Duyuru

Daraltma
Henüz duyuru yok.

İmam Cafer Sadık’ın (as) Hayatı, Fazileti, Siresi ve Sözleri

Daraltma
Bu sabit bir konudur.
X
X
 
  • Filtre
  • Zaman
  • Göster
Hepsini Temizle
yeni gönderiler

    #31
    Ynt: İmam Cafer Sadık’ın (as) Hayatı, Fazileti, Siresi ve Sözleri

    İmam Cafer Sadık (a.s)'ın Yaşantısıyla İlgili Hadis Ve Rivayetler


    Birinci Bölüm: İmam (a.s)'ın İbadî Siresi

    1- İşlerini Dört Temel Üzere Yapması

    İmam sadık (a.s)'a: "İşlerini ne üzere bina ettin?" dediklerinde buyurdular ki: "Dört şey üzere bina ettim:
    1- Amelimi, benden başka kimsenin yapmayacağını öğrendim; bundan dolayı gayret ettim.
    2- Allah Teala'nın benden haberdar olduğunu öğrendim; bundan dolayı hayâ ettim.
    3- Rızkımı, başkasının yemeyeceğini öğrendim; bundan dolayı mutmain (rahat) oldum.
    4- İşimin sonunun ölüm olduğunu öğrendim; bundan dolayı onun için hazırlandım." [1]

    2- Musibetlerde Allah'a Hamd Etmesi

    İmam Sadık (a.s) musibet anında şöyle buyuruyorlardı:
    "Hamd Allah'a ki, musibeti dinimde karar kılmadı; hamd Allah'a ki, isteseydi musibeti bundan daha büyük kılardı; o iş üzere hamd Allah'a ki, olmasını istedi, o da oluverdi." [2]

    3- Âl-i Abaya Tevessül Etmesi

    Davud-i Rıkkî diyor ki:
    "Ben İmam Sadık (a.s)'dan, duasında genellikle beş kişinin yani Resulullah, Emir'ul-Müminin Ali, Fatıma, Hasan ve Hüseyin aleyhim'us- selam'ın hakkı hürmetine Allah'a ısrar ettiğini ve O'nu çağırdığını duyuyordum." [3]

    4- Allah'a Olan Aşkı

    İmam Sadık (a.s) buyurmuştur ki:
    "İnsanlar Allah'a üç şekilde ibadet ederler: Bir grup Allah'a, O'nun sevabına rağbetten dolayı ibadet eder; bu haris insanların ibadetidir. Bir grup Allah'a, cehennem ateşinin korkusundan dolayı ibadet eder; bu da kölelerin ibadetidir. Ama ben Allah'a, sevgiden dolayı ibadet ederim; işte bu kerim insanların ibadetidir." [4]

    5- Malik Bin Hanbel Açısından İmam Cafer Sadık (a.s)

    (Malikiyye mezhebinin imamı olan) Malik, İmam Cafer Sadık (a.s) hakkında şöyle diyor:
    "...Ben bir müddet İmam Cafer Sadık (a.s)'ın yanına gidiyordum; onu üç halet dışında görmedim: Ya namaz kılıyordu ya susmuştu veya Kur'ân okuyor ve kendisini ilgilendirmeyen bir şey hakkında konuşmuyordu. İmam Sadık (a.s), Allah'tan korkan alim ve kullardan idi." [5]

    6- Su İçerken İmam Hüseyin'i Anması

    İmam Sadık (a.s) buyurmuştur ki:
    "Ben soğuk su içip de İmam Hüseyin (a.s)'ı hatırlamadığım olmamıştır." [6]

    7- Hz. Mehdi (a.s)'ın Gaybetinden Yakınması

    (İmam Sadık (a.s)'ın yaranlarından olan) Sudeyr-i Sayrefî, uzun bir hadiste diyor ki:
    İmam Sadık (a.s), Hz. Mehdi (a.s)'la ilgili şöyle buyuruyordu:
    "Ey benim efendim, senin gaybetin uykumu kaçırmış, yatağımı daraltmış ve kalbimin rahatlığını elimden alıvermiştir." [7]

    8- Yolculukta Gece Namazı

    (İmam Sadık (a.s)'ın ashabından olan) Halebî şöyle diyor:
    "İmam Sadık (a.s)'dan: "Acaba yolculukta soğuk ve hastalıktan korktuğum zaman, gecenin ilk saatlerinde gece ve vitir namazlarını kılabilir miyim?" diye sorduğumda İmam (a.s) buyurdular ki:
    "Gecenin ilk saatlerinde bu namazları kılmanın sakıncası yoktur; ben de böyle yapıyorum." [8]

    9- Dua Elbisesi

    Ravi diyor ki:
    "İmam Sadık (a.s)'ın iki sert (yumuşak olmayan) elbisesi vardı ve evinde o iki elbiseyle namaz kılıyordu. Allah'tan bir hâcet dilemek (dua etmek) istediğinde o iki elbiseyi giyiyordu." [9]

    10- Hâcet İstediğinde Secdeye Kapanması

    Ravi diyor ki:
    "İmam Sadık (a.s)'ın, önemli bir hâceti (dileği) olduğunda, namaz ve rükusuz secdeye kapanarak yedi defa: "Ya erham'er- rahimin" (Ey merhamet edenlerin en merhametlisi!) dedikten sonra hâcetini Allah'tan istiyordu." [10]

    11- Kerbela Toprağına Secde Etmesi

    (İmam Sadık (a.s)'ın ashabından olan) Muaviye bin Ammar şöyle diyor:
    "İmam Sadık (a.s)'ın, içerisinde Kerbela toprağı olan ipekten sarı bir torbası vardı. Namaz vakti olduğunda, o toprağı seccadesine döker ve onun üzerine secde ederdi." [11]

    12- Kâbe'nin Köşelerine El Sürmesi

    (İmam Sadık (a.s)'ın ashabından olan) Cemil şöyle diyor:
    "İmam Sadık (a.s), Kâbe'nin bütün köşelerine dokunarak (onlara elini sürerek) ziyaret ederdi." [12]

    13- Mağfiret Dilemesi İçin Yanındakileri Kendisinden Uzaklaştırması

    Ravi diyor ki:
    İmam Sadık (a.s), Mültezem'e (Hacer'ul- Esved'le Ka'be'nin kapısı arasındaki duvara) ulaştığında dostlarına (veya kölelerine): "Burada Rabbime günahlarımı itiraf etmem için benden uzaklaşın; burası öyle bir mekandır ki, günahlarını Rabbine ikrar edip de Allah'tan mağfiret dileyen her kulu Allah Teala bağışlamaktadır" buyurdular." [13]

    14- Gecenin Son Saatlerindeki Münacatı

    (İmam Sadık (a.s)'ın yaranlarından olan) Abdurrahman bin Haccaç şöyle diyor:
    "İmam Sadık (a.s), gecenin son saatlerinde (Allah'la münacat etmek için) kalktığında, ev halkının duyması için sesini yükselterek şöyle dua ederdi: "Allah'ım, (kıyametin) kahredici korkusuna karşı bana yardımcı ol; kabrin darlığını bana genişlet; ölümden önceki ve sonraki hayırlarla beni rızklandır." [14]

    15- Peygamber (s.a.a)'e Sevgisi

    Ravi diyor ki:
    "İmam Sadık (a.s), Resulullah (s.a.a)'i andığı zaman şöyle derdi: "Babam, anam, canım, kabilem ve âilem ona feda olsun." [15]

    16- Oruç Tuttuğunda Güzel Koku Kullanması

    Ravi diyor ki:
    "İmam Sadık (a.s) oruç tuttuğunda, güzel koku kullanarak şöyle buyuruyordu:
    "Güzel koku, oruç tutanın hediyesidir." [16]

    17- Oruç Tuttuğunda Gül Koklamaktan Kaçınması

    Ravi diyor ki:
    "İmam Sadık (a.s) oruç tuttuğunda, hoş kokulu her çeşit bitki ve gül koklamaktan kaçınıyordu. Bunun sebebini sorduğumda şöyle buyurdular: "Orucumu (herhangi) bir lezzetle karıştırmak istemiyorum." [17]

    18- Ramazan Ayına Saygı

    İmam sadık (a.s) buyurmuştur ki:
    "Ben Ramazan ayında yolculuğa çıktığım zaman, ölmeyecek kadar gıda (güç verecek çok az bir miktar) dışında bir şey yemem ve doyasıya su içmem." [18]

    İkinci Bölüm: İmam (a.s)'ın İçtimaî Siresi

    19- Fakirlere Yardımda Bulunması

    (İmam Sadık (a.s)'ın ashabından olan) Hişam bin Salim diyor ki:
    "İmam Sadık (a.s), gecenin bir vaktinde, içerisinde ekmek, et ve para olan torbasını omzuna alarak Medine halkının muhtaç kesimine doğru gidip torbanın içerisindeki gıda maddeleri ve paraları onların arasında taksim ediyordu; onlar ise İmam (a.s)'ı tanımıyorlardı. İmam (a.s) vefat ettiğinde artık o bağışlar kesilince, onları getirenin İmam Sadık (a.s) olduğunu anlamış oldular." [19]

    20- Kendisine Bir Şey Kalmayacak Derecede Bağışta Bulunması

    (Hadis ravilerinden olan) Hiyac bin Bestam şöyle diyor:
    "Cafer bin Muhammed (İmam Sadık -a.s-), âilesine bir şey kalmayacak derecede halka bağışta bulunuyordu." [20]

    21- Helal Rızk İçin Çiftçilik Yapması

    İmam Sadık (a.s) buyurmuştur ki:
    "Ben bazı arazilerimde terleyinceye kadar çalışıyorum, oysa benim yerime çalışacak ve beni çalışmaktan müstağni edecek fertler vardır; çalışmamın sebebi, Allah Teala'nın, benim helal rızk arayarak çaba sarf ettiğimi bilmesi ve görmesi içindir." [21]

    22- Takvaya Davet Etmesi

    (İmam Sadık (a.s)'ın ashabından olan) Gıyas bin İbrahim şöyle diyor:
    "İmam Sadık (a.s), birbiriyle kavga eden bir grup cemaatın yanından geçerken durup üç defa yüksek sesle: "Allah'tan korkun" diye buyuruyordu." [22]

    23- Yarışa Hazır Olması

    (İmam Sadık (a.s)'ın ashabından olan) Hafs bin Buhturî şöyle diyor:
    "İmam Sadık (a.s), ok atışı ve at biniciliğine hazır oluyordu." [23]

    24- Çocukları Oruç Tutmaya Emretmesi

    Ravi diyor ki:
    "İmam Sadık (a.s), çocuklara Ramazan ayında günün bir kısmını oruç tutmalarını emrediyordu; açlık ve susuzluğun onlara galip olduğunu görünce, oruçlarını açmalarını tavsiye ederdi." [24]

    25- Çaba ve Gayrete Tavsiyesi

    İmam Sadık (a.s) buyurmuştur ki:
    "Allah'a and olsun ki biz, ancak kendimize emrettiğimiz şeyi size emrediyoruz. Öyleyse çalışıp çabalayın ve gayret edin." [25]

    26- Düşmanın İhtiyacını Karşılaması

    İmam Sadık (a.s) buyurmuştur ki:
    "Ben düşmanın ihtiyacını, onu reddedip de benden müstağni olabilmesi (artık bana ihtiyacı olmaması) korkusundan dolayı koşarak karşılıyorum." [26]

    27- Hakkı Söylemesi

    İmam Sadık (a.s) buyurmuştur ki:
    "Benden, hakkı söylememi istiyorlar! Allah'a and olsun ki, ölünceye dek sürekli hakkı söyleyeceğim." [27]

    28- İyilik ve Sıla-i Rahmi Tavsiye Etmesi

    İbn-i Sa'd-i Ezudi diyor ki:
    "İmam Sadık (a.s)'ın bize en çok tavsiye ettiği şey, iyilik ve sıla-i rahimdi." [28]

    Üçüncü Bölüm: İmam (a.s)'ın Ahlakî Siresi

    29- Emanete Riayet Etmesi

    İmam Sadık (a.s) buyurmuştur ki:
    "Eğer Hz. Ali (a.s)'ı kılıçla vurarak onu öldüren şahıs, beni kendi emini bilerek benden nasihat ve istişare etmeyi ister ve ben de bunu kabul etmeğe hazır olursam, mutlaka emaneti ona eda ederim (bu konuda onu gözetirim)." [29]

    30- Mizah ve Tebessümü

    (Ehl-i Sünnetin Malikiyye fırkasının imamı olan) Malik şöyle diyor: "Ben Cafer bin Muhammed'i (İmam Sadık'ı) sürekli olarak çok mizah ve tebessüm ederken görüyordum." [30]

    31- Köleler Gibi Oturması (Tevazusu)

    (Hadis ravilerinden olan) Ebu Hadice şöyle diyor:
    "İmam Sadık (a.s) köleler gibi (tevazu ile) oturuyor, elini yere koyuyor ve üç parmağıyla da yemek yiyordu." [31]

    32- Sabrı ve Teslimiyeti

    İmam Sadık (a.s) bana, tesliyet ve başın sağ olsun demek için (İmam (a.s)'ın yaranlarından olan) Mufazzal'ın yanına giderek ona şöyle dememi emretti:
    "Biz, İsmail'in (İmam'ın oğlu) ölümüyle karşılaştık, ama sabrettik; sen de bizim sabrettiğimiz gibi sabret; biz bir şeyi, Allah da başka bir şeyi isterse, biz Allah'ın emrine teslim oluruz." [32]

    33- İmam (a.s) Açısından Dünya Makamı

    Hafs bin Gıyas diyor ki:
    İmam Sadık (a.s) bana şöyle buyurdular:
    "Ey Hafs! Dünya menzileti (makamı) benim yanımda bir leş gibidir; mecbur olduğum takdirde ondan yararlanırım ancak." [33]

    34- Başkasıyla Birlikte Yemek Yemeği Sevmesi

    (İmam Sadık (a.s)'ın yaranlarından olan) Mufazzal diyor ki:
    İmam Sadık (a.s)'dan şöyle buyurduğunu duydum:
    "Her yemek yediğimde, başka bir insanın da benimle o yemekte ortak olmasını arzu ediyorum." [34]

    Dördüncü Bölüm: İmam (a.s)'ın Şahsî Siresi

    35- Güzel Koku Kullanması

    İmam Kâzım (a.s) buyurmuştur ki:
    "İmam Sadık (a.s)'ın secdegahı (secde ettiği yer), onun güzel kokusuyla tanınıyordu." [35]

    36- Kına Yakması

    (İmam Sadık (a.s)'ın ashabından olan) Muaviye bin Ammar diyor ki:
    "İmam Sadık (a.s)'ın, koyu bir kına yaktığını gördüm." [36]

    37- Sakalını Taraması

    İmam Kâzım (a.s) buyurmuştur ki:
    "İmam Sadık (a.s)'ın mescitte bir tarağı vardı; namazı kılıp bitirdikten sonra onunla sakalını tarardı." [37]

    38- Özel Yemeği

    (İmam Sadık (a.s)'ın ashabından olan) Abd'ul- A'la diyor ki:
    "İmam Sadık (a.s)'la birlikte yemek yerken İmam (a.s) cariyesine: "Ey cariye! Bizim meşhur yemeğimizi getir" diye buyurdular. Derken cariye, içerisinde sirke ve zeytin yağı olan çanağı getirdi; biz de ondan yedik." [38]

    39- Yemekten Önce Bismillah, Yemekten Sonra İse el-Hamdulillah Demesi

    İmam Sadık (a.s) buyurmuştur ki:
    "Kesinlikle yemeğin hazmı bana ağır gelmemiştir; çünkü ben hiçbir zaman "Bismillah" demeden yemeğe başlamadım ve "el-hamdulillah" demeden de yemekten ayrılmadım." [39]

    40- Kıbleye Doğru Oturması

    (İmam Sadık (a.s)'ın yaranlarından olan) Hammad bin Osman diyor ki:
    "İmam Sadık (a.s)'ın, evinin kapısı önünde kıbleye doğru oturduğunu gördüm." [40]

    ____________
    Kaynakça:
    [color=purple][1] - Bihar, C. 78, S. 228, H. 100.
    [2] - Kafi, S. 3, S. 262, H. 42; Tuhaf'ul- Ukul, S. 784, H. 182.
    [3] - Vesail'uş- Şia, C. 4, S. 139, H. 1.
    [4] - Vesail'uş- Şia, C. 1, S. 45, H. 2; Mişkat'ul- Envar, S. 128.
    [5] - Bihar, C. 17, S. 32, H. 14.
    [6] - Vesail'uş- Şia, C. 17, S. 216, H. 1.
    [7] - İsbat'ul- Hudat, S. 6, S. 414. H. 162.
    [8] - Kâfî, C. 3, S. 441, H. 10; Vesail'uş- Şia, C. 3, S. 183, H. 8.
    [9] - Deâim'ul- İslam, C. 2, S. 159, H. 565.
    [10] - Bihar, C. 95, S. 164, H. 18.
    [11] - Vesail'uş- Şia, C. 3, S. 608, H. 3.
    [12] - Kâfî, C. 4, S. 408, H. 9.
    [13] - Kâfî, C. 4, S. 401, H. 4; Vesail'uş- Şia, C. 9, S. 424, H. 5.
    [14] - Kâfi, C. 2, S. 538, H. 13; Bihar, C. 87, S. 192.
    [15] - Tefsir'ul- Burhan, C. 1, S. 307, H. 4.
    [16] - Kâfî , C. 4, S. 113, H. 3; Men Lâ Yahzuruh'ul- Fakih, C. 2, S. 112, H. 1872.
    [17] - Fıkhî açıdan, güzel kokulu bitkileri koklamak mekruhtur ama, esans kullanmak müstahaptır. Binaenaleyh, bu rivayetle önceki rivayet arasında bir tezat yoktur. (Men Lâ Yahzuruh'ul- Fakih, C. 2, S. 114, H. 188; Vesail'uş- Şia, C. 7, S. 67, H. 15)
    [18] - Vesail'uş- Şia, C. 7, S. 147, H. 5.
    [19] - Kâfî, C. 4, S. 8, H. 1; Bihar, C. 47, S. 38, H. 47.
    [20] - Bihar, C. 47, S. 33, H. 3; Keşf'ul- Ğumme, C. 2, S. 157.
    [21] - Vesail'uş- Şia, C. 12, S. 23, H. 8.
    [22] - Mişkat'ul- Envar, S. 55; Bihar, C. 100, S. 92, h.86.
    [23] - Vesail'uş- Şia, C. 13, S. 348, H. 4.
    [24] - Deâim'ul- İslam, C. 1, S. 194.
    [25] - Vesail'uş- Şia, c.12, S. 12, H. 8.
    [26] - Bihar, C. 78, S. 207, H. 64.
    [27] - Rical-i Keşşi, S. 601, H. 1121.
    [28] - Kurb'ul- Esnad, S. 43, H. 138.
    [29] - Kâfî, C. 5, S. 133, H. 5.
    [30] - Bihar, C. 17, S. 32, H. 14.
    [31] - Kâfî, C. 6, S. 297, H. 6.
    [32] - Mişkat'ul- Envar, S. 27.
    [33] - Vesail'uş- Şia, C. 16, S. 312, H. 6.
    [34] - Kâfî, C. 6, S. 353, H. 6.
    [35] - Kâfî, C. 6, S. 511, H. 11.
    [36] - Bihar, C. 47, S. 46, H. 65.
    [37] - Bihar, C. 76, S. 116, h.2.
    [38] - Bihar, C. 47, S. 41, H. 51.
    [39] - Vesail'uş- Şia, C. 16, S. 586, H. 7.
    [40] - Mişkat'ul- Envar, S. 206.
    "Haksızlık edenler, hangi dönüşe (hangi akibete) döndürüleceklerini yakında bileceklerdir." (Şuara 227)

    Yorum


      #32
      Ynt: İmam Cafer Sadık’ın (as) Hayatı, Fazileti, Siresi ve Sözleri

      İMAM CAFER SADIK (A.S)'DAN KIRK HADİS


      Velayetin (Yöneticiliğin) Haram Kısmı

      1- "Velayetin (yöneticiliğin) haram kısmı, zalim yöneticinin velayetidir ve en yükseğinden en alt makamına kadar onun tarafından (yöneticilik makamına) tayin edilen kimselerin yöneticiliğidir. Yönetici olarak onlar için çalışmak ve onlarla ticaret yapmak haramdır ve bu iş meşru değildir. Bunu yapan adam, yaptığı iş ister az olsun, ister çok, bu bulunmak büyük bir günahtır. Bunun sebebi ise şudur: Zalim yöneticinin yöneticiliğinde hak olan her şey ayak altına alınır ve batıl olan her şey de dirilir; zulüm sitem ve fesat aşikar olur. (İlahi) kitaplar iptal edilir; peygamber ve müminler öldürülür; camiler yıkılır, Allah'ın sünnet ve şeriatı değiştirilir. Bu yüzden onlarla çalışmak, onlara yardımda bulunmak ve onlarla ticaret yapmak haramdır; ancak kan ve murdarı yemek kadar bir zaruret söz konusu olursa, o başka."[1]

      Kendileri İçin Dünya ve Ahiret Hayrı Ümit Edilmeyen Kimseler

      2- "İlmi olmayanı mutlu saymak, sevgi ve muhabbeti olmayanı övmek, sabırlı olmayanı kamil saymak, ulemayı kınamaktan ve onlara dil uzatmaktan kaçınmayan kimseye dünya ve ahiret hayrı ümit etmek doğru ve uygun değildir. Akıllı adamın, sözüne güvenilmesi için doğru konuşan olması, nimetin çoğalmasını hakketmesi için de şükreden olması gerekir."[2]

      Zalim Hakimlere Başvurmanın Câiz Olmayışı

      3- "Ömer bin Hanzale şöyle diyor: "İmam Cafer Sadık (a.s)'a, ashabımızdan olan iki şahsın arasında bir borç veya miras hakkında anlaşmazlık vardır, mahkeme için sultana ve hakimlere (zalim yönetici veya onlar tarafından tayin edilen kadılara) başvuruyorlar; acaba bu amel caiz midir? İmam (a.s) şöyle buyurdu: "Kim onlara hak veya batıl bir meselede başvurursa, tağuta başvurmuştur; onun yararına hükmettiği şey kesin hakkı bile olsa haramdır. Çünkü tağutun hükmüyle onu almıştır. Allah (c.c) buyurmuştur ki: "Tağutun önünde muhakeme olmayı isterler, oysa onlar onu reddetmekle emrolunmuşlar."[3] Öyleyse ne yapsınlar? Dediğimde şöyle buyurdu: "Bizim hadislerimizi rivayet eden, helalımızı ve haramımızı bilen ve hükümlerimizden haberdar olan birisini bulsunlar, ben onu size hakim kıldım."[4]

      Kadıların Kısımları

      4- "Kadılar dört kısımdır; üç kısmı cehennemde, bir kısmı da cennettedir.
      a) Bilerek haksız yere hüküm veren kimde cehennemdedir.
      b) Bilmeyerek haksız yere hüküm ceren kimse cehennemdedir.
      c) Bilmeyerek hakka hüküm veren kimse cehennemdedir.
      d) Bilerek hakka hüküm veren kimse ise cennettedir."[5]

      Erkek ve Kadının Riayet Etmesi gereken Hususlar

      5- "Erkek, hanımana karşı üç şeye riayet etmelidir: Hanımının muhabbet ve ilgisini kazanmak için onunla uyum sağlamak; ona karşı güzel ahlaklı olmak;onun gözünde güzel görünmek ve refahını sağlamakla kalbini elde etmek.
      Kadın da kocasına karşı şu üç şeye riayet etmesi gerekir: Kocasının tüm hallerde güvenini sağlayacak şekilde kendisini kötülüklerden korumak; muhtemel hatalarının effedilmesi için sürekli kocasının hakkını gözetmesi; tatlı dil ve çekici tavırlarıyla kocasına olan sevgisini bildirmesi."[6]

      Ölümden Sonra Üç Yolla İnsan İçin Sevap Yazılması

      6- Ölümden sonra insan için ancak üç yolla sevap yazılır: Hayatında, ölümünden sonra da devam edecek bir sadaka-i cariye (cami, köprü vb. şeyler) geriye bırakmak; kendisinden sonra, kendisiyle amel edilecek bir sünnet-i hasene (güzel bir gelenek) bırakmak ve kendisine dua edecek salih bir evlat yetiştirmek."[7]

      Müslüman'ın, Müslüman Kardeşi Üzerindeki Hakkı

      7- "Müslüman'ın, Müslüman kardeşi üzerindeki hakkı şunlardır: Karşılaştığında selam vermek, hastalandığında ziyaret etmek, gıyabında hayrını istemek, aksırdığında "Yerhamukellah" (Allah sana rahmet etsin) demek, davet ettiğinde davetini kabul etmek ve öldüğünde onu teşyi etmek (uğurlamak)."[8]

      Mümin, Müminin Kardeşi

      8- "Mümin, müminin kardeşidir, müminler tek bir gövde gibidirler; eğer bir tarafı ağrırsa ağrısını diğer organlar da hisseder. Müminlerin ruhları da bir ruhdandır; müminin ruhunun Allah'a bağlılığı, güneş ışınlarının güneşe bağlılığından daha şiddetlidir."[9]

      Dostluğun Şartları

      9- "Dostluk ancak had ve sınırlarıyla gerçekleşir; kim bu had ve şartların hepsine veya bunlardan bazısına riayet ederse gerçek bir dost olur; aksi takdirde böyle bir kimsenin dostluğunu dostluk sayma. Bu had ve sınırların birincisi, içte ve dışta sana karşı aynı olmasıdır. İkincisi, senin ziynetini (iyiliğini) kendi ziyneti ve senin kötülüğünü de kendi kötülüğü bilmesidir. Üçüncüsü, bir makam veya servete ulaştığında, sana karşı durum ve tavrının değişmemesidir. Dördüncüsü, gücü yettiği bir şeyi senden esirgememesidir. Bu hasletlerin hepsinden kapsamlı ve üstün olan beşincisi de musibet ve sıkıntılarda seni yalnız bırakmamasıdır."[10]

      Değerli Tavsiyeler

      10- "Suçlanacak yerde duran kimse, kendisine kötü zanda bulunan kimseyi kınamamalıdır. Sırrını saklayan kimsenin yetkisi, daima kendi elinde olur. İki kişiyi geçen her söz ifşa olur. Kardeşinin yaptığını iyiye yorumla; sözüne iyi bir tevil bulduğun müddetçe onu kötüye yorumlama. Dürüst olan kardeşleri, elden kaçırma; çünkü onlar, varlıkta azık, belada ise siperdirler. Allah'tan korkan kimselerle istişare et. Kardeşlerini takvaları miktarınca sev. Kötü işte size meyletmemeleri için onlara muhalefet edin."[11]

