
Ayetullah Cevadi Amuli
Bismillahirrahmanirrahim
Muhkem Ve Müteşabih İnsanlar
Yüce Allah’ın tedvinî kitabının (Kur’an) müteşabih ve muhkem ayetleri olduğu, müteşabihlerin muhkemler ışığında çözümlendiği gibi, yaratılışın tekvinî kitabının da insanlık toplumunda müteşabihleri ve muhkemleri vardır.
Merhum Küleynî (r.a), bir ana başlık altında Ehl-i beytin (a.s), “Biz, beşerî toplumlarda yaratılışın muhkemlerindeniz ve diğer insanlar ise, yorumlanabilmeleri için varoluşsal Ümm’ül Kitab’a dönmeleri gereken insanlığın müteşabihleridir.” buyruğunu nakletmiştir. Ulemanın da Küleynî’den İmam Humeyni’ye (r.a), Şeyh Müfit’ten Ayetullah Erakî’ye( k.s), Şeyh Tûsî’den Ayetullah Golpayganî’ye (k.s) kadar varan muhkemleri vardır. Aynı şekilde müteşabihleri de vardır ve bunlar, bu kisveti geçim vesilesi kılmışlardır. İşte bu müteşabihlerin muhkemlere döndürülmesiyle ruhaniyet kitabı tefsir edilmelidir. Eğer ruhaniyetin kutsal harimi savunuluyor ve yüce makamı açıklanıyor ise bunun nedeni, meşhur din alim ve fakihlerinin Masum İmamlara (a.s) halife oluşlarıdır. Ecnebilerin gırtlağından çıkan her ölçüsüz ve dengesiz sözün hedefi bu şahsiyetlerdir. Ecnebiler asla müteşabihlere dokunmazlar, ancak müteşabihlerin de her zaman bahane oldukları unutulmamalıdır.
Talim Ve Tezkiye, Ruhaniyetin (Ulemanın) Asıl Görevi
Ruhaniyetin çalışmasının ana ekseni ancak iki şeydir. Bunlar, aynı zamanda bütün peygamberlerin (a.s) risaletinin aslî unsurlarını oluşturur. Bunlardan biri tezkiye ve diğeri ise talimdir. Kur’an-ı Kerim bu gerçeğe şöyle vurgu yapmıştır:
“Onları temizleyen, onlara Kitab'ı ve hikmeti öğreten...”1
Birçok yerde tezkiye talimden öne geçirilmiş ve bazı yerlerde ise talim tezkiyeden önce zikredilmiştir.
Talimin tezkiyeden önce kullanıldığı yerlerde, onun tezkiye için mukaddime olduğu göz önünde bulundurulmuştur. Tezkiyenin talimden önce kullanıldığı yerlerde ise, onun talimden öncelikli olduğuna nazar edilmiştir. Ulemanın işi ve çalışması, ne bundan fazladır ve ne de az. Eğer kitab ve hikmetin talimi ve tezkiye görevi ruhaniyetin üzerinden kaldırılacak olsa, artık ruhaniyetin/ulemanın hiçbir işi kalmayacaktır. Ruhaniyetin asıl işi iki şeydir ve kim de bu iki şeye engel olursa, ulema kıyam eder. “Onlara kitab ve hikmeti öğretecek, onları temizleyecek...”2 Peygamberlerin sünnet ve siretinde okuduğunuz şey de bu iki temel ilkeden ibarettir. O savaşlar, bu temel ilkelerin yürürlüğe konmasının mukaddimesi olduğu için yapılmıştır. O barışlar da bu ilkelerin uygulanmasına zemin hazırladığı için gerçekleşmiştir. Peygamberlerin bundan fazla bir iş ve görevi yoktu, ruhaniyetin de görevi bunun ötesinde değildir. Kur’an-ı Kerim, talim konusunun iyice açıklanabilmesi için yaşam atmosferinin ilim ve kültür atmosferi olması ve bunun yanısıra ruhun arınmasını temin etmesi gerektiğine dikkat çekmiştir. Kur’an-ı Kerim’in her insana tavsiyesi şudur: Hangi koşullarda olursanız olun, ilim atmosferinde nefes alıp verin; eğer taklit eden isen araştırarak taklit etmelisin, eğer taklit edilen isen araştırmaya dayalı olaral taklit edilen olmalısın, eğer tasdik ehli isen araştırarak kabul etmelisin, eğer tekzip ehli isen bunu da araştırmaya dayandırmalısın. Açık din kültürü ve ilim atmosferi olmaksızın hiçbir kabul ve red, hiçbir önderlik ve izleyicilik olmayacaktır. Toplumun tasdikinin de, tekzibinin de, önderliğinin de izleyiciliğinin de bilimsel olması gerektiğini Kur’an’ın dört ayetine dayandıracağız.
