İlk Kaynaktan Hizbullah ve Nasrallah'ın Bilinmeyen Yönleri
İsrail karşısında kazandığı büyük zaferlerle İslam dünyasında apayrı bir yer edinen Lübnan Hizbullah hareketinin nasıl...
İsrail karşısında kazandığı büyük zaferlerle İslam dünyasında apayrı bir yer edinen Lübnan Hizbullah hareketinin nasıl kurulduğu, bugünlere nasıl geldiği ve Hizbullah lideri Seyyid Hasan Nasrallah'ın nasıl bir şahsiyet olduğunu, Hizbullah'n kurucularından olan Ali Ekber Muhteşemi anlattı.
Hüccetülislam Seyyid Ali Ekber Muhteşemi’nin Hizbullah’ın kuruluşu ve bunu takip eden süreç hakkında anlattıkları, kendisi örgütün kuruluşunda ve teşkilatlanmasında bizzat yer alan bir şahsiyet olduğu için, bu hareketin tahlilinde başvurulacak en güvenli kaynaklardan biridir.
Seyyid Ali Ekber Muhteşemi
Muhteşemi, Necef’teki ikameti ve tahsili esnasında Şehid Rağıp Harp ve Seyyid Abbas Musevi ile tanışmıştı, İslam Devrimi’nin zaferinden sonra ise İran İslam Cumhuriyeti’nin Şam büyükelçiliği görevini kabul ederek Hizbullah’ın kuruluşunda çok etkin bir vazife ifa etti.
Muhteşemi, Hizbullah’ın kuruluşu ve önderlerinin-özellikle Seyyid Hasan Nasrullah’ın- daha önce sözü edilmemiş bazı şahsi özellikleri hakkında konuştu.
İran İslam cumhuriyeti eski içişleri bakanı, Suriye Büyükelçisi ve şimdi de Uluslararası Filistin Konferansı Başkanı Sayın Ali Ekber Muhteşemi ile yapılan röportajı Fars News'ten Ozan Kemal Sarıalioğlu İsra Haber için çevirdi.
Bundan 25 yıl önce, Suriye’de İslam Cumhuriyeti’nin büyükelçiliği görevini ifa ederken Hizbullah’ın kurulması ve teşkilatlanmasında çok önemli bir rolünüz oldu, Allah’ın inayetiyle. Hizbullah’ın bugün geldiği konuma ve ulaştığı güce baktığınızda neler hissediyorsunuz?
Ben de bütün Müslüman halklar, Lübnan milleti ve dünyanın değişik yerlerine dağılmış tüm devrimci akımlar gibi gurur duyuyorum bundan. Hizbullah’ın sadece Lübnan halkı için değil dünyanın bütün özgürlükçü ulusları adına elde etmiş olduğu böylesine büyük bir kazanımdan dolayı çok mutluyum. İsrail’in ve Amerika’nın Orta Doğu’daki planlarının yenilgiye uğratılması az bir kazanım değildir, özellikle de Amerika, İsrail ve emperyalist dünyanın karşısında duran bu gücün bir devlet değil de direnişçi bir parti ve akım olduğu göz önüne alındığında. Hizbullah, bundan 25 yıl önce İslam İnkılabı'ndan ve İmam Humeyni’nin rehberliğinden ilham alarak oluşmuş ve bugün izzetin zirvesine çıkmış bir harekettir.
İmam Humeyni Necef’te iken sizler de onunla birlikte idiniz; Şehid Abbas Musevi gibi bazı Lübnanlı talebeler de Şehid Muhammed Bakır Sadr’ın medresesinde tahsil ile meşgul idiler. O dönemde Hizbullah’ın ikinci genel sekreteri olan Abbas Musevi ile bir irtibatınız var mıydı?
Necef-i Eşref’te hemen hemen bütün İslam ülkelerinden tahsile gelmiş öğrenciler vardı ve bunlar sık sık İmam’ın yanına uğruyorlardı. Fakat Lübnanlı İslami ilimler öğrencileri diğerlerinden çok daha mümtaz idiler, diğerleri arasından hemen seçiliyorlardı. Kültürlü, dinamik, açık fikirli ve günün sorunlarına vakıftılar.
Seyyid Abbas Musevi ile irtibatınız var mıydı yoksa Lübnan’da mı tanıştınız?
O dönemde merhum Şehid Abbas Musevi Necef’te tahsil görüyordu. İslami Direnişin şeyhi lakaplı Rağıp Harp -kendisi de şehadet mertebesine ulaştı sonraları- Necef’te bulunan pek çok Lübnanlı talebeden biri idi. Bu kişiler özel ve farklı bir ruhiyeye ve İmam Humeyni ve hareketine yakın bir düşünsel kimliğe sahip olmakla diğerlerinden ayrılıyorlardı. İmam Humeyni’nin fikirlerini benimsemekle birlikte Şehid Seyyid Muhammed Bakır’ın derslerine de katılıyorlardı.O sıralarda İmam Musa Sadr da Lübnan’da idi ve hareketi (Emel=Mahrumlar Hareketi) ülkesine kök salmış, yayılmıştı. Bizim Musa Sadr ile irtibatımız daha çok Şehid Mustafa Çamran aracılığıyla gerçekleşiyordu. Fakat İslam İnkılabı'ndan sonra Lübnan Şii ve Sünnileri ile diğer gruplar İmam Humeyni ile doğrudan irtibata geçmeye başladılar.
Hizbullah’ın kuruluşundan bahsedebilir misiniz?
Hizbullah’ın kuruluşuyla doğrudan ilgisi olan şey İsrail’in Lübnan’a saldırısı ve bu ülkeyi işgali idi. Lübnan saldırısı İran Irak savaşında İran’ın Hürremşehri geri almasının ardından -ki bu evre tüm dünya tarafından İran’ın en büyük zaferi olarak görülüyordu zira Irak rejimi şehrin etrafında çok güçlü savunma hatları oluşturmuştu ve bu müstahkem mevziler Saddam’ın şehri tamamen ilhak etme niyetinde olduğuna işaretti- gerçekleşmiştir. Kimse Hürremşehr’in kurtarılacağını beklemiyordu, şehir özgürlüğüne kavuştuğunda İsrailliler, İslam İnkılabı’nın Filistin meselesine ilkesel bir önem atfettiğini ve kısa fakat çok anlamlı olan “bugün İran, yarın Filistin” şiarını da de göz önüne alarak “Eğer İran bu savaşı kazanır ve Irak rejimini mağlup ederse İran’a Filistin’in yolu açılacak ve Irak üzerinden kuvvetlerini bizimle savaşmak için Filistin’e sevk edecek” diye düşündüler. Bu İsrail’in varlığı için ciddi bir tehdit olacaktı. Ürdün; Amerika ve İsrail’in siyasetlerinin paralelindeydi ve İsrail için tehdit oluşturmuyordu. Suriye ise Hafız Esed’in yönetimi altında olmasına rağmen merkezi hükümet politikaları izleniyordu ve Suriye’nin İran’a İsrail’le savaşması için sınırlarını açması söz konusu olamazdı. Güçlü ve merkezi bir devlete sahip olmadan Şiilerin ve Sünnilerin güçlü olduğu ve içersinde Filistinlileri de barındıran yegane ülke Lübnan idi ve İran, Filistinlilerin ve Lübnanlıların yardımına gidebilirdi bu ülkeye.
Hürremşehr’in 1982’deki fethinden birkaç gün sonra Filistinlileri Lübnan’dan, Lübnan kuvvetlerini de ülkenin güneyinden çıkarma bahanesiyle İsrail’in Güney Lübnan’a saldırısı başlamış oldu. İsrail’in Güney Lübnan’ı işgalinden bir hafta sonra da İran, güçlerini Lübnanlı ve Suriyelilere destek olması için bölgeye gönderdi. Ordunun ve Devrim Muhafızlarının, ve üst düzey siyasi kişiliklerin -Doktor Ali Ekber Velayeti ve dönemin savunma bakanı olan General Selimi gibi- Suriye’ye gelmesiyle Hafız Esed ve Suriye’nin siyasi ve askeri makamlarıyla görüşmelerde bulunuldu ve bunun sonucunda İran’ın Ordu ve İnkılab Muhafızlarına ait 11 birliğinin Lübnan’a yerleşmesi kararı alındı. (bütün bunlar bir hafta içersinde gerçekleşti) Lübnan’da Suriyeli ve İranlı komutanlardan oluşacak bir ortak operasyon odası kuruldu ve İran’ın Suriye ve Lübnan’ı savunmak amacıyla savaşa girmesi için somut bir cephe hattını bizim yetkimize bıraktılar.