      Boş Söz ve Çekişmekten Sakınmanın Gerekliliği

      11- "Boş konuşma; münasip bir yer bulmadıkça da yararı sözleri söyleme. Nice konuşanlar vardır ki, yararlı ve hak sözü yersiz söylediği için incimiştir. Akılsız ve olgun kimseyle çekişme. Çünkü olgun kimse, sana galip gelir; akılsız ise seni helak eder. Kardeşinin gıyabında, hakkında söylenmesini sevdiğin şeyin en güzelini onun hakkında söyle; çünkü amel, işte budur. İşlerde, iyiliğine karşı mükafat alacağını ve suçlarına karşı da hesaba çekileceğini bilen bir kimse gibi amel et."[12]

      Dünyada Zahid Olmanın Faydaları

      12- "Kim dünyada zahit olursa, Allah, hikmeti onun kalbine yerleştirir, dilini onunla açar, dünyanın zararlarını, dert ve dermanlarını ona gösterir ve onu dünyadan esenlik evine salim olarak götürür."[13]

      İnsanların Sırat Köprüsünden Çeşitli Şekillerde Geçmesi

      13- "İnsanlar (kıyamet günü) sırat köprüsü üzerinden çeşitli şekillerde geçerler; Sırat köprüsü kıldan ince ve kılıçtan keskindir... Bazıları sürünerek, bazıları yürüyerek, bazıları da vücutlarının bir kısmını ateş yakacak şekilde asılarak geçerler."[14]

      Şakanın Zararı

      14- "Şaka yapmaktan sakının. Çünkü şaka yapmak, düşmanlık doğurur; aynı zamanda küçük bir sövüştür de."[15]

      Basiretsiz Amel Edenin Doğru Yolda Yürümeyen Kimseye Benzemesi

      15- "Basiretsiz (körü körüne) amel eden kimse, doğru yoldan yürümeyen kimseye benzer; süratle gedişi, onu hedefinden uzaklaştırmaktan başka bir işe yaramaz."[16]

      Zulmün Dışında Diğer Günahların Bağışlanması

      16- "Ey Cundeb oğlu! Müminlere zulmün dışında, diğer bütün günahlar bağışlanır. Gösteriş için yapılan amellerin dışında diğer bütün hayır ameller kabul edilir."[17]

      Halkı Güzel Amellerle İyiliğe davet Etmenin Gerekliliği

      17- "Halkı güzel amellerinizle iyiliğe davet edenlerden olun, dilinizle değil. Halk sizin çabanızı, doğruluğunuzu ve haramlardan sakınmanızı görmelidir."[18]

      Dikkate Değer Öğütler

      18- "Ey Cundeb oğlu! Kazandığı maldan kendisini mahrum bırakan, başkası için toplamaktadır. Heva ve hevesine uyan düşmanına uymuştur. Kim Allah'a güvenirse Allah ona,dünya ve ahiret işlerinde yeter ve gıyabında onun her şeyini korur. Her belaya karşı sabır, her nimete şükür ve her zorluğa çözüm yolu hazırlamayan kimse aciz kalır. Evladına ve malına gelecek her bela ve musibete karşı sabretmeye çalış. Çünkü Allah sabır ve tahammülünüzü denemek için emanet ve bağışını geri alır. Günah işlemeye cesaretlendirmeyecek şekilde Allah'a ümitli ol ve Allah'ın rahmetinden de ümit kesmeyecek şekilde O‘ndan kork. Cahilin övgü ve sözlerine asla aldanma. Zira bu, kibirlenip sonra ululanmana ve amelinle övünmene sebep olur. Gerçekten en iyi amel ibadet ve (bunun da yanında) tevazudur."[19]

      Müminde Sekiz Haslet Olmasının Gerekliliği

      19- "Müminde şu sekiz haslet olmadılır: Buhranda (fitnelerde) ağırbaşlı, belada sabırlı, varlıkta şükredici, Allah'ın verdiği rızka kanaat eden, düşmanlara (bile) zulmetmeyen, dostlara yük olmayan, bedeni kendisi tarafından zahmette, insanlar ise olan taraf rahatlıkta olmalı."[20]

      Alimin Günahının Çabuk Bağışlanmaması

      20- "Alimin bir günahı bağışlanmadan, cahilin yetmiş günahı bağışlanır."[21]

      Aydınlatıcı Tavsiyeler

      21- "Zenginlikte azma; yoksullukta sabırsızlık etme. Katı ve taş yürekli olma; çünkü böyle olarsan hak sana yaklaşmaktan hoşlanmaz. Gevşek ve zayıf da olma; zira seni tanıyan tahkir eder. Kendinden üstte olana karşı düşmanlık yapma; senden aşağıda olanla da alay etme. İşlerde, o işin ehliyle çekişme (işi ehline bırak). Akılsızlara itaat etme. Herkesin yanında kendini küçültme. Bir işin içerisinde alıp pişman olmadan önce, o işin giriş ve çıkış yolunu öğrenmek için dur, düşün (sonra başla). Kalbini ortak olduğun bir yakın ve amelini peşinden gittiğin bir baban, nefsi emmareni mücadele ettiğin düşman ve (sahibine) geri vereceğin emanet kabul et. Sen kendi nefsinin doktoru kılınmışsın, sıhhat alameti sana öğretilmiş, dert ve dermanın sana açıklanmıştır. Öyleyse kendine nasıl bakacağına dikkat et."[22]

      Müslümana Hile Yapmanın Cezası

      22- "Kim, kendisini ateşten kurtarmaktan başka bir endişeyle sabahlarsa, büyük bir meseleyi küçük saymış ve Rabbinin vereceği az bir kâra meyletmiştir. Kim, Müslüman kardeşime hile yapar, onu tahkir eder ve onunla kavga yaparsa Allah onu cehenneme sokar. Kim, bir mümine haset ederse, tuzun suda eridiği gibi onun da imanı öylece kalbinde erir."[23]

      Sadakanın Gizli Verilmesi

      23- "Halkın seni iyi adam bilmeleri için onların gözü önünde sadaka verme. Böyle yaparsan mükafatını almış sayılırsın. Sağ elinle bağışta bulunduğun zaman sol elinin haberi olmamalıdır. Çünkü Allah için gizlice verdiğin sadakadan dolayı Allah, halkın verdiğin sadakadan habersiz kalmasının sana zararı ulaşmayacağı bir gün (kıyamet günü) şahitlerin gözü önünde seni mükafatlandıracaktır."[24]

      Lokman'ın Oğluna Tavsiyeleri

      24- "Lokman'ın oğluna tavsiyelerinden bazıları şunlardı: "Ey oğlum, işlerinde ağırbaşlı olmaya çalış; Müslüman kardeşlerinin doğurduğu müşkülatlar karşısında nefsine sabrı yükle. Eğer dünya izzetini elde etmek istiyorsan, halkın elinde olan şeylerden tamahını kes; peygamberler ve doğru insanlar, insanlardan tamah gözlerini keserek o yüksek makamlara ulaştılar."[25]

      Her Gece ve Gündüz Yapılan Amellere Bakmanın Gerekliliği

      25- "Bizi tanıyan her Müslüman'ın, her gece ve gündüz amellerine bakması ve kendisini hesaba çekmesi gerekir. Eğer yaptığı işlerin iyi olduğunu görürse, o işi daha da çoğaltmalıdır; ama eğer kötü olduğunu görürse kıyamet günü rezil olmamak için yaptığı kötü işlerden tövbe etmelidir."[26]

      Şaka ve Münakaşanın Dostluğu Bozması

      26- "Ey Nu'man oğlu! Eğer kardeşinin seninle samimi dost olmasını istiyorsan onunla şaka yapma; münakaşa etme; ancak düşmanın haberdar olmasıyla sana zararı olmayacak sırlar olursa o başka; çünkü dostun da bir gün düşman olabilir."[27]

      Üş Şeye Rağbet Göstermeyenin Üç Şeye Duçar Olması

      27- "Üç şeye rağbet göstermeyen üç şeye duçar olur: Uzlaşmaya rağbet göstermeyen yardımcısız kalır, hayır işe rağbet göstermeyen pişman olur, arkadaşlarını çoğaltmaya rağbet göstermeyen zarar görür."[28]

      Ümitle Korku Arasında Olan Kimsenin Kurtuluşu

      28- "Ey Cundeb oğlu! Ameline güvenen helak olur, Allah'ın rahmetine güvenerek günahlara cüret eden kurtulamaz." Öyleyse kim kurtulur? Diye sorduğumda buyurdular ki: "Ümitle korku arasında olan kimseler kurtulur; bunların kalpleri mükafatın hevesinden ve azabın korkusundan sanki bir kuşun pençesine asılmış gibidir."[29]

      Allah Bir Kuluna Lütufta Bulunmak İstediğinde Ona İyilik Yapma İsteğini Vermesi

      29- "İyilik kendi ismi gibi iyidir. İyilikten, sevabı hariç daha üstün bir şey yoktur. Amelden de iyi olan onun mükafatıdır. İyilik etmek, Allah'ın, kuluna verdiği bir hediyedir. Her iyilik yapmak isteyen onu yapamaz; gücü yeten herkes de buna muvaffak olamaz. Allah bir kula lütufta bulunmak isterse ona iyilik yapma isteğini, gücünü ve muvaffakiyetini verir. İşte burada, iyilik yapmak isteyen için saadet ve yücelik tamamlanır..."[30]

      Mümin Kardeşin İhtiyacını Karşılamak İçin Adım Atan Kimsenin Sevabı

      30- "Mümin kardeşinin ihtiyacını karşılamak için adım atan bir kimse, Safa ve Merve arasında sa'yeden kimse gibidir. Onun ihtiyacını karşılayan bir kimse de Bedir ve Uhud savaşında Allah yolunda kanına boyanan kimse gibidir. Allah hiçbir ümmeti, fakir kardeşlerinin haklarını küçümsemedikleri müddetçe helak etmemiştir."[31]

      Şükredilmeyen Nimetlerin Vebal Olması

      31- "Allah, bazı kavimlere nimetler verir, şükretmeyince, o nimetler onlara vebal olur; bazı kavimleri musibetlere duçar kılar, sabredince o musibetler kendilerine nimet olur."[32]

      Gizli ve Açıkta Yapılan Günahların Zararları

      32- "Kul, günahı gizli olarak işlerse, yalnız yapana zarar verir; ama açıkta işler ve önlenmezse (o zaman) topluma zarar verir."[33]

      Değerli Öğütler

      33- "Aklı olmayan, ıslah olmaz. İli olmayan, anlayamaz. Anlayan, nezaketli olur. Halim ve olgun olan, muzaffer olur. İlim siperdir. Doğruluk izzettir. Cehalet zillettir. Anlayış ululuktur. Cömertlik başarıdır. Güzel ahlak, dostluğa yol açar. Zamanını tanıyana, şüpheler saldırmaz sağduyu, zannın kandilidir. Allah, kendisini tanıyanın dostudur ve O'nu tanımadığı halde tanıyor gibi görüneninin de düşmandır. Akıllı insan bağışlayıcı, cahil ise gaddar olur. Saygı görmek istiyorsan, yumuşak davran. Hakir olmak istiyorsan, haşin ol. Asaletli olanın, kalbi yumuşak olur. Haşin olanın, kalbi katı olur. Vazifesini yapmada kusur eden, uçuruma düşer. İşin sonundan endişesi olan, bilmediği şeyde ihtiyatlı davranmalıdır. Bilmeyerek bir işe teşebbüs eden, kendi burnunu yere sürter (zillete duçar olur). İlmi olmayan, anlamaz; anlamayan kurtulmaz; kurtulmayan, kıymetli olmaz; kıymetli olmayan, ezilir; ezilen, çok kınanır; böyle olan bir kimseye ise pişmanlık yakışır."[34]

      Halkın Hanımlarına İffetli Davrananların Hanımlarının İffetli Olması

      34- "Babalarınıza iyilik edin ki, çocuklarınız da size iyilik etsinler. Halkın hanımlarına karşı iffetli davranın ki, hanımlarınız da iffetli olsunlar."[35]

      Kötülük Yapanlara Karşı İyi Davranmak

      35- "Seninle ilişkisini kesenle ilişki kur. Seni mahrum bırakana bağışta bulun. Sana kötülük yapana iyilik yap. Sana küfredene selam ver. Düşmanlık yapana karşı insaflı davran. Zulmedeni affet; nitekim sen de affedilmeği seversin. Allah'ın seni affetmesinden ibret al. Güneşin hem iyi hem de kötü insanlara doğduğunu ve yağmurun da hem salih, hem de suç işleyenlere yağdığını görmüyor musun?"[36]

      Üç Kısım İnsandan Korkmanın Gerekliliği

      36- "Üç çeşit insandan kork: Hain, zalim ve laf taşıyan. Çünkü senin için (başkasına) hıyanet eden, sana da eder; senin için (başkasına) zulüm eden sana da zulüm eder; sana laf taşıyan senden de söz götürür."[37]

      Kur'an Okuyanı Dinlemenin Sevabı

      37- "Kendisi okumaksızın Allah'ın kitabından bir harfin (ayetin) okunmasını dinleyen kimse için Allah bir hasene (sevap) yazar, bir günahını siler ve onu bir derece yükseltir." [38]

      Evlinin Namazının Bekarın Namazdan Üstünlüğü

      38- " Evli bir kimsenin kıldığı iki rekat namaz, bekarın kıldığı yetmiş rekattan daha üstündür."[39]

      Ailesinin Geçimini Sağlamak İçin Çalışan Kimsenin Değeri

      39- "Ailesinin geçimini sağlamak için çalışan, Allah yolunda cihat eden kimse gibidir."[40]

      Namazı Hafif Sayanın Şefaate Ulaşmaması

      40- İmam (a.s), ölüm anında etrafında toplanan akrabalarına bakıp şöyle buyurdular: "Namazı hafif sayan, bizim şefaatimize ulaşmayacaktır."[41]
      _________________
      Kaynakça:

      [1] - Tuhaf'ul-Ukul, s. 683
      [2] - Tuhaf'ul-Ukul, s. 747. H. 70
      [3] - Nisa/ 60.
      [4] - Vesail'uş-Şia, c. 18, s. 99
      [5] - Tuhaf'ul-Ukul, s. 749
      [6] - Tuhaf'ul-Ukul, s. 665
      [7] - Tuhaf'ul-Ukul, s. 743
      [8] - Usul-u Kafi, c. 2, s. 171
      [9] - Usul-u Kafi, c. 2, s. 166
      [10] - Tuhaf'ul-Ukul, s. 753. H. 90
      [11] - Tuhaf'ul-Ukul, s. 755. H. 103
      [12] - Tuhaf'ul-Ukul, s. 781. H 175
      [13] - Bihar'ul- Envar, c. 73, s. 48
      [14] - Revzat'ul- Vaizin, s. 499.
      [15] - Tuhaf'ul-Ukul, s. 779. H. 172
      [16] - Tuhaf'ul-Ukul, s. 741
      [17] - Tuhaf'ul-Ukul, s. 625
      [18] - Usul-u Kafi, c. 2, s. 105
      [19] - Tuhaf'ul-Ukul, c. 1, s. 625
      [20] - Usul-u Kafi, c. 1, s. 47
      [21] - Usul-u Kafi, c. 1, s. 47
      [22] - Tuhaf'ul-Ukul, s. 627
      [23] - Tuhaf'ul-Ukul, s. 621
      [24] - Tuhaf'ul-Ukul, s. 629
      [25] - Bihar'ul-Envar, c. 13, s. 419-420
      [26] - Tuhaf'ul-Ukul, s. 617
      [27] - Tuhaf'ul-Ukul, s. 643
      [28] - Tuhaf'ul-Ukul, s. 657. H. 32
      [29] - Tuhaf'ul-Ukul, s. 621
      [30] - Bihar'ul-Envar, c. 78, s. 246
      [31] - Tuhaf'ul-Ukul, s. 623
      [32] - Bihar'ul-Envar, c. 78, s. 241
      [33] - Kurb'ul-İsnad, s. 26
      [34] - Tuhaf'ul-Ukul, s. 731
      [35] - Bihar'ul-Envar, c. 78, s. 242
      [36] - Tuhaf'ul-Ukul, s. 629
      [37] - Tuhaf'ul-Ukul, s. 651
      [38] - Uddet'ud-Daî, s. 270
      [39] - Bihar'ul-Envar, c. 103, s. 219
      [40] - Vesail'uş-Şia, c. 12, s. 43
      [41] - Vesail'uş-Şia, c. 3, s. 17
      "Haksızlık edenler, hangi dönüşe (hangi akibete) döndürüleceklerini yakında bileceklerdir." (Şuara 227)

      Yorum


        #33
        Ynt: İmam Cafer Sadık’ın (as) Hayatı, Fazileti, Siresi ve Sözleri

        İMAM CAFER SADIK (A.S)'IN HAYATIYLA İLGİLİ SORULAR VE CEVAPLAR

        S. 1- İmam Sadık (a.s)'ın isim ve künyesi nedir?
        C. 1- İsmi Cafer, künyesi ise Ebu Abdullah'tır.

        S. 2- İmam Sadık (a.s)'ın baba ve annesinin isimleri nedir?
        C. 2- Babasının adı İmam Muhammed Bakır (a.s), Anne adı ise Kasım bin Muhammed bin Ebu Bekir'in kızı Ümmü Ferve'dir.

        S. 3- İmam Sadık (a.s) ne zaman ve nerede gözlerini dünyaya açı?
        C. 3- Hicretin 83. yılının Rabiulevvel ayının 17'sinde Medine'de gözlerini dünyaya açtı.

        S. 4- İmam Sadık (a.s)'ın hayat dönemi kaç bölüme ayrılıyor?
        C. 4- İki bölüme ayrılır:
        a) İmametten önceki dönem.
        b) İmametten sonraki dönem.

        S. 5- İmam Sadık (a.s)'ın imamet dönemi kaç yıl idi?
        C. 5- Otuz dört yıl (114'den 148'e kadar).

        S. 6- Teşeyyü esası ve kültürel inkılâbın filizlendiği dönem, hangi dönem idi?
        C. 6- İmam Sadık (a.s)'ın İmamet dönemi idi.

        S. 7- İlim havzasının kuruluşu hangi dönemde idi ve İmam Sadık (a.s)'ın öğrencilerinin sayısı kaç kişiydi?
        C. 7- Beni Ümeyye ve Beni Abbas'ın savaştığı dönemde idi. Öğrencilerinin sayısı ise dört bin kişi civarındaydı.[1]

        S. 8- İmam Sadık (a.s) kaç çeşit insandan kaçınmayı emretmiştir?
        C. 8- İmam Sadık (a.s) şöyle buyurmuştur:
        "Üç çeşit insandan kaçın: Hain, zalim ve söz taşıyan; çünkü başkasına senin için hıyanet eden, sana da hıyanet eder; başkasına senin için zulmeden sana da zulmeder; sana söz taşıyan, senin aleyhinde de başkasına söz taşır." [2]

        S. 9- İmam Sadık (a.s)'ın imamet dönemindeki tağut halifeler kimlerdi?
        C. 9- Emevi halifelerinin dokuzuncusu olan Yezid bin Malik'ten onların sonuna kadar olan halifelerle Abbasi halifelerinin birinci ve ikinci halifesi olan Seffah ve Mensur-i Devanaki'dir.

        S. 10- Neden altıncı İmama "Sadık" diyorlar?
        C. 10- Peygamber-i Ekrem (s.a.a) şöyle buyurmuştur:
        "Bu evladımın (İmam Sadık'ın) lakabını "Sadık" koyun. Çünkü onun beşinci oğlunun ismi Cafer olacak ve hakkı olmadığı halde İmamlık iddiasında bulunacak, bundan dolayı ona "kezzap" lakabını vereceklerdir."

        S. 11- İmam Sadık (a.s)'ın sima ve şekli nasıldı?
        C. 11- İmam Sadık'ın sima ve şeklini şöyle tarif etmişlerdir: Orta boylu, dik yüzlü, beyaz tenli, çekik burunlu, siyah saçlı ve yanağında siyah bir beni vardı.

        S. 12- Caferi mezhebinin reisi (önderi) kimdir ve neden?
        C. 12- Caferi mezhebinin reisi İmam Sadıktır. Çünkü İmam Sadık (a.s)'ın dönemi İslam tarihinin en karışık dönemlerindendi. Bir taraftan Beni Ümeyye ve Beni Abbas'ın, hilafeti haksız yere gasbettikleri, diğer taraftan ise mekteplerin sürtüştüğü, fethedilmiş ülkelerin halkıyla Müslümanların karşılaştığı ve çeşitli felsefi ve kelami fikirlerin ortaya çıktığı bir dönemdi. Öyle bir dönemdi ki, eğer İmam Sadık (a.s)'ın ilmi hareketi olmasa veya az etkili olsaydı, din yok olurdu ve İslam'ın hayat bağışlayıcı öğretileri içten ve dıştan çürümüş olurdu. Resulullah (s.a.a) ve diğer İmamların onca zahmet, meşakkat ve çilelerle elde ettikleri bütün şeyler yok olurdu. İşte böyle kritik bir zamanda İmam Sadık (a.s) Müslümanların efkarını, küfür ve ilhad tehlikesinden, (özellikle) Şia'yı yok olmaktan kurtarmak için ciddi bir ilmi hareket başlattı. Şia o dönemde en son nefeslerini alıyordu. Şia'nın yüce şahsiyetleri, hükümetin zulmü korkusundan saklanıp kendi şahsiyetlerini ortaya koymaya cüret edemiyorlardı. Evet, Şia yıkılmak üzereydi, İslami meseleler halkın zihinlerinden yok oluyordu.
        Böyle çok zor şartlar altında İmam Sadık(a.s) İslami maarifi yeniden diriltmeye koyuldu ve büyük bir ilmi mektep kurdu. Bu İlmi mektebin mahsul ve neticesi, çeşitli dallarda eğitim gören dört bin mütehassıs öğrenci idi. Bunlar, o günün İslam ülkesinin her tarafına tebliğ etmek için dağıldılar. Böyle fikri, akidevi bir mektebin kurulmasından dolayı İmam Sadık (a.s), Caferi (Şia) mezhebinin reisi ve önderi olarak meşhur oldu.[3]

        S. 13- Cafer-i Fıkhı nasıl bir fıkıhtı?
        C. 13- Cafer-i fıkhı, vahiy yoluyla Hz. Peygamber (s.a.a)'e ulaşan emir ve tavsiyelerin aynısıdır. (Caferi Fıkhı) İslam mektebinde söz konusu edilen usul ve füruyu açıklayıp beyan etmektedir. Ebu Hanife, İmam Sadık (a.s) hakkında şöyle diyor: "Ben Cafer-i Sadık'tan daha fakih ve bilgin birini göremedim ve tanımıyorum da." İşte bu İmam Sadık (a.s)'ın ilim dalındaki çabasını göstermektedir. [4]

        S. 14- İmam Sadık (a.s), Allah'ı inkar eden İbn-i Ebi'l- Avca'ya cevaben ne buyurdular?
        C. 14- Şöyle buyurdular: "Allah gayip değildir, her şey O'nun eseridir ve bu eserler O'nun varlığına şahittir. O insana şah damardan daha yakındır."
        İmam Sadık (a.s) Allah'ın nişanelerini İbn-i Ebi'l Avca'ya öyle açıkladı ki, o bu beyandan hayrete kapıldı.

        S. 15-İmam Sadık (a.s)'dan binlerce hadis öğrenen öğrencinin ismi nedir?
        C. 15- Zurare (r.a).

        S. 16- "Aşura", "Erbein" ve "Varis" ziyaretini nakleden şahsın ismi nedir?
        C. 16- Safvan bin Mihran, Cemmal-i Esedi-yi Kufi.

        S. 17- İmam Sadık (a.s)'ın buyurduğu, Şeytanın hilesinin eser etmediği beş şey nelerdir?
        C. 17- Beş şey şunlardır:
        1) Temiz bir niyetle Allah'a yönelmek ve bütün işlerde O'na tevekkül etmek
        2) Gece ve gündüz çok tesbih etmek.
        3) Kendisi için beğendiği şeyi başka mümin için de beğenmek.
        1) Sıkıntı ve musibette sabırsızlanmamak.
        2) Allah'ın takdir ettiği rızka razı olmak ve rızk için gam yememek.[5]

        S. 18- İmam Sadık (a.s) kaç yaşında kimin emriyle zehirlenmiştir?
        C. 18- 65 yaşında Mensur Devanaki'nin emriyle

        S. 19- Mensur Devanaki, İmam Sadık (a.s)'ı ne ile zehirlemiştir?
        C. 19- Zehirli üzümle.

        S. 20- İmam Sadık (a.s) şahadet yatağına düştüğünde neleri önemle tavsiye etti?
        C. 20- İki önemli şeyi tavsiye etti:
        1) Allah'la bağlantı kurmak olan namaz hakkında şöyle buyurdular: "Bizim şefaatimiz namazı hafif sayan kimseye ulaşmayacaktır."
        2) Akrabalarla bağlantı kurmak olan sıla-i rahim hakkında da şöyle buyurdular: "Cennetin kokusu anne ve babası kendisinden razı olmayan ve akrabalara sıla-i rahimde bulunmayan kimseye ulaşmayacaktır." [6]

        S. 21- İmam Sadık (a.s) ne zaman ve nerede şahadete eriştiler?
        C. 21- Hicri 148. Yılında, Şevval ayının yirmi beşinci günü Medine-i Münevvere'de.