Küleynî (r.a), İmam Cafer Sadık’tan (a.s) şöyle rivayet etmiştir:
“Şüphesiz ki münezzeh ve yüce Allah, kullarını iki sağlam kalede korumaya almıştır: Bir şeyi onaylamak veya yalanlamak istediklerinde, bunu araştırmaya dayandırmalıdırlar. Araştırmaya dayalı onaylamanın ayeti şudur: Peki, Kitap'ta Allah hakkında gerçekten başka bir şey söylemeyeceklerine dair onlardan söz alınmamış mıydı.3 Yalanlamanın da araştırma ürünü olması gerektiğini bildiren ayet ise şöyledir: Onlar, ilmini kavrayamadıkları ve henüz yorumu da kendilerine bildirilmemiş olan şeyi yalanladılar.4”
İmam Cafer Sadık’ın (a.s) çıkarımına göre bu iki ayet, kimsenin araştırma yapmaksızın tasdik veya tekzip etme hakkına sahip olmadığını kanıtlamaktadır. İsbat ve nefy, ancak ilim ve yakin çerçevesinde gerçekleşebilir.
Önderlik ve izleyiciliğin sorumluluğunu açıklayan diğer iki ayet ise şunlardır:
“İnsanlardan, bilgisi olmaksızın Allah hakkında tartışmaya giren ve her azgın şeytana uyan birtakım kimseler vardır.” 5
“İnsanlardan bazısı, bir bilgisi, bir rehberi ve (vahye dayanan) aydınlatıcı bir kitabı olmadığı halde, sırf Allah yolundan saptırmak için yanını eğip bükerek (kibir ve azamet içinde) Allah hakkında tartışmaya kalkar.” 6
İlk ayet, bazı insanların araştırma yapmaksızın birilerinin peşine takılıp gittiklerini, dolayısıyla da izlediklerinin ve itaat ettiklerinin şeytan mı, yoksa melek mi olduğunu bilmediklerini buyurmaktadır. Çünkü bu hareket araştırmanın ürünü ve sonucu değildir. Ayetin özgün metninde geçen “merid” kelimesi, “serkeş ve azgın” anlamınadır.
İkinci ayet ise bazı insanların batınî veya haricî delili olmaksızın, tabiat veya tedvin kitabı olmaksızın, akıl veya kalbi olmaksızın, husulî veya huzurî ilmi olmaksızın boyun eğdiklerini, insanların itaat etmesini sağladıklarını buyurmaktadır. Bu itaat edilen araştırmadan yoksun saptırıcıdır ve itaat eden de araştırma yoksunu dalalete düşendir. Buna binaen din atmosferinde bir şeyi kabul veya reddetmek isteyen, önderlik veya itaat etmek isteyen kimse önce araştırma yapmalı ve yapmak istediği şeyi araştırmaya dayandırmalıdır. Bunlar, dinde açıklanan temel ilkelerdir.
Ruhaniyetin Melek Huyluluğu Hakkındaki Hadisler
Bazıları, bu temel ve asli ilkeleri gözetmekle birlikte, “Müminlerin hepsinin toptan sefere çıkmaları doğru değildir. Onların her kesiminde bir gurup dinde (dinî ilimlerde) geniş bilgi elde etmek ve kavimleri (savaştan) döndüklerinde onları ikaz etmek için geride kalmalıdır.”7 ayetine istinaden uzun yıllar boyunca ilim ve araştırma merkezlerinde tahsil yapmış, eğitim almış ve dinde uzmanlaşmışlardır.
Yüce Allah Resulünün (ona ve evlatlarına binlerce selam ve sena olsun) buyruğu uyarınca bunlar, melek huylu insanlardır. Yüce Allah Resulünden (s.a.a) rivayet edilen hadis şöyledir: “İlahi ilimler öğrenmek için evinden çıkan kimseye münezzeh ve yüce Allah arşın üstünden şöyle hitap eder: Kulum, ne mutlu sana/yolun açık olsun! Nereye gitmek istediğini biliyor musun? Sen mukarreb meleklere benzemek istiyorsun.” Böyle bir insan, yüce Allah’ı anmaktadır ve Hakk’ı anan kimsenin ulaşacağı makam şudur: “Kim Allah'tan korkarsa, Allah ona bir çıkış yolu ihsan eder. Ve ona beklemediği yerden rızık verir.” 8
Yüce Allah’ı anmaktan kaçan ve yüz çeviren ise sıkıntı ve darlıkta olacaktır. “Kim de beni anmaktan yüz çevirirse şüphesiz onun sıkıntılı bir hayatı olacaktır.” 9 Allah’ı anan kimse bolluk ve genişlikte olacaktır.
