullah (s.a.a) sedece tebliğ ve bildirmekle görevlidir çünkü Resulullah’ın (s.a.a) velayetinin kendisi Allah’ın izni ve emrine bağlı olduğuna göre kendisinden sonra kendi başına birini velayete ataması izin olmadan mümkün değildir.

    Resul-u Ekrem (s.a.a), Allah’ın emrini yani “Velayet-ul imamı” beyan eden ayetleri insanlara tebliğ ediyor.

    “ Sizin veliniz ancak Allah’dır ve Peygamberidir ve inananlar, namaz kılanlar ve ruku halindeyken zekat verenlerdir.” Maide / 55

    “ Ey inananlar, Allaha itaat edin, Peygambere ve içinizden emir sahiplerine itaat edin.” Nisa / 59

    “Ey Resul ! Rabbinden sana indirileni ilet. Eğer bunu yapmazsan, O’nun mesajını iletmemiş olursun ( elçilik görevini yerine getirmemiş olursun). Allah seni insanlardan korur. Kuşkusuz Allah kafirler topluluğunu hidayet etmez.” Maide/67

    Velayet-ul İmam da, Resulullah’ın (s.a.a) velayeti gibi Allah’ın emri ve izniyledir ama direk imamın kendisine vahiy indirilerek değil, Resulünün aracılığıyla. Yani İmamın velayeti bir vasıta ile Allah’a dayanmaktadır.



    Velayet-ul fakih

    Fakihin insanlar üzerindeki velayeti demektir. Fakihin velayeti, gaybet döneminde masum imam tarafından niyabetendir. Yani Masum imamın insanlar üzerindeki velayeti mubaşereten, doğrudan olmadığı dönemde kendi yerine işleri takip etmesi ve müslümanların sorunlarını halletmesi, ahkamı icra etmesi, müdüriyet için fakihi naib olarak seçmesiyledir. Resulullah’ın (s.a.a) kendi zamanında elinin ulaşmadığı ve mubaşereten işlerini takip edemediği müslümanlara vali tayin etmesi, temsilci göndermesi gibidir. Veya Hz.Ali’nin (a.s) hükümeti döneminde çeşitli bölgelere vali ataması gibi. Hz.Mehdi (a.f) gaybette olduğundan müslümanların bütün sorunlarını; ilmi, ahlaki, itikadi, fikhi, siyasi halletmesi için fakihleri tayin etmiştir. Masum İmam, Velayet-i fakihi, kendisini velayet makamına seçen Allah’tan aldığı yetki ile naib olarak seçmektedir. Velayet-i fakihin velayeti iki vasıta; Resulullah (s.a.a) ve Masum İmam ile Allah’a dayanmaktadır.

    Neticede Velayet-i fakih konusu fi’lullah olduğundan itikadi bir konu olup kelam ilminde incelenir.

    Şöyle bir soru yöneltilebilir: Velayet-i fakih kelami bir konu ise usul-u din veya usul-u mezhebden mi sayılıyor, iman gerekli midir?

    Cevap olarak fakihler şöyle beyan ediyorlar: Usul-u dine ait her mesele kelami ve itikadi konudur ama her kelami konu usul-u dinden veya usul-u mezhepden değildir. Böyle olmuş olsaydı inananların bu hükümlerin hepsini öğrenme zorunluluğu doğacaktır. Usul-u mezhepten olması bizzatihi değildir, Masum imamın nayibi olduğundandır.

    Böyle olunca Velayet-i fakihi inkar etmek konusuna daha dikkatlı yaklaşmak gerekmektedir.

    Velayet-i fakihi inkar etmek, imamet veya nübüvveti inkar etmeye sürüklerse insanın dinden çıkmasına sebep olur. Yani ilmi olarak delil tamam olduktan sonra bilerek inkar ederse usul-u din ve usul-u mezhebdeki bir hükmü inkar etmek gibidir. Ama akli kati burhan/delil hasıl olmaz ise inkar etmek dinden çıkarmaz. Velayet-i fakih, ne nübüvvet gibidir, ne de imamet gibi. Çünkü nübuvveti inkar etmek ne sebepten olursa olsun dinden çıkarır, imameti inkar etmek de mezhepden çıkarır.

    Ancak Velayet-i fakih, akli burhanlar ile sabit olur ve mukaddes dini kaynaklara dayandırılan delil ile de tesbit edilmesine rağmen biri inkar ederse dinin zaruriyatından birini inkar etme hükmündedir. Dinin zaruriyatından birini inkar etmek, tevhid ve nübuvveti inkar etmek gibi değildir, bunlardan birini inkar etmeye sürüklerse dinden çıkmış olur. Yani peygamberi veya masum imamı yalanlamaya sürüklerse din dairesininden çıkmış olur.

    Velayet-i fakihin delille sabit olması, ona iman etmenin zarureti ve ameli olarak da ona bağlanmanın farziyeti, tevhid ve nübuvvet derecesinde olduğunu göstermez.

    Fıkıh İlminde Velayet-i fakih :

    Fıkıh ilmi, mükellefin vazifeleri, yapması ve yapmaması gereken işleri beyan eden ilim dalıdır. Mükellefin fiilinden bahs eden; ister bireysel olsun, ister toplumsal, her konu fikhi konudur.

    Velayet-i fakih konusunun Fıkıh ilminde ele alınmasının sebebi onun fıkhî konu oluşundan kaynaklanmıyor. Bazıları fıkhî bir konu olduğunu zannettiklerinden, aslının kabul edilip edilmeyeceğinin de taklit ettiği müctehidin fetvasına bağlı olduğu yanılgısına düşmektedirler. Velayet-i fakihin aslının varlığı, itikadla ilgili bir konu olup olmaması, imanı gerektirip gerektirmediği hususları fikhi konular olmadığı için müctehid onun hakkında fetva vermez ve böyle bir yetkiyi kendisinde görmez.

    Fıkıh ilminde bu konu üzerinde konuşulması da onun fikhî bir konu olduğunu göstermez.

    Fıkıh ilminde ele alınması müctehid, mukallid ve bütün mükelleflerin görevlerini beyan etmek içindir. Fıkıh ilminde birkaç sebepten dolayı ele alınmıştır ;

    a) Müctehidin görevi nedir ? Müctehidin, Masum imam tarafından kendisine verilen bu niyabeti kabul etmesi mi gerkiyor? Yoksa kabul etmek mecburiyetinde değil ama, kabul edip etmemekte muhayyer midir?

    b) Mükellefin görevi nedir ? Onun emirleri karşısında görevi nedir ? Merce-i taklidinin fetvası ile velayet-i fakihin fetvası çelişirse hangisine uyması gerekiyor ?

    c) Velayet-i Fakihin aslı sabit olduktan sonra teferruat ve detayları beyan etmek için ; Yetkileri nelerdir? Kurum ve kuruluşları nasıl oluşturur ? Rehber olacak Fakihin şartları nelerdir ?

    Mükellefin, bireysel ve toplumsal yaşantısında birçok ilmî, amelî ve fıkhî hükümlerin açıklanmasına ihtiyacı olduğundan ve bunun da sadece fıkıh ilminde mümkün olması Velayet-i fakih konusunun Fıkıh ilminde ele alınmasını gerektirmektedir.