        S. 22- İmam Sadık (a.s)'ın kabri nerededir?
        C. 22- Medine'deki "Baki" mezarlığında.
        _________________
        [1]- Dastanha-i Şenideni...s. 116 M. İştihardi.
        [2] - Tuhaf'ul- Ukul, s. 316. Bu hadisi çevirmen seçmiştir.
        [3] - Çehardeh Ahter-i Tabnak, s. 158; Ahmed-i Bircendi.
        [4] - a.g.e, s. 162.
        [5]- Sefinat'ul- Bihar, c. 1, s. 484.
        [6] - Dastanha-i Şenideni... s. 128 M. İştihardi.
        "Haksızlık edenler, hangi dönüşe (hangi akibete) döndürüleceklerini yakında bileceklerdir." (Şuara 227)

        Yorum


          #34
          Ynt: İmam Cafer Sadık’ın (as) Hayatı, Fazileti, Siresi ve Sözleri

          CAFERİLİK

          Caferilik, Hz. İmam Cafer Sadık (a.s)'ın mezhebine mensup olmak demek olup, Hz. Resulullah (s.a.a)'dan sonra İslam camiasının önderliğinin ilki Hz. Ali olan on iki imama ait olduğuna inanan Ehl-i Beyt mektebinin ortak ismidir. Bu mektebe aynı zamanda İsnaaşeriyye, İmamiyye, Şiilik ve Alevilik de denmektedir. Ancak bu mektep, Türkiye'mizde daha çok Alevilik ve Şiilik isimleriyle tanınırken; İran, Irak, Azerbaycan, Lübnan, Bahreyn, Suriye, Afganistan, Arabistan, Pakistan Bengladeş ve Hindistan gibi, aynı inancı paylaşan Ehl-i Beyt dostlarının yoğun olduğu ülkelerde Şiilik ve Caferilik isimleriyle meşhur olmuştur.

          Burada şunu da vurgulamalıyız ki, bu mektebe Caferi mezhebi denilirken, onun da İslam camiası içerisinde ortaya çıkan Hanefi, Şafii, Maliki, Hambeli Zahiri, Sevri ve diğer İslami mezhepler türünden bir mezhep olduğu anlaşılmamalıdır. Çünkü mezhep, belli bir ilmi kariyer ve şartlara haiz olarak içtihat derecesine ulaşan bir alimin, İslam dini üzerinde ortaya koyduğu yorum ve fetvalar mecmuasına denir. Oysa bu mektep, kendisini müntesip kıldığı İmam-ı Cafer Sadık ve diğer imamları müçtehit olarak kabul etmiyor. Aksine; imamların Allah Teala'nın emri ve Hz. Resulullah'ın açıklaması ile tayin edilen birer ilahi hüccet olduklarına inanır. Dolayısıyla da İmam Cafer Sadık da dahil olmak üzere, on iki imamın din konusunda yaptıkları açıklamaların, onların kendi içtihatları sonucu vardıkları şahsi fetva ve yorumları değil de, bizzat Allah Teala'nın Resul-ü Ekrem'e indirdiği dini öğretinin özü olduğuna inanır.

          Aslında bu mektebe mezhep ismini veren de bu mektebin kendi mensupları değildir. İslam camiasında her hangi bir müçtehidin fetvalarına uyan diğer İslami fırkalar bu mektebe mezhep ismini yakıştırmışlardır. Onlar, kendi yöntemlerine mezhep ismini verdikleri gibi, bu mektebin öğretilerinin daha çok Hz. İmam Cafer Sadık (a.s)'dan geldiğini ve diğer imamların böyle bir şansı yakalayamadıklarını görünce, Hz. İmam Cafer Sadık (a.s)'ın da kendilerinin müntesip olduğu müçtehitlerden biri gibi sıradan bir müçtehit olduğuna inandıklarından, kendi mezheplerine kıyasla bu mektebe de Caferi mezhebi ismini koymuşlardır. Oysa bu mektep, kendisini bir mezhep olarak nitelendirmemektedir.

          Bu mektep, Hz. İmam Cafer Sadık da dahil olmak üzere ne Hz. Resulullah'tan sonra İslam camiasının önderleri olduğuna inandığı on iki imamın, diğer İslam ulemasının yaptığı gibi, normal ilim tahsil sürecini geçiren müçtehitler olduğuna inanır, ne de on iki imamdan gelen açıklamaların onların İslam dini üzerinde yaptıkları içtihat sonucu vardıkları şahsı yorum ve fetvaları olduğunu kabul eder. Bu mektep, imamlardan gelen açıklamaların Hz. Resulullah'ın açıklamalarının aynısı olduğuna inanır. O halde bu mektep, imamların açıklamalarının İslam dini üzerinde yapılan bir yorum değil, bizzat İslam dininin kendi öğretileri olduğu görüşündedir.

          Bu açıklamalardan da anlaşılacağı üzere; bu mektebe Hz. İmam Cafer Sadık (a.s)'ın döneminden sonra, o Hazret'in bu mektebin ilkelerini ortaya koymakta diğer imamlara oranla daha fazla imkan yakalamasından dolayı "Caferiyye" (Caferilik) ismi verilmiştir. Bu mektep, o Hazret'in döneminden önce Ali taraftarlığı anlamına gelen "Şiatu Ali" ismiyle tanınırdı ki, daha sonraları bu terim, halk arasında o kadar bir yaygınlık kazanmıştır ki, "Şia" kelimesi Hz. Ali (a.s)'ye intisap edilmeksizin, tek başına kullanıldığında bile, maksadın bu mektebi kabul edenler olduğu anlaşılmaya başlamıştır. Yoksa bu mektep, on iki imamın on ikisinin de aynı statüye sahip olduklarını ve hepsinin öğretilerinin aynı olup, Hz. Resulullah'ın öğretilerinden başka bir şey olmadığı inancındadır.
          Hz. İmam Cafer Sadık (a.s) şöyle buyurmuştur: "Benim sözüm babamın sözüdür; babamın sözü ceddimin sözüdür; ceddimin sözü de Hüseyin'in sözüdür, Hüseyin'in sözü de Hasan'ın sözüdür; Hasan'ın sözü ise Ali bin Ebu Talib'in sözüdür; Ali bin Ebu Talib'in sözü ise, Resulullah'ın sözüdür; Resulullah'ın sözü ise Allah'ın sözüdür." [1]

          Yine o Hazret kendisine bir soru soran şahsa şöyle buyurmuştur: "Andolsun Allah'a ki biz, kendi heva hevesimiz ve görüşümüze dayanarak bir şey söylemeyiz; biz Rabbimizin dediğinden başka bir şey de demeyiz. Eğer sana bir hususta bir şey söylediysem, mutlaka bu Resulullah'tandır. Biz kendi reyimizle bir şey demeyiz." [2]

          Hz. İmam Bakır (a.s) ise şöyle buyurmuştur: "Eğer biz size kendi reyimizle bir şey söylersek, bizden öncekilerin saptıkları gibi biz de saparız; hayır, biz ancak Rabbimizin Peygamberi'nin bize açıkladığı şeyleri size söyleriz." [3]

          Yine o Hazret şöyle buyurmuştur: "Eğer biz sizlere, kendi rey, heva ve hevesimize dayanarak bir şey söylersek, helak olmuşlardan oluruz; hayır biz, diğerlerinin altın gümüşlerini toplayıp sakladığı gibi, Hz. Resulullah (s.a.a)'dan alarak toplayıp sakladığımız hadisleri söyleriz."[4]

          Yine Hz. İmam Sadık (a.s) kendisine bir soru soran şahsı cevapladığında, o adam: "Eğer bu hususta şöyle- şöyle söylenirse, nasıl bir görüş olur?" deyince; Hazret ona: "Dur bakalım, ben bir hususta bir cevap verirsem, bu, Hz. Resulullah'tandır. Biz, şöyle-şöyle olur şeklinde görüş belirtenlerden değiliz" [5]diye cevap vermişlerdir.

          Evet; Ehl-i Beyt mektebi, diğer İslami mezhepler gibi, rey ve görüşe dayalı olan bir mektep değildir. Ehl-i Beyt mektebi, Hz. Resulullah (s.a.a)'dan alınan İslam dininin hiçbir yoruma tabi tutulmaksızın sunuluşudur.

          Hz. İmam Cafer Sadık (a.s)'ın diğer imamlara oranla bu mektebin ilkelerini daha fazla ortaya koymasının sırrı ise, imamların içinde bulundukları siyasi şartlarda yatmaktadır. Bu husus İslam tarihi hakkında azıcık bilgisi olan herkes tarafından açık seçik olarak bilinmektedir. Bilindiği üzere, on iki imamlardan hiç biri Hz. İmam Sadık (a.s)'ın yakalayabildiği hür ortamı yakalayamamıştır.
          Hz. İmam Sadık dışındaki imamların içinde bulundukları siyasi baskı ortamı, ya Ehl-i Beyt imamlarını toplumdan soyutlayarak bir köşede inziva hayatını sürdürmek zorunda bırakmış, ya da büsbütün hürriyetleri ellerinden alınarak, o mübarek zatlar zindan köşelerinde yaşamaya mahkum edilmişlerdir. On iki imamın ilki ve büyüğü olan Hz. Ali (a.s)'nin irad buyurmuş olduğu: "Allah'ım, Kureyş ve yardakçılarına karşı hakkımı senden istiyor, senden yardım diliyorum. Resulullah'a olan yakınlığımı inkar ettiler, elimdeki kabı baş aşağı çevirdiler; başkasından fazla layık olduğum işte, hakkım olan mevkide benimle kavgaya giriştiler. "Hak alınır da, verilir de; istersen gamlara batarak dayan; istersen acıklanarak öl" dediler.

          Bir de baktım gördüm ki, Ehl-i Beyt'imden başka ne bir yardımcı var bana, ne de bir yaru-yaver. Onların tehlikeye düşmelerini reva görmedim. Gözlerime toz-toprak dolmuştu; gözlerimi yumdum; ağzımın yarını dertle, elemle yuttum; zehirden acı olan bıçaklarla doğranmaktan çetin olanbu işe dayanıp sabrettim" [6] sözleri o Hazret'in nasıl bir baskı ve sıkıntı içinde bulunduğunu çok açık ve net olarak ortaya koymaktadır.

          Yine o Hazret hilafete seçildikten sonra Kufe mescidinde irad buyurmuş olduğu "Şıkşıkıyye" ismiyle maruf olan bir hutbede o günlerdeki esefli halini şöyle dile getiriyor: "Andolsun Allah'a ki Ebu Kuhafe'nin oğlu, onu bir gömlek gibi giyindi; oysa o daha iyi bilirdi ki, ben hilafete nispetle değirmen taşının mili gibiydim; sel benden akardı; hiçbir kuş uçtuğum zirveye çıkamazdı. Böyle olunca, ben de hilafetle arama bir perde çektim; onu koltuğumdan silkip attım.

          Düşündüm; kesilmiş elimle hamle mi edeyim; yoksa bu kapkaranlık körlüğe sabır mı edeyim? Hem de öyle bir körlük ki, ihtiyarları tamamıyla yıpratır; çocuğu ise kocaltıp ihtiyarlaştırır; inanan ise, Rabbine ulaşıncaya kadar bu zulmette zahmet ve çile çeker.

          Gördüm ki, sabretmek daha doğru; sabrettim; ama gözümde diken vardı; boğazımda da kemik tıkanmıştı; mirasımın yağmalandığını görüyordum.
          Derken birincisi, onu kendinden sonra İbn-i Hattab'a atıp gitti. Sonra İmam, A'şa'nın şu beytini okudular:

          Bugün deveye binmişim; yolculuk zahmetine düşmüşüm;
          Cabir'in kardeşi Hayyan'la bulunduğum günle bu günüm kıyaslanır mı hiç?
          Ne de şaşılacak şey ki, yaşarken halkın kendisini bırakmasını teklif ederdi; ölümünden sonra yerine öbürünün geçmesini sağladı. Bu iki kişi hilafeti, devenin iki memesi gibi aralarında paylaştılar. O, hilafeti düz ve düzgün olmayan çorak bir yere attı; sözü sertti, insanı yaralardı; onunla buluşup görüşeni incitirdi. Meselelerde şüphesi çoktu; özür getirmesinin sayısı yoktu. Onunla arkadaşlık eden, serkeş bir deveye binmişe benzerdi; burnuna geçen yularını çekse burnu yırtılır, yaralanırdı; bırakırsa üstündekini helak olma uçurumuna götürür, atardı. Allah'ın bekasına andolsun ki, halk, onun zamanında ne edeceğini şaşırdı, yoldan çıktı; renkten renge boyandı; oradan oraya yeldi-durdu.

          Uzun bir zaman çetin mihnetlere düştüm; sabrettim; derken o da yoluna düzüldü; halifeliği bir topluluğa bıraktı ki, ben de bunların biriyim sanıldı.
          Allah'ım sana sığınırım; ne de danışma topluluğuydu bu. Onlardan benim hakkımda, birincisiyle ne vakit bir şüpheye düşüldü ki, bu çeşit kişilere katıldım ben?! Fakat inerlerken ben de onlarla indim; uçarlarken ben de onlarla uçtum; inişte, yokuşta onlarla beraber oldum. Derken içlerinden biri, hasedinden gerçekten saptı; öbürü de, damadı olduğundan ona uydu, benden yüz çevirdi; ötekileri de, öyle işler yaptılar ki, anmak bile çirkin.

          Nihayet kavmin üçüncüsü kalktı; hem de bir halde ki, iki yanı da yelle dolmuştu; işi gücü, yediğini çıkaracağı yerle yiyeceği yer arasında gidip gelmekti. Onunla beraber babasının oğulları da işe giriştiler; Allah malını, devenin ilkbahar otlarını, çayırı-çimeni yiyip sömürdüğü gibi yediler, sömürdüler.

          Sonunda onun da ipi çözüldü; hareketi, tezce yaralanıp öldürülmesine sebep oldu; karnının dolgunluğu onu bu hale getirdi; o da işini tamamladı gitti.
          Derken, halkın benim etrafıma, sırtlanın boynundaki kıllar gibi üşüşmesi kadar beni ezen bir şey olmadı; her yandan, birbiri ardınca çevreme üşüştüler; öyle ki, kalabalıkta Hasan ile Hüseyin, ayaklar altında kalacaktı neredeyse. Koyunların ağıla üşüşmesi gibi çevreme toplandılar; bu hengamede elbisem bile yırtılmıştı.

          Ama işi elime aldıktan sonra bir bölük, biatten döndü, ahdini bozdu; diğer bir bölük de, ok yaydan fırlar gibi fırladı, inancından vazgeçti; öbürleri de, itaatten çıktı; sanki onlar, her türlü noksan sıfatlardan münezzeh Allah'ın: "İşte ahiret yurdu; biz onu, yeryüzünde yücelik ve bozgunculuk dilemeyenlere veririz; sonuç çekinenlerindir"[7] buyurduğunu duymamışlardı. Evet, andolsun Allah'a, elbette duydular da, ezberlediler de; fakat dünya, gözlerine bezenmiş bir şekilde göründü, onun bezentisi hoş geldi onlara.

          Ama şunu da bilin ki, andolsun tohumu yarana, insanı yaratana, bu topluluk biat için toplanmasaydı ve Allah'ın bilginlerden, zalimin tıka basa tokluğu karşısında mazlumun aç kalmasına rıza göstermemeleri gerektiğine dair, almış olduğu ahd-ü peymani olmasaydı, yine de hilafet devesinin yularını sırtına atardım; ümmetin sonuncusunu, ilkinin kasesiyle suvarır giderdim. Siz de biliyorsunuz ki, sizin bu dünyanız, benim katımda dişi bir keçinin aksırığından daha değersizdir." [8]

          Demişlerdir ki; Hutbelerinde söz, buraya gelince, Irak ili halkından biri kalktı, Hazret'e bir kağıt sundu. Hazret kağıdı okumaya daldılar. Okuyup bitirince, İbn-i Abbas: "Ey Mü'minlerin Emiri, sözünü bıraktığın yerden devam etsen" dedi. Bunun üzerine, Hz. Emir-ül Mü'minin buyurdular ki: "Heyhat! Ey İbn-i Abbas, bu, erkek devenin , esridiği zaman ağzına gelen bir köpüktü; geldi, gene geriye gitti."

          İbn-i Abbas dedi ki: "Andolsun Allah'a ki, hiçbir konuşma bu konuşma kadar beni üzmemiştir. Neden Emir-ül Mü'minin istediği şekilde konuşma imkanını bulamıyor?!" [9]

          Hz. Ali'nin bu konuşması, Hazret'in hangi şartlar altında bulunduğunu, hatta üzerindeki baskı ortamının hilafet döneminde bile kalkmadığını göstermeye yetmiyor mu?

          İşte buradan, Ehl-i Sünnet kardeşlerimizin hadis kaynaklarında, Hz. Resulullah'ı sadece iki yıl gibi kısa bir müddet görme imkanına sahip olan Ebu Hureyre'den 5374 civarında hadis nakledilirken, çocukluk döneminden beri yirmi üç seneden fazla bir süre zarfında Hz. Resululullah (s.a.a)'ı vefat edinceye kadar deve yavrusunun annesini izlemesi gibi hiç ayrılmadan izlemiş olan, bizzat Hz. Resulullah (s.a.a)'ın kendi eliyle terbiye ettiği [10] ve hakkında buyurmuş olduğu: "Ben ilmin şehriyim, Ali ise onun kapısıdır; kim ilim öğrenmek isterse, o kapıdan gelsin" [11] veya "Ben hikmetin eviyim, Ali ise onun kapısıdır; kim hikmet almak istiyorsa, o kapıdan gelsin"[12] yahut "Ben neyi öğrendimse, onu Ali'ye de öğrettim, o benim ilmimin kapısıdır" [13] şeklindeki övgülerle ümmete nübüvvet ilminin kapısı olarak tanıttığı, Hz. Ali gibi bir zattan ise sadece elli civarında sahih hadis nakledilmesinin sırrı da gün ışığına çıkmış olur.[14]

          Diğer imamların nasıl bir baskı altında bulunduklarını ise, artık anlatmaya gerek yoktur sanırım. Hz. Resulullah (s.a.a)'in ümmetine, cennet gençlerinin efendisi olarak tanıtıp, [15] secdede iken bile mübarek omzuna bindiklerinde onları üzmemek için, kendilerinin mübarek omzundan ayrılıncaya kadar secdesini uzattığı, bir an bile ağlamalarına tahammül etmeyip, onların ağladıklarını gördüğünde minberinden inerek kucağına alıp tekrar minberine sözünü devam ettirmek üzere geri dönecek kadar itina gösterdiği, biricik torunları Hz. Hasan ve Hüseyin (a.s)'e nelerin reva görüldüğünü hatırlamak, bu mübarek zatların hangi şartlar altında bulunduklarını açık olarak gösterdiğini söylemeye bir gerek yoktur.

          Hz. Hasan'ı zehirleyerek şehit eden; İslam aleminden öte, İnsanlık aleminin yüz karası olan Kerbela faciasını yaratarak, Hz. Hüseyin ve yaranını feci şekilde susuz şehit edip, Peygamber-i Ekrem'in ehli ayalını esir ederek, kafir çocuklarına reva görülmeyecek ihanetlerle köy köy, kasaba kasaba, şehir şehir dolaştırdıktan sonra, Şam şehrinde ne sıcaktan, ne de soğuktan koruyan harabe bir evde tutsak tutan; buna da yetinmeyip, büyük bir iş başarmışçasına, zafer kutlaması havasında galibiyet sarhoşluğuna kapılarak, şarap kadehlerinin tokuşturulduğu Yezid'in meclisinde Peygamber'in namusunu hicapsız olarak namehrem gözlerin çirkin bakışlarına sergileyen; "Haşimoğulları padişahlıkla oynadılar; yoksa ne gaipten bir haber gelmiştir, ne de bir vahiy inmiştir; keşke Bedir'de öldürülen büyüklerim olsaydı da Haşimoğullarından onların intikamını nasıl aldığımı görselerdi" [16] diyerek açıkça inançsızlığını göstermekten çekinmeyen; hicri doksan dokuz yılında halife Ömer bin Abdulaziz'in döneminde yasaklanıncaya kadar, elli sekiz senelik bir zaman zarfında kendilerine bağlı saray alimlerine kıldırttıkları Cuma namazlarının hutbelerinde Allah'ın aslanı, Hz. Resulullah'ın yaveri ve sırdaşı Hz. Ali gibi mübarek bir zata haşa, lanet okutturan; [17] Ehl-i Beyit'in faziletini gizlemek uğruna Ehl-i Beyt'in faziletlerinin nakledilmesine koydukları ambargoya ilaveten, kendileri ve yandaşları için saray alimlerine yalan fazilet uydurtarak Allah Resulü'nün diline yalan bağlamaktan bile sakınmayan; yarattıkları terör ortamıyla Ehl-i Beyt dostlarından yaşama hakkını alan; Ehl-i Beyt sevgisiyle tanınan Meysem-i Temmar ve Hücr bin Adiy ve arkadaşları gibi mukaddes zatları şehit etmeleri yanı sıra Müslümanları Ehl-i Beyt sevgisini taşıyan komşularını ihbar etmeye teşvik eden, Sıffın savaşını başlatarak aralarında Ammar-i Yasir, Haşim-ül Mirkal, züşşehadeteyn Hüzeyme bin Sabit, Uveys-i Karani gibi salih insanların ve Bedir erlerinden yirmi beş ashabın da bulunduğu yüz bin kadar Müslüman'ın kanının akıtılmasına sebebiyet veren [18] zalim Emevi hükümdarlarının döneminin hali zaten malumdur.

          Zalim Emevi hükümdarlığının yıkılıp, yerini Abbasi zulmüne bıraktığı dönemlerde de şartların Ehl-i Beyt imamları ve Ehl-i Beyt dostları için kolaylaşmadığı, aksine daha da ağırlaştığı İslam tarihinden azıcık bilgisi olan herkes tarafından bilinmektedir.

          Sadece Hz. İmam Sadık (a.s) kendi dönemine denk gelen, Emevioğullarıyla Abbasoğullarının hilafet kavgası sonucu ortaya çıkan siyasi otorite boşluğunun yarattığı nispi hürriyet ortamından yararlanarak dedeleri Hz. Resulullah'tan kendilerine ulaşan ilmi yayma imkanını yakalamıştır ki, tarih kitapları o dönemde Hz. İmam Sadık (a.s)'ın verdiği eğitime katılan dört bin civarında öğrencisinin bulunduğunu kaydetmektedir. İşte bundan dolayıdır ki, bu mektep bu dönemden sonra "Caferiyye" Caferilik ismiyle anılmaya başlamıştır. İşte Ebu-l Hasan-ül Veşşa, Kûfelilerden bir topluluğa, Kûfe Mescidini kastederek; "Ben öyle bir zamana eriştim ki, bu camide takva ehlinden dokuz yüz kişiyi duydum, hepside bana Cafer bin Muhammed dedi ki diye ondan hadis rivayet ederdi" [19] demekle bu gerçeği dile getirmektedir.

          Tabiin'in büyükleri o Hazret'in derslerine katılır ve bundan dolayı iftihar ederlerdi. Ehl-i Sünnet'in iki büyük mezhebi olan Hanefi ve Maliki mezheplerinin kurucuları, İmam Ebu Henife ve İmam Malik de bu öğrencilerdendi. Ebu Hanife'nin, Hz. İmam Sadık (a.s)'ın derslerine katıldığı iki senelik öğrenciliğine işaretle söylemiş olduğu: "Eğer o iki yıl olmasaydı, Nu'man [20] helak olurdu" şeklindeki meşhur sözü, o Hazret'in bu ilmi çalışmalarının ne kadar etkin olduğunu açıkça göstermektedir.

          Yine Sufyan bin Uyeyne, Sufyan-ı Sevri, Eyyup Sicistani, Yahya bin Said-ül Ensari gibi ilim ve takvayla şöhret bulan kimseler, o Hazret'in derslerine katılmaktan iftihar duyan öğrenciler arasında yer almaktaydı.
          Ehl-i Sünnet'in büyük alimlerinden olan Şehristani de o Hazret'in bu ilmi çalışmalarına işaretle şöyle demiştir: "Cafer bin Muhammed Es-Sadık, büyük ilim, kamil hikmet, dünyaya karşı zahit ve tam anlamıyla vere ve takva sahibi bir zattır. Medine'de bulunduğu sürece taraftarlarına ilim öğretmiş ve kendi dostlarına ilim sırlarını açmıştır."[21]

          İşte bunun içindir ki, bu mektebe "Caferiyye" Caferilik ismi verilmiştir. Yoksa bu mektep, Caferilik olduğu kadar, Aleviliktir; Alevilik olduğu kadar, Hasancılıktır; Hasancılık Olduğu kadar, Hüseyinciliktir; Hüseyincilik olduğu kadar, birer birer diğer Ehl-i Beyt imamcılığıdır ve bilahare on iki imamcılık olduğu kadar, Muhammedicilik, tek kelime ile İslam dinin ta kendisidir.
          "Haksızlık edenler, hangi dönüşe (hangi akibete) döndürüleceklerini yakında bileceklerdir." (Şuara 227)

          Yorum


            #35
            Ynt: İmam Cafer Sadık’ın (as) Hayatı, Fazileti, Siresi ve Sözleri

            CAFERİLİĞİN DOĞUŞU

            Caferilik konusunu ele alan genellikle Ehl-i Sünnet mezheplerine mensup bazı yazarların, bu mektebe karşın çok olumsuz ve insafsızca bir tavır sergilediklerini esefle görmekteyiz, okumaktayız. Acınarak belirtmeliyiz ki, kuru taassupları yüzünden ne zahmet çekip bu mektebin öz kaynaklarına müracaat etme tenezzülünde bulunan, ne de böyle bir lüzumu gören, bu tip yazarlar, bu mektebi eleştirirken, bu mektebin muhalifleri tarafından uydurulduğu belli olan, bir takım yalan yanlış bilgilere ve hatta iftiralara istinat ederek onun; İslam dinini bölüp yıkmak amacıyla İslam dininin düşmanları tarafından ortaya çıkarılan, bir bölücülük hareketi olduğu iddiasında bulunabilecek kadar cüretkar ve kaygısız olabiliyorlar.

            Hatta, hali malum bu yazarların, Hz. Resulullah (s.a.a)'ın Ehl-i Beyti ve seçkin ashabının yolu olan bu mektebi karalamak için onun, İslam dinini içten çökertmek gayesiyle Abdullah bin Seba ismindeki bir Yahudi dönmesi tarafından uydurulan bir mezhep olduğu safsatasını yapacak kadar ileri gittiklerine ve kitaplarında aslı astarı olmayan Abdullah bin Seba masalını ballandıra ballandıra anlattıklarına şahit olmaktayız.