İlahi ilimleri öğrenmek için evinden çıkan kimse, her meleğe değil, mukarreb meleklere benzer. Meleklerin farklı makam ve dereceleri vardır: “Bizim her birimiz için, bilinen bir makam vardır.”10 Mukarreb melekler ise bunların hepsinden üstündür. Buna göre ilim öğrenmek isteyen kimse, mukarreb meleklere benzemek isteyen kimsedir.
Bu hadisin daha iyi anlaşılabilmesi için Kur’an ayetleri gibi tefsir edilmelidir. İmam Zeyn’el Abidin’e (a.s) soruldu: Bir din araştırmacısı mukarreb meleklere nasıl benzer? İmam (a.s) buyurdu: “Münezzeh ve yüce Allah’ın, “Allah, melekler ve ilim sahipleri, ondan başka ilâh olmadığına adaletle şâhitlik ettiler. O’ndan başka ilâh yoktur.”11 buyurduğunu duymamış mısın? Tevhid ilminde Allah’ın vahdaniyetinin ilk şahidi Allah’ın kendisidir (ilahlığın kendisi bunun şahididir), sonra mukarreb melekler şahittirler ve onlardan sonra da ilim sahipleri. İlim sahiplerinin efendisi yüce Allah Resulüdür (s.a.a), ondan sonra Ali b. Ebutalib’dir (a.s), sonra Ehl-i beyti (a.s) ve sonra da mektebin alimleridir.”
İnsanlığın Birinci, İkinci Ve Üçüncü Öğretmeni
Aristo’nun birinci ve Farabi’nin de ikinci öğretmen olduğu nakledilmiştir. Bunların öğretmenlikleri, olsa olsa husulî konularda olur. Enbiya mektebinde ise, İmam Zeyn’el Abidin’in (a.s) de buyurduğu gibi, insanlığın birinci öğretmeni Allah Resulüdür (s.a.a), ikincisi İmam Ali b. Ebutalib (a.s) ve üçüncüsü de Hz. Fatıma’dan (s.a) başlayan ve Hz. Mehdi (a.f) ile son bulan Ehl-i beyt (a.s) silsilesidir. İmam Zeyn’el Abidin (a.s), Ehl-i beytten (a.s) sonra da din alimlerinin geldiğine temas ederek şöyle buyurmuştur: “Onlar ki, Kur’an ve itretin doğru yolunda hareket etmiş, bizim ilimlerimizi öğrenerek bize bağlanmışlardır. Bizler meleklerin dengiyiz, melekler gibiyiz ve sizler de bizim benzerimiz ve yakınlarımızsınız. Bu öğretiler uğrunda bir ömür veren alimler meleklere benzer; hem biz onlarlayız ve hem de melekler, hem onlar bizimledir ve hem de melekler onlarladır.”
Buna göre merhum İmam, Ayetullah el-Uzma Golpaygani, Ayetullah el-Uzma Eraki... gibi geçmiş bütün merciler (k.s), hidayet önderi İmamlara (a.s) ve mukarreb meleklere yakınlaşmışlardır. Onların işleri böyledir. Bu da kolay bir iş değildir. Konu, on yıl veya yirmi veyahut da otuz yıl tahsil yapmak değildir. Bazı insanlar mercilere ve alimlere yakındırlar, merci ve alimler Ehl-i beyte (a.s) yakındırlar ve Ehl-i beyt (a.s) mukarreb meleklere yakındırlar ve onlar da zatı mukaddes Allah ile birlikte vahdaniyete şahitlik ederler.
Ruhaniyetin Masrafının Mekteb Tarafından Sağlanması
Şunu bilmeliyiz ki, muhkemlerin bir parçası, iftihar nedenlerimizden olan ve örneklerini gördüğünüz, sürekli olarak iç ve dış düşmanların hedefi olan asil ruhaniyet semavi şahsiyetlerdir. Onlar melek huylu ve melek davranışlı insanlardır. Melekler ve masum İmamlar (a.s), ne insanlardan ve ne mektepten ve ne de mektebin yaratıcısından ücret istemezler. Masum İmamların (a.s) düşünce ufkunu görün, budur işte. Bazı insanlar vardır ki din hizmetini araç edinirler. Onlar konumuzun tamamen dışında ve müteşabihlerdendir. Fıkıh ve fekahatin bayraktarı ve öz dinî medeniyetin aslî temel atıcıları olan gerçek alimler, İmamlar gibi ve meleklerin dengidirler; onlar ne halktan, ne mektepten ve ne de Allah’tan bir ücret talep etmezler.
