İLİM VE AHLAK
Varlık içerisinde insanın önemli bir konumu ve yeri vardır. İnsan bu makamın değerini bildiği ve bu doğrultuda yaşadığı zaman kemale doğru ilerler. İnsan mahlûkat içerisinde çift boyutlu bir varlıktır. Bu iki boyut nefis ve akıldan ibarettir. Bu iki boyuta manevi ve maddi boyutta denilebilir. İnsan bu iki özellikten terkip olan bir varlıktır. İnsandaki bu iki cihet ve yön birbirlerine tezat ve düşmandırlar. Nefsin isteklerini manevi boyut kabullenmez ve reddeder, manevi boyutun isteklerini ise maddi boyut reddeder. Dolayısıyla bu iki boyut birbirlerine karşı mücadele içerisindedirler ve birbirlerine karşı savaşım vermektedirler. Bu mücadele ve savaşımda ölüm ile son bulur ve noktalanır.
Cihadı-ı ekber de insanın başarılı olabilmesi için ilim faktörüne çok önem vermesi ve ondan faydalanması gereklidir. İslam dininin konularının tamamının kökünde ilim yatar. İlahi kavramlara göre ilim çok önemlidir ve şarttır. İlim hakkında İslam kaynaklarında Müslümanlara ışık tutan birçok nurlu kelamların yanı sıra dört tane önemli ve meşhur hadis vardır. Bu hadis-i şeriflerin her birinin ayrı ayrı tahlilleri vardır. Hadisler şunlardan ibarettir:
Birinci hadis: Hz. Peygamber (s.a.a) şöyle buyuruyor;“İlim talep etmek bütün Müslüman erkek ve kadınlara farzdır.”
İkinci hadis: Hz. Peygamber (s.a.a) şöyle buyuruyor; “İlim Çin’de bile olsa gidin onu alın.”
Üçüncü hadis: Hz. Peygamber (s.a.a) şöyle buyuruyor; “Beşikten mezara kadar ilim öğrenin.”
Dördüncü hadis: İmam Cafer Sadık (a.s) şöyle buyuruyor; “İlim ve hikmet müminin yitik malıdır, onu nerede bulsa olmalıdır.”
Birinci hadisi şerifte iki önemli nokta vardır. Birinci nokta şundan ibarettir; Bu hadis umumu kapsayan bir kavramdır. Zira ilmin bütün Müslümanlara farz olduğu buyrulmuştur. İslam dininde bazı farz hükümler vardır ki, bunlar erkeklere farzdır ama kadınlara farz değildir. Veya kadınlara farzdır ama erkeklere farz değildir. Örneğin, cihat etmek erkeklere farzdır ama kadınlara farz değildir. Ama ilim öğrenme konusunda İslam dini böyle bir ayrım yapmamış ve ilim öğrenmenin bütün erkek ve kadınlara farz olduğunu vurgulamıştır. İkinci önemli nokta ise, hadiste bulunan farz kelimesidir. Her Müslüman’ın namaz kılması, oruç tutması, hacca gitmesi... farz olduğu gibi ilim öğrenmesi de farzdır. Hatta ilim bunlardan da önemlidir. Zira ilim bütün dini kavramların ve ibadetlerin kökünde olmalıdır. Ayrıca bu ibadetler ilim ile mana ve mefhum kazanır. İkinci hadiste, ilmi beşikten mezara kadar talep ediniz emri verilmiştir. Bu hadisi şerifte de zaman mesajı vardır. İslam dininde birçok farz hükümler zamanlı farzdır. Örneğin, hac, namaz, oruç vs. ibadetlerin belirli bir zamanı vardır. Bu farzları zamanı gelmeden önce yapmak doğru değildir. Akşam namazının vakti girmeden akşam namazını kılmak batıldır. Mübarek Ramazan ayı gelmeden Ramazan ayı orucunu tutmak batıldır. Ama ilim konusunda böyle belirli bir zaman kavramı yoktur. İşte bunun için her zamanda ilim öğrenmek farzdır.
Üçüncü hadiste ise, Çin de bile olsa ilim arayınız emri verilmiştir. Hadiste Çin kelimesinin geçmesinin iki nedeni olabilir. Birinci neden: Hicaz bölgesine uzak olan devletlerden birisi Çin devletidir. Yani ilim o uzak diyarlarda bile olsa yılmayın, gidin onu alın. İkinci neden: Daha o günden Çin devletinde pozitif ilimlerin emareleri vardı. Hz. Peygamber (s.a.a) o pozitif ilimleri dahi gidin alın buyurmuş olabilir.
Dördüncü hadiste, hikmetin müminin yitik malı olduğu vurgulanmıştır. Değerli bir eşyasını veya cüzdanını kaybeden birisi, kaybettiği şeyi bir münafığın veya bir kâfirin elinde gördüğünde gidip onu ister. İlimde kaybedilen değerli eşyalar gibidir. İlim kimde olursa olsun Müslüman gidip o ilmi ondan öğrenmelidir.Hadis-i kudsi de Allah’u Teâlâ Hz. Nuh’a şöyle buyuruyor; “...söylenene bak söyleyene değil...” Bu hadis ilim konusunda Müslümanların şiarı olmalıdır.