Bu güçlerin komutası kimlerin elindeydi?
Ortak operasyon odasında komutanlar oturur ve savaşla ilgili kararları alırlardı. Kural olarak asıl komuta Suriyelilerin elindeydi, çünkü Suriye cephenin ön hattında bulunduğu için Suriye ordusu ile koordinasyon içersinde olunmalıydı ama fiilen böyle olmadı.
Bunun nedeni neydi peki?
İran kuvvetleri Lübnan’a girer girmez ateşkes imzalandı çünkü. İsrail amacına ulaşmış ve Lübnan’ın ta Beyrut’a dek uzanan önemli bir kısmını işgal etmişti. Bütün Filistinli güçler geri çekilmişlerdi. Bundan dolayı da herkes ateşkesi beklemedeydi. İsrail ateşkesi ilan ettiğinde de Suriye ve Lübnan kabul ettiler zaten, artık savaş bitmişti.
İsrail’in Lübnan saldırısının yegane amacı Filistin direnişini yok etmek mi idi sadece yoksa uzlaşmacılığı dayatmak gibi başka amaçları da var mıydı?
Bence asıl hedefleri Lübnan’da İmam Humeyni’nin düşünsel çerçevesinde bir şeylerin oluşumuna fırsat vermemekti. İran, Irak ile savaşında da gerçekte dünya emperyalizmi ile savaşıyordu. Irak’ın arkasında ABD, Sovyetler,Fransa, Almanya ve İngiltere ile kendisine para desteği sağlayan Arap rejimleri vardı. İran’daki devrimin zaferinin ardından İslam İnkılabı düşüncesinin sadece bu ülkenin sınırlarında mahsur kalmadığından dolayı diğer Müslüman ülkeler, özellikle Lübnan, Devrimin berrak suyuna teşne idiler; İslam İnkılabı da dünyanın bütün noktalarındaki Müslümanların haklarını savunacağını ilan etmişti. Bu düşüncenin Lübnan’a dek ulaşmış olması da son derece tabii idi. Ve eğer bu akım Lübnan’da iyiden iyiye şekillenir de İslam Cumhuriyeti’nin savaştaki metodunu kendine örnek alırsa bu durum Lübnan’ı işgal etmiş olan İsrail’i çok zor durumda bırakacaktı. Bu hadisenin önünü almak için gelip Lübnan’ı işgal ettiler.
Her şeyden önce Lübnan’daki Filistinliler İran’ın yardımını kabule hazırdılar. Lübnan’da 30000 Filistinli fedai gerilla vardı ki bunlara İslam Devrimi güçlerinin de katılması halinde İsraillileri rahatlıkla yenilgiye uğratabilirlerdi. Öte yandan Lübnan Şiileri ve Emel hareketi de İran’ın devrimci düşüncesini kabul ediyorlardı. Bu hesabı göz önüne alan İsrail, Lübnan’da bilfiil bulunan güçleri, yani Filistinlileri tamamen ortadan kaldırdı ve bu gerillaların Mısır, Tunus ve diğer yerlere dağılmalarını sağladı. İsrail Güney Lübnan’da Emel de dahil olmak üzere bütün parti ve güçleri ortadan kaldırdı, Lübnan ve Filistinlilerin silah depolarını ele geçirip bu silahları kendi üslerine nakletti.
İşte bu şartlar altında güçlerimiz Suriye ve Lübnan’a vardılar. Başta alınan karar İran’ın Suriye ve Lübnan’ı savunmak için savaşa dahil olması yönündeydi fakat işin ortasında İmam Humeyni sürece müdahil oldu ve planı değiştirdi. İmam böyle bir şeyin olmaması gerektiğini, başka bir başlangıç yapmak suretiyle savaşa girilmesini emir buyurdu. İmam’a göre bu işin öncesinde yapılması gereken şey düşmanla yüz yüze cephe savaşına girmeden önce kuvvetlerimizin arkalarını sağlama almak olmalıydı ve Suriye ile Lübnan bu açıdan güvenli değildi. İmam, birliklerimize silah, cephane, gıda ve ilaç ulaştıracak koridorun İran’a ulaşması gerektiğini düşünüyordu. Tüm bunları Suriye ve Lübnan’a ulaştırmak için nereden geçireceksiniz? Irak’ın başında Saddam var ve siz de onunla savaş halindesiniz. Türkiye deseniz Nato üyesi ve ABD müttefiği. Eğer bunlar yardım sevk etmenize izin vermezlerse güçlerinizi doğrudan ölüme göndermişsiniz demektir bu. Sonunda kuvvetlerimizin Lübnanlı gençleri eğitmeleri ve bu kişilerin meydana kendilerinin atılmaları noktasında hemfikir olduk. Bu hususta onlara yardım edecek ve bizden ne isterlerse sunacaktık . Bundan dolayı Hizbullah’ın kurucusu bizatihi İmam Humeyni’nin kendisidir diyebiliriz.
Ben ve Hizbullah’ın kuruluşunda rol alan diğer kişiler Lübnanlıları davet ederek onlara yeni hareketlerinin teşkilat şurasını ve önderliğini kendi ellerine almaları çağrısında bulunduk. Şuranın başında Seyyid Abbas Musevi bulunuyordu. Şuranın diğer üyeleri de Seyyid Hüseyin Musevi (Ebu Hişam), Şeyh Subhi Tufeyli ve birkaç başka isimden ibaretti. Hizbullah’ın şekillenmesiyle ve bu gücün kullanımı ile ilgili kararlar şura tarafından alınıyordu. Bütün çaba ve gayret kararların başka bir yerden yüklenerek değil Lübnanlıların kendilerince alınması idi.
Suriye tüm bu olup bitenlerden ne oranda razı idi?
Suriye İran kuvvetlerinin Lübnan’a girmesi ve Nebiyşit şehrinin yakınlarında Devrim Muhafızlarına ait bir askeri eğitim merkezi açılmasına rıza göstermişti ama Hizbullah’ın iç yapısında hiçbir etkileri yoktu. Aslında Suriye’nin Hizbullah’ın kurulmasından ve bunların kim olduğundan da haberi yoktu.
Bu teşkilatın muhtevası meselesine gelince. Direniş operasyonlarının başlaması hakkında iki görüş vardı. Lübnanlıların, Devrim Muhafızlarının komutanlarının ve dışişlerindeki bazı kişilerin paylaştığı ilk görüşün taraftarları “bizler Lübnan’da mevcut olan Emel, Müslüman Alimler Birliği, merhum Şeyh Said Şaban’ın önderi olduğu Tevhid Hareketi ve Hizbuddave gibi bütün İslami güçleri eğitelim ve bunların teşkil edeceği bir İslami Cephe oluşturup ve her birine de güçleri nispetinde silah, finans ve manevi destek sağlayarak İsrail ile savaşmalarına yardımcı olalım” diyorlardı.
Ben bu görüşe şiddetle karşı çıktım. Zira Lübnan’da böylesi bir plan sorunlara cevap verebilir nitelikte olamazdı ve Filistinlilerin ve diğer grupların kendi aralarındaki ihtilafların benzerlerinin burada da doğumuna yol açabilirdi. Şirketlerde herkesin belli oranda hissesi oluyor, sonunda birbirleriyle anlaşmazlığa düşüp kavgaya tutuşuyorlar. Bizler tam anlamıyla birleşik bir teşkilat kurmalıydık. Lübnan’da parti çatısı altında faaliyet göstermeyen bir kişi bulamayacağınız, herkesin siyasi bir grup veya partiye üye olduğu doğruydu ama bu kişiler partilerine bağlılıklarını korumakla birlikte hiçbir işe yaramıyorlardı, çünkü sonuçta Lübnan’daki partilerin programları ve siyasetlerine tabi idiler. Hiçbir siyasi partiye bağımlı olmayan temiz ve sağlıklı bir teşkilat oluşturulmalı ve her isteyen İmam Humeyni'nin görüşlerinin çerçevesinde, sadece İsrail ve Lübnan’daki yabancı güçlerle savaşıp Lübnan ve Filistin’i özgürlüğüne kavuşturabilmeliydi. İsrail’in gayri meşru olduğu ve ortadan kaldırılması gerektiği de İmam Humeyni'nin salim rehberliğinin ve bu düşünsel çerçevesinin içersindeydi. Eğer diğer örgütlerden buraya gelmek isteyen olursa önce kendilerini fesh etmeli, sonra da eğitim merkezlerinde eğitime tabi tutulduktan sonra bu yeni örgüte üye olmalıydılar. Bu noktalar bendenin arz ettiği şeylerdi, elbette katılımcılardan bazılarınca reddedilenleri de oldu ama sonuçta Hizbullah’ın programının esası bu çerçevede karara bağlanmış oldu.