    Fıkıh ilminde sözkonusu edilmesini gerektiren sebepleri daha iyi anlamak için şu konunun beyan edilmesi gerkmektedir : Velayet-i fakih tahsili midir ? Yoksa husuli mi ?

    Şöyle ki ; Husuli, yani şartların kendiliğinden oluşması, tahsili ise şartları oluşturmak demektir.

    Velayet-i fakih sistemini kurmak için şartların oluşmasını beklemek mi gerekir, ayrı bir ifadeyle İslam devleti kurmak için şartların kendiliğinden oluşması mı gerekir ? Yoksa Velayet-i fakih sistemi veya İslam devleti kurmak için şartları oluşturmak için çaba darfetmek mi gerekir ?

    Geçmişte bazı müctehidler, Velayet-i fakihin husuli olduğu görüşünü ileri sürmüşler. Bu görüşe göre ; müctehidin, Velayet-i fakih sistemini/islam devletini kurmak için kıyam etmesi, şartları oluşturmak için mücadele etmesi farz değildir, şartlar oluşursa o zaman başa geçer ve velayet sahibi olur.

    Bazı müctehidler ise bu konunun tahsili olduğunu söylemiş ve bütün mükelleflerin Velayet-i fakih sisteminin oluşması ve İslami esaslara dayalı devletin kurulması için mücadele etmeleri gerektiğini ve şartların oluşturmak yönünde çaba göstermeleri gerektiğine fetva vermişlerdir.

    Bu konuda Ayetullah Cevadi Amuli şöyle diyor : “İmam Humeyni (r.a) Velayet-i fakihi imamet gibi görmektedir ; Velayet-i fakihin bir bölümünün husuli, büyük bir bölümünün ise tahsili olduğuna inanmaktadır. Yani şartların oluşması için mücadele vermelidir. Halkın hazır duruma gelmesini beklemek doğru değildir. Yani tehlikesiz, risksiz bir ortam ve dönemde İslami ilkelere dayalı devlet kurulması söz konusu değildir. Velayet-i fakihin şartlarının çoğu tahsilidir ; namaz için abdest almanın gerekliliği gibi İslami devlet kurmak için de ön hazırlıkların başlatılması gerekir. Velayet-i fakih, hacc ibadeti için istitaatin, mali gücün hasıl olmasını beklemek gibi değildir. İlmi tabiriyle velayet-i fakihin şartlarının çoğu « şart-ı vaciptir, şart-ı vucub değil ».”



    Bu açıklamadan sonra velayet-i fakih konusunun neden fıkıh ilminde ele alındığı ve fıkıh ilminde nasıl işlendiği açıklığa kavuşmuş oldu. Çok kısa bir ifadeyle müctehidin ve mukallidlerinin vazifelerini tayin etmek için fıkıh ilminde ele alınır.

    Kafalarda oluşturulan şüphelerden biri de şudur : Velayet-i fakih konusu kelami ve itikadi bir konu ise neden o zaman müctehidler tarih boyunca bu konuya değinmemişlerdir ? Bunun bir çok sebepleri vardır ve başka bir fırsatta bu konu üzerinde genişce duracağız inşallah.

    Siyasal Bilimlerde Velayet-i fakih :

    Siyasal bilimler dalında temel olarak devletin hedefi, devlet sistemi, idare biçimi, yönetim şekli, kurum ve kuruluşların nasıl şekillenmesi gerektiği, halkın bu sistemdeki konum ve rolü gibi konular işlenir.

    Beşer toplumsal hayata başladığı günden beri farklı düşünceler, farklı inançlar var olmuştur. Vahye dayanmayan ideolojiler, bu süreçte varlıklarını ve gelişmelerinin birçoğunu vahye, vahyi getiren peygamberlere ve onların vasilerine borçlu olsalar da, kendi tecrübeleri büyük rol oynamaktadır.

    Bu ideolojilerin Doğu medeniyetlerindeki yansımasının temelini oluşturan “Spritualitet/Ruhculuk” ( mistizm, sufizm, dervişizm) beş bin yıllık geçmişiyle günümüze kadar varlığını sürdürmüş olsa da günümüzde gittikce yok olmaya yüz tutmuş ve beşerin geleceği hakkında da bir iddiası bulunmuyor.

    Batı medeniyetinin temelini “Rasyonalizm/Akılcılık” ( pozivitizm, emprizm, materyalizm...) üç bin yıllık tarihinde renkten renge bürünmesiyle sürdürdüğü varlığını günümüzde doruğa ulaştırmış ve dünyaya hakim olma hedefini gütmektedir. Metafiziği kabul etmeyen bu ideolojinin günümüzdeki örnekleri liberal demokrasi , sekulerizm ve humanizmdir.

    İnsanlık tarihinin en eski ve güçlü medeniyeti ise “din medeniyetidir”. Yedi bin yıllık bir tarihe sahiptir. Yedi bin yıllık tarihinde, başlangıcından günümüze kadar tek renk ve tek eksende hareket eden bu düşünce tarzını getirenler arasında da asla bir ihtilaf ve farklılık görülmemiştir. Zamanın şartlarına göre yöntem, strateji, uygulama şekli ve şeriatlar muhtelif olsa da dinin özünde tek bir düşünceyii topluma hakim kılmak için mücadele vermişlerdir.

    İslam’da bireysel kanun ve hükümlerin yanısıra toplumsal kanunları; adalet, hukuk, medeni ve ceza kanunları, ekonomik adalet v.s icra etmek için bir mekanizma, bir sistem, bir devlet şekli var mıdır?

    İşte Velayet-i fakih konusunun siyasi yönü burda ortaya çıkmaktadır. Bu soruya cevap bulamayan müslüman aydınların bazıları Batılıların da telkinleriyle İslamın devlet sistemi olmadığını, dolayısıyla İslam’ı kamusal alandan soyutlayıp bireysel alana hasretmek, sınırlamak gerektiğini iddia etmektedirler. Bazıları ise zamanın gereksinim ve şartlarını idrak edemediklerinden hilafet devleti önerisinde bulunmaktalar. İçi boş, realiteden uzak bu görüş sahipleri pratikte kapsamlı bir öneri sunamamakta sadece arzu ve isteklerini beyan etmektedirler.

    Velayet-i fakih, siyasal bilimlerde bu açıdan incelenmesi gerekir. Ama Batı medeniyetinin öğretileri doğrultusunda şekillenen siyasal bilimler dalında değil, « İslam siyasal doktrininde » ele alınması gerekir. Velayet-i fakih siyasi bir konu değil, siyasal bir doktrindir. İslamın devlet modelidir.



    Asr-ı saadetten günümüze kadar Ehl-i Sünnet pratikte İslam’ın devlet modeli olarak risaletin devamında hilafeti benimsemiş ve daha sonraları bu şartların – ve kılıcın etkisinde- saltanata ve padişahlığa kadar indirgenmiştir. Neticede de İslam’ın devlet modeli olmadığı görüşünün hakim olmasıyla sonuçlanmıştır.

    Şia mektebinde ise İslam’ın devlet modeli risaletten sonra masum imamların imamet ve velayeti ve hz.Mehdi’nin gaybet döneminde ise « velayet-i fakih » olarak beyan edilmektedir.