            Bu yazarlar, ilk olarak hilafet makamının aslında Hz. Ali'ye ait olduğu görüşünü ve hatta buna da yetinmeyip, Ali'nin Allah olduğunu iddia ettiğini, işte Ehl-i Beyt mektebinin temelinde böyle bir şahsın bulunduğunu döne döne kitaplarında zikrederler. Maksatlarıysa, Müslümanlara bu mektebi İslam dışı bir mektep olarak taktim etmek ve böylece onları, Hz. Resulullah'ın Kur'an'ın eşi olarak ümmetine emanet edip, kıyamete kadar bu ikisinin birbirinden ayrılmayacağını ve bu ikisine sarıldıkları taktirde asla sapmayacaklarını bildirdiği, Ehl-i Beyt'den uzak tutmaktır. Çünkü zalim Emevi hükümdarlarını aklamak ve onların İslam ve Müslümanlara reva gördükleri zulümleri tevcih etmek bunu gerektirir, bunun için başka bir alternatif bulunmamaktadır.
            Oysa; tahkik ehli tarihçiler, adı geçen kişinin tarihte yaşamış olduğundan bile şüphe etmekte ve Emevi yandaşlarının Ehl-i Beyt mektebini karalamak amacıyla böyle bir düzme hikayeyi uydurduklarını açıkça ortaya koymaktalar. [22]

            Bu hususta daha geniş bilgi edinmek için, araştırmacı insanları, merhum Abdulbaki Gölpinarlı'nın tercüme ettiği "Abdullah bin Seba'nın Masalı" adlı kitaba müracaat etmelerini tavsiye ederken, şu kadarını belirtelim ki, bu masal ilk olarak Taberi'nin tarihinde yer almıştır. Ancak bu masal birilerinin işine geldiğinden çok geçmeden Ehl-i Beyt mektebine saldırmak isteyenlerin diline destan olmuştur.

            Abdullah bin Seba'nın masalını ilk olarak Taberi'nin naklettiğine işaret etmiştik. Şimdi Taberi'nin bu masalı kimden naklettiğine ve bu rivayetin senedinde kimin bulunduğuna kısaca bir göz atalım.

            Taberi tek başına naklettiği bu masalı Sayf bin Amr Et-Temimi'den nakletmiştir. Bu kişi ise, bütün hadis ve biyografı alimlerinin nezdinde, Emevi yandaşlığına ilaveten, zındıklık, yalancılık, iftiracılık ve hadis uydurmacılığıyla meşhurdur.
            Yahya bin Muin onu, "Sayf bin Amr Et-Temimi, hadis açısından çok zayıf biridir, bir kara para ondan daha hayırlıdır" şeklinde değerlendirir.
            Ebu Davut onun hakkında: "Onun bir değeri yoktur, çok yalancıdır" diyor.
            Nesai onu, "Zayıf biridir, hadislerine itina edilmez, sıka ve güvenilir değildir" sözleriyle eleştirir.

            İbn-i Hayyan onun hakkında: "O, uydurma hadisleri nakleder, zındıklıkla itham edilmiştir, kendisi de yalan hadis uydurur" der.

            İbn-i Edi ise şöyle der: "Seyef zayıf biridir, onun hadislerinden bazıları meşhurdur, ancak geneli münker hadislerdir, itina edilemez durumdadır."
            Hakim onu şöyle değerlendirir: "Onun hadisleri terkedilmiştir, kendisi de zındıklıkla suçlanmıştır." [23]

            Şimdi bu Abdullah bin Seba düzmesini dillerinden düşürmeyenlere sormak lazım. Acaba Peygamber-i Ekrem'in Ehl-i Beyti, Ammar-i Yasir, Ebuzer, Selman-i Farisi, Meysem-i Temmar, Ebu Eyyub-u Ensari gibi binlerce salih insan ile geçmişte ve şimdide milyonlarca Müslüman'ın tabi olduğu böyle bir mektebi, ulamanın zındık olarak nitelediği bir oyunbazın düzmeleriyle itham etmek ve onu hak mezhep olarak nitelendirdikleri mezhepler düzeyinde bile görmemek, açık bir zulüm ve insafsızlık değil de nedir?

            Faraza Abdullah bin Seba denen bir kişi tarihte yaşamış olsa ve yalancı Seyf bin Amir'in düzmesi o sapık görüşü savunsa bile, bunun Ehl-i Beyt mektebiyle ne ilgisi vardır? Ehl-i Beyt mektebinin inancını Ehl-i Beyt'in kendinden mi yoksa bir paranoyaktan mı öğrenmek gerekir? Ehl-i Beyt mektebinin görüşlerini Hz. Ali, Hz. Hasan, Hz. Hüseyin, kısacası on iki imam mı açıklamaya yetkilidir, yoksa kim olduğu, ne olduğu belli olmayan ruh hastası bir paranoyak mı? Özellikle ulemanın müfteri ve zındık olduğunu açıkça belirttiği Sayf bin Amir'in düzmelerine dayanarak bir mektep hakkında hükmetmeyi hangi akıl ve hangi vicdan kabul eder.
            Ama Ehl-i Beyt mektebi inancında olmayan her yazar yukarıda bahsi geçen yazarlar gibi düşünmemiş, yazmamıştır. Onların içerisinde bu düzmenin Ehl-i Beyt mektebiyle yakından uzaktan bir ilişkisi bulunmadığını açıkça ortaya koyanlar da olagelmiştir.

            Bu hususta Ehl-i Sünnet bilginlerinden Muhammed Kürd Ali şöyle yazıyor: "Caferi mezhebinin İbn-i Savda ismiyle maruf olan, Abdullah bin Seba'nın bidatlarındanolduğuna dair bazı yazarların ortaya sürdükleri görüşlerine gelince, bu sadece bir vehim olup, onların bu mezhep hususunda tahkike dayanan bilgilerinin azlığından kaynaklanmaktadır. Kim, Caferilerin adı geçen bu kişi hakkındaki görüşlerinden, Caferi mezhebini benimseyenlerin onun görüş ve fiillerinden ibraz ettikleri bizarlıklarından, Caferi mezhebi ulamasının istisnasız olarak bu kişiyle ilgili ortaya koydukları ta'n ve karalamalarından haberi olursa, bu iddianın doğruluktan ne kadar uzak olduğunu anlar." [24]

            Evet, Ehl-i Beyt mektebini kabul etmediği halde konuya biraz insaflıca yaklaşan yazarlar da olagelmiştir. Onlar, Ehl-i Beyt mektebinin de en azından sonradan İslam dini içinde ortaya çıkan, kendilerinin mensup oldukları herhangi bir müçtehidin yorum ve fetvalarından ibaret olan mezhepler türünden bir mezhep olarak algılanması gerektiğini belirtiyorlar.

            Ancak bunlar da bu mektebin kendilerinin mensup oldukları mezheplere herhangi bir üstünlüğü olmadığını ve sıradan bir mezhep sayılması gerektiği mesajını vermek gayesiyle, bu mektebin doğuş tarihinin kendilerinin mensup oldukları mezheplerin doğuş tarihine yakın bir döneme denk geldiği üzerinde ısrarla duruyorlar.

            Bu yazarlardan biri, Prof. Dr. Ethem Ruhi Fığlalı'dır. Ona göre, Şiilik (Caferilik) Hicri birinci asırdan sonra bir mezhep olarak teşekkül etmiştir. O, "Şiatu Ali" kelimesinin daha öncelerden Müslümanlar arasında kullanıldığını kabullenmekle birlikte, bunun Şiiliğin bir mezhep olarak bu kelimenin kullanıldığı tarihten itibaren var olduğuna delil teşkil etmeyeceğini savunur. Zira ona göre, bu kelime o günlerde günlük dildeki anlamı olan "taraftar" manasında kullanılırdı, belirli bir inanış tarzını ifade etmek anlamda değil.

            O, bu görüşünü şöyle dile getirir: "Hz. Ali'nin bütün Müslümanlarca teslim edilen ve yüceltilen şahsi meziyetleri, ilmi, takvası, kahramanlığı, cesareti ve nihayet Hz. Peygamberin (s.a.s) amcasının oğlu, Medine'deki muâhât (Müslümanlar arasındaki kardeşlik akdi) sırasında kardeşi ve damadı oluşu söz konusu olduğu taktirde, bu hususlarla ilgili ilk tezâhürlerin daha Resulullahın (s.a.v.) sağlığında mevcut olması son derece doğru ve tabiidir. Ancak buradaki tezâhür, bir fırka veya ayrı bir zümre teşkil etmek şeklinde değil, mânevi bir bağlılık ve samimi bir dostluktur. Aynı şekilde gerek Sakîfe toplantısı[25] sonrasında, gerek Hz. Osman zamanında zuhur eden karışıklıklar sırasında Hz. Ali'ye teveccüh gösteren hareketleri ve Hz. Ali'nin hilafetinde onun yanında yer alan Müslümanların davranışları bir ‘fırka' hareketinin tezâhürleri olarak değerlendirilemez." [26]

            Tarihte ve Günümüzde Caferilik kitabının yazarı İsmail Mutlu da bu yazarlardan bir diğeridir. O, yukarıda naklettiğimiz Prof. Dr. Ethem Ruhi Fığlalı'nın görüşünü aktardıktan sonra şöyle devam eder: "Biz de Şiiliğin birinci asrın sonlarında teşekkül ettiğini savunan yazarların görüşlerini daha isabetli buluyor ve bu hususta bu yazarların fikirlerine yer vermek istiyoruz." [27]

            O, daha sonra kendisi gibi düşünen İrfan Abdulhamid'in sözlerinive bu görüşüne delil olarak yer verdiği Zeydi imamlarından İbn-i Murtaza'nın sözlerini naklettikten sonra onlara teyit olarak şöyle devam ediyor:

            "Gerçekten de İbn-i Murtaza'nın bu görüşü, Şia'nın Peygamberimiz zamanında veya Peygamberimizin vefatından sonra ortaya çıktığı görüşünü kesin bir şekilde reddetmektedir. Çünkü Şii kaynaklarda ismi geçen Ammar (r.a) gibi Sahabiler Hz. Ali'nin taraftarı olarak zikredilir ve Şiiliğin Peygamberimiz zamanında varlığına bu taraftarlık delil olarak gösterilir. Oysa bu Sahabilerin Hz. Ali'yi sevmeleri daha önce de ifade ettiğimiz gibi, ıstılahî manada bir taraftarlık değildi. Nitekim yukarıdaki ifadelerde de dikkat çekildiği gibi, bu Sahabiler ne Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer'den ayrılmışlar, ne de onlara sövmüşlerdir. Eğer bunlar iddia edildiği gibi, ıstılahî manada Şii olsalardı, bu iki Sahabiden uzaklaşmaları, onlara sövmeleri, onların verdikleri vazifeleri yapmamaları gerekirdi. Bu durum Şiilikteki takiyye, yani inancını gizleme ile de izah edilemez. Çünkü bu iki halife döneminde Müslümanlara en ufak bir baskı uygulanmıyordu." [28]

            Evet bu yazarlar, Ehl-i Beyt mektebinin (Caferiliğin) doğuş tarihini mümkün olduğu kadar kendilerinin müntesip oldukları mezheplerin ortaya çıkış tarihine yakınlaştırmaya çalışıyorlar. Onların bu çabalarını doğal karşılamak gerekir. Onların, Ehl-i Beyt mektebini İslam dini üzerinde yapılan sıradan bir yorum tarzı değil de, İslam dininin devamı olarak algılamalarını bekleyecek değiliz ya. Onlar başka türlü düşünemezler. Aksi taktirde kendi gidişatlarını tevcih etmekten aciz kalırlar.

            Ama acaba durum onların çizdiği tablodan mı ibarettir? Yoksa başka bir şey mi vardır? İşte bunu anlamak için, Asr-i Saadet'e dönüp, Ehl-i Beyt mektebinin bel kemiğini teşkil eden öğretisinin (imamet anlayışının) bizzat İslam dininin metninde yer alan bir öğreti mi, yoksa Ehl-i Beyt mektebine mensup olanların sonradan içtihat ederek İslam dinine getirdikleri bir yorum mu olduğunu anlamak zorundayız.

            Bilindiği üzere, Ehl-i Beyt mektebinin (Caferiliğin) bel kemiğini teşkil eden öğretisi, imamete dair inancıdır. Ehl-i Beyt mektebi, Hz. Resulullah (s.a.a)'dan sonra İslam ümmetinin önderliğinin başta Hz. Ali olmak üzere On iki Ehl-i Beyt İmamı'na ait olduğu, onların Allah Teala'nın tayini ve Hz. Resulullah'ın açıklamasıyla belirlenen İlahi önderler oldukları inancındadır. Kim, bu inancı kabul ederse, diğer teferruatta başka türlü düşünse bile Caferi'dir. Aksi taktirde diğer teferruatta Ehl-i Beyt mektebiyle birleşse de Caferi değildir.

            Elbette yukarıda da işaret ettiğimiz gibi, bu mektebe Hz. İmam Cafer-i Sadık (a.s)'ın döneminden sonra "Caferiyye" Caferilik ismi verilmiştir. Bu, o mektebin o Hazret'in döneminde doğduğu anlamına gelmemektedir. Hayır, bu mektep Hz. Resulullah'ın döneminden itibaren vardı. İsmi de Caferilik değil, Ali taraftarlığı anlamına gelen, Ali Şialığı (Şiat-u Ali) idi. Sadece o Hazret'in döneminde bu mektebin öğretileri, Hz. İmam Cafer Sadık (a.s)'ın çabalarıyla daha yaygınlık kazandığı için, Şialık ismine Caferilik ismi de eklenmiştir.
            Peki, bu mektebin bel kemiğini teşkil eden bu öğretisi, İslam dininin öğretileri içerisinde yer almış mıydı? Birileri; "bu sizin iddianızdır. İslam dininin öğretileri içerisinde böyle bir şey yoktur" diyebilirler. Yani, bu mektebin bizzat Hz. Resulullah'ın döneminden itibaren başlaya gelebilmesi için, bu öğretinin açıkça ya İslam dininin ana temel kaynağı olan Kur'an-ı Kerim, ya da Hz. Resulullah'ın sünnetinde yer bulması gerekir. Aksi taktirde bu öğreti, içtihat sonucu İslam dinine getirilen bir yorumdan öteye gitmez. Acaba Kur'an-ı Kerim veya Hz. Resulullah (s.a.a)'ın sünnetinde Ehl-i Beyt İmamları'nın imametine dair bir açıklama var mıdır? İşte bunun için İslam dininin öğretilerini bir daha gözden geçirmemiz gerekir.

            Ehl-i Beyt mektebi, bu inancının hem Kur'an-ı Kerim, hem de daha açık ve net olarak Hz. Resulullah (s.a.a)'ın sünnetinde yer aldığı görüşündedir. Buna kanıt olarak da Kur'an-ı Kerim'in ilgili ayetleriyle, Hz. Resulullah'ın sünnetinden örnekler zikrediyor. Biz bu kanıtlarından bazılarına sitemizin kitap bölümünde yayınladığımız "Ehl-i Beyt Mektebi'nde Temel İnançlar" adlı kitabımızın "İmamet" bölümünde değinmişiz. İsteyenler oradaki delilleri görebilirler.
            Ancak burada şu kadarını belirtelim ki Ali Şialığı, yani Hz. Resulullah (s.a.a)'dan sonra ümmetin imametinin Hz. Ali'ye ait olduğu inancı, bizzat Hz. Resulullah'ın öğretileriyle başlamış ve Hz. Resulullah'ın döneminden itibaren ashabın önde gelenlerinden büyük bir bölük bu inanca sahip olmakla meşhur olmuş, hatta daha ötesi, Ali Şialığı ismini bizzat Hz. Resulullah bu bölüğe vermiştir. Bu inanç, özellikle de Hz. Resulullah (s.a.a)'ın dünyadan rihlet etmesiyle ortaya çıkan birinci halife Ebu Bekir'in hilafete seçilmesi olayı karşısında hem Hz. Ali (a.s)'nin aldığı tavır, hem de Hz. Ali'nin imam olması gerektiği inancıyla ashaptan büyük bir topluluğun Ebu Bekir'e biat etmeyi reddederek, Hz. Ali'nin etrafında toplanmasıyla daha da belirginlik kazanmıştır.

            Bu mevzudaki bilgiler, yalnızca Ehl-i Beyt kaynaklarında yer almamıştır. Ehl-i Sünnet kardeşlerimizin kaynaklarını inceleyen her insan, kolaylıkla bu hususta yeterli bilgi elde eder. Bu hususta biz, Ehl-i Beyt kaynaklarında yer alan rivayetlerle değil, bizzat Ehl-i Sünnet kardeşlerimizin rivayetlerinde yer alan bir -iki hadis zikredeceğiz:

            Suyûti, "ed-Dürr-ül Mensur Fi Tefsiri Kitabullahi Bil Me'sur" adlı tefsir kitabında İbn-i Asakir rivayetiyle Cabir bin Abdullah'tan tahric ederek demiştir ki: "Hz. Peygamber (s.a.a)'in yanındaydık; Ali (a.s) çıkageldi. Hz. Peygamber (s.a.a) buyurdu ki: "Nefsim kudret kabzasında olan Allah'a andolsun ki, bu ve şiası, kıyamet gününde kurtulmuşlardır, muratlarına ermişlerdir." Derken, "İnanlar ve iyi işlerde bulunanlar ise; işte onlar, yaratılmışların en hayırlılarıdır" [29] ayeti nazil oldu." [30]

            İbn-i Adiyy, İbn-i Abbas'tan tahric eylemiştir; demiştir ki: "İnananlar ve iyi işlerde bulunanlar ise; işte onlar, yaratılmışların en hayırlılarıdır" ayeti indiği zaman Resulullah (s.a.a) Ali'ye, "Onlar sensin ve şiandır; kıyamet günü Allah rızasını kazanmış ve ondan razı olmuş bulunacaksınız" buyurdu." [31]

            İbn-i Mardavayh Hz. Ali (a.s)'den rivayet ve tahric eylemiştir; demiştir ki: "Resulullah (s.a.a) bana, Allah Teala'nın "İnananlar ve iyi işlerde bulunanlar ise; işte onlar, yaratılmışların en hayırlılarıdır" ayetini duymadın mı? Onlar sensin ve senin şiandır; benimle onların buluşacakları yer, Kevser havuzunun yanıdır; ümmetler hesaba geldikleri zaman onlar, yüzleri ak olarak çağrılacaklardır" dedi. [32]

            Bu hadislerin bir kısmını de İbn-i Hacer, Darukutni'den tahric ederek "Savaik-ül Muhrika" adlı kitabında zikreder. Ümmi Seleme (r.a) Hz. Peygamber (s.a.a)'in "Ya Ali, sen ve ashabın cennettesiniz" buyurduğunu rivayet etmiştir.
            İbn-i Hacer'in nakline göre, Hafiz Cemaluddin Zerendi İbn-i Abbas'tan tahric eylemiştir; demiştir ki: "Hz. Resulullah (s.a.a), Allah Teala'nın "İnananlar ve iyi işlerde bulunanlar ise; işte onlar, yaratılmışların en hayırlılarıdır" ayeti nazil olduğunda, Hz. Ali'ye: "Ya Ali, onlar sen ve senin şiandır. Kıyamet günü Allah'a, onun rızasını kazanmış ve ondan razı olmuş bir halde kavuşacaksınız; düşmanın ise, kızgın ve elleri boynuna bağlı olarak ulaşacaktır" buyurdu." [33]

            İbn-i Asir de bu hadise "en-Nihaye" adlı kitabında yer vererek, Hz. Peygamber (s.a.a)'in "Ya Ali, sen ve şian, Allah'a, onun rızalığını kazanmış ve ondan razı olmuş bir halde kavuşacaksınız; düşmanınız ise, kızgın ve ellerini boynuna bağlı olarak ulaşacak" buyurduğunu, sonra da ellerini nasıl bağlı olduğunu göstermek için ellerini boynuna götürdüğünü zikreder. [34] Bu hadisi İbn-i Hacer, ‘Savaık'ında ve diğerleri başka yollardan tahric ederler ki, bu da hadisin, hadis erbabı katında şöhretine delalet eder.

            Yine Zamahşeri, ‘Rabi-ül Abrar' adlı kitabında Hz. Resulullah (s.a.a)'dan rivayet eder; buyurmuştur ki: "Ya Ali, kıyamet günü olunca ben yüce Allah'a sığınırım, sen benim kuşağıma yapışırsın; benimle Allah'a tevessül edersin; evladın sana yapışırlar, evladının şiası da onlarla Allah'a tevessül ederler."

            Görülüyor ki, Ali şiası (Ali taraftarlığı) terimi, bizzat Hz. Resulullah (s.a.a)'ın sözlerinden alınmadır. Sanki Hz. Resulullah (s.a.a) Hz. Ali hakkında buyurmuş olduğu "Ben kimin mevlası (efendisi) isem Ali de onun mevlasıdır, [35] Ali'nin konumu bana nispet, Harun'un Musa'ya olan konumu gibidir, [36] Ali benim kardeşim, yardımcım ve vasimdir, [37] Ali benim ilmimin kapısıdır, Ali benden sonra her mü'minin velisidir, [38] Ali'yi sevmek iman, Ali'ye buğzetmek ise münafıklık nişanesidir, Ali hakladır, hak da Ali iledir; hak Ali'nin ekseninde döner, [39] Ali Kur'an'ladır, Kur'an da Ali iledir; Havz-u Kevser başında bana kavuşuncaya kadar bu ikisi birbirinden ayrılmazlar [40]ve benzeri yüzlerce tavsiye ve tekitlere rağmen, ashabının ve onlardan sonra gelen ümmetinin Hz. Ali hususunda iki gruba ayrılacaklarını, bir grubunun Ali'nin yanında yer alıp Ali şiası olurken, ikinci grubun Ali'den kopacağını önceden görüyor ve biliyordu. Dolayısıyla bu ikazlarla onları uyarıp, Ali'den ayrılmanın İlahi gazapla sonuçlanacağını bildiriyordu ki, her yönden galip hüccet Allah'ın ve Allah Resulü'nün olsun ve yarın kimse, ben bunun farkında değildim, deme bahanesi arkasına saklanmasın.

            Evet, İslam tarihinin Asr-i Saadet'le ilgili bölümünü biraz devşirdiğimizde, Hz. Resulullah (s.a.a)'ın ashabının, Ehl-i Beyt'i üstün görüp, öne geçiren Kur'an-ı Kerim ayetleri ve Hz. Resulullah (s.a.a)'ın kendinden sonra Hz. Ali'nin İslam ümmetinin imamı olmasını istediğini ortaya koyduğu, yukarıda örneklerine işaret ettiğimiz açıklamaları karşısında iki gruba ayrıldıklarını görmekteyiz. Bir grup, nass karşısında içtihat etmenin caiz olmadığını kabullenerek, Hz. Resulullah (s.a.a)'ın bu açıklamaları ve Kuran-ı Kerim'in Ehl-i Beyt'i üstün görüp, öne geçiren ayetlerine hiçbir yorum getirmeden teslim olurken, ikinci grup, bu hususta kendi içtihat ve görüşlerine yer verir ve görüşleri, herhangi bir gerekçeyle farklı olduğu taktirde, kendi görüşlerini öne geçiriyorlardı. Bu bölünme hatta Hz. Resulullah (s.a.a)'ın kaydı hayatta bulunduğu dönemde bile ihsas ediliyordu.

            Ashaptan bir grup, özellikle Hz. Ali'ye yakınlığı ile tanınırdı. Öyle ki, bunlar "Şiatu Ali" (Ali Taraftarları) olarak tanınır ve bu isimle anılırlardı. Buna karşın ashabın içerisinde kalbinde Ali'nin düşmanlığını taşıyanlar da vardı. İbn-i Abbas diyor: "Biz, kimin münafık olduğunu, onun Ali'ye karşı olan düşmanlığıyla tanır, teşhis ederdik." Bu ölçeği, Hz. Resulullah (s.a.a) onlara vermişti. Çünkü Hz. Resulullah (s.a.a), ashabına, Ali'yi sevmenin iman, Ali'ye karşı düşman olmanın da münafıklık nişanesi olduğunu bildirmişti. Ashaptan bazıları da, ne Hz. Ali'ye karşı kalbinde düşmanlık hissediyor, ne de Hz. Ali'nin şiası sayılacak kadar, o Hazret'e yakınlık gösteriyorlardı.

            Bütün sahabe, Ali'nin şiası olsaydı, bir bölüğü "Ali'nin şiası" diye anılmazdı. Gerçekten de Hz. Peygamber'in zamanında da Ali taraftarları olan, onu imam bilen; Hz. Peygamber'in sözlerini şerh ve tefsir eyleyen, hikmetlerini hükümlerini tebliğ eden zat olarak onu tanıyan sahabe az değildi. İşte Ali şiası sözü, bu bölüğe ait bir hususu ad olmuştu. Nitekim lügat ehli de bunu söylemiştir. Nihaye'ye, Lisan-ül Arab'a ve emsali diğer lügat kitaplarına müracaat edilirse bu adın, Ali'ye uyanlara, evladına ve onların taraftarı olanlara verildiği görülecektir.