İkinci konu ise teşkilatın adı idi. Pek çok görüş ortaya atıldı burada da. Ben de bu teşkilatın dayandığı asli tefekkür göz önüne alındığında en uygun ismin “Hizbullah” olduğunu, bu ismin tüm partisel ve hizipsel bağımlılıklardan müberra olduğunu söyledim. Bu isim "İslam Ümmeti" veya "Hizbullahi Ümmet" çerçevesindeydi ve Sünni, Şii ve tüm diğer camiaları kapsıyordu.
Mustazaflar Hizbi veya Cihad Örgütü gibi başka isimler de söz konusu edildi mi?
Evet, başka isimler de söz konusu edildi ama ben buna olan muhalefetimi delilleriyle ortaya koydum ve örgütün isminin “Hizbullah” olması gerektiğini belirttim ve ne mutlu ki önerilen isimlerin en güzeli olan bu, ki şimdi de herkes bu ismin bereketinden faydalanmakta, onaylanmış oldu.
Eğitim de veriliyor muydu?
Her eğitim devresi 3 ay sürüyordu. Her devrede de 300 kişi kayıt olup eğitim görüyordu. Eğitimin sonunda ise buna hazır olanlar ve bütün vakitlerini "Hizbullah" teşkilatının hizmetinde harcayacak olanlar kalıyor, iş ve güçlerinin başına dönmek zorunda olanlar da belli vakitlerde hareketin bünyesinde faaliyet göstermek şartıyla örgüte kaydediliyorlardı. Bu teşkilat zamanın geçmesiyle daha da güçlendi ve yavaş yavaş operasyonlarına başladı. Biz daha başlangıçta, 1982 yılında Hizbullah’ın zaferlerine tanık olmaya başladık. Hizbullah’ın ilk eğitim devresini Hizbullah’ın fiili önderleri olacak olan kişiler tamamlamışlardı. Örneğin ilk devrede Şehid Abbas Musevi, Şeyh Suphi Tufeyli ve Seyyid Hasan Nasrullah yer almışlardı. Alim olan veya olmayan pek çok başka şahsiyet de askeri eğitim aldı. Elbette sadece askeri eğitim verilmiyordu. Siyasi, mektebi, akidevi ve istihbarat eğitimi de veriliyordu askeri eğitimin yanı sıra.
1982’de kurduğunuz bu teşkilat sadece Şii rengine mi sahipti yoksa diğer gruplardan da kimseleri barındırıyor muydu?
Biz Hizbullah’ı Hizbulahi Ümmetin bir tezahür ve tecessümü olarak kurguladık tamamen. “Bu sizin ümmetiniz tek bir ümmettir” ayeti tüm İslami taifeleri içermektedir ve sadece Şii bir rengi yoktur bunun. Özellikle Lübnan gibi insanlarının birbirlerine hoşgörüsüyle meşhur olmuş, Şiisi, Sünnisi, Dürzi ve Hristiyanı birlikte yaşayan bir toplumda. Bu eğitim halkalarına, Ehli Sünnet’ten olanlar ve Lübnan dışından gelenler de iştirak etmekteydiler.
Seyyid Hasan Nasrullah ile hangi yıl tanıştınız?
82’den beri tanışığız.
Seyyid Hasan Nasrullah ve Hizbullah’ın diğer merkez komite üyeleri sizce hangi özellikleriyle temayüz ediyorlar?
Davaya çok bağlı, çok iyi insanlar idiler. Şeyh Rağıp Harp –direnişin Şeyhi- kendisini tamamen direnişe vakfetmişti ve İmam Humeyni’nin düşüncelerini tebliğ etmekle meşguldü. Seyyid Abbas Musevi şerif, temiz, cesur ve çok seçkin bir insandı.
Seyyid Nasrullah’ın özelliklerinden biri de medresedeki başlangıç düzeyi derslerini Seyyid Abbas Musevi’den almış olmasıydı. Abbas Musevi iki devre Hizbullah’ın genel sekreterliğini yürütmüştü. Seyyid Nasrullah’ın imtiyazlarından biri Hizbullah’ın en alt basamaklarında olgunlaşarak yukarılara çıkmış olmasıdır. Seyyid Abbas Musevi ve Şeyh Suphi Tufeyli ta en başta Hizbullah’ın önderlik şurasına dahil olduklarında ne meydan görmüşler ne de askeri bir operasyona katılımları olmuştu. Fakat Seyyid Nasrullah Hizbullah’a daha ilk giriş aşamasında direniş meydanına atıldı ve bir savaşçı olarak İsrailliler ve onların Lübnan’daki çok uluslu uşaklarıyla savaşmaya başladı fiili olarak. O daha 1982 yılında savaşımını başlatmış oldu ve yeteneğini ve kapasitesini gösterdiğinde de merkez şurası sorumlulukları ona yükledi. 1982 yılının sonunda savaş alanındaki yetenekleri ve düşünsel istikameti göz önüne alınarak Beyrut’un askeri komutası kendisine bırakıldı. Bunun sonrasında da Seyyid Hasan güçlü bir komutana dönüştü ve İsrail’i önce Batı Beyrut’tan, sonra da şehrin tümünden atarak Sayda’ya kadar geri çekilip bu kentte mevzilenmek zorunda bıraktı. Bu Seyyid Nasrullah’ın yetenek ve üstünlüğünü göstermektedir. O bu basamaklara çıkmaya ilk basamaktan başlamış, kendisini mücadele ve savaş meydanlarında ispat etmiş ve bunun sonucunda da Hizbullah liderlik kadrosu tarafından kendisine çok daha ağır sorumluluklar yüklenmiş ve gün gelmiş Beyrut ve Güney Lübnan bölgesinin askeri komutanlığına atanmıştır. Seyyid Nasrullah’ın bu bölgeye atanmasının üzerinden 2-3 yıl geçmeden ise Lübnan’daki çok uluslu güçler geri çekilmeye başladılar. Amerikan, Fransız ve İtalyan güçleri ülkeyi terk ettiler. Bu güçlerin firarından bir süre sonra da Siyonistler işgal edilmiş Filistin topraklarının yakınına dek geri çekildiler.
Seyyid Nasrullah dini ilimler tahsiline devam etmeyi çok arzuladığını söyledi. Kum’a gelişi nasıl oldu ve Kum’daki ikametinin az olmasının sebebi neydi?
Seyyid Hasan Nasrullah benim Şam büyükelçiliği görevimin son günlerinde ne yapması gerektiği hakkında benimle meşveret etti. Orda mı kalmalı yoksa başka bir işle mi meşgul olmalıydı? O zamanlar Hizbullah savaşçılarınca düzenlenen askeri operasyonlara ve istişhad eylemlerinin başarısına ve bu kişide gördüğüm yetenek ve liyakata baktığımda o andaki konumunda bulunmasına, çok daha üst derecelere çıkabilecekken en fazla merkez şurası üyesi olmasına, hayıflanıyordum. Kendisine birkaç sene Kum’da okuyarak daha önceki derslerini tekmil etmesini ve ilmi kudretini takviye etmesini önerdim. Bu istidadı ile Kum’da 5 ila 6 yıl kalmakla üst düzey bir ilmi dereceye ulaşabileceğini ve Lübnan’da şimdi olduğundan daha etkili bir rol ifa edeceğini söyledim kendisine.
Nasrullah bunu kabul ederek İran’a geldi ve galiba henüz iki seneden fazla bir süre geçmemişti ki Hizbullah Merkez Şurası tarafından Beyrut’a çağrıldı. O esnada ben de İslam Cumhuriyeti’nin devlet bakanı idim. Abbas Musevi İran’a gelerek benimle görüştü ve, “Bize yardım edin de Seyyid Hasan Nasrullah Lübnan’a dönsün, zira kendisine çok ihtiyacımız var” dedi. Ben de kendisine “İzin verin de Kum’da biraz daha kalsın, sahip olduğu bu istidat ile Lübnan’a bu aşamada dönmesi yazıktır, iki üç sene daha kalsın daha üst yeteneklerle geri döner” dedim. Seyyid Abbas Musevi İran’a müteaddit defalar gelerek iki üç aşamalı bir şekilde aynı konudaki ısrarını sürdürdü. Bunların ikinci veya üçüncüsünde “Eğer Seyyid Hasan Nasrullah geri dönmez ise güçlerimizi idare edemeyiz ve kuvvetlerimizi cezb ederek askeri anlamda yönetebilecek yegane kişi Seyyid Hasan’dır” dedi. Seyyid Nasrallah'a sunulan görev, Lübnan’daki Hizbullah’ın bütün askeri kanadının komutanlığını ele alması idi. Seyyid Abbas Musevi, Nasrullah’ın kendisinin sözüne kulak asmadığını ve sözünü dinleyeceği yegane kişinin İmam Hamenei olduğunu bildiğinden Rehberin huzuruna çıkarak bu konuyu açtı ve Hizbullah’ın çok acil bir şekilde Seyyid Hasan Nasrullah’ın varlığına ihtiyaç duyduğunu belirtti ve kendisini Seyyid Nasrullah’ın Lübnan’a dönüşü için ikna etmesi gerektiğine inandırdı. Seyyid Nasrullah bunun üzerine Lübnan’a döndü.