Arapça “El-İlm” isminde aylık yayınlanan bir derginin kapağının dört köşesinde yukarıdaki dört hadisin yazıldığını gören bir Alman profesörü, derginin genel müdürüne bu sözler sizin Peygamberinizin mi sözleridir diye sorar. Derginin müdürü evet diye cevap verir. Profesör biraz sessiz kalıp düşündükten sonra şöyle dedi; Yazıklar olsun sizlere, bir dinin Peygamberi inananlarına ilim hakkında bu tür emirler verdiği halde, Müslümanlar ilimde, fende bu kadar geri kalmışlar. İşte bundan dolayı yazıklar olsun diyorum.
Bu Alman profesörünün eleştirisi yerinde ve olumlu bir eleştiridir.
İlim o kadar değerlidir ki sahibini korur, ona değer ve izzet kazandırır. Bunun için ilim adamlarının faktörleri ve etkileri olmalıdır. Allah’u Teâlâ şöyle buyuruyor; “Yaratan Rabbinin adıyla oku. O insanı aşılanmış bir yumurtadan yarattı. Oku! İnsana bilmediklerini öğreten, kalemle (yazmayı) öğreten Rabbin, en büyük kerem sahibidir.”1
Bu ayet-i kerimede Allah, “oku” buyurduktan sonra “O öğretti” buyuruyor. Yani ilim adamının işi Allah’ın işidir. İlim adamı öğretici olduğu için Allah’ın bu sıfatıyla vasıflanmış demektir. Elbette Allah asl olarak ilim adamı da fer’i olarak bunu yapmaktadır. Yine ilim adamının işi Peygamberlerle aynı işi yapmaktır. Allah’u Teâlâ şöyle buyuruyor; “Ümmilere içlerinden, kendilerine ayetlerini okuyan, onları temizleyen, onlara kitabı ve hikmeti öğreten bir
Peygamber gönderen odur. Kuşkusuz onlar önceden apaçık bir sapıklık içerisindeydiler.”
Bu ayette de görüldüğü gibi, ilim adamlarının, muallimlerin yaptığı Peygamberlerin yaptığı ile aynıdır.
Sevap ve mükâfat bakımından öğreticilerin ve ilim adamlarının sevabını incelediğimizde, İslam dini ilim adamlarının mükâfatlarını çok yüce değerlendirmiştir. İlim adamlarından maksatta sadece din adamları değil de aksine bütün ilim dallarındaki ilim adamlarıdır. Yani, bir doktor tıp dalında, hukukçu hukuk dalında, fizikçi fizik dalında, öğretmen eğitim dalında, din adamı dini konular dalında, hepsi birer âlimdirler.
Allah’u Teâlâ şöyle buyuruyor; “Kim, karşılık olmaksızın bir cana kıyarsa veya yeryüzünde bozgunculuk çıkarırsa bütün insanları öldürmüş gibi olur. Her kimde bir canı kurtarırsa bütün insanları kurtarmış gibi olur.”
Bu ayette iki önemli konu var. Bunlar, öldürmek ve ihya etmektir. Bu iki konu ise kendi içinde dörde ayrılır. Şöyle ki, öldürmenin ve ihya etmenin hem zahiri yönü vardır ve hem de manevi ve hakiki tarafı vardır. Örneğin, yolda trafik kazası geçiren bir yaralıyı aracına alarak hastaneye getiren ve o yaralının iyileşmesine vesile olan bir insanın bu yardımı ve yaptıkları takdire şayan şeylerdir. Bu işe hem Allah ve hem de insanlık değer vermektedir. Bu ihya etmenin bir çeşididir. Bir insan birisinin hidayet bulmasına, kötü yoldan kurtulmasına vesile olursa onu ihya etmiş demektir. Buda manevi ve hakiki ihya etmektir. Her iki ihyada da bir insanı ihya etmek bütün insanlığı ihya etmekle eş değerdedir.
Öldürmekte iki kısımdır. Birincisi, birisini katlederek onu öldürmektir, ikincisi ise birisinin kötü yola düşmesine, sapmasına ve zararlı bir kişi olmasına sebep olmaktır. Bu ikisinden her hangi birisini de yapan bütün insanlığı öldürmüş gibi günahkâr olur.
Hayber savaşında durum çok hassas ve önemliydi. Çünkü birinci, ikinci ve üçüncü gün Müslümanlar mağlup olmuşlardı. Müslümanların moralleri kırık ve ruh halleri bozuktu. Bunun tam aksine İslam düşmanlarının da ruh halleri ve moralleri çok yüksek bir seviyedeydi. Bunun için İslam ve Müslümanlar büyük bir tehlike ile karşı karşıya idiler. Böyle bir halde, akşam vakti Hz. Peygamber (s.a.a) şöyle buyurdular; “Yarın sancağı öyle birisinin eline vereceğim ki Allah ve Resul-ü onu sever, oda Allah ve Resulünü sever.”
Bu cümleler çok önemli cümlelerdir. Zira tarihi anlatmak ve okumak tarihten noktalar çıkarmanın yanında pekte önemli değildir.