    Görüldüğü gibi Velayet-i fakih, müstakil bir devlet modeli olarak beyan edilmemekte ve İslamın devlet modeli olan « risale »t ve « imametin » devamı olarak görülmektedir.

    İslam siyasal bilimler dalında, Velayet-i fakihin gerekliliği, fıkıh ilminin beyan ettiği hükümlerin işlevliği, idare sisteminin nasıl olması gerektiği, kurum ve kuruluşlardaki icra makamında oturacak kişilerin nasıl belirleneceği kısacası idare ile ilgili şeriatin bütün hükümlerin nasıl uygulanacağı beyan edilir.

    Batı siyasal bilimlerinde beyan edilen devlet modelinin karşısında alternatif olarak sunulabilecek yegane sistem, İslam siyasal biliminde beyan edilen Velayet-i fakihtir.

    Yorum


      #3
      Ynt: Velayet-i Fakih'i Tanıma / İman Etme ve Teslim Olma

      VELAYET-İ MUTLAKA-İ FAKİH NEDİR?
      Sabahattin TÜRKYILMAZ


      Bismillahirrahmanirrahim

      “Velayet-i fakih” konusunda incelenmesi gereken konulardan biri de “Velayet-i Mutlaka-i Fakih” yani “fakihin mutlak velayeti” meselesidir.

      “Velayet-i Mutlaka-i Fakih” ne demektir?

      Fakih, mutlak velayete sahip midir?

      Mutlak velayete sahipse hangi alanlarda sahiptir?

      Ayetullah Cevadi Amuli, Velayet-i Mutlaka-iı Fakihi şöyle tanımlıyor: “Fakihin velayeti, yani fakihin, masumun gaybet döneminde toplumun lideri olması ve şeriat sahibi tarafından ilahi kanunları uygulamak, İslam toplumunu idare etmesi için yetkili kılınması demektir. Bu velayetin,“mutlak” olması yani fakihin, İslam’ın bütün hükümlerini beyan etmek ve bütün hükümleri icra etmek zorunda olmasıdır. Çünkü masum imamın gaybeti döneminde ilahi hükümlerin hiçbirisi tatil edilemez. Fakihin, ilahi hükümlerin icrasında tam yetkili olması ve toplumun sorunlarını İslami kurallar çerçevesinde çözmede tam yetkili olması fakihin mutlak velayete sahip olmasını gerektirmektedir. Örneğin; ahkamın uygulanmasında iki hüküm birbiriyle çelişirse- ikisini de uygulamak mümkün değil ve birini terk etmek gerekiyorsa- İslam toplumunun rehberi olan fakih, bu iki hükümden mühim olanı uygular diğerini geçici olarak tatil edebilir.” Nesim-i Endişe /181

      Pratikde uygulanan örneklerden bir tanesi şöyledir: Bir şahısın bir arsası var ve toplumun maslahatı gereği o bölgeden yol geçmesi gerekiyor. Arsa sahibi razı değil ve hiçbir surette arsasını vermek istemiyor. Hükümet -o arsanın karşılığını para veya yerine başka bir arsa vermek suretiyle sahibini mağdur etmeden-sahibinin izni olmadan o arsayı kullanabilir mi? Bir tarafta “şahsi mülkiyyet hakkı” diğer tarafta “toplumun maslahatı”. Fakih velayet yetkisini kullanarak o arsayı toplumun maslahatı için kullandırabilir, sahibinin izni olmasa dahi. (Günümüzde buna devletin istimlakı denir). Böyle durumlar hem Masum İmamlar (a.s) döneminde yaşanmış ve İmam velayet yetkisini kullanmış, hem de İmam Humeyni (r.a) zamanında uygulanmıştır.

      “Velayet-i Mutlaka-i Fakih” yani fakihin a) Dini hükümlerin tamamını uygulama görevi, b) İki hükmün uygulanmasında çelişki olursa yetkisini kullanarak ehem olanı ( daha önemli olanı) uygulama yetkisi c) Toplumun maslahatı gereği geçici olarak bir hükmün uygulanmasını tatil etme yetkisinin olması demektir.

      “Velayet-i Mutlaka-i Fakih” konusu beyan edilirken, dinin ihyasının gerekliliği, ilahi ahkamın icrasının zarureti ve İslam devletinde siyasal fıkıhın müslümanların bütün sorunlarını çözmesinin gerekliliği gözönünde bulundurulmalıdır. Konuya sadece siyasi olarak bakmak, sonradan ortaya çıkmış fer’i ve cüzi bir mesele gibi ele almak konunun önemini azaltacağı gibi fıkhın aciz ve yetersiz görünmesine sebep olacaktır.

      Velayet-i mutlak, İslam devletinin ruh ve hüviyyetini oluşturur ve bütün devlet organlarının; yasama, yargı ve yürütmenin meşruiyetini ve muvaffakiyetini sağlar.

      Velayet-i mutlakanın, önem ve işlevliği, İslam devletindeki rolü ve foksiyonu İmam Humeyni tarafından açık bir şekilde beyan edilmiş olsa da tarih boyunce Şia fakihleri, fakihin “mutlak velayetini” çeşitli tabirlerle beyan etmişlerdir. Fakihler, tarih buyunca İmam’ın(af) zuhuruna kadar İslam devleti kurulacağı ihtimalini vermediklerinden konuyu İmam Humeyni (r.a) gibi teferruatıyla beyan etme ihtiyacı duymamışlar ve Fakihin velayet dairesini daha dar tutmuşlardır. Fakihin velayetinin bütün alanlarını detaylarıyla zamanın şartları uygun olmadığı için beyan etmemeleri “fakihin velayetinin mutlaklığını” tamamen inkar ettikleri manasına gelmez.

      “Velayet-i Mutlakayi Fakih” konusu gündeme geldiğinde yapılan yanlışlardan biri,“Masumun velayeti” ile “fakihin velayetinin” birbirine karıştırılmasıdır. Fakihin, mutlak velayete sahip olduğunu söylemenin, masumların velayet dairesi içine girildiği manasına geldiği düşünülerek fakihin mutlak velayete sahip olamayacağı iddia edilmiştir. Ve Fakihi, masumun makamına çıkarmak olarak algılanmıştır bazen. Halbuki dikkatli incelenirse aralarındaki fark görülecek ve asla masumun velayet sınırlarına girilmediği ve onların makam ve mertebesinde görülmediği anlaşılacaktır:

      Birincisi; Masumların velayeti, hem “teşrî”(kanun koyma-şeriat) ve hem de”tekvin”(yaratılış) alanındadır.

      İkincisi; Resulullah’ın (s.a.a) mutlak velayet sahibi olması, onun “ismet, risalet ve halifetullah şemsiyesi” altındadır. Masum İmam’ın (a.s) mutlak velayete sahip olması onun “ismet, imamet ve halifetullah şemsiyesi” altındadır, bundan dolayı hem teşrî alemde, hem de tekvin aleminde tasarruf yetkileri vardır. Lakin fakihin mutlak velayete sahip olması, sadece onun “fekaheti, adaleti ve masum imamın niyabeti” sayesinde olup sadece şer’i ahkamı beyan edip uygulama makamındadır.