            Şia sözünün, Ali'yi seven ve ona buğzetmeyen ashabın tamamına söylendiğini ileri sürmek doğru bir yorum olamaz. Çünkü bir kimseyi sevmek ve ona buğzetmemek, tek başına onun şiası olmak için kifayet etmez; burada bir hususiyetin de olması gerekir ki bu da, o şahsa uymak, onun tarafını tutmaktır. Bu özellik olmadan birisine, birisinin şiasıdır demek, ancak mecazi bir itibarla olabilir. O halde bu sözle, ashaptan bir kısmının kastedildiği şüphe götürmez bir olaydır ki onlarda bulunan bir özellik, onları diğer ashaptan ayırmış ve kendilerine bu ismin verilmesini sağlamıştır. Bu özelliğin diğer ashapta da olmadığı da bellidir. Çünkü aksi taktirde yalnızca onlara Ali şiası denilmezdi.
            Ebu Hatem-i er-Razi diyor: "İslam dini içinde Resulullah (s.a.a)'in döneminde ilk ortaya çıkan isim "Şia" ismidir. Bu isim, Ali'ye yakınlıklarıyla meşhur olan ashaptan dört kişinin: Ebuzer, Salman, Miktad ve Ammar'ın lakabı idi." [41]

            Hatib-i Bağdadi "el- Kifaye" adlı kitabında diyor ki; Ebu Abdullah bin Ahrem el-Hafiz'a, Buhari'nin neden Sahabe Ebu Tufeyl'den hadis nakletmediği sorulunca; "Çünkü o Ali bin Ebu Talib'in şiası idi" cevabını verdi." [42]

            İbn-i Haldun ise şöyle yazıyor: "Ashaptan bir grup, Ali'nin taraftarlığını yapıyor, onun hilafete diğerlerinden daha layık olduğunu savunuyorlardı. Ancak ondan başkasının hilafete seçildiğini görünce, buna çok hüzünlenip üzüldüler. Fakat dinde sabit kadem olduklarından ve birlik ve beraberliğe çok önem verdiklerinden kendi aralarında izhar ettikleri hüzün ve üzüntülerine ilaveten fazla bir itirazda bulunmadılar." [43]

            Ustad Muhammed Kürd Ali ise demiştir ki: "Ashabın büyüklerinden bir grup, Hz. Resulullah (s.a.a)'ın döneminden itibaren Ali taraftarlığı ile tanınmaktaydı. Bu cümleden biri, Salman-i Farisi'dir. O; "Biz Hz. Resulullah'a Müslümanların hayrını istemek, Ali bin Ebu Talib'i imam edinip, onu sevmek üzere biat eyledik" derdi. Bunlardan bir diğeri de, Ebu Said-i Hudri'dir. O; "İnsanlar beş şeye emredildiler, onlar ise onların dördüne amel edip, birini de terk ettiler" derdi. Ona: "Amel edilen o dört şeyin ne olduğu sorulunca da, o: "Namaz, zekat, Ramazan ayının orucu ve hac" diye cevaplandırdı. Bu arada ona: "İnsanların terk ettiği o bir şey neydi?" denince de, O: "Ali bin Ebu Talib'in velayeti" cevabını verirdi. Ona: "Bu da mı onlarla beraber farzdı?" diye sorulunca da, O: "Evet" derdi. Bu sahabelere, Ebuzer el-Gaffari, Ammaber bin Yasir, Huzeyfe bin Yeman, Züşhadeteyn Huzeyme bin Sabit, Ebu Eyyub-i Ensari, Halid bin Said bin el-Ass ve Kays bin Sa'd bin Ubade gibilerini de misal olarak zikredebiliriz." [44]

            Ünlü Ehl-i Sünnet yazarı doktor Sübhi Salih ise bu hususta şöyle der: "Hz. Resulullah (s.a.a)'ın döneminde bile sahabe içerisinde Hz. Resulullah'ın damadı Ali'nin taraftarlığını yapanlar bulunmaktaydı. Ebuzer el-Gaffari, Mikdat bin Esved, Cabir bin Abdullah, Ubey bin Ka'b, Ebu Tufeyl Öber bin Vaile, Abbas bin Abdulmuttelip ve bütün oğulları, Ammar bin Yasir ve Ebu Eyyub-i Ensari bu cümleden ashap arasında yer almaktaydı." [45]

            Abdullah Emin ise, Şiilik hakkında şöyle der: "Şiiliğin temeli, hilafet husussunda Ali efendimizin yanında yer alıp, bu önemli mevkie onun daha layık olduğu inancıyla ona yardım eden ashaba dayanmaktadır." [46]

            Ustad Muhammed Abdullah İnan ise bu konuda şunları yazıyor: "Şiiliğin ilk olarak Haricilerin bölünmesi esnasında ortaya çıktığını sanmak bir hatadır. Aslında Şiilik, Allah Teala'nın: "En yakın aşiretini uyar" [47] emrini indirdiğinde, Allah Resulü'nün yakın akrabalarını toplayıp onlara peygamberliğini açıkladığı sırada onlardan bir cevap gelmezken, Hz. Ali'nin Peygamber-i Ekrem'e iman ettiğini ve her sahnede kendilerinden yardımını esirgemeyeceğini ilan etmesi üzerine,Allah Resulü'nün Hz. Ali'ye işaretle onlara: "Bu, benim kardeşim, vasim ve sizin içerinizdeki halifemdir; onu dinleyin ve ona itaat edin" açıklamasını yaptığı dönemden itibaren ortaya çıkmıştır." [48]

            Bütün bu açıklamalar şunu gösteriyor ki, Hz. Resulullah (s.a.a)'ın ashabı, Hazret'in kendinden sonra başta Hz. Ali (a.s) olmak üzere, Ehl-i Beyt İmamları'nın İslam ümmetinin önderleri olmasına dair olan isteği ve Kur'an-ı Kerim'in Ehl-i Beyt'i üstün tutup, öne geçiren ayetleri karşısında iki ana kola ayrılmıştır.

            Bir kol, Peygamber-i Ekrem'in ve Kur'an-ı Kerim'in bu yöndeki açıklamaları karşısında hiçbir yorum yapmaksızın teslim olmuş, Hz. Resulullah (s.a.a)'ın döneminden itibaren ağırlığını bu yönde koymuş ve Hz. Ali başta olmak üzere, Ehl-i Beyt'in öne geçmesini istemiş, bunu savunmuştur.

            Ancak Hz. Resulullah'ın rihletinden sonra, kendileri gibi düşünmeyen ashap tarafından herhangi bir gerekçeyle bunun önünün tıkandığını görünce de, yine başta Hz. Ali olmak üzere Ehl-i Beyt'i örnek alarak, hüzünlenmiş ve cari gidişata itiraz etmişse de, Hz. Resulullah (s.a.a)'ın rihlet etmesiyle henüz yeni filizlenmekte olan İslam dininin dağılıp yıkılmasını beklemekte olan İslam düşmanlarına bir fırsat vermemek gayesiyle fazla ileri gitmemiş ve İslam'da, kapanmasına imkan bulunmayacak bir gedik açılmasına meydan vermeyerek, birlik ve beraberlik yolunu seçmiştir.

            İkinci kol ise, Kuran-ı Kerim'in ve Hz. Resulullah (s.a.a)'ın bu açıklamaları karşısında, kendileri için içtihat etme hakkı tanımış ve Hz. Ali'nin henüz genç olduğu ve hilafete daha yaşlı birinin geçmesi gerektiği, yahut Hz. Ali'nin kafirlerden bir çoğunu öldürmüş olması nedeniyle Arap kabilelerinin kolay kolay ona boyun eğmeyeceğini, ya da hem nübüvvet hem de hilafetin Haşımoğulları'nda olmaması gerektiği, yahut Hz. Resulullah'ın kendinden sonra Hz. Ali'nin Müslümanların önderi olmasına dair olan isteğinin, bir İlahi emir olmayıp, akrabalık ve benzeri sebeplerden dolayı Hazret'in şahsi görüşü olduğu gibi mülahazalarla Hz. Resulullah (s.a.a)'ın rihletinden hemen sonra, mübarek naşının gusül ve kefeniyle ilgilenmeyi Hz. Ali ve yaranına terk edip, Hz. Ali ve yaranının yokluğundan da yararlanarak, "Sakife" denen yerde toplanarak birinci Halife Ebu Bekir'in başa geçmesini sağladı.

            Ancak Hz. Ali ve yaranı bu hareketi meşru kabul etmeyip Ebu Bekir'e biat etmeği reddetti. Hatta Sahih-i Buhari'nin Hayber gazvesi babında geldiği üzere, Hazret altı ay gibi uzun bir süre bu muhalefetini devam ettirip, biat etmekten sakındı. Fakat Müslümanların bu dağılmışlığından İslam dininin pusuda bekleyen iç ve dış düşmanlarının istifade etmeğe çalıştıklarını ve bu durumu sürdürmenin İslam'da telafisi mümkün olmayacak bir gedik açacağını görünce de, Hz. Resulullah (s.a.a)'dan aldığı tavsiyeye uyarak, kendi tabiriyle zehirden daha acı olsa bile ağzının yarını yutkundu. Gözünde diken kalmış ve boğazında kemik tıkanmış bir insanın durumunda olsa bile sabretmeyi daha yeğ buldu. Ancak yine de başa geçmişlerden İslam ve Müslümanların yararına olan nasihatlerini esirgemedi ve karşılaştıkları her zorlukta onların imdadına koştu. Ona tabi olan sadık yarları da mevlalarını taklit ederek aynı siyaseti sürdürdüler.

            Görüldüğü üzere, Ehl-i Beyt mektebinin temelini teşkil eden Hz. Resulullah (s.a.a)'dan sonra İslam ümmetinin imamet ve önderliğinin Hz. Ali'ye ait olduğuna dair inancı Peygamber-i Ekrem'in kaydı hayatta bulundukları dönemden başlamış, Hazret'in dünyadan göçmesinden hemen sonra Ebu Bekir'in hilafete seçilmesinin gündeme yerleşmesiyle de daha belirginlik kazanmıştır. Peygamber-i Ekrem'in dünyadan göçmesinden hemen sonra İslam ümmetinin önderliği hususunda cereyan eden olaylardan azıcık haberi olan hiçbir kimse bu hakikati inkar edemez.

            Fazl bin Abbas'ın, Sakife'de cereyan eden Ebu Bekir'in hilafete getirildiği haberinin yayılır yayılmaz, orada toplanmış olan topluluğa hitaben söylemiş olduğu: "Ey Kureyş topluluğu, hilafet sizin hakkınız değildir. Biz onun ehliyiz, siz değil. Bizim efendimiz (Hz. Ali) ona sizden daha evladır" [49] sözü işte bu inanca dayanmaktadır.

            Hz. Ali ve yaranının Ebu Bekir'e biat etmeği ret etmesi de bu inançtan dolayıdır. Tarih-i Yakubi bu hadiseye işaretle şunları yazıyor: "Muhacir ve Ensar'dan bir topluluk Ebu Bekir'e biat etmeyi reddedip, Ali'nin yanında yer aldılar. Abbas bin Abdulmuttelib, Fazl bin Abdulmuttelib, Zübeyr bin Avam bin As, Halid bin Said, Mikdat bin Amir, Selman-i Farisi, Ebuzer el-Gaffari, Ammar bin Yasir, Bera bin Azib ve Ubey bin Ka'b bu cümleden ashap arasında bulunmaktaydı." [50]

            Böylece Hz. Resulullah (s.a.a)'dan sonra İslam ümmetinin önderliğinin Hz. Ali'nin hakkı olduğunu savunan güçlü bir topluluk ortaya çıkmıştı. Onlar, Sakife'de cereyan eden Ebu Bekir'in hilafete getirilmesi olayına itiraz ediyor ve konunun tekrar gözden geçirilerek hilafet mevkiinin Hz. Ali'ye devredilmesini talep ediyorlardı. Onlar, Hz. Fatime'nin evinde toplanıyor, Sakife'de cereyan eden hadisenin, İslam ümmetinin önderliği hususunda karşılaşılan bir talihsizlik olduğunu ve bunun nasıl önlenebileceğini tartışıyorlardı.

            Yakubi bu hususta şunları yazıyor: "Ebu Bekir ve Ömer'e Ensar ve Muhacirlerden bir bölüğün Ali ile birlikte (muhalefet kastıyla) Resulullah'ın kızı Fatime'nin evinde toplandıkları haberi ulaştı. Bunun üzerine, bir grupla birlikte hareket edip o eve hücum ettiler..." [51]

            Ehl-i Sünnet'in büyük alimlerinden İbn-i Kuteybe ise, bu olayı şöyle anlatıyor: "Ebu Bekir (r.a), bir grubun kendisine muhalefet amacıyla Ali (a.s)'ın evinde toplandıklarını öğrenince, Ömer'i onlara gönderdi. Ömer, Ali'nin evine gelip onlara seslendi, ama onlar dışarı çıkmayı reddettiler. Bunun üzerine Ömer, odun getirilmesini istedi ve: "Ömer'in canı elinde olana andolsun ki, ya dışarı çıkarsınız, ya da evi içindekilerle birlikte yakarım" dedi.[52]

            Tarihçiler, bu olayda Ömer'e, evde Peygamber-i Ekrem'in kızı Fatime'nin de bulunduğunun hatırlatıldığını, Ömer'in de: "Hatta o bile olsa, yine yakarım" cevabını verdiğini ve bu hengamede Hz. Fatime'nin yüce sesle: "Ey babam, ey Resulullah, senden sonra şu İbn-i Hattab ve İbn-i Ebu Kuhafe'nin elinden çektiklerimiz nedir?" diye feryat ettiğinide kaydetmekteler.[53]

            Evet, Ömer'in deyimiyle "felteten" düşünülmeden aceleyle gerçekleştirilen Ebu Bekir'e biat meselesi, artık onlara her şeyi unutturmuştu. Artık ne Allah Teala'nın "De ki, ben çektiğim zahmet karşılığında sizden akrabalarımı sevmekten başka bir ücret istemiyorum" [54] ayetini hatırlıyor, ne de Peygamber-i Ekrem'in "Fatime benim pare tenimdir; kim, onu incitirse, beni incitmiştir; kim de beni incitirse, Allah'ı incitmiştir" sözü onları ilgilendiriyordu. Değil Peygamber'in biricik kızı Fatime'yi incitmemek; onlar bu uğurda Fatime-i Zehra, Hz. Ali ve cennet gençlerinin efendileri Hz. Hasan ve Hüseyin de dahil olmak üzere, o gün o evde toplanan herkesi diri diri yakmayı bile göze almışlardı.

            Evet, onlar hilafet uğruna her şeyi göze almışlardı; ne pahasına olursa olsun mutlaka bu makamı elde etmeleri gerekirdi. Artık Peygamber-i Ekrem'in izin almadan içeri girmediği ve Fatime'den izin gelinceye kadar dışarıda beklediği kapıyı tekmeyle kırarak, yahut ateş vurup yakarak içeri girmek onlar için fark etmezdi. Onlar için mühim olan, muhalefet amacıyla içeride toplanmış olanların dışarı çıkarılması ve hangi yöntemle olursa olsun, onların bu emellerini suya düşürebilecek bu muhalefet hareketinin çok büyümeden bastırılmasıydı.
            Şimdilik olayın bu yönü bizi ilgilendirmiyor. Onlar, Peygamber'in Ehl-i Beyt'ine karşı gösterdikleri bu cefalarının hesabını Allah'a vereceklerdir. Bizim burada üstünde durmak istediğimiz husus, bu değildir. Bizi ilgilendiren, o gün Hz. Ali ve ona tabi olan ashabın önde gelenlerinden büyük bir bölüğün, onların hilafet kararlarını tanımamaları ve bu hususta hakkın Ali'ye ait olduğunu savunmalarıdır.

            İşte bu, biz Ehl-i Beyt mektebinin inanıp savunduğu şeydir. Bu, bizim inancımızın sonradan değil, o zamandan beri var olduğunu göstermektedir. Bu, bazı yazarların ısrarla ispatlamaya çalıştığı, Ehl-i Beyt mektebinin Peygamber-i Ekrem'den sonra İslam ümmetinin önderliğinin Hz. Ali'ye ait olduğu inancının çok sonraları doğduğuna dair iddialarını suya düşürmektedir. İşte bizim vurgulamak istediğimiz husus budur. Bütün bu olup bitenler, Ehl-i Beyt mektebinin, temelini Kur'an-ı Kerim'in ayetleri ve Hz. Resulullah (s.a.a)'ın sünnetinde bulan, İslam ümmetinin önderliğinin, başta Hz. Ali olmak üzere Ehl-i Beyt'e ait olduğu temel inancının, Peygamber-i Ekrem'in kendi döneminden başladığını, Hazret'in vefatından sonra ortaya çıkan hilafet meselesinde de, varlığını daha belirgin olarak hissettirdiğini açıkça gözler önüne sermektedir.
            "Haksızlık edenler, hangi dönüşe (hangi akibete) döndürüleceklerini yakında bileceklerdir." (Şuara 227)

            Yorum


              #36
              Ynt: İmam Cafer Sadık’ın (as) Hayatı, Fazileti, Siresi ve Sözleri

              Dipnotlar:

              [1] - Bu hususta bkz. Taha Hüseyin'in "Neşet-ül Fikr-il Felsefi" adlı kitabı, c. 2 s. 28, Doktur, Muhammed Ammare'nin "Tayyarat-ül Fikr-il İslami" adlı kitabı s. 203 ve El-Vaili'nin Hüvviyet-üt Teşeyyü" adlı kitabı s. 137, 140
              [2] - Bihar-ül Envar c. 2 s. 173
              [3] - Bihar-ül Envar c. 2 s. 173
              [4] - Bihar-ül Envar c. 2 s. 172
              [5] - Bihar-ül Envar c. 2 s. 173
              [6] - Nehc-ül Belağa Abdülbaki Gölpinarlı'nın tercümesi s. 167, Nehc-ül Belağa 208. hutbe
              [7] - Kasas: 83
              [8] - Nehc-ül Belağa Abdulbaki Gölpinarlı'nın tercümesi s. 168, 167, 169, Nehc-ül Belağa 3. hutbe
              [9] - Nehc-ül Belağa Abdulbaki Gölpinarlı'nın tercümesi s. 168, 167, 169, Nehc-ül Belağa 3. hutbe
              [10] - Fezail-üs Sehabe Feth-ül Bari'nin s. 142
              [11] - Tarih-i Dimeşk Ali bin Ebu Talib bölümü c. 2 s. 464, Şevahid-üt Tenzil Haskani'nin c. 1 s. 334, El-Müstedrek Hakim'in c. 3 s. 126, 127, Üsd-ül Gabe c. 4 s. 22, Menakib-i Ali bin Ebu Talib İbn-i Meğazili'nin s. 80, Kenz-ül Ummal c. 15, s. 129, Kifayet-üt Talib s. 220, El-Menabik Harezmi'nin s. 40, El-Mizan Zehebi'nin c.1 s. 415, El-Cami-üs Sağir Suyuti'nin c. 1 s. 93 vs.
              [12] - Tarih-i Bağdat c. 4 s. 204, El-Menakib İbn-i Meğazili Şafii'nin s. 124, Lisan-ül Mizan c. 5 s. 19, Sahih-i Tirmizi c. 5 s. 301, Hilyet-ül evliya c. 1 s. 63, Mesabih-üs Sünnet Beğavi'nin c. 2 s. 275, Riyaz-ün Nezre c. 2 s. 255, Tarih-i Dimeşk Ali bin Ebu Talib bölümü c. 2 s. 459 vs.
              [13] - İhkak-ül Hak c. 5 s. 501 İbn-i Meğüazili'nin Menakibi
              [14] -Ehl-i Sünnet kaynaklarında Hz. Ali (a.s)'dan toplam 536 hadis nakledilmiştir. Bunlardan ise sadece ellisinin sahih diğerlerinin ise sahih olmadığı belirtilmiştir. Ehl-i Sünnet'in en önemli hadis alimi olan Buhari ise bu hadislerden sadece yirmisine kendi kitabında yer vermiştir. Bkz. Esma-üs Sehabe Er-Rüvat İbn-i Hazm'in s. 44
              [15] - Bkz. Sahih-i Tirmizi 3701, 3714, Müsned-i Ahmet 10576, 11166, 11192, 11351, 22240, Sünen-i İbn-i Mace 115 numaralı hadisler
              [16] - Tarih-i Taberi c. 10 s. 60
              [17] - Ikd-ul Ferid c. s. 301, Şerh-i Nehc-ül Belağa İbn-i Ebu-l Hadid'in c. 4 s. 56, 57
              [18] - Müruc-üz Zeheb c. 2 s. 393, 394, Tezkiret-ül Havvas s. 88
              [19] - Rekibtussefine Mervan Hüleyfat'ın s. 559
              [20] - Numan Ebu Hanife'nin ismidir.
              [21]- El-Milel ven Nihel Şehristani'nin
              [23] - Ulama'nın Seyfhakkındaki düşüncelerini daha detaylı olarak görmek için, Abdulbaki Gölpinarlı'nın tercüme ettiği "Abdullah bin Seba'nın Masalı" adlı kitaba müracaat edin.
              [24] - Hutat-üş Şam c. 1 s. 251
              [25] - Ebu Bekir'in hilafete seçildiği toplantı
              [26] -Terihte ve Günümüzde Caferilik İsmail Mutlu'nun s. 21, 22 naklen 12. Milletlerarası Tarihte ve Günümüzde Şiilik Sempozyumu s. 35, 36,
              [27] - Tarihte ve Günümüzde Caferilik İsmail Mutlu'nun s. 22
              [28] - Ayni kaynak s. 23
              [29] - Beyyine: 7
              [30] - ed-Dürr-ül Mensur tefsiri c. 6 s. 379
              [31] - Nur-ül Ebsar Fi Menakib-i Al-i Beyt-ül Muhtar Şeblenci'nin s. 80, 102
              [32] - ed-Dürr-ül Mensur tefsiri c. 6 s. 379, Şevahid-üt Tenzil Hakim Haskani'nin c. 2 s. 356, 366, Tefsir-üt Taberi c. 3 s. 146, Feth-ül Kadir Şevkani'nin c. 5 s. 477, Ruh-ül Meani Alusi'nin c. 30 s. 207, Kifayet-üt Talib Genci Şafii'nin s. 244, El-Menakib Harezmi'nin s. 62, 187, el-Fusul-ül Muhimme İbn-i Sabbağ Maliki'nin s. 107, Nezm-i Dürer-i Simtayn Zerendi Hanefi'nin s. 92, Tarih-i Dimeşk Ali bin Ebu Talib bölümü İbn-i Asakir'in c. 2 s. 442, Yenabi-ül Meveddet Kondozi Hanefi'nin s. 62, 74, 270, Tezkiret-ül Havas Sibt bin Cevzi'nin s. 18 vs.
              [33] - Savaik-ül Muhrika s. 96, 161
              [34] - İbn-i Esir'in "en-Nihaye Fi Garib-il Hadis vel- Eser adlı kitabı c. 6 s. 379
              [35] - Müsned-i Ahmet 906, 915, 1343, 2903, 17749, 18476, 18497, Sünen-i İbn-i Mace 113, 118, Sahih-i Tirmizi 2646numaralı hadisler vs. Hz. Resulullah bu hadisi Gadirihum denen yerde buyurmuştur. Konu hakkında daha fazla bilgi edinmek için sitemizin kitap bölümünde yayınlanan imamet bahsine müracaat edebilirsiniz.
              [36] - Sahih-i Buhari 3430, 4066, Sahih-i Müslim 4418,4419, 4420, 4421, Sahih-i Tirmizi 2658, 2666, Sünin-i İbn-i Mace 112, 118, Müsned-i Ahmet 1384, 1408, 1423, 1424 vs. numaralı hadisler. Bu hadisle ilgili daha fazla bilgi edinmek için sitemizin kitab bölümünde yayınlanan imamet bahsine müracaat edebilirsiniz.
              [37] - Mecme-üz Zevaid c.9 s. 121, Hasais-ül Emir-ül Mü'ninin Nesai'nin s. 86, Riyaz-ün Nazre c.2 s. 300 vs.
              [38] - Müsned-i Ahmet 2903, 19081, 21883,21889, 21979 vs. numaralı hadisler. Bu hadisle ilgili daha fazla bilgi için sitemizin kitap bölümündeki imamet bahsine müracaat edebilirsiniz.
              [39] - Tarih-i Bağdat c. 14 s. 321, Tarih-i Dimeşk Ali bin Ebu Talib bölümü c. 3 s. 119, el-İmamet ves- Siyaset c. 1 s. 73, Feraid-üs Simtayn c. 1 s. 177, el-Menakib Harezmi'nin s. 56, Fet-ül Kebir Nebhani'nin c. 2 s. 131, el Müstedrek Hakim'in c. 3 s. 124, Cami-ül Usul İbn-i Esir'in c. 9 s. 420 vs.
              [40] - el-Müstedrek Hakim'in c. 3 s. 24, Savaık-ül Muhrika İbn-i Hacer'in s. 122, 124, 191, el-Cami-üs Sağir Suyuti'nin c. 2 s. 56, Feyz-ül Kadir Şevkani'nin c. 4 s. 358, Yenabi-ül Mevedde Kondozi'nin s. 40, el-Menakib Harezmi'nin s. 110, Kifayet-üt Talib s. 399, Tarih-ül Hülefa Suyuti'nin s. 173, Nur-ül Ebsar Şeblenci'nin s. 73
              [41] - Revzat-ül Cennat 88
              [42] - Rekibtü-s-Sefine s. 618
              [43] - Tarih-i İbn-i Haldun c. 3 s. 364
              [44] - Rekibtü-s Sefine s. 619 naklen Hutet-üş Şam c. 5 s. 251
              [45] - Rekibtü-s Safine s. 619 naklen En-Nezm-ül İslamiyye s. 96
              [46] - Rekibtü-s Sefine s. 619 naklen Abdullah Nimet'in Ruh-üt Teşayyu kitabından
              [47] - Şuara: 214
              [48] - Rekibtü-s Sefine s. 619, naklen Ruh-üt Teşayyu s. 20
              [49] - Tarih-i Yakubi c. 2 s. 124
              [50] - Aynı kaynak
              [51] - Tarih-i Yakubi c. 2 s. 126
              [52] - İbn-i Kuteybe'nin el-İmamet ves- Siyaset kitabı c. 1 s. 9
              [53] - Ayrıca bkz. Tarih-i Teberi c. 3 s. 198, Tarih-i Ebu-l Feda c. 2 s. 64, İkd-ül Ferid c. 5 s. 12, A'lam'ün Nisa c. 4 s. 114, el-Futuh İbn-i A'sam'in c. 1 s. 12, Şer-i Nehc-ül Belağa İbn-i Ebu-l Hadid'in c. 2 s. 65, uMuruc-üz Zeheb Mesudi'nin vs.
              [54] - Şura: 23
              "Haksızlık edenler, hangi dönüşe (hangi akibete) döndürüleceklerini yakında bileceklerdir." (Şuara 227)

              Yorum


                #37
                Ynt: İmam Cafer Sadık’ın (as) Hayatı, Fazileti, Siresi ve Sözleri

                İmam Cafer Sadık'ın (a.s)Cundeb Oğlu Abdullah'a Tavsiyeleri[1]

                İmam Sadık aleyhi's-selam'ın Cundeb oğlu Abdullah'a şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir:
                Ey Abdullah! Şeytan bu aldatıcı dünyada tuzaklarını kurmuş ve sadece bizim dostlarımızı avlamak istiyor. Ama ahiret dostlarımızın gözünde hiç bir şeyi onunla değiştirmeye razı olmayacakları kadar büyüktür.

                Daha sonra şöyle buyurdu:
                Nerededir nur ile dolup taşan kalpler? Dünya, onların gözünde zehirli bir yılan ve yabancı bir düşman gibidir. Allah'a yönelerek, sorumsuz ve ayyaş insanların ilgi duyduğu şeylerden uzaklaşmışlardır. Benim gerçek dostlarım onlardır. Onların hürmetine fitneler yatışmakta ve belalar uzaklaşmaktadır.

                Ey Cundeb oğlu Abdullah! Bizi tanıyan (bizim ilahi makamımızı bilen ve inanan) her Müslümanın her gece ve gündüz amellerine bakması ve kendisini hesaba çekmesi gerekir. Eğer yaptığı işlerin, iyi iş olduğunu görürse o işleri daha da çoğaltmalıdır; aksi takdirde kıyamet günü rezil olmamak için kötü işlerden tövbe etmelidir.