Ertesi gün Hz. Ali (a.s) ın gözleri ağrıyordu. Hz. Peygamber (s.a.a) Ali (a.s) ı sesletti ve bir mucize ile Ali (a.s) ın gözlerinin ağrısı dindi. Hz. Peygamber (s.a.a) sancağı Ali (a.s) ın eline verdi. Ortam ve durum çok hassastı. Ali (a.s) savaş hazırlığındayken, İslam’ın birinci şahsiyeti İslam’ın ikinci şahsiyetine bir şeyler buyuracaksa çok önemli şeyler olmalıydı. Böyle bir halde Peygamber (s.a.a) şöyle buyurdular ; “Ya Ali, Allah senin vesilen ile bir kişiyi hidayet ederse, bu senin için dünya ve dünyada olanlardan hayırlıdır.”
Yani, ey Ali şu anda yapmak istediğin şey çok önemli ve değerlidir. İslam için savaşacaksın. Sen galip geldiğin takdirde İslam ve Müslümanlar galip gelmiş olacak ama mağlup olduğun takdirde İslam ve Müslümanlar mağlup olmuş olacaklar. Ama şunu iyi bil ki bundan daha mühim ve önemli olan şey vardır. Eğer bir insanın hidayeti bulmasına, doğru yola gelmesine veya adam olmasına vesile olursan, bunun sevabı sadece burada savaşmaktan fazla olmaz aksine bunun sevabı dünya ve dünyada olanlardan hayırlı olur. İşte görüldüğü gibi ilim adamları ve eğitimcilerin sevap ve mükâfatları bu denli önemli ve çoktur. İslam dininde hangi ibadete bu kadar sevap ve mükâfat belirtilmiştir! İlmin sevap ve değeri bu denli fazla ve önemliyken, kırk-elli yıl namaz kılıp da Fatiha süresinin manasını bilmeyenlere rastlıyoruz. Birçok zorluk ve maddi külfetlere katlanıp da haccın mana, sebep ve felsefesini öğrenmeden, bilmeden hacca gidenleri görüyoruz. Bunların sebebi, ilim noktasına dikkat edilmemesi ve ilme değer verilmemesinden kaynaklanmaktadır. İşte görüldüğü gibi Ehlibeyt mektebinde ilme verilen değer bu denli önemlidir. Bu sebeplerden dolayı mektep mensuplarının bu önemli ve mükâfatı çok olan farza daha fazla dikkat etmeleri gerekir.
Her insan için dört kavram ve kanun vardır. Bunlar, veraset, (kalıtım) eğitim, beslenme ve çevre kanunlarıdır. Bu dört kanun kendi içerisinde menfi ve müspet olarak ikiye ayrılır.
Kalıtım kanunu, anne ve babada bulunan genler vasıtası ile çocuğa geçen vasıflara denir. Kıskanç bir anne ve babanın çocukları da büyük bir olasılıkla kıskanç olurlar. Zira genler vasıtası ile anne ve babada bulunan sıfatlar çocuğa sirayet eder. Bunun terside böyledir. Şöyle ki, insaflı ve merhametli bir anne ve babanın çocukları da büyük bir olasılıkla şefkatli ve merhametli olur. Eğitim kanunu da insan için çok önemlidir. Eğitim kanunu açısından yanlış ve kötü bir eğitim içerisinde olan insan kendisine ve topluma zararlı olur. Bu kişi eğer Müslüman ise din içinde dinsizlik eder, dine bidatler ve hurafeler sokar.
Beslenme kanunu da insan için çok önemli ve etkilidir. İslam dini beslenme kanunu hakkında özellikle anneye birçok emirler vermiştir. Örneğin, hamile kadınlara ayva, elma, armut yemeleri ve kokulu olan yiyeceklerden kaçınmaları tavsiye edilmiştir. Bunları tıp ilmide tavsiye etmiştir. İslam’a göre helal ve haram yiyeceklerde çocuğun ruhunda eserler bırakır. Bir çocuğun nutfesi haramdan teşkil olursa bu çocuk fasık olabilir.
Bu konuda Allame Meclisi’ den meşhur bir olay nakledilir. Bkz. İslam’da Evlilik ve Cinsel Sorunlar, s, 262.