      Üçüncüsü; masumun veya fakihin velayet ve liderliği sözkonusu olunca, konu onların makamları değildir, sözkonusu olan sadece İslamın ıktisadi, siyasi, kültürel, ibadi...v.s alanlarındaki hükümlerini uygulama alanında fakihin yetkisinin ne kadar olduğudur, sahip olduğu makam değildir.

      “Fakihin velayeti” ile “Masumun velayetinin” farkı anlaşılmazsa, fakihin mutlak velayeti inkar edilmiş olacağı gibi fakihin, masum imamdan almış olduğu niyabet; ifta(fetva verme), kazavet(yargılama), ahkamı icra, müdüriyet, rehberiyet de inkar edilmiş olacağından niyabetin hiç bir manası kalmayacak ve bütün fıkhî hükümleri tatil etmek gerekecektir. Hatta ibadi, ahlaki, ıktisadi konularda müctehidin/fakihin fetva verme yetkisi de elinden alınmış olur.

      İmam Humeyni (r.a) fakihin velayeti hakkında şöyle buyuruyor: “Fakih, masumların sahip olduğu bütün itibari makamlara sahiptir”. İtibari makamlardan maksat teşrî makamındaki rehberiyetleridir.Ve diğer bir sözünde şöyle buyuruyor:“Fakihin velayeti, Peygamberin velayetinin aynısıdır.” İmam Humeyni bu sözünün devamında şöyle buyuruyor: “Peygamber ve masum imamın sahip olduğu velayete, gaybet döneminde adil fakihin sahip olduğunu söylediğimiz zaman kimse şu tevehhuma kapılmasın ki adil fakih, peygamber ve masum imamın makımına sahiptir, çünkü konumuz makam meselesi değildir, sohbetimiz vazife ve görev hakkındadır; velayet yani devlet kurmak, ülkeyi idare etmek ve şeriatın kanunlarını uygulamaktır.”/Velayet-i Fakih S.40

      Yukarıda belirtilen endişe ve eleştirinin dışında,“Velayet-i Mutlaka” konusunda yapılan eleştiri veya inkarlar, ilmi ve fikhî delillerlerden yoksun, sadece siyasi yorum ve beyanlardır.

      “Velayet-i Mutlakanın” yanlış tefsir edilmesi yapılan en büyük hatalardan biridir. Bazıları “mutlaka” kelimesinin sözlük manasına bakarak yanlış tanımlama yapmaktadır; “mutlak” kelimesi lügatta,“her türlü şarttan beri”,“serbestlik” manasına olduğundan, şöyle tanımlamaktadırlar: “ velayet-i mutlaka, fakihin hiç bir şarta bağlı olmadan serbestçe kendi isteği doğrultusunda görüş belirtmesidir. Fakih, hiçbir sınır tanımadan hüküm verebilir, hatta kanun ve şeriatın hükmünü dahi değiştirebilir”.

      Halbuki“velayeti mutlakanın” manası bu olmadığı gibi hiç bir fakih de“velayeti mutlakayı” böyle veya buna benzer bir şekilde beyan etmemiştir. Tarih boyunca fakihlerin, velayet-i fakih hakkında iki görüşü vardır.

      a) Bazı müctehidler, velayet-i fakihin yetki ve velayet sınırını, Resulullah(s.a.a) ve masum imamların hükümetteki yetki, devlet adamlığı ve velayetleri gibi görüyor ve şöyle buyururlar: “ İslam devletinde fakih, devletin idare ve yönetiminde bütün işlere müdahale etme ve karar verme yetkisine sahiptir.”

      İslam devleti meşruiyetini, şeriat ve fekahetten aldığı için sadece fakih bu alanda uzmandır ve yetki sahibidir, dolayısıyla her alanda görüş belirtme hakkına sahiptir.

      b)Bazı fakihler ise fakihin velayet sınırını daha dar bir alanda görür ve şöyle buyururlar: “ “Fakihin velayeti” sadece,“mechul–ul mal” ( sahibi belli olmayan mallar),”mahcurlar”; yetimler, ölüler, sahipsız kimseler...v.s alanındadır.” Dolayısıyla Fakihin yetki sınırlarını bundan fazla alana yaymanın yanlış olduğunu düşünüler. Bu görüşü savunan müctehidler de bu alanlarda fakihin “mutlak velayetine”inanmaktadırlar.

      Birçok meşhur fakih birinci görüşü benimsemiş ve “ fakihin mutlak velayetini”; “fakihin umum niyabeti”, “ fakihin umum velayeti”, “velayeti kulliye-i ilahiyye”, “mebsut-ul yed” tabirleriyle beyan etmişlerdir. İmam Humeyni (r.a) ise bunu “velayet-i mutlaka-i fakih” tabiriyle açıklamıştır.

      Yorum


        #4
        Ynt: Velayet-i Fakih'i Tanıma / İman Etme ve Teslim Olma

        Bir sorum olacak. Velayet-i Fakih ne zaman itikadi bir konu oldu?
        O'na yönelin ve O'na karşı takva sahibi olun. Salatı ikame edin ve müşriklerden olmayın;onlar ki, dinlerini parçalayıp fırkalar haline geldiler. Her fırka kendi elindekiyle sevinir. (Rum,31-32)

        Yorum


          #5
          Ynt: Velayet-i Fakih'i Tanıma / İman Etme ve Teslim Olma

          Velayet-i Fakih İlkesinin Tarihi Seyri

          SABAHATTİN TÜRKYILMAZ

          Bismillahirrahmanirrahim

          Şia fıkhında içtihadın kesintisiz devamlılığı, aklın sırat-ı mustakimi teşhis edip aydınlanması, Kuran ve sünnetin hükümleri çıkarmada zengin maarifi içermesi, Şia fıkhının bütün zamanlarda toplumların sorunlarını çözmesini ve tekamülünü sağlamıştır. Şia’da içtihadın tarihi seyrine bakıldığında, fakihlerin içtihad sayesinde birçok merhaleleri geride bıraktığı ve tekamül merdivenlerini sabırla çıkarak mükemmelliği yakalamak için çaba harcadıkları görülmektedir.

          Hz. Mehdi’nin (a.f) gaybet döneminden zuhur zamanına kadar müslümanların başı boş bırakıldığı düşünülemez şüphesiz. Hz. Mehdi’nin (a.f) emriyle fakihlerin içtihadı bu sorunu halledeckti. İşte Şia’da içtihat hz.Mehdi’nin gaybet dönemi ile başlamış oldu. O zamanki fakihlerin günümüz müçtehidleri gibi yüzlerce konuda binlerce fatva verdiği düşünülemez; hem toplumun sosyal, kültürel, ekonomik, siyasi alanlardaki ihtiyaçları, hem toplumun ihtiyaç duyduğu konuların sayısı, asrımızdaki gibi değildi. Yani hem ihtiyaç duyulan konuların sayısı, hem de içtihat yapılacak alanların detay ve derinliği asrımızdaki kadar değildi.