Hem Seyyid b. Tavus ve hem de diğer büyüklerin çoğu bu değerli hadisi fetva belgesi olarak kabul etmiş ve şöyle demişler: Ne masum İmamlar (a.s) ve ne de onlara müntesep özel alimler, dine hizmeti, Allah inancına hizmeti, Allah’a kulluğu asla dünyalık bir şey için yapmazlar. Hatta onlar, cehennem korkusuyla da ve cennet şevkiyle de kulluk ve ibadet etmezler. Bunlar, “Seni ibadete ehil gördüm.” cevherini slogan edinen özgürlerdir. Cehennem korkusu için veya cennet şevki için Allah’a ibadet eden kimsenin ibadetinin batıl olduğunu söyleyen meşhur fakihlerin sayısı hiç de azımsanacak gibi değildir. Fakihlerin çoğu bunu söylemişlerdir. Ancak Şeyh Bahaî’den başlayarak Ürvet-ul Vuska kitabının sahibine, bizim merci ve üstadlarımıza kadar olan fakihler, İbn Tavus’ların karşısında durup şöyle dediler: Büyük fıkıhı küçük fıkıhla karıştırmayın, bu arifâne yaklaşımı ilm-i hal kitaplarına yansıtmayın, cehennemden korktuğu için veya cennete duyduğu aşk için Allah’a ibadet eden kişinin ibadetinin batıl olduğuna fetva vermeyin.
Cehennem korkusuyla veya cennet aşkıyla yapılan ibadetin batıl olduğuna fetva veren meşhur fakihlerin sayısı az değildir ve İbn Tavus da onların arasındadır. Onlar, şükretmek amacıyla Allah’a ibadet edilmesi gerektiğini ve bunun da, özgürlerin ibadeti olduğunu bildirmişlerdir. Bunlar, mektebi tebliğ etmek ve yaymak için de onun bunun kesesine göz dikmemişlerdir. Bunlar, din siperinin koruyucularıdır; din bunların eliyle ulaştırılmıştır. Bahr’ul Ulum ve İbn Fahd Hillî gibileri vardır burada. İbn Tavus “İkbal” kitabında şöyle yazar: Ben, astronomi kurallarına bakmadan veya bir astronoma sormadan veyahut da istihlal etmeden ve ufka bakmadan ayın ilk gününün ne zaman olduğunu bilen insanlar tanıyorum. Seyyid İbn Tavus “İkbal” kitabının bir kaç yerinde bu sözünü tekrarlamış ve kendisinin de bunlardan olduğunu bildirmiştir. Kadir gecesi konusu gündeme geldiğinde şöyle diyor: “Kadir gecesinin ne zaman olduğunu bilen kimseleri ben gördüm ve buldum. Kadir gecesinin ne zaman olduğunu bilmek kolaydır, bunun da ötesini bildiğini söyleyen kimse sizi şaşırtmamalıdır. Kur’an’ı, İmamı (a.s), Peygamberi (s.a.a), Allah’ı tanıyan kimse için Kadir gecesini tanımak basit bir husustur.”
Bir yanda cehennem korkusuyla veya cennet şevkiyle dine tutunan, ibadet eden kimsenin ibadetinin batıl olduğuna fetva veren fakihler vardır ve öte yanda da dini irtizak vesilesi yapan, din üzerinden ekmek yiyen... alimler.
Unutulmaması gerekir ki Seyyid b. Tavus’un yolunu izleyen, fakat işi kolaylaştırmak için de cehennem korkusuyla veya cennet aşkıyla ibadet eden kimsenin ibadetinin doğru ve geçerli olduğuna fetva veren müçtehitler ve büyük alimler de vardır. İbadetin üç kısım olduğunu bildiren İmam Ali’nin (a.s) hadisi ve ibadet edenlerin üç kısım olduğunu bildiren Hüseyin b. Ali’nin (a.s) hadisi, her üç ibadet türünün sahih olduğunun kanıtıdır. Bundan dolayı da çağımızın büyük ariflerinden olan merhum Mirza Cevad Ağa Tebrizî (kuddise sirruh), “İbadetin Sırları” kitabında İbn Tavus’un sözünü eleştirerek şöyle demiştir: “Böyle bir fetvanın verilmesi uygun değildir. Bir felsefeci aklî odaklanmalarını fıkıh alanında uygulayamayacağı gibi, bir arif de irfanî kazanımlarını fıkıh alanında uygulama iznine sahip değildir.”