Çevre kanununa gelince, insanın bulunduğu çevre salim, güzel ve sağlıklı bir çevre ise veya kötü, bozuk ve ahlaki değerlerden yoksun bir çevre ise, insan büyük bir olasılıkla o sele kapılacaktır. Çünkü akarsuyun aksine doğru yüzmek çok zordur. Çevre kanunu da insan hayatında bu denli önemlidir. Bir insanın bu dört kanunun bir tanesinde bile olumsuz alanda bulunması, insanın fitneci ve fesatçı olmasına sebep olabilir. Ama bazı insanlar her dört kanunda da olumsuz bir ortamda olmasına rağmen ilim vesilesi ile kendilerini kurtarmışlar ve hidayeti bulmuşlardır. İnsanlık ve İslam tarihinde bunun birçok örnekleri vardır. Ömer b. Abdul Aziz Emevi halifelerindendi. Halifeliğinin o kısa müddetinde Şia’ ya birçok hizmetleri olmuş ve toplumsal adaleti sağlayabilmiştir. Onun hilafeti zamanında İslam memleketlerinde pek fakir bulunmazdı. Hilafeti gasp etmesinin dışında tarihi açıdan iyi bir şahsiyetti. Ama imamet inancına göre bize göre kabul gören birisi değildir. Muaviye ve sonrasında olduğu gibi Ömer b. Abdul Aziz döneminde de Hz. Ali (a.s) a her namazdan sonra lanet etmek yaygındı. Ömer b. Abdul Aziz bu lanetlemeden fazlasıyla rahatsızlık duyuyordu. Bu sebepten dolayı uzun yıllar yapılan bu Emevi çirkefine bir son vermiş ve İmam Ali (a.s) a lanet edilmesini yasaklamıştır. Ömer b. Abdul Aziz’ in kendisi şöyle diyor; Ben eğer iyi bir insan olduysam, iyi bir insan olmama bir muallim vesile oldu. Görüldüğü gibi bir muallimin vermiş olduğu ilim, Ömer b. Abdul Aziz’ in toplumsal adaleti sağlamasına ve İmam Ali (a.s) a yapılan laneti kaldırmasına sebep olmuştur. Bunları yapan kişinin babası Abdul Aziz Emevi halifelerinin hatibiydi. O dönemde halifelerin hatibi minbere çıktığında İmam Ali (a.s) a lanet okumak zorundaydı. Aksi takdirde hatip olamazdı. Ömer b. Abdul Aziz babası hakkında şöyle diyor; babam çok usta bir hatip olmasına rağmen Hz. Ali (a.s) ın adına geldiğinde dili kekelerdi. Bir gün babama sordum; Sen çok usta bir hatip olmana rağmen neden Hz. Ali (a.s) ın adını diline getirdiğinde dilin kekeliyor? Bana şöyle cevap verdi; Eğer halk Ali’in faziletlerini bilseydi bizim etrafımıza toplanmazlardı. Ali faziletlerin kaynağıdır.
Abdul Aziz’ in bu hali oğlu Ömer’in veraset kanunu açısından çok kötü bir durumda olduğunu gösterir. Beslenme kanunu açısından da kötü bir konumdaydı. Zira o öyle bir babanın ekmeğini yiyordu ki, o babanın kazancı Hz. İmam Ali (a.s) a yapılan lanet ile ele geliyordu. Eğitim ve çevre kanunu açısından da iyi bir konumda değildi. Bunlara rağmen, bir muallimin Ömer b. Abdul Aziz’ in kalbine attığı bir kıvılcım zamanla alevlendi ve Ömer b.Abdul Aziz açısından olumsuz olan dört kanunu da etkisiz hale getirdi.
İslam tarihinde bunun örnekleri çoktur. Yezid’in oğlu Muaviye’ nin veraset kanunu babası ile aynıdır. Beslenme açısından da onlar Ehli Beyte muhalefet ve düşmanlık ederek kazançlarını temin ediyorlar ve içki gibi haram şeylerden de kaçınmıyorlardı. Çevre açısından da, Muaviye ve oğlu Yezid’in çevresi İslami değerlerden yoksun bir çevreydi. Böyle bir konumda olan Yezidin oğlu Muaviye akıllı ve takvalı bir âlimden almış olduğu birkaç günlük ders ve eğitimin neticesin de, melun babası öldükten sonra minbere çıkıyor ve halka şöyle haykırıyor; Allah dedem Muaviye’ ye ve babam Yezid’e lanet etsin. Ben Peygamberin halifesi değilim. Sizler boş yere benim etrafıma toplanmışsınız. Gerçekten Peygamberin halifesini istiyorsanız o, Medine’de İmam Seccad’ dır. Bu sözün üzerine Emeviler Yezid’in oğlu Muaviye’ nin niçin böyle olduğunu araştırdılar ve sebebin akıllı ve takvalı bir âlim olduğunu anladılar. Halkı korkutmak için âlimi bulup getirdiler ve halkın gözleri önünde canlı olarak toprağa gömüp öldürdüler. Onlar bunu çok iyi biliyorlardı ki, Yezit gibi birisinin oğlunu bir muallim tam manasıyla hidayet ehli yapabilir. Bu iki tarihi vakıada da görüldüğü gibi, ilim menfi tarafta olan dört kanunun müspet olmasına sebep olmuştur. Bunun için muallimlerin işi Allah katında çok önemli ve değerli bir şeydir.