Tevafüken de aradan fazla bir zaman geçmeyecek, Hizbullah’ın o zamanki genel sekreteri Seyyid Abbas Musevi Şeyh Rağıp’ın şehadet yıldönümünde konuşma yapmak için gittiği şehidin doğduğu ilçeden dönerken İsrail helikopterlerinin füzeli saldırısına hedef olarak şehid olacaktı. Seyyid Hasan Nasrallah’ın Hizbullah kadroları arasındaki sevilirliliği o boyutta idi ki bu kişiler kendisini seçerken hiç zorlanmadılar. Seyyid Abbas’ın şehadetinden hemen sonra merkez şurası üyelerinin tümü istisnasız olarak Seyyid Hasan Nasrullah’a oy verdiler ve onu Hizbullah’ın genel sekreteri olarak seçtiler. Seyyid Hasan Nasrullah’ın seçimi sadece Hizbullah’ın resmi kadroları tarafından değil bütün Şiilerin, Ehl-i Sünnet’in ve hatta Hıristiyanların ve diğer siyasi grupların onayı ile gerçekleşmişti. Bunun nedeni bu kişinin şu özellikleri haiz olmasındaydı:
Nasrullah’ın normal bir önderden çok daha fazla cazibeye sahip olması. Gençler, çocuklar ve yaşlılar karşısındaki emsalsiz tevazüsü kendisini dünya çapında bir şahsiyet kılmıştır.
Bu kişinin cesareti de örnek alınacak düzeydedir. Nasrullah’ın tavrını İmam Humeyni’nin davranışlarıyla karşılaştırmak mümkün. İmam zindandan çıktığında “Allah’a and olsun ki ben korkmadım ama onlar korkuyorlardı” demişti. Savak ajanları İmam’ı tutuklamak için geldiklerinde İmam’ın heybetinden dolayı titriyorlardı. Korkunun İmam’ın varlığında yeri yoktu asla. İmam Allah’ta fani olmuştu, korkmuyordu. Seyyid Hasan Nasrullah da İmam’ın şecaatının ışığının bir kısmına sahiptir. Bu uzun yıllar boyunca onun çok cesur bir insan olduğuna tanık olduk. Cesaretinin yanı sıra bilgece bir önderliğe ve iyi bir idareciliğe de sahip. Bazı önderler cesurdurlar fakat fikir ehli değildirler, bu kişi ise kültür mazharı, hikmet abecesi; bilimsel, siyasi, askeri ve kültürel alanlardaki üst seviyeli tefekkürün timsali bir zattır. Seyyid Nasrullah genç nesil için çok güçlü bir öğretmendir, aslında askeri bir şahsın genç neslin, özellikle de üniversite tahsili görmüş neslin öğretmeni olması kolay değildir. Seyyid Hasan Hizbullah’ın içersinde ve Lübnan halkının değişik kesimleri arasında bir öğretmen, üstat ve müderris olarak çok önemli bir rol oynamaktadır.
Nasrullah’ın doğru sözlülüğü de Lübnan’ın tüm mahfillerinde ve Arap toplumlarında çok meşhur olmuş bir sıfatı. İsrailliler bile Seyyid Hasan’ın Siyonist rejimin yetkililerinden daha doğru sözlü olduğunu, sözünü verdiği her şeyi yaptığını söylüyorlar. Bu özelliğini nasıl değerlendiriyorsunuz?
Seyyid Nasrullah’ın enbiya ve evliyadan tevarüs ettiği özelliklerden biri de doğru sözlülüğü ve doğru davranışlı olmasıdır. Bu tür insanlar her çeşit zulümden nefretlerini ortaya koyarak mazlumların taraftarlığını yapıyorlar, bu yüzden de ezilenlerin muhabbet ve ilgisini celp ediyorlar üzerlerine. Davranışlarına sadakat hakim olduğundan düşmanında bile saygı uyandırıyor. Yapacağım dediği şeyi yapıyor, aksini söylediğinde de yapmıyor. Düşmanın ve şeytani güçlerin bütün işleri güçleri yalan dolan ve iftira olmasına rağmen kendisi yalan söylemiyor.
Bu özellikler Seyyid Hasan’a ve Hizbullah’a üstünlük sağlamıştır ve bundan dolayıdır ki partiler ve gruplar, siyasi şahsiyetler rahatlıkla bu hareketle işbirliği yapabilmektedir. Mesela Hıristiyan liderlerden olup önceleri Hizbullah ve Seyyid Nasrullah’ın kanlı bıçaklı düşmanı olan Mişel Avn bile-zamanında “Lübnan Kuvvetleri adlı yapının altında Hizbullah ve bazı diğer Lübnanlı hareketlere karşı savaşıyordu- Seyyid Hasan’ın sadakatı sonucu bugün onunla işbirliği yapma noktasına gelmiştir. Bugün Hizbullah’ın müttefiklerinden biridir çünkü şunu iyi bilmektedir ki Seyyid Hasan kendisine siyasi bir araç gözüyle bakmaz, şahsiyetine değer verir. Avn, kendi siyasi görüşündeki ve dinindeki insanlarla kendisine yalan söylediklerini bildiğinden dolayı bir araya gelemezken, Seyyid Hasan Nasrullah’ın doğru sözlülüğünün sonucu olarak bu kişiyle ortak faaliyette bulunabilmektedir.
Seyyid’in şahsiyetindeki önemli bir unsur da kendisinin daha en başında başka bir ülke için değil Lübnan için faaliyet göstereceğini ilan etmesidir. Lübnan halkı da bunu kabul ettiğinden dolayı bütün partiler rahatlıkla Seyyid Nasrullah ile çalışabilmektedir. Zira diğerlerinin Amerika ve İsrail için, Seyyid’in de Lübnan halkının menfaatine çalıştığını bilmektedirler. Bu yüzden de Seyyid Nasrullah’ın sadakatı kendisine Lübnan’da son sözü söyleyen taraf olma konumunu kazandırmıştır. Kureyşin Peygamber’e (s) “emin” sıfatını vermesi gibi Lübnan’da da Nasrullah’ın sadakati ve eminliği herkesin dilinde olan bir hakikattir. Yahudiler bile İsrail’in başbakanının sözüne güvenmediklerini, örneğin savaş bitti dediğinde bile yalan söylediğine inandıklarından bunu ancak Seyyid Nasrullah tarafından onaylanmasının ardından kabul edeceklerini söylüyorlar.
Son hadiselerin sonucunda Seyyid Hasan Nasrullah Arap ve İslam dünyasında çok önemli bir konum sahibi oldu. İnsanlar posterlerini taşıyor, çocuklarına “Nasrullah” ismini veriyorlar. Nasrullah’ın bu başarısından Filistin’in özgürlüğü ve Müslüman halkların uyanışı ve seferberliği yolunda nasıl faydalanabiliriz?
Bu doğrudan doğruya Hizbullah ve onun lideri ile ilgili bir konudur. Kimse onların yerine adım atamaz. Nasrullah bugün İslam dünyasında çok sevilmektedir. Hatta geçmişte ve günümüzde hiçbir öndere genç kuşak ve değişik ülke halkları nezdinde bu denli sevgi ve teveccüh gösterilmediğini bile söyleyebiliriz. Bu hesaba göre Nasrullah’ın mevcut neslin önderliğini uhdesine alabileceğini söyleyebiliriz. Eğer dini, siyasi, ahlaki ve kültürel konularda ders vermek istese ve bunları Menar TV’de yayınlasa ben eminim ki bu durum dünyanın muhtelif ülkelerinden yüz milyonlarca genci cezp ederek bu dersleri kulaklarına küpe yapmalarıyla sonuçlanacaktır. Eğer bu dersler sistematik ve düzenli olursa dünyanın değişik şehirlerinde Hizbullah’ın şubeleri açılacak ve gençler bu derslerden istifade edecektir. Bu derslerin meyvesi olarak dünya çapında yaygın bir Hizbullahi ağ kurulacak, bu yapı bir sürenin ardından da varlığını ilan edecektir.