          Özetle içtihad merhalelerini şöyle sıralayabiliriz:

          Birinci merhale, ilmi içtihad : Hz.Mehdi’nin ( a.f.) küçük gaybetinin son zamanlarında başlayan bu içtihad şeklinin sadece ilmi yönü sözkonusu olup ameli bir etkisi olmamıştır. Zamanın müçtehidleri tarafından yapılan bu içtihadın faydası gelecek merhaledeki içtihadın ortamını hazırlamaktan ibaretti. İlim, ahlak, maneviyat ve dini maarfi insanlara ulaştırmada faydalı olan bu müçtehidlerin içtihadları, siyaset, hukuk, devlet ve hükumet sistemi açısından pek ameli/pratik faydası görülmemiş, sadece ilmi yönüyle toplumda hissedilmiştir. Zaten diğer alanlarda içtihad edilmesinin zarureti de yoktu. Çünkü bu konularda masum imamın henüz daha yeni gaybete çekilmiş olması ve bıraktığı ilim, rivayetler, ameli ve sözlü miras bu alanlarda içtihadın zaruretini henüz hissettirmiyordu.

          2- İkinci merhale, ameli İçtihad : Nasların zahirine göre hüküm çıkarılan bu içtihad şekli, ilmi yönünün yanısıra ameli faydalar da sağlamaktaydı. Ama bu içtihad merhalesi de toplumun karşı karşıya kaldığı toplumsal, siyasi ve hukuki sorunlara cevap verecek kapasitede değildi. Yani içtihadın toplumsal yönü, müslümanlara yansımamış sadece bireysel hayatta varlığını gösterebilmiştir. Şialar toplumsal alanda; devlet, siyasi otorite gibi, bir kurum ve kuruluşda olmadıkları için böyle bir ihtiyaç da hissedilmiyordu.

          3- Üçüncü merhale : Bu kısım içtihad usuli müçtehdiler arasında yaygın olup mevcut konular üzerinde gerçekleşmiştir. Toplumda ortaya çıkan yeni meselelere cevap vermekten yoksun olan bu içtihad şeklinin bir önceki metoddan farkı teferruat ve detaylarda da hükümleri istinbat etmesidir. Bu kısım da diğer kısımlar gibi fıkhi içtihadın sınırlandırılmasına sebep olmuş, genişleyip gelişmesini sağlayamamıştır. Kaynakların zahiri ile yetinilmiş üretken olup yenilikler getirememiştir.

          4- Dördüncü merhale : Bu kısım içtihad, ahkamın kaynaklardan istinbat edilmesinde gerekeli şartları gözönünde bulundurmuştur. Bu içtihadı yapan müçtehidler nasların zahiriyle yetinmemiş hem ilmi, hem ameli, hem de “İcra ve Tatbik” alanını göz önünde bulundurarak istinbatı gerçekleştirmişlerdir. Ama zaman ve mekanın içtihaddaki fonksiyonu gözardı edilmiş, mevzuların teşhis edilmesinde, mevzuların batinî ve zahirî özelliklerini belirlemede etkili olan zaman ve mekanın şartlarına riayet edilmemiştir. Bundan dolayı içtihadın tahavvulu, gelişmesi ve fıkhın genişlemesi gerçekleşmemiştir. Bu içtihad şekli, İslam hükumetinin olmadığı siyasi ve hukuki hükümlerin uygulanmasının imkansız olduğu bir zamanda istenilen düzeyde olabilir ama günümüzde yetersizliği kabul edilmektedir. Diğer merhaleler gibi ferdi alanlarda ağırlığını hissettiren bu kısım, toplumsal alanlarda da etkin olmaya çalışsa da kendi zamanından sonrası için etkili olacak içtihadı gerçekleştirememiştir.

          Ayetullah Ustad Cevadi Amuli, fakih-halk ilişkisini ve tarihi takamülünü üç merhalde özetleyip bu merhaleleri şöyle beyan ediyor :

          “ 1- Fikih ve usul-u fıkhın tetevvurundan/gelişmesinden “fakihin velayet” düşüncesi doğmuştur; Ahbari düşüncesinin temelini, adil fakihin halk ile ilişkisi bağlamında “muhaddis-mustemi” düzeyindedir. Yani fakihin, şeri hükümleri, Kur’an ve masumların sünnetinden çıkarılan usuller ile istinbat etme hakkı yoktur. Yalnızca onları tercüme edip açıklayarak insanlara sunabilir ve halk da duydukları hadislerin manasına bakarak amel edeceklerdir. Halk ile fakih arasında fikri bir bağ yoktur. Aradaki bağ nakli ve hissidir. Yani Fakihin içtihadı, fıkhın tekamulü, gelişmesi, genişlemesi ve üretkenliği sözkonusu bile değildir.

          2- Bu kuru düşünce tarzının karşında, usulcülerin tefekkürü ve sireti bulunuyor. Usulcüler, fakih- halk ilşikisini “mukallid- müctehid” ilişkisi olarak görürler. Bu görüşe göre fakih usullerden yararlanarak ahkamı kaynaklardan istinbat eder; tefekkür lambasıyla ilahi ahkamı, dinin kaynağı olan Kuran, Sünnet, Akıl ve İcma’dan istinbat eder. İstinbatının ürünü olan görüşünü fetva kalıbında mukallidlerine sunar.

          Ğaybet döneminde uzun yıllar ahbari düşüncesinin hakim olmasıyla içtihad yasaklanmış, fakih- toplum ilişkisi sadece hadis nakl edip, zahirine amel etmek olmuştur. Bu düşünce tarzı, tefekkür ve taakkul yolunu güçlendirip yaygınlaştıran usulcüler sayesinde ortadan kaldırılmıştır. Büyük ustad merhum Ayetullah Vahid Bahbahani ( r.a ) büyük çabasıyla içtihad ve usulcü tefekkürü diriltilmiş oldu. İçtihad ve usulcülerin yaptıkları önemli iş, “söyleyip- dinlemek” merhalesinde olan fakih- toplum ilşikisini, tefekkür, taakkul, tedebbür merhalesine ulaştırdılar. Fakihlere içtihad etme yetkisi verilmiş oldu, insanlara da taklid etme imkanı sunulmuş oldu. Böylece fakih- toplum ilişkisi, “müctehid- mukallid” merhalesine ulaşmış oldu.

          Velayet-i Fakihin tekamülü ve gelişmesi

          İslam devletinin kurulmasına zemin oluşturan fıkhî ve kelamî tekamülün/ilerlemenin nişanesi, velayet-i fakih meselesidir. Bazı fakihler, ğaybet döneminde fakihin sadece fetva ve gazavet/yargılama yetkisi olduğuna inanıyorlardı. Diğer bazıları ise, fetva verme ve gazavet yetkisinin yanısıra ahkamı uygulama yetkisinin de olduğunu savunuyorlardı. Üçüncü grup ise fakihin belirtilen yetkilere sahip olmasıyla birlikte İslami toplumunun ceza kanunlarını uygulama, sahipsizlerin malları ve haklarını koruma gibi yetkilere de sahip olduklarını söylemişlerdir. (Kaşif-ul Gıta ve Cevahir* sahibi)

          Günümüzde velayet-i fakih asli yerine dönmesiyle birlikte diğer alanları da kanatları altına almıştır. Geçmişte böyle değildi. Örneğin Merhum Ayetullah Neraki (r.a) velayet-i fakihi sözkonusu ederken fıkhi bir konu olarak ele almış ve dolayısıyla velayet-i fakih konusu fıkhi bir konu olarak algılanmıştır. Velayet-i fakih konusu fıkıh ile beslenip gelişse de kelami bir konudur. Fıkhi bir konu olarak algılanmasından dolayı katetmesi gereken mesafeyi kat edememiş ve gerçek fonksiyonunu ortaya koyamamıştır.”