Ulema da İmamlara (a.s) uyarak dindarlığın ve dine bağlılığın Allah için olması gerektiğini, mükafat için ibadet etmenin yakışık kalmayacağını bilmektedir. Bunlar, dine bağlılığın ve ibadetin özünü cehennem korkusuna veya cennet şevkine kurmadıkları taktirde, elbette ki halktan talep edebilecek ve beyt’ül maldan yardım alabileceklerdir. Eğer bu alimler melekler gibi ve “İyi kimseler, saygıdeğer elçilerin eliyle...”12 türünden olmasalardı, on dört asır boyunca din onların eliyle her türlü tehlikeden korunmuş olmazdı. Bazıları dini korumak ve himaye etmek istemişlerdir, ancak onlar Allah tarafından baltalanmışlardır. “Allah onların davranışlarını çirkin gördü ve onları geri koydu; onlara «Oturanlarla beraber oturun!» denildi.”13
Doğruluk ve değerleri korumak için savaşa katılmak, cihat siperlerinde varlık göstermek her munafıka, her iki yüzlüye nasip olmayacağı gibi, dini ihya etme tevfiki de herkese nasip olmaz. Zatı mukaddes Allah şöyle buyurmuştur: Liyakat ve yeterliliği olmayan kimseler dine yardım etmek istediler ve biz onlara, ‘Yerinize oturun.’ dedik. “Onlara ‘Oturanlarla beraber oturun!’ denildi.” Ayette geçen “oturanlar”, yaşlı kadın ve erkek veya çocuklardır. Yani siz yaşlı kadınlarla, yaşlı erkeklerle ve de çocuklarla oturun. “Öldürülmesi takdir edilmiş olanlar, öldürülüp düşecekleri yerlere kendiliklerinden çıkıp giderler.”14
Siz dini koruma liyakatine sahip değilsiniz; dinin asil koruyucu ve bekçileri, yazgıları şehadet olan kimselerdir. Şeyh Müfit’ten Erakî’ye, Küleynî’den Golpayganî’ye, Şeyh Tusî’den Merhum İmama (Allah’ın selat ve selamı onların üzerine olsun) kadar fakihler eliyle dinin ihya edilmiş olması, bu bereketten kaynaklanıyor. Merhum Hâce Nasir’uddin Tusî bir dersinde, Bahr’ül Ulûm’un nakline göre Seyyid Murtaza’dan bir fetva aktarırken kasıtlı olarak, “Seyyid Murtaza (salavatullahi aleyh) şöyle demiştir...” dedi. Hâce Nasir’ud Din Tusî’nin öğrencileri bunun karşısında şaşkınlıklarını gizleyemedi. Merhum Hâce, öğrencilerinin şaşkınlığını gidermek için şöyle buyurdu: Murtaza‘ya, yani dini Allah katında beğenilen, Allah’ın rızasına mazhar olan birine Allah salat etmez mi? Ahzâb sûresine bir bakın. Orada iki salavat zikredilmiştir. Onlardan biri, Allah Resulüne (s.a.a) özeldir ve diğeri ise o hazretin gerçek izleyicilerine. Allah Resulüne (s.a.a) özgü olan salavat hakkındaki ayet şöyle buyurmaktadır: “Allah ve melekleri, Peygamber'e çok salavât getirirler.”15 Doğrucu müminlere (ki bunların en canlı ve en mükemmel örneği mektebin taklit mercileri ve alimleridir) mahsus olan salavat hakkındaki ayet ise şöyle buyurmaktadır: “Sizi karanlıklardan aydınlığa çıkarmak için size salavat gönderen O'dur ve melekleridir.” 16
Bu yolu doğru tanıyan, din kültürünün ana eksenini ve unsurlarını ihya eden ve bu yolda doğru hareket eden birine Allah’ın melekleri salavat gönderir. Bu zümrede yer alanlar ne insanlardan, ne mektepten ve ne de yüce Allah’tan bir şey talep etmezler. Bu zümre, ruhaniyetin seçkinleridir. Bahr’ül Ulûm, İbn Tavus, Fahd-i Hillî... de bunlardandır. Bu zümre dışında olanlar, yaptıkları her iş için belki de Allah’tan mükafat taleb ederler ve Allah da bunların hem dünya ve hem de ahiret mükafatlarını temin etmiştir. Bunların uhrevi mükafatı cehennemden kurtuluş ve kıyısından nehirler akan cennete nail olmaktır. “Kullarım arasına katıl ve cennetime gir!”17 şeklinde ve şahsına munhasır olarak Kur’an’da geçen ilahi mülakat cennetine ulaşmak ise bir takım özel alimlere mahsus bir makamdır. Başkaları bu yüce makama ulaşamazlar belki, ama onlar da cennet saraylarının önde gelenlerindendirler. “Allah sizden inananları ve kendilerine ilim verilenleri derecelerle yükseltir.” 