İsrail karşısında kazandığı büyük zaferlerle İslam dünyasında apayrı bir yer edinen Lübnan Hizbullah hareketinin nasıl...
İsrail karşısında kazandığı büyük zaferlerle İslam dünyasında apayrı bir yer edinen Lübnan Hizbullah hareketinin nasıl kurulduğu, bugünlere nasıl geldiği ve Hizbullah lideri Seyyid Hasan Nasrallah'ın nasıl bir şahsiyet olduğunu, Hizbullah'n kurucularından olan Ali Ekber Muhteşemi anlattı.
Hüccetülislam Seyyid Ali Ekber Muhteşemi’nin Hizbullah’ın kuruluşu ve bunu takip eden süreç hakkında anlattıkları, kendisi örgütün kuruluşunda ve teşkilatlanmasında bizzat yer alan bir şahsiyet olduğu için, bu hareketin tahlilinde başvurulacak en güvenli kaynaklardan biridir.
Seyyid Ali Ekber Muhteşemi
Muhteşemi, Necef’teki ikameti ve tahsili esnasında Şehid Rağıp Harp ve Seyyid Abbas Musevi ile tanışmıştı, İslam Devrimi’nin zaferinden sonra ise İran İslam Cumhuriyeti’nin Şam büyükelçiliği görevini kabul ederek Hizbullah’ın kuruluşunda çok etkin bir vazife ifa etti.
Muhteşemi, Hizbullah’ın kuruluşu ve önderlerinin-özellikle Seyyid Hasan Nasrullah’ın- daha önce sözü edilmemiş bazı şahsi özellikleri hakkında konuştu.
İran İslam cumhuriyeti eski içişleri bakanı, Suriye Büyükelçisi ve şimdi de Uluslararası Filistin Konferansı Başkanı Sayın Ali Ekber Muhteşemi ile yapılan röportajı Fars News'ten Ozan Kemal Sarıalioğlu İsra Haber için çevirdi.
Bundan 25 yıl önce, Suriye’de İslam Cumhuriyeti’nin büyükelçiliği görevini ifa ederken Hizbullah’ın kurulması ve teşkilatlanmasında çok önemli bir rolünüz oldu, Allah’ın inayetiyle. Hizbullah’ın bugün geldiği konuma ve ulaştığı güce baktığınızda neler hissediyorsunuz?
Ben de bütün Müslüman halklar, Lübnan milleti ve dünyanın değişik yerlerine dağılmış tüm devrimci akımlar gibi gurur duyuyorum bundan. Hizbullah’ın sadece Lübnan halkı için değil dünyanın bütün özgürlükçü ulusları adına elde etmiş olduğu böylesine büyük bir kazanımdan dolayı çok mutluyum. İsrail’in ve Amerika’nın Orta Doğu’daki planlarının yenilgiye uğratılması az bir kazanım değildir, özellikle de Amerika, İsrail ve emperyalist dünyanın karşısında duran bu gücün bir devlet değil de direnişçi bir parti ve akım olduğu göz önüne alındığında. Hizbullah, bundan 25 yıl önce İslam İnkılabı'ndan ve İmam Humeyni’nin rehberliğinden ilham alarak oluşmuş ve bugün izzetin zirvesine çıkmış bir harekettir.
İmam Humeyni Necef’te iken sizler de onunla birlikte idiniz; Şehid Abbas Musevi gibi bazı Lübnanlı talebeler de Şehid Muhammed Bakır Sadr’ın medresesinde tahsil ile meşgul idiler. O dönemde Hizbullah’ın ikinci genel sekreteri olan Abbas Musevi ile bir irtibatınız var mıydı?
Necef-i Eşref’te hemen hemen bütün İslam ülkelerinden tahsile gelmiş öğrenciler vardı ve bunlar sık sık İmam’ın yanına uğruyorlardı. Fakat Lübnanlı İslami ilimler öğrencileri diğerlerinden çok daha mümtaz idiler, diğerleri arasından hemen seçiliyorlardı. Kültürlü, dinamik, açık fikirli ve günün sorunlarına vakıftılar.
Seyyid Abbas Musevi ile irtibatınız var mıydı yoksa Lübnan’da mı tanıştınız?
O dönemde merhum Şehid Abbas Musevi Necef’te tahsil görüyordu. İslami Direnişin şeyhi lakaplı Rağıp Harp -kendisi de şehadet mertebesine ulaştı sonraları- Necef’te bulunan pek çok Lübnanlı talebeden biri idi. Bu kişiler özel ve farklı bir ruhiyeye ve İmam Humeyni ve hareketine yakın bir düşünsel kimliğe sahip olmakla diğerlerinden ayrılıyorlardı. İmam Humeyni’nin fikirlerini benimsemekle birlikte Şehid Seyyid Muhammed Bakır’ın derslerine de katılıyorlardı.O sıralarda İmam Musa Sadr da Lübnan’da idi ve hareketi (Emel=Mahrumlar Hareketi) ülkesine kök salmış, yayılmıştı. Bizim Musa Sadr ile irtibatımız daha çok Şehid Mustafa Çamran aracılığıyla gerçekleşiyordu. Fakat İslam İnkılabı'ndan sonra Lübnan Şii ve Sünnileri ile diğer gruplar İmam Humeyni ile doğrudan irtibata geçmeye başladılar.
Hizbullah’ın kuruluşundan bahsedebilir misiniz?
Hizbullah’ın kuruluşuyla doğrudan ilgisi olan şey İsrail’in Lübnan’a saldırısı ve bu ülkeyi işgali idi. Lübnan saldırısı İran Irak savaşında İran’ın Hürremşehri geri almasının ardından -ki bu evre tüm dünya tarafından İran’ın en büyük zaferi olarak görülüyordu zira Irak rejimi şehrin etrafında çok güçlü savunma hatları oluşturmuştu ve bu müstahkem mevziler Saddam’ın şehri tamamen ilhak etme niyetinde olduğuna işaretti- gerçekleşmiştir. Kimse Hürremşehr’in kurtarılacağını beklemiyordu, şehir özgürlüğüne kavuştuğunda İsrailliler, İslam İnkılabı’nın Filistin meselesine ilkesel bir önem atfettiğini ve kısa fakat çok anlamlı olan “bugün İran, yarın Filistin” şiarını da de göz önüne alarak “Eğer İran bu savaşı kazanır ve Irak rejimini mağlup ederse İran’a Filistin’in yolu açılacak ve Irak üzerinden kuvvetlerini bizimle savaşmak için Filistin’e sevk edecek” diye düşündüler. Bu İsrail’in varlığı için ciddi bir tehdit olacaktı. Ürdün; Amerika ve İsrail’in siyasetlerinin paralelindeydi ve İsrail için tehdit oluşturmuyordu. Suriye ise Hafız Esed’in yönetimi altında olmasına rağmen merkezi hükümet politikaları izleniyordu ve Suriye’nin İran’a İsrail’le savaşması için sınırlarını açması söz konusu olamazdı. Güçlü ve merkezi bir devlete sahip olmadan Şiilerin ve Sünnilerin güçlü olduğu ve içersinde Filistinlileri de barındıran yegane ülke Lübnan idi ve İran, Filistinlilerin ve Lübnanlıların yardımına gidebilirdi bu ülkeye.
Hürremşehr’in 1982’deki fethinden birkaç gün sonra Filistinlileri Lübnan’dan, Lübnan kuvvetlerini de ülkenin güneyinden çıkarma bahanesiyle İsrail’in Güney Lübnan’a saldırısı başlamış oldu. İsrail’in Güney Lübnan’ı işgalinden bir hafta sonra da İran, güçlerini Lübnanlı ve Suriyelilere destek olması için bölgeye gönderdi. Ordunun ve Devrim Muhafızlarının, ve üst düzey siyasi kişiliklerin -Doktor Ali Ekber Velayeti ve dönemin savunma bakanı olan General Selimi gibi- Suriye’ye gelmesiyle Hafız Esed ve Suriye’nin siyasi ve askeri makamlarıyla görüşmelerde bulunuldu ve bunun sonucunda İran’ın Ordu ve İnkılab Muhafızlarına ait 11 birliğinin Lübnan’a yerleşmesi kararı alındı. (bütün bunlar bir hafta içersinde gerçekleşti) Lübnan’da Suriyeli ve İranlı komutanlardan oluşacak bir ortak operasyon odası kuruldu ve İran’ın Suriye ve Lübnan’ı savunmak amacıyla savaşa girmesi için somut bir cephe hattını bizim yetkimize bıraktılar.
Bu güçlerin komutası kimlerin elindeydi?