                Ne mutlu -yanılgıda olanlara verilen- dünya mal ve süsüne imrenmeyen kula. Ne mutlu ahirete talip olup onun için çalışan kimseye. Ne mutlu yalan arzularla kendisini meşgul etmeyen kimseye.

                Daha sonra İmam Sadık aleyhi's-selâm şöyle buyurdu:
                Allah, (halka) kandil ve meşale olan, amel ve çabasıyla onları bize doğru çağıran ve sırlarımızı ifşa etmeyen insanlara rahmet etsin.
                Ey Abdullah! Mü'minler, Allah'tan korkan ve kendilerine bağışlanmış olan hidayetin ellerinden alınmasından endişe eden, Allah'ı ve nimetlerini hatırladıkları zaman korku ve dehşete kapılan, Allah'ın ayetleri kendilerine okunduğunda, aşikar ettiği sonsuz kudretinden dolayı imanları artan ve Rab'lerine tevekkül eden kimselerdir.

                Ey Abdullah! Cehalet eskiden beri varola gelmiş, temeli güçlenmiştir. Bunun böyle oluşu, halkın Allah'ın dinini oyuncak yapmalarından dolayıdır. Hatta ilimleriyle Allah'a daha yakın olduklarını sananlar bile O'ndan başkasını arıyorlar. İşte onlar zalimlerin ta kendileridir.

                Ey Abdullah! Şiilerimiz azim ve sebat gösterselerdi, melekler onlarla musafaha eder (görüşür), bulutlar onların üzerine gölge düşürür, günleri aydın olur, gökten ve yerden onlar için rızıklar gelir, Allah, istedikleri her şeyi onlara verirdi.

                Ey Abdullah! Çağrınızı kabul edenlerin (Şia'nın) günahkârları hakkında hayırdan başka bir söz söylemeyin. Allah'a huşu ile yalvararak başarılarını dileyin. Onlar için Allah'tan af dileyin. Bize yönelen, velayetimizi kabul eden, düşmanlarımızla dost olmayan, bildiğini söyleyen, bilmediği veya şüphesi olduğu şeylerde ise susan kimse, (şüphesiz) cennettedir.

                Ey Cundeb oğlu Abdullah! Ameline güvenen helak olur. Allah'ın rahmetine güvenerek günahlara cüret eden kurtulmaz.
                "Öyleyse kim kurtulur" diye sorduğumda, İmam Sadık aleyhi's-selâm: ‘Sevaba olan iştiyakları ve azaptan korkuları yüzünden kalpleri, (uçmakta olan) bir kuşun pençesinde imiş gibi, ümit ile korku arasında olan kimseler kurtulur' diye buyurdular.

                Ey Abdullah! Allah'tan kendisini hurilerle evlendirmesini ve nurdan olan bir tacı başına koymasını isteyen kimse, mü'min kardeşini sevindirmelidir.
                Ey Abdullah! Gece, uykuyu, gündüz ise, konuşmayı azalt. İnsanın bedeninde göz ve dilden daha az şükreden bir uzuv yoktur. Hz. Süleyman'ın annesi, Süleyman aleyhi's-selâm'a şöyle dedi: "Oğlum (ihtiyacından fazla) uyumaktan sakın. Çünkü (fazla uyku) insanların hayır amellere muhtaç olduğu gün (kıyamet günü) seni yoksul bırakır.

                Ey Cundeb oğlu Abdullah! Şeytan'ın, insanları avlamak için tuzakları vardır. Öyleyse Şeytan'ın ağ ve tuzaklarına yaklaşma.
                "O tuzaklar nedir?" diye sorduğumda şöyle buyurdular:

                “Şeytan'ın tuzakları, insanı kardeşine iyilik etmekten alıkoymak, ağları ise Allah'ın farz kıldığı namazların vaktinde uyumaktır. Bilin ki; kardeşlerine iyilik yapmak ve onları ziyaret etmek için adım atmak gibi hiç bir ibadet yoktur. Namazdan gaflet edenlere, halvetlerde uyuyanlara, fetret dönemlerinde (dinin zayıfladığı dönemde) Allah ve ayetleriyle alay edenlere yazıklar olsun! İşte bunlar ahirette nasibi olmayan kimselerdir. Kıyamet günü Allah onları konuşturmayacak, onları temizlemeyecektir ve onlar için şiddetli bir azap vardır."

                Ey Abdullah! Kim kendisini cehennem ateşinden kurtarmaktan başka bir endişeyle sabahlarsa, büyük bir meseleyi basite almış ve Rabbinin vereceği az bir paya talip olmuştur.
                Kim müslüman kardeşine hile yapar, onu tahkir eder ve ona karşı düşmanlık güderse, Allah onu cehenneme atar. Kim bir mü'mine haset ederse (onu kıskanırsa), tuzun suda eridiği gibi onun da imanı öylece kalbinde erir.
                Ey Abdullah! Mü'min kardeşinin ihtiyacını karşılamak için adım atan bir kimse, Safa ve Merve arasında sa'y eden (koşan) kimse gibidir. Onun ihtiyacını karşılayan bir kimse de Bedir ve Uhud savaşında Allah yolunda kanına boyanan kimse gibidir. Allah hiç bir ümmeti, fakir kardeşlerinin haklarını küçümse-medikleri müddetçe helak etmemiştir.

                Ey Abdullah! Şiilerimize de ki: Farklı fikir ve düşüncelere kapılmasınlar. Allah'a andolsun ki, günahlardan kaçınmadıkça, dünyada çaba göstermedikçe ve Allah yolunda, (mü'min) kardeşler ile eşitlik sağlamadıkça velayetimize ulaşamazsınız. Halka zulüm eden kimse bizim Şialarımızdan değildir.
                Ey Abdullah! Şia'mız, cömertlik, kardeşlere bağışta bulunmak, gece ve gündüz (farz ve sünnet olarak) elli rekat namaz kılmak gibi özelliklerle tanınırlar. Şialarımız (sabırsızlıktan) köpek gibi ulumaz, karga gibi aç gözlü olmazlar, düşmanlarımızla komşu olmaz, açlıktan ölseler bile bizi sevmeyenlere el açmazlar.

                Şiilerimiz, yılan balığı yemezler, ayakkabının üzerine mesh yapmazlar, öğlenin ilk vaktini (namaz kılmak için) gözetirler, şarap içmezler.
                "Canım size feda olsun" dedim. "Onları nerede bulabilirim?"

                İmam alyehi's-selâm şöyle buyurdu:
                Dağların başında ve şehirlerin kenarında. Bir şehre girdiğinde halkla muaşeret etmeyen (oturup kalkmayan) ve halkın da kendi-siyle muaşeret etmediği kimseyi[2] sor, ara. İşte böyle bir adam, mü'mindir.

                Allah-u Teâla (Habib-i Neccar hakkında) şöyle buyuruyor: "Şehrin (Antakya şehrinin) uzak bir ucundan bir adam koşarak geldi: "Ey kavmim, elçilere uyun"[3] dedi Allah'a andolsun ki, Habib-i Neccar yalnız idi.
                Ey Abdullah! mü'minlere zülmün dışında, diğer bütün günahlar bağışlanır. Gösteriş için yapılan amellerin dışında, diğer bütün hayır ameller kabul edilir.
                Ey Abdullah! Allah için sev, sağlam ipe (Kur'ân'a) sarıl ve hidayetten ayrılma. Böyle oldukça amellerin kabul edilir.

                Allah-u Teala buyuruyor ki:
                "Şüphe yok ki ben tövbe eden, inanan, salih amellerde bulunup da doğru yola erişen kimseyi bağışlayıcıyım."[4]

                İmanla birlikte olmayan amel, kabul edilmez; amelsiz de iman olmaz, yakinsiz amel, huşusuz da yakin olmaz. Bunların hepsinin mihveri, hidayettir. Öyleyse hidayete erişenin ameli kabul edilir ve kabul edilmiş olarak melekut alemine yükselir. "Allah dilediğini doğru yola hidayet eder."[5]

                Ey Abdullah! Allah-u Teâla'nın (rahmet ve nimet) yanında, O'nunla birlikte olmak ve Firdevs Cennet'ine yerleşmek istiyorsan, dünyaya önem verme, ölümü göz önünde tut ve yarın için bir şey biriktirme. Bil ki; önceden göndereceğin her şey, (yaptığın ihsan ve ibadetler) faydana olduğu gibi, geriye bıraktığın şeyde (biriktirdiğin dünya malı), zararınadır.

                Ey Abdullah! Kazandığı maldan kendisini mahrum bırakan, o malı başkası için toplamaktadır. Heva ve hevesine uyan, düşmanına uymuştur. Kim Allah'a güvenirse, Allah, ona dünya ve ahiret işleri için yeter ve gıyabında onun her şeyini korur. Her belaya karşı sabır, her nimete şükür ve her zorluğa çözüm yolu hazırlamayan kimse âciz kalır. Evladına ve malına gelecek her belâ ve musibete karşı, sabretmeye çalış. Çünkü Allah, sabır ve tahammülünüzü denemek için emanet ve bağışını sizden geri alır. Günah işlemeye cesaretlendirmeyecek şekilde Allah'a ümitli ol ve O'nun rahmetinden de ümit kesmeyecek şekilde ondan kork. Cahilin övgü ve sözlerine asla aldanma. Zira bu, kibirlenip, ululanmana ve amelinle övünmene sebep olur. Gerçekten en iyi amel, ibadet ve tevâzudur.

                Kendinden sonra mal bırakmakla, kendi malını zayi edip, diğerlerinin maddî durumunu düzeltmeye çalışma. Allah'ın sana kısmet ettiği mala kanaat et. Ancak, kendi yanında olanı (mevcut olan mal ve sana verilen nimetlere) bak. Ulaşamayacağın bir şeyi arzu etme. Şüphesiz kanâat eden doyar; kanaat etmeyen ise doymaz. Ahiretten payını al. Zengin olduğunda azma. Yoksul olduğunda sabırsızlık etme. Katı ve taş yürekli olma; çünkü böyle olursan halk sana yaklaşmaktan hoşlanmaz. Gevşek ve zayıf da olma; zira seni tanıyan seni tahkir eder. Kendinden üstte olana karşı düşmanlık yapma; senden aşağıda olanla da alay etme! İşlerde o işin ehliyle çekişme (işi ehline bırak), akılsızlara itaat etme. Herkesin yanında kendini küçültme. Kendi yükünü başkasının üzerine yükleme. Bir işin içerisinde kalıp pişman olmaman için işe girişmeden önce, o işin giriş ve çıkış yolunu öğren.

                Kalbini ortak olduğun bir yakın, amelini peşinden gittiğin baban, nefsi emmareni mücadele ettiğin düşman ve sahibine geri vereceğin emanet kabul et. Sen kendi nefsinin doktoru kılınmışsın, sağlığının belirtisini tanımış, hastalığını öğrenmiş ve ilacını da bilmişsin. Öyleyse kendine nasıl bakacağına dikkat et.

                Bir kimseye yaptığın iyiliği, minnet edip söyleyerek bozma; aksine o iyiliğini daha iyi bir iyilik izlesin. Şüphesiz bu, ahlakın için daha güzel, ahiretteki sevabın için de gereklidir. İster cahil ol, ister alim, yumuşak huylu ve ağır başlı sayılmak için susmaya riâyet et. Zira bilginlerin yanında susmak senin için süs, cahillerin yanında susmak ise, sana bir örtüdür.

                Ey Abdullah! Meryem oğlu İsa alehi's-selâm, ashabına şöyle buyurdu: "Eğer biriniz, uyuyan kardeşinin yanından geçerken onun arka veya önünden bir kısmının açıldığını görürse acaba açılmayan tarafını da açar mı yoksa açılan yerini örter mi?" Ashabın hepsi: "Açılan tarafını örteriz." dediler.
                Hz. İsa aleyhi's-selâm: "Hayır; öyle değil, siz her tarafını açarsınız."
                Ashab, bunun bir örnek olduğunu anlayınca: "Ey Ruhullah! nasıl açarız?" diye sordular.

                Hz. İsa şöyle buyurdu: "Sizlerden bazıları kardeşinin ayıbını gördüğünde onu örtmüyor. Gerçekten de siz, lezzetleri terketmedikçe hedefinize erişemezsiniz; hoşlanmadığınız şeylere tahammül etmedikçe arzularınıza kavuşamazsınız. Haram olan bakıştan sakının. Çünkü bu iş, kalbe şehvet tohumu eker ve bu, seni aldatmaya yeter. Ne mutlu bakışı gözünde değil de kalbinde olan kimseye. Köle sahipleri gibi halkın ayıplarına bakmayın, köleler gibi kendi ayıplarınızı görün. İnsanlar iki kısımdır: Belaya duçar olanla, olmayan. Belaya duçar olana acıyın ve sağlığınıza şükredin."

                Ey Abdullah! Seninle ilişkisini kesenle ilişki kur. Seni mahrum bırakana bağışta bulun. Kötülük yapana iyilik et. Küfredene selam ver. Düşmanlık yapana karşı insaflı davran. Zulmedeni affet; nitekim sen de affedilmeyi seversin. Allah'ın seni affetmesinden ibret al. Güneşin hem iyi, hem de kötü insanlara doğduğunu ve yağmurun da hem salih, hem de hatalı kimselere yağdığını görmüyor musun?

                Ey Abdullah! Halkın, seni iyi bilmesi için onların gözü önünde fakirlere yardım etme. Böyle yaptığında mükâfatını almış sayılırsın. Sağ elinle yaptığın iyilikten, sol elinin haberi olmamalıdır. Çünkü Allah'ın rızasını kazanmak için gizlice verdiğin sadakadan dolayı Allah, seni -halkın verdiğin sadakadan habersiz kalmasının sana zararı ulaşmayacağı bir gün -kıyamet günü şahitlerin gözü önünde mükâfatlandıracaktır.

                (Dua ettiğin vakit) sesini alçalt. Zira gizlediğin ve açığa vurduğun her şeyi bilen Allah, istemeden de ne isteyeceğini biliyor.
                Oruç tuttuğunda kimsenin gıybetini etme. Orucunuza zulüm bulaştırmayın. Halkın bilmesi için yüzleri tozlu, saçları dağınık, dudakları kuru olup gösteriş için oruç tutan kimselerden olma!

                Ey Abdullah! Tüm iyilikler ve tüm kötülükler senin önündedir. Bunları ancak ölümden sonra görebilirsin. Allah Azze ve Celle, hayrın tümünü de cennette, şerrin tümünü de cehennemde karar kılmıştır. Çünkü bunlar (cennet ve cehennem) kalıcıdır.

                Allah kime hidayet bağışlayarak, iman ile aziz kılar, doğru yolu ilham ederek tabiatında nimetlerini tanıyacak bir akıl bırakır, dinini ve dünyasını idare edecek ilim ve hikmet bağışlar, mükellef kıldığı şeyleri kolaylaştırmak üzere yardımda bulunur ve küçük amelleri yapmak için (bile) kendisinden yardım dilemeye davet ederse, böyle bir kimse, Allah'ın nimetleri, vaatettiği mükâfatları ve gücünden fazla kendisini mükellef kılmadığı için Allah'a şükretmeyi kendisine farz kılmalıdır; Allah'a karşı nankörlük etmemeli; O'nu anmalı; O'nu unutmamalıdır; O'na itaat etmeli ve O'na karşı günah işlememelidir. Oysa ki insan, Allah'ın emrettiği şeylerden yüz çeviren, onları yapmaktan âciz kalan, Rabbi önünde kendisine zillet elbisesini giydiren, heva ve hevesine uyan, ömrünü şehvetlerde geçiren ve dünyasını ahiretine tercih eden bir varlıktır. Bu durumdayken de Firdevs Cenneti'ni arzuluyor. Zalimlerin amelini yapmakla, iyi iş yapanların makamlarına ulaşmaya heveslenmek kimseye yakışmaz. Ansızın kopacak olan kıyamet kopunca ve büyük felaket gelip çatınca ve Cebbar olan Allah kesin hüküm vermek için terazileri kurunca ve bütün mahlukat hesap vermek için sahneye gelince, işte o zaman yücelik ve bağışın kimin olduğuna, hasret ve pişmanlığın da kime ulaşacağına yakin edersin. Öyleyse bu gün dünyada öyle bir iş yap ki, ahirette onunla kurtulacağına ümit edesin.
                Ey Abdullah! Allah-u Teâla, vahyettiği şeylerin bazısında şöyle buyurmuştur:
                "Ben, ancak, azametim için boyun eğen, benim için kendisini şehvetlerden alıkoyan, günlerini zikrimle geçiren, kullarıma karşı büyüklük taslamayan, açları doyuran, çıplakları giydiren, musibete uğrayanlara acıyan ve gariplere yer veren kimsenin namazını kabul ederim. Böyle bir kulun nuru, güneşin nuru gibi etrafa yayılır. Karanlıkta nur, cehalette ise hilim (olgunluk) veririm ona. İzzetimle onu korurum. Meleklerimi onu korumakla görevlen-diririm. Beni çağırdığında lebbeyk derim. Benden bir şey istedi-ğinde veririm. Bu kul benim indimde, meyvelerinin eşi bulunmayan ve bozulmayan firdevs Cenneti'nin bahçeleri gibidir.

                Ey Abdullah! İslam (tevhid, nübüvvet ve meada ikrar etmek) çıplaktır; elbisesi hayâ, ziyneti ağırbaşlılık, cömertliği salih amel ve direği ise vera (şüpheli şeylerden kaçınma)dır. Her şeyin bir temeli vardır; İslam'ın temelide biz Ehl-i Beyt'in sevgisidir.

                Ey Abdullah! Allah-u Teâla'nın, zeberced (yakut cinsinden sarı veya yeşil değerli bir tür taş) ve ipekle sarılmış, sündus (ipek işlemeli bir kumaş) ve diybac (bir çeşit zarif ipekli kumaş) ile de süslenmiş, nurdan bir hisarı vardır. Bu hisar (kıyamet günü) bizim dostlarımızla düşmanlarımızın arasına çekilir. Beyinler (şiddetli bir sıcaktan dolayı) kaynadığında, yürekler ağızlara ulaştığında ve ciğerler beklemekten dolayı şiştiğinde Allah dostları, bu hisarın içerisine götürülür, orada Allah'ın güven ve himayesinde yer alırlar. Onlar için gönüllerin istediği ve gözlerin lezzet aldığı her şey orada vardır. Allah'ın düşmanları ise çok terlediklerinden dolayı ağızları kilitlenir, korkudan yüreklerinin bağı kesilir ve Allah'ın onlar için hazırladığı azaba bakıp şöyle derler: "Bize ne oluyor ki, ken-dilerini kötülerden saydığımız adamları göremiyoruz?".[6]

                Allah dostları onların bu durumuna bakıp gülerler. Nitekim Allah-u Teâla cehennem ehlinin şöyle dediğini nakletmiştir: "Biz onları alaya alır dururduk (şimdi onlar cehennem'de yoklar) yoksa gözler mi onlardan kaydı?"[7] Diğer bir ayette de şöyle buyurmaktadır: "Artık bugünde, iman edenler kafir olanlara gül-mektedirler; tahtlar üzerinde bakıp seyrediyorlar."[8]
                Allah-u Teâla, dostlarımızdan mü'min olan birine tek bir kelimeyle bile yardımda bulunan herkesi hesapsız cennete götürecektir.
                _________________
                Dipnot:
                [1]- Cundeb oğlu Abdullah , İmam Sadık, İmam Kazım ve İmam Rıza aleyhumu's-selâm'ın ashabındandır. Rical kitaplarında onun hakkındaki övgülerin yanı sıra Şia'nın vazife ve sorumluluklarını beyan eden bu seçkin ve değerli hadis, onun İmam Sadık aleyhi's-selâm'ın yanında ne kadar yüce bir makama sahip olduğunu göstermektedir.
                [2]- Maksat, Ehl-i Beyt mektebine bağlı olanların azınlık olarak baskı altında yaşadığı dönemlerdir.
                [3]-Yasin / 20
                [4]- Tâhâ / 82
                [5] -Bakara / 213
                [6]- Sâd / 62.
                [7]- Sâd / 63.
                [8]- Mutaffifin / 34-35.
                "Haksızlık edenler, hangi dönüşe (hangi akibete) döndürüleceklerini yakında bileceklerdir." (Şuara 227)

                Yorum


                  #38
                  Ynt: İmam Cafer Sadık’ın (as) Hayatı, Fazileti, Siresi ve Sözleri

                  Ebu Cafer Muhammed İbn-i Nu'man Ahvel'e[1] Öğütleri

                  Ebu Câfer diyor ki , İmam Sadık aleyhi's-selâm bana şöyle buyurdu: Allah-u Teâla, Kur'ân'da bazı grupları sırları ifşâ etmek suçuyla kınamıştır. "Canım sana feda olsun, Kur'ân'ın neresinde kınamıştır." dediğimde, "şu ayette" diye buyurdu: "Kendilerine güven veya korku haberi geldiğinde (derhal) onu yayarlar."[2]

                  İmam Sadık aleyhi's-selâm daha sonra şöyle buyurdu:
                  Sırlarımızı ifşâ eden, üzerimize kılıç çeken kimse gibidir. Gizli ilimlerimizi (sırlarımızı) duyup da onu ayakları altına gömen (gizleyen) kula Allah rahmet etsin. Allah'a andolsun ki, ben sizin kötülerinizi, baytarın hayvanı tanımasından daha iyi tanırım. Sizin kötüleriniz, Kurân'ı kötü ve hoşa gitmeyecek bir şekilde okuyan, namazı vaktin sonunda kılan, ve dillerini korumayan kimselerdir. Bil ki, Hasan ibn-i Ali aleyhüma's-selam, ihanete uğrayıp insanlar etrafından dağıldığında, işi Muâviye'ye bıraktı; derken aşırı giden ve bu barıştan öfkeli dolayı olan şiiler İmam'a: "Aleyk-es selam ya müzillel mü'minin" (Aleyk-es selam ey mü'minleri zelil eden!) diye selam veriyorlardı. İmam Hasan alehi's-selâm da cevaben: "Ben mü'minleri zelil eden değil aziz edenim. Sizin onlara karşı savaşmaya gücünüzün olmadığını görünce, canımızın korunması için böyle yaptım. Nitekim o alim (Hz.Hızır a.s), fakirlerin gemisini (sahiplerine kalması ve düşmanların eline düşmemesi için) deldi. Ben de kendi canımı ve sizlerin canını korumak için böyle yaptım." diyordu.

                  Ey Nu'man oğlu! Ben bazen sizlerden bazınıza (gizli) bir söz söylüyorum, o da o sözü yayıyor; böyle yaptığı için ona lanet etmeyi ve ondan uzak durmayı caiz biliyorum.

                  Babam buyuruyordu ki: "Takiyye'den daha fazla gözü aydınlatan ne var? Takiyye mü'minin siperidir. Takiyye olmasaydı Allah'a ibadet olunmazdı."
                  Allah buyuruyor ki: "Mü'minler, mü'minleri bırakıp da kâfirleri dost (yönetici) edinmesinler. Kim böyle yaparsa, Allah'la hiçbir ilişkisi yoktur. Ancak onlardan çekinirseniz (takiyye ederseniz) o başka"[3]

                  Ey Nu'man oğlu! Münakaşadan sakın; çünkü münakaşa amelini boşa çıkarır. Cedel ve tartışmadan kaçın; zira tartışma seni helak eder. Aşırı düşmanlıktan da uzak ol; çünkü aşırı düşmanlık seni Allah'tan uzaklaştırır."

                  İmam alehi's-selâm daha sonra şöyle buyurdu:
                  Sizden önceki kimseler susmayı öğreniyorlardı, oysa sizler konuşmayı öğreniyorsunuz. Onlardan biri âbid olmak istediğinde bu işe başlamadan önce on yıl susmayı öğreniyordu; bu işi başarıp susmaya sabredebildiğinde ibadete başlıyordu. Aksi takdirde, ben istediğim işin ehli değilim, diyordu. Ancak uzun bir müddet, çirkin söz söylemekten çekinen ve batıl bir hükümette eziyetlere karşı tahammül eden kimse kurtulur. Bunlar, gerçekten asaletli, seçilmiş kimseler ve velilerdir; onlar, mü'minlerin ta kendisidir. Benim en fazla nefret ettiğim kimse riyaset isteyen, söz taşıyan ve kardeşlerine haset eden kimselerdir; ne onlar bendendir ne de ben onlardanım. Bizim dostlarımız, ancak emrimizden çıkmayan, her işte bizi izleyen ve bize uyan kimselerdir."

                  Daha sonra da buyurdu ki: Allah'a ant olsun ki, eğer sizlerden biri Allah yolunda yeryüzü dolusu altın sadaka verir ve sonra da bir mü'mine haset ederse, o altınlarla cehennemde dağlanır.

                  Ey Nu'man oğlu! ifşacı (sırlarımızı yayan kimse) bizi kılıçla öldüren kimse gibi değildir; onun günahı bizimle kılıçla savaşandan daha büyük ve daha fazladır.
                  Ey Nu'man oğlu! bizim söylemediğimiz bir hadisi bizim adımıza nakleden kimse, bizi yanlışlıkla değil, kasıtlı olarak katletmiştir.

                  Ey Nu'man oğlu! zulüm hükümetinde kendi yolunda git; korktuğun tehlikeli insanlara da selam verip hoş karşıla. Zira hükümete karşı çıkan kimse kendisini ölüme atarak helak etmiş olur. Allah buyuruyor ki: "Kendi elinizle, kendinizi tehlikeye atmayın"[4]

                  Ey Nu'man oğlu! biz öyle bir Ehl-i Beyt'iz ki, şeytan daima bizden ve bizim dinimizden olmayan kimseleri bizim aramıza sokmaktadır; şeytan onu (Şia ve ashabımız adına) yüceltti mi ve insanlar onları tanıyıp sözlerine kulak verdi mi artık aleyhimize yalan söylemeyi ona emreder, onlardan biri gittiğinde de onun yerine başkasını getirir.

                  Ey Nu'man oğlu! Kim (bilmediği) ilmi bir sorunun cevabında, "bilmiyorum" derse ilmin yarısını elde etmiştir (ilmin hakkını eda etmiştir).
                  Mü'min bulunduğu yerde oturduğu sürece, kinli olabilir; fakat yerinden kalktığında kin de kalbinden çıkar.