18 Bu “dereceler”, kendilerine ilim verilenlere özgüdür. Bunlar, işlerini Allah için yapar ve Allah’tan mükafat isterler. Yüce Allah bunları geçim sıkıntısından, onun bunun kesesine göz dikmekten kurtarmak için bunların özgürlüğünü temin eder. Mektebi öyle bir şekilde arındırmış ve tedvin etmiştir ki, mektebin yönetimi İmamlardan (a.s) sonra bunların elindedir. Bunlar kimsenin ekmeğine muhtaç değildir. Değerli alimler kendi kıymetini bilmelidir, kimsenin ailesi olmadığını ve hatta başkalarının da ruhaniyet sofrasına oturduğunu bilmelidir. Allah için ilim öğrenen, Allah için amel eden ve öğrendiğini de Allah için yayan bir alim kimsenin ailesi değildir, mektebin kendisi onun geçimini temin edecektir. Madde ve tabiat dünyasında kendisini temin edemeyen bir mekteb kalıcı olamaz. İnsan; yemeyen, pazarda yürümeyen, yemeği tesbih ve zikir olan melek gibi olmadığına göre mektebin kendisi onu geçindirecektir. Sözü edilen geçim temini şudur: Zekat, enfal, fey’ (savaş yapılmaksızın İslam devletinin eline geçen taşınır ve taşınmaz mal varlığı)... alanında iki ayetler grubu vardır ve bunların derlenip toparlanmasından şu sonuç çıkar: Dinî ilim havzalarını ve ruhaniyeti geçindiren, onların geçimini temin eden insanlar değil, bizzat mektebin kendisidir. Kur’an-ı Kerim’in birçok yerinde geçen bahsi edilen iki ayetler grubunun ilki şöyledir: “Ben, ona (peygamberliğe) karşılık sizden bir ücret istemiyorum.”19 Bazen de şöyle ifade edilmiştir: “Yoksa sen kendilerinden bir ücret istiyorsun da, bu yüzden onlar ağır bir borç altında eziliyorlar mı?”20 Kur’an-ı Kerim bir diğer yandan da şöyle buyurmuştur: “Sana savaş ganimetlerini soruyorlar. De ki: Ganimetler Allah ve Peygamber'e aittir.”21 Enfal, sahip olduğu geniş kapsamıyla birlikte mektebindir, fey’ mektebindir, savaş ganimetlerinin humusu mektebindir, madenlerin humusu mektebindir, dalgıçlık ürününün ve ticaretin humusu mektebindir, İslam devletinin bayrağı altında olan zimmînin Müslüman birinden satın aldığı toprağın humusu mektebindir, helal ile haramın karıştığı malın humusu mektebindir, yıllık gider ve masraftan artan malın humusu mektebindir, malın zekatı mektebindir. Bunlara “farz sadakalar” tabiri kullanılır. Kur’an-ı Kerim insanlara şöyle buyurmuştur: Ey insanlar! Size varlık veren ve sizin rızkınızı temin eden Allah, enfalı size vermemiştir; humusu, fey’i ve zekatı size vermemiştir. Bunlar tümüyle mektebindir ve eğer siz vermeyecek olsanız, temiz ve pak değilsiniz.
Şerî-Malî Yükümlülüklerin Ödenmesi, Müminlerin Arınma Etkenidir
Bir yandan temizliği ve kirliliği, öte yandan da temizleyiciyi ve kiri gidericiyi açıklayan bir mektebin mensupları olduğumuzdan dolayı şükretmeliyiz. Bu mekteb, Peygamberin (s.a.a) insanlara şöyle demesini emretmiştir: Birinci olarak, beyt’ül mala verdiğiniz mallar artık sizin değil, dinin malıdır. İkinci olarak, mektebin malı sizin elinizde/malınızda olduğu sürece siz pak değilsiniz. Üçüncü olarak, eğer temizlenmek ve pak olmak isterseniz mektebin malını beyt’ül mala ulaştırmalısınız. Dördüncü olarak, bağımsız olmadığınızdan dolayı birinin sizi yıkaması gerekir.
Bu sıraladığımız dört nokta, şu ayetten çıkarsanmaktadır: “Onların mallarından sadaka al; bu onları temizler, arıtıp yüceltir.”22 Ayette ifade edilen farz sadaka; enfalı, fey’i, humusu ve zekatı kapsar. Azımsanmayacak derecede humus alanları zekat mecmuası kapsamında ve farz sadakanın bir parçasıdır. Şeyh Tusî’nin (r.a) bu husustaki dikkate şayan tabiri şöyledir: “Onların mallarından sadaka al!” cümlesinin cevabı “Bu onları temizler.” değildir. Çünkü bu cümle, “sadaka” kelimesinin sıfatı olması bakımından mensub mahallindedir. Böylece ayetin anlamı şöyledir: Onların mallarından, temizleyici sadakayı al.