Ortak operasyon odasında komutanlar oturur ve savaşla ilgili kararları alırlardı. Kural olarak asıl komuta Suriyelilerin elindeydi, çünkü Suriye cephenin ön hattında bulunduğu için Suriye ordusu ile koordinasyon içersinde olunmalıydı ama fiilen böyle olmadı.
Bunun nedeni neydi peki?
İran kuvvetleri Lübnan’a girer girmez ateşkes imzalandı çünkü. İsrail amacına ulaşmış ve Lübnan’ın ta Beyrut’a dek uzanan önemli bir kısmını işgal etmişti. Bütün Filistinli güçler geri çekilmişlerdi. Bundan dolayı da herkes ateşkesi beklemedeydi. İsrail ateşkesi ilan ettiğinde de Suriye ve Lübnan kabul ettiler zaten, artık savaş bitmişti.
İsrail’in Lübnan saldırısının yegane amacı Filistin direnişini yok etmek mi idi sadece yoksa uzlaşmacılığı dayatmak gibi başka amaçları da var mıydı?
Bence asıl hedefleri Lübnan’da İmam Humeyni’nin düşünsel çerçevesinde bir şeylerin oluşumuna fırsat vermemekti. İran, Irak ile savaşında da gerçekte dünya emperyalizmi ile savaşıyordu. Irak’ın arkasında ABD, Sovyetler,Fransa, Almanya ve İngiltere ile kendisine para desteği sağlayan Arap rejimleri vardı. İran’daki devrimin zaferinin ardından İslam İnkılabı düşüncesinin sadece bu ülkenin sınırlarında mahsur kalmadığından dolayı diğer Müslüman ülkeler, özellikle Lübnan, Devrimin berrak suyuna teşne idiler; İslam İnkılabı da dünyanın bütün noktalarındaki Müslümanların haklarını savunacağını ilan etmişti. Bu düşüncenin Lübnan’a dek ulaşmış olması da son derece tabii idi. Ve eğer bu akım Lübnan’da iyiden iyiye şekillenir de İslam Cumhuriyeti’nin savaştaki metodunu kendine örnek alırsa bu durum Lübnan’ı işgal etmiş olan İsrail’i çok zor durumda bırakacaktı. Bu hadisenin önünü almak için gelip Lübnan’ı işgal ettiler.
Her şeyden önce Lübnan’daki Filistinliler İran’ın yardımını kabule hazırdılar. Lübnan’da 30000 Filistinli fedai gerilla vardı ki bunlara İslam Devrimi güçlerinin de katılması halinde İsraillileri rahatlıkla yenilgiye uğratabilirlerdi. Öte yandan Lübnan Şiileri ve Emel hareketi de İran’ın devrimci düşüncesini kabul ediyorlardı. Bu hesabı göz önüne alan İsrail, Lübnan’da bilfiil bulunan güçleri, yani Filistinlileri tamamen ortadan kaldırdı ve bu gerillaların Mısır, Tunus ve diğer yerlere dağılmalarını sağladı. İsrail Güney Lübnan’da Emel de dahil olmak üzere bütün parti ve güçleri ortadan kaldırdı, Lübnan ve Filistinlilerin silah depolarını ele geçirip bu silahları kendi üslerine nakletti.
İşte bu şartlar altında güçlerimiz Suriye ve Lübnan’a vardılar. Başta alınan karar İran’ın Suriye ve Lübnan’ı savunmak için savaşa dahil olması yönündeydi fakat işin ortasında İmam Humeyni sürece müdahil oldu ve planı değiştirdi. İmam böyle bir şeyin olmaması gerektiğini, başka bir başlangıç yapmak suretiyle savaşa girilmesini emir buyurdu. İmam’a göre bu işin öncesinde yapılması gereken şey düşmanla yüz yüze cephe savaşına girmeden önce kuvvetlerimizin arkalarını sağlama almak olmalıydı ve Suriye ile Lübnan bu açıdan güvenli değildi. İmam, birliklerimize silah, cephane, gıda ve ilaç ulaştıracak koridorun İran’a ulaşması gerektiğini düşünüyordu. Tüm bunları Suriye ve Lübnan’a ulaştırmak için nereden geçireceksiniz? Irak’ın başında Saddam var ve siz de onunla savaş halindesiniz. Türkiye deseniz Nato üyesi ve ABD müttefiği. Eğer bunlar yardım sevk etmenize izin vermezlerse güçlerinizi doğrudan ölüme göndermişsiniz demektir bu. Sonunda kuvvetlerimizin Lübnanlı gençleri eğitmeleri ve bu kişilerin meydana kendilerinin atılmaları noktasında hemfikir olduk. Bu hususta onlara yardım edecek ve bizden ne isterlerse sunacaktık . Bundan dolayı Hizbullah’ın kurucusu bizatihi İmam Humeyni’nin kendisidir diyebiliriz.
Ben ve Hizbullah’ın kuruluşunda rol alan diğer kişiler Lübnanlıları davet ederek onlara yeni hareketlerinin teşkilat şurasını ve önderliğini kendi ellerine almaları çağrısında bulunduk. Şuranın başında Seyyid Abbas Musevi bulunuyordu. Şuranın diğer üyeleri de Seyyid Hüseyin Musevi (Ebu Hişam), Şeyh Subhi Tufeyli ve birkaç başka isimden ibaretti. Hizbullah’ın şekillenmesiyle ve bu gücün kullanımı ile ilgili kararlar şura tarafından alınıyordu. Bütün çaba ve gayret kararların başka bir yerden yüklenerek değil Lübnanlıların kendilerince alınması idi.
Suriye tüm bu olup bitenlerden ne oranda razı idi?
Suriye İran kuvvetlerinin Lübnan’a girmesi ve Nebiyşit şehrinin yakınlarında Devrim Muhafızlarına ait bir askeri eğitim merkezi açılmasına rıza göstermişti ama Hizbullah’ın iç yapısında hiçbir etkileri yoktu. Aslında Suriye’nin Hizbullah’ın kurulmasından ve bunların kim olduğundan da haberi yoktu.
Bu teşkilatın muhtevası meselesine gelince. Direniş operasyonlarının başlaması hakkında iki görüş vardı. Lübnanlıların, Devrim Muhafızlarının komutanlarının ve dışişlerindeki bazı kişilerin paylaştığı ilk görüşün taraftarları “bizler Lübnan’da mevcut olan Emel, Müslüman Alimler Birliği, merhum Şeyh Said Şaban’ın önderi olduğu Tevhid Hareketi ve Hizbuddave gibi bütün İslami güçleri eğitelim ve bunların teşkil edeceği bir İslami Cephe oluşturup ve her birine de güçleri nispetinde silah, finans ve manevi destek sağlayarak İsrail ile savaşmalarına yardımcı olalım” diyorlardı.
Ben bu görüşe şiddetle karşı çıktım. Zira Lübnan’da böylesi bir plan sorunlara cevap verebilir nitelikte olamazdı ve Filistinlilerin ve diğer grupların kendi aralarındaki ihtilafların benzerlerinin burada da doğumuna yol açabilirdi. Şirketlerde herkesin belli oranda hissesi oluyor, sonunda birbirleriyle anlaşmazlığa düşüp kavgaya tutuşuyorlar. Bizler tam anlamıyla birleşik bir teşkilat kurmalıydık. Lübnan’da parti çatısı altında faaliyet göstermeyen bir kişi bulamayacağınız, herkesin siyasi bir grup veya partiye üye olduğu doğruydu ama bu kişiler partilerine bağlılıklarını korumakla birlikte hiçbir işe yaramıyorlardı, çünkü sonuçta Lübnan’daki partilerin programları ve siyasetlerine tabi idiler. Hiçbir siyasi partiye bağımlı olmayan temiz ve sağlıklı bir teşkilat oluşturulmalı ve her isteyen İmam Humeyni'nin görüşlerinin çerçevesinde, sadece İsrail ve Lübnan’daki yabancı güçlerle savaşıp Lübnan ve Filistin’i özgürlüğüne kavuşturabilmeliydi. İsrail’in gayri meşru olduğu ve ortadan kaldırılması gerektiği de İmam Humeyni'nin salim rehberliğinin ve bu düşünsel çerçevesinin içersindeydi. Eğer diğer örgütlerden buraya gelmek isteyen olursa önce kendilerini fesh etmeli, sonra da eğitim merkezlerinde eğitime tabi tutulduktan sonra bu yeni örgüte üye olmalıydılar. Bu noktalar bendenin arz ettiği şeylerdi, elbette katılımcılardan bazılarınca reddedilenleri de oldu ama sonuçta Hizbullah’ın programının esası bu çerçevede karara bağlanmış oldu.