          Ayetullah C. Amuli’nin bu iki merhaleyi beyan ettikten sonra, günümüzdeki “velayet-i fakıhin” mertebe ve azametinin anlaşılamadığını ortaya çıkıyor. Bazılarının hala “velayet-i fakih” sisteminin bu iki merhaleden ibaret olduğunu sandıklarından ve daha ileriki merhalelerini görmediklerinde “velayet-i fakıhe” eleştirileri ve saldırılarını yöneltmektedirler.

          Üstad Amuli velayet-i fakihin asrımızda katettiği merhaleleri şöyle beyan ediyor :

          İmam Humeyni(ra) ve velayet-i fakihin tekamülünün zirvesine ulaşması:

          Velayet-i fakıhin tekamülünün zirvesine ulaşması İmam Humeyni’nin(r.a) sayesinde olmuştur. O merhumun fıkıh mihverinde yaptığı şuydu: Tarih boyunca fer‘î konuların arasında sıkışıp mazlum kalan velayet-i fakihin elinden tutmuş, fıkıh konularının arasından çıkarıp aslî yeri olan kelam ilmine yerleştirmiş, aklî ve kelamî kanıtlarla tekamüle ulaştırarak fıkhın diğer kollarını kollayıp kanatları altına almasını sağlamıştır.

          İmam Humyeniye göre, gaybet döneminde gerekli şartlara sahip fakih, masum imamın sahip olduğu bütün itibari makamlara sahiptir. Bu makama da sadece bir hak olarak, bir fazilet sıfatı olarak değil, mecburi mükellef olarak sahiptir, yani her fakıhe İslam devleti kurmaya çalışmak, tağutlara karşı kıyam etmek, cihad ve ictihad ile fedakarlık ve bütün imkanları seferber etmek vaciptir.

          Velayet-i fakih kelamî bir konu olarak kelam ilminde ele alınınca topluma bir serperest, bir lider tayin etmek “filullahtır” yani Allah’ın yetkisindedir. Böyle olunca bu kelamî konu fıkhî konuları ihate eder ve müctehid fıkhın tamamına kelamî perspektifden bakar, fıkhın fer’î konularına sorumlu gözüyle bakar ve neticede fıkhı düzene sokup karmaşalıktan kurtarır.

          İmam Humeyni (r.a) konuşmalarında ve yazılarında defalarca şu noktayı vurguluyordu: “Dinin tamamını araştırırsanız göreceksiniz ki, din siyasetle içiçedir, ahkamı, kanunları uygulamak(idarecilik veya siyaset) asla göz ardı edilmemiştir.”

          İmam, fıkıha kelamî gözle baktığından dolayı fıkıhın uçsuz bucaksız ufuklarını görebiliyordu.

          “Fıkhı tanıma” kelami bir konudur, fikhî değil. Fıkhın baştan ayağa hiç bir yerinde, fıkıh ne içindir? Fıkıh ne işe yarar? Fıkıhın felsefesi nedir? Ne için olduğu gibi konular asla bulunmaz. Çünkü bu konuların hepsi kelamî konulardır.

          İmam Humeyni ve Cevahir fıkıhı:

          İmam Humeyni’nin, Cevahir’in metoduyla fıkhın puya/daima gelişen, hareketli olması gerektiğini savunmasının sırrı Cevahir’in yazarının şu ifadelerinde yatıyor: “Velayet-i Fakihi inkar eden fıkıhtan hiç bir şey ( tad ) alamamıştır.” Fıkhın tadını almak fıkhın dış dünyaya yansıması ve fıkıha kelami perspektivden bakmaktır. Cevahir sahibi, Cevahir-ul Kelam kitabında velayet-i fakihin isbatı için sunduğu burhan ve delilleri, fıkıh kitabında sözkonusu etmesine rağmen kelamî metod ve renk görülmektedir. Bir yerde şöyle kaydeder: “Gaybet zamanında bir devletin olması zaruridir, devlet de ilahi olması gerekir, muhakkak Allah-u Teala bu düzende ilahi ahkamı icra etmesi için bir önder ve lider öngörmüştür.” Bu sözler bir fakihin fıkıh kitabında beyan ettiği kelami konulardır.

          Velayet-i fakihin son merhalesı “İmam- Ümmet” ilişkisidir. İmam Humeyni velayet-i fakihi bu merhaleye ulaştırdı.”

          Üstad Cevadi Amuli’nin beyanından açıkca anlaşılmaktadır ki, İmam Humeyni, fakih ile halk ilişkisinin sadece “mercei taklid- mukallid” seviyesinde kalmasını kabullenmemiş, fakihin ve fıkhın insanın hayatının hem bireysel, hem de toplumsal alanını yönlendirmesi gerektiğini ortaya koymuştur. Bundan dolayı bu ilişkinin sadece“merce-i taklid- mukallid” ilişkisi olmaktan çıkarıp tekamüle ulaştırarak, “imam-ümmet” derecesine çıkarmıştır.

          İmam Humeyni‘den (r.a) sonra Ayetullah el- Uzma Hamenei döneminde geçen 20 yılda velayet-i fakihin bu merhalesi ancak anlaşılabilmiştir. Bu zaman zarfinda bu merhalenin taabbüden kabul edilmekten ziyade Kur‘anî, sünnetî, ilmî ve siyasî yönü aklî ve bilimsel delillerle kabullenilmeye başlanmıştır.

          Velayet-i Fakihin bir sonraki merhalesi “ velayet-i fakih “sisteminin kültür haline getirilerek küreselleşmesini sağlamak olacaktır kuşkusuz. Aksi takdirde, evrensel adalet devletini dünyaya hakim kılacak “Mehdilik Velayeti” anlaşılamaz. Yani bu merhalenin büyük zuhurun habercisi olacağınar diye inanıyoruz.

          · „Cevahir“ olarak tanınan kitabın asıl adı „ Cevahir’ul Kelam“ olup 1200-1262 Hicri Kameri tarihleri arasında yaşamış Şeyh Muhammed Hasan Necefi adlı ünlü Şia alimi tarafından yazılmış en kapsamlı fıkıh kitabıdır.