                  Ey Nu'man oğlu! alim bildiği her şeyi sana söyleyemez. Bunlar, Allah'ın Cebrail aleyhi's-selâm'a, Cebrail aleyhi's-selâm'ın Muhammed salla'llâhu aleyhi ve alih'e, Muhammed salla'llâhu aleyhi ve alih'in Ali aleyhi's-selâm'a, Ali alehi's-selâm'ın Hasan aleyhi's-selâm'a, Hasan'ın Hüseyn aleyhi's-selâm'a, Hüseyn'in Ali (Zeynel Abidin) alehi's-selâm'a, Ali (Zeynel Abidin)'in de Muhammed (Bâkır) alehi's-selâm'a, Muhammed(Bâkır)'ın de sırrını söylediği kimseye (burada İmam Sadık alehi's-selâm kendisini kasdediyor) buyurmuş olduğu sırlardır. Öyleyse acele etmeyin. Allah'a andolsun ki bu işin gerçekleşmesi (Peygamber Ehl-i Beyt'inin kurtuluşu ve adaletli bir hükümetin kurulması) üç defa yaklaşmıştı; ama onu ifşa etmenizle Allah onu erteledi. Allah'a andolsun ki, düşmanınızın sizden daha iyi bilmediği hiç bir sırrınız yoktur.
                  Ey Nu'man oğlu! Emrimden çıktığın için kendine acı! Sırrımı ifşa etme. Said oğlu Muğayre,[5] babamın aleyhine yalan söyledi ve sırrını ifşa ettı; Allah da demirin kızgınlığını ona tattırdı. Eb-ul Hattab da, benim aleyhimde yalan söyledi, sırrımı açığa vurdu; derken Allah-u Teâla, demirin şiddetli sıcaklığını ona da tattırdı.

                  Allah-u Teâla, sırlarımızı gizli tutan kimseyi, yaptığı işten dolayı dünya ve ahirette ziynetlendirir, payını bağışlar, onu demirin kızgınlığı ve zindanın darlığından korur.

                  İsrâiloğulları, öyle bir kıtlığa duçar oldular ki hayvan ve çocukları helak oldu. Musa ibn-i İmran aleyhi's-selâm Allah'a münacatta bulundu; Allah-u Teâla Hz. Musa'ya şöyle hitap etti: "Ey Musa, bu kavim açıkça zina ediyor, faiz yiyiyor, havraları onarıp zekâtı hiçe sayıyor. (İşte bunun için azaba müstahak oldular.) Hz. Musa: "Allah'ım kendi rahmetinle onlara lutfet. Çünkü onlar hakkı kavrayamıyorlar." dedi. Bunun üzerine Allah-u Teâla Hz.Musa'ya şöyle vahyetti: "Ben kırk günden sonra onlara yağmur gönderip imtihan edeceğim; (bu vaat gizliydi fakat bazıları bundan haberdar olur olmaz) bunu ifşa edip yaydılar; işte bunun için kırk yıl yağmur onların üzerine yağmadı: Sizin de işiniz (zalim hükümdardan kurtulmanız) yaklaşmıştı; ama toplantılarınızda onu ifşa ettiniz (böylece de kurtuluşunuz ertelendi.)

                  Ey Ebu Câfer (Nu'man oğlu)! Sizin halk ile ne işiniz var (neden maslahata riayet etmeksizin onları kendi mezhebinize çağırıp kendinizi onlara tanıtıyorsunuz) onları kendi hallerine bırakın. Hiç bir kimseyi bu işe (şiiliğe) davet etmeyin. (Zira bu tutum sebepsiz sıkıntıya düşmenize sebep olur). Allah'a andolsun ki eğer yer ve gök ehli birleşip, Allah'ın hidayet olmasını dilediği bir kulu, saptırmak isteseler saptıramazlar. Halkın yakasını bırakın. Hiç biriniz, "kardeşim", "amcam", "komşum" demesin. Allah-u Teâla, hayır ulaştırmayı dilediği kulun ruhunu temizler; öyle ki hak ve güzel bir söz duyar duymaz, onu kabul eder ve kötü bir söz duyar duymaz onu reddeder. Daha sonra Allah-u Teâla onun kalbine, halini düzeltecek bir kelime ilham eder.
                  Ey Nu'man oğlu! Eğer kardeşinin seninle samimi dost olmasını istiyorsan onunla şaka yapma; münakaşa etme; ona karşı övünme ve ona karşı düşmanlık yapma. Sırlarını dostuna açıp söyleme; ancak düşmanının haberdar olmasıyla sana zararı olmayacak sırlar olursa o başka; Çünkü dostun da bir gün düşman olabilir.

                  Ey Nu'man oğlu! bir kulda üç sünnet olmadıkça mü'min olamaz:
                  Allah'ın'dan bir sünnet, Peygamber'inden bir sünnet ve İmam'ından bir sünnet. Allah'tan olan sünnet, sırları (mümkün oldukça) gizlemektir. Nitekim Allah-u Teâla, kendi hakkında şöyle buyurmuştur: "O gaybı bilendir; kendi gaybını kimseye izhar etmez."[6]

                  Peygamber'den olan sünnet, halkla iyi geçinmek ve onlara doğru bir ahlakla davranmaktır. İmam'dan olan sünnet de, Allah kurtuluş verinceye kadar zorluk ve sıkıntıda sabırlı olmaktır.

                  Ey Nu'man oğlu, beliğ konuşmak, insanın dilinin keskinliğiyle olmadığı gibi saçma söz söylemekle de değildir; belağat, maksadı anlatmak ve delili bulmaktır.

                  Ey Nu'man oğlu! kim evliyaullaha küfreden bir kimsenin yanında oturursa günah işlemiştir. Kim bizim için öfkelenir de sab-rederse cennetin en yüksek derecesinde bizimle beraber olur. Kim sırlarımızı ifşa etmekle gününe başlarsa, Allah demirin kızgınlığını ve zindanın darlığını ona tattırır.

                  Ey Nu'man oğlu, üç şey için ilim öğrenme: Gösteriş, övünmek ve tartışmak. Üç şey için de ilmi terketme: Cehalete meyletmek, ilme rağbetsiz olmak ve halktan utanmak. Yayılmayan ilim, üstü kapalı kalan kandile benzer.
                  Ey Nu'man oğlu! Allah, bir kulun hayrını dilediğinde kalbinde nurlu bir nokta oluşturur, derken kalbi nurlanır, hakkı talep eder; daha sonra kuşun yuvasına gitmesinden daha hızlı bir şekilde sizin mektebinize koşar.

                  Ey Nu'man oğlu! Allah, biz Ehl-i Beyt'in sevgisini göklerden, arşın altındaki hazinelerden altın ve gümüş hazineleri misali, belirli bir miktarda indirir ve onu en iyi mahlukuna bağışlar: Bu hazinelerin, yağmur bulutlarına benzer bulutları vardır; Allah-u Teâla yaratıklarından sevdiği kimseye bu nimeti vermek istediğinde, bu bulutların, şiddetle yağmasına izin verir; öyle ki, bu lütuf annesinin karnında olan cenine bile ulaşır.
                  _________________
                  Dipnot:
                  [1]- Mümin- Tak diye meşhur olan Ebu Cafer Muhammed b. Nu'man, İmam Ca'fer Sadık (a.s) ve İmam Musa Kazım (a.s)ın ashabındandır. Kendi döneminde Şianın tanınmış kelamcılarındandı; Ebu hanifeyle çeşitli konularda tartışmaları vardır.
                  [1]- Nisâ /82.
                  [3]- Âl-i İmrân / 27.
                  [4] -Bakara / 195.
                  [5] -Yalancı, bidatçı ve hadis uydurup İmam Bakır aleyhi's-selâm'a isnat eden bir şahıs
                  [6] - Cin/26
                  "Haksızlık edenler, hangi dönüşe (hangi akibete) döndürüleceklerini yakında bileceklerdir." (Şuara 227)

                  Yorum


                    #39
                    Ynt: İmam Cafer Sadık’ın (as) Hayatı, Fazileti, Siresi ve Sözleri

                    Ashabından Bir Gruba Yazdığı Mektup

                    Hamd ve salat ve selamdan sonra, (size şunları tavsiye edi-yorum) : Rabbinizden afiyet dileyin, mütevazı, vakârlı, ağırbaşlı ve hayâlı olun. Salih olanlarınızın çekindiği şeylerden çekinin. Batıl ehline de güzel davranın. Onların kötü hareketlerine tahammül edin. Onlarla uzun münakaşalara girmekten sakının. Yine onlarla bir arada oturduğunuzda, muâşeretlerinizde veya bir söz hakkında tartıştığınızda Allah'ın size emrettiği takiyeye riayet edin. Çünkü sizler onlarla oturup kalkmak, muaşeret etmek ve tartışmak zorundasınız. Takiye yapmaksızın onlarla karşılaşırsanız, sizi incitirler ve yüzlerinizden hoşnut olmadığınızı anlarlar.

                    Eğer Allah onları sizden uzaklaştırmasaydı, size musallat olurlardı. Onların size karşı kalplerindeki kin ve düşmanlıkları açığa vurduklarından daha çoktur. (Ama siz sürekli olarak) onlarla beraber oturup kalkmaktasınız.
                    Allah-u Teâla bir kulu yaratılışta mü'min olarak yaratmışsa, şerri onun nazarında kötü göstermedikçe ve onu o şerden uzaklaştırmadıkça o kul ölmez. Allah-u Teâla, birine şerri sevdirmeyip onu şerden uzaklaştırırsa, kibir ve ululanmaktan da onu korur; böylece o kimse yumuşak huylu, güzel ahlaklı ve güler yüzlü olur; İslami vakar, sükunet ve huşuya sahip olur; Allah'ın haramlarından sakınır ve gazabından kaçınır. Allah, insanlarla dost olmayı, onlara iyi davranmayı, onlarla ilişkiyi kesmemeyi ve düşmanlığı terketmeyi ona nasip eder; öyle ki artık düşmanlıktan ve düşmanlık ehli olan kimselerden tamimiyle uzaklaşır.

                    Eğer Allah-u Teâla, ilk yaratılışta bir kulu kafir olarak yaratırsa, şerri ona sevdirmedikçe ve onu o şerre yaklaştırmadıkça o kul ölmez. Şerri ona sevdirip onu o şerre yaklaştırdığında da kibir ve ululanmaya duçar olur; derken katı kalbli, kötü ahlaklı, asık suratlı olur; çirkinliği açığa çıkar ve hayâsız olur. Allah onun hayâ perdesini yırtar, (hayâ perdesi yırtıldığında da) haramlara düşer; artık haramdan ayrılmaz, Allah'a karşı günah işler, itaâtı ve itaat ehlini sevmez.
                    Mü'min ve kafir arasındaki fark ve uzaklık ne de çoktur! Allah'tan bu belalara düçar olmamayı dileyin ve bu afiyeti Allah('ın rızası) için talep edin. Allah'tan başka hiç bir güç ve kuvvet sahibi yoktur.

                    Çok dua edin; Allah kendisini çağıran kulu sever; O mü'min kullarının dualarını kabul edeceğini vaat etmiştir. Allah, kıyamet günü mü'minlerin duasını cennette nimetlerini çoğaltan bir amele dönüştürür.
                    Gece ve gündüzün her saatinde gücünüz kadarıyla Allah'ı çokça anın. Çünkü Allah, kendisinin çok anılmasını emretmiştir. Allah kendisini anan mü'mini unutmaz ve onu hayırla anar.

                    Allah-u Teâla, Kur'ân'da mü'minlere şöyle emretmiştir:
                    "Namazları ve (özellikle) orta (öğle) namazı(nı üstlerine düşerek, titizlik göstererek) koruyun ve Allah'a gönülden boyun eğiciler olarak (namaza) durun".[1]

                    Fakir Müslümanları sevin; Çünkü onları küçümseyen ve onlara karşı büyüklük taslayan kimse, Allah'ın dininden uzaklaşmıştır. Allah böyle bir kimseyi hor görür ve ona gazap eder.

                    Ceddimiz Resulullah salla'llâhu aleyhi ve alih şöyle buyur-muştur:
                    "Rabbim, yoksul Müslümanları sevmeyi bana emretmiştir." Bilin ki kim bir Müslümanı küçük görürse Allah onu kendi gazap ve tahkirine uğratır; bütün insanlar ona şiddetle buğzeder. Öyleyse fakir Müslüman kardeşleriniz hakkında Allah'tan çekinin. Onların sizin üzerinizde olan hakları onları sevmenizdir. Çünkü Allah, peygamberlerine onları sevmeyi emretmiştir.

                    Kim Allah'ın, sevgilerini farz kıldığı kimseleri sevmezse, Allah ve Resulüne karşı gelmiş olur. Allah ve Resülüne karşı geldiği halde ölen kimse de, sapıklık ve dalalet üzere ölmüştür.

                    Ululuk ve kibirden sakının. Zira ululuk, Allah'ın ridasıdır.[2] Kim Allah'ın ridası üzerinde O'nunla çekişirse, Allah onu parçalar ve kıyamet günü onu rezil eder.
                    Sakın, birbirinizin hakkına tecavüz etmeyin; Çünkü salih insanların tavrı böyle değildir. Allah zulüm edenin zulmünü kendisine çevirir ve zulme uğrayana da yardım eder. Allah kime yardım ederse galip olur ve ilahi zafere ulaşır.
                    Sakın, birbirinize haset etmeyin. Çünkü küfrün aslı hasettir. Sakın mazlum bir Müslümanın aleyhine birbirinizle yardımlaş-mayın. Çünkü hakkınızda beddua ederse, kabul olur.

                    Babamız Resulullah salla'llâhu aleyhi ve alih şöyle buyur-muştur: "Mazlum Müslümanın bedduası kabul olur."
                    Sakın nefsiniz, Allah'ın haram kıldığı şeylere meyletmesin. Çünkü kim bu dünyada Allah'ın yasaklarını çiğnerse Allah, onunla cennet ve cennet ehli için olan nimet, lezzet ve sonsuz kerameti arasında engel oluşturur.
                    _________________
                    [1] - Bakara / 238.
                    [2] - Rida, cübbe anlamına gelir; burada maksat söz konusu özelliğin Allah Teala'ya mahsus olduğunu ifade etmektir.
                    "Haksızlık edenler, hangi dönüşe (hangi akibete) döndürüleceklerini yakında bileceklerdir." (Şuara 227)

                    Yorum


                      #40
                      Ynt: İmam Cafer Sadık’ın (as) Hayatı, Fazileti, Siresi ve Sözleri

                      İnciler Dizisi Diye Adlandırılan Sözleri


                      1- Bir işi incelemekte aşırı hassasiyet göstermek ayrılığa; eleştiri, düşmanlığa; sabırsızlık, rezilliğe; sırrı ifşa etmek, alçalmaya sebep olur. Cömertlik zekanın cimrilik ise gafletin alametidir.

                      2- Kim şu üç şeye sarılırsa dünya ve ahiret dileklerine kavuşur: Allah'a sığınmak, ilahî takdire razı olmak ve Allah'a karşı hüsn-ü zanda bulunmak.

                      3- Kim şu üç şeyde gevşek davranırsa mahrum kalır: Cömertten bir şey istemek, alimle arkadaş olmak ve (adil) sultanın ilgisini kazanmak.

                      4- Üç şey muhabbet doğurur: Din, tevazu ve bahşiş.

                      5- Üç şeyden uzaklaşan üç şeye ulaşır: Şerden uzaklaşan izzete, kibirden uzaklaşan saygınlığa cimrilikten uzaklaşan da şerefe.

                      6- Üç şey düşmanlık getirir: Nifak, zulüm ve bencillik.

                      7- Kimde şu üç hasletten biri olmazsa üstün sayılmaz: İnsana süs olan akıl, onu ihtiyaçsız kılan servet ve ona destek olan kabile.

                      8- Üç şey insanın ayıplanmasına sebep olur: Haset, laf taşımak ve başıboşluk.

                      9- Üç kimseyi, ancak üç yerde tanımak mümkün olur: Yumuşak olanı, öfkelendiğinde; yiğidi, savaşta; kardeşi, kendisine muhtaç olunduğunda.

                      10- Üç sıfat kimde olursa, oruç tutan ve namaz kılan birisi olsa bile münafıktır: Yalan konuşan, sözünde durmayan ve emanete hıyanet eden.

                      11- Üç çeşit insandan kork: Hâin, zâlim ve laf taşıyan. Çünkü senin için (başkasına) hıyanet eden (bir gün de) sana hıyanet eder. Senin için (başkasına) zulüm eden (bir gün de) sana zulüm eder. Sana laf taşıyan (bir gün de) senin aleyhine (başkasına) söz götürür.

                      12- Bir kimse üç emaneti korumadıkça emin sayılmaz: Mal, sır ve namus. Eğer ikisini koruyup da birini zayi ederse yine de emin sayılmaz.

                      13- Ahmakla istişare etme, yalancıdan yardım isteme, sultanların dostluğuna güvenme. Çünkü yalancı, uzağı yakın, yakını ise uzak gösterir. Ahmak kendisini senin için zahmete düşürür; fakat senin istediğine ulaşamaz. Sultanlar ise, onlara tam itimat ettiğin sırada seni yalnız bırakırlar ve onlarla tam ilişki kurduğunda ilişkilerini keserler.

                      14- Dört şey dört şeye doymaz: Yer yağmura, göz bakmağa, kadın erkeğe, alim de ilime.

                      15- Dört şey insanı çabuk ihtiyarlatır: Güneşte kurutulan eti yemek, yaş yerde oturmak, merdiven çıkmak ve ihtiyar kadınla cima etmek.

                      16- Hanımlar üç kısımdır: Tamamen yararına olan, hem yararına hem de zararına olan ve tam zararına olan. Tamamen yararına olan kızdır. Hem yararına hem de zararına olan dulkadındır. Tamamen zararına olan ise önceki kocasından yanında çocuğu bulunandır.

                      17- Üç özellik büyüklüğün mayasıdır: Öfkeyi yenmek, kötülük yapanı affetmek, mal ve canla (insanlara) iyilik yapmak.

                      18- Üç şey üç şeyden kurtulamaz: Rehvan at sürçmekten, kılıç körelmekten ve olgun insan yanılmaktan.

                      19- Belagat üç şeyledir: İstenilen manaya yaklaşmak, fazla sözden kaçınmak ve kısa sözle çok şey anlatmak.

                      20- Kurtuluş üç şeydedir: Dilini tutman, evinde oturman ve işlediğin günahlara karşı pişmanlık duyman.

                      21- Cehalet üç şeydedir: Arkadaşları değiştirmek, sebebini açıklamadan dostlarla çekişme ve faydasız şeyleri araştırmak.

                      22- Üç özellik kimde olursa kendi zararına olur: Hilecilik, ahdi bozmak ve zulüm yapmak. Nitekim (Allah-u Teâla), Kur'an'da şöyle buyurmuştur:
                      "Kötü hile, ancak sahibini sarıp-kuşatır"[1]. "Artık sen onların kurdukları düzenin uğradığı sona bir bak; biz onları ve kavimlerini topluca yerle bir ettik.[2] "Kim ahdini bozarsa, artık o ancak kendi nefsi aleyhine ahdini bozmuş olur."[3] Yine şöyle buyuruyor: "Ey insanlar dünya menfaatleri için zulüm yapmanız, ancak kendi zararınızadır."[4]

                      23- Üç şey insanı yüce makamları talep etmekten alıkor: Az çaba, tedbirsizlik ve dar görüşlülük.

                      24- İleri görüşlü olmak üç şeydedir: Kendisinden üstekilere hizmet etmek, babaya itaatte bulunmak ve efendisine karşı tevazu göstermek.

                      25- İnsanın dostu şunlardır: Uyumlu hanım, iyi evlat ve halis arkadaş.

                      26- Şu üç şey kime verilmiş olursa en büyük zenginlik olan üç şeye ulaşmış olur: Verilenle yetinmek, halkın elindekine göz dikmemek, gereksiz ve fazla olan her şeyi terketmek.

                      27- Ancak şu üç özeliğe sahip olan kimse cömert sayılır: Varlıkta ve yoklukta malını cömertçe bağışlamak, müstahak olana vermek, bağışladığı mala karşılık aldığı teşekkürleri bağışladığı maldan daha çok saymak.

                      28- Üç şeyi yapmadığında insan mazur sayılmaz: Hayrını iste-yenle istişare etmek, haset edenle geçinmek ve halka kendini sevdirmek.

                      29- Şu üç hasleti tam olarak taşımayan kimse akıllı sayılmaz: Sevinç ve gazab halinde kendi aleyhine bile olsa hakka riayet etmek, kendisi için beğendiği şeyi başkaları için de beğenmek ve yanıldığı vakit sabırlı ve yumuşak olmak.

                      30- Nimet ancak şu üç şeyle devam eder: O nimet karşısında ilahi vazifeyi tanımak, şükrünü edâ etmek ve o nimet için zahmet çekmek.

                      31- Kim şu üç şeyden birine duçar olursa, ölümü arzu eder: Ardı arkası kesilmeyen fakirlik, yüz kızartıcı bir haram iş yapmak ve galip olan bir düşmana duçar olmak.

                      32- Üç şeye ilgi göstermeyen üç şeye duçar olur: Uzlaşmaya ilgi göstermeyen yardımcısız kalır, hayır işe ilgi göstermeyen pişman olur, arkadaşlarını çoğaltmaya ilgi göstermeyen zarar görür.

                      33- Herkes şu üç şeyden kaçınmalıdır: Kötülere yaklaşmak, kadınlarla konuşmaya dalmak ve bid'at ehli ile oturup kalkmak.

                      34- Üç şey, kişinin kerem sahibi olduğunu gösterir: Güzel ahlak, öfkeyi yenmek, haramlara bakmaktan kaçınmak.

                      35- Üç şeye güvenen aldanır: Olmayacak sözleri tasdik etmek, güvenilmeyen insanlara bel bağlamak ve elde edilmeyecek şeye göz dikmek.

                      36- Üç şeyi yapan dinini ve dünyasını bozar: Suizanda bulunan, her sözü dinleyen ve yetkisini hanımının eline veren.

                      37- En üstün hükümdar şu üç özelliğe sahip olan kimsedir: Şefkat, cömertlik ve adalet.

                      38- Üç şeyde ihmalkârlık hükümdara yakışmaz: Sınırları korumak, mazlumların haklarını aramak ve işleri için salih kimseleri seçmek.

                      39- (Adil) hükümdarın, kendi ashap (yardımcı) ve emrindekilerin üzerinde üç hakkı vardır: İtaat edilmek, gıyab ve huzurunda hayrını istemek, zafer ve başarıları için duâ etmek.

                      40- Yöneticilerin özel kesim ve halkın geneli karşısında üç vazifesi vardır: İyi iş yapanları o işe ilgilerinin artması için mükâfatlandırmak; kötü iş yapanların tövbe etmeleri ve sapıklıklarından dönmeleri için hatalarını örtmek; lütuf ve insafla halkın tümüyle kaynaşarak onların birliğini korumak.

                      41- Bir yönetici (insanlardan) üç grubu önemsemeyip hafife alır ve onları kendi başlarına bırakırsa, işleri çığırından çıkar ve zorlaşır: Toplumdan ayrılmış ve (kendine yeni bir yol seçmiş) faziletsiz kişiyi, marufa emir ve münkerden nehyetmeyi siper edinerek kendi bid'atlarını yaymaya çalışan kişiyi ve yöneticinin haklarında hüküm uygulamasını önleyecek bir reis etrafında toplanan bir şehrin halkını.

                      42- Akıllı bir adam hiç kimseye hakaret etmez. İnsanlardan üç grup hakaret edilmemeye daha layıktır: Alimler, hükümdarlar ve kardeşler. Alimlere hakaret eden dinini bozar. Hükümdara hakaret eden dünyasını bozar, kardeşlerine hakaret eden yiğitliğini yitirir.

                      43- Sultanların sırdaş ve yakınlarını üç sınıf olarak gördük: a) Hayır isteyenler; bunlar hem kendilerine hem sultana ve hem de raiyyete (halka) berekettir. b) Hedefleri, kendi ellerindeki malı korumak olanlar; bunlar da (başkalarına eziyet etmemek açısından) ne övülen ve ne de kınanan kimselerdir; ama kınanılmaya daha yakındırlar. c) Şerden yana olanlar; bunlar, uğursuzdurlar, hem kendilerinin hem de sultanın kınanmasına sebep olurlar.

                      44- Bütün insanlar şu üç şeye muhtaçtır: Emniyet, adalet ve refah.

                      45- Üç şey hayatı karartır: Zalim hükümdar, kötü komşu ve ağzı bozuk kadın.

                      46- Mesken edinmek ancak şu üç özelliği olan yerde güzeldir: Güzel havası, tatlı suyu olan yumuşak ve düz yerde.

                      47- Şu üç şey pişmanlık getirir: Övünmek, iftihar etmek ve üstünlük hususunda tartışmak.

                      48- Şu üç şey insanın tabiatında vardır: Haset, ihtiras ve şehvet.

                      49- Kimde şu üç özellikten biri olursa, diğer iki özellik de onun büyüklük heybet ve cemalinde toplanır: Vera' (haram ve şüpheli şeylerden kaçınmak), eli açık olmak ve şecaat.

                      50- Şu özellikler kime verilmiş olursa kâmil olur: Akıl, cemal ve fesahat (açık konuşmak).

                      51- Şu üç grubun durumları belli oluncaya kadar sağ olduklarına hükmedilir: Hamilelik süresi bitinceye kadar kadının; ömrü tüke-ninceye kadar sultanın ve dönünceye kadar kaybolan şahsın.

                      52- Üç şey mahrumluk getirir: İstemekte ısrar, gıybet etmek ve alay etmek.

                      53- Üç şey kötü sonuç doğurur: Galip olsa bile fırsat gelmeden önce savaşçının (düşmana) saldırması. Zararı olmasa bile hasta olmayan birinin ilaç kullanması. İhtiyacını karşılamaya muvaffak olsa bile yöneticiyle ilişki kurmak.

                      54- Üç şeyde herkes kendisinin haklı olduğunu söyler: İnandığı dinde, kendisine galip olan heva ve heveste ve işlerindeki tedbirde.

                      55- İnsanlar üç sınıftır: Sözü geçen saygınlar; birbirleriyle eşit olanlar ve birbirlerine düşmanlık yapanlar.

                      56- Üç şey dünyayı ayakta tutmaktadır: Ateş, tuz ve su.