İkinci konu ise teşkilatın adı idi. Pek çok görüş ortaya atıldı burada da. Ben de bu teşkilatın dayandığı asli tefekkür göz önüne alındığında en uygun ismin “Hizbullah” olduğunu, bu ismin tüm partisel ve hizipsel bağımlılıklardan müberra olduğunu söyledim. Bu isim "İslam Ümmeti" veya "Hizbullahi Ümmet" çerçevesindeydi ve Sünni, Şii ve tüm diğer camiaları kapsıyordu.
Mustazaflar Hizbi veya Cihad Örgütü gibi başka isimler de söz konusu edildi mi?
Evet, başka isimler de söz konusu edildi ama ben buna olan muhalefetimi delilleriyle ortaya koydum ve örgütün isminin “Hizbullah” olması gerektiğini belirttim ve ne mutlu ki önerilen isimlerin en güzeli olan bu, ki şimdi de herkes bu ismin bereketinden faydalanmakta, onaylanmış oldu.
Eğitim de veriliyor muydu?
Her eğitim devresi 3 ay sürüyordu. Her devrede de 300 kişi kayıt olup eğitim görüyordu. Eğitimin sonunda ise buna hazır olanlar ve bütün vakitlerini "Hizbullah" teşkilatının hizmetinde harcayacak olanlar kalıyor, iş ve güçlerinin başına dönmek zorunda olanlar da belli vakitlerde hareketin bünyesinde faaliyet göstermek şartıyla örgüte kaydediliyorlardı. Bu teşkilat zamanın geçmesiyle daha da güçlendi ve yavaş yavaş operasyonlarına başladı. Biz daha başlangıçta, 1982 yılında Hizbullah’ın zaferlerine tanık olmaya başladık. Hizbullah’ın ilk eğitim devresini Hizbullah’ın fiili önderleri olacak olan kişiler tamamlamışlardı. Örneğin ilk devrede Şehid Abbas Musevi, Şeyh Suphi Tufeyli ve Seyyid Hasan Nasrullah yer almışlardı. Alim olan veya olmayan pek çok başka şahsiyet de askeri eğitim aldı. Elbette sadece askeri eğitim verilmiyordu. Siyasi, mektebi, akidevi ve istihbarat eğitimi de veriliyordu askeri eğitimin yanı sıra.
1982’de kurduğunuz bu teşkilat sadece Şii rengine mi sahipti yoksa diğer gruplardan da kimseleri barındırıyor muydu?
Biz Hizbullah’ı Hizbulahi Ümmetin bir tezahür ve tecessümü olarak kurguladık tamamen. “Bu sizin ümmetiniz tek bir ümmettir” ayeti tüm İslami taifeleri içermektedir ve sadece Şii bir rengi yoktur bunun. Özellikle Lübnan gibi insanlarının birbirlerine hoşgörüsüyle meşhur olmuş, Şiisi, Sünnisi, Dürzi ve Hristiyanı birlikte yaşayan bir toplumda. Bu eğitim halkalarına, Ehli Sünnet’ten olanlar ve Lübnan dışından gelenler de iştirak etmekteydiler.
Seyyid Hasan Nasrullah ile hangi yıl tanıştınız?
82’den beri tanışığız.
Seyyid Hasan Nasrullah ve Hizbullah’ın diğer merkez komite üyeleri sizce hangi özellikleriyle temayüz ediyorlar?
Davaya çok bağlı, çok iyi insanlar idiler. Şeyh Rağıp Harp –direnişin Şeyhi- kendisini tamamen direnişe vakfetmişti ve İmam Humeyni’nin düşüncelerini tebliğ etmekle meşguldü. Seyyid Abbas Musevi şerif, temiz, cesur ve çok seçkin bir insandı.
Seyyid Nasrullah’ın özelliklerinden biri de medresedeki başlangıç düzeyi derslerini Seyyid Abbas Musevi’den almış olmasıydı. Abbas Musevi iki devre Hizbullah’ın genel sekreterliğini yürütmüştü. Seyyid Nasrullah’ın imtiyazlarından biri Hizbullah’ın en alt basamaklarında olgunlaşarak yukarılara çıkmış olmasıdır. Seyyid Abbas Musevi ve Şeyh Suphi Tufeyli ta en başta Hizbullah’ın önderlik şurasına dahil olduklarında ne meydan görmüşler ne de askeri bir operasyona katılımları olmuştu. Fakat Seyyid Nasrullah Hizbullah’a daha ilk giriş aşamasında direniş meydanına atıldı ve bir savaşçı olarak İsrailliler ve onların Lübnan’daki çok uluslu uşaklarıyla savaşmaya başladı fiili olarak. O daha 1982 yılında savaşımını başlatmış oldu ve yeteneğini ve kapasitesini gösterdiğinde de merkez şurası sorumlulukları ona yükledi. 1982 yılının sonunda savaş alanındaki yetenekleri ve düşünsel istikameti göz önüne alınarak Beyrut’un askeri komutası kendisine bırakıldı. Bunun sonrasında da Seyyid Hasan güçlü bir komutana dönüştü ve İsrail’i önce Batı Beyrut’tan, sonra da şehrin tümünden atarak Sayda’ya kadar geri çekilip bu kentte mevzilenmek zorunda bıraktı. Bu Seyyid Nasrullah’ın yetenek ve üstünlüğünü göstermektedir. O bu basamaklara çıkmaya ilk basamaktan başlamış, kendisini mücadele ve savaş meydanlarında ispat etmiş ve bunun sonucunda da Hizbullah liderlik kadrosu tarafından kendisine çok daha ağır sorumluluklar yüklenmiş ve gün gelmiş Beyrut ve Güney Lübnan bölgesinin askeri komutanlığına atanmıştır. Seyyid Nasrullah’ın bu bölgeye atanmasının üzerinden 2-3 yıl geçmeden ise Lübnan’daki çok uluslu güçler geri çekilmeye başladılar. Amerikan, Fransız ve İtalyan güçleri ülkeyi terk ettiler. Bu güçlerin firarından bir süre sonra da Siyonistler işgal edilmiş Filistin topraklarının yakınına dek geri çekildiler.
Seyyid Nasrullah dini ilimler tahsiline devam etmeyi çok arzuladığını söyledi. Kum’a gelişi nasıl oldu ve Kum’daki ikametinin az olmasının sebebi neydi?
Seyyid Hasan Nasrullah benim Şam büyükelçiliği görevimin son günlerinde ne yapması gerektiği hakkında benimle meşveret etti. Orda mı kalmalı yoksa başka bir işle mi meşgul olmalıydı? O zamanlar Hizbullah savaşçılarınca düzenlenen askeri operasyonlara ve istişhad eylemlerinin başarısına ve bu kişide gördüğüm yetenek ve liyakata baktığımda o andaki konumunda bulunmasına, çok daha üst derecelere çıkabilecekken en fazla merkez şurası üyesi olmasına, hayıflanıyordum. Kendisine birkaç sene Kum’da okuyarak daha önceki derslerini tekmil etmesini ve ilmi kudretini takviye etmesini önerdim. Bu istidadı ile Kum’da 5 ila 6 yıl kalmakla üst düzey bir ilmi dereceye ulaşabileceğini ve Lübnan’da şimdi olduğundan daha etkili bir rol ifa edeceğini söyledim kendisine.
Nasrullah bunu kabul ederek İran’a geldi ve galiba henüz iki seneden fazla bir süre geçmemişti ki Hizbullah Merkez Şurası tarafından Beyrut’a çağrıldı. O esnada ben de İslam Cumhuriyeti’nin devlet bakanı idim. Abbas Musevi İran’a gelerek benimle görüştü ve, “Bize yardım edin de Seyyid Hasan Nasrullah Lübnan’a dönsün, zira kendisine çok ihtiyacımız var” dedi. Ben de kendisine “İzin verin de Kum’da biraz daha kalsın, sahip olduğu bu istidat ile Lübnan’a bu aşamada dönmesi yazıktır, iki üç sene daha kalsın daha üst yeteneklerle geri döner” dedim. Seyyid Abbas Musevi İran’a müteaddit defalar gelerek iki üç aşamalı bir şekilde aynı konudaki ısrarını sürdürdü. Bunların ikinci veya üçüncüsünde “Eğer Seyyid Hasan Nasrullah geri dönmez ise güçlerimizi idare edemeyiz ve kuvvetlerimizi cezb ederek askeri anlamda yönetebilecek yegane kişi Seyyid Hasan’dır” dedi. Seyyid Nasrallah'a sunulan görev, Lübnan’daki Hizbullah’ın bütün askeri kanadının komutanlığını ele alması idi. Seyyid Abbas Musevi, Nasrullah’ın kendisinin sözüne kulak asmadığını ve sözünü dinleyeceği yegane kişinin İmam Hamenei olduğunu bildiğinden Rehberin huzuruna çıkarak bu konuyu açtı ve Hizbullah’ın çok acil bir şekilde Seyyid Hasan Nasrullah’ın varlığına ihtiyaç duyduğunu belirtti ve kendisini Seyyid Nasrullah’ın Lübnan’a dönüşü için ikna etmesi gerektiğine inandırdı. Seyyid Nasrullah bunun üzerine Lübnan’a döndü.