          Sabahyil@hotmail.com

          Yorum


            #6
            Ynt: Velayet-i Fakih'i Tanıma / İman Etme ve Teslim Olma

            VELAYET-İ FAKİH'İN TARİHİ SÜRECİ




            Bismillahirrahmanirrahim

            Gaybet döneminde fakihlerin velayeti sanıldığı gibi kolay bir mesele değildir. Velayet-i fakih derken bir hükümden ve bir fatvadan bahs edilmiyor. Velayet-i fakih derken ümmetin idare sistemi, imametin devamı, imamların icra makamlarında oturarak şeriatın hükümlerini pratize etmeleri sözkonusu olduğundan konunun ilmi, itikadi, fıkhi ve siyasal boyutlarının beyan edilmesi gerekir. Elde hazır bir kalıp, bir şablon yok ki, alınıp hemen uygulansın. Velayet-i fakih sistemi kelam ilminde beyan edilmeli, detayları fıkıh ilminde ortaya koyulmalı ve siyasal bilimlerde kurum, kuruluşları nasıllığı, idare sisteminin nasıl oluşturulacağı, Kur‘an, nebevi sünnet ve imamların öğretileri ve insanoğlunun elde ettiği müsbet bilim verilerinin yardımıyla ortaya koyulması gerekir.

            Eldeki mevcut bilgiler Kuran’ın siyasal alanı ilgilendiren ayetleri, Resulullah’ın (s.a.a) Medine devleti, hz.Ali’nin (a.s) Kufe’deki 5 yıllık hükümeti ve masum imamların 250 yıl süren imametleri döneminde beyan buyurdukları hadisler ve rivayetlerden ibarettir. Bu bilgiler bu sistemin teorik/nazari yönünü beyan ederek itikadi alt yapısını oluşturur.

            Tarihe kısa bir bakış

            Gaybet dönemi başlar başlamaz, fakihlerin öncelikli olarak ele aldıkları konular, halkın ihtiyaç duydukları meselelerdi. Ameli fıkhî meseleler, itikadi konular ve gaybet dönemiyle ilgili meselelerin öncelikli olarak halka öğretilmesi gerekiyordu. Velayet-i fakih konusunun o şartlarda sözkonusu edilmesi zaruri ve öncelikli mesele değildi. Dolayısıyla müctehidler bu konuda sadece rivayetleri aktarmakla yetinmişlerdir. Özellikle Ahbarilerin hakim olduğu bir dönemde “içtihad” dahi gerektiği gibi gündeme gelememişken velayet-i fakih, devlet, hükümet, siyasi otoriteden bahs etmek kesinlikle mümkün değildi. İmamların yokluğundan ve son ilahi hüccetin gaybetinden dolayı Şia‘nın en fazla zorlandığı dönem olarak bilinen bu dönemin aşılması pek de kolay olmadı. Çünkü kelam ilminde ele alınmamasından dolayı velayet-i fakih konusu inancın zaruriyatından kabul edilmediği gibi karşı çıkanlar da olmuştur. Şöyle ki, “imamın gaybeti süresince devlet ve hükümet kurmak caiz değildir, bu yetki sadece masum imama aittir” görüşü savunuluyordu. Bu görüşün savunucuları daha sonraları çeşitli isimlerle ortaya çıkmışlardır ve yakın tarihimizde ve günümüzde de “Hüccetiyeliler” olarak bilinirler.

            Gaybet döneminin başlarında içtihad/fekahet, günümüzdeki gibi bütün konularda binlerce meseleyi içermiyordu. Önceleri sadece “muhaddis- mustemi(dinleyen)’” derecesindeydi, daha sonraları “müctehid- mukallid” seviyesine çıktı.

            Dikkatlerden kaçan konulardan birisi de şudur; velayet-i fakih konusu itikadi bir mesele olmasıyla birlikte fıkıh ilmine muhtaçtır, fıkıh ilmi ilerleyip geliştikçe, fıkıhla ilintili kelami konularda da ilerleme katediliyordu. Her asırda fakihler kendi zamanlarının ihtiyaçlarına göre içtihad ediyor ve fıkıh ilminin gelişmesini sağlıyordu.

            Velayet-i fakih konusuna asırlar sonra bir sistem olarak bakılmasının sebebi, fakihlerin fıkıh ilminde içtihadı yaygınlaştırıp bütün konulara yaymaları olmuştur. Kelami bir konu olan Velayet-i fakih de bundan nasibini ancak asırlar sonra almış oluyordu.

            Velayet-i fakih konusunda sessizlik dönemine, hatta muhalefetin olduğu döneme, geniş kapsamlı içtihad döneminin başlamasıyla son verildi. Ayatullah Vahidi Bahbahani (r.a) gibi cesaretli fakihlerin açıkca beyanları sayesinde bu dönem kapatılıp yep yeni bir sayfa açıldı.

            Kapsamlı içtihad döneminin başlamasıyla “fakihin velayet dönemi de” fiili olarak başlamış oluyordu. Böylece kaynaklarda beyan edilen teorik/nazari velayeti fakih, yavaş yavaş ameli olarak görülmeye başlanmıştı. Ama henüz bu fakihin velayetinin toplumsal ve kamusal alanda değil, bireysel ve fıkıh alanında velayeti idi.

            İçtihadın tarihi tekamül seyrine bakıldığında bazı fakihlerin neden bu konu üzerinde genişce durmadıkları ve detaylı beyan etmedikleri görülecektir.

            Velayet-i fakih konusunda görüşler ana hatlarıyla birkaç kısımdır;

            a) Ahbariler, devlet ve siyasi otorite kurmayı caiz görmüyorlardı. Çünkü onların inancına göre bunu sadece masum imam yapabilirdi.

            b) Kudema/İlk kuşak fakihlerden bazıları, velayet-i fakihin sadece mahcurlar/kısıtlılar için geçerli olduğunu düşünüyorlardı. Bu fakihlerin görüşüne göre, masum imam sadece bu alanda velayet için niyabet vermişti. Dolayısıyla fakihin velayetini sadece fıkıh ilminde ele almışlardır. Bu görüşü savunanlar velayet-i fakihin toplumu idare/yönetme, imamların icra makamı boyutuna gerekli dikkati göstermemişlerdir. Konuya asla kelami açıdan bakmamışlardır.

            c) Mutaahhirin veya yakın geçmişideki müctehidlerden bazıları, velayet-i fakihin husuli(kendiliğinden oluşma) olduğunu düşünüyorlardı. Bu görüşü savunanlara göre; şartlar oluşur ve devlet kurulursa fakih her iki alanda da velayet sahibi olabilirdi. Bu kısım müctehidler de konuya sadece fıkıh açısından bakıyorlar; şöyle ki, eğer şartlar oluşursa fakih için velayet etmek, lider olmak, devletin başına geçmek farz olur, aksı takdirde farz değildir, şartları oluşturmak da farz değildir. Bu görüşü savunan müctehidler velayet-i fakih konusunun “vucub-i teklifi” olduğunu buyurmuşlardır. Yani şartlar oluşursa ancak “fakihin velayeti” farz olur.

            d) Velayet-i fakih konusunun tahsili(oluşturulması) olduğunu öngören müctehidler konuyu önce asıl yeri olan kelam ilminde ele almışlar, daha sonra da fıkıhta detaylarını beyan buyurmuşlardır. Bu görüşün kurucu öncüleri “Cavahir-ul Kelam” kitabının sahibi Şeyh Muhammed Hasan Necefi, Şeyh Ansari gibi fakihlerdir. Ancak bu ilkeyi teoriden pratiğe geçirip kemale ulaştırarak bir sistem haline getiren ve dünyaya tanıtan İmam Humeyni’dir (r.a)

            Saydığımız bu dört kısım Şia ulemasının sadece ilki velayet-i fakihi, fakihin velayetini kabul etmemektedir, onlar da zaten “fakih ve müctehid” olmayıp sadece “muhaddislerden” oluşmaktadır.