Bunun kısa açıklaması şöyledir: Bazen insan, hakî/maddi yaklaşımla şöyle düşünür: Beyt’ül mal, yoksulların ihtiyaçlarının karşılanması ve temini içindir. Bazen de semavi/manevi olarak şöyle düşünür: Beyt’ül mal toplumun temizlenmesi içindir. Bu olay evlilik konusunda da geçerlidir: Yani bazen insan evliliğe, içgüdünün kullanımı olarak bakar ve “Evlenmekle garizeyi doğru olarak yanıtlayın.” der. Bazen de melekut gözüyle evliliğe bakar ve “Evlenen kimse, şüphesiz ki dininin yarısını korumuş olur.” der. Bu farklılık, yer ile gök arasındaki farklılıktır. Bazen insan, aile temeli atmak, dindarlığını korumak için ve bazen de cinsel isteklerini tatmin etmek için evlenir. Cinsel isteklerini doyurmak için evlenenler, birbirlerine ulaşan erkek ve dişidirler. İnancını korumak için evlenenler ise iki insandır ki, kendilerini huzura kavuşturacak karşıt cinsiyle evlilik yapmıştır. “Kendileriyle huzura kavuşmanız için size kendi cinsinizden eşler yaratmıştır.”23 Dinin bütün getirileri böyledir. İlahi düşünen kimse, bütün fıkhî kural ve programlara melekut gözüyle bakar. Hakî düşünenler ise, fıkhî konulara sadece maddî çerçevede bakar ve karın doyurmak, maddî ihtiyaçların temini olarak düşünür.
Şeyh Tusî’nin (r.a) dikkat çektiği husus şudur: “Tutahhiruhum” cümlesinin zamiri “ente=sen” değildir. Eğer böyle olsaydı, emrin cevabı olacak ve de meczum olması gerekecekti. Oysa ki bu mustakbel fiili merfu ve sadakanın sıfatı olduğu için de mahallen mensuptur. Böylece çıkarsanan anlam şudur: Sadaka temiz olmayanları temizler.
İnsanlara söyleyin ki, “Eğer üzerinizde humus var ve siz bunu vermemiş iseniz, bilin ki temiz değilsiniz. Eğer vermeniz gereken zekatı vermemiş iseniz, temiz değilsiniz. Siz kendiniz temizlenmeyi istemelisiniz.” Durum bundan ibarettir. Semavi bir temizleyici gerekmektedir ve bu semavi temizleyici, temiz sadaka suyu ile sizi yıkar ve temizler. Çocuğun temizlenmesi için bir veli gerekir ve veli, temizleyici su ile çocuğun kir ve pisliklerini su ile temizler. Ehl-i beyt (a.s) da insanlığın velileridir. Sadaka temizleyici bir sudur, ancak bir de arındırıcıya ihtiyaç olduğundan dolayı ayet şöyle devam etmektedir: “Sen onları arıtıp yüceltirsin.” Yani sadak temizleyici sudur ve sen de onları arındırıp yüceltensin. Şerî açıdan malî yükümlülüklerini yerine getirmeyenler temiz değildir.
Ruhaniyet/ Ulema, insanlardan geçinmez. Bazı büyükler, halktan geçinen kimsenin avamlaştığını buyurmuştur. Bu tamamen doğrudur. Geçimini dinden de sağlamamalıdır diyen ise, hataya düşmüştür. Bunun hata olduğunu bizzat dinin kendisi öğretmiştir. Bu konu fıkıh alanında da ele alınmıştır. Konu ile ilgili hadislerde bazı örneklere temas edilmiş ve hükmü belirlenmiştir: Müezzin, kadı, Kur’an öğretmeni, ahlak öğretmeni, fıkhî hükümleri öğreten kimse... beyt’ül maldan geçinir. Ömrünü din ilimlerini öğrenmekle ve mektebi yaymakla geçiren kimsenin geçimini bizzat mektep üstlenmiştir.
Din ilimlerini öğrenmekle iştigal eden talebeler, geçimlerinin halk tarafından değil, bizzat mektep tarafından sağlandığını ve öngörüldüğünü bilse ve anlasalar, edep kurallarını gözetseler, bağlılık kemendinden korunsalar, şirin görünme yükünün altına girmeseler, her tür bağımlılıktan kurtulacakları gibi taayyün rengi taşıyan her şeyden azat olacaklardır. Bağlılık rengi taşıyan her şeyden azat olan kimse, yolun yarısını katetmiş olacaktır. Eğer zirve yapmak istiyorsa, taayyün rengi taşıyan her şeyden de azat olmalıdır.
Ruhaniyetin/ulemanın geçimi mekteptendir ve mekteb tarafından temin edilmiştir. Buna göre ruhaniyet de peygamberlerin dediği sözü demektedir: “Buna karşılık olarak sizden bir mükafat istemiyorum, benim mükafatım ancak alemlerin rabbi Allah’ın üzerinedir.” Yasîn sûresinde halkın kabulü için iki etkene şöyle dikkat çekilmiştir: “Sizden bir ücret istemeyenlere uyun, onlar doğru yoldadırlar.” 24
Ey insanlar, sizden bir şey istemeyenlerin ve güzel söze çağıranların sözüne uyun. Onlar hem doğru yoldadır ve hem de ücretsiz çalışırlar. Zannetmeyin ki onların geçimi sizin üzerinizdedir.