Tevafüken de aradan fazla bir zaman geçmeyecek, Hizbullah’ın o zamanki genel sekreteri Seyyid Abbas Musevi Şeyh Rağıp’ın şehadet yıldönümünde konuşma yapmak için gittiği şehidin doğduğu ilçeden dönerken İsrail helikopterlerinin füzeli saldırısına hedef olarak şehid olacaktı. Seyyid Hasan Nasrallah’ın Hizbullah kadroları arasındaki sevilirliliği o boyutta idi ki bu kişiler kendisini seçerken hiç zorlanmadılar. Seyyid Abbas’ın şehadetinden hemen sonra merkez şurası üyelerinin tümü istisnasız olarak Seyyid Hasan Nasrullah’a oy verdiler ve onu Hizbullah’ın genel sekreteri olarak seçtiler. Seyyid Hasan Nasrullah’ın seçimi sadece Hizbullah’ın resmi kadroları tarafından değil bütün Şiilerin, Ehl-i Sünnet’in ve hatta Hıristiyanların ve diğer siyasi grupların onayı ile gerçekleşmişti. Bunun nedeni bu kişinin şu özellikleri haiz olmasındaydı:
Nasrullah’ın normal bir önderden çok daha fazla cazibeye sahip olması. Gençler, çocuklar ve yaşlılar karşısındaki emsalsiz tevazüsü kendisini dünya çapında bir şahsiyet kılmıştır.
Bu kişinin cesareti de örnek alınacak düzeydedir. Nasrullah’ın tavrını İmam Humeyni’nin davranışlarıyla karşılaştırmak mümkün. İmam zindandan çıktığında “Allah’a and olsun ki ben korkmadım ama onlar korkuyorlardı” demişti. Savak ajanları İmam’ı tutuklamak için geldiklerinde İmam’ın heybetinden dolayı titriyorlardı. Korkunun İmam’ın varlığında yeri yoktu asla. İmam Allah’ta fani olmuştu, korkmuyordu. Seyyid Hasan Nasrullah da İmam’ın şecaatının ışığının bir kısmına sahiptir. Bu uzun yıllar boyunca onun çok cesur bir insan olduğuna tanık olduk. Cesaretinin yanı sıra bilgece bir önderliğe ve iyi bir idareciliğe de sahip. Bazı önderler cesurdurlar fakat fikir ehli değildirler, bu kişi ise kültür mazharı, hikmet abecesi; bilimsel, siyasi, askeri ve kültürel alanlardaki üst seviyeli tefekkürün timsali bir zattır. Seyyid Nasrullah genç nesil için çok güçlü bir öğretmendir, aslında askeri bir şahsın genç neslin, özellikle de üniversite tahsili görmüş neslin öğretmeni olması kolay değildir. Seyyid Hasan Hizbullah’ın içersinde ve Lübnan halkının değişik kesimleri arasında bir öğretmen, üstat ve müderris olarak çok önemli bir rol oynamaktadır.
Nasrullah’ın doğru sözlülüğü de Lübnan’ın tüm mahfillerinde ve Arap toplumlarında çok meşhur olmuş bir sıfatı. İsrailliler bile Seyyid Hasan’ın Siyonist rejimin yetkililerinden daha doğru sözlü olduğunu, sözünü verdiği her şeyi yaptığını söylüyorlar. Bu özelliğini nasıl değerlendiriyorsunuz?
Seyyid Nasrullah’ın enbiya ve evliyadan tevarüs ettiği özelliklerden biri de doğru sözlülüğü ve doğru davranışlı olmasıdır. Bu tür insanlar her çeşit zulümden nefretlerini ortaya koyarak mazlumların taraftarlığını yapıyorlar, bu yüzden de ezilenlerin muhabbet ve ilgisini celp ediyorlar üzerlerine. Davranışlarına sadakat hakim olduğundan düşmanında bile saygı uyandırıyor. Yapacağım dediği şeyi yapıyor, aksini söylediğinde de yapmıyor. Düşmanın ve şeytani güçlerin bütün işleri güçleri yalan dolan ve iftira olmasına rağmen kendisi yalan söylemiyor.
Bu özellikler Seyyid Hasan’a ve Hizbullah’a üstünlük sağlamıştır ve bundan dolayıdır ki partiler ve gruplar, siyasi şahsiyetler rahatlıkla bu hareketle işbirliği yapabilmektedir. Mesela Hıristiyan liderlerden olup önceleri Hizbullah ve Seyyid Nasrullah’ın kanlı bıçaklı düşmanı olan Mişel Avn bile-zamanında “Lübnan Kuvvetleri adlı yapının altında Hizbullah ve bazı diğer Lübnanlı hareketlere karşı savaşıyordu- Seyyid Hasan’ın sadakatı sonucu bugün onunla işbirliği yapma noktasına gelmiştir. Bugün Hizbullah’ın müttefiklerinden biridir çünkü şunu iyi bilmektedir ki Seyyid Hasan kendisine siyasi bir araç gözüyle bakmaz, şahsiyetine değer verir. Avn, kendi siyasi görüşündeki ve dinindeki insanlarla kendisine yalan söylediklerini bildiğinden dolayı bir araya gelemezken, Seyyid Hasan Nasrullah’ın doğru sözlülüğünün sonucu olarak bu kişiyle ortak faaliyette bulunabilmektedir.
Seyyid’in şahsiyetindeki önemli bir unsur da kendisinin daha en başında başka bir ülke için değil Lübnan için faaliyet göstereceğini ilan etmesidir. Lübnan halkı da bunu kabul ettiğinden dolayı bütün partiler rahatlıkla Seyyid Nasrullah ile çalışabilmektedir. Zira diğerlerinin Amerika ve İsrail için, Seyyid’in de Lübnan halkının menfaatine çalıştığını bilmektedirler. Bu yüzden de Seyyid Nasrullah’ın sadakatı kendisine Lübnan’da son sözü söyleyen taraf olma konumunu kazandırmıştır. Kureyşin Peygamber’e (s) “emin” sıfatını vermesi gibi Lübnan’da da Nasrullah’ın sadakati ve eminliği herkesin dilinde olan bir hakikattir. Yahudiler bile İsrail’in başbakanının sözüne güvenmediklerini, örneğin savaş bitti dediğinde bile yalan söylediğine inandıklarından bunu ancak Seyyid Nasrullah tarafından onaylanmasının ardından kabul edeceklerini söylüyorlar.
Son hadiselerin sonucunda Seyyid Hasan Nasrullah Arap ve İslam dünyasında çok önemli bir konum sahibi oldu. İnsanlar posterlerini taşıyor, çocuklarına “Nasrullah” ismini veriyorlar. Nasrullah’ın bu başarısından Filistin’in özgürlüğü ve Müslüman halkların uyanışı ve seferberliği yolunda nasıl faydalanabiliriz?
Bu doğrudan doğruya Hizbullah ve onun lideri ile ilgili bir konudur. Kimse onların yerine adım atamaz. Nasrullah bugün İslam dünyasında çok sevilmektedir. Hatta geçmişte ve günümüzde hiçbir öndere genç kuşak ve değişik ülke halkları nezdinde bu denli sevgi ve teveccüh gösterilmediğini bile söyleyebiliriz. Bu hesaba göre Nasrullah’ın mevcut neslin önderliğini uhdesine alabileceğini söyleyebiliriz. Eğer dini, siyasi, ahlaki ve kültürel konularda ders vermek istese ve bunları Menar TV’de yayınlasa ben eminim ki bu durum dünyanın muhtelif ülkelerinden yüz milyonlarca genci cezp ederek bu dersleri kulaklarına küpe yapmalarıyla sonuçlanacaktır. Eğer bu dersler sistematik ve düzenli olursa dünyanın değişik şehirlerinde Hizbullah’ın şubeleri açılacak ve gençler bu derslerden istifade edecektir. Bu derslerin meyvesi olarak dünya çapında yaygın bir Hizbullahi ağ kurulacak, bu yapı bir sürenin ardından da varlığını ilan edecektir.