                      57- Yersiz olarak üç şeyi isteyen, üç şeyden mahrum kalmayı hakkeder: Haksızca dünyayı talep eden ahiretten mahrum kalmayı hakkeder. Haksız yere başkanlık isteyen Allah'a itaatten mahrum kalmayı hakkeder. Hakkı olmadan mal peşinde olan malın elinde kalmasından mahrum kalmayı hakkeder.

                      58- İleri görüşlülerin şu üç işi yapmaları uygun değildir: Kurtulsa (kurtulacağını bilse) bile, tecrübe edinmek için zehir içmek; zarar görmese de kıskanç akrabalarına sırrını açmak, zenginliğe yol açsa bile deniz yolculuğu yapmak.

                      59- Hiç bir toplum, dünya ve ahiret işleri için şu üç sınıftan mustağni olmaz. Eğer bunlar olmazsa başıboş kalırlar: Takvalı ve bilgili bir fakih; emrine itaat edilen hayırlı bir yönetici ve güvenilir ve bilinçli bir doktor.

                      60- Dost üç özellikle denenir, bu özelliklere sahip olursa halis ve temiz bir dost olduğu anlaşılır; aksi takdirde varlık ve bolluk (zamanının) dostudur; darlık ve zorluk (zamanının) dostu değil: Ondan bir mal istemek, bir malı ona emanet vermek ve şiddet ve sıkıntılarda onu ortak kılmak.

                      61- İnsanlar şu üç şeyden kurtulursa, huzura kavuşurlar: Kötü dil, kötü el ve kötü davranış.

                      62- Şu üç özellikten birine sahip olmayan köleyi yanında barındırmak, efendisine rahatlık getirmez: Onu doğruluğa sevkeden dini veya ona yol gösteren bir edebi ya da (kötü işlerden) alıkoyan bir korkusu.

                      63- Kişi evine ve ailesine karşı şu üç özelliği taşımaya muhtaçtır. Bu özellikler tabiatında olmasa bile bunları edinmeye çalışmalıdır: Güzel muâşeret etmek, ölçülü bir şekilde harcamak (ailesinin refahını sağlamak) ve namusunu korumaya düşkün olmak.

                      64- Her zanaatçı, kendi işi ve kazancı için şu üç şeye muhtaçtır: İşinde becerikli olmak, işiyle ilgili olarak emaneti edâ etmek ve müracaat edenlerin ilgisini kazanmak.

                      65- Kim şu üç şeyden birine duçar olursa aklı dengesini kaybeder: Elden çıkmakta olan nimete, fasit hanıma ve sevdiğinin beklenmedik bir belaya yakalanmasına.

                      66- Cesaret yaratılışa dayanan üç özellikten kaynaklanır; bunlardan her birinin kendine mahsus üstün bir yanı vardır: Fedakarlık, zilletten kaçınmak ve şan ve şerefe talip olmak. Bu özelliklerin üçü de bir yiğitte toplanırsa, hiç bir kimse, onun karşısında duramaz ve atılganlık ve cesarette kendi asrında şöhret kazanır. Eğer bu özelliklerden bazısı ağır basarsa o yönde cesareti, daha çok ve atılganlığı daha güçlü olur.

                      67- Anne ve babanın, evladın üzerinde üç hakkı vardır: Her halükarda onlara teşekkür etmek, Allah'a karşı günah işlemeye emretmeleri hariç tüm emir ve nehiylerine uymak, gizli ve açıkta hayırlarını istemek. Evladın, babanın üzerinde üç hakkı var: İyi anne seçmek, güzel isim takmak ve terbiyesi için gayret sarf etmek.

                      68- Mü'min kardeşler kendi aralarında üç şeye muhtaçtırlar; buna riayet ederlerse kardeşlikleri devam eder, aksi takdirde ayrılıp birbirlerine karşı kin ve nefret beslerler: İnsaflı davranmak, şefkatli olmak ve hasedi terketmek.

                      69- Akrabalar üç şeyi gözetmedikçe zaafa uğrayıp başlarına gelene düşmanlarının sevinmelerinin ezikliğini hissederler: Dağılmamaları için hasedi terketmeleri, yakınlığı korumak için iyi ilişki kurmaları ve izzet (ve kudret)ten yararlanmak için yardımlaşmaları.

                      70- Erkek, hanımına karşı üç şeye riayet etmelidir:
                      a) Hanımının, muhabbet ve ilgisini kazanmak için onunla uyum sağlamak, b) Ona karşı güzel ahlaklı olmak, c) Onun gözünde güzel görünmek ve refahını sağlamakla kalbini elde etmek.

                      71-Kadın, kocasına karşı şu üç şeye riayet etmesi gerekir:
                      a) Kocasının tüm hallerde güvenini sağlayacak şekilde kendisini kötülüklerden koruması; b) Muhtemel hatalarının af edilmesi için sürekli kocasının hakkını gözetmesi; c) Tatlı dil ve çekici tavırlarıyla kocasına olan sevgisini bildirmesi.

                      72- Başkalarına iyilik yapmak ancak üç şeyle kâmil olur: İyilikte acele etmek, iyiliği çok olsa da az görmek ve iyiliğini başa kakmamak.

                      73- Sevinç ve neşe üç şeydedir: Vefalı olmak, haklara riayet etmek ve sıkıntılarda yardımlaşmak.

                      74- Üç şey, fikrin isabetli olmasına delildir: Karşılaştığı kimseyi hoş karşılamak, iyice dinlemek ve güzel cevap vermek.

                      75- İnsanlar üç kısımdır: Akıllı, ahmak ve fâcir. Akıllı, sorduklarında cevap verir, konuştuğunda doğru konuşur ve dinlediğinde de sözü kavrar. Ahmak, konuştuğunda acele eder; haber verdiğinde şaşırıp gaflete düşer; ve kötü işe zorlandığında da onu yapar. Fâcir de emanet verildiğinde hıyanet eder; ve kendisiyle konuştuğunda seni lekeler.

                      76- Dostlar üç kısımdır: Birincisi, kendisine sürekli ihtiyaç duyulan yemeğe benzer; işte bu akıllı kimsedir. İkincisi (bazı vakitler insanı yakalayan) dert gibidir; bu da ahmak kimsedir. Üçüncüsü ise (derdi tedavi eden) ilaç gibidir; bu da mütefekkir kimsedir.

                      77- Üç şey insanın aklının ne derecede olduğunu gösterir: Elçi, kendisini gönderenin; hediye, hediye verenin; mektup da yazanın aklının ne derecede olduğunu gösterir.

                      78- İlim üç kısımdır: Muhkem ve açık olan ayetleri anlamak, farzları bilmek ve sabit sünnetlerden haberdar olmak.

                      79- İnsanlar üç kısımdır: İlim öğrenmekten çekinen cahil, ilmine uyması yüzünden zayıf düşen alim, dünya ve ahireti için çalışan akıllı.

                      80- Şu üç özelliğe sahip olan gariplik çekmez. Güzel edep, eziyet etmemek ve su-i zanda bulunmaktan kaçınmak.

                      81- Günler üçtür: Geçip giden dün, ganimet bilinmesi gereken bugün, arzusundan başka elde bir şeyi olmayan yarın.

                      82- Kimde şu üç sıfat, yerleşik bir özellik (karakter) haline gelmezse imanının ona faydası olmaz: Cahillerin cehaletine karşı koyabilecek olgunluk, haramlardan alı koyacak takva ve insanlarla geçinmesini sağlayacak ahlak.

                      83- Kimde şu üç haslet olursa imanı kâmil olur: Öfkeli olduğunda haktan sapmamak hoşnut olduğunda batıla yönelmemek ve güçlü olduğunda affetmek.

                      84- Dünyası olan her insan şu üç şeye muhtaçtır: Gevşekliğe varmayacak rahatlık, kanaatla beraber olan cömertlik ve tembelliği olmayan cesaret.

                      85- Her ne durumda olursa olsun akıllı insanın üç şeyi unutmaması gerekir. Dünyanın faniliğini; durumların sürekli değiştiğini ve kendisinden kurtulmanın mümkün olmayan âfetleri.

                      86- Şu üç özellik bir kişide tam olarak bir araya gelmez: İman, akıl ve çaba.[5]

                      87- Kardeşler (yakın dostlar) üç kısımdır: Canıyla arkadaşına yardımda bulunan kardeş, malıyla yardım eden kardeş; bu ikisi gerçek kardeşlerdir. Üçüncü kardeş ise ihtiyacını senin vasıtanla karşılayan ve seni bazı zevkleri için isteyen kimsedir. Böyle birisini güvenilir sayma.

                      88- İnsanda şu üç özellik olmadıkça, imanı kemale erişmez: Din hususunda bilgi sahibi olmak, geçimini sağlamakta ölçülü davranmak ve musibetlere karşı sabırlı olmak.
                      Yüce Allah'tan başka hiç bir güç ve kuvvet sahibi yoktur.
                      _________________
                      [1] - Fatır / 41
                      [2] - Neml / 52
                      [3] - Fatır / 10
                      [4] - Yunus / 23
                      [5]- Maksat halkın genelinde görülen durumdur, Allah'ın velileri bundan müstesnadır.
                      "Haksızlık edenler, hangi dönüşe (hangi akibete) döndürüleceklerini yakında bileceklerdir." (Şuara 227)

                      Yorum


                        #41
                        Ynt: İmam Cafer Sadık’ın (as) Hayatı, Fazileti, Siresi ve Sözleri

                        Tevhid, İman, Ehl-i Beyt Sevgisi Ve Küfr Hakkındaki Sözleri


                        Birisi İmam Sadık aleyhi's-selâm'ın huzuruna vardığında İmam ona: "Kimlerdensiniz?" diye sordu. O da: "Sizi sevenlerden ve sizi takip edenlerdenim." dedi. İmam Sadık aleyhi's-selâm buyurdu ki: Allahu Teâla kendi dostluk ve velayetini kabul etmedikçe bir kulu sevmez ve kimi dost edinirse cenneti ona farz kılar.

                        Daha sonra buyurdular ki: "Bizi sevenlerin hangi kısmın-dansınız?" Adam, susup kaldı. (İmam aleyhi's-selâm'ın ashabından olan) Sedir: "Ey Resulullah'ın oğlu sizi sevenler kaç gruptur?" diye sordu. İmam aleyhi's-selâm da şöyle buyurdu: "Bizi sevenler üç gruptur. Birinci grup, bizi (sadece) açıkta sever, gizlide değil. Bir grupta bizi gizlide sever açıkta değil. Diğer bir grup ise, bizi hem gizlide sever, hem de açıkta; işte bu grup en üstün olandır. Bunlar tatlı ve bol kaynaktan susamışlıklarını gideren Kur'an'ın te'vil ve tefsirini bilen, hakkı batıldan ayırt eden ve sebeplerin sebebini (Allah'ı) tanıyan kimselerdir. Bunlar toplulukların en üstün olanıdır.

                        Fakirlik, yoksulluk ve çeşitli belalar, atın süratinden daha hızlı bir şekilde onlara yönelmektedir; onlar şiddet ve çilelere uğrar, sarsılıp işkence görür; bir kısmı öldürülüp bir kısmı yaralanır ve uzak şehirlere dağılırlar. Allah, onların hürmetine hastalara şifa verir, fakirleri ihtiyaçsız kılar, size yardım eder, yağmur gönderir ve sizi rızıklandırır. Sayıları azdır; ama Allah katında değer ve mertebe bakımından pek yücedirler. İkinci grup (üsteki sıralamada ilk grup) grupların en aşağısıdır. Açıkta (dilde) bizi severler, ama padişahların yolundan giderler (onların yaşayışları gibi yaşarlar.) Dilleri bizimledir, kılıçları ise bizim aleyhimizedir. Üçüncü sınıf ise (üsteki sıraya göre ikinci sınıf oluyor) vasat olan sınıftır; gizlide bizi severler, fakat kendilerini muhafaza etmek için sevgilerini açığa vurmazlar. Canıma andolsun ki eğer onlar, gizlide gerçekten bizleri seviyorlarsa gündüzleri oruç tutarlar, geceleri ibadet ederler ve çehrelerinde zahitlik eseri görünür. Yine onlar sulh ve itaat ehli olurlar.

                        O adam: "Ben sizi hem gizlide ve hem de açıkta sevenlerdenim." dedi. İmam aleyhi's-selâm buyurdular ki: Bizi gizlide ve açıkta sevenlerin bazı alametleri vardır. Onlar, bu alametlerle tanınırlar." Adam: "Bu alametler nelerdir?" dedi: İmam aleyhi's-selâm şöyle buyurdu: "Bunlar bir kaç özelliktir; ilki (şudur): Onlar tevhidi hakkıyla kavramışlardır. Tevhid ilmini sağlamlaştırmışlardır. Allah ve sıfatlarına iman etmişlerdir ve daha sonra imanın sınırını, hakikatini, şartlarını ve te'vilini bilmişlerdir." Sedir: "Ey Resulullah'ın oğlu! Şimdiye kadar imanı böyle vasfettiğinizi duymamıştım." dedi. İmam alehi's-selâm dedi ki: "Evet ey Sedir! İmanın kimde olduğunu bilmeden önce "iman nedir" diye sormaya kimsenin hakkı yoktur." Sedir: "Ey Resulullah'ın oğlu! Eğer uygun bulursanız bu sözü açıklayın" dedi.

                        İmam alehi's-selâm şöyle buyurdular: Her kim Allah'ı kalbi tevehhümlerle tanırsa O'na ortak koşmuş ve kim Allah'ı manayla değil de isimle tanırsa eksikliğini kabul etmiştir. Çünkü isimler hâdistir; sonradan meydana çıkmıştır; (Allah'ın mukaddes künhü ise kadimdir.) Kim isim ile manaya (birlikte) taparsa (ismi) Allah'a ortak koşmuştur. Kim manaya, idrak vasıtasıyla değil de sıfat vasıtasıyla ulaşırsa, imanını gayıp olan bir şeye atfetmiştir.[1]

                        Kim sıfat ve mevsufa[2] taparsa, tevhidi batıl etmiştir. Çünkü sıfat, mevsuftan ayrıdır. (İkilik tevhitle uyuşmaz)
                        Kim mevsufu sıfata izafe ederse (sıfatla mevsufu tanımak isterse), büyüğü küçültmüş ve Allah'ı layıkıyla tanımamıştır."

                        - "Öyleyse tevhide ulaşmanın yolu nedir?" diye sorduklarında şöyle buyurdu: Araştırma yolu açıktır ve bu çıkmazlardan kurtulmak da mümkündür. Hazırda olan bir şeyi tanımak, sıfatını tanımaktan öncedir.[3] Ama gayıbın sıfatını tanımak, onun kendisini tanımaktan öncedir. (Allah-u Teâla hazır olduğu için ilk önce Allah'ı tanımak gerekir, daha sonra diğer varlıkları.)

                        - "Hazır birisinin şahsını, sıfatından önce nasıl tanıyabiliriz?" dediklerinde de şöyle buyurdu:
                        İlim ve idrak önce O'nun şahsına taalluk eder ve daha sonra (O'nun kudretinin bir eseri olan) kendini de O'nun vesilesiyle tanırsın. Kendini kendi vasıtan ve kendi vücudunla (Allah'ın vücudundan müstakil olarak) tanıyamazsın. Bilmelisin ki vücudunda olan her şey O'nun içindir ve O'na bağlıdır. Nitekim Yusuf'un kardeşleri, Yusuf'a şöyle dediler: "Şüphesiz ki sen Yusuf'sun. Yusuf da: Evet ben Yusuf'um ve bu da kardeşimdir dedi.[4] Yusuf'un kardeşleri Yusuf'u, onun kendi vasıtasıyla tanıdılar, başkasının vasıtasıyla değil. Onlar Yusuf'un Yusuf olduğunu, kendi vehim ve hayâlleri vesilesiyle tesbit etmediler.
                        Allah'ın "Bahçelerin bir ağacını dahi bitirmek sizin için mümkün değildir."[5] diye buyurduğunu görmüyor musunuz? Yani kendi tarafınızdan bir imam seçmeye ve kendi iradeniz ve isteğinizle onu hak sahibi olarak adlandırmaya hakkınız yoktur.

                        Daha sonra şunları ekledi: Kıyamet günü Allah-u Teâla üç grup-la konuşmayacak, onlara (rahmet gözüyle) bakmayacak ve onları (günahtan) temizlemeyecek ve onlar için elemli bir azap vardır.
                        a) Allah'ın bitirmediği bir ağacı diken kimse; yani Allah'ın tayin etmediği bir kimseyi imam olarak belirleyen kimse.
                        b) Allah'ın seçtiği bir imamı inkâr eden kimse.
                        c) Ve bu iki grubun İslam'da bir payı olduğunu sanan kimse.

                        Allah-u Teâla şöyle buyuruyor: "Rabbin dilediğini yaratır ve seçer; seçmek diğerlerine ait bir hak değildir."[6]
                        "Haksızlık edenler, hangi dönüşe (hangi akibete) döndürüleceklerini yakında bileceklerdir." (Şuara 227)

                        Yorum


                          #42
                          Ynt: İmam Cafer Sadık’ın (as) Hayatı, Fazileti, Siresi ve Sözleri

                          İmanın Vasfı

                          İmanın manası, ikrar etmek ve bu ikrarla Allah'ın karşısında huzu etmek, O'nun katına yaklaşmak, tevhid ve Allah'ı tanımaktan başlayarak itaat edilmesi gereken bütün farzları, sonuna kadar sırasıyla küçük veya büyük olsun hepsini yerine getirmektir. Bunların hepsi birbirleriyle bir arada ve birbirine bağlıdırlar.

                          Vasfettiğimiz şekilde bildiği ve öğrendiği farzları eda eden kimse mü'min sayılır, imanlı olma sıfatını hakkeder ve sevaba da layık olur. Çünkü imanın bütün manası ikrardır; ikrarın manası da itaatle tasdik etmek ve boyun eğmektir. Böylece küçük ve büyük itaatlerin birbirleriyle birlikte olmalarının manası açıklanmış oldu.

                          Mü'min bir kimse, iman sıfatını gerektiren şeyleri, yani büyük farzları eda edip büyük günahları işlemeyi terkedip onlardan uzaklaştığı sürece iman sıfatından çıkmaz. Küçük farzları terketmek ve küçük günahlara duçar olmakla büyük farzları terketmedikçe ve büyük günahları işlemedikçe imandan çıkmaz. İnsan büyük günahlar işlemediği müddetçe mü'mindir. Çünkü Allah-u Teâla buyurmuştur ki:

                          "Nehyedildiğiniz büyük günahlardan kaçınırsanız, sizin diğer suçlarınızı da örteriz ve sizi onurlu ve üstün bir makama ulaştırırız"[7]

                          Yani küçük günahlar affedilir. Ama insan büyük günahları işlerse (o zaman) küçük ve büyük bütün günahlarıyla sorguya çe-kilip cezalandırılır ve azap görür. İşte bunlar imanın ve sevaba layık olan mü'minin özellikleridir.
                          "Haksızlık edenler, hangi dönüşe (hangi akibete) döndürüleceklerini yakında bileceklerdir." (Şuara 227)

                          Yorum


                            #43
                            Ynt: İmam Cafer Sadık’ın (as) Hayatı, Fazileti, Siresi ve Sözleri

                            İslam'ın Vasfı

                            İslam'ın manası, hükmü açık ve kesin olan bütün farzları ikrar edip yerine getirmektir. İnsan, kalple bağlı olmaksızın zahirde bütün farzları ikrar ederse Müslüman ismini hakketmiştir. zahiri velayeti (dostluğu), şahitliğinin kabul olmasını ve miras alabilme hakkını kazanmıştır. Yine Müslümanların, zarar ve yararlarında onlarla ortak olmuştur. İşte bu İslam'ın vasfıdır.

                            Müslümanla mü'minin arasındaki fark da şudur: Müslüman zahirde muti (itaatkâr) olduğu gibi batında da muti olursa mü'min olur. Ama (sadece) zahirde bunu yaparsa Müslüman olur. Fakat hem zahirde ve hem de batında huzu ve bilinçle bunu yaparsa mü'min olur. Böylece bazen bir kul Müslüman olur, fakat mü'min olmaz; ama Müslüman olmadıkça da mü'min olamaz.
                            "Haksızlık edenler, hangi dönüşe (hangi akibete) döndürüleceklerini yakında bileceklerdir." (Şuara 227)

                            Yorum


                              #44
                              Ynt: İmam Cafer Sadık’ın (as) Hayatı, Fazileti, Siresi ve Sözleri

                              [font=Arial]İman'dan Çıkmanın Açıklaması

                              [color=teal]Mü'min olan bir kimse, birbirine benzeyen beş şey sebebiyle imandan çıkar: Küfür, şirk, dalalet, fasıklık ve büyük günahlar.

                              Küfür: (Dinde var olan) küçük veya büyük bir şeyde inkârcılık, onu hafife almak ve küçümsemekle Allah'a karşı işlenen günahtır. O fiilin faili kafir ve (o amelin) hakikati ise küfürdür. Bu özellikte bir günahı işleyen kimse, hangi din veya fırkaya mensup olursa olsun kafirdir.

                              Şirk: Din adına (bid'at çıkarmakla) Allah'a karşı yapılan her çeşit günahtan ibarettir; o günah ister küçük olsun ister büyük onu yapan müşriktir. (Böyle bir kimse, ilahî dinin karşısında yeni bir din çıkarmış olduğu için müşrik sayılır.)
                              Dalalet: Farz kılınan şeylere cahil olmak, yani hakkında açık bir delil bulunan ve Müslümanlara bildirilen büyük farizalardan birini terketmektir. Bu farzları yapmayan biri mü'min ismini almayı hakketmez. Bunları terketmesi, Allah'ın hükmünü inkâr etmek veya din adına onları dinden çıkarmak kastıyla olmayıp gevşeklik, gaflet ve diğer şeylerle meşgul olmaktan dolayı olursa böyle bir kimse sapık olup iman yolundan çıkmış, imanın hakikatine cahil kalmış ve ondan ayrılmıştır.

                              Bu sıfatı taşıdığı sürece dalalet ve sapıklık ismine layıktır. Ama eğer inkâr etmek, basite almak ve küçümsemekten dolayı günah işlerse kâfir olur. Yine eğer te'vil, taklid, teslim, geçmiş ata ve babalarının sözüne razı olarak din adına bid'at çıkarmakla günah işlerse, bu taktirde müşrik olur. Bir müddet sapıklıkta kalıp da açıkladığımız şeylere (küfr ve şirke) meyletmeyen kimse pek az olur.

                              Fasıklık: Lezzet, şehvet ve günaha aşırı meyilden dolayı işlenen her büyük günahtan ibarettir. Bu günahı yapan fasıktır. Fasıklıktan dolayı da imandan çıkmıştır.

                              Eğer işlediği günahı, küçümseyip basit görecek derecede günah işlemeye devam ederse, bunlardan dolayı kafir olması kaçınılmaz olur.
                              İmanın bozulmasına sebep olan büyük günahlar; inkâr, bidât, lezzet ve şehvet olmaksızın, taassup ve öfkeden dolayı hiç çekinmeden ısrarla işlenen günahlardır. Örneğin iftira etmek, küfretmek, öldürmek halkın malını zorla almak, insanların hakkını vermemek, şehvet ve lezzet olmaksızın yapılan diğer büyük günahlar. Yalan yere yemin etmek, faiz yemek ve lezzet için yapılmayan diğer günahlar da böyledir. Şarap, zina ve lehv (şarkı, türkü vb. şeylerle eğlenmek) de yine böyledir.

                              Bu fiillerin hepsi imanı bozan ve müşrik, kafir ve sapık olmaya sebep olmaksızın insanı imandan çıkaran şeylerdir. Zira bu ameller, cehaletten kaynaklanmaktadır. Ama yukarıda geçen sıfatlara yöneldiği takdirde o gruptan sayılır.
                              _________________
                              [size=10pt][1] - Çünkü gayıb olan bir şeyi tanımak istediklerinde onu sıfatı vasıtasıyla tanırlar, idrak vasıtasıyla değil. Zira, gayıp bir şey idrak olunmaz.
                              [2] - Sifat, nitelik ve mevsuf nitelenen anlamınadır.
                              [3]- Mesela insanı, ilk önce bütün özellikleri ile görürler, daha sonra onun ilim, olgunluk vs. sıfatlarını anlarlar.
                              [4]- Yusuf/90.
                              [5]- Neml/60.
                              [6]- Kısas/68.

                              [7]- Nisâ/31.
                              "Haksızlık edenler, hangi dönüşe (hangi akibete) döndürüleceklerini yakında bileceklerdir." (Şuara 227)

                              Yorum


                                #45
                                Ynt: İmam Cafer Sadık’ın (as) Hayatı, Fazileti, Siresi ve Sözleri

                                İnsanların Geçim Şekli Ve Malları Harcamanın Yolları Hakkındaki Sözleri

                                Adamın biri İmam aleyhi's-selâm'a: "Kulların geçimini sağlamanın kapsamına giren kazanç, çalışma, muamele (ticaret) ve malları harcamanın kaç yolu vardır?" diye sordu.

                                İmam Sadık aleyhi's-selâm şöyle buyurdu:
                                Halk arasında alış-veriş ve muamelenin çeşitlerini kapsamına alan ve kazanç vesilesi olan geçim yolları dört kısma ayrılır.

                                "Bu dört kısmın hepsi mi helal veya haramdır, yoksa bazısı helal ve bazısı da haramdır?" diye sorunca İmam aleyhi's-selâm şöyle buyurdu:

                                Bunlardan her birinin hem helal yönü vardır, hem de haram yönü. Bunların hepsinin isim ve özellikleri bilinen meşhur şeylerdir.
                                Bu dört kısmın birincisi yönetimdir yani insanların bazılarının diğerlerine olan velayetidir. (yönetme hakkıdır.)

                                Birincisi, yöneticinin velayetidir, sonra yüksek yönetici makamından en aşağısına kadar her birinin elinin altındakilere olan velayetleridir.
                                İkincisi insanların birbirleriyle yaptıkları alış-veriş ve ticarettir.
                                Üçüncüsü zanaatın bütün kısımlarıdır.
                                Dördüncüsü kira ve ücretlerdir.

                                Bunlardan her birinin hem helal yönleri vardır ve hem de haram yönleri. Bu muâmelelerde, Allah tarafından kulların üzerine farz kılınan şey muâmelenin helal olan yönüne girip o yönde çalışmaları ve haram olan yönünden ise kaçınmalarıdır.
                                "Haksızlık edenler, hangi dönüşe (hangi akibete) döndürüleceklerini yakında bileceklerdir." (Şuara 227)

                                Yorum

                                YUKARI ÇIK
                                Çalışıyor...
                                X