Son olarak istisna konumunda bir benzetmeye de dikkatinizi çekmek isterim. Allah göstermesin, eğer İmamiyenin meşhur fakih ve alimleri ticaret yaparcasına din tayin etselerdi ve bunu yaysalardı, insanların ruhaniyeti o güçlü olmadığı dönemde terketmesi gerekirdi. Oysaki Rızahan’ın baskı ve dikta döneminde ilim havzasını tesis eden Ayetullah el-Uzma Hâirî (kuddise sirruh), uzun süre Şia aleminin merciliğini üstlenen müçtehitler yetiştirmiştir.
“Binlerce sevgili olsa da gönlü çelen biridir.”
İşte o biri geldi de batıya ve doğuya şunu anlattı: Ruhaniyet/ulema sadece insanlardan değil, mektepten de bir şey istemez; ruhaniyet/ulema sadece cehennemden korkmamakla kalmaz ve sadece cennet özlemi çekmemekle kalmaz, yüce Hakkın celal, cemal ve yüceliğini özler ve arzular.
İşte bu, merhum İmam idi. Bütün tehlikelere göğüs gerdi, evini yıktılar, kütüphanesini yağmaladılar, her türlü iftirayı attılar, hakaretin her türünü reva gördüler. Ama İmamın dediği şey şu idi: “Ben Rabbim'den bir delile dayanmaktayım.” 25
Bugün de İmamın halefi aynı şeyi söylemektedir.
Altmışlı yıllarda Cuma namazının kılınması gerektiğine ve Cuma kılındıktan sonra da öğle namazını kılmaya gerek olmadığına inanıyor ve büyük fakih olan Ayetullah el-Uzma Eraki’nin (kuddise sirruh) Cuma namazlarına sürekli katılıyorduk. Ayetullah el-Uzma Eraki’nin (kuddise sirruh) bereketlerinden biri de, onun hutbelerinin eğitici ve öğretici olmasıydı. Bugün bile onun sesi özel bir nitelikle kulaklarımızda çınlamaktadır. Onun da, Ayetullah el-Uzma Golpayganî’nin de fakihliği hususunda çok şeyler söylenmiştir. Onun kurmuş olduğu “Dar’ul Kur’an’ın” özel bir yeri ve üstünlüğü vardır. Bu Ehl-i beyt evladı, Kur’an ve itreti bir arada toplamıştı. İmama, İslam düzenine ve İmamın halefine destek verilmesi gereken her durumda destek vermişti. Bu yüze makamı korumak ve değerini bilmek gerekir. Bu büyük mercilerin mateminde, sadece gençlerin ve yeni talebelerin değil, nice büyük alimlerin gözyaşı döktüklerini görmüşüzdür.
Bir gün Müminler Emiri Ali’ye şöyle dediler: Ya Ali, neden ağlıyorsun? İmam (a.s) buyurdu: Allah Resulünün (s.a.a) vefatının nice büyük bir feyzi bizden almış olduğunu bilmezsiniz.
Bir defasında da İmam Ali’ye (a.s) şöyle demişlerdi: Ya Ali, neden kına sürmüyorsun? İmam Ali (a.s) şöyle buyurmuştu: Biz, Allah Resulünün (s.a.a) matemindeyiz.
Aziz talebeler! Erakî’nin kim olduğunu, Golpayganî’nin kim olduğunu, İmamın kim olduğunu sizler bilmiyorsunuz. Bunlar gibi birkaç kişinin yetişebilmesi için binlerce din öğrencisi gelip gitmelidir. Bazıları yarı yolda ayrılır, bazıları hastalanır, bazıları ölür, bazıları ahlakî sorunlarla karşılaşır, bazıları bu yeteneğe sahip değildir... Ayetullah Erakî, Ayetullah Golpayganî ve İmam gibilerinin yetişebilmesi için binlerce koşul bir arada olmalıdır. Her bin yılda bir elif boylu zuhur eder. Bunların mezarlarının bulunduğu yerde din hakkında konuşmanın kendisi bereket kaynağıdır. Bunların mezarlarına saygı göstermek bereket kaynağıdır. Bunların adını yüceltmek bereket kaynağıdır.
1-Cuma, 2
2-Bakara, 129
3- A’râf, 169
4-Yûnus, 39
5-Hacc, 3
6-Hacc, 8
7-Tevbe, 122
8-Talâk, 2-3
Yorum