Allah’u Teâlâ’nın sayılamayacak kadar birçok maddi ve manevi yaratıkları vardır. Allah sadece insanda kendisi hakkında “Ehsen-ül Halikin” ne güzel yaratıcıdır kelimesini buyurmuştur. Çünkü varlıklar içerisinde insan eşref-ül mahlûkattır. İnsan yeryüzünde Allah’ın halifesidir. Allah insana böyle değer verdiği halde, insan kendi değerinin kıymetini bilmez ve cehalet vadisine giderse, bu insanın sonu bedbaht olur. Hz. İmam Ali (a.s) şöyle buyuruyor; “Bir insan kendi değerini bilmiyorsa, bu onun cahil olmasına kâfidir”
Varlık içerisinde insanın önemli bir konumu ve yeri vardır. İnsan bu makamın değerini bildiği ve bu doğrultuda yaşadığı zaman kemale doğru ilerler. İnsan mahlûkat içerisinde çift boyutlu bir varlıktır. Bu iki boyut nefis ve akıldan ibarettir. Bu iki boyuta manevi ve maddi boyutta denilebilir. İnsan bu iki özellikten terkip olan bir varlıktır. İnsandaki bu iki cihet ve yön birbirlerine tezat ve düşmandırlar. Nefsin isteklerini manevi boyut kabullenmez ve reddeder, manevi boyutun isteklerini ise maddi boyut reddeder. Dolayısıyla bu iki boyut birbirlerine karşı mücadele içerisindedirler ve birbirlerine karşı savaşım vermektedirler. Bu mücadele ve savaşımda ölüm ile son bulur ve noktalanır.
Cihadı-ı ekber de insanın başarılı olabilmesi için ilim faktörüne çok önem vermesi ve ondan faydalanması gereklidir. İslam dininin konularının tamamının kökünde ilim yatar. İlahi kavramlara göre ilim çok önemlidir ve şarttır. İlim hakkında İslam kaynaklarında Müslümanlara ışık tutan birçok nurlu kelamların yanı sıra dört tane önemli ve meşhur hadis vardır. Bu hadis-i şeriflerin her birinin ayrı ayrı tahlilleri vardır. Hadisler şunlardan ibarettir:
Birinci hadis: Hz. Peygamber (s.a.a) şöyle buyuruyor;“İlim talep etmek bütün Müslüman erkek ve kadınlara farzdır.”
İkinci hadis: Hz. Peygamber (s.a.a) şöyle buyuruyor; “İlim Çin’de bile olsa gidin onu alın.”
Üçüncü hadis: Hz. Peygamber (s.a.a) şöyle buyuruyor; “Beşikten mezara kadar ilim öğrenin.”
Dördüncü hadis: İmam Cafer Sadık (a.s) şöyle buyuruyor; “İlim ve hikmet müminin yitik malıdır, onu nerede bulsa olmalıdır.”
Birinci hadisi şerifte iki önemli nokta vardır. Birinci nokta şundan ibarettir; Bu hadis umumu kapsayan bir kavramdır. Zira ilmin bütün Müslümanlara farz olduğu buyrulmuştur. İslam dininde bazı farz hükümler vardır ki, bunlar erkeklere farzdır ama kadınlara farz değildir. Veya kadınlara farzdır ama erkeklere farz değildir. Örneğin, cihat etmek erkeklere farzdır ama kadınlara farz değildir. Ama ilim öğrenme konusunda İslam dini böyle bir ayrım yapmamış ve ilim öğrenmenin bütün erkek ve kadınlara farz olduğunu vurgulamıştır. İkinci önemli nokta ise, hadiste bulunan farz kelimesidir. Her Müslüman’ın namaz kılması, oruç tutması, hacca gitmesi... farz olduğu gibi ilim öğrenmesi de farzdır. Hatta ilim bunlardan da önemlidir. Zira ilim bütün dini kavramların ve ibadetlerin kökünde olmalıdır. Ayrıca bu ibadetler ilim ile mana ve mefhum kazanır. İkinci hadiste, ilmi beşikten mezara kadar talep ediniz emri verilmiştir. Bu hadisi şerifte de zaman mesajı vardır. İslam dininde birçok farz hükümler zamanlı farzdır. Örneğin, hac, namaz, oruç vs. ibadetlerin belirli bir zamanı vardır. Bu farzları zamanı gelmeden önce yapmak doğru değildir. Akşam namazının vakti girmeden akşam namazını kılmak batıldır. Mübarek Ramazan ayı gelmeden Ramazan ayı orucunu tutmak batıldır. Ama ilim konusunda böyle belirli bir zaman kavramı yoktur. İşte bunun için her zamanda ilim öğrenmek farzdır.
Üçüncü hadiste ise, Çin de bile olsa ilim arayınız emri verilmiştir. Hadiste Çin kelimesinin geçmesinin iki nedeni olabilir. Birinci neden: Hicaz bölgesine uzak olan devletlerden birisi Çin devletidir. Yani ilim o uzak diyarlarda bile olsa yılmayın, gidin onu alın. İkinci neden: Daha o günden Çin devletinde pozitif ilimlerin emareleri vardı. Hz. Peygamber (s.a.a) o pozitif ilimleri dahi gidin alın buyurmuş olabilir.
Dördüncü hadiste, hikmetin müminin yitik malı olduğu vurgulanmıştır. Değerli bir eşyasını veya cüzdanını kaybeden birisi, kaybettiği şeyi bir münafığın veya bir kâfirin elinde gördüğünde gidip onu ister. İlimde kaybedilen değerli eşyalar gibidir. İlim kimde olursa olsun Müslüman gidip o ilmi ondan öğrenmelidir.Hadis-i kudsi de Allah’u Teâlâ Hz. Nuh’a şöyle buyuruyor; “...söylenene bak söyleyene değil...” Bu hadis ilim konusunda Müslümanların şiarı olmalıdır.