            Diğer üç kısım fakihler arasında, velayet-i fakihın aslı, varlığı hususunda hiç bir ihtilaf görülmemekte ve sadece fakihin velayetinin yetki dairesi ve kapsama alanı hakkında farklı görüşleri bulunmaktadır.

            Velayet-i fakihi imametin devamı olarak gören, İslam‘ın siyasal doktirini olarak beyan eden fakihler ise bu konunun üzerinde gereken hassasiyeti göstermiş ve zamanın şartlarına göre gerekli olan miktarda beyan etmişlerdir. Burada şu soru sorulabilir: Öyleyse şimdiye kadar velayet-i fakih sistemi niçin kurulmadı ve bu sistem açıkca beyan edilmedi?

            Fakihlerin kitaplarında beyan ettikleri görüşlerine bakıldığında cevap da bulunmuş olur.

            Velayet-i fakih konusunun olması gereken ilim dalında ele alınmaması, bazılarını, geçmişteki fakihlerin velayet-i fakihi kabul etmedikleri vehmine sürüklemiştir. Tarihte hiçbir müctehid, fakihin velayetini inkar etmemiş ve böyle bir velayetin olmadığını iddia etmemiştir. Kitaplarında da böyle bir görüşe rastlanmamaktadır.

            Velayet-i fakihi imametin devamı ve masum imamın icra makamı olarak gören fakihler tarih boyunca bu sistemin oluşturulması için gereken çabayı göstermişlerdir.

            1-Velayet-i fakih sistemi hakim kılınmadan önce asırlarca ele alındığı yanlış yerden yani “fıkıh ilminden” çıkarılıp gerçek yeri olan “kelam ilmine” oturtulması ve daha sonra itikadi, ilmi, bilimsel ve siyasi yönünün beyan edilmesi gerekiyordu. Teorik/ nazari yönü bütün yönleriyle ortaya koyulmalıydı.

            2- Velayet-i fakih, imametin devamı olarak görüldüğünden olgunluk evrelerini geçirmesi gerekiyordu. Ortaya çıktığı ilk günde/ gaybetin ilk yıllarında hemen pratize edilemezdi.

            3- Halkın, velayet-i fakihi anlama olgunluğuna ulaşmamış olması da aşılması gereken başka bir merhaleydi. Şialar henüz velayet-i fakih konusunun itikadi ve inanç yönünü idrak edememişlerdi. Bu konu sadece fakihlerin kitaplarında ve ilmi mahfillerde gündeme geliyor ve halka ulaşması zaman alacaktı.

            4- Zamanın şartları müsait değildi; zamanın tağuti sistemlerinin baskı, zülüm ve zorbalıkları kısa dönemde siyasi yapılanma ve teşkilatlanmayı engelliyordu. Fakihlerin halkı teşkilatlandırmasına imkan yoktu.

            5- Şiilik inancında tağutlarla işbirliğinin caiz olmadığının, tağuti sistemler tarafından bilinmesi, fakihlerin işlerini daha da zorlaştırıyordu. Bundan dolayı müctehidler hep göz altındaydılar.

            6- Geçmişteki fakihler zamanın şartlarını gözönünde bulundurarak, velayet-i fakih konusunu kitaplarında ancak, “hakim”, “kadı”, “veli”, “hakim-i şer”, “imamın naibi”, “tevliyyet”, “kazavet”..vs kelimlerle zikr etmişlerdir.

            7- Siyasi otoritenin oluşturulabilmesi için diğer dinamiklerin de olması gerekiyordu; siyasiler, akademisyenler, ekonomistler, askeriye gibi velayet-i fakih sisteminin temel taşlarının da konuya eğilmeleri ve misyonlarını üstlenmeleri gerekiyordu.

            Bu merhalelerin teker teker aşılması için verilen mücadelenin yanısıra, bazı alimlerin düşüncesine göre; madem velayet-i fakih sistemi şimdilik oluşturulamıyor en azından;

            a- Mevcut siyasi otoriteyi yönlendirme ve bazı şeriat hükümlerini uygulatmaya çalışılmalıdır.

            b- Velayet-i Fakih sisteminin hakim kılınması için gerekli tecrübe ve deneyime ihtiyaç vardır bunun için mevcut siyasi sistemlerin içinde deneyim kazanmak gerekir.

            c- Velayet-i fakih konusu öncelikli konu olmayıp daha önemli konuların beyan edilmesi ve halka öğretilmesi gerekir; fıkhı, itikadi ve ahlaki konulara öncelik verilmesi gerekiyor, Velayet-i fakih konusuna da sadece gerekli görüldüğü miktarda değinilmelidir.

            Geşmişteki fakihlerin, velayet-i fakih konusunda farklı görüşlere sahip olmalarının yadırganmaması gerekir. Ama günümüzde artık bu konuları konuşmanın bir manası kalmamıştır. Velayet-i fakih konusunda, günümüzdeki mevcut şeklinden farklı görüş beyan eden fakihlerin görüşlerine temessük edip velayet-i fakihin aslı, temeli hakkında şüphe icad etmek, İslam düşmanlarının en büyük hedefidir. O fakihler günümüzde yaşamış olsalardı, İmam Humeyni (r.a) ve Ayatullah el-Uzma Hamenei’nin yanında yer alır ve mutlak teslimiyeti emr ederlerdi. Bu konularda da bu aşamadan sonra tartışma yaratmak, ya bilgisizlikten kaynaklanıyor veya cehaletten başka birşey değildir. Günümüzde artık velayet-i fakih sistemi kurulmuştur.

            Günümüzde fakihler arasında sözkonusu olan, Şia inancında Velayet-i fakihin var olup olmaması değildir, meşru olup olmadığı değildir, husuli mi yoksa tahsili midir, değildir. Çünkü hasıl olmuştur artık.

            İlim merkezlerinde, medreselerde ve üniversitelerde velayet-i fakih hakkında konuşulan konular şunlardır; Velayet-i fakihin yetkileri nelerdir ve kimden alır? Velayet-i fakih sisteminde halkın rolü ve misyonu nedir? Velayet-i fakihin velayeti mutlak mıdır, şartlı mı? Velayet-i fakihin velayeti sadece hakim olduğu ülke için mi geçerlidir, yoksa bütün dünyadaki müslümanlar için de velayeti var mıdır? Velayet-i fakihin küreselleşmesi nasıl sağlanmalıdır?

            Henüz bizim camiamızda bu konunun abc’si yeni ,yeni öğrenilmeye başlanılmıştır. “Velayet-i fakih sistemi” gerektiği gibi öğrenilmediği ve tabi olunmadığı müddetce, masum imamların imametini anlıyıp ona gönül bağlamak ve evrensel adalet devleti kuracak hz. Mehdi’nin (a.f) velayetini tabi olmak sözden öteye gitmeyecek, arzu ve hayallere kapılmaktan kurtulmak mümkün olmayacaktır.

            sabahyil@hotmail.com

            Yorum

            YUKARI ÇIK
            Çalışıyor...
            X