Arapça “El-İlm” isminde aylık yayınlanan bir derginin kapağının dört köşesinde yukarıdaki dört hadisin yazıldığını gören bir Alman profesörü, derginin genel müdürüne bu sözler sizin Peygamberinizin mi sözleridir diye sorar. Derginin müdürü evet diye cevap verir. Profesör biraz sessiz kalıp düşündükten sonra şöyle dedi; Yazıklar olsun sizlere, bir dinin Peygamberi inananlarına ilim hakkında bu tür emirler verdiği halde, Müslümanlar ilimde, fende bu kadar geri kalmışlar. İşte bundan dolayı yazıklar olsun diyorum.
Bu Alman profesörünün eleştirisi yerinde ve olumlu bir eleştiridir.
İlim o kadar değerlidir ki sahibini korur, ona değer ve izzet kazandırır. Bunun için ilim adamlarının faktörleri ve etkileri olmalıdır. Allah’u Teâlâ şöyle buyuruyor; “Yaratan Rabbinin adıyla oku. O insanı aşılanmış bir yumurtadan yarattı. Oku! İnsana bilmediklerini öğreten, kalemle (yazmayı) öğreten Rabbin, en büyük kerem sahibidir.”1
Bu ayet-i kerimede Allah, “oku” buyurduktan sonra “O öğretti” buyuruyor. Yani ilim adamının işi Allah’ın işidir. İlim adamı öğretici olduğu için Allah’ın bu sıfatıyla vasıflanmış demektir. Elbette Allah asl olarak ilim adamı da fer’i olarak bunu yapmaktadır. Yine ilim adamının işi Peygamberlerle aynı işi yapmaktır. Allah’u Teâlâ şöyle buyuruyor; “Ümmilere içlerinden, kendilerine ayetlerini okuyan, onları temizleyen, onlara kitabı ve hikmeti öğreten bir
Peygamber gönderen odur. Kuşkusuz onlar önceden apaçık bir sapıklık içerisindeydiler.”
Bu ayette de görüldüğü gibi, ilim adamlarının, muallimlerin yaptığı Peygamberlerin yaptığı ile aynıdır.
Sevap ve mükâfat bakımından öğreticilerin ve ilim adamlarının sevabını incelediğimizde, İslam dini ilim adamlarının mükâfatlarını çok yüce değerlendirmiştir. İlim adamlarından maksatta sadece din adamları değil de aksine bütün ilim dallarındaki ilim adamlarıdır. Yani, bir doktor tıp dalında, hukukçu hukuk dalında, fizikçi fizik dalında, öğretmen eğitim dalında, din adamı dini konular dalında, hepsi birer âlimdirler.
Allah’u Teâlâ şöyle buyuruyor; “Kim, karşılık olmaksızın bir cana kıyarsa veya yeryüzünde bozgunculuk çıkarırsa bütün insanları öldürmüş gibi olur. Her kimde bir canı kurtarırsa bütün insanları kurtarmış gibi olur.”
Bu ayette iki önemli konu var. Bunlar, öldürmek ve ihya etmektir. Bu iki konu ise kendi içinde dörde ayrılır. Şöyle ki, öldürmenin ve ihya etmenin hem zahiri yönü vardır ve hem de manevi ve hakiki tarafı vardır. Örneğin, yolda trafik kazası geçiren bir yaralıyı aracına alarak hastaneye getiren ve o yaralının iyileşmesine vesile olan bir insanın bu yardımı ve yaptıkları takdire şayan şeylerdir. Bu işe hem Allah ve hem de insanlık değer vermektedir. Bu ihya etmenin bir çeşididir. Bir insan birisinin hidayet bulmasına, kötü yoldan kurtulmasına vesile olursa onu ihya etmiş demektir. Buda manevi ve hakiki ihya etmektir. Her iki ihyada da bir insanı ihya etmek bütün insanlığı ihya etmekle eş değerdedir.
Öldürmekte iki kısımdır. Birincisi, birisini katlederek onu öldürmektir, ikincisi ise birisinin kötü yola düşmesine, sapmasına ve zararlı bir kişi olmasına sebep olmaktır. Bu ikisinden her hangi birisini de yapan bütün insanlığı öldürmüş gibi günahkâr olur.
Hayber savaşında durum çok hassas ve önemliydi. Çünkü birinci, ikinci ve üçüncü gün Müslümanlar mağlup olmuşlardı. Müslümanların moralleri kırık ve ruh halleri bozuktu. Bunun tam aksine İslam düşmanlarının da ruh halleri ve moralleri çok yüksek bir seviyedeydi. Bunun için İslam ve Müslümanlar büyük bir tehlike ile karşı karşıya idiler. Böyle bir halde, akşam vakti Hz. Peygamber (s.a.a) şöyle buyurdular; “Yarın sancağı öyle birisinin eline vereceğim ki Allah ve Resul-ü onu sever, oda Allah ve Resulünü sever.”
Bu cümleler çok önemli cümlelerdir. Zira tarihi anlatmak ve okumak tarihten noktalar çıkarmanın yanında pekte önemli değildir.
Ertesi gün Hz. Ali (a.s) ın gözleri ağrıyordu. Hz. Peygamber (s.a.a) Ali (a.s) ı sesletti ve bir mucize ile Ali (a.s) ın gözlerinin ağrısı dindi. Hz. Peygamber (s.a.a) sancağı Ali (a.s) ın eline verdi. Ortam ve durum çok hassastı. Ali (a.s) savaş hazırlığındayken, İslam’ın birinci şahsiyeti İslam’ın ikinci şahsiyetine bir şeyler buyuracaksa çok önemli şeyler olmalıydı. Böyle bir halde Peygamber (s.a.a) şöyle buyurdular ; “Ya Ali, Allah senin vesilen ile bir kişiyi hidayet ederse, bu senin için dünya ve dünyada olanlardan hayırlıdır.”
Yani, ey Ali şu anda yapmak istediğin şey çok önemli ve değerlidir. İslam için savaşacaksın. Sen galip geldiğin takdirde İslam ve Müslümanlar galip gelmiş olacak ama mağlup olduğun takdirde İslam ve Müslümanlar mağlup olmuş olacaklar. Ama şunu iyi bil ki bundan daha mühim ve önemli olan şey vardır. Eğer bir insanın hidayeti bulmasına, doğru yola gelmesine veya adam olmasına vesile olursan, bunun sevabı sadece burada savaşmaktan fazla olmaz aksine bunun sevabı dünya ve dünyada olanlardan hayırlı olur. İşte görüldüğü gibi ilim adamları ve eğitimcilerin sevap ve mükâfatları bu denli önemli ve çoktur. İslam dininde hangi ibadete bu kadar sevap ve mükâfat belirtilmiştir! İlmin sevap ve değeri bu denli fazla ve önemliyken, kırk-elli yıl namaz kılıp da Fatiha süresinin manasını bilmeyenlere rastlıyoruz. Birçok zorluk ve maddi külfetlere katlanıp da haccın mana, sebep ve felsefesini öğrenmeden, bilmeden hacca gidenleri görüyoruz. Bunların sebebi, ilim noktasına dikkat edilmemesi ve ilme değer verilmemesinden kaynaklanmaktadır. İşte görüldüğü gibi Ehlibeyt mektebinde ilme verilen değer bu denli önemlidir. Bu sebeplerden dolayı mektep mensuplarının bu önemli ve mükâfatı çok olan farza daha fazla dikkat etmeleri gerekir.
Her insan için dört kavram ve kanun vardır. Bunlar, veraset, (kalıtım) eğitim, beslenme ve çevre kanunlarıdır. Bu dört kanun kendi içerisinde menfi ve müspet olarak ikiye ayrılır.
Kalıtım kanunu, anne ve babada bulunan genler vasıtası ile çocuğa geçen vasıflara denir. Kıskanç bir anne ve babanın çocukları da büyük bir olasılıkla kıskanç olurlar. Zira genler vasıtası ile anne ve babada bulunan sıfatlar çocuğa sirayet eder. Bunun terside böyledir. Şöyle ki, insaflı ve merhametli bir anne ve babanın çocukları da büyük bir olasılıkla şefkatli ve merhametli olur. Eğitim kanunu da insan için çok önemlidir. Eğitim kanunu açısından yanlış ve kötü bir eğitim içerisinde olan insan kendisine ve topluma zararlı olur. Bu kişi eğer Müslüman ise din içinde dinsizlik eder, dine bidatler ve hurafeler sokar.
Beslenme kanunu da insan için çok önemli ve etkilidir. İslam dini beslenme kanunu hakkında özellikle anneye birçok emirler vermiştir. Örneğin, hamile kadınlara ayva, elma, armut yemeleri ve kokulu olan yiyeceklerden kaçınmaları tavsiye edilmiştir. Bunları tıp ilmide tavsiye etmiştir. İslam’a göre helal ve haram yiyeceklerde çocuğun ruhunda eserler bırakır. Bir çocuğun nutfesi haramdan teşkil olursa bu çocuk fasık olabilir.
Bu konuda Allame Meclisi’ den meşhur bir olay nakledilir. Bkz. İslam’da Evlilik ve Cinsel Sorunlar, s, 262.
Çevre kanununa gelince, insanın bulunduğu çevre salim, güzel ve sağlıklı bir çevre ise veya kötü, bozuk ve ahlaki değerlerden yoksun bir çevre ise, insan büyük bir olasılıkla o sele kapılacaktır. Çünkü akarsuyun aksine doğru yüzmek çok zordur. Çevre kanunu da insan hayatında bu denli önemlidir. Bir insanın bu dört kanunun bir tanesinde bile olumsuz alanda bulunması, insanın fitneci ve fesatçı olmasına sebep olabilir. Ama bazı insanlar her dört kanunda da olumsuz bir ortamda olmasına rağmen ilim vesilesi ile kendilerini kurtarmışlar ve hidayeti bulmuşlardır. İnsanlık ve İslam tarihinde bunun birçok örnekleri vardır. Ömer b. Abdul Aziz Emevi halifelerindendi. Halifeliğinin o kısa müddetinde Şia’ ya birçok hizmetleri olmuş ve toplumsal adaleti sağlayabilmiştir. Onun hilafeti zamanında İslam memleketlerinde pek fakir bulunmazdı. Hilafeti gasp etmesinin dışında tarihi açıdan iyi bir şahsiyetti. Ama imamet inancına göre bize göre kabul gören birisi değildir. Muaviye ve sonrasında olduğu gibi Ömer b. Abdul Aziz döneminde de Hz. Ali (a.s) a her namazdan sonra lanet etmek yaygındı. Ömer b. Abdul Aziz bu lanetlemeden fazlasıyla rahatsızlık duyuyordu. Bu sebepten dolayı uzun yıllar yapılan bu Emevi çirkefine bir son vermiş ve İmam Ali (a.s) a lanet edilmesini yasaklamıştır. Ömer b. Abdul Aziz’ in kendisi şöyle diyor; Ben eğer iyi bir insan olduysam, iyi bir insan olmama bir muallim vesile oldu. Görüldüğü gibi bir muallimin vermiş olduğu ilim, Ömer b. Abdul Aziz’ in toplumsal adaleti sağlamasına ve İmam Ali (a.s) a yapılan laneti kaldırmasına sebep olmuştur. Bunları yapan kişinin babası Abdul Aziz Emevi halifelerinin hatibiydi. O dönemde halifelerin hatibi minbere çıktığında İmam Ali (a.s) a lanet okumak zorundaydı. Aksi takdirde hatip olamazdı. Ömer b. Abdul Aziz babası hakkında şöyle diyor; babam çok usta bir hatip olmasına rağmen Hz. Ali (a.s) ın adına geldiğinde dili kekelerdi. Bir gün babama sordum; Sen çok usta bir hatip olmana rağmen neden Hz. Ali (a.s) ın adını diline getirdiğinde dilin kekeliyor? Bana şöyle cevap verdi; Eğer halk Ali’in faziletlerini bilseydi bizim etrafımıza toplanmazlardı. Ali faziletlerin kaynağıdır.
Abdul Aziz’ in bu hali oğlu Ömer’in veraset kanunu açısından çok kötü bir durumda olduğunu gösterir. Beslenme kanunu açısından da kötü bir konumdaydı. Zira o öyle bir babanın ekmeğini yiyordu ki, o babanın kazancı Hz. İmam Ali (a.s) a yapılan lanet ile ele geliyordu. Eğitim ve çevre kanunu açısından da iyi bir konumda değildi. Bunlara rağmen, bir muallimin Ömer b. Abdul Aziz’ in kalbine attığı bir kıvılcım zamanla alevlendi ve Ömer b.Abdul Aziz açısından olumsuz olan dört kanunu da etkisiz hale getirdi.
İslam tarihinde bunun örnekleri çoktur. Yezid’in oğlu Muaviye’ nin veraset kanunu babası ile aynıdır. Beslenme açısından da onlar Ehli Beyte muhalefet ve düşmanlık ederek kazançlarını temin ediyorlar ve içki gibi haram şeylerden de kaçınmıyorlardı. Çevre açısından da, Muaviye ve oğlu Yezid’in çevresi İslami değerlerden yoksun bir çevreydi. Böyle bir konumda olan Yezidin oğlu Muaviye akıllı ve takvalı bir âlimden almış olduğu birkaç günlük ders ve eğitimin neticesin de, melun babası öldükten sonra minbere çıkıyor ve halka şöyle haykırıyor; Allah dedem Muaviye’ ye ve babam Yezid’e lanet etsin. Ben Peygamberin halifesi değilim. Sizler boş yere benim etrafıma toplanmışsınız. Gerçekten Peygamberin halifesini istiyorsanız o, Medine’de İmam Seccad’ dır. Bu sözün üzerine Emeviler Yezid’in oğlu Muaviye’ nin niçin böyle olduğunu araştırdılar ve sebebin akıllı ve takvalı bir âlim olduğunu anladılar. Halkı korkutmak için âlimi bulup getirdiler ve halkın gözleri önünde canlı olarak toprağa gömüp öldürdüler. Onlar bunu çok iyi biliyorlardı ki, Yezit gibi birisinin oğlunu bir muallim tam manasıyla hidayet ehli yapabilir. Bu iki tarihi vakıada da görüldüğü gibi, ilim menfi tarafta olan dört kanunun müspet olmasına sebep olmuştur. Bunun için muallimlerin işi Allah katında çok önemli ve değerli bir şeydir.
Allah’u Teâlâ’nın sayılamayacak kadar birçok maddi ve manevi yaratıkları vardır. Allah sadece insanda kendisi hakkında “Ehsen-ül Halikin” ne güzel yaratıcıdır kelimesini buyurmuştur. Çünkü varlıklar içerisinde insan eşref-ül mahlûkattır. İnsan yeryüzünde Allah’ın halifesidir. Allah insana böyle değer verdiği halde, insan kendi değerinin kıymetini bilmez ve cehalet vadisine giderse, bu insanın sonu bedbaht olur. Hz. İmam Ali (a.s) şöyle buyuruyor; “Bir insan kendi değerini bilmiyorsa, bu onun cahil olmasına kâfidir”
Yorum